Arama

Evrim Teorisi Nedir? Evrim Teorisi Hakkında Genel Bilgiler

Güncelleme: 21 Temmuz 2013 Gösterim: 63.537 Cevap: 32
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
10 Ağustos 2006       Mesaj #1
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
Evrim bilim mi, Metafizik mi..

Sponsorlu Bağlantılar
British Museum’un Natural History bölümünden Zoolog Colin Patterson, evrim araştırmalarını aktardığı kitabında ilginç bir konuyu ele alır; “Evrim bilim midir?” Patterson, bu başlık altında çağımızın ünlü bilim felsefecisi Karl Popper’ın kriterleri ışığında şunları yazar:

“Popper, bilimin ‘bilim olmayan’dan veya ‘metafizikten’ veya ‘mit’den kanıt yoluyla değil, tersini kanıtlamanın mümkün olması ile ayrılması gerektiğini düşünüyor. Bilimsel teorilerin tek özelliği, gözlem veya deney yoluyla aksinin ispatlanabileceğinin gösterilmesidir. Ve bir bilim adamı, teorisi yanlış çıktığı zaman onu terketmeye hazır olan bir insandır.

Metafiziksel veya sahte-bilimsel teoriler, aksinin kanıtlanmasına imkan tanımazlar...

Eğer biz, Popper’in bilim ve bilim-dışı arasında öne sürdüğü farkları kabul edersek, ilk olarak tabiî seleksiyon (ayıklanma) yolu ile evrim şeklindeki teorinin bilimsel veya sahte-bilimsel olup olmadığını sormak zorundayız. Bu soru, evrim teorisinin iki ayrı görüşünü içerir. İlki, ‘evrim gerçekleşmiştir’ şeklindeki genel tezdir (tüm hayvan ve bitkiler, ortak atalarla birbirleriyle ilişkilidir). İkincisi, evrimin tabiî seleksiyon (doğal ayıklanma ile) olduğu düşüncesidir. Gerçekte Darwin, ilk fikre ikincisinden üç yıl önce varmıştır.”

Ne ilginçtir ki antik Yunan’a kadar uzanan evrim tarihini gözönüne alırsak, evrime önce inanılıp daha sonra delil arama yoluna gidilmiştir. Bilimsel açıdan tatmin edici deliller olmamasına karşılık, bu inanç sarsılmamıştır.


Patterson şöyle devam eder:

“Evrimin gerçekleştiği şeklinde olan teorinin ilk kısmı; hayatın tarihinin türlerin ayrımı ve gelişiminden başka birşey olmayan tek bir süreç olduğunu söyler. Bu süreç emsalsizdir ve tekrarlanamaz, İngiltere'nin tarihi gibi. Böylece teorinin bu kısmı, ‘emsalsiz olaylar’ konusunda tarihsel bir teoridir. Ve tanım olarak bu tür olaylar, bilimin bir parçası değildir. Çünkü onlar tekrarlanamaz ve bu yüzden de test edilemezler...

...Doğal ayıklanmanın evrimin sebebi olduğunu belirten, teorinin ikinci görüşüne dönersek, birçok kritik bunun bilimsel olmadığı şeklindedir. Çünkü “en uygun olanın yaşaması” şeklindeki bir deyim “kim yaşarsa uygundur”dan başka bir ihtimali getirmez ve böylece gereksiz bir tekrardan öteye gidemez. Mesela 'kimin en uygun olduğunu' sorarsak, alacağımız cevap 'yaşayanlar' olacaktır. Böylece 'en uygunun yaşaması', sadece ve sadece 'yaşayanların yaşaması’dır.”


Konuyla ilgili bir diğer belirsizlik, tabiî seleksiyonun açıklama değerinden yoksun olduğunu ortaya koyar. Genellikle evrim, bir adaptasyon (ortalama uyum işlevi) olarak tanımlanır. Ünlü evrimcilerden Lewontin, bu yaklaşımın anlamsızlığını şöyle dile getirir:

“Eğer evrim, organizmaların 'uygun ortamlara' uyum sağlaması olarak tanımlanırsa, ilk zorluk şudur ki: o zaman dünyada, kendilerine uyum sağlayacak organizmalardan önce boş uygun ortamlar bulunmalıdır (yani, yeni türlerin evrimleşmesiyle doldurulmayı bekleyen boş ortamlar). Bununla birlikte, çevreyle gerçek ilişkide bulunan organizmalar ortada yokken, dünyayı rastgele uygun ortamlara ayırmak için sonsuza yakın yol mevcuttur. Boş uygun ortamları tanımlamak çok kolaydır.

Mesela yumurtlayan, sürünerek hareket eden, çimen yiyen bir hayvan yoktur. Yani, çayırda yaşamalarına rağmen hiçbir yılan ot yemez. Aynı şekilde, hiçbir çeşit sıcakkanlı hayvan yoktur ki, yumurtlasın ve ağaçların olgun yapraklarını yesin. Oysa kuşlar, ağaçlarda yaşarlar.”

Neden yaprak yiyen birkaç tür kuş, otla beslenen birkaç tür yılan yoktur? Neden bu hayvanlar, buldukları ortama uygun beslenme modelleri geliştiremediler? Çünkü doğal ayıklanma mekanizması, çevre şartlarına uygun türler meydana getirmemektedir.

Evrime sebep olarak doğal ayıklanmanın ileri sürülmesi, böylece anlamını kaybetmektedir. Bu durumu Patterson şöyle değerlendirir:

“Şimdi biz, neo-Darwinist teori ile karşı karşıyayız; 'evrim gerçekleşmiştir ve evrim genetik sürüklenmelerin birikiminden gelen tesadüfi katkılar ve belki de arasıra gerçekleşen "ümit verici canavarlar"la birlikte başlıca doğal ayıklanma yoluyla yönetilmektedir'. Popper'in standartlarına göre, teori bu haliyle bilimsel değildir.”


Gerçekten de Popper, evrim teorisini bilimsel bir teori olarak değil, 'metafiziksel bir araştırma programı' olarak tanımlamaktadır. Patterson şöyle devam eder:

“Popper'in kriterini kullanarak, evrim teorisinin fizik, kimya veya genetikteki bir teori gibi onun aksini ispatlamak, düzenlenmiş deneylerle test edilemeyeceği sonucuna varmak zorundayız...

...Biz ister Popper'in istersek de Kuhn'un bilim anlayışını seçelim, bu iki düşünürden öğrenebileceğimiz bir ders, bugünün evrim teorosinin bir gerçek olmasının beklenilmemesidir.”

Colin Patterson tüm bu açıklamalarına rağmen evrim görüşünü terketmez. Ve neo-Darwinist yaklaşımı “bütün hatalarıyla birlikte elimizdekinin en iyisi” olarak düşünür. Bu ifadeleri bir bilim adamından çok, bir inanç adamının düşüncelerini yansıtır. Hatalı bir teori, neden hataların en iyisi olarak savunulsun. Halbuki Popper'in ifadesiyle, “Bir bilim adamı, teorisi yanlış çıktığında onu terketmeye hazır bir insandır.”


Evrim Teorisi Nasıl Anlatılmalı

EVRİM TEORİSİ, bildiğiniz gibi, bu evrendeki varlıkların nasıl ortya çıktığını ve günümüze kadar nasıl var olageldiklerine dair çeşitli açıklamalar getirmeye çalışan bir teoridir. Elbette bu varlıkların başında insan gelir.

Görüldüğü gibi, ele alınan konu hem çok geniş ve hem de geçmişle alâkalıdır. Dolayısıyla burada ortaya konacak görüşler, laboratuardan elde edilecek deliller değil, tamamen yorum ve değerlendirmelere dayanmaktadır.

Günümüzde ilkokuldan üniversitelere kadar, bütün eğitim birimlerinde bu ve benzer konulara materyalist ve diyalektik bir yaklaşımla cevap verilmeye çalışılır. Yani, “Atomdan galaksilere kadar bütün varlıklar, gelişigüzel ve tesadüfen ortaya çıkmış ve günümüze ulaşmıştır. Her şey tabiat ve tesadüfün eseridir.” şeklinde anlatılır.

Aslında bu yaklaşım tarzının uzun bir geçmişi vardır. Roma Devleti’nin Milâdî 100-150’lili yıllarında Hıristiyanlığı resmî din olarak kabul etmesinin ardından bütün idarî, siyasî ve ilmî, çalışmalar bu dinin kurallarına göre şekillendiriliyordu. Aslında din olarak Hıristiyanlık siyasî ve toplumu ilgilendiren konularda çok fazla prensip ve düstur ortaya koymuyordu. Fakat bütün boşluklar, din adına, başta papazlar ve idaredeki hâkim sınıflar bir takım kurallar koyarak, âdeta din namına insanlara zulüm ediyorlar, bilimsel düşünceye geçit vermiyorlardı. İşte böyle bir ortamda 1789 yılında yapılan Fransız İhtilali, dine ve din adına tahakküm eden hâkim sınıfa karşı bir başkaldırma idi. Bu ihtilalden sonra gerek Avrupa’da ve gerekse dünyanın başka yerlerinde fikrî yönden büyük bir değişiklik gündeme geldi. Bütün siyasî, sosyolojik ve ilmî çalışmaların temeli ateizme dayandırılıyordu. Yaratıcı ve din, toplumun bütün kesimlerinden uzaklaştırılmıştı.

Her şey materyalist felsefe ile ve tesadüflerle açıklanmaya çalışılıyordu. Hıristiyanlık adına ileri sürülen bir takım yanlışlıklara karşı bir çıkış olduğu için, başlangıçta bu materyalist felsefe, geniş taraftar bulmuştu. Ama sınır burada kalmadı. İşin doğrusuna yanlışına bakılmadı. Bütün dinlere ve dinle alâkalı her türlü değerlendirme ve açıklamaya karşı savaş açıldı. Öncekiler ifrat etmişti, aşırı gitmişlerdi. Bunlar da tefrit ediyor, asla bir yaratıcı fikrini kabul etmiyorlardı.

1917 yılında Rusya’da yapılan komünist ihtilal kendisine, ateizme ve diyalektik materyalizme bağlı felsefeyi seçmişti. Her şey tesadüf ve tabiatla ifade edilmeli, bir yaratıcının varlığını hatırlatan bütün düşünce ve değerlendirmeler derhal bertaraf edilmeliydi. Bütün dünyaya hâkim olan bu felsefî akım ve düşünce sistemi, 1990’lı yıllarda komünist bloğun çöküşüyle büyük bir destekçisini kaybetti. Böylece bilim sahasındaki çalışmalar ve düşünce sistemi, yavaş yavaş ideolojik platformdan ilmî platforma, yani normal sahasına çekilmeye başladı. Varlıkların ortaya çıkışında tesadüflerin rolünün bulunmadığı, her şeyin belirli bir plân ve programla, ölçülü ve intizamlı olarak bir yaratıcı tarafından yapıldığı dillendirilmeye başlandı. Nitekim son aylarda Amerika’da “Akıllı programlama” veya “Bilinçli dizayn” adı altında yeni ekoller gündeme geldi.

Kâinatta hiçbir şey kararında değildir. Daimî bir faaliyet söz konusudur. Gerek bitkiler, gerek hayvanlar ve gerekse insanlar tek hücre olarak varlık âlemine çıkmakta devamlı olarak değişme ve farklılaşma kanunlarına tâbi tutulmaktadır. Bütün bu faaliyetleri tesadüf ve tabiatla açıklamaya çalışmak, ne eğitimciyi ve ne de öğrenciyi tatmin etmemektedir.

Bu konudan evrimciler de şikayetçidirler. Pierre Grasse bu rahatsızlığını şöyle dile getirir:
“Tesadüf kavramı, ateizm görüntüsü altında, kendisine tapınılan bir ilâh hâline gelmiştir” (Evolution of Living Organisms.Academic Pres, New York, 1977, s.107).

Sonuç olarak, Evrim teorisi, bütün varlıkların plânsız ve programsız şekilde rastlantılar sonunda, ya da tesadüflerin ürünü olarak ortaya çıktığını, yaratılışçılar ise, atomlardan galaksilere kadar her şeyin şuurlu, plânlı, hikmetli ve gayeli yaratıldığını belirtir. İşte evrim teorisiyle dinlerin çatıştığı nokta budur.

Bir başka deyişle, yaratılışçılarla evrimciler arasındaki düşünce farkı, ilmî metotlarla elde edilen verilerin yorumlanmasındadır.
Materyal her ikisinde de kâinat içindeki varlıklardır. İnceleme metotları da aynıdır. Ancak, yorum farklıdır.

Selimiye’yi Mimar Sinan’nın eseri bilerek incelemek, bu eserin tesadüf ve tabiat ürünü olduğunu kabul ederek incelemekten çok daha akla uygundur. Dolayısıyla, bir hücreyi, ya da hücre içerisindeki bir organeli bir yaratıcının eseri olarak tetkik etmek, inceleme ve araştırmaya ket vurma değil, aksine araştırmaya teşvik eder. Çünkü araştırıcı, her şeyin mutlaka bir gayeye ve maksada ve plâna göre yapıldığını düşünür ve varlıklar arasındaki o gizli nizam ve intizamı bulmaya çalışır.

Birinci yüzyıldan 18. yüz yıla kadar, kâinattaki varlıkların yapısı din adına açıklanmaya çalışıldı ve bu konuda ifrat edildi. 19. ve yirminci yüzyıllarda da materyalist felsefe hâkimiyeti ele aldı. Bir yaratıcıyı inkâr ederek, her şeyi tesadüf ve tabiatla açıklamaya çalışarak o da tefrit etti. 21. yy, akıl, mantık ve ilmin hâkim olduğu bir asırdır. Artık bu asırda, ifrat ve tefritten uzak, her iki görüşün değerlendirme tarzlarına yer vererek, orta yolun bulunmasına gayret etmeliyiz.

Netice olarak, konu ile alâkalananların, ideolojik yaklaşımlardan ve acele yorumlardan kaçınmaları gerekir. Tamamen materyalist felsefeyle meseleleri açıklama yerine, hem materyalist felsefe taraftarlarının ve hem de bir yaratıcıyı kabul edenlerin konuya yaklaşım tarzları nazara verilmelidir.

Bu konudaki tartışmaların tamamen ortadan kalkacağını beklemek de çok büyük iyimserlik olur. Buna gerek de yoktur. Çünkü, farklı düşünce ve yaklaşım tarzları, ilmî gelişmelere yol açar. Esas olan, farklı görüş ve düşüncelere saygılı olmak ve onlara karşı tolerans göstermektir.

Bütün dünyanın eğitim sisteminde böyle bir metodun benimsenmesi, insanların birbirlerine karşı olan tolerans ve hoşgörüsünü de artıracak ve daha huzurlu ve yaşanılabilir bir dünyanın yolu açılmış olacaktır.

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
10 Ağustos 2006       Mesaj #2
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
50 Maddede Evrim Teorisinin (Darwinizm) Çöküşü

Sponsorlu Bağlantılar
Yaklaşık 150 yıldır okul kitaplarından bilimsel yayınlara kadar her yerde bilimsel bir gerçek gibi sunulmaya çalışılan evrim teorisi (darwinizm) gerçekte son derece çürük temellere dayanmaktadır. 150 yıldır evrim teorisini savunanların (darwinizm) ortaya attıkları her iddia, bilim tarafından teker teker yalanlanmıştır. Evrim teorisini savunanların (darwinizm) ise, artık teorilerini ispatlamaya çalışmaktan vazgeçmişler, ancak propaganda, demagoji, göz boyama gibi yöntemlerle bu evrim teorisini ayakta tutabilmenin yollarını aramaya başlamışlardır. Amaçları bilimsel bir gerçeği savunmak değil, sözde bilimsel olan bir safsatayı, materyalist ve ateist dünya görüşlerini devam ettirebilmek uğruna yaşatmaya çalışmaktır. Bu sitede, evrim teorisinin (darwinizm) temel iddiaları bilimsel delillerle çürütülmektedir. Canlılığın evrimle meydana gelmesinin neden imkansız olduğu çok somut ve size çok yakın örneklerle ispatlanmaktadır. Bu sitenin içeriğini bilmeniz, dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir evrim teorisini savunanlara gerekli bilimsel ve akılcı cevapları vermenize ve evrimcilerin iddialarını çürütmenize, Allah'ın izniyle yeterli olacaktır.


1 Evrim Teorisi, Tesadüfleri Yaratıcı Bir İlah Olarak Görür

Evrim teorisinin iddiasına göre, fosfor, karbon gibi bilinçsiz, akılsız, yeteneksiz, bilgisiz ve cansız atomlar tesadüfler sonucunda biraraya gelmişler, yıldırımlar, volkanlar, ultraviyole ışınları, radyasyon gibi doğal olaylar sonucunda kendilerini kusursuzca organize ederek proteinleri, hücreleri, balıkları, kedileri, tavşanları, aslanları, kuşları, insanları ve tüm canlılığı meydana getirmişlerdir.

Tesadüfleri yaratıcı bir ilah kabul eden evrim teorisinin temel iddiası budur. Böyle bir iddiaya inanmak ise akla, mantığa ve bilime karşıdır.


clipimage002zk8
Evrimcilerin en büyük yanılgılarından biri ilkel dünya olarak adlandırdıkları ortamda canlılığın kendiliğinden oluşabileceğini düşünmeleridir.



2 Doğal Seleksiyon Canlılardaki Karmaşık Yapıların Nasıl Meydana Geldiğini Açıklayamaz

clipimage001wq9
Çıtanın saldırdığı bu yavru büyük bir ihtimalle kaçmayı başaramayacaktır. Çünkü çıta bu yavruya göre çok daha atik, güçlü ve tecrübelidir. Bu herkesin bildiği olayı evrimciler, "evrimleştirici bir mekanizma" olarak topluma kabul ettirmeye çalışırlar. Oysa açıktır ki bu yavru -ne kadar zaman geçerse geçsin- başka bir canlıya dönüşmeyecektir.

Evrim teorisi, yaşadıkları ortama en iyi uyum sağlayan canlıların daha çok yaşama ve çoğalma imkanı bulduklarını ve bu şekilde faydalı özelliklerini sonraki nesillere aktarabildiklerini, türlerin bu "mekanizma"yla evrimleştiğini iddia etmektedir.

Oysa doğal seleksiyon olarak bilinen söz konusu mekanizma, canlıları evrimleştirmez, onlara yeni özellikler kazandıramaz. Sadece bir canlı türüne ait özellikleri güçlendirebilir.

Örneğin bir bölgede yaşayan tavşanlardan hızlı koşanlar hayatta kalır, diğerleri ise ölürler. Birkaç nesil sonra bu bölgedeki tavşanlar daha hızlı koşan bireylerden oluşur. Ancak, hiçbir zaman bu tavşanlar başka bir canlı türüne (örneğin tazılara veya tilkilere) evrimleşmezler.


3 Sanayi Devrimi Güveleri Doğal Seleksiyonla Evrime Delil Değildir

Evrim teorisinin tüm dünya çapında en çok tekrar edilen sözde 'delil'lerinin başında, 19. yüzyıl İngilteresi'nde gerçekleşen sanayi devrimi sırasındaki güve popülasyonu gelir. İddiaya göre sanayi devrimindeki hava kirliliği ağaç kabuklarının rengini koyulaştırmış, bu nedenle koyu renkli güveler daha kolay kamufle olarak avcı kuşlardan korunmuş ve sonuçta koyu renkli güvelerin nüfusu artmıştır. Ama bu bir evrim değildir, çünkü yeni bir güve türü ortaya çıkmamış, sadece zaten var olan türlerin nüfus oranı değişmiştir. Bunun dışında, güvelerle ilgili bu iddianın dayandırıldığı hikayenin de doğru olmadığı ortaya çıkmıştır: Güveleri ağaçlar üzerine konmuş olarak gösteren ünlü fotoğrafların sahte olduğu ve iddia edildiği gibi bir "endüstriyel melanizm"in (endüstriyel kirlilik nedeniyle rengin koyulaşması) hiçbir zaman yaşanmadığı anlaşılmıştır.

