Evrim bilim mi, Metafizik mi..
British Museum’un Natural History bölümünden Zoolog Colin Patterson, evrim araştırmalarını aktardığı kitabında ilginç bir konuyu ele alır; “Evrim bilim midir?” Patterson, bu başlık altında çağımızın ünlü bilim felsefecisi Karl Popper’ın kriterleri ışığında şunları yazar:
“Popper, bilimin ‘bilim olmayan’dan veya ‘metafizikten’ veya ‘mit’den kanıt yoluyla değil, tersini kanıtlamanın mümkün olması ile ayrılması gerektiğini düşünüyor. Bilimsel teorilerin tek özelliği, gözlem veya deney yoluyla aksinin ispatlanabileceğinin gösterilmesidir. Ve bir bilim adamı, teorisi yanlış çıktığı zaman onu terketmeye hazır olan bir insandır.
Metafiziksel veya sahte-bilimsel teoriler, aksinin kanıtlanmasına imkan tanımazlar...
Eğer biz, Popper’in bilim ve bilim-dışı arasında öne sürdüğü farkları kabul edersek, ilk olarak tabiî seleksiyon (ayıklanma) yolu ile evrim şeklindeki teorinin bilimsel veya sahte-bilimsel olup olmadığını sormak zorundayız. Bu soru, evrim teorisinin iki ayrı görüşünü içerir. İlki, ‘evrim gerçekleşmiştir’ şeklindeki genel tezdir (tüm hayvan ve bitkiler, ortak atalarla birbirleriyle ilişkilidir). İkincisi, evrimin tabiî seleksiyon (doğal ayıklanma ile) olduğu düşüncesidir. Gerçekte Darwin, ilk fikre ikincisinden üç yıl önce varmıştır.”
Ne ilginçtir ki antik Yunan’a kadar uzanan evrim tarihini gözönüne alırsak, evrime önce inanılıp daha sonra delil arama yoluna gidilmiştir. Bilimsel açıdan tatmin edici deliller olmamasına karşılık, bu inanç sarsılmamıştır.
Patterson şöyle devam eder:
“Evrimin gerçekleştiği şeklinde olan teorinin ilk kısmı; hayatın tarihinin türlerin ayrımı ve gelişiminden başka birşey olmayan tek bir süreç olduğunu söyler. Bu süreç emsalsizdir ve tekrarlanamaz, İngiltere'nin tarihi gibi. Böylece teorinin bu kısmı, ‘emsalsiz olaylar’ konusunda tarihsel bir teoridir. Ve tanım olarak bu tür olaylar, bilimin bir parçası değildir. Çünkü onlar tekrarlanamaz ve bu yüzden de test edilemezler...
...Doğal ayıklanmanın evrimin sebebi olduğunu belirten, teorinin ikinci görüşüne dönersek, birçok kritik bunun bilimsel olmadığı şeklindedir. Çünkü “en uygun olanın yaşaması” şeklindeki bir deyim “kim yaşarsa uygundur”dan başka bir ihtimali getirmez ve böylece gereksiz bir tekrardan öteye gidemez. Mesela 'kimin en uygun olduğunu' sorarsak, alacağımız cevap 'yaşayanlar' olacaktır. Böylece 'en uygunun yaşaması', sadece ve sadece 'yaşayanların yaşaması’dır.”
Konuyla ilgili bir diğer belirsizlik, tabiî seleksiyonun açıklama değerinden yoksun olduğunu ortaya koyar. Genellikle evrim, bir adaptasyon (ortalama uyum işlevi) olarak tanımlanır. Ünlü evrimcilerden Lewontin, bu yaklaşımın anlamsızlığını şöyle dile getirir:
“Eğer evrim, organizmaların 'uygun ortamlara' uyum sağlaması olarak tanımlanırsa, ilk zorluk şudur ki: o zaman dünyada, kendilerine uyum sağlayacak organizmalardan önce boş uygun ortamlar bulunmalıdır (yani, yeni türlerin evrimleşmesiyle doldurulmayı bekleyen boş ortamlar). Bununla birlikte, çevreyle gerçek ilişkide bulunan organizmalar ortada yokken, dünyayı rastgele uygun ortamlara ayırmak için sonsuza yakın yol mevcuttur. Boş uygun ortamları tanımlamak çok kolaydır.
