Arama

Biyoloji ile İlgili Makaleler, Araştırmalar - Sayfa 2

Güncelleme: 21 Şubat 2015 Gösterim: 41.998 Cevap: 32
jaws - avatarı
jaws
Ziyaretçi
30 Nisan 2010       Mesaj #11
jaws - avatarı
Ziyaretçi
HAMARAT MOLEKÜLLER

Sponsorlu Bağlantılar

Sitemizin bu bölümünde,canlılarda bulunan enzim ve hormonlar deyip geçitiğimiz, fakat hücre ve vücut içerisinde insanı hayrete düşürecek derecede görevler üstlenmiş moleküllerden bahsedeceğiz.

Bu moleküller vücut ve hücre içerisinde hiç durmaksızın harıl harıl çalışırlar.Örnek verecek olursak hücre içerisindeki enzimlerden bir tanesi, bir saniyede 40 ayrı reaksiyona girebilmektedir.Bu bir kimyasal enzim için çok yüksek bir hızdır.Fakat hücrelerinizde bu enzimlerden binlercesi vardır.Ve herbir enzim birbirlerinden bağımsız olarak hiç durmadan reaksiyona girerler.

Enzimlerin 3 boyutlu yapıları oldukça karmaşık bir düzene sahiptir.X ışını difraksiyonları ile belirlenen bu şekiller arap saçı gibi görünsede aslında enzimler çok hassas bir hesapla üretilmiş moleküllerdir.Aşağıdaki resimde, enzimin yapısını gösteren bir bilgisayar çizimi görmektesiniz.

enzim2
Yukarıda ki şekilde görüldüğü gibi vücudumuzda trilyonlarcası bulunan bu enzimler oldukça karmaşık bir yapıya sahiptir.Hatırlarsanız enzimlerin aminoasit zincirlerinden meydana geldiğini söylemiştik.

Bu karmaşık yapılı enzim aslında düz bir aminoasit zincirinden meydana gelmiştir.Fakat bu kadar karmaşık olmasının nedeni zincirdeki bazı aminoasitlerin diğer bazı aminoasitlerle bağ yapmasından dolayıdır.

Enzimlerin görevlerine gelince ;

Enzimler bir kimyasal tepkimeyi hızlandırmak için tepkimeye katılan fakat hiçbir değişikliğe uğramadan tepkimeyi terkeden mükemmel moleküllerdir.Her enzimin çok özel bir fonksiyonu vardır.Herbiri protein yapıda olmasına karşın hiçbirinin gorevi aynı değildir.Bunun nedeni ise az önce bahsettiğimiz 3 boyutlu yapısından dolayıdır.
enzim

Enzimlerin diğer önemli ozelliği ise sabit bir sıcaklıkta ve sabit bir pH da maksimum hızla çalışmalarıdır.

Örneğin ağızınızdan salgılanan tükürük sıvısı içerisindeki enzimler, yanlızca pH ı yüksek olan ortamlarda, yani bazik ortamlarda çalışabilirler.Fakat buna karşın midenizdeki enzimler ise pH ı yanlızca 2-3 arasında olan ortamlarda çalışabilmektedir.İşte bu yüzdendir ki midenizdeki enzimlerin çalışabilmesi için mide sürekli olarak asit salgılar.Bu sayede pH 1-2 seviyesine kadar düşürülür.

Hücre içerisinde ise insan aklının kavrayamayacağı derecede karmaşık kimyasal tepkimeler meydana gelir.Bir hücre içerisinde meydana gelen kimyasal reaksiyonlar o kadar karmaşıktırki bu işlemleri meydana getirecek bir fabrika kurmaya kalksanız, bu fabrikayı İstanbul şehri kadar büyük bir bir arazi üzerine kurmanız gerekecekti.

İnsan vucudunda 1 degil 60-70 trilyon tane hücre olduğunu düşünürseniz karmaşıklığın boyutunun ne kadar büyük olduğunu hayal etmeye başlarsınız.

Enzimlerin çalışma şekli:

Enzimler başardıkları işler yanında çalışma şekilleride hayli ilginçtir.Bir enzim sahip olduğu 3 boyutlu yapısıyla yanlızca bir kimyasal tepkimeyi katalizleyebilir.Bir kimyasal tepkimeye giren enzim başka hiçbir kimyasal reaksiyona girmez.

Reaksiyona giren enzimi bir "U" şekli olarak düşünürsek bu enzimin içine yerleşecek madde (substrat) ancak çubuk şeklinde olmak zorundadır.Eger kimyasal maddeler daire, kare veya başka tip sekillerde olursa enzim tarafından katalizlenemez.


Şekilde görülen animasyonda bir enzimin çalısması çok güzel bir biçimde tasvir edilmiş.Enzim tıpkı bir "E" harfine benzetilmiştir (yeşil renkli).Enzimin, üzerinde değişiklik meydana getirdiği madde ise sarı olarak gösterilmiş (substrat).

Enzim E şeklinde olmasına karşılık etki ettiği madde tam ona uyacak şekildedir.Eger etkiledigi madde U şeklinde değilde F veya T gibi başka şekillere benzeseydi o takdirde kimyasal tepkime gerçekleşmeyecekti.Bu ise enzimleri birbirinden ayıran en önemli özelliktir.

Enzimden ayrılan kırmızı ve mavi şekiller ise etki ettiği maddenin son şeklidir.Yani A maddesi B + C maddesine dönüşmüştür.

Basit bir animasyonla gördüğümüz bu enzim-substrat işlemini birde gerçek haliyle görelim.
enzstruk

yukarıda ki şekilde, animasyonda şematize edilen enzim-substrat kompleksi çok net bir biçimde görünmektedir.

İşte vücudunuzun her hücresinde bunun gibi binlerce enzim-substrat kompleksi her salise birbirleriyle reaksiyona girmektedir.

Hücrede bulunan binlerce enzimden bir kaç tanesinin eksikliği kimyasal reaksiyon faaliyetlerini arap saçına döndürmektedir.Bu enzimler hücre için "olmazsa olmaz" niteliktedir.

Hepimizin çok iyi bildiği bir hastalık olan "Albinizm" hücredeki enzimlerden yanlızca bir tanesinin eksikliği neticesinde meydana gelen bir hastalıktır.

Bu hastalığa neden olan problem ise şu şekilde meydana gelir.

Tirozin Tirozinaz > Melanin

Bilindiği gibi deriye renk veren pigmentin adı "Melanin" dir.Bu pigment gerekli miktarlarda üretilerek deriye belli bir renk tonu kazandırılır.

Fakat "Albinizm" hastalığı mevcut olan kişilerde yukarıdaki denklemde görülen "Tirozinaz" enzimini sentezleyen DNA hasar görmüştür.Dolayısıyla DNA hatalı olduğu için Tirozinaz enzimini üreteceği yere şekli değişik başka bir enzim üretmektedir.Bu enzim ise Tirozin maddesini tanıyamamakta, ve Tirozin maddesini Melanin pigmentine çevirememektedir.

Hücredeki bu reaksiyon Tirozin aşamasında duraklayınca, hasta kişide albino deri ve albino saç meydana gelmektedir.Yani bembeyaz bir ten.

Bu örnekten anlaşılacağı gibi organizma içerisinde tek bir enzim eksikliği bile çok büyük tahribatlara neden olabilmektedir.

Bunun tam tersine güneşe çıkan insanların ise deri rengi bir süre sonra kararmaya başlar.Bunun nedeni hücredeki bazı enzimlerin eksikliğinden değil, yanlızca güneş ışığının Tirozinaz enzimini aktive etmesinden dolayıdır.Tirozinaz enzimi güneş ışığına maruz kaldığı zaman çok aktif bir hale geçer.Tabii enzim canlanırken aynı zamanda DNA ile senkronize çalışmaya başlar.DNA durmadan Tirozin üretir, Tirozinaz enzimi ise aktif konumda sürekli olarak Tirozine saldırır.

Tabii sizin derinizde sürekli Melanin pigmenti birikir ve kararmaya başlarsınız.

Bazı ilginç enzimler

Vücudun vazgeçilmez askerleri olan enzimlerden bazıları gerçekten oldukça ilginç görevler üstlenmişlerdir.İlginç görevleri olan enzimlerden DNA ile birlikte çalışanlar bunların başında gelir.

DNA, kendinin kopyasını çıkarabilen bir moleküldür.Tabii bu işi kendi başına yapamaz.Bunun için birçok enzim görev alır.Özellikle DNA replikasyonundan (kopyalama) sonra bazı enzimler DNA ya tıpkı bir annenin yavrusuna baktığı gibi bakarlar.