4 Deprem, Bir Şehri Nasıl Geliştiremezse, Mutasyonlar da Canlıları Geliştiremezler

Mutasyonlar, insan vücuduna dair tüm bilgilerin şifreli olduğu DNA üzerindeki rastlantısal değişikliklerdir. Mutasyonlara radyasyon, kimyasallar gibi etkenler neden olur. Evrimciler, mutasyonların canlıları evrimleştirdiğini öne sürerler. Oysa mutasyonlar canlılara daima zarar verirler, onları geliştirmezler, onlara yeni özellikler (örneğin kanat, akciğer gibi organlar) kazandıramazlar. Onları ya öldürür ya da sakat bırakırlar. Mutasyonların bir canlıyı geliştirdiğini, ona yeni özellikler kazandırdığını iddia etmek, bir depremin bir şehri daha gelişmiş ve modern bir hale getirdiğini, veya bir bilgisayara çekiçle vurulduğunda bir üst modelinin ortaya çıkacağını iddia etmeye benzer. Nitekim gözlemlenmiş hiçbir mutasyonun genetik bilgiyi artırdığı görülmemiştir.

clipimage001nh1


5 Hayat Hayattan Gelir

Ortaçağ'dan beri inanılan "spontane jenerasyon" adlı yanlış bir teori, cansız maddelerin tesadüfen biraraya gelip, canlı bir varlık oluşturabileceklerini öngörüyordu. 18. yüzyıla dek, böceklerin yemek artıklarından, farelerin de buğdaydan oluştuğu yaygın bir düşünceydi. Darwin'in Türlerin Kökeni adlı kitabını yazdığı 19. yüzyılda ise, bakterilerin cansız maddeden oluşabildikleri inancı, bilim dünyasında yaygın bir kabul görüyordu.

Oysa Darwin'in kitabının yayınlanmasından beş yıl sonra, ünlü Fransız biyolog Louis Pasteur, evrime temel oluşturan bu inancı kesin olarak çürüttü. Pasteur yaptığı uzun çalışma ve deneyler sonucunda vardığı sonucu şöyle özetlemişti: "Cansız maddelerin hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe gömülmüştür."

Bu gerçek, yeryüzünde yaşamın kendiliğinden oluşmadığını, ancak mucizevi bir yaratılışla başladığını da bir kez daha göstermiş oluyordu.


6 Ara Geçiş Canlılarına Fosil Kayıtlarında Rastlanmamıştır

Evrim teorisi, bir türün bir başka türe dönüşmesinin ilkelden (basitten) karmaşığa doğru, yavaş ve aşamalı olduğunu iddia eder. Bu iddiaya göre, bu dönüşüm sırasında "ara geçiş formu" adı verilen ucube canlıların yaşamış olması gerekir. Örneğin, balık özelliklerini hala taşımasına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen özellikleri kazanmış olan yarı balık yarı sürüngenler, yarı maymun yarı insanlar, yarı sürüngen yarı kuş canlılar yaşamış olmalıdır geçmişte. Eğer gerçekten bu tür canlılar yaşamışlarsa, bunların kalıntılarına da fosil kayıtlarında rastlanması gerekir. Oysa, yıllardır büyük bir hırsla aranan bu ara geçiş formlarından eser yoktur.


7 Canlı Grupları Yeryüzünde Aniden ve Aynı Anda Ortaya Çıkmıştır
clipimage001gh6
Camın hammaddesi olan silis nasıl kendi kendine, aşama aşama bir kadehe dönüşemezse veya bir fotoğraf makinesinin parçaları yavaş yavaş biraraya gelip fotoğraf makinesini oluşturamazsa, canlılar da cansız maddelerden zaman içinde kendi kendilerine ortaya çıkamazlar.

Bugün bilinen temel canlı kategorilerinin tamamına yakını, 530-520 milyon yıl önce, "Kambriyen Devri" adı verilen jeolojik devirde aynı anda ve aniden ortaya çıkmıştır. Süngerler, yumuşakçalar, solucanlar, derisidikenliler, eklembacaklılar, omurgalılar gibi birbirinden tamamen farklı vücut planlarına sahip canlı kategorileri, daha önceki jeolojik devirlerde hiçbir benzerleri yokken, bir anda belirmişlerdir. Bu gerçek, evrimcilerin, canlıların tek bir ortak atadan uzun zaman içinde ve aşama aşama türedikleri iddiasını çürüten önemli bir delildir.


Yeryüzünün bir anda, son derece farklı vücut yapılarına, son derece karmaşık organlara sahip birçok canlı ile dolması, elbette ki bu canlıların yaratıldıklarını gösterir. Evrimciler, Allah'ın varlığını ve yaratışını inkar ettikleri için bu mucizevi olayı kesinlikle açıklayamazlar.


8 Canlı Türleri Yüz Milyonlarca Yıl Boyunca Hiçbir Değişikliğe Uğramamaktadırlar

Eğer gerçekten bir evrim yaşanmış olsaydı, canlıların yeryüzünde küçük kademeli değişimlerle ortaya çıkmaları ve zaman içinde de değişmeye devam etmeleri gerekirdi. Oysa fosil kayıtları bunun tam aksini gösterir. Farklı canlı sınıflamaları, kendilerine benzeyen ataları olmadan aniden ortaya çıkmışlar ve yüz milyonlarca yıl boyunca hiç değişim geçirmeden durağan bir biçimde kalmışlardır.


9 Evrimcileri Hayal Kırıklığına Uğratan Balık: Cœlecanth

clipimage002oq2
Cœlacanth


Evrimciler 400 miyon yıllık fosilleri bulunan Cœlacanth sınıfına dahil olan balıkları, balıklar ve amfibiyenler arasında çok güçlü bir ara form delili olarak gösteriyorlardı. Bu canlının yetmiş milyon yıl önce soyu tükenmiş bir tür olduğu zannedildiği için, evrimciler fosili üzerinde her türlü spekülasyonu yapmışlardı. Ancak 22 Aralık 1938'de Hint Okyanusu açıklarında bir Cœlacanth canlı olarak bulundu. İlerleyen yıllarda başka bölgelerde de 200'den fazla Cœlacanth yakalandı.

Bu balıkların yakalanmasıyla beraber, bu canlılar üzerinde yapılan spekülasyonların temelsizliği de anlaşılmış oldu. Cœlacanth, evrimcilerin iddialarının aksine karaya çıkmak üzere olan yarı balık yarı amfibiyen özellikleri gösteren bir canlı değildi. Hatta 180 m. derinliğin üzerine hemen hiç çıkmayan bir dip balığı idi. Dahası, yaşayan Cœlacanthlar ile 400 milyon yıllık fosil örnekleri arasında hiçbir fark yoktu. Canlı, hiçbir "evrim" geçirmemişti.


10 Kuş Kanatları Tesadüflerin Eseri Değildir

clipimage001os3


Evrimciler kuşların sürüngenlerden evrimleştiğini ileri sürerler, ancak bu imkansızdır. Sadece kuş kanatları bile bunu kanıtlamaya yeter. İddia edildiği gibi bir evrim olması için, bir sürüngenin ön ayaklarının, genlerinde meydana gelen mutasyonlar sonucunda kusursuz kanatlara dönüşmüş olması gereklidir ki, bu mümkün değildir. Herşeyden önce bu teorik canlı yarım kanatla uçamayacaktır. Bir yandan da ön ayaklarından mahrum kalmış olacaktır. Bu ise canlının sakat olmasına ve evrim teorisine göre elenmesine neden olacaktır. Ayrıca, uçuş için kanatların tüm detaylarının kusursuzca oluşması gerekir. Kanatların; kuşun göğüs çıkıntısına sağlam bir biçimde tutturulmuş olması gerekmektedir. Kuşu havaya kaldırmaya, havadaki dengesini ve her yöne hareketini sağlamaya elverişli bir yapıda olması, kanat ve kuyruk tüylerinin hafif, esnek ve birbiriyle orantılı olması, kısaca uçuşa imkan veren mükemmel bir aerodinamik düzende işlemesi şarttır. Kanatların bu kusursuz yapısının nasıl olup da birbirini izleyen rastlantısal mutasyonlar sonucu meydana gelmiş olabileceği sorusu tümüyle cevapsızdır.


11 Archaeopteryx, Sürüngenlerle Kuşlar Arasındaki Kayıp Halka Değildir

clipimage001jf8
Archaeopteryx

Archaeopteryx adlı 150 milyon yıllık kuş fosili, evrimciler tarafından 19. yüzyıldan beri "evrimin en büyük fosil kanıtı" olarak gösterilmiştir. Bu kuşun bazı sürüngen özellikleri gösterdiği ve bu yüzden sürüngenler ile kuşlar arasındaki "kayıp halka" olduğu iddia edilmiştir. Ancak Archaeopteryx'in tam bir uçucu kuş olduğunu gösteren son bulgular bu iddiayı geçersiz kılmıştır. Dahası, kuşların sözde sürüngen ataları olarak kabul edilen teropod dinozorları Archaeopteryx'ten çok daha gençtirler. Bu ise evrimcilerin gizlemeye çalıştıkları bir gerçektir.



12 Ünlü 'Atın Evrimi' Senaryosu Fosil Kayıtları Tarafından Yalanlanmaktadır

Onlarca yıldır, "atın evrimi", evrim teorisinin en iyi belgelenmiş kanıtlarından biri olarak gösterilmiştir. Farklı devirlerde yaşamış dört ayaklı memeliler küçükten büyüğe doğru dizilmiş ve bu "at serileri" doğa tarihi müzelerinde sergilenmiştir. Oysa son yıllardaki araştırmalar, at serilerindeki canlıların birbirlerinin atası olmadığını, sıralamaların çok hatalı olduğunu, atın atası olarak gösterilen canlıların gerçekte attan daha sonra ortaya çıktıklarını ortaya koymaktadır.


13 Evrimcilerin Maymun Adam Hikayeleri Hiçbir Delile Dayanmamaktadır

clipimage002mz8
Evrimciler tamamen gerçek dışı resimler çizmekte, fosillerin rekonstrüksiyonlarını yapmaktadırlar. Hayal güçlerini yansıtmaktan başka bir anlamı olmayan bu çizim ve rekonstrüksiyonlar, evrimcilerin propaganda malzemesi olmuştur. İnsanlara, evrim senaryolarını telkin etmek için kullanılan bu yöntemin hiçbir bilimsel temeli yoktur.

Darwinizm'in en önde gelen aldatmacası, insanların maymun benzeri canlılardan evrimleştiği iddiasıdır. Bu iddia, oluşturulan binlerce hayali çizim ve maket yoluyla kitlelere empoze edilir. Oysa gerçekte "maymun-adamlar"ın yaşamış olduğuna dair hiçbir kanıt yoktur. İnsanın en eski atası olarak ileri sürülen Australopithecus, şempanzelerden pek farklı olmayan soyu tükenmiş bir maymun türüdür. Evrim şemasında Australopithecus'un sonrasına yerleştirilen Homo erectus, Homo sapiens neanderthalensis, Homo sapiens archaic gibi sınıflamalar ise, farklı insan ırklarıdır. Bu sınıflamalar ile günümüz insanları arasındaki küçük anatomik farklar, günümüzde de Avustralya yerlileri, Pigmeler, Eskimolar gibi farklı insan ırkları arasında görülmektedir.



14 % 99 Maymun-İnsan Benzerliği İddiası Bir Aldatmacadan İbarettir

Zaman zaman gündeme gelen "insan ve maymun genlerinin % 99 benzerliği" ifadesi yıllar önce kasıtlı olarak üretilmiş propaganda amaçlı bir slogandır.

Öncelikle, her iki türün DNA'larının kıyaslanabilmesi için ikisinin de gen haritasının bilinmesi gerekir. Ancak şu ana kadar yalnızca insanın genetik haritası çıkartılmıştır. Şempanze içinse henüz böyle bir çalışma yapılmamıştır.

Sansasyonel şekilde duyurulan araştırmalarda insandaki 30.000 genin sadece 97'si (binde 3'ü) karşılaştırılabilmiştir. Bu kadar yetersiz bir araştırma ile insan maymun arası bir soy bağı kurmak tamamen evrimci ön yargılardan kaynaklanmaktadır. Evrimcilerin bu genellemesi, sadece 3'er cümlesi okunmuş kalınca iki kitabın %99 benzer olduğunu ilan etmek kadar saçmadır.

İki canlının genleri kısmen benzediği için benzerlik oranı seçilen genlere göre değişkenlik gösterir. Hiç benzemeyen genler seçilirse elde edilen sonuç %0; tamamen aynı genler seçilirse %100 çıkar. Kaldı ki, evrimcilerin yansıtmak istediklerinin aksine insan, genlerini sadece şempaze ile paylaşmaz. İnsan ile meyve sineği veya balina genlerinin karşılaştırıldığı bir çalışmada tamamen aynı genler seçilirse insan %100 meyve sineği ya da %100 balina çıkabilecektir!

Sonuç olarak insan ve maymunun bütün genlerinin %99 aynı olduğunu iddia etmenin hiçbir bilimsel dayanağı yoktur.


15 İnsan Bilincinin Kaynağı Evrim Değil, Yaratılıştır

Evrim teorisi insan bilincinin nasıl ortaya çıktığını kesinlikle açıklayamaz. Şuursuz atomlar ve tesadüfler; medeniyetler kuran, sanat eserleri meydana getiren, tıptan arkeolojiye kadar birçok bilim dalı oluşturan, felsefeler üreten, sevinen, hayranlık duyan, besteler yapan, dinlediği müzikten zevk alan, yediği yoğurdun tadından hoşlanan, dostları olan, vefa, sadakat, sevgi gibi kavramları bilen, özleyen, kendisini oluşturan atomları inceleyen, uzay araçları inşa eden, mikroskobu, ampulü icat eden insan bilincini oluşturamaz. Bilincin, insanı sadece bir madde yığını olarak gören materyalist felsefe ile açıklanması mümkün değildir. Beyindeki atomlar hissedemez, bilemez, konuşamazlar. Bilinç insan ruhuna ait bir özelliktir ve insana ruhunu veren Allah'tır.


16 Canlılarda Körelmiş Organlar Olduğu İddiası Doğru Değildir

Uzun zamandır evrimci kaynaklarda canlılardaki bazı organların işlevsiz olduğu ileri sürülmekte ve bunların o canlıların atalarından miras kalmış ancak artık kullanmadıkları organlar olduğu iddia edilmektedir. Örneğin insan vücudundaki appendiks (apandisit) veya kuyruk sokumu, yıllarca "körelmiş organ" sayılmıştır. Oysaki son yılların bilimsel araştırmaları, tüm bu organların önemli işlevleri olduğunu ortaya koymuştur. Evrimcilerin 20. yüzyıl başında çıkardıkları "körelmiş organlar listesi" bugün tamamen çürümüş durumdadır. Aynı şekilde, evrimcilerin öne sürdükleri "hurda DNA" kavramı, yani DNA'nın büyük bölümünün işe yaramaz olduğu iddiası da yapılan yeni keşiflerle çürütülmüştür.


17 Proteinlerin Tesadüfen Oluşmaları Kesinlikle İmkansızdır

Hayatın yapı taşı olan proteinlerin tesadüfen oluşmaları matematiksel olarak imkansızdır. Örneğin, bileşiminde 288 amino asit bulunan ortalama büyüklükteki bir protein molekülünün tesadüfen oluşma ihtimali 10300'de 1 ihtimaldir. (Bu, 1 rakamının sağına 300 tane sıfır gelmesiyle oluşan astronomik bir sayıdır.) Bu ihtimalin pratikte gerçekleşmesi ise imkansızdır. (Matematikte 1050'de 1'den küçük ihtimaller pratikte "sıfır ihtimal" kabul edilirler.) Tek bir proteinin bile tesadüfen oluşmasını açıklayamayan evrim teorisi, hücrenin ve daha kompleks yapıların nasıl meydana geldiğini asla açıklayamaz.


18 Cansız Moleküllerin Tesadüfen Biraraya Gelmesi Canlılığı Açıklayamaz

Bir protein molekülünün tesadüflerle meydana geldiğini varsaysak dahi canlılığın tesadüfen kendiliğinden oluşması imkansızdır.

Çünkü proteinden hücreye gitmek için, daha binlerce aşama gereklidir. Öncelikle, oluşan bu protein, o ortamda ultraviyole ışınlarına ve şiddetli mekanik etkilere rağmen hiçbir bozulmaya uğramadan, sabırla hemen yanıbaşında diğerlerinin tesadüfen oluşmasını beklemelidir. Sonra yeterli sayıda ve aynı noktada oluşan bu proteinler anlamlı şekillerde biraraya gelerek hücrenin organellerini oluşturmalıdır. Aralarına hiçbir yabancı madde, zararlı molekül, işe yaramaz protein zinciri karışmamalıdır. Sonra bu organeller son derece planlı ve organize bir biçimde biraraya gelip, gerekli enzimleri de yanlarına alıp bir zarla kaplanmalı, bu zarın içi de bunlara ideal ortamı sağlayacak özel bir sıvıyla dolmalıdır. Oysa bu aşamaların her biri ayrı ayrı imkansızdır.


19 Hücre Büyük Bir Şehirden Daha Komplekstir

clipimage001br9


Evrimci senaryoya göre, bundan dört milyar yıl kadar önce, ilkel dünya atmosferinde birtakım cansız kimyasal maddeler tepkimeye girmiş, yıldırımların, sarsıntıların etkisiyle karışmış ve ilk canlı hücre ortaya çıkmıştır. Oysa hücre, bilim adamlarının benzetmesiyle, New York şehri kadar kompleks bir yapıya sahiptir. Hücrenin içinde enerji üreten santrallerden, protein üreten fabrikalara, hammaddeleri taşıyan kargo sisteminden DNA'yı tercüme eden şifre çözücülere, haberleşme sistemine kadar birçok yapı, kusursuz bir organizasyon içinde sürekli faaliyet halindedir. Evrimcilerin hücrenin tesadüfen meydana geldiği iddiasına inanmak, New York şehrinin tüm binaları, otoyolları, taşıma sistemleri, elektrik ve su şebekesi vs ile birlikte, tesadüfen meydana gelen fırtına, deprem gibi doğa olayları neticesinde kendiliğinden ortaya çıktığını iddia etmek kadar mantıksız ve saçmadır.


20 Hücre Yapılarındaki Tasarım, Evrim Teorisinin Geçersizliğini Gösteren Bir Delildir

İnsan vücudundaki yaklaşık 200 farklı tipteki hücre mükemmel tasarımları sayesinde farklı görevler üstlenirler. Örneğin sinir hücrelerinin omurilikten ayağa kadar uzanan yaklaşık 1 metrelik uzantıları vardır. Bu sayede uyarılar tek bir hat üzerinden hızla gidecekleri bölgeye ulaşırlar. Kan hücreleri ise sadece 7 mikrometre boyundadır. Böylece mikroskobik boyuttaki kılcal damarlardan sıkışmadan geçebilirler. Gözdeki ışığa duyarlı retina hücrelerinde ışığa duyarlı pigmentleri ve sinir bağlantısını taşıyan çok sayıda zar vardır. Bu sayede göz hücreleri ışığa duyarlıdır. İnce bağırsakta da görevine uygun şekle sahip, besinleri emici hücreler vardır. Tüm bu hücreler tek bir hücrenin bölünerek çoğalmasından oluşmuştur. Peki tüm bu hücrelerin tasarımını, görevleri için en uygunu olan kusursuz şekillerini şuursuz atomlar ve tesadüfler mi üstlenmişlerdir? Evrim teorisinin kesinlikle açıklayamayacağı bu olağanüstü organizasyon ve tasarım, Allah'ın yaratışının bir delilidir.


21 Canlılık Uzaydan Geldi İddiası Hayal Ürünüdür

Evrimci çevreler ilkel dünya şartlarında tesadüfen amino asit oluşamayacağı gerçeği karşısında yeni açıklama arayışlarına yönelmişlerdir. Ortaya atılan yeni iddialardan birine göre, uzaydan yeryüzüne düşen meteorlarda bulunan amino asitler ile organik maddeler reaksiyona girmiş ve böylece canlılık oluşmuştur. Oysa ilkel dünya atmosferinin amino asitleri parçalayıcı özellikte olduğu bilinmektedir. Ayrıca, ilkel dünya koşullarında, uzaydan çok bol miktarda amino asit gelseydi ve hatta yeryüzü tamamen amino asitlerle kaplı olsaydı dahi bu, canlıların kökenini açıklayan bir durum olmazdı. Çünkü amino asitlerin tesadüfen ve rastgele biraraya gelerek son derece kompleks, üç boyutlu bir proteini ve proteinlerin, hücrenin organellerini, ardından bu organellerin de tüm mucizevi yapısıyla bir canlı hücreyi meydana getirmesi mümkün olmazdı.

Bir diğer görüşe göre ise, ilk canlılık dünya dışında, başka gezegenlerde oluşmuştur. Daha sonra bu canlıların spor ya da tohumları göktaşları ile Dünya'ya taşınmış ve canlılık başlamıştır. Ancak bugünkü bilgilere göre spor ve tohumların uzayda, Dünya'ya gelişleri sırasında sıcaklık, basınç, zararlı ışınlar vb. koşullara dayanması mümkün görülmemektedir. Kaldı ki, ilk hücrenin başka bir gezegende oluştuğu iddiası aslında evrimcilerin sorununu çözmemekte, sadece başka bir adrese taşımaktadır. Canlılığın tesadüfen oluşumu önündeki engeller Dünya'da ne ise, bir başka gezegende de odur.