Mesela yumurtlayan, sürünerek hareket eden, çimen yiyen bir hayvan yoktur. Yani, çayırda yaşamalarına rağmen hiçbir yılan ot yemez. Aynı şekilde, hiçbir çeşit sıcakkanlı hayvan yoktur ki, yumurtlasın ve ağaçların olgun yapraklarını yesin. Oysa kuşlar, ağaçlarda yaşarlar.”
Neden yaprak yiyen birkaç tür kuş, otla beslenen birkaç tür yılan yoktur? Neden bu hayvanlar, buldukları ortama uygun beslenme modelleri geliştiremediler? Çünkü doğal ayıklanma mekanizması, çevre şartlarına uygun türler meydana getirmemektedir.
Evrime sebep olarak doğal ayıklanmanın ileri sürülmesi, böylece anlamını kaybetmektedir. Bu durumu Patterson şöyle değerlendirir:
“Şimdi biz, neo-Darwinist teori ile karşı karşıyayız; 'evrim gerçekleşmiştir ve evrim genetik sürüklenmelerin birikiminden gelen tesadüfi katkılar ve belki de arasıra gerçekleşen "ümit verici canavarlar"la birlikte başlıca doğal ayıklanma yoluyla yönetilmektedir'. Popper'in standartlarına göre, teori bu haliyle bilimsel değildir.”
Gerçekten de Popper, evrim teorisini bilimsel bir teori olarak değil, 'metafiziksel bir araştırma programı' olarak tanımlamaktadır. Patterson şöyle devam eder:
“Popper'in kriterini kullanarak, evrim teorisinin fizik, kimya veya genetikteki bir teori gibi onun aksini ispatlamak, düzenlenmiş deneylerle test edilemeyeceği sonucuna varmak zorundayız...
...Biz ister Popper'in istersek de Kuhn'un bilim anlayışını seçelim, bu iki düşünürden öğrenebileceğimiz bir ders, bugünün evrim teorosinin bir gerçek olmasının beklenilmemesidir.”
Colin Patterson tüm bu açıklamalarına rağmen evrim görüşünü terketmez. Ve neo-Darwinist yaklaşımı “bütün hatalarıyla birlikte elimizdekinin en iyisi” olarak düşünür. Bu ifadeleri bir bilim adamından çok, bir inanç adamının düşüncelerini yansıtır. Hatalı bir teori, neden hataların en iyisi olarak savunulsun. Halbuki Popper'in ifadesiyle, “Bir bilim adamı, teorisi yanlış çıktığında onu terketmeye hazır bir insandır.”
Evrim Teorisi Nasıl Anlatılmalı
EVRİM TEORİSİ, bildiğiniz gibi, bu evrendeki varlıkların nasıl ortya çıktığını ve günümüze kadar nasıl var olageldiklerine dair çeşitli açıklamalar getirmeye çalışan bir teoridir. Elbette bu varlıkların başında insan gelir.
Görüldüğü gibi, ele alınan konu hem çok geniş ve hem de geçmişle alâkalıdır. Dolayısıyla burada ortaya konacak görüşler, laboratuardan elde edilecek deliller değil, tamamen yorum ve değerlendirmelere dayanmaktadır.
Günümüzde ilkokuldan üniversitelere kadar, bütün eğitim birimlerinde bu ve benzer konulara materyalist ve diyalektik bir yaklaşımla cevap verilmeye çalışılır. Yani, “Atomdan galaksilere kadar bütün varlıklar, gelişigüzel ve tesadüfen ortaya çıkmış ve günümüze ulaşmıştır. Her şey tabiat ve tesadüfün eseridir.” şeklinde anlatılır.