Mesela DNA kendini kopyalar kopyalamaz bazı enzimler DNA üzerine hücum ederek derhal tarama yapmaya başlarlar.Yaptıkları bu taramalarla DNA üzerinde yanlış kopyalanmış bir baz'a rastlarlarsa derhal bu baz'ı yerinden sökerler.Daha sonra sökülen bu yanlış baz'ın yerine doğrusunu ekleyerek hatayı giderirler.

Diger bir enzim bu enzimin ardından yenilenen bölgeye müdahele ederek yerleştirien doğru baz'ın yerine sıkıca bağlanmasını sağlar.

Diğer bir ilginç enzim ise DNA dan RNA sentezi sırasında görev alır.Bu enzim sentezlenen RNA da yanlış ve gereksiz kopyalanmış bazları tek tek yerinden sökmek yerine, yanlış bazların sıralandığı bölgeleri tespit ederek baz dizilerini bu bölgelerden makas gibi keser.Fakat bu kesme işlemi tek bir bölgede değilde birden fazla bölgede meydana gelince DNA parça parça ayrılmaya başlar.

Ama hücre bununda önlemini alarak olay yerine ikinci bir enzimi gonderir.Bu enzim ise parça parça ayrılmış enzimleri kollarından tutarak yanyana getirir ve birbirine bağlar.

Enzim adını verdiğimiz kompleks molkeüller, aslında hücre içerisinde üstlendikleri görevleri bakımından birer mucizedirler.Aminoasitlerden oluşan şuursuz birer molekül yığını olmasına karşın oldukça iyi düşünülmüş fonksiyonarı yerine getirirler.

Vücuttaki olağanüstü karmaşa

Vücutta vuku bulan karmaşalara değinmeden önce "Hormon" adı verilen maddelerin ne olduğunu öğrenmemizde fayda var.

Hormonlar, vücudun bazı özel bölgelerinde üretilip kana verilen ve kan yoluyla vücudun başka bölgelerine iletilen proteinlerdir.Bu proteinler tıpkı enzimler gibi çalışarak, kan yoluyla ulaştıkları organı ya aktive eder yada inaktive ederler.Hormonlar bundan başka terleme, suyun geri emilimi, üreme, hücre çoğalması vs. daha birçok metabolik faaliyetlerde görev alır.

Hormonlar enzimlere çok benzerler.Tek farkları enzimler gibi sürekli olarak kimyasal reaksiyonlara girip çıkmazlar.Ayrıca kan yoluyla ulaştıkları organlar üzerinde yaptıkları etkiler uzun sürelidir.

Şu an bilgisayar başında susamış olabilirsiniz.Eğer susadıysanız veya acıktıysanız, duyduğunuz bu hisler tamamen hormonal kaynaklıdır.Mesela acıktığınız vakit vucudun belirli bölgelerinden salgılanan hormonlar beyine ulaşarak beyinde bir açlık hissi oluşturmaya başlarlar.Dolayısıyla sizde bir yemek yeme isteği doğar.

Başka bir örnek verelim ;

Bir insan fazla şekerli ve karbonhidratli yiyecekler yediyse, kanındaki glikoz miktarı çok yükselir.Kanda şeker miktarının yükselmesi tansiyon açısından tehlikelidir.Fakat mucizevi hormonlarımız burada devreye girerek fazla miktardaki glikozu "glikojen" adı verilen bir maddeye dönüştürerek kısmen etkisiz hale getirir.Eğer vücudunuzda böyle bir kontrol sistemi olmasaydı şu an seker komasında olacaktınız.

Verdiğimiz bu örnekler vücutta yürütülen kontrol mekanizmalarından yanlızca iki tanesiydi.Fakat bu kontrol sistemleri örnekte belirttiğimizden çok daha karmaşık bir şekilde yürümektedir.

Birde bu karmaşayı şekle dökmeye kalkışalım.
feedback2

Merak etmeyin şekilde nasıl bir mekanizma olduğunu uzun uzun açıklamayacağım.Bu şekil kısaca şunu demek istiyor.
"Bu feedback (kontrol) sistemi yanlızca eşey organları ile beyin arasındaki irtibatı sağlamak içindir."

Evet şekil aynen böyle söylüyor.Fakat insan vücudunda kontrol altına alınması gereken organlar yanlızca eşey organları değildir.Böbrek, karaciğer, tükürük bezleri vs.. daha birçok organ ve yardımcı bezler bu derece karmaşık sistemlerle kontrol edilmektedir.

Bu derece kompleks kontrol mekanizmalarında iş gören binlerce enzimin birbirlerini etkilemeden fonksiyonlarını yerine getirmesi oldukça şaşırtıcıdır.Öyle ki canlı organizmalarda şuursuz atomlardan beklenilmeyecek bir sistematik iş birliği ile karşılaşmaktayız.

Doğadaki hangi canlı türünü incelersek inceleyelim karşımıza çarpık düzensiz yada karmaşadan uzak sade bir yapı çıkmaz.Her canlı muazzam bir karmaşa ve düzen içerisinde vücut bulmaktadır.


Hormon sistemlerinin çok karmaşık olduğuna değindik, ancak bu hormon sistemlerinin kompleksliği bir yana her canlı için çok spesifik hormonlarda mevcuttur.Bu hormonların herbirini ayrı ayrı ele almak mümkün olmadığı için insan hormonlarına ve bu hormonların hangi organlardan salındığına değinmeye çalışacağız.

Kısacası hormonların insan vücudunda nekadar mühim roller oynadığını ve kontrol mekanizmalarındaki üstün tasarımı anlatacağız.Öğrencilerin faydalanabileceği bir yazı olmasına karşın biyolojiye uzak kimselerinde zevkle okuyacağı şekilde sadeleştirmeye çalıştık.


İNSAN HORMON SİSTEMİ

İnsan vücudunda sayısız hormon görev almaktadır. Bu hormonların bazılarının kimyasal özellikleri açığa kavuşturulmuş olmakla birlikte çoğunun ne yapıda hormon oldukları konusunda araştırmalar halen sürmektedir. Hormonların enzimler gibi protein yapıda olduklarına değinmiştik, ancak bazı hormonlar yanlızca 3 - 5 amino asitten oluşabilirler, hatta protein yapıya ilave olarak moleküle ek bir karbonhidrat molekülü bağlanmış olabilir (bu tip moleküllere " Glikoprotein " denir).

Bunun yanında lipidlerden sentezlenen ve protein tabiatında olmayan hormonlarda vardır. Örneğin dişi ve erkek bireylerin primer ve segonder eşey karakterlerini belirleyen östrojen, testosteron, progesteron gibi hormonlar (bu hormonlara daha sonra değinilecektir) kolestrol adı verilen ve kanda serbest dolaşan lipid tabiatındaki moleküllerden sentez edilirler.

Hormonlar vücutta belirli organlarda üretilirler. Bu organlar özelleşmiş yapıya sahip olmakla birlikte zengin bir kan damarı ağına sahiptir. Böylelikle üretilen hormonlar çok süratli bir biçimde kana karışır ve hedef organa doğru yol alırlar. Şimdi sırasıyla bezleri, bu bezlerin ürettikleri hormonları ve bu hormonların hedef organları üzerindeki etkilerini teker teker ele alalım.

- HİPOTALAMUS -
Hipotalamus, beynin hormon üretebilen özelleşmiş bir bölgesidir. Kendisine komşu olan hipofiz bezi üzerinde durdurucu veya salgılatıcı etkiler meydana getirir.

Hipotalamus bezinde sinir hücreleri mevcuttur, ancak bu hücreler diğer sinir hücrelerinden farklı olarak hormon üreterek bu hormonları kana verme özellikleri ile tanınırlar. Bu hücrelerin salgıladıkları hormonlara genel adıyla
" Nörohormonlar " adı verilir. Özelleşmiş bu hücreler kendi aralarında gruplara ayrılırlar. Öyle ki salınan bazı hormonlar hipofiz bezinin " Adenohipofiz " adı verilen alt lobuna etki ederken diğer bazı hormonlar ise
" Nörohipofiz " adı verilen 2.alt birimine etkirler.