22 "Hayatın İlkel Dünyada Tesadüfen Oluşabildiği İspatlanmıştır" Yalanı

clipimage002eh3


Bu iddiayı öne süren evrimci kaynaklarda tek kanıt olarak 1953 yılındaki Miller Deneyi gösterilir. Oysa bu deneyde canlı bir hücre oluşturulmamış, sadece birkaç basit aminoasit sentezlenmiştir. Aminoasitlerin tesadüfen doğru sıralamayla dizilerek proteinleri oluşturmaları, bunların da bir hücre meydana getirmeleri matematiksel olarak imkansızdır. Kaldı ki, Miller'ın sentezlediği aminoasitler dahi anlam taşımamaktadır. Çünkü Miller deneyinde ilkel dünya atmosferinde bulunmayan gazlar kullanmıştır.


23 Evrim Teorisi, Proteinlerin Yeteneklerinin Nasıl Oluştuğunu Asla Açıklayamaz

Vücuttaki proteinlerden biri olan albumin, kolesterol gibi yağları, hormonları, zehirli safra kesesi maddesini ve penisilin gibi ilaçları kendine bağlar. Daha sonra kanla birlikte vücutta gezerek, topladığı maddeleri karaciğerde kullanılır hale getirilmek üzere bırakır, besin maddelerini ve hormonları ise gerekli oldukları yerlere götürür.

Albumin gibi, hiçbir bilgisi, şuuru olmayan atomlardan oluşmuş bir molekül nasıl olur da, yağları, zehirleri, ilaçları, besin maddelerini birbirinden ayırt edebilir?

Dahası, nasıl olur da karaciğeri, safra kesesini tanıyıp, taşıdığı maddeleri şaşırmadan, yanılmadan, hiç hata yapmadan her seferinde doğru yere ve ihtiyaç oranında bırakabilir? Kanda taşınan zehirli maddeleri, ilaç ve besin maddelerini insanlar dahi birbirinden ayırt edemezken, atomlardan oluşmuş bir molekül bunu nasıl başarabilmektedir?


24 Vücudumuzda Bir Enerji Santrali Kurmayı Şuursuz Atomlar mı Düşünüp Tasarlamışlardır?

Milimetrenin 100'de biri büyüklüğünde olan hücrelerimizin içindeki "mitokondri" isimli enerji santrali, bir petrol rafinerisinden ya da bir hidroelektrik santralinden daha komplekstir. Binlerce mühendisin, teknik uzmanın, işçinin, tasarımcının biraraya gelerek, en yüksek teknolojiyi kullanarak sağladıkları enerjiyi, belirli sayıda atomun birleşmesinden oluşan, şuur ve bilgi sahibi olmayan hücrelerimiz çok daha ekonomik ve pratik bir yöntemle elde ederler.

Hücrelerimizdeki enerji santralinde, enerji tasarrufundan artık maddelerin değerlendirilmesine kadar her türlü detay planlanmış ve kusursuzca yaratılmıştır. Evrim teorisi, hücrenin içindeki bu gibi detaylardan bir tanesinin bile oluşumunu açıklamaktan acizdir.


25 DNA'daki 25 Ciltlik Ansiklopedi Dolusu Bilgi Tesadüfen Ortaya Çıkamaz

İnsanın tek bir DNA molekülünde bir milyon ansiklopedi sayfasını dolduracak bilgi bulunmaktadır. Bu bilgilerin tamamı çok önemli bir sıralamaya sahiptir. Şimdi düşünün, milyonlarca harfi rastgele caddeye serpsek, serpilen bu harflerin hepsi bir makale haline dönüşse, sonra bu milyonlarca harf gazete sayfasındakiler gibi yazılar oluştursa, bunun kör bir tesadüf eseri olduğunu söylemek mümkün müdür? Elbette ki hayır. Ancak Darwinist anlayışa göre bu olağanüstü olayın tesadüfen gerçekleşmesi mümkündür.


26 Farklı Canlı Türleri Nasıl Farklı DNA'lara Sahip Olmuşlardır?

clipimage002qc1

Evrimciler, canlı türlerinin farklı genetik bilgilere sahip olmalarını mutasyonlara bağlarlar. Mutasyon DNA'da radyasyon ya da kimyasal etkiler sonucunda meydana gelen değişikliklerdir. Oysa mutasyonlar DNA'ya ya zarar verir ya da üzerinde etkisiz olurlar.

Bunu şöyle bir örnekle açıklayalım: Kalın bir dünya tarihi kitabının baştan sona bilgisayara yazılmasını isteyelim. Bu iş yapılırken, kitabı birkaç kez baştan yazdıralım ve her seferinde kitabı yazan kişiye arada tuşlara gözlerini kapatarak (tesadüfen) basmasını isteyelim. Bu yöntemle tarih kitabı gelişir mi? Örneğin daha önce kitapta var olmayan "Eski Mısır Tarihi" gibi bir bölüm oluşabilir mi?

Elbette ki kitaba eklediğimiz harf hataları kitabı geliştirmez, aksine tahrip eder, anlamını bozar. Ama evrim teorisinin iddiası, "harf hatalarının bir kitabı geliştirdiği" yönündedir.


27 Genlerdeki Hiyerarşik Düzenin Kurucusu Kimdir?

Bazı genler diğerleri üzerinde kontrol yetkisine sahiptir. Örneğin bazı kontrol genleri, çocukluk döneminde hemoglobin üreten genin çalışmasını durdurur. Bu, üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir bilgidir. Genler, atomlardan oluşan moleküllerdir. Peki bu moleküller, aralarında böylesine düzenli bir organizasyonu nasıl kurmuşlardır? Nasıl olup da, bir molekül bir insanın artık boyunun uzamasını durdurma kararı alır, bu kararını diğerine iletir, diğeri ise bu kararı nasıl anlayıp, itaat edip, uygulamaya koyar? Bu disiplinin kurucusu kimdir? Dahası, milyonlarca yıldır, trilyonlarca gen, aynı disiplin, itaat, akıl ve şuurla görevini eksiksiz yerine getirmektedir.

Böyle kusursuz çalışan bir sistemin tesadüfen oluştuğunu iddia etmek, çok büyük bir safsatadır.


28 Evrimcilerin İçinde Bulundukları Çıkmazı Gösteren Bir Örnek


clipimage002is2

Evrimciler, büyük varillerin içine canlılığın yapısında bulunan fosfor, azot, karbon, oksijen, demir, magnezyum gibi elementlerden bol miktarda koysunlar. Hatta normal şartlarda bulunmayan ancak bu karışımın içinde bulunmasını gerekli gördükleri malzemeyi de bu varillere eklesinler. Karışımların içine, istedikleri kadar (dünya atmosferinde kendiliğinden oluşumu mümkün olmayan) amino asit, istedikleri kadar da (bir tekinin bile rastlantısal oluşması imkansız olan) protein doldursunlar. Bu karışımlara istedikleri oranda ısı ve nem versinler. Bunları istedikleri gelişmiş cihazlarla karıştırsınlar. Varillerin başına da dünyanın önde gelen bilim adamlarını koysunlar. Bu uzmanlar nöbetleşe milyarlarca, hatta trilyonlarca sene varillerin başında beklesinler. Bir insanın oluşması için hangi şartların var olması gerektiğine inanılıyorsa hepsini kullanmak serbest olsun. Ancak ne yaparlarsa yapsınlar o varillerden kesinlikle bir insan çıkaramazlar. Zürafaları, aslanları, arıları, kanaryaları, bülbülleri, papağanları, atları, yunusları, gülleri, *****eleri, zambakları, karanfilleri, muzları, portakalları, elmaları, hurmaları, domatesleri, kavunları, karpuzları, incirleri, zeytinleri, üzümleri, şeftalileri, tavus kuşlarını, sülünleri, renk renk kelebekleri ve bunlar gibi milyonlarca canlı türünden hiçbirini oluşturamazlar. Değil burada birkaçını saydığımız bu canlı varlıkları, bunların tek bir hücresini bile elde edemezler.

Kısacası, bilinçsiz atomlar biraraya gelerek hücreyi oluşturamazlar. Sonra yeni bir karar vererek oluşan bu hücreyi ikiye bölüp, sonra art arda başka kararlar alıp, elektron mikroskobunu bulan, sonra kendi hücre yapısını bu mikroskop altında izleyen profesörleri yaratamazlar. Madde bilinçsiz, cansız bir yığındır ve ancak Allah'ın üstün yaratmasıyla hayat bulur.

Bunun aksini iddia eden evrim teorisi ise, akla tamamen aykırı bir safsatadır. Evrimcilerin ortaya attığı iddialar üzerinde biraz bile düşünmek, üstteki örnekte olduğu gibi, bu gerçeği açıkça gösterir.

29 Evrim Teorisi, Canlılardaki Bilinçli Tasarımı Açıklayamaz

clipimage002uv7
Bir odaya girdiğinizde eğer masanın üzerindeki kağıdın üzerinde mürekkep lekesi görürseniz, mürekkep şişesinin bir şekilde kağıdın üzerine döküldüğünü ve orada rastgele bir şekil oluşturduğunu düşünürsünüz. Ancak eğer bu kağıdın üzerine mürekkeple yazılmış "BABANI ARA" diye bir not görürseniz, bu yazının kağıdın üzerinde rastgele oluşmadığını bilirsiniz. Notun sahibini görmeseniz bile, bunun bilinçli bir kişi tarafından yazılmış anlamlı ve amaçlı bir not olduğundan şüphe etmezsiniz. Veya, çok güzel bir tablo gördüğünüzde, ressamını görmemiş olsanız bile bu tablonun bilinçli bir tasarımın eseri olduğunu bilirsiniz.

Boyaların yere dökülerek bu resmi rastgele oluşturduğunu hiçbir zaman düşünmezsiniz. Aynı gerçek canlılıktaki kusursuz tasarım için de geçerlidir. Canlılardaki kusursuz ve olağanüstü tasarım, onların tesadüflerin eseri olmadıklarını, bilinçli bir tasarımın sonucu olduklarını açıkça göstermektedir. Evrim teorisi ise, bu gerçek karşısında çökmüştür. Canlılıktaki bilinçli tasarımın sahibi, alemlerin Rabbi olan Allah'tır.


30 Canlılardaki İndirgenemez Kompleks Yapılar Evrim Teorisine Meydan Okuyor

clipimage001cg7

Evrim teorisinin iddialarını tümüyle geçersiz kılan indirgenemez komplekslik, evrimcilerin iddia ettikleri aşama aşama gelişimi imkansız hale getirir. Örneğin biraraya gelerek gözü oluşturan, gözyaşı bezi, retina, iris gibi organellerin aşamalarla teker teker oluşmaları mümkün değildir. Çünkü gözü oluşturan tüm parçalar eksiksiz olduğunda görme gerçekleşecektir. Biri eksik olsa organ işlevsiz olacağından evrime göre işlevsiz bir organın "doğal seleksiyona" uğrayarak yok olması gerekmektedir.


31 İnsan Gözü En Gelişmiş Kameradan Çok Daha Kompleks ve Kusursuzdur

İnsan gözü, 40 temel parçadan oluşur ve en gelişmiş kameradan çok daha kusursuz bir görüntü ve netlik sağlar. Gözün görebilmesi için bu 40 temel parçanın hepsinin aynı anda birden var olması ve uyum içinde çalışması gerekir. Bu parçalardan biri olmasa göz göremez. Bir kamera nasıl, kendisini oluşturan parçaların tesadüfler sonucunda biraraya gelmesiyle aşama aşama oluşamazsa, göz de aşama aşama ve tesadüflerin sonucunda oluşamaz.


32 İnsan Beyni Karmaşık ve Üstün Bir Organizasyona Sahiptir

clipimage001yx7
Beynimizin çalışma sistemi bilgisayarlarınkinden kat kat üstündür. Beynin kapasitesi ortalama 1000 tane bilgisayarın toplam kapasitesi kadardır. Tek bir bilgisayarın tesadüfen, aşama aşama oluşması imkansızken, insan beyni gibi muhteşem bir yapının tesadüfen oluştuğunu iddia etmek büyük bir safsatadır.


Beyin yaklaşık 100 milyar sinir hücresinden oluşur. Beyindeki sinir hücreleri, aralarında "sinaps" denilen bağlantı noktaları sayesinde iletişim kurarlar. Her bir nöronda 10 bin sinaps bulunmaktadır. Bu, bir nöron aynı anda 10 bin farklı nöronla iletişim kurabilir demektir. İnsan beyninin içindeki sinapsların sayısının 1 katrilyon olduğu tahmin edilmektedir. (Bu 1.000.000.000. 000.000 haberleşme demektir.) Bilgisayarlardaki sinir hücrelerine denk gelen transistörlerde ise sadece 6 bağlantı noktası bulunmaktadır.

Dünyanın en hızlı işlem yapan bilgisayarları ortalama, olarak saniyede 109 işlem yapabilmektedir. Beynin hızı ise aynı işlem için 1015'tir. (saniyede 10.000.000.000. 000.000 hızında) Dahası bilgisayar hafızasının kapasitesi 1011 bit'ken (bit= bilgisayarda kaydedilebilen en küçük bilgi birimi) beyninki 1014'tür. Aradaki bu fark beynin kapasitesinin, 1000 adet bilgisayarın toplam kapasitesi kadar olduğunu göstermektedir.

Tesadüflerin, hayranlık uyandıracak bir iletişim ağı kuracak şekilde sinir hücrelerini organize etmeleri kesinlikle imkansızdır. Bu, 20. yüzyılın en büyük gelişmelerinden biri olan internet teknolojisinden çok daha kompleks ve harika bir sistemdir. Peki nasıl olur da, internet teknolojisinin veya en basit bir telefon santralinin dahi tesadüfen oluşamayacağını, bunun mühendislik, tasarım, bilgi, bilinç, akıl ve teknoloji gerektirdiğini bilen insanlar, beyindeki çok daha olağanüstü sistemin tesadüfen oluştuğunu iddia edebilmektedirler?

Kuşkusuz bu, evrim teorisine körü körüne bağlılığın bir sonucudur. Önyargısız yaklaşan her insan insanın yaratılışındaki ihtişamı görebilir.


33 Evrimcileri Çaresiz Bırakan Bakteri Kamçısı

clipimage002kk6
Bakteri Kamçısı


Bakteri kamçısı, bazı bakteriler tarafından sıvı bir ortamda hareket edebilmek için kullanılır. Bu organik motor, hücre içinde ATP molekülleri halinde saklı tutulan hazır enerjiyi kullanmaz. Bunun yerine kendine özel bir enerji kaynağı vardır: Bakteri, zarından gelen bir asit akışından aldığı enerjiyi kullanır. Kamçıyı oluşturan yaklaşık 240 ayrı protein vardır. Bilim adamları kamçıyı oluşturan bu proteinlerin, motoru kapatıp açacak sinyalleri gönderdiklerini, atom boyutunda harekete imkan sağlayan mafsallar oluşturduklarını belirlemişlerdir.


Sadece bakteri kamçısının bu kompleks yapısı dahi evrim teorisini çökertmek için yeterlidir. Çünkü kamçı hiçbir şekilde basite indirgenemeyecek bir yapıdadır. Kamçıyı oluşturan moleküler parçaların tek bir tanesi bile olmasa, ya da kusurlu olsa, kamçı çalışmaz ve dolayısıyla bakteriye hiçbir faydası olmaz. Bakteri kamçısının ilk var olduğu andan itibaren eksiksiz olarak işlemesi gerekmektedir. Bu gerçek karşısında evrim teorisinin "kademe kademe gelişim" iddiasının anlamsızlığı, bir kez daha açıkça ortaya çıkmaktadır.


34 Hafıza ve Laboratuvar Sahibi Savunma Sistemi

Antijen adı verilen bazı mikroplar ve yabancı maddeler dolaşım sistemine girerek insan için tehlike oluştururlar. Bunun üzerine savunma sistemi hücreleri antijenlere karşı "antikor" adı verilen maddeler üreterek onları yok etmeye ya da çoğalmalarını önlemeye çalışırlar.

Antikorların sahip oldukları en önemli özellik doğada var olan yüzbinlerce birbirinden farklı mikrobu tanıyıp, kendilerini onları yok etmeye yönelik olarak hazırlayabilmeleridir. Fakat asıl ilginç olan laboratuvarda oluşturularak insan vücuduna yerleştirilen yapay antijenleri bile tanıyan antikorların bulunmasıdır.

Bir hücre nasıl olur da yüzbinlerce farklı yabancı hücreyi tanıyabilir? Üstelik bunun yanısıra, yapay olarak üretilen bir maddenin de bilgisine sahip olabilir? Dahası, antikorlar yabancıya karşı kullanılacak etkili silahları da anında tespit edip üretebilirler. Bu durum, evrimcileri büyük bir çıkmaza sokmaktadır.


35 Bir Heykeltıraş Gibi Çalışan Kemik Hücreleri, Tesadüflerin Eseri Değildir

Kemikte yer alan osteoklast adlı hücrelerin görevlerinden biri kemiğin bazı bölgelerindeki boşluklarda yıkıma yol açarak, kemiğin biçiminin ve boyunun değişmesini ve giderek erişkin boyutlara varmasını sağlamaktır. Bir yandan da kemik yüzeyindeki çıkıntıların küçülmesini sağlar. Osteoklastların kemikte yaptığı yıkım sırasında osteoblast adlı kemik hücreleri de iskeleti oluşturmak üzere yeni kemik yapmaya başlar.

Her insanda kemiklerde bulunan bu hücreler aynı görevi görürler. Hepsi kemik yüzeyini nasıl küçülteceklerini bilirler. Kafatasındaki kemiklerle uyluk kemiği arasındaki farklılıkları bilerek kemiklere nasıl şekil vereceklerini, ne zaman uzamasının duracağını, incelik ve kalınlığının nasıl olacağını bilirler. Kemik hücreleri, vücudun iskelesini, adeta bir heykeltıraş gibi, büyük bir titizlikle hazırlarlar. Her parçanın sertliğini, uzunluğunu, şeklini, girinti çıkıntılarını, birbirleriyle kesişeceği yerleri kusursuzca tasarlayan ve inşa eden bu hücrelere her adımlarını ilham eden Yüce Allah'tır.


36 Kanın Pıhtılaşmasındaki Mucize

Kanın pıhtılaşması, otoyolda meydana gelen bir kazaya acil çağrılarla yetişen devriye ve ambulansların ilk yardımlarını anımsatan bir işlemdir.

Vücudun herhangi bir bölgesinde bir kanama olduğunda ilk yardım trombosit adı verilen kan plakçıklarından gelir. Trombositler kanın içinde dağınık olarak dolaşırlar, bu nedenle kanama vücudun neresinde olursa olsun mutlaka o bölgeye yakın, devriye gezen bir trombosit vardır.

"Von Willebrand" isminde bir protein ise, kaza yerini işaret ederek yardım isteyen bir trafik polisi gibi, trombositleri gördüğünde önlerini keser ve olay yerinde kalmalarını sağlar. Olay yerine gelen ilk trombosit, aynı telsizle yardım ister gibi, bir madde salgılayarak, diğerlerini de olay yerine çağırır.

Bu arada, vücutta yer alan 20 enzim biraraya gelerek yaranın üzerinde trombin adında bir protein üretmeye başlar. Trombin sadece açık yaranın olduğu yerde üretilir. Bu, olay yerinde bulunan ilk yardım ekibinin, hasta için gereken ilacı olay yerinde imal etmesi gibi bir olaydır. Üstelik bu üretim tam ihtiyaç kadar olmalıdır. Ayrıca bu proteinin üretimi tam zamanında başlamalı ve tam zamanında durdurulmalıdır. Başlama ve durdurma emrini bu proteini üreten enzimler kendi aralarında verirler.

Yeterli miktarda trombin proteini üretildikten sonra fibrinojen adı verilen iplikçikler oluşturulur. Bu iplikçikler kanın üzerinde bir ağ meydana getirirler ve gelen trombositler bu ağa takılarak birikir. Bu birikim yoğunlaştığında ise kanın dışarı akışı durur. Burada bahsedilen enzimler, proteinler, cansız, şuursuz, kör atomların farklı şekillerde dizilmelerinden oluşmuş yapılardır. Bunların her biri, yaralanma olayının en başından itibaren bir görev üstlenerek, en acil şekilde akan kanı durdurmak için "organize olurlar". Bu atom yığınlarının böylesine bir şuur göstermesi ise kuşkusuz çok büyük bir mucizedir ve tümüyle rastlantılara dayalı olan "evrim" sürecinin ürünü elbette olamaz.