Aslında bu yaklaşım tarzının uzun bir geçmişi vardır. Roma Devleti’nin Milâdî 100-150’lili yıllarında Hıristiyanlığı resmî din olarak kabul etmesinin ardından bütün idarî, siyasî ve ilmî, çalışmalar bu dinin kurallarına göre şekillendiriliyordu. Aslında din olarak Hıristiyanlık siyasî ve toplumu ilgilendiren konularda çok fazla prensip ve düstur ortaya koymuyordu. Fakat bütün boşluklar, din adına, başta papazlar ve idaredeki hâkim sınıflar bir takım kurallar koyarak, âdeta din namına insanlara zulüm ediyorlar, bilimsel düşünceye geçit vermiyorlardı. İşte böyle bir ortamda 1789 yılında yapılan Fransız İhtilali, dine ve din adına tahakküm eden hâkim sınıfa karşı bir başkaldırma idi. Bu ihtilalden sonra gerek Avrupa’da ve gerekse dünyanın başka yerlerinde fikrî yönden büyük bir değişiklik gündeme geldi. Bütün siyasî, sosyolojik ve ilmî çalışmaların temeli ateizme dayandırılıyordu. Yaratıcı ve din, toplumun bütün kesimlerinden uzaklaştırılmıştı.
Her şey materyalist felsefe ile ve tesadüflerle açıklanmaya çalışılıyordu. Hıristiyanlık adına ileri sürülen bir takım yanlışlıklara karşı bir çıkış olduğu için, başlangıçta bu materyalist felsefe, geniş taraftar bulmuştu. Ama sınır burada kalmadı. İşin doğrusuna yanlışına bakılmadı. Bütün dinlere ve dinle alâkalı her türlü değerlendirme ve açıklamaya karşı savaş açıldı. Öncekiler ifrat etmişti, aşırı gitmişlerdi. Bunlar da tefrit ediyor, asla bir yaratıcı fikrini kabul etmiyorlardı.
1917 yılında Rusya’da yapılan komünist ihtilal kendisine, ateizme ve diyalektik materyalizme bağlı felsefeyi seçmişti. Her şey tesadüf ve tabiatla ifade edilmeli, bir yaratıcının varlığını hatırlatan bütün düşünce ve değerlendirmeler derhal bertaraf edilmeliydi. Bütün dünyaya hâkim olan bu felsefî akım ve düşünce sistemi, 1990’lı yıllarda komünist bloğun çöküşüyle büyük bir destekçisini kaybetti. Böylece bilim sahasındaki çalışmalar ve düşünce sistemi, yavaş yavaş ideolojik platformdan ilmî platforma, yani normal sahasına çekilmeye başladı. Varlıkların ortaya çıkışında tesadüflerin rolünün bulunmadığı, her şeyin belirli bir plân ve programla, ölçülü ve intizamlı olarak bir yaratıcı tarafından yapıldığı dillendirilmeye başlandı. Nitekim son aylarda Amerika’da “Akıllı programlama” veya “Bilinçli dizayn” adı altında yeni ekoller gündeme geldi.
Kâinatta hiçbir şey kararında değildir. Daimî bir faaliyet söz konusudur. Gerek bitkiler, gerek hayvanlar ve gerekse insanlar tek hücre olarak varlık âlemine çıkmakta devamlı olarak değişme ve farklılaşma kanunlarına tâbi tutulmaktadır. Bütün bu faaliyetleri tesadüf ve tabiatla açıklamaya çalışmak, ne eğitimciyi ve ne de öğrenciyi tatmin etmemektedir.
Bu konudan evrimciler de şikayetçidirler. Pierre Grasse bu rahatsızlığını şöyle dile getirir:
“Tesadüf kavramı, ateizm görüntüsü altında, kendisine tapınılan bir ilâh hâline gelmiştir” (Evolution of Living Organisms.Academic Pres, New York, 1977, s.107).
Sonuç olarak, Evrim teorisi, bütün varlıkların plânsız ve programsız şekilde rastlantılar sonunda, ya da tesadüflerin ürünü olarak ortaya çıktığını, yaratılışçılar ise, atomlardan galaksilere kadar her şeyin şuurlu, plânlı, hikmetli ve gayeli yaratıldığını belirtir. İşte evrim teorisiyle dinlerin çatıştığı nokta budur.
Bir başka deyişle, yaratılışçılarla evrimciler arasındaki düşünce farkı, ilmî metotlarla elde edilen verilerin yorumlanmasındadır.
Materyal her ikisinde de kâinat içindeki varlıklardır. İnceleme metotları da aynıdır. Ancak, yorum farklıdır.