Hipotalamus bezinin salgıladığı hormonların başlıcaları ve görevleri şunlardır ;

TRH : TRH'nın türkçe açılımı " Tiroid salgılatıcı hormon " dur. Hedef bölgesi, hipofiz bezinin (Hipofiz bezi hipotalamusa komşudur ve beynin diensefalon bölgesinde (orta beyin) yer alır.) adenohipofiz lobunun tiroid hormonunu üretip salgılayan hücreleridir. Bu hücreler kendilerine gelen TRH ile bağlanarak Tiorid adı verilen bir hormon üretmeye başlarlar (Bkz.Hipofiz bezi ve bu bezin hormonları)
GnRH : GnRH'nın açılımı " Gonad hormonlarını salgılatan hormon " dur. Bu hormon üretildikten sonra hipofiz bezine ulaşarak kendini bağlayabilen reseptörlerin bulunduğu, gonad hormonlarını üreten hücrelere bağlanırlar. Bağlanmasına ardışık olarak bu hücreleri aktive edip, gonadların (eşey hücrelerinin) aktivitesini kontrol eden hormonların sentezlenmesini sağlarlar.
PRH : PRH'nın açılımı ise " Prolaktin salgılatıcı hormon " dur. Hipofiz bezinde, dişilerde meme bezlerini kontrol eden hormonların salgılandığı hücreler vardır. PRH bu hücrelerin aktivasyonunu düzenler ve prolaktin hormonunun salgılanmasına neden olur.
CRH : CRH " Kortikotropik hormonunu salgılatıcı hormon " anlamına gelir. hipofiz bezinde, böbrek üstü bezlerini etkileyen hormonların üretildiği hücreler vardır. Bu hücreler ACTH adı verilen bir hormon üretirler. Ancak bu hücrelerin aktivasyonu CRH hormonlarına bağlıdır.
GH - RH : GH - RH " Büyüme hormonunu salgılatıcı hormon " adını alır. Bu hormon yine hipofiz bezinde bulunan ve büyüme için gerekli hormonları salgılayan hücreleri aktive eder (Büyüme hormonlarına hipofiz bezinde değinilmiştir).
Bu hormonların yanısıra hipotalamustan, hipofiz hücrelerinin aktivasyonunu engelleyen hormonlarda salınmaktadır. Bu hormonlar " İnhibie eden hormonlar " adını alırlar. Şöyle ki ;

GHR - IH : Bu hormon GH - RH'nın tersine büyüme hormonunu üreten hücrelerin aktivasyonunu engellerler.
CR - IH : CR - IH hormonu ise, böbreküstü bezlerini aktive eden hormonları üretip salgılayan hipofiz bezi hücrelerini durdurur.
PRH - IH : Hipoifiz bezi prolaktin üretiminden sorumlu hücrelerin aktivasyonu bu hormon tarafından engellenir.
Bu arada şunu belirtmek gerekir ki hipotalamusta üretilen ve hipofizdeki salgılamayı aktive eden veya durduran hormonlarla hipofiz bezi hormonları arasında kontrol mekanizmaları mevcuttur. Bu mekanizmalar hormonların kandaki artışı ile doğrudan ilişkilidir.

Örneğin tiroid bezini uyaran hormon olan TSH'nın kandaki seviyesi arttığı takdirde bu hormon hipotalamus üzerine etki ederek TRH üreten hücreleri durdurur ve TRH'nın salınmasını engeller, dolayısıyla TRH hipofize gönderilmediği takdirde hipofizdeki TSH üreten hücrelerin durması söz konusudur. Böylelikle TSH salınamaz ve kandaki seviyesi düşürülmüş olur. Ancak TSH'nın kandaki seviyesi düştüğünde mekanizma tekrar harekete geçer ve hipotalamustan tekrar TRH salınmasına neden olur. Çünki TSH'nın kandaki seviyesinin düşük olması, TRH salınımı üzerinde pozitif etki meydana getirir. Bu mekanizma, ilerleyen paragraflarda değineceğimiz bütün hormonlar için geçerli bir mekanizmadır.

- HİPOFİZ BEZİ -
Hipofiz bezinin hipotalamusa komşu olduğunu belirtmiştik. Bu bez beynin diensefalon bölgesinde bulunur, ancak boyutu oldukça küçüktür (bir nohut tanesi kadardır) ve bir sap aracılığı ile beyine bağlanmıştır. Bu sap
" İnfundibular sap " adını alır. Hipofiz bezinin salgıladığı hormonlar oldukça önemli görevleri yerine getirirler. Büyümeden üremeye, su emiliminden kan basıncı dengesine kadar birçok organın kontrolünü sağlayan hormonları üretir ve kana verir.

Hipofiz bezinin Adenohipofiz ve Nörohipofiz olmak üzere iki alt lobu vardır. Bu loplardan salınan hormonları ayrı ayrı ele alacağız.

I-) Adenohipofiz lobundan salgılanan hormonlar :

TSH : TSH hormonu az öncede belirttiğimiz gibi hipotalamustan salınan TRH'nın TSH üreten hücrelerini uyarmasıyla sentez edilmeye başlanır. Bu hormonun hedef organı ise soluk borusunun hemen önünde yer alan " Tiroid " bezidir. Bu bez oldukça önemli 3 ana hormon olan Kalsitonin, tiroksin ve triiyodotronin hormonlarının salgılanmasından sorumludur (Bkz.Tiroid bezi)
FSH / LH : Bu iki hormon, dişi ve erkeklerde eşey hücrelerin gelişiminden sorumludurlar. Yani hedef organları eşey organlarıdır. FSH erkeklerde sperm üretimini, dişi bireylerde ise yumurta üretimini uyarır. LH hormonu ise dişilerde korpus luteum adı verilen bir yapının gelişimini uyarır. Korpus luteum, dişilerde Progesteron adı verilen bir hormonun üretiminden sorumludur. Bu hormon dişilik karakterlerin kazanılması açısından önemlidir.
ACTH : Yine bu sayfada değindiğimiz böbrek üstü bezlerinin çalışması, ACTH hormonunun uyarımı sayesinde kontrol edilir. Ancak böbreküstü bezleri anatomik olarak iki ana kısımdan meydana gelir, bu kısımlar Korteks ve Medulla adını alır. ACTH yanlızca korteks kısmına etki etmektedir, medullayı kontrol eden mekanizma hipofizden tamamen bağımsızdır.
Örneğin kanda aminoasit seviyesi düştüğü takdirde hipofizden ACTH salınır, bu hormon kortekse etki ederek " Kortizol " adı verilen bir hormonun salınmasını uyarır. Bu hormon ise belirli hücrelere etki ederek proteinlerin parçalanmasını sağlar. Ancak kandaki adrenalin, noradrenalin hormonlarının artışı veya azalması ise medulla üzerinde uyarıcı etki meydana getirir. Yani medulla hipofiz hormonlarına değilde kandaki bazı moleküllerin seviyesine göre aktive edilmektedir.

STH / GH : Bu iki hormonun ana görevi büyümede rol oynamasıdır. Bu hormonlar kemikleri, iç organları, yumuşak dokuları ve kıkırdakları meydana getiren hücrelerde mitoz aktivitesini uyarır. Mitoz aktivitesi uyarılınca hücreler bölünürler ve çoğalmaya başlarlar. böylelikle iç organlarda ve kemik dokularında miktarca artış meydana gelir, birey büyümeye başlar.
Burada bir noktada durmak gerekir. Büyüme hormonu aslında farkında olmadığınız mucizevi bir olayın tetiklenmesine neden olur. Bu olay büyümedeki orantı dengesidir.

Örneğin elleriniz en genel şekilde kas, kemik deri ve yağ dokusundan meydana gelir. Büyüme hormonu salındığında herbir farklı hücreye farklı şekilde etki eder. Kas hücresi 2X sayısı kadar mitoz geçirip çoğalıyorsa kemik hücreleride 2X sayısı kadar bölünürler, aynı şekilde deri hücreleride aynı oranda çoğalırlar. Fakat bazı organlar vardırki büyüme hormonuna cevap verdiği zaman ani bir mitoz patlaması göstermezler, örneğin göz hücreleriniz STH hormonuna, ellerinizi meydana getiren deri hücreleri gibi bir yanıt verseydi o zaman gözleriniz şu an göz yuvalarınızın dışında olacaktı. Ancak göz hücreleri (başka organlarda olabilir) STH'ya yanıt verdiğinde göz hücrelerindeki genler, gözün büyümesini, vücut organları ile orantılı olacak şekilde düzenlerler.

Başka bir örnek vermek istersek klavyeyi kullanan ellerimizi verebiliriz. Ellerinizin üzerini örten deri, kas ve kemik hücrelerinden daha az sayıda mitoz geçirirse, mesela X kadar bölünecek olursa deri kemiklere dar gelecek ve yırtılmaya başlayacaktı. Tersine kemik hücreleri büyüme oranının altında kalsaydı bu sefer elleriniz birer deri yumağına dönüşecekti. Aynı oran bozukluklarını iç organlara uyarlarsanız, STH / GH hormonları ve bu hormonların etki ettikleri hücreler arasındaki kontrol sistemlerinin, sizin hayatınız açısından nekadar mucizevi bir önemi olduğunu anlayabilirsiniz.