37 Tek Bir Molekülün Özellikleri Dahi Evrim Teorisini Çürütmek İçin Yeterlidir

Trombin, kanı pıhtılaştıran bir proteindir. Ancak, bu protein sürekli kanın içinde dolaşmasına rağmen, her zaman kanı pıhtılaştırarak akışını durdurmaz. Sadece damarlardan birinde kanama olduğunda pıhtılaşma gerektiğini anlar ve kanı pıhtılaştırır. Eğer trombin hiç durmadan görevini yerine getiriyor olsaydı, kandaki trombin proteinleri nedeniyle damarlardaki tüm kan pıhtılaşır ve canlı yaşayamazdı. Peki, cansız ve şuursuz atomlar, hem kanamayı durdurmak için bu proteini tasarlamış, hem de bu proteinin canlıya zarar vermesini önlemek için gerekli özellikleri düşünüp oluşturmuş olabilirler mi? Bilinçsiz atomlar, bu kadar aşamalı, detaylı ve muazzam bir bilgi ve yetenek gerektiren mekanizmaları meydana getirebilirler mi? Elbette ki hayır. Tüm bunları tasarlayan ve yaratan Yüce Allah'tır.


38 Yararlı ve Zararlı Maddeleri Birbirinden Ayırt Edebilen Kan Hücreleri

Kan, hücrelerin atıklarını toplayan bir çöp ünitesi gibidir. Atık maddeleri böbreklere taşır ve bu maddeler böbreklerde temizlenir. Hücrelerde üretilen zehirli karbondioksit gazı ise yine kan tarafından akciğerlere taşınır ve burada vücuttan atılır.

Damarlarda hareket eden kan hücreleri, son derece bilinçli bir şekilde, atık maddeleri ve yararlı maddeleri birbirlerinden ayırt edebilmekte ve hangisinin nereye bırakılacağını çok iyi bilmektedirler. Örneğin hiçbir zaman zehirli gazları böbreklere veya atık maddeleri akciğere taşımazlar. Ya da, besin ihtiyacı olan bir organa atık maddeleri götürmezler. Kan hücrelerinin, hiçbir şaşırma, karıştırma, aksatma ve hata olmadan, son derece bilinçli bir şekilde görevlerini yerine getirmeleri, onları kontrol eden, düzenleyen, organize eden bir akıl ve bilincin de varlığını göstermektedir. Kana tüm bu özellikleri verenin ve kusursuz bir sistem yaratanın üstün kudret sahibi Allah olduğu apaçık bir gerçektir.


39 Böbreklerin Seçiciliği Tesadüflerin Eseri Değildir

Böbrekler, vücutta dolaşan kanı sürekli olarak temizlerler. Süzdükleri maddenin bir kısmını vücuda kullanılmak üzere geri gönderen böbrekler, işe yaramayan ve zararlı olanları ise vücuttan atarlar. Peki böbrekler bu ayrımı nasıl yapar? Proteini, üreyi, sodyumu, glikozu ve diğerlerini birbirinden nasıl ayırt ederler?

Neyin atılıp neyin tutulacağına karar veren böbreklerdeki "glomerül" adı verilen ve kılcal damarlardan oluşan yapıdır. Bir et parçası, hangi maddenin ne kadarının atılıp ne kadarının tutulacağına nasıl karar verebilir? Böbrekleri seçici özelliği ile tasarlayan, ne kimya, ne fizik ne de biyoloji eğitimi almamış, şuursuz atomlar veya kör tesadüfler olabilir mi? Elbette ki hayır. Tüm bunlar, kusursuz ve bilinçli bir tasarımın, Allah'ın üstün yaratışının delillerindendir.




ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
10 Ağustos 2006       Mesaj #3
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Vikipedi, özgür ansiklopedi

Evrim Kuramı


Biyolojide evrim, canlı türlerinin nesilden nesile değişime uğrayarak ilk halinden farklı özellikler kazanmasıdır. Evrim, bir canlı popülasyonunun genetik kompozisyonunun zamanla değişmesi anlamına gelir.

Evrimin mekanizmasınının anlaşılmasında ve açıklanmasında bugün geçerli olan bilimsel sentez, Charles Darwin tarafından ortaya atılmış olan evrim kuramı üstüne kuruludur. Evrim kuramına göre canlılığın devamı ve çeşitliliği doğal seçilimlekalıtım, farklı karakterlerin popülasyondaki zenginliğini sağlayan çeşitlilik, ve bu çeşitli karakterlerden doğadaki koşullara en uygun olanının hayatta kalmasını sağlayan seçilim. sağlanır. Doğal seçilimin üç temel bileşeni bulunur: Genetik karakterlerin devamını sağlayan

1930'lar ve sonrasında daha önce Gregor Mendel tarafından ortaya konmuş olan kalıtım kuramı, moleküler biyoloji'nin kalıtımın moleküler temellerine dair sağladığı bilgi ve Darwin'in kuramının sentezlenmesiyle evrim kuramı modern halini aldı. Güncel bakış açısıyla evrim, bir gen havuzu içinde bir nesilden diğerine belli bir karakterin oluşmasında etkili olan alellerden birinin sıklığının değişmesi olarak tanımlanabilir. Doğal seçilim, genetik özelliklerin üremeye katkısı, ve popülasyon yapısı bu değişime etki eden faktörlerdir.

Evrim kuramı, insanlığın kökenine ilişkin sonuçları nedeniyle ortaya atıldığından bu yana sosyal ve politik platformda en çok tartışılan bilimsel teoridir. Bunun sonucunda, kuramın bilimsel algılanışı ile popüler algılanışı oldukça farklı olagelmiştir. Evrim kuramına popüler düzeyde karşı çıkan ve onun yerine yeryüzündeki canlılığın kökeni ve çeşitliliğini doğaüstü bir yaratıcıya bağlayan akımlara genel olarak yaradılışçılık adı verilir.
Son düzenleyen ener; 22 Eylül 2011 10:47 Sebep: Linkler kapatıldı.
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
10 Ağustos 2006       Mesaj #4
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
40 Böbreklerin Tesadüfen Oluştuklarını İddia Etmek Büyük Bir Hatadır

clipimage001tl4
Böbrekler diyaliz makinelerinden çok üstün özelliklere sahiptir.

Böbrek, yalnızca 5-7 cm yer tutar, sessizce, hissettirmeden, durmaksızın ve hiçbir bakıma ihtiyaç duymadan çalışır; kanın kalitesini kontrol eder, kan hücrelerinin üretilmesini emreder, kandaki su miktarını ayarlar, tansiyonu kontrol eder, kanı temizler, vücudun ihtiyaçlarına en uygun 2.400.000 filtre ünitesi aralıksız çalışır, çalışması için özel bir vakit ayırmaya gerek yoktur günlük yaşam içinde insan nerede olursa olsun çalışmasını sürdürür.


Diyaliz makinesi, orta boy bir buzdolabı büyüklüğündedir, elektrikle çalışır, gürültülüdür, 3-4 yılda yıpranır, sürekli bakım gerektirir, böbrek çalışmadığı için vücutta kan üretilemez, hasta kansız kaldığı için sık sık kan nakli gerektirir. Steril hastane koşullarında uzman doktor ve teknisyenler tarafından çalıştırılır, tüm hastalar yüksek tansiyon hastasıdır, makineye bağlanınca tansiyon aşırı düşer, hastanın nefesi daralır, titreme krizleri gelir, kanamalar kolay ve sık olur, sık sık kas krampları oluşur, basit bir filtredir. Kanı kabaca süzdüğü için hastanın tahlilleri yapılır, eksilen maddeler serumla tekrar verilir, insanı 3 günde bir 5 saat boyunca yatağa bağlı tutar, hareket etme imkanı vermez.

Bir diyaliz makinesinin tesadüfen oluşamayacağını bilen insanların, ondan daha üstün özelliklere sahip olan böbreklerin tesadüfen oluştuklarını iddia etmeleri büyük bir mantıksızlıktır.


41 Kemik Hücrelerinin Kalsiyum Yakalama Yeteneği Tesadüfen Oluşamaz

Kemikler kalsiyum ve fosfor gibi hayati maddeleri depolar, herhangi bir durumda ihtiyaç olduğunda depoladıkları bu maddeleri vücuda geri verirler. Gözü veya herhangi bir duyu organı olmayan bir kemik hücresi, kanda bulunan binlerce değişik madde arasından kalsiyumu ve fosforu kolaylıkla ayırt eder. Sonra hiç şaşırmadan bu atomları yakalar.Bir insan dahi önüne koyulan kalsiyum, fosfor, demir, çinko gibi farklı element tozlarını -eğer bu konuda bir eğitim almamışsa- ayırt edemez.
Ayrıca kemik hücresi kendisine "kalsiyum depola" emri (Kalsitonin hormonu) geldiğinde bu emre hemen itaat eder. Eğer kendisine "depoladığın kalsiyumu bırak" emri (Parathormon hormonu) gelirse, bu emre de itaat eder. Kemik hücresi yüksek şuur, kabiliyet, sorumluluk ve disiplin anlayışıyla gece gündüz görevine devam eder. Özel yetenekleri olan bu hücrelerin tesadüfen oluşamayacakları çok açık bir gerçektir.


42 Midedeki Kusursuz Tasarım

Besinleri ve onların içerdiği protenleri sindirebilmek için midede çok güçlü asitler salgılanır. Bu asitler tıraş bıçağını dahi sindirebilecek güçtedir. Peki bu asitler, kendisi de proteinlerden oluşan mideye nasıl olup da zarar vermezler? Bunun cevabı, insan vücudundaki benzersiz tasarım örneklerinden birinde gizlidir. Midenin girintili çıkıntılı duvarlarının derinlikleri sayesinde, mide kendi kendini sindirmez.

Mide duvarlarındaki bu derin çukurlarda birbirinden farklı özelliklere sahip hücreler yer alır. Hassas bir denge içinde, midedeki birtakım hücreler asit salgılarken, bu hücrelerin yanıbaşında bulunan başka hücreler de yapışkan bir sıvı salgılar. "Mukus" isimli bu sıvı midenin yüzeyini örter ve mide duvarını asitlere karşı bir kalkan gibi korur ve enzimlerin mideye zarar vermesini engeller. Peki mide için bu akılcı önlemi alan karar merkezi, hücreler veya atomlar olabilir mi? Elbette ki hayır. İnsan vücudunun her özelliği, kusursuz bir yaratışın delilidir.


43 Evrim Teorisinin Açmazlarından Biri: Bilgi Teorisi

Evrimcilerin açıklayamadıkları konulardan biri canlılıktaki bilgidir. Çünkü bilgi asla maddeye indirgenemez.

Örneğin bir kitap kağıttan, mürekkepten ve içindeki bilgiden oluşur. Kağıt ve mürekkep maddesel bir şeydir, ancak kitabın içindeki bilgi maddesel değildir.

Eğer bir madde bilgi içeriyorsa, o zaman o madde, söz konusu bilgiye sahip olan bir akıl tarafından düzenlenmiştir. Örneğin, her kitaptaki bilginin kaynağı, o kitabı yazmış olan yazarın zihnidir.

Canlıların DNA'larında da son derece kapsamlı bir bilgi bulunur. 20. yüzyılda bilim DNA'daki bilginin, materyalistlerin iddia ettiği gibi, maddeye indirgenemeyeceğini ortaya çıkarmıştır. DNA'daki bilgi, üstün bir Aklın ve sonsuz bir İlmin eseridir. Canlılığın kökeninde yer alan bu olağanüstü bilgi, materyalist felsefeyi çökertirken, alemlerin Rabbi olan Allah'ın apaçık varlığına sayısız deliller sunmaktadır.


44 İnsan Embriyosunda Solungaçlar Vardır Yalanı

Bu iddia, evrimci biyolog Ernst Haeckel tarafından 20. yüzyılın başında yapılan bir bilim sahtekarlığına dayanmaktadır. Haeckel, evrime delil oluşturmak için, insan, tavuk, balık gibi canlıların embriyolarını yanyana çizmiş, ancak bu çizimler üzerinde çarpıtmalar yapmıştır. Bugün tüm bilim dünyası bunun bir sahtekarlık olduğunu kabul etmektedir. Haeckel'in "solungaç" diye gösterdiği yapı, gerçekte insanın orta kulak kanalının, paratiroidlerinin ve timüs bezlerinin başlangıcıdır.


45 Moleküler Kıyaslamalar Evrim Teorisine Delil Oluşturmamaktadır

clipimage002bv8

Evrimciler, farklı canlı türlerinin DNA şifrelerinin ya da protein yapılarının benzer olduğundan söz ederler ve bunu, bu canlı türlerinin birbirlerinden evrimleştiklerinin delili olarak yorumlarlar. Öncelikle belirtmek gerekir ki, canlıların temel yaşamsal işlevleri birbiriyle aynıdır, dolayısıyla benzer DNA'lara sahip olmaları doğaldır. Bu ortak bir atadan evrimleştiklerini göstermez. Ayrıca farklı türlere ve sınıflara ait canlıların DNA analizleri sonucunda elde edilen bulgular karşılaştırıldığında, canlıların DNA benzerliklerinin ya da farklılıklarının, öne sürülen hiçbir evrimci mantık ya da bağlantıyla uyuşmadığı çok açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Canlılarda anatomik ya da kimyasal benzerlikler arayan ve bunu evrime delil saymaya çalışan iddialar, bilimsel bulgular karşısında geçersizdir.


46 Bakterilerin Antibiyotik Direnci Evrime Delil Değildir

clipimage002ec5

Evrimciler, bakterilerin bazı antibiyotiklere direnç göstermeye başlamalarını da evrime delil olarak gösterirler.

Söz konusu direnç şöyle oluşur: Bakteriler belli bir ilacın etkisine maruz kaldıklarında, ilaca dayanıksız varyasyonlar yok olur; dirençliler ise hayatta kalır ve daha fazla çoğalma imkanına kavuşurlar. Bir süre sonra, aynı bakteri türü yalnızca söz konusu antibiyotiğe dirençli olan bireylerden oluşmuş bir koloni haline gelir.

Görüldüğü gibi antibiyotik direncinin genetik bilgisi bakterinin DNA'sında en baştan beri bulunmaktadır. Yani bu direnç tesadüflerle ortaya çıkmış, sonradan kazanılmış değildir.


clipimage002lj0
Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "OL" der, o da hemen oluverir.
(Bakara Suresi, 117)


47 Allah Canlılığı Evrimle Yaratmamıştır
Bazı kişiler hem Allah'a iman ettiklerini hem de evrim teorisine inandıklarını söylemektedirler. Oysa bu hatalı bir bakış açısıdır. Çünkü;

1. Allah'a ve Allah'ın dinine inandığını söyleyen bir insan için tek başvuru kaynağı ve rehber Kuran'dır. Kuran'da ise evrimle birlikte yaratılış olduğuna dair bir bilgi yoktur. Aksine ayetlerde canlılığın ve evrenin, Allah'ın "Ol" emriyle yoktan var edildiği bildirilmektedir.

2. Evrim teorisinin odak noktası, Yaratıcı'nın varlığının inkar edilmesidir. Darwin'den bu yana evrim teorisini savunanların hepsi bunu açıkça ortaya koymuşlardır. Teori, 150 yıldır ateizmin en önemli dayanağıdır. Ateizmin en önemli dayanağı ile Allah'a iman arasında elbette bir ortaklık kurulamaz.

Ayrıca evrim teorisini kabul edilemez yapan bir diğer faktör, evrim teorisinin bilim tarafından yalanlanıyor olmasıdır. Evrim teorisi temel iddialarını bile delillendirememiştir.


48 Varyasyonlar Evrimin Delili Değildir

Varyasyon, genetik biliminde kullanılan bir terimdir ve "çeşitlenme" demektir. Bu genetik olay, bir canlı türünün içindeki bireylerin ya da grupların birbirlerinden farklı özelliklere sahip olmasına neden olur. Örneğin yeryüzündeki insanların hepsi temelde aynı genetik bilgiye sahiptirler, ama bu genetik bilginin izin verdiği varyasyon potansiyeli sayesinde kimisi çekik gözlüdür, kimisi kızıl saçlıdır, kimisinin burnu uzun, kimisinin boyu kısadır.

Evrimciler ise, bir türün içindeki varyasyonları evrim teorisine delil olarak göstermeye çalışırlar. Oysa varyasyon evrime delil oluşturmaz, çünkü varyasyon, zaten var olan genetik bilginin farklı eşleşmelerinin ortaya çıkmasından ibarettir ve genetik bilgiye yeni bir özellik kazandırmaz.

Örneğin bir kedi türünü ne kadar kendi içinde türeterek zenginleştirmeye çalışırsanız çalışın, kediler hep kedi olarak kalacak, bunlar asla köpeklere dönüşmeyeceklerdir.


49 Davranışların Kökeni Evrim Değildir

clipimage002yf8
Zürafanın yaşayabilmesi için kalbinden iki metre yukarıdaki beynine kan göndermesi şarttır. Bunun içinse olağanüstü güçlü bir kalbe ihtiyacı vardır. Allah zürafayı tam ihtiyacı olan özelliklerde yaratmıştır.

Evrimciler tüm hayvanların ve insanların davranışında belirli bir evrimsel köken olduğunu kabul ederler. Fakat davranışların evrimi gibi bir açıklamanın gerçeklerle bağdaşan hiçbir yönü yoktur. Çünkü canlıların deneme yanılma yaparak öğrenecek, sonra bunları genlerinde bir davranış modeli olarak kaydedecek ve gelecek nesillere aktaracak akıl, şuur ve yetenekleri yoktur. Onlar yaşamlarını kurtaran savunma şekilleri, yuva kurma modelleri gibi davranış biçimlerine doğuştan sahip olurlar.

Allah her canlıyı kendine has özelliklerle ve davranış şekilleriyle yaratmaktadır. Örneğin bir kelebeğin hayatta kalabilmek için kendini daha iyi kamufle edebileceği kuru bir yaprak görünümüne sahip olmayı kendi kendine düşünüp, bunu vücudunda bir değişikliğe dönüştürmesi mümkün değildir. Ya da bir kunduzun akarsu yatağında suyun akışını kesecek kadar ileri derecede mühendislik hesapları gerektiren bir baraj inşa edebilmesi ve ilk doğduğu andan itibaren bunu yapabilmesi kuşkusuz öğrenme ile ya da doğal seleksiyon gibi bilinçsiz mekanizmalarla açıklanabilecek bir durum değildir. Canlılar, yaratıldıkları ilk andan itibaren kendilerini koruyabilecekleri birtakım özellik ve davranış biçimlerine sahip olarak doğarlar. Onlara bu özellikleri veren Allah'tır.


50 Darwinizm 20. Yüzyıla Felaket Getiren İdeolojilerin Temelidir

Darwinizm'in temelini "yaşam mücadelesi" kavramı oluşturur. Darwinizm'in diğer önemli iki özelliği ise, insanları bir hayvan türü olarak görmesi ve Allah'ı ve dini inkar eden felsefe ve ideolojilere sözde bilimsel bir zemin hazırlamasıdır. Darwinizm'in bu özellikleri, 20. yüzyılda vahşi kapitalizm, ırkçılık, öjeni, komünizm, faşizm gibi birçok tehlikeli ideoloji ve felsefeye destek sağlamış ve onları güçlendirmiştir.

Darwinizm'in bazı çevrelerden büyük destek görmesinin bir nedeni de budur: Bu sayede barbarca katliamlar yapanlar, insanlara hayvan gibi davrananlar, milletleri birbirlerine düşürenler, ırklarından dolayı insanları hakir görenler, haksız rekabetle küçük işletmeleri kapattıranlar, fakirlere yardım elini uzatmayanlar artık kınanmayacak veya engellenemeyecektir. Çünkü onlar bunu sözde "bilimsel" bir doğa kanununa uyarak yapmaktadırlar.

Darwinizm bu nedenle son derece tehlikelidir ve günümüzde de toplumlara ve insanlığa zarar getiren ideoloji ve felsefelerin birçoğuna sözde bilimsel bir destek sağlamaktadır. Darwinizm'in bilimsel olarak çürütülmesi bu nedenle büyük bir önem taşımaktadır.

ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
10 Ağustos 2006       Mesaj #5
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
TARİHÇE

Mitolojik insan tarihinde de rastlanıldığı gibi bir fenomenin ortaya çıkışında bileşenlerin değişime uğramaları ile ilgili süreç tanımının felsefi açıdan "evrim" kelimesi ile belirginleşmesi çok eskiye dayanır. Herhangi bir "sağlam ve doğru" biyolojik altyapısı olmasa da, Aristoteles'ten Konfüçyüs'e kadar bir çok önemli isim evrim kavramı konusunda yazmıştır. Ayrıca, evrim konusunda İbn'i Haldun ve İbn-i Sina farklı teoriler sunmuşlardır. 19. yüzyılda Lamarck, kazanılan karakterlerin kalıtımına dair bir hipotez öne sürmüş, fakat yaptığı deneyler bu hipotezin yanlış olduğunu göstermiştir. Ayni yüzyılda Charles Darwin, Galapagos Adanları'ndaki gözlemlerine dayanarak, evrimin mekanizmasını doğal seçilim'le açıklamıştır. Bugünkü modern evrimsel sentez Darwin'in bu teorisi üzerine kuruludur.
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
11 Ağustos 2006       Mesaj #6
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
ARAGEÇİŞ AÇMAZI

Eski Yunan'dan günümüze kadar materyalistler tarafından hayatın kökenine açıklama getirmek için kullanılan evrim düşüncesi, bilim dünyasına 19. yüzyılda Charles Darwin'in Türlerin Kökeni adlı kitabı ile girdi. 19. yüzyılda büyük bir tırmanış gösteren materyalist felsefeyi savunanlar, canlılığın nasıl ortaya çıktığı sorusuna cevap olarak evrim teorisini sahiplendiler ancak bu teorinin bilimsel dayanaklarını sorgulamadılar. Darwin de kitabında bazı biyolojik olgulardan hareketle çıkarımlar yapmak dışında, teorisini kanıtlayan somut bir bilimsel delil sunmuyordu; delillerin bulunmasını ise zamana bırakmıştı. Özellikle de teorisini destekleyeceğini umduğu fosillerin, gelecekte ortaya çıkarılacağını ileri sürmüştü.

Canlıları Allah'ın yarattığı gerçeğini inkar edenlerin, bilimsel zayıflığına rağmen, dört elle sarıldıkları evrim teorisi, kısa sürede bilim dünyasına hakim oldu. Bilimsel dergilerden okul kitaplarına kadar evrim teorisi bilimsel olarak ispatlanmış ve hayatın kökenine dair tek geçerli açıklama gibi insanlara anlatıldı. Teorinin yanlışlıklarını ve mantıksızlıklarını gösteren bilim adamları ise ya akademik kariyerlerine yönelik tehditlerle susturuldular ya da "dogmatik" veya "bilime karşı" olmakla suçlanarak etkisizleştirilmeye çalışıldılar. Materyalist ideolojilerin savunucuları, 150 yıl boyunca evrim teorisini ellerinde hiçbir delil olmadan, salt propaganda metodlarıyla kitlelere empoze ettiler.

Ancak 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren evrim teorisinin bilim dünyasında edindiği yer sallanmaya başladı. Paleontolojiden biyolojiye, anatomiden genetik bilimine kadar birçok bilim dalında yapılan gözlem ve deneyler, evrim teorisinin aleyhinde sonuçlar vermeye başladı. Evrimciler, bir anda kendilerini ve teorilerini yeni bilimsel bulgulara karşı savunur durumda buldular. 21. yüzyıla gelindiğinde, evrim teorisi tüm dünyada geniş çaplı tartışılan, itibarını büyük ölçüde yitirmiş, her an çöküşü beklenen bir teori haline geldi. Nature, Science, New Scientist, Scientific American gibi dünyaca ünlü bilim dergileri dahi, satır aralarında evrim teorisi ile ilgili şüphe ve sorunları daha sık dile getirir oldular.

Peki evrim teorisinin bir anda hızla çöküşüne neden olan bulgular nelerdi? Bunları üç ana başlık altında toplamak mümkündür:

1. Biyologlar, canlılığın son derece kompleks yapılardan oluştuğunu keşfettiler. Proteinlerin, DNA ve hücrenin indirgenemez kompleksliğe sahip olduğu, evrim teorisinin iddia ettiği gibi tesadüfen oluşmalarının imkansız olduğu anlaşıldı. Bu imkansızlıklar matematiksel olarak da hesaplandı.


clipimage001mn3
20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren elde edilen bilimsel bulgular, evrim teorisinin çöküşünü hazırlamaya başladı.


2. Evrimin mekanizmaları olarak öne sürülen doğal seleksiyon ve mutasyonların canlıları evrimleştirici güçleri olmadığı anlaşıldı. Doğal seleksiyon canlılara yeni bir genetik bilgi katmıyor, mutasyonlar ise genetik bilgiyi sadece tahrip ediyorlardı.

3. Fosil kayıtlarında evrimcilerin bulmayı umdukları, türlerin birbirlerinden evrimleştiklerinin delili sayılacak olan "ara geçiş formlarına" rastlanmadı. Canlı türleri fosil kayıtlarında aniden ve kendilerine özgün eksiksiz yapılarıyla ortaya çıkıyorlar ve fosil kayıtlarından kaybolana kadar hiçbir değişikliğe uğramıyorlardı.

Bu kitabın konusu, evrim teorisini çökerten üstteki bilimsel gelişmelerden üçüncüsü, yani fosil kayıtlarıdır.

Kitabı okumaya geçmeden önce şunu hatırlatmak gerekir ki, "ara geçiş formları'nın" fosil kayıtlarında olmayışı evrim teorisinin çöküşü için tek başına yeterlidir. Teorinin kurucusu Darwin de bu gerçeği kabul etmiş ve kitabında ara geçiş formlarının neden bulunmadığını sorguladıktan sonra, "belki de bu benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır."demiştir.

Gerçekten de bugün, Darwin'in evrim teorisine getirilen en büyük itirazlardan biri fosil kayıtları ile ilgilidir. Evrimciler dahi bulunan fosillerin yorumlanması hakkında kendi aralarında büyük ihtilaf içindedirler. Hayatın tarihine dair bilimsel bilgi edinebileceğimiz önemli bir kaynak olan fosiller, çok açık olarak evrim teorisini reddetmekte, canlılığın yeryüzünde aniden, hiçbir evrim yaşanmadan ortaya çıktığını, yani yaratıldığını göstermektedir.





Evrim Teorisinde Hiçbir Zaman Varolmayan Ara Geçiş Formları

Eğer dünyamızda gerçekten bir evrim süreci yaşanmış, yani canlı türleri tek bir ortak atadan kademeli olarak türemiş olsalardı, bunun kanıtlarını en açık olarak fosil kayıtlarında görebilirdik. Ünlü Fransız zoolog Pierre Grassé, bu konuda şunları söyler:
Doğa bilimciler unutmamalıdırlar ki, evrim süreci sadece fosil kayıtları aracılığıyla açığa çıkar… Sadece paleontoloji (fosil bilimi) evrim konusunda delil oluşturabilir ve evrimin gelişimini ve mekanizmalarını gösterebilir.
Bunun nedenini anlamak için, evrim teorisinin temel iddiasını kısaca gözden geçirmek gerekecektir:
Evrim teorisine göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir; önceden tesadüfen var olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde ortaya çıkmışlardır. Bu bilimdışı iddiaya göre, bitkiler, havyanlar, mantarlar, bakteriler hep aynı kaynaktan gelmişlerdir. Hayvanların 100'e yakın farklı filumu (yani yumuşakçalar, eklembacaklılar, solucanlar, süngerler gibi temel kategorileri) hep tek bir ortak atadan türemiştir. Teoriye göre bu gibi omurgasız canlılar zamanla (ve tesadüfen) omurga kazanarak balıklara, balıklar amfibiyenlere, onlar sürüngenlere, sürüngenlerin bir kısmı kuşlara, bir kısmı ise memelilere dönüşmüştür. Teoriye göre bu dönüşüm yüz milyonlarca senelik uzun bir zaman dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir. Bu durumda, iddia edilen uzun dönüşüm süreci içinde sayısız "ara tür"ün oluşmuş ve yaşamış olması gerekir.
Sözgelimi, geçmişte balık özelliklerini hala taşımalarına rağmen, bir yandan da bazı amfibiyen özellikleri kazanmış olan yarı balık-yarı amfibiyen canlılar yaşamış olmalıdır. Ya da sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde oldukları için, sakat, eksik, kusurlu canlılar olmalıdır. Örneğin bir sürüngenin ön ayakları her jenerasyonda bir parça daha kuş kanadına benzemelidir. Yüzlerce jenerasyon boyunca bu türün ne tam ön ayakları ne de tam kanatları olacak, yani bu canlı sakat ve kusurlu olarak yaşayacaktır. Evrimcilerin geçmişte yaşamış olduklarına inandıkları bu teorik canlılara "ara geçiş formu" adı verilir.

clipimage001vs4
Charles Darwin


Eğer gerçekten bu tür canlılar geçmişte yaşamışsa, bunların sayılarının ve türlerinin milyonlarca hatta milyarlarca olması, fosillerine de dünyanın dört bir yanında rastlanması gerekir. Bu gerçeği Darwin de kabul etmiş ve neden birçok ara geçiş formu olması gerektiğini şöyle açıklamıştı:
Tüm yaşayan türler, her gcinste yer alan atasal türleriyle, bugün yaşamakta olan türlerin evcil ve vahşi varyasyonları arasındaki farktan daha büyük olmayan farklarla bağlantılı olmalıdırlar.
Darwin'in kastettiği şudur: Günümüzde yaşayan bir canlı türünün varyasyonları (örneğin cins bir köpek ile bir sokak köpeği) arasında ne kadar az fark varsa, "evrim süreci" içinde birbirini izlediği iddia edilen "ata" ve "torun"lar arasında da o kadar az fark olmalıdır.
Dolayısıyla, Darwin'in de belirttiği gibi evrim, eğer gerçekten var olsaydı, "çok küçük kademeli değişimlerle" ilerleyecekti. Mutasyona uğrayan bir canlıdaki değişiklik çok küçük olacaktı. Ayakların kanatlara, solungaçların akciğerlere, yüzgeçlerin ayaklara dönüşmesi gibi büyük değişimlerin meydana gelebilmesi için milyonlarca küçük değişimin yine milyonlarca yıl içinde birikmesi gerekecekti. Bu süreç ise, milyonlarca ara form oluşmasına neden olacaktı. Darwin bu açıklamasından sonra şu sonuca varmıştır:
Yaşayan veya soyu tükenmiş tüm türler arasındaki ara ve geçiş bağlantılarının sayısı inanılmaz derecede büyük olmalıdır.
Darwin kitabının başka bölümlerinde de aynı gerçeği dile getirmiştir:
Eğer teorim doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara geçiş çeşitleri mutlaka yaşamış olmalıdır... Bunların yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil kalıntıları arasında bulunabilir.
Ancak bu satırları yazan Darwin, bu ara formların fosillerinin bir türlü bulunamadığının da farkındaydı. Bunun teorisi için büyük bir açmaz oluşturduğunu görüyordu. Bu yüzden, Türlerin Kökeni kitabının "Teorinin Zorlukları" (Difficulties on Theory) adlı bölümünde şöyle yazmıştı:
Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz... Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır.

clipimage001hl7
1. sutun: Fosilleri olan kusursuz canlılar
2. Hiç varolmamış, sadece Evrimcilerin hayallerinde yaşayan arageçiş canlıları
3. fosilleri olan kusursuz canlılar

Eğer evrim teorisi doğru olsaydı, fosil kayıtlarında, bu resimlerde olduğu gibi, tam oluşmamış, iki türe ait farklı özellikler taşıyan, garip canlıların fosilleri bulunmalıydı. Ancak fosil kayıtlarında bu özelliklerde tek bir canlıya bile rastlanmamıştır.


Darwin'in bu büyük açmaz karşısında öne sürdüğü tek açıklama ise, o dönemdeki fosil kayıtlarının yetersiz olduğuydu. Fosil kayıtları detaylı olarak incelendiğinde, kayıp ara formların mutlaka bulunacağını iddia etmişti.

Ancak 150 yıldır yapılan fosil araştırmaları Darwin'in ve onu izleyen evrimcilerin boş yere umutlandıklarını göstermiş ve bir tek ara geçiş formuna ait fosil bulunamamıştır. Günümüzde dünyanın her yerinde, binlerce müzede ve koleksiyonda 100 milyonu aşkın fosil bulunmaktadır. Bu fosillerin hepsi birbirlerinden kesin hatlarla ayrılan, özgün yapılara sahip türlere aittir. Evrimcilerin ümitle aradıkları yarı balık-yarı amfibiyen, yarı dinozor-yarı kuş, yarı maymun-yarı insan ve benzeri canlıların fosillerine kesinlikle rastlanmamıştır.


clipimage001oo6



John Hopkins Üniversitesi'nden profesör S. M. Stanley bir evrimci olmasına rağmen bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Bilinen fosil kayıtları kademeli evrim ile uyumlu değildir ve hiçbir zaman olmamıştır... Paleontologların çoğunluğu, delillerinin Darwin'in bir türün değişimine götüren çok küçük, yavaş ve giderek biriken değişiklikler üzerine yaptığı vurguyla çelişir durumda olduğunu hissetmiştir... Onların hikayeleri de örtbas edilmiştir.
Amerikan Doğa Tarihi Müzesi'nden paleontolog Niles Eldredge ve antropolog Ian Tattersall ise fosil kayıtlarının evrim teorisine karşı geldiğini şöyle açıklarlar:
Kayıtlardaki sıçramalar ve tüm deliller kayıtların gerçek olduğunu gösteriyor: Gördüğümüz boşluklar - yapay bir fosil kaydının yapısını değil, yaşamın tarihindeki gerçek olayları yansıtmaktadır.

clipimage001gx4
resim :1- Çuha çiçeği fosili
resim:2- Günümüzde yaşayan çuha çiçeği
resim:3- 2 milyon yıllık amber içinde karınca fosili ve üstünde günümüzdeki karınca
resim:4 Birkaç milyon yıllık Akçaağaç yaprağının fosili ve günümüzdeki Akçaağaç yaprakları.
resim:5 Zeminde, bugüne kadar bulunan en eski çiçekli bitki fosili
resim:6 Fosil kayıtlarında, milyarlarca yıl önce yaşamış olan bakterilerden karıncalara, yapraklardan kuşlara kadar birçok canlıya ait fosil bulunmasına rağmen, hayali ara geçiş formlarına ait bir tek fosil dahi bulunmamıştır.

Bu evrimci bilim adamlarının da belirttikleri gibi yaşamın gerçek tarihini fosil kayıtlarında görmek mümkündür ve bu tarihte ara geçiş formları yoktur.
Başka bilim adamları da ara geçiş formlarının bulunmadığını kabul etmektedirler. Örneğin Indiana Moleküler Biyoloji Enstitüsü Müdürü Rudolf A. Raff ve Indiana Üniversitesi'nden araştırmacı Thomas C. Kaufmann şöyle demektedir:
Fosil türleri arasında ataların ya da ara geçiş formlarının eksikliği, erken metazoan (çok hücreli hayvan) tarihinin garip bir özelliği değildir. Bu boşluklar geneldir ve tüm fosil kayıtları boyunca hakimdir.
Fosil kayıtlarında milyarlarca yıl önce yaşamış olan bakterilerin dahi fosilleri korunmuştur. Buna rağmen, hayali ara geçiş formlarına ait tek bir tane bile fosilin bulunamamış olması dikkat çekicidir. Karıncalardan bakterilere, kuşlardan çiçekli bitkilere kadar birçok canlı türünün fosilleri mevcuttur. Soyu tükenmiş canlıların dahi fosilleri o kadar kusursuzca korunmuştur ki, günümüzde görmediğimiz bu canlıların nasıl bir yapıya sahip olduklarını anlamamız mümkün olabilmektedir. Bu kadar zengin fosil kaynaklarının içinde, bir tane dahi ara geçiş formunun bulunmaması ise, fosil kayıtlarının eksikliğini değil, evrim teorisinin geçersizliğini gösterir.


Evrim Teorisinin Savunduğu Ara Geçiş Formları Nasıl Olmalı

İlerleyen bölümlerde, evrimcilerin ara form olduğunu iddia ettikleri canlıları inceleyecek ve bunların gerçekte ara formlar olmadıklarını, bir türe ait tam özelliklere sahip, özgün, mükemmel ve kusursuz canlılar olduklarını göreceğiz. Ancak bundan önce, evrim teorisinin iddiasına göre gerçek ara formların nasıl olmaları gerektiğini incelemekte fayda bulunmaktadır.

Öncelikle evrime göre bir ara form nasıl oluşacaktır, onu tekrar hatırlayalım. Mutasyonlar, yani radyasyon, kimyasal etkenler gibi nedenlerle bir canlının DNA'sında meydana gelen değişiklikler, o canlıda bazı değişikliklere neden olur. Evrim teorisinin iddiasına göre, bir canlı türü jenerasyonlar boyunca bazı mutasyonlara maruz kaldığında, başka bir türe dönüşebilir. Teoriye göre doğal seleksiyon, mutasyonlardan "yararlı" olanları seçer, biriktirir ve böylece uzun zaman içinde yeni biyolojik yapılar oluşturur. Evrim teorisinin türlerin oluşumu ile ilgili iddiasının özeti bu şekildedir.

Ancak, mutasyonlar rastgele meydana gelirler ve çoğunlukla canlıya zarar verirler. Zarar vermediklerinde ise canlı üzerinde bir etkileri olmaz. Mutasyonların bugüne kadar faydalı oldukları tek bir durum dahi tespit edilmemiştir. Dolayısıyla mutasyonların, canlıya yarar sağlaması mümkün değildir. Özellikle de bir canlı türünü en baştan alıp, bilinçli bir şekilde, o canlının şeklindeki düzgünlüğü, fonksiyonlarındaki kusursuzluğu bozmadan, canlının yaşama koşullarını zorlaştırmadan o canlıyı aşama aşama başka özelliklerle inşa etmesi imkansızdır. Örneğin mutasyonlar rastgele ve bilinçsiz oldukları için, denizden karaya çıkacak bir balığa bir kerede akciğer inşa edemezler. Veya bu canlının yüzgeçlerini bir kerede veya makul aşamalarla karada onun ağırlığını taşıyabilecek, yalpalamadan rahat bir şekilde yürüyebileceği ayaklara dönüştüremezler. Mutasyonlar sonucunda solungaçlarla akciğer, yüzgeçlerle ayaklar, pullarla tüyler, ayaklarla kanatlar, dört ayaklı duruş ile iki ayaklı duruş, eğik iskeletle dik duran iskelet arasında hep çok bozuk, birçok anormallik ve şekil bozukluğu taşıyan, gerçek anlamda sakat, günümüzdeki tam türlerle hiçbir ilgisi olmayan, "deforme", garip şekilli yapılar ortaya çıkacaktır.

Ayrıca unutmamak gerekir ki, evrimcilerin iddia ettiği bu hayali değişim milyonlarca yıl süreceği için, bu tür bozuk, sakat ara formların sayısının tam türlerden çok daha fazla olması ve fosil kayıtlarında da en sık bu tür deforme canlılara rastlanması gerekir. Çünkü evrimcilerin iddialarına göre, günümüzde gördüğümüz her tür ve bu türlerin sahip oldukları her yapı, en ince ayrıntısına kadar, göz çukurlarından el bileklerine, parmakları oluşturan küçük kemik parçalarından kafatasının şekline, kaburgaların kafes şeklinden omurganın sayısına kadar tesadüfi mutasyonlar sonucunda aşama aşama meydana gelmiştir. O zaman bir canlı türü oluşana kadar o canlı türünün her organı, her uzvu, her parçası aşama aşama şekillenmiş demektir.



clipimage001vf9
Evrim teorisinin iddiasına göre, canlı türleri birbirlerinden küçük değişimlerle türemişlerdir. Evrimcilerin bu iddiaları doğru olsaydı, resimdeki gibi ara geçiş canlılarının fosil kayıtlarında bulunması gerekirdi. Ancak bu tür canlılardan eser yoktur.


clipimage001au1
resim:1-4 Evrimcilere göre olması gereken -ama var olmayan- bozuk ara formlar
resim: 5 Milyonlarca örneğine rastladığımız tam bir ayak formu


Örneğin kafatasını ele alalım. Günümüzde gördüğümüz ve geçmişte yaşayıp fosil kayıtlarında bulduğumuz tüm canlıların çok kusursuz, pürüzsüz, simetrik, hiçbir deformasyonu olmayan kafatasları vardır. Oysa evrimcilerin iddialarına göre ilk kusursuz kafatası oluşana kadar, kafatası birçok bozuk aşamadan geçmiş olmalıdır. Örneğin simetrik bir görünüm alana kadar birçok asimetrik şekil almalıdır; sağa doğru daha çok kaymış, çenesi sağa veya sola doğru kayık, burnu sağ yanağına yakın, kulakları yanağına veya daha geriye doğru, diğer taraftaki kulağı ise tam aksi yönde, göz çukurlarının biri daha üstte, diğeri daha sola doğru ve bunlar gibi milyonlarca bozuk form oluşmalıdır. Veya bu kafataslarının bazılarında işe yaramayan, gereksiz kemikler çıkmalı, birkaç jenerasyon sonra bu kemikler işe yaramadıkları için yok olmalıdırlar. Oysa fosil kayıtlarında hiç böyle canlılar yoktur. Hepsinin kafatasları günümüzdeki canlıların kafatasları gibi düzgün, simetriktir. Göz, kulak, burun gibi organlar için ayrılan boşluklar da yine simetrik ve son derece düzgündür.


clipimage001vg5
EVRİMCİLERE GÖRE OLMASI GEREKEN HAYALİ ARA FORMLAR
Evrimciler Canlıların Aşama Aşama Bugünkü Hallerini Aldıklarını Öne Sürerler. Ancak Buradaki Gibi Sözde Ara Formların Tek Bir Örneğine Rastlanmamıştır.
en üstte, resim1-5: hayali yusufçuk ara formlarıte, resim6-Kusursuz Tasarımıyla Günümüze Ait Bir Yusufçuk.resim7- Yaklaşık, 355-295 Milyon Yıllık Yusufçuk Fosili, Günümüzdekiyle Tıpatıp Aynı.Fosil kayıtlarında bulunan canlılar hep kusursuz ve tamdırlar. ortada, resim1-4 hayali kuş fosili, resim5 tam bir kuş fosili, en altta,resim1-5 hayali kaplan formu, resim 6: tam bir kaplan ,Hiçbiri bu resimlerde görüldüğü gibi ara aşamada değildir. Bu gerçek, evrimin hiçbir zaman yaşanmadığının önemli bir delilidir.



clipimage001xb2
Çerçeve içindekiler gibi, bilinen tüm insan kafatasları, simetrik, düzgün ve tamdır. Çerçevesiz olarak görülen ve özel olarak yapılmış, bozuk, asimetrik kafataslarına ise -evrimcilerin beklentilerinin tersine-fosil kayıtlarında hiç rastlanmamaktadır.