Selimiye’yi Mimar Sinan’nın eseri bilerek incelemek, bu eserin tesadüf ve tabiat ürünü olduğunu kabul ederek incelemekten çok daha akla uygundur. Dolayısıyla, bir hücreyi, ya da hücre içerisindeki bir organeli bir yaratıcının eseri olarak tetkik etmek, inceleme ve araştırmaya ket vurma değil, aksine araştırmaya teşvik eder. Çünkü araştırıcı, her şeyin mutlaka bir gayeye ve maksada ve plâna göre yapıldığını düşünür ve varlıklar arasındaki o gizli nizam ve intizamı bulmaya çalışır.
Birinci yüzyıldan 18. yüz yıla kadar, kâinattaki varlıkların yapısı din adına açıklanmaya çalışıldı ve bu konuda ifrat edildi. 19. ve yirminci yüzyıllarda da materyalist felsefe hâkimiyeti ele aldı. Bir yaratıcıyı inkâr ederek, her şeyi tesadüf ve tabiatla açıklamaya çalışarak o da tefrit etti. 21. yy, akıl, mantık ve ilmin hâkim olduğu bir asırdır. Artık bu asırda, ifrat ve tefritten uzak, her iki görüşün değerlendirme tarzlarına yer vererek, orta yolun bulunmasına gayret etmeliyiz.
Netice olarak, konu ile alâkalananların, ideolojik yaklaşımlardan ve acele yorumlardan kaçınmaları gerekir. Tamamen materyalist felsefeyle meseleleri açıklama yerine, hem materyalist felsefe taraftarlarının ve hem de bir yaratıcıyı kabul edenlerin konuya yaklaşım tarzları nazara verilmelidir.
Bu konudaki tartışmaların tamamen ortadan kalkacağını beklemek de çok büyük iyimserlik olur. Buna gerek de yoktur. Çünkü, farklı düşünce ve yaklaşım tarzları, ilmî gelişmelere yol açar. Esas olan, farklı görüş ve düşüncelere saygılı olmak ve onlara karşı tolerans göstermektir.
Bütün dünyanın eğitim sisteminde böyle bir metodun benimsenmesi, insanların birbirlerine karşı olan tolerans ve hoşgörüsünü de artıracak ve daha huzurlu ve yaşanılabilir bir dünyanın yolu açılmış olacaktır.
Sponsorlu Bağlantılar
“Popper, bilimin ‘bilim olmayan’dan veya ‘metafizikten’ veya ‘mit’den kanıt yoluyla değil, tersini kanıtlamanın mümkün olması ile ayrılması gerektiğini düşünüyor. Bilimsel teorilerin tek özelliği, gözlem veya deney yoluyla aksinin ispatlanabileceğinin gösterilmesidir. Ve bir bilim adamı, teorisi yanlış çıktığı zaman onu terketmeye hazır olan bir insandır.
Metafiziksel veya sahte-bilimsel teoriler, aksinin kanıtlanmasına imkan tanımazlar...
Eğer biz, Popper’in bilim ve bilim-dışı arasında öne sürdüğü farkları kabul edersek, ilk olarak tabiî seleksiyon (ayıklanma) yolu ile evrim şeklindeki teorinin bilimsel veya sahte-bilimsel olup olmadığını sormak zorundayız. Bu soru, evrim teorisinin iki ayrı görüşünü içerir. İlki, ‘evrim gerçekleşmiştir’ şeklindeki genel tezdir (tüm hayvan ve bitkiler, ortak atalarla birbirleriyle ilişkilidir). İkincisi, evrimin tabiî seleksiyon (doğal ayıklanma ile) olduğu düşüncesidir. Gerçekte Darwin, ilk fikre ikincisinden üç yıl önce varmıştır.”
Ne ilginçtir ki antik Yunan’a kadar uzanan evrim tarihini gözönüne alırsak, evrime önce inanılıp daha sonra delil arama yoluna gidilmiştir. Bilimsel açıdan tatmin edici deliller olmamasına karşılık, bu inanç sarsılmamıştır.