PRL : Prolaktin dişi bireylerde meme bezlerinden süt salınmasında uyarıcı bir etkiye sahiptir. Özellikle doğum sonrasında süt bezleri yüksek aktivite gösterir, böylelikle bebeğin ihtiayaç duyduğu süt fazlasıyla üretilmiş olur. Ancak süt üretiminde sütün zengin mineral içeriği açısından ana etmen PRL değildir, annenin iyi beslenmesi bebeğin içeceği sütün zengin mineral ve protein içeriğe sahip olmasında etkendir.
MSH : " Melanin uyarıcı hormon " adını alan MSH hormonu, hipofizden salındığı vakit hedef hücreleri olan melanin hücrelerinin reseptörlerine bağlanır. Bu hücreler melanin adı verilen renk pigmentinin üretimini gerçekleştirirler. Bu pigmentlerin üretimindeki artış, derinin renginin koyulaşmasına neden olur. Aksine açık tenli insanlarda melanin hücreleri daha az pigment üretirler. Bunun yanında melanin pigmentinin üretimi güneş ışınlarıylada doğrudan etkilidir.
I-) Nörohipofiz lobundan salgılanan hormonlar :

Bu lobun iki ana hormonu vardır, birisi Oksitosin diğeri ise Vazopressin dir. Her iki hormonda gerçekte hipotalamusta üretilir, ancak hipotalamus ile hipofiz arasındaki portal damarağına geçerek nörohipofize ulaşır ve buradan kana karışır. Nörohipofiz burada yanlızca kan damarlarına yataklık yapmaktadır, bir bakıma köprü vazifesi görmektedir.

Oksitosin : Bu hormon hamile kadınlarda doğum esnasında rahimin etrafına sarılı olan düzkas hücrelerinin kasılmasına neden olur, böylelikle doğum esnasında yavru rahim kanalı boyunca ilerler. Bunun yanısıra bebekler anne sütünü emerken civardaki sinir hücrelerine baskı yaparak annenin beynine sinir impulsu gitmesine neden olur. Bu impulslar oksitosin salınımını artırır, böylelikle oksitosin süt kanallarının kasılmasına ve sütün bebek tarafından emilmesine yardımcı olur.
Vazopressin : Vazopressin hormonu, damar cidarlarında konumlanmış düz kas hücrelerinin kasılmasına ve aynı zamanda böbreklerden suyun absorbe edilmesini uyarır, böylelikle kandaki üre seviyesi düşürülmüş olur. Damarların daralması ise kan basıncının ayarlanmasında fonksiyoneldir.
- PİNEAL BEZ -
Pineal bez, beynin diensefalon bölgesinin dorsalinde (sırt kısmında) bulunmaktadır. Tıpkı hipofiz bezi gibi kısa bir sapla beyine bağlanmıştır. Bu bezin iki önemli hormonu vardır ;

Serotonin : Serotonin, bireyde uyku düzenlenmesinde rol alır, ancak vücut sıcaklığının ayarlanmasında ve damarların cidarlarındaki düz kasların kasılmasında uyarıcı etkisi vardır.
Melatonin : Melatonin hormonu üreme sikluslarının düzenlenmesinde rol oynamaktadır.
- TİROİD BEZİ -
Tiroid bezi soluk borusunun ön tarafında yer alır. Başlıca üretip saldığı hormonlar şunlardır ;
Tiroksin : Tiroksin hormonu, tirozin amino asitinden üretilen bir hormondur. Bu hormon ne protein tabiatında nede lipid tabiatındadır, yanlızca tekbir tirozin aminoasitine 4 tane İyot molekülünün bağlanmasıyla meydana gelir. Tiroksin genel olarak canlının hücrelerinde enerji açığa çıkaran reaksiyonların hızlanmasını uyarırlar. Örneğin soğuk havalarda tiroid bezinizden daha fazla Tiroksin salınır. Bunun neticesinde enerji açığa çıkaran reaksiyonlar hızlanır ve vücut ısınız yükselmeye başlar. Bu şekilde, vücut için ideal ısı olan 37 derecede denge sağlanmış olur.
Triiyodotronin : Adındanda anlaşılacağı gibi bu hormona 3 adet İyot molekülü bağlanmıştır. Triiyodotronin aslında tiroksinden 1 iyot çıkarılmasıyla oluşur. İyodun çıkarılması ise spesifik bir enzim tarafından gerçekleştirilir. Triiyodotronin'in fonksiyonu tiroksin hormonunun ki ile aynıdır.
Kalsitonin : Kalsitonin hormonunun hedef hücreleri kemik dokusudur. Kalsitonun kemik hücrelerine bağlandığı zaman hücrelerin membranı üzerinde bulunan kanallardan kemiğe Ca(+) iyonunun geçisi hızlanır. Böylelikle kandaki Ca seviyesi düşerken kemikteki Ca seviyesi artar, dolayısıyla kemike sertleşme meydana gelir.
- PARATROİD BEZİ -
Bu bezin bilinen en önemli hormonu " Parathormon " dur. Parathormon, Kalsitonin hormonunun aksine kemiklerden Ca(+) iyonlarının kana geçişini uyarır. Ayrıca Parathormon böbrekte bulunan ve glomerulus adı verilen süzüntü birimlerinde, kandaki fosfat (PO( - ) ) iyonlarının idrara geçişini hızlandırır. Buna bağlı olarak kandaki fosfat iyonlarının yoğunluğu düşürülmüş olur.

- BÖBREK ÜSTÜ BEZLERİ -
Böbreküstü bezleri (Diğer adıyla " Adrenal bezler "), anatomik olarak Korteks ve Medulladan oluşur. Bezin korteksi ve medullası ayrı ayrı hormonlar üretirler. Öncelikle korteksden salınan hormonlara değinelim ;

Korteksten salınan hormonlar :

Adrenal korteks, steroid grubu adı altında toplanan değişik hormonların üretiminden sorumludur. Steroid hormonları, kolestrolden sentezlenen lipid tabiatındaki hormonlardır. Bu hormonların başlıcaları şunlardır ;

Aldosteron : Aldosteron hormonu, kanda bulunan Na ve K iyonlarının dengesinden sorumludur. Na iyonlarının böbreklerden emilimini sağlarken K iyonlarının idrara geçişine neden olur. Aynı zamanda Aldosteron böbreklerden su emiliminide gerçekleştirir.
Kortizol, Kortizon : Her iki hormonda kas ve karaciğer dokularına etki eder. Karaciğer hücrelerinde Glikoneogenez (Glikozun sentezlenmesi olayı) reaksiyonlarını tetiklerken kas hücrelerinde proteinlerin aminoasitlere parçalanmasına neden olur.
Medulladan salınan hormonlar :

Adrenal medulladan, tirozin aminoasiti türevi olan Adrenalin ve Noradrenalin hormonları salınır. Bu iki hormon, organizmanın heyecan, korku gibi durumlarla karşı karşıya kalması durumunda salınarak sinir impulslarının çok hızlı bir şekilde iletilmesine neden olur. Adrenalin ayrıca sinir hücrelerinin akson uçlarından da salınır. Akson uçlarından salınan Adrenalin, impulsun diğer sinir hücresinin dentritine atlamasını sağlayan kimyasal bir aracı olarak rol oynar.

- HORMON ÜRETEN BEZLER GİBİ DAVRANAN ORGANLAR -
Bazı organlar gerçekte farklı fonksiyonlara sahip olmasına karşın bazı kimyasalları üretip kana vermesi bakımından aynı zamanda hormonal bez olarak kabul edilir.

Bu organlardan başlıcaları, mide, karaciğer, pankreas ve üreme organlarıdır. Bunların neden hormonal bez kategorisine alındığına deyineceğiz ;

Mide : Mide duvarında salgı üretip bu salgıları bir kanal aracılığıyla mide içerisine gönderen bezler vardır. Bu bezleri meydana getiren hücreler arasında hormon üretip salan özelleşmiş hücreler vardır. Midede asit üreten hücreler " Parietal " hücrelerdir. Bu hücrelerin asit salgılamasını kontrol eden hücreler ise " G " hücreleridir. G hücreleri gastrin hormonu üretirler, bu hormon parietal hücrelerin HCL salgılamasını uyarır.

Ancak G hücrelerinin gastrin üretmeside yine o bölgede bulunan D hücrelerinden salınan " Serotonin " hormonu tarafından kontrol edilir. Yani birtür zincirleme ilişki vardır.

" EG " hücreleri adı verilen hücreler ise Enteroglukagon adı verilen bir hormon salarlar. Bu hormon kandaki şeker düzeyinde artışa neden olur.

" EC " hücreleri ise serotonin salarlar. Bu hormon damarların cidarlarındaki düz kasların kasılmasında fonksiyoneldir.

Karaciğer : Karaciğer vücuttaki en büyük ve en önemli organlardan birisidir. Karaciğer, besinlerin sindirimiyle kendisine gelen biyokimyasal molekülleri işlediği gibi, bu moleküllerden sentez ettiği protein, glikojen gibi maddeleri kana vermesiyle endokrin (iç salgı bezlerine verilen genel ad) sınıfına dahil edilmektedir.