Fosil kayıtlarında bu tür bozuk yapı ve organlardan, garip ara türlerden ne kadar çok bulunması gerektiğini daha iyi görebilmek için, evrimcilerin tesadüf kavramı üzerinde biraz daha durmak gerekir. Evrim teorisine göre, bu ara formlar tamamen bilinçsizce, tesadüfen oluşmaktadırlar. Örneğin bir canlının yaşadığı bölgede tesadüfen mutasyona sebep olacak bir olay meydana gelmekte, bu olay canlının genetik yapısını etkilemekte ve canlıda birtakım değişiklikler ortaya çıkmaktadır. Ancak, bu mutasyon canlının genetik yapısının tamamını da değiştirmemektedir. Örneğin ellerini, kollarını etkilerken, kafatası aynı kalabilmektedir. Yani mutasyon hangi genlerine isabet ederse, o genlerin kontrol ettiği organ veya yapılarda bir değişiklik olmaktadır. Bu gerçekleşmesi hiçbir şekilde mümkün olmayan bir hayalden başka bir şey değildir.



clipimage001xx4
1-Fosil Kayıtlarında Bulunmayan Hayali Antilop Ara Formu
2-Antiloba Ait Düzgün Bir Kafatası
3- Tam, Simetrik Ve Kusursuz Boynuzlara Sahip Bir Antilop
Eğer canlılar evrimcilerin iddia ettikleri gibi tesadüfi mutasyonlar sonucunda meydana gelseydi, örneğin bir gergedanın veya geyiğin boynuzları ve kafatası oluşana kadar, arada sayısız biçimsiz, deforme, garip görünümlü kafatası ve boynuz şekli oluşacaktı. Bunların da mutlaka fosil kayıtlarında görülmesi gerekirdi. Ancak fosil kayıtlarında bulunan tüm kafatasları ve boynuzlar, eksiksiz ve kusursuzdurlar.


Bilindiği gibi canlıların sahip oldukları tüm özellikler DNA'larındaki bilgide saklıdır. DNA ise, milyarlarca harften oluşan bir bilgi bankası gibidir. Bu harflere isabet eden rastgele mutasyonlar, bu bilgiyi daha mükemmel hale getiremez, çünkü bu mutasyonlarda bilinç yoktur. Dolayısıyla mutasyonlar DNA'daki kusursuz bilgiyi hep bozacaklardır.

Bilinçsizce meydana gelen mutasyonlar en baştan kusursuz, mükemmel bir yapı oluşturamazlar. Hep bozuk, yamuk, eksik, kusurlu yapılar meydana getirirler. Sözgelimi eller de evrim teorisinin iddiasına göre rastgele mutasyonların bir eseridir. Ancak rastgele meydana gelen mutasyonlar hem estetik, hem en kullanışlı, hem de cisimleri en kusursuz şekilde tutma, kavrama ve hissetme yeteneğine sahip eller oluşturamazlar.

En mükemmele gelene kadar (ki bunu başarmaları imkansızdır) arada milyonlarca bozuk el, kol, ayak, bacak inşa etmeleri gerekir. Örneğin her bir parmağın uzunluğu bugünkü şekline gelene kadar milyonlarca aşamadan geçecektir. Evrimcilerin iddialarına göre kör tesadüfler, parmakları bileklerden, kolun orta kısmından, elin üstünden, avuçlardan çıkartacak, onları yanyana dizene kadar her jenerasyonda birçok sıralama deneyecektir. Nasıl ki elinizde harflerin yazılı olduğu pulları rastgele yere atsanız, bunların belli bir sırada dizilip, anlamlı bir cümle, hatta bir kelime oluşturmalarını bekleyemezseniz, tesadüfen meydana gelen mutasyonların el veya ayak parmaklarını, bacak ve kol kemiklerini de en düzgün, en kullanışlı, en estetik sırada dizmelerini bekleyemezsiniz.

Örneğin ayak kemikleri insanın en ideal ve en az yorularak yürüyebileceği ve vücudun ağırlığını en az hissedebileceği şekilde özel olarak tasarlanmışlardır. Ayak tabanındaki kavis, vücut ağırlığına karşı kemiklere destek verme özelliğine sahiptir. Bu nedenle bu kavisten yoksun olan düz tabanlılar yürüme zorluğu çekerler. Evrimci iddiaları doğru kabul etmemiz durumunda, ayak kemiklerinin bu ince detaylara sahip olana kadar geçireceği evreler sayısızdır. O zaman fosil kayıtlarında da bu evrelerin hiç olmazsa birkaç tanesine rastlamak gerekir. Oysa, fosil kayıtlarında yarım evreler değil, her zaman tam ve kusursuz ayaklar bulunmaktadır.

Evrimcilerin iddialarına göre fosil kayıtlarında evrelerine rastlanması gereken bir başka yapı ise bozuk omurgadır. Omurga, "omur" denilen 33 küçük yuvarlak kemiğin birbirinin üzerine dizilmesiyle oluşur ve insan için hayati bir önem taşır. Vücudun üst kısmının tüm ağırlığını omurga taşır. Omurganın "S" şeklindeki kıvrımlı yapısı, üzerindeki yükün eşit dağıtılmasını sağlar. Yürümek için atılan her adımda, vücut ağırlığı nedeniyle yerden vücuda doğru bir tepki kuvveti gelir. Bu kuvvet, omurganın sahip olduğu amortisörler ve "kuvvet dağıtıcı" kıvrımlı şekli sayesinde vücuda zarar vermez. Eğer tepkiyi azaltan amortisörler ve kıvrımlı özel yapı olmasa, atılan her adımda, ortaya çıkan kuvvet direkt olarak kafatasına iletilirdi ve omurganın üst ucu, kafatası kemiklerini parçalayarak beynin içine girerdi. Böyle bir durumda ise, insan soyunun devamı mümkün olamayacaktı.



clipimage001dz0
Eğer Evrim Teorisi doğru olsaydı, resimlerde gördüğümüz bozuk, biçimsiz, garip el ve kol yapılarına fosil kayıtlarında sıkça rastlamamız gerekirdi. Ancak bilinen tüm el ve kol formları, son derece işlevsel ve düzgündür.


İnsanın sözde atası olarak gösterilen tüm omurgalıların da omurgası yine son derece düzgündür. Bilinen en eski omurgalılar olan Kambriyen devri balıklarının, onlardan sonra ortaya çıkan balıkların veya kara omurgalıların tümü, düzgün ve kendilerine özgü omurga yapılarına sahiptirler ve aralarında hiçbir ara form yoktur.


clipimage001cb4
resim:1-4 Fosil kayıtlarında bulunmayan, hayali, bozuk, biçimsiz ayak kemiği yapıları.
Hayali , bozuk ayak kemiği yapıları, insanın yürümesine hatta dengeli olarak ayakta durmasına engel teşkil edecek biçimdedir. Ancak bilinen tüm ayak kemiği fosilleri en idieal tasarıma sahiptir ve bu tür anormalliklere rastlanmaz.
resim:5 İnsana ait düzgün ayak kemiği


clipimage001wv3
resim 1-3 hayali bozuk omurga şekilleri
resim 4: Orijinal insan omurgası, son derece düzgündür ve vücudu esnek olarak ayakta tutacak en ideal tasarıma sahiptir. Evrimcilere göre ara form olarak olması gereken bozuk omurga şekillerine ise hiç rastlanmamaktadır.


Evrim teorisinin iddiasına göre, tesadüfler bu mükemmel omurgaları oluşturana kadar yüzbinlerce ara omurga formu üretmelidirler. Örneğin "S" biçimli kıvrık yapıyı oluşturana kadar birçok farklı ara şekil oluşacaktır, ta ki omurga beyni parçalamayacak bir şekil alana kadar. İnsan omurgasının 33 parçası da bir anda oluşmayacak, binlerce jenerasyon boyunca adım adım inşa edilecektir. Elbette ki bu adım adım gelişim fosil kayıtlarında da iz bırakacak, 2 omurlu, 5 omurlu, 12 omurlu yapılara sahip fosiller bulunacaktır. Ancak, fosil kayıtlarındaki omurgalar hep o canlı için en mükemmel, en uygun olan yapı ve özelliklere sahiptirler. Şekilleri ve yapıları itibariyle kusurlu, eksik, tamamlanmamış değildirler, aksine en mükemmel yapıdadırlar. Yani aşağıdaki çizimlerde görülen ara omurga yapılarına fosil kayıtlarında hiç rastlanmamıştır.



clipimage001hh5
resim1-5: Eğer evrimcilerin iddia ettiği gibi aşama aşama bir gelişim yaşanmış olsaydı; yukarıdaki gibi 2 omurdan ya da 5 omurdan oluşan omurgalar bulunması gerekirdi. Ancak fosil kayıtlarında bu tür örneklere hiç rastlanmaz. Aksine bilinen tüm omurga yapıları, bugünkü mükemmel formlarına sahiptir.
resim6: gerçek omurga





clipimage001sv1
Evrimcilerin ara geçiş formu olduğunu iddia ettikleri canlılar gerçekte, tam ve kusursuz yapılara sahip canlı türleridir. Bu canlıların ara form özellikleri bulunmamaktadır.
resim 1:150 milyon yıllık Archæopteryx fosili
resim 2: Evrimcilerin ara form olduğunu iddia ettikleri solda çizimi görülen Archæopteryx'in, bugün tam bir uçucu kuş olduğu kanıtlanmıştır.
resim 3: Günümüzde halen yaşayan C¶lacanth, tam bir balıktır.
resim 4: 410 milyon yıllık C¶lacanth fosili




clipimage001ss3
Gökleri ve yeri hak ile yarattı: O, şirk koştukları şeylerden yücedir. İnsanı bir damla sudan yarattı, buna rağmen o, apaçık bir düşmandır. Ve hayvanları da yarattı; sizin için onlarda ısınma ve yararlar vardır ve onlardan yemektesiniz.Akşamları getirir, sabahları götürürken onlarda sizin için bir güzellik vardır.(Nahl Suresi,3-6)

Fosil kayıtlarında tüm canlılar hep en mükemmel halleriyle ve tam olarak vardır. Evrimcilerin ara geçiş formu olarak öne sürdükleri canlılar da, önceki sayfalarda belirtilen ara form özelliklerini göstermemektedir. Bunların her biri tüm özellikleri açısından tamdır, ara aşamada olan, eksik hiçbir organ veya yapıları bulunmamaktadır. Kafatasları, omurgaları, el ve ayak yapılarında hiçbir yarım, noksan kalmış özellik yoktur. Tüm canlılar kusursuz halleriyle mevcuttur.

Örneğin yusufçuğun, baykuşun, balıkların, sincapların öncesinde, yeryüzü tabakalarında biraz yusufçuğu andıran, biraz baykuşa benzeyen, ama bir yandan da başka canlılara ait yarım özellikler taşıyan, garip canlıların fosilleri kesinlikle bulunmamaktadır. Tüm bu gerçekler bize göstermektedir ki, evrim teorisinin "milyonlarca yıl içinde aşama aşama gelişen canlılar" iddiası tamamen bir hayal ürünüdür. Yaklaşık 1.5 asırdır dünyanın her yerinde evrimcilerin çalışmalarına ve delil arayışlarına rağmen, bu iddiayı destekleyecek tek bir delil bugüne kadar bulunamamıştır.

ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
11 Ağustos 2006       Mesaj #7
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
DOGAL SECILİM



1831-1836 yılları arasında, Darwin dünyanın farklı bölgelerine, işi gereği, seyahat ederek geçirmiştir. Geçirdiği bu yıllarda aklında bir tür evrim kuramı şekillenmeye başlamıştır. Farklı bölgelerde geçen 3 yıl sonunda, evrim teorisine en çok katkıda bulunacak yer olan Galapagos Adalarına varmıştır. Darwin bu adalardaki doğal yaşamı ve canlıları, Güney Amerika'dakiler (anakara) ile kıyaslamış ve o dönem için şaşırtıcı bazı bağlantıları keşfetmiştir. Burada geçirdiği dönem sonunda "başarılı nesillerin sonunda, değişimler yüzünden, yeni bir türün yavaşça hali hazırdaki bir türden gelişerek oluştuğu" kanısına vardı. Doğal seleksiyon adını verdiği bir işlem sonucunda bu değişimlerin ortaya çıktığına inanıyordu:

Darwin'in bu teorisi 3 ana temel üzerine oturmuştur:
  • Bir canlı popülasyonunda çeşitli karakteristikler mevcuttur ve bu değişken karakteristikler popülasyondaki bireyler tarafından yeni doğanlara aktarılır.
  • Canlılar ölenlerin yerine geçecek sayıdan daha fazla yavrularlar.
  • Ortalamada popülasyon rakamları genelde sabit kalır, hiçbir popülasyon sonsuza kadar büyüme göstermez.
Bu temellere göre Darwin, her popülasyonda bir çok bireyin hayatta kalamadığı, kurtulamadığı veya üreyemediğini belirtmiştir. "Varolma mücadelesi"nde sınırlı bir çok kaynak için ve mevcut riskler (yırtıcı hayvanlar vb) yüzünden popülasyonun her bireyi bir diğeriyle yarışmaktadır. Bu varolma mücadelesinde, ortama en iyi adapte olabilmiş bireyler seçici bir avantaja sahip olmaktadır ve daha çok yaşamakta ve daha çok üreyebilmektedir.


Türlerin Kökeni


20 yıldan daha fazla bir süre, Darwin düşünceleri için delil topladı. 1858'e kadar fikirlerini yayımlamaktan kaçındı. Fakat 1858'de, Alfred Russel Wallace, Darwin'e Darwin'in düşüncelerine çok benzer bir evrim teorisi fikrini mektupla yollayınca, Darwin düşüncelerini kamuya sunmak istedi. Daha sonra Darwin ve Wallace evrim teorisi ve doğal seleksiyon üzerine beraberce bir tez yazıp yayımladılar. Yine de, özellikle 1859'da yayımladığı ünlü kitabı "On The Origin of Species by Means of Natural Selection or the Preservation of Favoured Races in the Struggle for Life" sayesinde Darwin'in adı Wallace'dan çok daha fazla duyuldu. Darwin'in bu kitabı daha sonra biyoloji tarihinin en etkili ve önemli kitaplarından olmuştur.
Son düzenleyen ener; 22 Eylül 2011 11:23 Sebep: Açık linkler kapatıldı.
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
11 Ağustos 2006       Mesaj #8
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
Darwinizm'e Paleontolojik Reddiye: Kambriyen Patlaması

Darwinizm, canlılığın tek bir ortak atadan geldiğini ve küçük değişimlerle farklılaştığını öne sürmektedir. Bu durumda, canlılığın, ilk başta birbirine çok benzer ve basit formlarda ortaya çıkmış olması gerekir. Yine aynı iddiaya göre, canlıların birbirlerinden farklılaşmaları ve kompleksliklerinin artması da, çok uzun zamanlar içinde olmalıdır.

Kısacası Darwinizm'e göre, canlılık tek bir kökten gelen, ancak sonra dallara ayrılan bir ağaç gibi olmalıdır. Nitekim bu varsayım Darwinist kaynaklarda ısrarla vurgulanır ve "hayat ağacı" (tree of life) kavramı sık sık kullanılır. Bu hayat ağacına göre, canlılar arasındaki en temel sınıflandırma birimi olan ve hayvanları vücut planlarına göre sınıflandıran filumların da, kademe kademe ortaya çıkmış olması gerekir.

Darwinizm'e göre önce küçük ve daha basit formlarda türler oluşmalı ve bunlar zaman içinde bir filumu oluşturmalı ve sonra diğer filumlar küçük küçük değişimlerle ve uzun zaman dilimleri içinde yavaş yavaş belirmelidir. Darwinizm'in bu varsayımına göre, hayvan filumlarının sayısında da kademeli bir artış yaşanmış olmadır.

Ancak fosil kayıtları Darwinizm'in bu öngörülerinin doğru olmadığını göstermektedir. Evrimci iddiaların tam aksine havyanlar, ilk ortaya çıktıkları dönemden itibaren birbirlerinden çok farklı ve çok komplekstirler. Bugün bilinen tüm hayvan filumları ve hatta çok daha fazlası yeryüzünde aynı anda, Kambriyen devri olarak bilinen jeolojik dönemde ortaya çıkmışlardır.

Canlılığın bilinen tüm hayvan filumları ile ortaya çıktığı Kambriyen devri, 570-505 milyon yıl önce yaşanmış 65 milyon yıllık bir jeolojik dönemdir. Ancak bilinen tüm filumların tamamına yakınının hep birlikte ortaya çıktıkları zaman dilimi, Kambriyen devrin daha küçük bir bölümüdür ve bunun en fazla 10 milyon yıl olduğu hesaplanmaktadır. Bu, jeolojik anlamda çok kısa bir zaman dilimidir.

Bu kadar kısa bir zamanda canlılığın tüm çeşitliliği, tüm farklı vücut planları ile birlikte aniden ortaya çıkması, Darwinizm'in beklentisinin tam aksidir. Kambriyen devrinde ortaya çıkan filumların bir kısmının sonradan soylarının tükenmesi ve bir daha da yeni filum belirmemesi ise bu çelişkiyi daha güçlendirmektedir: Canlılık evrimcilerin iddia ettikleri gibi, giderek genişleyip, çeşitlenmemekte, aksine çok çeşitli başlayıp giderek daralmaktadır.



clipimage001yg7
545 milyon yıllıktrilobit fosili



Darwinizm'in dünya çapındaki en önemli eleştirmenlerinden biri olan Berkeley, California Üniversitesi profesörü Philip Johnson, paleontolojinin ortaya koyduğu bu gerçeğin, Darwinizm'le olan açık çelişkisini şöyle açıklamaktadır:

Darwinist teori, canlılığın bir tür "giderek genişleyen bir farklılık üçgeni" içinde geliştiğini öngörür. Buna göre canlılık, ilk canlı organizmadan ya da ilk hayvan türünden başlayarak, giderek farklılaşmış ve biyolojik sınıflandırmanın daha yüksek kategorilerini oluşturmuş olmalıdır. Ama hayvan fosilleri bizlere bu üçgenin gerçekte başaşağı durduğunu göstermektedir: Filumlar henüz ilk anda hep birlikte vardır, sonra giderek sayıları azalır.


clipimage001le2
British Columbia'da (Kanada) bulunan Burgess Shale fosil yataklarının bulunduğu bölge, resim1: Kadife tırtıl, resim2:Karides benzeri trilobit, resim3:Hyolithid, resim4Msn Confusedert dikenli kurtçuk, resim5:Tüylü kurtçuk,resim6:Batrak benzeri organizma


Philip Johnson'ın belirttiği gibi, filumların kademeli olarak oluşması bir yana, tüm filumlar bir anda var olmuşlar; hatta ilerleyen dönemlerde bazılarının soyu tükenmiştir. Kambriyen öncesi (Prekambriyen) dönemde sadece tek hücreli canlıların ve basit çok hücrelilerin oluşturduğu üç farklı filum vardır. Kambriyen döneminde ise, 60-100 arasında farklı hayvan filumu bir anda ortaya çıkmıştır. İlerleyen dönemde ise bu filumların bir kısmının soyları tükenmiş, günümüze kadar sadece bazı filumlar ulaşmıştır.