Patterson şöyle devam eder:
“Evrimin gerçekleştiği şeklinde olan teorinin ilk kısmı; hayatın tarihinin türlerin ayrımı ve gelişiminden başka birşey olmayan tek bir süreç olduğunu söyler. Bu süreç emsalsizdir ve tekrarlanamaz, İngiltere'nin tarihi gibi. Böylece teorinin bu kısmı, ‘emsalsiz olaylar’ konusunda tarihsel bir teoridir. Ve tanım olarak bu tür olaylar, bilimin bir parçası değildir. Çünkü onlar tekrarlanamaz ve bu yüzden de test edilemezler...
...Doğal ayıklanmanın evrimin sebebi olduğunu belirten, teorinin ikinci görüşüne dönersek, birçok kritik bunun bilimsel olmadığı şeklindedir. Çünkü “en uygun olanın yaşaması” şeklindeki bir deyim “kim yaşarsa uygundur”dan başka bir ihtimali getirmez ve böylece gereksiz bir tekrardan öteye gidemez. Mesela 'kimin en uygun olduğunu' sorarsak, alacağımız cevap 'yaşayanlar' olacaktır. Böylece 'en uygunun yaşaması', sadece ve sadece 'yaşayanların yaşaması’dır.”
Konuyla ilgili bir diğer belirsizlik, tabiî seleksiyonun açıklama değerinden yoksun olduğunu ortaya koyar. Genellikle evrim, bir adaptasyon (ortalama uyum işlevi) olarak tanımlanır. Ünlü evrimcilerden Lewontin, bu yaklaşımın anlamsızlığını şöyle dile getirir:
“Eğer evrim, organizmaların 'uygun ortamlara' uyum sağlaması olarak tanımlanırsa, ilk zorluk şudur ki: o zaman dünyada, kendilerine uyum sağlayacak organizmalardan önce boş uygun ortamlar bulunmalıdır (yani, yeni türlerin evrimleşmesiyle doldurulmayı bekleyen boş ortamlar). Bununla birlikte, çevreyle gerçek ilişkide bulunan organizmalar ortada yokken, dünyayı rastgele uygun ortamlara ayırmak için sonsuza yakın yol mevcuttur. Boş uygun ortamları tanımlamak çok kolaydır.
Mesela yumurtlayan, sürünerek hareket eden, çimen yiyen bir hayvan yoktur. Yani, çayırda yaşamalarına rağmen hiçbir yılan ot yemez. Aynı şekilde, hiçbir çeşit sıcakkanlı hayvan yoktur ki, yumurtlasın ve ağaçların olgun yapraklarını yesin. Oysa kuşlar, ağaçlarda yaşarlar.”
Neden yaprak yiyen birkaç tür kuş, otla beslenen birkaç tür yılan yoktur? Neden bu hayvanlar, buldukları ortama uygun beslenme modelleri geliştiremediler? Çünkü doğal ayıklanma mekanizması, çevre şartlarına uygun türler meydana getirmemektedir.
Evrime sebep olarak doğal ayıklanmanın ileri sürülmesi, böylece anlamını kaybetmektedir. Bu durumu Patterson şöyle değerlendirir:
“Şimdi biz, neo-Darwinist teori ile karşı karşıyayız; 'evrim gerçekleşmiştir ve evrim genetik sürüklenmelerin birikiminden gelen tesadüfi katkılar ve belki de arasıra gerçekleşen "ümit verici canavarlar"la birlikte başlıca doğal ayıklanma yoluyla yönetilmektedir'. Popper'in standartlarına göre, teori bu haliyle bilimsel değildir.”
Gerçekten de Popper, evrim teorisini bilimsel bir teori olarak değil, 'metafiziksel bir araştırma programı' olarak tanımlamaktadır. Patterson şöyle devam eder:
“Popper'in kriterini kullanarak, evrim teorisinin fizik, kimya veya genetikteki bir teori gibi onun aksini ispatlamak, düzenlenmiş deneylerle test edilemeyeceği sonucuna varmak zorundayız...
...Biz ister Popper'in istersek de Kuhn'un bilim anlayışını seçelim, bu iki düşünürden öğrenebileceğimiz bir ders, bugünün evrim teorosinin bir gerçek olmasının beklenilmemesidir.”