Karaciğer özellikle glikozu glikojene çevirerek depo eder yada kana verir. Ayrıca fibrinojen, protrombin ve albumin gibi proteinlerde karaciğer tarafından sürekli üretilip kana verilirler.

Pankreas : Sindirim olaylarında incebağırsağa karaciğerden safra sıvısı dökülürken pankreastan ise lipidlerin parçalanmasını sağlayan enzimler salgılanır. Pankreas bu özelliğiyle eksokrin (dış salgı bezlerine verilen genel ad) bez olarak bilinir. Ancak pankreasta özelleşmiş hücrelerin oluşturdukları adacıklar vardır ki bu adacıklara
" Langerhans adacıkları " adı verilir. Bu adacıklarda farklılaşmış A, B, D, ve PP hücreleri konumlanmışlardır.

A hücreleri " Glukagon " adı verilen bir hormon salarlar. Bu hormon karaciğerde depoedilen glikojenin parçalanmasını ve glikozun açığa çıkmasına neden olur.
B hücreleri ise " İnsülin " adı verilen bir hormon salar. Bu hormonun görevi ise karaciğerde glikozun glikojene çevrilmesini sağlamakatır. Ancak insülin kas dokularındada glikozun glikojene çevrilmesini ve depo edilmesini sağlar. Bunun yanında insülin yağ dokularında yağ sentezini uyarır.
İnsülin oldukça önemli bir hormondur. Şeker hastalarında bu hormonu sentezleyen hücrelerin insülini şifreleyen genleri kusurlu olduğu için üretilen değişik yapıdaki hormon görevini yerine getiremez, yani karaciğeri, glikozu glikojene çevirmesi için uyaramaz. Glikoz ise kanda birikmeye başlar ve tansiyonun yükselmesine neden olur ki bazı durumlarda yüksek tansiyon çok ağır neticeler verebilmektedir.

D hücreleri ise A ve B hücrelerinin aktivitesini düzenleyen " Somatostatin " adı verilen bir hormon salar.
PP hücreleri ise pankretaik peptidleri (proteinleri) salgılayıp kana verirler.
Eşey organları (Gonadlar) : Gonadlar hem erkek hemde dişi bireyde eşey hücrelerinin üretilip geliştiği yerleri temsil ederler. Ancak eşey hücrelerinin üretimi yanısıra erkeklik veya dişilik karakterlerin ortaya çıkmasında rol oynayan hormonlarıda salarlar.

Erkeklerde bu hormonlardan en bilineni " Testosteron " adını alır ve Leydig adı verilen hücreler tarafından üretilir. Dişilerde ise üretilen hormon " Progesteron " hormonudur. Bu hormon ise meme bezlerinin gelişmesi gibi sekonder karakterlerin gelişmesinde uyarıcı etkisi vardır. Progesteronun üretimi ise yumurtanın geliştikten sonra dönüşüme uğrayarak meydana getirdiği " Korpus Luteum " adı verilen bir yapıda gerçekleşir.

Gerek enzimler gerekse hormonlar vücut için mutlak suretle gerekli olan biyokimyasal moleküllerdir. Bu moleküllerden herhangi birisini yok sayarsanız organizmada oldukça ciddi rahatsızlıklar ortaya çıkması muhtemeldir.
Örneğin monitörünüzde sayfayı kaydıran çubuğu rastgele hareket ettirip monitörün alt tarafına en yakın hormonu yok ettiğimizi düşünelim. Farz edelimki monitörün altına en yakın hormon " Vazopressin " oldu. Eğer organizmada vazopressini üreten gen hasar görürse o bireyin kanındaki ürenin böbreklerden atılması söz konusu olamaz. Ürenin kandaki artışı ise toksik etki yapar ve zehirlenmeye neden olur.

Sizlerde rastgele bir hormon adı seçin ve o hormonu şifreleyen geni yok sayın, sonucun organizma açısından hiçte iç açıcı olmayacağı aşikardır.

Bu derece birbiri içine geçmiş başdöndürücü biyokimyasal kontrol sistemleri, organizmanın ancak tasarım sonucu ortaya çıkabileceğini göstermektedir. Buraya kadar adı geçen hormonlar için binlerce hata milyonlarca soru sorulabilir. Çünki bu sayfadaki mevcut tüm bilgiler çölde bir kum tanesini temsil etmektedir.

Gördüğümüz gibi vücudun biyokimyasal reaksiyonlarında ve kontrol sistemlerinde çok mühim rolleri olan
" Hormonlar " ve " Enzimler " hiç durmadan çalışarak, şu an bu yazıları okurken bir mucizeyi gerçekleştirmektedirler.

" Hayatınızın devamlılığını ! "
jaws - avatarı
jaws
Ziyaretçi
30 Nisan 2010       Mesaj #12
jaws - avatarı
Ziyaretçi
KÜÇÜK DEV : HÜCRE

Sponsorlu Bağlantılar


Hücrenin yapısının ilk keşfedildiği yıllarda basit bir molekül yumağından ibaret yapılar olduğu zannediliyordu. Ancak teknoloji ilerledikçe hücrenin iç yapısının inanılmaz derecede kompleks olduğu ortaya çıkmıştır.Hücre konusunda ders kitaplarında anlatılan bilgiler hücrenin en kaba halini göstermekle birlikte kolaylıkla anlaşılması için organel ve hücre sistemlerinin çizimleri oldukça basite indirgenmiştir.

Eğer hücre üzerine araştırmalarınızı derinleştirirseniz, yanlızca hücre zarının bile oldukça karmaşık sistemlere sahip olduğunu keşfedebilirsiniz.

Bizlere verilen hücre bilgileri kısaca hücre zarı, mitokondri, endoplazmik retikulum ve nukleus'u kapsayan klasik bilgilerdir. Bu sayfada hücrenin birkaç organel ile birlikte mikroskopik boyutlarına karşın akıl almaz karmaşık yapılarını özetlemeye çalışacağım.

Doğadaki tüm canlılar hücrelerden oluşmuştur.Tek hücreli olsun çok hücreli olsun her canlının yapısının temelinde hücre vardır.Bir bakteri veya bir Alg'in vücutları yanlızca bir hücreden oluşmasına karşın bir kedi, köpek,koyun vs. diğer tüm canlıların vücutları ise birden fazla hücreden oluşurlar.Bu hücreler birbirleriyle sürekli br işbirliği içerisindedirler ve aralarında sürekli bir madde veya hormon alış verişi hüküm sürer.

Hücre yapı itibariyle basit gibi görünsede derinlerine inildikçe kompleksliğin boyutları artmaktadır.Örneğin hücreyi kuşatan zarın yapısı ışık mikroskoplarında çok yalın bir yapıya sahip gibi gözükür fakat yanlızca hücre zarının içerisinde bile akıl almayacak derecede kimyasal olaylar cereyan eder.Mesela zarda iyon pompalarından kimyasal reseptörlere, yardımcı proteinlerden enzimlere kadar hemen her yapı iş görmektedir. Nitekim hücre zarının çalışma mekanizmaları üzerine halen açıklık kazanamamış ve teoriler üretilen karanlık noktalar vardır.

Hücreyi ele alırken en dıştan en içe doğru yapıları teker teker ele alacağız.Yani hücrenin en uç bölgesi olan Membran (zar)' dan en iç bölgesi olan Nukleolus'a kadar her yapıyı teker teker ele alarak açıklamaya çalışacağız.

Hücre zarı (Membran) :
membran3
Hücre zarının yapısı en basit olarak Fosfolipit adı verilen bir tabakadan oluşur.Bu tabakanın kalınlığı her hücre için farklı olmasına karşın ortalama kalınlığı 8 - 10 nm dir (Nano metre metrenin milyarda biridir).Aşağıdaki şekilde de gördüğümüz gibi fosfolipit tabakası birbirlerine sırt sırta dayanmış molekül gruplarından oluşmaktadır.


Altın rengindeki bilyeler ve bu bilyelere bağlı bulunan ipliksi yapılar görülmekte.

Altın rengindeki bilyeler proteinlerdir.Bu moleküller biyokimyasal özellikleri itibariyle sulu ortamlara yaklaşma eğilimi gösterirler.Suyu seven moleküllere ise " Hidrofilik " denir.

Bu moleküllerin hemen altında bulunan ve karşı karşıya gelmiş ipliksi moleküller ise yağ molekülleridir.Yağ molekülleri ise suya yaklaşma değil kaçma eğilimi gösterirler.

Suyu sevmediklerinden dolayı bunlarada " Hidrofobik " denir.


Yağ ve protein molekülleri, hidrofilik ve hidrofobik özellikleri sayesinde şekildeki gibi bir dizilim gösterirler.