Bilim yazarı Roger Lewin, Darwinizm'in, hayatın tarihi hakkındaki tüm varsayımlarını çökerten bu olağanüstü durumdan şöyle söz eder:

"Hayvanların tüm tarihindeki en önemli evrimsel olay" olarak tanımlanan Kambriyen Patlaması, daha sonra da varlıklarını koruyacak olan bütün temel vücut formlarını (filumları) ortaya koymuştur. Bunların bir kısmının daha sonra soyları tükenmiştir. Bazı tahminler, şu anda var olan 30 farklı hayvan filumu ile karşılaştırıldığında, Kambriyen Patlamasının yaklaşık 100 kadar farklı filumu ortaya çıkardığı yönündedir.

Paleontologlar James Valentine, Stanley Avramik, Philip Signor ve Peter Sadler ise Kambriyen Patlaması için şu yorumda bulunurlar:
Fosil kayıtlarında açıkça en dikkate değer olay, Kambriyen'in başlangıcında günümüzde yaşayan veya soyu tükenmiş olan birçok filumun aniden ortaya çıkması ve çeşitlenmesidir. Bu daha önce tahmin edilenden daha ani ve geniş kapsamlıdır.

Darwin, Türlerin Kökeni'ni yazarken, Kambriyen'de aniden ortaya çıkan zengin canlı çeşitliliğinin farkındaydı. Henüz bugünkü kadar açık bir biçimde ortaya çıkmış olmasa da, Kambriyen devrindeki olağanüstü durum fark edilmişti ve Darwin bunu teorisi için büyük bir "güçlük" olarak görüyordu. Türlerin Kökeni'nde şöyle yazmıştı:

Çok daha ciddi bir şekilde ortaya çıkan ilişkili bir problem daha vardır ki, bu da hayvanlar aleminin temel sınıflarına ait türlerin bilinen en aşağı tabakalardaki fosil kayalarında aniden ortaya çıkmasıdır...

Darwin, Kambriyen'de aniden ortaya çıkan canlıları evrimsel açıdan açıklamanın tek yolu olarak Kambriyen öncesi dönemi görüyordu. Eğer Kambriyen öncesi devirde de çok sayıda, birbirinden farklı ve kompleks canlı grubu varsa, o zaman bunların Kambriyen canlılarının ataları olduğunu iddia edecekti. Darwin şöyle demişti: "Eğer teori doğruysa, en alt Kambriyen tabakası tortu bırakmadan önce, yeryüzünün canlılarla dolup taştığı çok uzun bir süre geçmiş olması kaçınılmazdır." Darwin, Kambriyen öncesinde hiçbir canlı kalıntısı bulunmaması ihtimaline karşı ise, yeryüzündeki fosil kayıtlarının yetersiz olduğunu, yaşlı tabakaların aşırı sıcak ve basınç nedeniyle fosilleri yok ettiğini öne sürdü.

Darwin, yetersiz araştırmalara güvenerek, Türlerin Kökeni'nde bu tür bahaneleri sıralamıştı. Ancak günümüzde fosil kayıtları ve jeolojik katmanlar yeteri kadar araştırılmış, Kambriyen'den daha eski fosil yatakları dahi bulunmuştur. Yani günümüzde Kambriyen öncesi dönem hakkındaki bilgiler, Darwin'in bilgilerine göre çok daha güvenilirdir.

Paleontologlar, Galler, Kanada, Greenland ve Çin'de çok iyi korunmuş ve oldukça zengin fosil yataklarının bulunduğu Kambriyen kayalıkları buldular. Yeni bulunan oldukça büyük miktarlardaki Kambriyen ve Kambriyen öncesi fosilleri Darwin'in sorununu çözmekten çok ona daha yenilerini kattı. Öyle ki, paleontologların çok büyük bir bölümü, en önde gelen evrimciler dahi, büyük hayvan gruplarının Kambriyen'in ilk dönemlerinde aniden ortaya çıktıklarına ve öncelerinin olmadığına ikna oldular. Bu olay evrimci yayınlarda dahi "Kambriyen Patlaması" veya "biyolojinin Big Bang'i (büyük patlaması)" olarak anılmaya başlandı.


Kambriyen Patlamasına Karşı Darwinizm'i Kurtarma Çabaları

Darwin, Kambriyen döneminde hayvan fosillerinin aniden ortaya çıktığını bilmesine rağmen, 1980 yılına kadar bu konunun önemi ve çapı tam anlaşılamadı. Ancak daha önce Kanada'nın British Columbia eyaletinde yer alan Burgess Shale'de bulunan fosiller, paleontologlar Harry Whittington, Derek Briggs ve Simon Conway Morris tarafından tekrar analiz edildiklerinde, Kambriyen Patlamasının önemi ortaya çıktı.

1980'ler aynı zamanda Burgess Shale'e benzeyen iki yeni fosil bölgesinin daha keşfedildiği bir dönem oldu: Kuzey Greenland'de Sirius Passet ve Güney Çin'de Chengjiang. Tüm bu bölgelerde Kambriyen döneminde ortaya çıkan çok farklı canlıların fosilleri bulundu. Chengjiang fosilleri bunların arasında en eskileri ve en iyi korunmuşlarıdır; ayrıca ilk omurgalıları da içermektedir.

Ünlü bilim dergisi Trends in Genetics (TIG), Şubat 1999 tarihli sayısında bu konuyu ele almış ve Burgess Shale'deki fosil bulgularının evrim teorisine göre bir türlü açıklanamadığını kabul etmiştir:

Küçük bir mekanda bulunmuş olan bu fosillerin, evrim biyolojisindeki bu büyük sorunla ilgili hararetli tartışmanın tam merkezinde yer alması oldukça garip gözükebilir. Fakat bu tartışmalara neden olan şey, Kambriyen devrinde yaşayan hayvanların fosil kayıtlarında şaşırtıcı bir bollukta ve birdenbire belirmeleridir. Radyometrik tarihlendirmelerin daha kesin sonuçları ya da giderek artan yeni fosil bulguları ise, sadece bu biyolojik devrimin aniliğini ve alanını keskinleştirmiştir. Yeryüzünün yaşam potasındaki bu değişimin büyüklüğü bir açıklama gerektirmektedir. Şu ana kadar birçok tez ileri sürülmüş olsa da, genel fikir hiçbirinin ikna edici olmadığıdır.

"Hiçbiri ikna edici olmayan" bu fikirler, evrimci paleontologlara aittir. Evrimci paleontologlar, evrim teorisini Kambriyen Patlaması karşısında koruyabilmek için zorlama bahaneler öne sürmekte, ancak bunları birbirlerine dahi kabul ettirememektedirler.


*Fosil kayıtlarının yetersiz ve parça parça olduğu bahanesi

Evrimcilerin Kambriyen Patlamasına karşı öne sürdükleri ilk bahane fosil kayıtlarının eksik olduğu iddiasıdır. Bu eksiklik nedeni ile Kambriyen öncesindeki canlıların fosillerine ulaşılamadığını ve bu nedenle sanki canlılar bir anda ortaya çıkmış gibi bir görünüm olduğunu öne sürerler.

Oysa fosil kayıtları evrimcilerin iddia ettikleri gibi eksik değildir. Günümüzde, Kambriyen öncesinin son dönemlerine ve Kambriyen'e ait birçok tabaka keşfedilmiştir. Ve paleontologlar, eğer Kambriyen canlılarının ataları Kambriyen öncesinde var olsaydı bunları bulmuş olacağımıza ikna olmuşlardır. California Üniversitesi'nden ve Smithsonian Enstitüsü'nden paleobiyologlar James Valentine ve Douglas Erwin'e göre, Kambriyen dönemine ait fosil kayıtları, benzer özellik ve zaman aralığına sahip daha yakın fosil tabakalarında olduğu kadar tamdır.

Valentine ve Erwin buna rağmen "ataların veya ara geçişlerin" bilinmediğini belirterek şu sonuca varmaktadırlar: "Patlama gerçek; fosil kayıtlarındaki eksikliklerle örtülemeyecek kadar büyük."

İngiliz jeologlar M. J. Benton, M. A. Wills ve R. Hitchin ise Şubat 2000'de yazdıkları bir yazıda, "Fosil kayıtlarının ilk başlarının tamam olmadığı açık, ancak yaşamın tarihini anlamak için yeterli." diyerek, fosil kayıtlarının eksik olduğunu ileri sürmenin bir bahane olamayacağını açıklamış oluyorlardı.


*Küçük ve yumuşak canlılar fosil bırakmadılar bahanesi

Evrimcilerin Kambriyen Patlaması ile ilgili diğer bahanesi de aynı şekilde geçersizdir. Bu ikinci bahaneye göre, hayvan filumlarının atalarının Kambriyen öncesinde bulunmayışının nedeni, çok küçük ve yumuşak vücutlu olmaları ve bu nedenle fosil bırakmamalarıdır. Ancak bu bahane geçerli değildir, çünkü yumuşak vücutlu canlılara ait pek çok fosil vardır. Örneğin, Avustralya'daki Ediacara Tepelerindeki fosillerin tamamına yakını yumuşak vücutlu canlılara aittir. Simon Conway Morris, 1998 yılında yayınlanan The Crucible of Creation adlı kitabında "Ediacara organizmalarında iskelet gibi sert yapıların olduğuna dair hiçbir delil yoktur. Ediacara fosilleri yumuşak vücutlu gibi görünüyorlar." diye yazar. Aynı durum Kambriyen döneminde bulunan bazı fosiller için de geçerlidir. Örneğin Burgess Shale'de yumuşak dokulu canlıların birçok fosili bulunmaktadır. Conway Morris'e göre "bu ender bulunur fosiller sadece canlıların genel hatlarını değil bazen bağırsak veya kaslar gibi iç organlarını dahi göstermektedir."
Fosilleşmenin çok da zor bir süreç olmadığını belirtmek açısından, "bakteri fosilleri" bile bulunduğunu hatırlatmak gerekir: 3 milyar yıldan daha yaşlı kayalıklarda çok küçük bakterilerin mikrofosilleri bulunmuştur.


clipimage001ai0
Burgess Shale'de bulunan bir eklembacaklı ile (solda) sümüklüböcek benzeri bir canlının (sağda) fosili.

Görüldüğü gibi, Kambriyen Patlamasında ortaya çıkan canlıların Kambriyen öncesinde evrimsel atalarının bulunmamasının nedeni, bu canlıların yumuşak dokulu olmaları değildir. Jeolog William Schopf'un 1994 yılında yazdığı gibi, "Yaşamın erken tarihi ile ilgili sadece bir kanıt kaynağı var - Prekambriyen (Kambriyen öncesi) fosil kayıtları; bu kanıt bulunmadan önce, bazı evrimciler tarafından yapılan spekülasyonların asılsız olduğu ortaya çıktı. Bu spekülasyonlardan biri de uzun süre gündemde kalan Prekambriyen organizmalarının jeolojik yapılarda korunamayacak kadar küçük veya narin oldukları düşüncesiydi."

Schopf'a göre bu görüş artık yanlış olarak kabul edilmektedir.
Sonuç olarak, evrimciler Kambriyen Patlamasına hiçbir evrimci bahane bulamamaktadırlar. Canlıların yeryüzünde ortaya çıkışı çok açık olarak evrim teorisinin doğru olmadığını ispatlamaktadır.


Kambriyen Patlaması Allah'ın Yaratışının Bir Delilidir

Kambriyen Patlaması incelendikçe, bunun evrim teorisi için ne kadar büyük bir çıkmaz olduğu daha açık ortaya çıkmaktadır. Son yılların bulguları, en temel hayvan sınıflamaları olan filumların neredeyse tamamının Kambriyen devrinde aniden ortaya çıktıklarını göstermektedir. Science dergisinde yayınlanan 2001 yılına ait bir makalede, "Yaklaşık 545 milyon yıl önce yaşanan Kambriyen devrinin başlangıcı, bugün hala canlı dünyaya hakim olan neredeyse tüm hayvan tiplerinin (filumların) fosil kayıtlarında aniden ortaya çıkışına sahne oldu." denilmektedir. Aynı makalede, böylesine kompleks ve birbirinden tamamen farklı canlı gruplarının evrim teorisine göre açıklanabilmesi için, önceki devirlere ait çok zengin ve aşamalı bir gelişimi gösteren fosil yatakları bulunması gerektiği, ama bunun söz konusu olmadığı şöyle açıklanmaktadır: "Bu farklılaşmalı evrim ve yayılış da, kendisinden daha önce yaşamış olması gereken bir grubun varlığını gerektirir, ama buna dair bir fosil kanıtı yoktur."


clipimage001ka0
Kambriyen katmanlarında fosilleri bulunan kompleks canlılardan biri: Trilobit

Kambriyen devri fosillerinin ortaya koyduğu bu tablo, evrim teorisinin varsayımlarını reddederken, bir yandan da canlıların bilinçli bir yaratılışla var olduklarını gösteren çok önemli bir delildir. Evrimci biyolog Douglas Futuyma, bu gerçeği şöyle açıklar:

Canlılar dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır ya da kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek meydana gelmişlerdir. Eğer eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıkmışlarsa, o halde üstün bir Akıl tarafından yaratılmış olmaları gerekir.

Görüldüğü gibi fosil kayıtları, canlıların, evrim teorisinin iddia ettiği gibi ilkelden gelişmişe doğru bir süreç izlediklerini değil, bir anda ve en mükemmel halde ortaya çıktıklarını göstermektedir. Bu ise, canlılığın bilinçsiz doğal süreçlerle değil, bilinçli bir yaratılışla var olduğuna kanıt oluşturmaktadır. New York State Üniversitesi'nden ekoloji ve evrim profesörü Jeffrey S. Levinton, Scientific American dergisine yazdığı "Hayvan Evriminin Big Bang'i" başlıklı bir makalesinde bu gerçeği kabul etmekte ve "Kambriyen devrinde çok özel ve gizemli bir Yaratıcı gücün varlığını görüyoruz" demektedir

ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
13 Ağustos 2006       Mesaj #9
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
Evrim teorisine göre, canlılık rastlantılarla doğmuş ve yine rastlantısal etkilerle gelişmiştir. Bundan yaklaşık 3.8 milyar yıl kadar önce, dünya üzerinde hiçbir canlı yok iken, önce canlı hücreler, sonra çok hücreli kompleks canlılar oluşmuş ve giderek daha kompleks türler ortaya çıkmıştır. Bir başka deyişle, Darwinizm'e göre, doğadaki bir takım etkiler, basit cansız elementlerden son derece karmaşık ve kusursuz tasarımlar ortaya çıkarmışlardır.


Bu iddiayı ele alırken, öncelikle doğada gerçekten böyle bir güç olup olmadığına bakmak gerekir. Daha açık bir ifadeyle, böyle bir evrimi gerçekleştirebilecek doğal mekanizmalar var mıdır?

Bugün evrim teorisi olarak tanımladığımız neo-Darwinist model, bu konuda iki temel mekanizma öne sürer: "Doğal seleksiyon" ve "mutasyon". Teorinin temel iddiası şöyledir: "Doğal seleksiyon ve mutasyon birbirlerini tamamlayan iki mekanizmadır. Evrimsel değişikliklerin kaynağı, canlıların genetik yapısında meydana gelen rastgele mutasyonlardır. Mutasyonların sebep olduğu özellikler, doğal seleksiyon mekanizması aracılığıyla seçilir, böylece canlılar evrimleşirler."

Bu senaryoyu biraz incelediğimizde ise, aslında ortada somut bir "evrim mekanizması" bulunmadığını görürüz. Çünkü ne doğal seleksiyon ne de mutasyonlar, türlerin evrimleştikleri ve birbirlerine dönüştükleri iddiasına en ufak bir katkıda bulunmamaktadır.

Darwinizm'in temelinde doğal seleksiyon kavramı yatar. Darwin'in teorisini ortaya koyduğu kitabının başlığında bile vurgulanan iddia budur: Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon Yoluyla.


Yaşam Mücadelesi

<B>Doğal seleksiyon teorisinin en temel varsayımı, doğada kıyasıya bir yaşam mücadelesi olduğu ve her canlının sadece kendini düşündüğüdür. Darwin, bu fikri ortaya atarken, İngiliz klasik iktisatçısı Thomas Robert Malthus'un teorilerinden etkilenmişti. Malthus, yiyecek kaynaklarının aritmetik dizi ile artarken, insanların geometrik dizi ile çoğaldıklarını anlatmış ve bu yüzden insanların kaçınılmaz olarak kıyasıya bir yaşam mücadelesi sürdürdüklerini öne sürmüştü. Darwin ise bu kıyasıya yaşam mücadelesi kavramını doğaya uyarlamış ve "doğal seleksiyon"un bu mücadelenin bir sonucu olduğunu iddia etmişti.

maltus
Darwin, yaşam mücadelesi tezini geliştirirken, Thomas Malthus'tan etkilenmişti. Ama gözlem ve deneyler Malthus'u haksız çıkardı.

Oysa daha sonra yapılan araştırmalar, doğada Darwin'in varsaydığı gibi mutlak bir yaşam mücadelesi olmadığını gösterdi. İngiliz zoolog Wynee-Edwards'ın hayvan toplulukları üzerinde 1960 ve 70'lerde yaptığı uzun çalışmalar, canlı topluluklarının çok ilginç bir biçimde nüfuslarını dengelediklerini ve yiyecek için rekabeti engellediklerini ortaya koydu. Hayvan toplulukları çoğunlukla nüfuslarını ellerindeki yiyecek kaynaklarına göre düzenliyorlardı. Nüfus, açlık ve salgın hastalıklar gibi "zayıfları eleyen"faktörlerle değil, asıl olarak hayvanlarda yer alan içgüdüsel denetim mekanizmaları ile kontrol ediliyordu. Yani hayvanlar, nüfuslarını Darwin'in varsaydığı kıyasıya rekabet yoluyla değil, kendi üremelerini sınırlayarak kontrol ediyorlardı.

Bitkiler bile Darwin'in öne sürdüğü "rekabet yoluyla seleksiyon" örnekleri değil, nüfus kontrolü örnekleri veriyordu. Botanikçi Bradshaw'un yaptığı gözlemler, bitkilerin çoğalırken üzerinde büyüdükleri alanın "yoğunluğu"na göre davrandıklarını, alandaki bitki yoğunluğu arttığında üremeyi azalttıklarını ispatladı. Öte yandan karıncalar, balarıları gibi topluluklarda rastlanan fedakarlık örnekleri, Darwinistik yaşam mücadelesi kavramının tam tersi bir model oluşturuyordu.


Son yıllardaki bazı araştırmalar, fedakarlık davranışının bakterilerde bile var olduğunu ortaya çıkarmıştır. Hiçbir beyne ya da sinir sistemine sahip olmayan, dolayısıyla düşünme yetenekleri bulunmayan bu canlılar, bir virüs tarafından işgal edildiklerinde, diğer bakterileri korumak için intihar etmektedirler.


Bu örnekler, doğal seleksiyonun temel varsayımı olan "mutlak yaşam mücadelesi"kavramını geçersiz kılmaktadır. Doğada rekabetin bulunduğu doğrudur, ama bu rekabetin yanında çok belirgin fedakarlık ve dayanışma örnekleri de vardır.


Gözlem ve Deneyler

Doğal seleksiyonla evrimleşme teorisi, üstte belirttiğimiz teorik zayıflığının yanısıra, asıl olarak somut bilimsel bulgular karşısında açmaz içindedir. Bir teorinin bilimsel değeri, gözlem ve deneyler karşısındaki başarısı ya da başarısızlığı ile ölçülür. Doğal seleksiyonla evrimleşme teorisi ise, gözlem ve deneyler karşısında kesinlikle başarısızdır.

Darwin'den bu yana, doğal seleksiyonun canlıları evrimleştirdiğine dair tek bir bulgu ortaya konamamıştır. Ünlü bir evrimci olan İngiltere Doğa Tarihi Müzesi baş paleontoloğu Colin Patterson, bu gerçeği şöyle kabul etmektedir:

Hiç kimse doğal seleksiyon mekanizmalarıyla yeni bir tür üretememiştir. Hiç kimse böyle bir şeyin yakınına bile yaklaşamamıştır. Bugün neo-Darwinizmin en çok tartışılan konusu da budur.