Colin Patterson tüm bu açıklamalarına rağmen evrim görüşünü terketmez. Ve neo-Darwinist yaklaşımı “bütün hatalarıyla birlikte elimizdekinin en iyisi” olarak düşünür. Bu ifadeleri bir bilim adamından çok, bir inanç adamının düşüncelerini yansıtır. Hatalı bir teori, neden hataların en iyisi olarak savunulsun. Halbuki Popper'in ifadesiyle, “Bir bilim adamı, teorisi yanlış çıktığında onu terketmeye hazır bir insandır.”
Evrim Teorisi Nasıl Anlatılmalı
EVRİM TEORİSİ, bildiğiniz gibi, bu evrendeki varlıkların nasıl ortya çıktığını ve günümüze kadar nasıl var olageldiklerine dair çeşitli açıklamalar getirmeye çalışan bir teoridir. Elbette bu varlıkların başında insan gelir.
Görüldüğü gibi, ele alınan konu hem çok geniş ve hem de geçmişle alâkalıdır. Dolayısıyla burada ortaya konacak görüşler, laboratuardan elde edilecek deliller değil, tamamen yorum ve değerlendirmelere dayanmaktadır.
Günümüzde ilkokuldan üniversitelere kadar, bütün eğitim birimlerinde bu ve benzer konulara materyalist ve diyalektik bir yaklaşımla cevap verilmeye çalışılır. Yani, “Atomdan galaksilere kadar bütün varlıklar, gelişigüzel ve tesadüfen ortaya çıkmış ve günümüze ulaşmıştır. Her şey tabiat ve tesadüfün eseridir.” şeklinde anlatılır.
Aslında bu yaklaşım tarzının uzun bir geçmişi vardır. Roma Devleti’nin Milâdî 100-150’lili yıllarında Hıristiyanlığı resmî din olarak kabul etmesinin ardından bütün idarî, siyasî ve ilmî, çalışmalar bu dinin kurallarına göre şekillendiriliyordu. Aslında din olarak Hıristiyanlık siyasî ve toplumu ilgilendiren konularda çok fazla prensip ve düstur ortaya koymuyordu. Fakat bütün boşluklar, din adına, başta papazlar ve idaredeki hâkim sınıflar bir takım kurallar koyarak, âdeta din namına insanlara zulüm ediyorlar, bilimsel düşünceye geçit vermiyorlardı. İşte böyle bir ortamda 1789 yılında yapılan Fransız İhtilali, dine ve din adına tahakküm eden hâkim sınıfa karşı bir başkaldırma idi. Bu ihtilalden sonra gerek Avrupa’da ve gerekse dünyanın başka yerlerinde fikrî yönden büyük bir değişiklik gündeme geldi. Bütün siyasî, sosyolojik ve ilmî çalışmaların temeli ateizme dayandırılıyordu. Yaratıcı ve din, toplumun bütün kesimlerinden uzaklaştırılmıştı.
Her şey materyalist felsefe ile ve tesadüflerle açıklanmaya çalışılıyordu. Hıristiyanlık adına ileri sürülen bir takım yanlışlıklara karşı bir çıkış olduğu için, başlangıçta bu materyalist felsefe, geniş taraftar bulmuştu. Ama sınır burada kalmadı. İşin doğrusuna yanlışına bakılmadı. Bütün dinlere ve dinle alâkalı her türlü değerlendirme ve açıklamaya karşı savaş açıldı. Öncekiler ifrat etmişti, aşırı gitmişlerdi. Bunlar da tefrit ediyor, asla bir yaratıcı fikrini kabul etmiyorlardı.
1917 yılında Rusya’da yapılan komünist ihtilal kendisine, ateizme ve diyalektik materyalizme bağlı felsefeyi seçmişti. Her şey tesadüf ve tabiatla ifade edilmeli, bir yaratıcının varlığını hatırlatan bütün düşünce ve değerlendirmeler derhal bertaraf edilmeliydi. Bütün dünyaya hâkim olan bu felsefî akım ve düşünce sistemi, 1990’lı yıllarda komünist bloğun çöküşüyle büyük bir destekçisini kaybetti. Böylece bilim sahasındaki çalışmalar ve düşünce sistemi, yavaş yavaş ideolojik platformdan ilmî platforma, yani normal sahasına çekilmeye başladı. Varlıkların ortaya çıkışında tesadüflerin rolünün bulunmadığı, her şeyin belirli bir plân ve programla, ölçülü ve intizamlı olarak bir yaratıcı tarafından yapıldığı dillendirilmeye başlandı. Nitekim son aylarda Amerika’da “Akıllı programlama” veya “Bilinçli dizayn” adı altında yeni ekoller gündeme geldi.