Zarda aynı zamanda kolestrol, zar proteinleri, reseptörler, karbonhidratlar, iyon pompaları ve enzimler iş görür.Kolestrol molekülleri protein - lipid tabakadaki sırt sırta vermiş molekülleri birbirine bağlamada iş görür.Zar proteinleri ise bazılar iyonları transfer etmede görev görürken bazılarda zarın üzerinde bulunan karbonhidrat moleküllerine yataklık yapar.

Şekilde mavi renkle gösterilmiş yapılar zar proteinleridir ve bu proteinlerin içlerinde kanallar bulunup zarın seçici geçirgen özelliğini belirler.Çünki protinlerin içlerindeki bu kanallardan hücrenin isteğine göre ya madde alınır yada dış ortama madde verilir.Dikkat ederseniz bu proteinler zarın bir tarafından diğer tarafına kadar uzanır.Bu proteinlere " İntegral protein " adı verilir.Fakat zarı delmeden yazlıca yüzeylere tutunan proteinlerde vardır.Bu tip proteinlerede " Periferal (yüzeysel) protein " adı verilir.

Zar proteinlein görevlerini kısaca özetleyelim ;

Molekül transferlerinde görev alırlar.
Zarın yapısını kuvvetlendirerek elastik bir yapı kazandırır.
Zar üzerinde kesiklikler yaparak zarın üzerinde porları oluştururlar.
Biyokimyasal reaksiyonlarda enzim olarak iş görürler.
Bunun dışında zardaki proteinlerin ve iyon pompalarının nasıl çalıştığı üzerinde fizyolojik çalışmalar halen devam etmektedir.

İyon pompalarının çalışması ise tıpkı bir karınca gibidir.Bir molekülü tutarak diğer tarafa taşırlar ve bu işi hiç durmaksızın yaparlar.

tasima1
Şekilde, hücre zarının enine kesitini görmektesiniz.Zarın içinde moleküllerin bir taraftan diğer tarafa transferini sağlayan taşıyıcı molekül görlülüyor.Bu moleküller, taşınması zor olan ve difüzyon (yayınma) yoluyla geçemeyen büyük molekülleri ATP enerjisi kullanarak hücre içerisine veya hücre dışarısına taşırlar. Bu molekül pompalarının, kalınlığı yanlızca 8 - 10 nm olana zarın içerisinde kusursuz bir biçimde çalışması ise insanı adeta hayranlık içerisinde bırakmaktadır.

Hücrenin zarı oldukça elastik bir yapıya sahip olup hücrenin büyümesine paralel olarak yüzeysel bir genişleme gösterir.Hücrenin % 75 ' lik bir kısımını ise su oluşturur.Hücre zarı bu bakımdan sitoplazma ve organellerin dağılmaması açısından oldukça mühim bir görev üstlenmiştir.

Yukarıdaki ilk şekilde hücre zarı üzerinde yeşil renkli boncuk dizisine benzer yapılar görülmektedir.Bu moleküller " Karbonhidrat " molekülleri olup yanyana dizildiklerinde hücre zarının dış yüzeyinde ikinci bir örtüyü meydana getirir.Bu örtüye ise " Glikokaliks " adı verilir.

Glikokaliksin, hücre zarının iç yüzeyi ile dış yüzeyi arasında bir gradiyent farkı oluşturarak kimyasal taşıma ve reaksiyonların meydana gelmesi açısından önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir.

Hücre iskeleti :
iskelet
Hücrenin % 75 ' lik kısımının su olduğunu belirtmiştik.İçerisinde bu kadar fazla miktarda su ihtiva eden bir yapının dağılmadan ayakta durabilmesi, hücre içerisindeki iskelet ve tıpkı kaslar gibi hareket eden bir tür sistem sayesinde mümkün olmaktadır.

Hücre içerisinde sistematik olarak yerleşmiş olan " Mikrotubul " ve " Mikroflament " ler hücre iskeletini meydana getiren ana unsurlardır.

yukarıda ki şekilde hücre zarının hemen altından yerleşmeye başlayan mikrotubul (mavi renkli çubuklar) ve mikroflamentleri (sarı renkli ağsı yapı) görmektesiniz.

Mikrotubuller düz yapıdadırlar ve dallanma göstermezler.Kalınlıkları ise 20 - 25 nm arasında değişir.Mikrotubuller resimde çok basit birer çubuk gibi görünürler fakat iç kısımları oldukça karmaşıktır.Öyleki mikrotubullerin içerisinde dairesel olarak sıoralı 13 adet alt birim vardır.Bu birimlerin arasında yani merkezde ise elektronca yoğun bir bölge vardır.

Mikrotubuller hücre bölünmesi esnasında sayılarını artırırlar.

Mikrotubullerin belli başlı görevleri ise sentriyollerin, sillerin ve kamçıların yapısal unsurlarını oluşturumaları şeklinde sıralanabilir.Bunlardan başka kan pulcukları ile daha birçok hücrede iskelet sistemini oluştururlar.Sinir hücrelerinde ise materyal transferinde iş görürler.

Mikroflamentler ise mikrotubullerin aksine ağsı bir yapı gösterirler ve kalınlıklarıda 7 nm kadardır.Yani mikrotubullerin 3 te biri kadar kalınlıktadır.Mikroflamentler hücrenin hareketi ve hücre kasılmasında fonksiyonel yapılardır.Mikroflamentler hücre içerisinde sayıca az olmasına karşın kas hücrelerinde oldukça gelişmiş bir yapıya sahiplerdir.Kas hücrelerinde hepimizin yakından tanıdığı iki proteini ihtiva eden iki çeşit mikroflament vardır.

Birinci mikroflamentimiz " Aktin " adı verilen bir çeşit protein taşır.İkinci mikroflamentimiz ise " Miyozin " adı verilen diğer bir çeşit proteini ihtiva eder.İçerdikleri proteinlerle birbirinden farklılaşmış bu mikroflamentler, mekaniksel ve kimyasal etkileşimlerle birbirleri üzerinde kayarak içinde bulundukları kas hücresinin hareketini sağlarlar.

Mikroflamentler aynı zamanda hücre zarının endositoz ve ekzositoz hareketlerini sağlayarak kese oluşturma yöntemiyle hücre içerisine büyük moleküllerin alınmasını sağlarlar.

Organeller :

Hücre içerisinde herbiri birbirleriyle etkileşim içerisinde bulunan birçok organel ve bu organellere yardımcı unsurlar vardır.Fakat bu organeller gerek sayı olarak gerekse yapı olarak hücreden hücreye farklılık gösterebilir.

Biz en temel olarak bitki ve hayvan hücresini karşılaştıracağız.

hayhuc2
yukarıda ki şekilde tipik bir hayvan hücresi görülmektedir.

Hayvan hücreleri ile bitki hücreleri yapı itibariyle pek fark göstermeselerde organel büyüklükleri, sayıları ve fonksiyonları bakımından farklılık gösterirler.

Şekildede görüldüğü gibi Nukleus hücrenin ortasında konumlanmıştır.Bundan başka hayvan hücrelerinin dış yüzeylerinde çeper yoktur.Çeper yanlızca bitki hücrelerine mahsus bir yapıdır.

Genel olarak bakıldığında hücre içerisinde organellerin oldukça homojen dağıldıkları farkedilebilir.

Bitki hücresi hayvan hücresiyle arasındaki fark oldukça belirgindir.
bithuc
Bitki hücresinin en dış tarafında membran'a ilave olarak kalın bir yapıya sahip " Selüloz çeper " görülmektedir.Çeper bitki hücresini hem dış ortamlardan korur hemde hücreye sertlik verir.Bu yüzden bitki hücreleri hayvan hücreleri kadar esnek değildir.

Ayrıca bitki hücresinde " Vakuol " oldukça büyüktür.

Vakuol esas olarak depo organı olarak iş görür ve yüksek miktarda su içerir.Mesela fotosentez reaksiyonları sonucunda elde edilen nişasta, karbonhidrat ve diğer besin maddeleri vakuolde depo edilir.

Bitki ve hayvan hücreleri arasında organeller dışında biyokimyasal farklarda vardır.Mesela bitki hücresinde fotosentez için gerekli olan " Klorofil " molekülü mevcuttur.Ve yine bitki hücrelerinde polisakkaritler nişasta halinde depo edilirler.Hayvan hücrelerinde ise polisakkaritler " Glikojen " şeklinde depo edilir ve hayvan hücrelerinde klorofil molekülü bulunmaz.Bu yüzden hayvanlar fotosentez yapamazlar.

İlk organelimiz " Endoplazmik retikulum ".

Endoplazmik retikulum :

Endoplazmik retikulum hücre içerisinde madde iletimini sağlayan boru ağı gibi iş görür.Hücreyi bir şehir gibi düşünürseniz endoplazmik retikulumuda bu şehrin su borusu şebekesi gibi düşünebilirsiniz.