Fransa'nın en ünlü zoologlarından biri, 35 ciltlik Traité de Zoologie ansiklopedisinin editörü ve Fransız Bilimler Akademisi'nin (Académie des Sciences) eski başkanı Pierre-Paul Grassé ise, Evolution of Living Organisms adlı kitabının "Evrim ve Doğal Seleksiyon"bölümünü şöyle bitirir:

J. Huxley ve diğer biyologların evrimin doğal seleksiyon mekanizması aracılığıyla işlediği teorisi, demografik gerçeklerin, genotiplerin bölgesel dalgalanması ve coğrafi dağılımların bir gözleminden başka bir şey değildir. Çoğunlukla ele alınan türler on binlerce sene hiç değişmeden kalmaktadır. Koşullara bağlı olarak meydana gelen dalgalanmalar, genlerin önceden değişmesiyle beraber ele alındığında evrime delil olarak kullanılamaz; ve bunun en güzel delili de milyonlarca yıldır hiçbir değişikliğe uğramayan yaşayan fosillerdir.

Evrim teorisini savunan biyologların "doğal seleksiyonun gözlemlenmiş örneği"olarak gösterdikleri nadir birkaç olaya baktığımızda ise, bunların gerçekte evrim lehine bir delil oluşturmadıklarını kolaylıkla görebiliriz.



Sanayi Devrimi Kelebekleri Yanılgısı

Evrimci kaynaklara bakıldığında, doğal seleksiyonla evrimleşme tezine örnek olarak hemen her zaman İngiltere'deki sanayi devrimi dönemi kelebeklerinin verildiği görülebilir. Ders kitaplarında, dergilerde, hatta akademik kaynaklarda, bu konu evrimin en somut ve gözlemlenmiş örneği olarak sunulur.

Oysa gerçekte bu örneğin evrimle bir ilgisi yoktur. Önce örneğin ne olduğunu kısaca hatırlatalım: Anlatıldığına göre, İngiltere'de endüstri devriminin başladığı sıralarda, Manchester yöresindeki ağaçların kabukları açık renklidir. Bu nedenle bu ağaçların üzerlerine konan koyu renkli güve kelebekleri, bunlarla beslenen kuşlar tarafından kolayca fark edilir ve dolayısıyla yaşama şansları çok azalır. Fakat elli yıl sonra endüstri kirliliğinin sonucunda ağaçların kabukları koyulaşır ve buna bağlı olarak bu kez açık renkli güveler kuşlar tarafından sık olarak avlanmaya başlarlar. Sonuçta açık renkli kelebekler sayıca azalırken, koyu renkliler fark edilmedikleri için çoğalır.

moth
Yanda sanayi devrimi öncesinde, altta ise sonrasındaki ağaçlar ve üzerlerindeki kelebekler görülüyor. Ağaçların rengi koyulaştığı için, açık renkli kelebekler kuşlar tarafından daha kolay avlanmış ve sayıları azalmıştır. Ancak bu bir "evrim" örneği değildir, çünkü yeni bir tür ortaya çıkmamış, sadece zaten var olan türlerin nüfus oranları değişmiştir.


Bu olay, doğal seleksiyonla evrimleşme teorisinin büyük bir delili sanılmakta, açık renkli kelebeklerin zamanla koyu renkli kelebeklere dönüşüp evrimleştikleri gibi bir yanılgı içinde değerlendirilmektedir.

Oysa bu örneğin evrim teorisi lehinde bir delil olarak kullanılamayacağı açıktır. Çünkü yaşanan doğal seleksiyon, daha önce doğada var olmayan bir türü ortaya çıkarmış değildir. Endüstri devrimi öncesinde de kelebek popülasyonu içinde siyah bireyler zaten vardır. Sadece, var olan kelebek türlerinin sayıları değişmiştir. Kelebekler "tür değişimi"ne yol açacak biçimde yeni bir organ ya da özellik edinmemişlerdir.

Oysa bir kelebeğin başka bir canlı türüne, örneğin bir kuşa dönüşebilmesi için kelebeğin genlerinde sayısız değişiklik, ekleme ve çıkarmalar yapılması, bir başka deyişle, kuşun fiziksel özelliklerine ait bilgileri içeren apayrı bir genetik program yüklenmesi gerekir.

Kısaca, doğal seleksiyon evrimci varsayımların aksine, canlıya herhangi bir organ ekleyip organ çıkarma, bir türü başka bir türe dönüştürme gibi özelliklere sahip değildir. Darwin'den günümüze dek bu konuda öne sürülen en büyük "delil"de, İngiltere'deki endüstri devrimi kelebekleri hikayesinin ötesine gidememiştir.


Doğal Seleksiyon Kompleksliği Açıklayabilir mi

Başta da belirttiğimiz gibi, doğal seleksiyonla evrimleşme teorisinin en büyük açmazı, doğal seleksiyonun canlılara yeni organlar ve özellikler katmayışıdır. Doğal seleksiyon bir türün genetik bilgisini geliştiremez ve dolayısıyla yeni türlerin oluşumunu açıklayamaz. Harvard Üniversitesi paleontoloğu Stephen J. Gould, doğal seleksiyonun bu açmazını şöyle dile getirmektedir:

Darwinizm'in özü tek bir cümlede ifade edilebilir: "Doğal seleksiyon evrimsel değişimin yaratıcı gücüdür."Kimse doğal seleksiyonun uygun olmayanı elemesindeki negatif rolünü inkar etmez. Ancak Darwinist teori, "uygun olanı yaratması"nı da istemektedir.

Doğal seleksiyon konusunda kullanılan yanıltıcı üsluplardan biri, bu mekanizmanın bilinçli bir tasarımcı gibi anlaşılmasıdır. Oysa doğal seleksiyonun bir bilinci yoktur. Canlılar için neyin iyi, neyin kötü olduğunu ayırt edecek bir akla sahip değildir. Bu nedenle doğal seleksiyon karmaşık yapıya sahip sistemleri ve organları asla açıklayamaz. Söz konusu sistem ve organlar, iç içe geçmiş pek çok parçanın birarada çalışmasıyla oluşur ve bu parçaların birisi bile olmasa ya da kusurlu olsa hiçbir işe yaramazlar. Bu tür sistemler, "indirgenemez komplekslik"olarak tanımlanan özelliğe sahiptir. Örneğin insan gözü daha basite indirgenemez, çünkü tüm detaylarıyla birlikte var olmadığı sürece işlev görmez.

Bu tür bir sistemi meydana getiren bilincin, geleceği önceden hesaplayarak, sadece en son aşamada elde edilecek olan faydayı amaçlaması gerekir. Doğal seleksiyon ise bilinç ve irade sahibi bir mekanizma olmadığı için, böyle bir şey yapamaz. Bu gerçek, "eğer birbirini takip eden çok sayıda küçük değişiklikle kompleks bir organın oluşmasının imkansız olduğu gösterilse, teorim kesinlikle yıkılmış olacaktır" diyen Darwin'in endişe ettiği gibi, evrim teorisini yıkmaktadır.


Mutasyonlar

Mutasyonlar, canlı hücresinin çekirdeğinde bulunan ve genetik bilgiyi taşıyan DNA molekülünde, radyasyon veya kimyasal etkiler sonucunda meydana gelen kopmalar ve yer değiştirmelerdir. Mutasyonlar DNA'yı oluşturan nükleotidleri tahrip eder ya da yerlerini değiştirirler. Çoğu zaman da hücrenin tamir edemeyeceği boyutlarda birtakım hasar ve değişikliklere sebep olurlar.

ns
Mutasyon ürünü sakat bir ayak.
Dolayısıyla mutasyon, hiç de sanıldığı gibi canlıları daha gelişmişe ve mükemmele götüren tılsımlı bir değnek değildir. Mutasyonların net etkisi zararlıdır. Mutasyonların sebep olacağı değişiklikler ancak Hiroşima, Nagazaki veya Çernobil'deki insanların uğradıkları türden değişiklikler olabilir: Yani ölüler, sakatlar ve hilkat garibeleri...

Bunun nedeni çok basittir: DNA çok kompleks bir düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde oluşan herhangi rastgele bir etki ancak zarar verir. Amerikalı genetikçi B. G. Ranganathan bunu şöyle açıklar:

Mutasyonlar küçük, rastgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana gelirler ve en iyi ihtimalle etkisizdirler. Bu dört özellik, mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana getiremeyeceklerini gösterir. Zaten yüksek derecede özelleşmiş bir organizmada meydana gelebilecek rastlantısal bir değişim, ya etkisiz olacaktır ya da zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek rastgele bir değişim kol saatini geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar verecek veya en iyi ihtimalle etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri geliştirmez, ona yıkım getirir.

Nitekim bugüne kadar hiçbir yararlı mutasyon örneği gözlemlenmedi. Tüm mutasyonların zararlı olduğu görüldü. İkinci Dünya Savaşı'nın ardından nükleer silahların sonucunda oluşan mutasyonları incelemek için kurulan Atomik Radyasyonun Genetik Etkileri Komitesi'nin (Committee on Genetic Effects of Atomic Radiation) hazırladığı rapor hakkında evrimci bilim adamı Warren Weaver şöyle diyordu:

Çoğu kimse, bilinen tüm mutasyon örneklerinin zararlı olduğu sonucu karşısında şaşıracaktır, çünkü mutasyonlar evrim sürecinin gerekli bir parçasıdır. Nasıl olur da iyi bir etki -yani bir canlının daha gelişmiş canlı formlarına evrimleşmesi- pratikte hepsi zararlı olan mutasyonların sonucu olabilir?

Evrimci biyologlar yüzyılın başından beri sinekleri mutasyona uğratarak, faydalı mutasyon örneği aradılar. Ancak bu çabaların sonucunda hep, sakat, hastalıklı ve kusurlu sinekler elde edildi. Üstte, normal bir meyve sineğinin kafası ve solda mutasyona uğrayarak bacakları kafasından çıkan diğer bir meyve sineği.
Evrim Teorisi Nedir? Evrim Teorisi Hakkında Genel Bilgiler

O zamandan bu yana yapılan bütün "faydalı mutasyon oluşturma"çabaları da başarısızlıkla sonuçlandı. Evrimci biyologlar, çok hızlı ürediği ve mutasyona uğratılması kolay olduğu için, meyve sinekleri üzerinde on yıllarca mutasyon denemeleri yaptılar. Bu canlılar olabilecek her türlü mutasyona milyonlarca kez uğratıldı. Ama tek bir faydalı mutasyon gözlemlenmedi. Gordon Taylor, bu konuda şunları yazar:

Bu çok çarpıcı, ama bir o kadar da gözden kaçırılan bir gerçektir: Altmış yıldır dünyanın dört bir yanındaki genetikçiler evrimi kanıtlamak için meyve sinekleri yetiştiriyorlar. Ama hala bir türün, hatta tek bir enzimin bile ortaya çıkışını gözlemlemiş değiller.

Bir başka araştırmacı olan Michael Pitman, meyve sinekleri üzerindeki deneylerin başarısızlığını şu şekilde ifade eder:

Sayısız genetikçi meyve sineklerini nesiller boyunca sayısız mutasyona maruz bıraktılar. Peki sonuçta insan yapımı bir evrim mi ortaya çıktı? Maalesef hayır. Genetikçilerin yarattıkları canavarlardan sadece pek azı beslendikleri şişelerin dışında yaşamlarını sürdürebildiler. Pratikte mutasyona uğratılmış olan tüm sinekler ya öldüler, ya sakat ya da kısır oldular.

İnsan için de durum aynıdır. İnsanlar üzerinde gözlemlenen tüm mutasyonlar zararlıdır. Tıp kitaplarında "mutasyon örneği"olarak anlatılan mongolizm, Down Sendromu, albinizm, cücelik gibi zihinsel ya da bedensel bozuklukların ya da kanser gibi hastalıkların her biri, mutasyonların tahrip edici etkilerini ortaya koymaktadır. Elbette ki insanları ya sakat bırakan ya da hasta yapan bir süreç, "evrim mekanizması"olamaz.

Amerikalı patolog David A. Demick, mutasyonlar hakkında yazdığı bilimsel bir makalede bu konuda şunları söyler:

Son yıllarda genetik mutasyonlarla bağlantılı olan binlerce insan hastalığı sınıflandırılmıştır. Yeni yayınlanan bir kaynak kitapta, 4500 farklı genetik hastalık sayılmaktadır. Dahası, moleküler genetik analizlerden önce klinik olarak tanımlanan bazı kalıtsal sendromların (örneğin Marfan sendromunun) mutasyonların sonucu olduğu anlaşılmıştır...



k
Mutasyonların, oluşturdukları tüm bu hastalıklarında yanında, faydalı etkileri de var mıdır? Tanımladığımız binlerce zararlı mutasyon örneğinin yanında, elbette ki bazı olumlu örnekler de tanımlamak gerekmektedir-eğer makroevrim doğru ise. Bu olumlu örnekler, hem daha kompleks yapılar oluşturmak için evrime gerekecek, hem de çok sayıdaki zararlı mutasyonun bozucu etkisini dengelemek için lazım olacaktır. Ama iş bu faydalı mutasyonları tanımlamaya gelince, evrimci biyologlar hep garip bir sessizlik içindedirler.
Evrimci biyologların "yararlı mutasyon" olarak sözünü ettikleri tek örnek, hemen her zaman için orak hücre anemisi hastalığıdır. Bu hastalıkta, kanda oksijen taşımaya yarayan hemoglobin molekülü bir mutasyon sonucunda bozulur ve yapı değişikliğine uğrar. Bunun sonucunda da hemoglobinin oksijen taşıma yeteneği ciddi bir biçimde zarar görür. Orak hücre anemisine yakalanan insanlar, bu nedenle giderek artan bir solunum zorluğu çekerler. Ancak tıp kitaplarının kan hastalıkları bölümünde ele alınan bu mutasyon örneği, başta belirttiğimiz gibi bazı evrimci biyologlar tarafından çok garip bir şekilde "faydalı mutasyon"olarak değerlendirilmektedir. Bu hastalığa sahip kişilerin sıtmaya olan kısmi bağışıklıklarının evrimin bu kişilere bir "armağanı" olduğu söylenmektedir. Eğer bu mantıkla düşünülürse, genetik olarak kötürüm doğan insanların yolda yürümedikleri ve bu sayede trafik kazalarında ölmekten kurtuldukları da söylenebilir ve kötürüm olmak "yararlı bir genetik özellik"sayılabilir. Şüphesiz bu mantığın hiçbir tutarlı yanı yoktur.

s

Kanatları deforme olmuş mutant bir sivrisinek

Mutasyonların sadece bir tahrip mekanizması olduğu açıktır. Fransız Bilimler Akademisi'nin eski başkanı Pierre Paul Grassé'nin mutasyonlar hakkında yaptığı yorum, bu noktada oldukça açıklayıcıdır. Grassé, mutasyonları "yazılı bir metnin kopyalanması sırasında yapılan harf hataları" na benzetmiştir. Ve harf hatası gibi mutasyonlar da bilgi oluşturmaz, aksine var olan bilgiyi bozar. Grassé bu olguyu şöyle açıklamıştır:
Mutasyonlar, zaman içinde son derece düzensiz biçimde meydana gelirler. Birbirlerini tamamlayıcı bir özellikleri yoktur ve birbirini izleyen nesiller üzerinde belirli bir yöne doğru kümülatif bir etkileri olmaz. Zaten var olan yapıyı değiştirirler, ama bunu tamamen düzensiz bir biçimde yaparlar... Bir canlı vücudunda çok küçük bile olsa bir düzensizlik oluştuğunda ise, bunun sonucu ölüm olur. Yaşam olgusu ile anarşi (düzensizlik) arasında hiçbir olası uzlaşma yoktur.

İşte bu nedenle, yine Grassé'nin ifadesiyle "mutasyonlar ne kadar çok sayıda olursa olsunlar, herhangi bir evrim meydana getirmezler."

blood

Orak hücre anemisinde alyuvar hücrelerinin şekil ve fonksiyonları bozulur. Bu yüzden alyuvarların oksijen taşıma kapasiteleri sekteye uğrar.

</B>

ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
25 Ağustos 2006       Mesaj #10
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
Bilim ve Ütopya dergisinin Aralık 2002 sayısının 75. sayfasında, "Fosillerdeki Proteinler, Evrimin Anlaşılmasına Yarayacak" başlıklı bir yazı yayınlandı. Yazıda, bir kemik fosili üzerinde yapılan çalışmaların sonucunda, proteinlerin fosiller içinde milyonlarca yıl saklanabildiği belirtiliyordu. Hem Bilim ve Ütopya, hem de yazının asıl kaynağı olan New Scientist dergisi, bu buluş sayesinde, canlı türleri arasındaki evrimsel ilişkinin izinin sürülebileceğini öne sürmektedirler. Her buluşu, evrimci önyargılarıyla değerlendiren bu yayın kuruluşları, bilimsel bir çıkarımda bulunmamakta, sadece ideolojilerine uygun olarak dileklerini ifade etmektedirler.

Herşeyden önce şunu belirtmek gerekir ki, canlı türlerinin birbirlerinden evrimleşerek türedikleri bilimsel olarak ispatlanmış bir gerçek değildir. Aksine, kanıtlar bunun mümkün olmadığını göstermektedir. Dolayısıyla, evrimcilerin senaryoları, sadece teorilerine olan dogmatik bağlılıklarından kaynaklanmaktadır: Önce bir varsayımda bulunmakta, sonra da bu varsayım kesin bir gerçekmiş gibi yeni buluşları bu varsayıma uydurmaya çalışmaktadırlar.


net419hf6
O'nun dışında, hiçbir şeyi yaratmayan, üstelik kendileri yaratılmış olan, kendi nefislerine bile ne zarar, ne yarar sağlayamayan, öldürmeye yaşatmaya ve yeniden diriltip-yaymaya güçleri yetmeyen birtakım ilahlar edindiler.
(Furkan Suresi, 3)


Darwinizm'in bu çarpık mantık örgüsü bazen öyle işletilmektedir ki, evrimin aleyhindeki bir bilgi bile bazen teorinin kanıtı gibi sunulabilmektedir. Bilim ve Ütopya'nın yazısı bunun açık bir örneğini içermektedir: Yazıda, araştırmacıların yaklaşık 55 bin yıl öncesine ait bizonların atalarına ait kemiklerden osteokalsin adlı proteini aldıkları ve bu proteninin aminoasit dizilimini saptadıkları belirtilmektedir. Pekiyi sonuç nedir?

Bu dizilimin günümüz bizonlarınki ile tamamen uyumlu olduğu ortaya çıkmıştır.

Bu bilgiyi öğrenen önyargısız bir kişi, "demek ki bizonlarda hiçbir evrim yaşanmamış, 55 bin yıl önce nasıllarsa, günümüzde de aynı şekildedirler, bu çalışmanın evrimi gösteren bir yönü yoktur" diyecektir. Ancak evrimciler bunu diyemedikleri için, "Osteokalsinin farklılaşması yavaş..." demektedirler. Bu evrimci önyargının etkisinin çarpıcı bir göstergesidir. Ortada hiçbir değişim olmadığı halde hala farklılaşmadan söz edebilmek, bu yorumu yapanın ne kadar bağnaz olduğunu ortaya koymaktadır.

Evrimciler, ellerinde evrimi kanıtlayan bir delil olmadığı için, kelime oyunlarını teorilerini ayakta tutabilmek için en etkin yöntem olarak görmektedirler.

Evrimcilerin bir diğer yöntemi ise, yine bu yazıda görülen taraftarlarına vaadde bulunma, ümit verme yöntemidir. Yazıda, fosillerden elde edilen proteinlerin, canlılar arasındaki evrimsel ilişkiyi ortaya çıkaracağı vaat edilmektedir. Ancak ortada bu yönde elde edilmiş tek bir bilimsel sonuç bulunmamaktadır.

Bilim ve Ütopya dergisine ve diğer tutucu evrimcilere tavsiyemiz, evrimi körü körüne savunmak için türlü yöntem ve taktikler geliştirmek yerine, konuya objektif bir gözle yaklaşmaları ve bilimsel delillerle yüzleşmeleridir. Bu durumda Darwinizm'e inanmakla büyük bir aldanış içinde olduklarını kendileri de göreceklerdir.
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ

Benzer Konular

14 Mart 2013 / Ziyaretçi Soru-Cevap
1 Temmuz 2011 / Misafir Psikoloji ve Psikiyatri
11 Haziran 2016 / tersinim Akademik
29 Şubat 2016 / Misafir Soru-Cevap