Kâinatta hiçbir şey kararında değildir. Daimî bir faaliyet söz konusudur. Gerek bitkiler, gerek hayvanlar ve gerekse insanlar tek hücre olarak varlık âlemine çıkmakta devamlı olarak değişme ve farklılaşma kanunlarına tâbi tutulmaktadır. Bütün bu faaliyetleri tesadüf ve tabiatla açıklamaya çalışmak, ne eğitimciyi ve ne de öğrenciyi tatmin etmemektedir.
Bu konudan evrimciler de şikayetçidirler. Pierre Grasse bu rahatsızlığını şöyle dile getirir:
“Tesadüf kavramı, ateizm görüntüsü altında, kendisine tapınılan bir ilâh hâline gelmiştir” (Evolution of Living Organisms.Academic Pres, New York, 1977, s.107).
Sonuç olarak, Evrim teorisi, bütün varlıkların plânsız ve programsız şekilde rastlantılar sonunda, ya da tesadüflerin ürünü olarak ortaya çıktığını, yaratılışçılar ise, atomlardan galaksilere kadar her şeyin şuurlu, plânlı, hikmetli ve gayeli yaratıldığını belirtir. İşte evrim teorisiyle dinlerin çatıştığı nokta budur.
Bir başka deyişle, yaratılışçılarla evrimciler arasındaki düşünce farkı, ilmî metotlarla elde edilen verilerin yorumlanmasındadır.
Materyal her ikisinde de kâinat içindeki varlıklardır. İnceleme metotları da aynıdır. Ancak, yorum farklıdır.
Selimiye’yi Mimar Sinan’nın eseri bilerek incelemek, bu eserin tesadüf ve tabiat ürünü olduğunu kabul ederek incelemekten çok daha akla uygundur. Dolayısıyla, bir hücreyi, ya da hücre içerisindeki bir organeli bir yaratıcının eseri olarak tetkik etmek, inceleme ve araştırmaya ket vurma değil, aksine araştırmaya teşvik eder. Çünkü araştırıcı, her şeyin mutlaka bir gayeye ve maksada ve plâna göre yapıldığını düşünür ve varlıklar arasındaki o gizli nizam ve intizamı bulmaya çalışır.
Birinci yüzyıldan 18. yüz yıla kadar, kâinattaki varlıkların yapısı din adına açıklanmaya çalışıldı ve bu konuda ifrat edildi. 19. ve yirminci yüzyıllarda da materyalist felsefe hâkimiyeti ele aldı. Bir yaratıcıyı inkâr ederek, her şeyi tesadüf ve tabiatla açıklamaya çalışarak o da tefrit etti. 21. yy, akıl, mantık ve ilmin hâkim olduğu bir asırdır. Artık bu asırda, ifrat ve tefritten uzak, her iki görüşün değerlendirme tarzlarına yer vererek, orta yolun bulunmasına gayret etmeliyiz.
Netice olarak, konu ile alâkalananların, ideolojik yaklaşımlardan ve acele yorumlardan kaçınmaları gerekir. Tamamen materyalist felsefeyle meseleleri açıklama yerine, hem materyalist felsefe taraftarlarının ve hem de bir yaratıcıyı kabul edenlerin konuya yaklaşım tarzları nazara verilmelidir.
Bu konudaki tartışmaların tamamen ortadan kalkacağını beklemek de çok büyük iyimserlik olur. Buna gerek de yoktur. Çünkü, farklı düşünce ve yaklaşım tarzları, ilmî gelişmelere yol açar. Esas olan, farklı görüş ve düşüncelere saygılı olmak ve onlara karşı tolerans göstermektir.
Bütün dünyanın eğitim sisteminde böyle bir metodun benimsenmesi, insanların birbirlerine karşı olan tolerans ve hoşgörüsünü de artıracak ve daha huzurlu ve yaşanılabilir bir dünyanın yolu açılmış olacaktır.
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