Endoplazmik retikulum hemen hemen tüm hücrelerde bulunur.Fakat hücreden hücreye yapısal olarak farklılık gösterebilir.Örneğin bazı hücrelerde yassı kese şeklinde olmasına karşın diğer bazı hücrelerde ise tubular (boru şeklinde) bir yapı gösterebilir.
endoplas1

Şekildede gördüğünüz gibi endoplazmik retikulumun bir kesiti görülmektedir.

Şekilde gösterilen endoplazmik retikulum granüllü bir yapıya sahiptir.Yani üzerinde
" Ribozomlar " tutunmuş bir vaziyettedir.Bu tip organellere kısaca GER denir

Endoplazmik retikulumun üzerinde garnül yani " Ribozom " bulunmayan tipleride vardır.Böyle organellerede kısaca DER (Düz yüzlü ER) denir.Bazı hücrelerde DER ile GER yanyana konumlanırlar ve birbirleriyle bağlantılıdırlar.

DER ile GER çeşitli hücrelerde farklı olarak oranlanmıştır.Mesela pankreas ve kan hücrelerinde GER daha baskın bulunurken, adrenal korteks gibi hormon tabiatli sıvı salgılayan bezlerde ise DER daha baskın bulunur.Buna karşın DER ve GER ' in eşit oranda yer kapladığı hücrelerde vardır.Örneğin karaciğer hücresi gibi.


Hücrenin nasıl ki çevresini kuşatan bir zarı var ise hücre içerisindeki her organelinde çevresini kuşatan kendine özgü bir birim zarı vardır.Şekilde endoplazmik retikulumun kıvrımlı yapısı göz önüne alınarak zarların hangi tarafının göründüğü belirtilmiştir.

Kahverengi ile boyalı bölge, endoplazmik retikulum zarının dış yüzeyini temsil etmektedir.

Yani zarın bu bölgesi, içinde bulunduğu sitoplazmaya bakarken, mor ile boyalı bölge endoplazmik retikulumun iç tarafına yani " Matrix " ' ine bakmaktadır.

Üzerinde ribozom bulunan endoplazmik retikulum, ribozom tarafından üretilen proteinleri kendi bünmyesine alır.Burada proteinler işlenerek fonksiyonel yapısına kavuşturulur.Örneğin üretilen protein bir enzim haline getirilecekse, protein, endoplazmik retikulum içerisinde işlendikten sonra hücrenin değişik yerlerine transfer edilir.Bundan ayrı olarak diğer materyaller, iyonlar ve besin maddeleride hücrenin gerekli yerlerine endoplazmik retikulum ile taşınırlar.

Organelimiz bundan ayrı olarak şimdi göreceğimiz " Golgi " aygıtına da biyokimyasal materyaller gönderir.Fakat bunu kanallarla yapmak yerine " Transfer vesikülleri " ile gerçekleştirir.

Golgi aygıtı :

Şekli, ardışık olarak sıralanmış keselere benzeyen golgi aygıtı, endoplazmik retikulumla bağlantılı olarak vesikül üretmekle görevli bir organeldir.

Golgi aygıtı esas olarak 3 bölgeden oluşur.Bu organel nukleusa yakın bölgelerde konumlanmış olup nukleusa yönelik olan kısımı " Olgun bölge ", hücre zarı tarafına bakan kısım ise " Oluşma bölgesi " adını alır.Ortadaki bölge ise geçiş bölgesidir.

golgi1

Şekilde bir golgi aygıtının kısımları net olaka gözüküyor.

En alttaki kısımlar yukarıdaki bölgelere göre daha ince olup " Oluşma bölgesi " ' ni temsil etmektedir.Yukarıdaki kısımlar ise kenarları kalınlaşmış bir yapıya sahiptir ve "Olgunlaşmış bölgeler " ' i temsil etmektedirler.Ribozomlar tarafından üretilen ve endoplazmik retikulumda biriktirilen polipeptidler (proteinler) daha sonra geçiş vesikülleri ile golgi aygıtına ulaşırlar (Şeklin en altındaki serbest vesiküller).

Golgi aygıtına ulaşan polipeptidler, hücre tarafından üretilen polisakkaritlerle (şeker molekülleri) ile etkileşim içerisine girerek golgi aygıtı içerisinde bir seri işleme tabi tutulur.Bu seri işlemler devam ederken, moleküller golgi aygıtının olgun bölgesine yani şeklin üst bölgesindeki keselere doğru hareket ederler.Ve nihayetinde golgi aygıtından kökenlenen bir zar vasıtasıyla sentezlenen salgı veya sindirici enzimler vesikül halinde sitoplazmada serbest olarak yüzmeye başlarlar.

Salgı vesikülleri, farklı hücrelerin ürettikleri farklı biyokimyasal özelliklere sahip maddeleri ihtiva ederler.Bu biyokimyasal maddeler hormonda olabilir enzimde olabilir.

Sindirici enzim içeren vesiküllere ise " Lizozom " adı verilir.Lizozomların içerdikleri sindirici enzimlerin pH ' ı çok düşüktür ve asidik yapıya sahiptir.İçerdikleri bu asidik tabiattaki sıvılarla hücre içerisine alınan besin maddelerini tıpkı midemiz gibi sindirmeye başlarlar.Lizozomlar aynı zamanda hücre içerisinde fonksiyonlarını yitirmek üzere olan yaşlanmış organelleride bünyelerine alarak eritip yok ederler.

" Otoliz " adı verilen hücre intiharlarıda lizozomlar tarafından gerçekleştirilen bir olaydır.Bir canlı öldükten hücrelerin içerisinde bulunan lizozomların zarları parçalanır ve lizozom içerisindeki asidik enzim serbest hale geçer.Serbest hale geçen enzimler bütün hücre organellerine etki ederek onları eritir ve hücreyi yok eder.

Ölmüş bir hayvan cesedinin birkaç gün içerisinde çürüyüp kokmasının bir nedenide budur.

Ribozomlar :

Genetik sayfamızda üzerinde durduğumuz ribozomların daha derinine inerek nasıl bir yapıya sahip olduklarını göreceğiz.

Ribozomlar her hücre içerisinde bulunan bir organeldir.Bakteri hücresinde hiçbir organel bulunmasa bile mutlaka ribozom vardır.Bunun nedeni ise enzim ve proteinlerin her hücre için mutlaka olması gerektiğidir.Dolayısıyla enzim ve proteinlerde ancak ribozomlar tarafından üretildiği için ribozom her hücrede mutlaka vardır.Fakat sayı olarak hücreden hücreye farklı olabilir.

Ribozomlar mikroskopla gözlendiklerinde küçük partiküller halinde görülürler.Yalın gibi görünen bu partiküllerin bile fonksiyonlarını kusursuzca yerine getirebilmeleri açısından uygun bir morfolojik yapıya sahip olması, hücre içerisindeki dizaynı gözler önüne sermektedir.

Ribozomlar bildiğimiz gibi mRNA yı okuduktan sonra doğru tRNA yı mRNA üzerine yerleştirip protein sentezini gerçekleştiren organeldir.Fakat mRNA yı okuma ve tRNA yı yerleştirme işlemi hücre tarafından hassasiyetle yürütülen bir sentez işlemidir.Ribozom ise üstlendiği bu hassas görevi mükemmel anatomik yapısı sayesinde yerine getirir.

ribozom3

Şekilde biri büyük diğeri küçük iki adet ribozom " Alt birimi " görülmektedir.Bu alt birimlerin şekli bizim için oldukça anlamsız gibi gelsede protein üretimi için oldukça büyük önem taşır.Bu alt birimler bir araya gelip bağ kurduktan sonra " Ribozom kompleksi " ' ni meydana getirirler

Ribozomlar RNA ve proteinlerden meydana gelirler.Ribzom üzerinde mRNA nın bağlanacağı bir bölge bulunurki bu bölge mRNA yı tanıyarak ribozoma tutunmasını sağlar.Ribozom aynı zamanda tRNA yıda tanıyacak şekilde özelleşmiştir.mRNA nın ribozoma nasıl bağlandığını ve tRNA ların ribozom üzerinde nasıl konumlanıp protein sentezlediklerini bir şekille görelim.
ribozom1

Birinci şekilde ribozom kompleksi ve bu kompleksin içerisinde ayırt edilen iki bölge görülmekte.
Birisi P bölgesi diğeri A bölgesi olarak adlandırılan bu bölgeler, tRNA ların bağlanma bölgelerini temsil etmektedirler.

İkinci şekilde, protein sentezini birinci tRNA ile başlatmış olan bir ribozom görülüyor.Proteini oluşturacak olan ilk amino asiti taşıyan tRNA ribozomun A bölgesine bağlanır.Bağlanmadan hemen sonra ribozom mRNA nın ikinci kodonunu (3 lü dizi) okumaya başlar ve tRNA yı P bölgesine doğru kaydırır.

A bölgesi böylelikle boşalmış olur (3.şekil).Ribozom böyle yaparak birinci amino asititn hemen arkasından gelen ikinci amino asit için yer açmış olur.İkinci amino asit A bölgesine bağlandığında amino asitlerde yanyana gelecek ve birbirleriyle bağ yapacaklardır.

Bu bağa " Peptid " bağı denir.Binlerce amino asitin bağlanmış haline ise " Polipeptid " adı verilir.


İnsanı hayranlık içerisinde bırakan bu sistem yanlızca bununlada sınırlı değildir.Hücre, proteine çok fazla ihtiyacı olduğu zamanlarda derhal protein sentezini başlatır.Fakat mRNA nın okunup tRNA ların okunan bu kodonlara göre bağlanması hücre için hızlı bir işlem değildir.

Bu yüzden mRNA tıpkı kağıt fabrikalarında bir merdaneden çıkıp diğer bir merdaneye giren kağıtlar gibi, seri olarak dizilmiş ribozom kompleksleri tarafında ardı ardına okunur.Bunu aşağıdaki şekle bakarak açıklamaya çalışalım.
ribozomlar

Şekilde bir protein sentez aşamasının gerçek halini görmektesiniz.

Ribozomlar tıpkı bir boncuk dizisi gibi yanyana dizilmişlerdir.Biraz zor farkedilen mRNA ise bir ribozomdan çıkıp diğer bir ribozoma ardı ardına girmektedir.Resmin sağ tarafındaki protein zinciri sol tarafındaki protein zincirlerinden daha uzundur. Çünki mRNA ilk olarak en sağdaki ribozom tarafından okunmaya başlanmış ve ilk protein sentezi sağdaki ribozomlarda başlamıştır.Buradanda anlaşılacağı gibi mRNA nın ilerleme yönü sağdan sola doğrudur.

Hücre böyle bir mekanizma kullanarak birim sürede ürettiği protein zinciri sayısını, ribozom sayısı oranında artırmış ve zamandan tasarruf etmiştir. Hücrenin zamandan tasarruf etmek için bu derece mükemmel bir sistem kulanması, üstün bir güç tarafında yaratıldığını apaçık ortaya koymaktadır.

Sizler şu an bu yazıları okurken vücudunuzdaki trilyonlarca hücre bu kusursuz mekanizma ile sessiz bir şekilde hiç durmadan protein üretmektedir.

Mitokondri :

Mitokondri, hücre için gerekli olan enerjinin üretildiği bir organeldir.Bu organelde tıpkı diğer organeller gibi birim zar ile çevrilidir fakat iç kısımındaki zar dıştaki gibi düz değildir ve kıvrımlar meydana getirir.Bu kıvrımlara ise " Krista " adı verilir.

Mitokondri içerisinde cereyan eden kimyasal olaylar oldukça karmaşıktır.Hücrede bulunan üç binin üzerindeki enzimlerden ayrı olarak mitokondri içerisine yüzlerce enzim görev almıştır.
mitokondri2

Şekildede görüldüğü gibi mitokondrinin iç tarafındaki zar oldukça fazla kıvrım yapmıştır.Zarın bu şekilde kıvrılmasının nedeni, yüzey alanını genişleterek daha fazla kimyasal reaksiyona yataklık yapmak içindir.

Mitokondrinin içerisinde özellikle fosforilasyon reaksiyonlarında ve elektron transfer zincirinde rol oynayan enzimler çok sayıdadır.Mitokondrinin en fazla ürettiği biyokimyasal molekül ise ATP dir.ATP hücrenin enerji isteyen basamaklarında kullanılan ve yıkıma uğradığı zaman yüksek kaloride ısı veren bir moleküldür.Üretilen ATP daha sonra mitokondri zarından sitoplazmaya geçer ve gerekli yerlerde kullanılır.

atpsentez

Şekilde bir bitki hücresine ait olan bu mitokondride, organelin membranına yerleşmiş olan proteinleri ve oksidasyonda rol alan enzimleri görmektesiniz.

Bu enzimler belirli molekülleri yapılarına alıp okside edebilir veyahut bu moleküllerden H (+) iyonu koparabilirler.Koparılan elektron ve protonlar mitokondri matriksi içerisinde dolanarak kimyasal basamaklara girerler.Şeklin sağ tarafında mitokondri matriksinden bir proton sitoplazmaya verilmekte, aynı zamanda ADP (Adenin di fosfat) ' ye bir fosfat daha bağlanarak ATP (Adenin tri fosfat) meydana getirilmektedir.

Tabii burada gösterilen ATP üretimi, sentezin son basamağıdır.Gerçekte bir ATP üretmek için mitokondri içinde çeşit çeşit reaksiyonlar meydana gelir.ATP üretmek için kullanılan moleküllerden biriside Glikozdur.Glikoz 6 karbonlu bir molekül olup (C6H12O6) mitokondri içerisinde 3 karbonlu piruvata kadar parçalanır.Piruvat oksijen varolduğu hallerde oksijenle tepkimeye girerek daha değişik maddelere indirgenir.Eğer ortamda oksijen yoksa okside olamaz.Dolayısıyla önce " Laktat " ' a ve ardından " Laktik asit " ' e indirgenir.

Bizler koşarken eğer yeteri kadar nefes alamazsak, kandaki oksijen miktarı düşer.Kas hücrelerine ve hücrelerdende mitokondriye oksijen gelmediği zaman kaslarda piruvatın parçalanmasıyla laktik asit birikimi meydana gelir.Laktik asit ise yorgunluğa neden olur.

Kanda yeteri kadar alyuvar bulunmazsa, hücrelere taşınacak olan oksijen miktarı düşer.Dolayısıyla spor yaptığınızda çok çabuk yorulursunuz.Kanınızdaki alyuvar miktarını artırmak için yine doğadan bize sunulmuş ilaçlar vardır.

Başlıcaları kırmızı üzüm ve pekmez...

Nukleus (çekirdek) :
Adındanda anlaşılacağı gibi nukleus hücrenin genellikle merkezinde konumlanmıştır.Fakat vakuolu çok büyük olan bitki hücrelerinde nukleus vakuol ile hücre duvarına sıkışmış bir vaziyettedir.

Nukleus yapısı itibariyle bir zar ile kuşatılmıştır.Bu zarda tıpkı hücrenin kendi zarındaki gibi porlar bulunur. Nukleusun içerisinde ise DNA içeren kromatin iplikçikler bulunur.Bu iplikçikler hücre bölüneceği zaman katlanmalar yaparak kromozomları meydana getirirler.Nukleus genelde bir tane olmasına karşın bazı hücrelerde birden fazla sayıda olabilir.

Nukleusun içerisinde bulunan sıvıya ise " Karyolenf sıvısı " adı verilir.Sözünü ettiğimiz kromatin iplikçiklerde bu sıvının içerisinde yüzerler.Bu iplikler boyandıkları zaman üzerlerinde açık ve koyu renkte bantlar görülür.Bu bantların açık veya koyu görünmesi, o bölgedeki genlerin aktif veya inaktif olduklarını gösterir.
nukleus1
yukarıda ki şekilde nukleusun zarından alınan bir kesiti görmektesiniz.

Kesitte, nukleusun üzerindeki porların birisinin yarısı (por kesiti) diğerinin tamamı (nukleus zar poru) gösterilmiştir.Diğer kesitte ise nukleus zarının ayrıntıları gösterilmiştir.

Görüldüğü gibi nukleus zarıda iki tabakadan oluşmaktadır.Bu tabakalardan birisi nukleusun içerisine diğeri ise sitoplazmaya bakmaktadır.
Ribozomlarda okunan mRNA nın nukleustaki DNA da sentezlendikten sonra sitoplazmaya geçmesi resimde görülen bu porlar sayesinde olur.

Nukleusun içerisinde " Nukleolus " (Çekirdekcik) bulunur.Nukleolusun etrafında ise bir zar yoktur yani nukleus içerisinde serbest haldedir.Yapılarında ise protein, RNA, fibrilller ve nukleusa bağlı kromatin iplikçikleri bulunur.Yani kromatin iplikçikler normalde nukleus içerisinde bulunurlar fakat nukleolus içerisine uzantılar yaparlar.

Nukleus, hücre içerisindeki tüm metabolik faaliyetleri kontrol eden beyin gibi bir organeldir.Örneğin hücrenin ne zaman dış ortamdan besin alacağı, ne kadar protein üretileceği, ne kadar hormon ve enzim üretileceği hep nukleus kontrolündedir.Bu kontrol sistemi ise DNA ile ortamdaki inhibitör (engelleyici) etkenler arasındaki
" Feedback " mekanizması sayesinde olur.

HÜCRE BÖLÜNMESİ
Vücudumuzda her an he saniye bir hücre, ölmekte fakat bu hücrelerin yerini yeni hücreler almaktadır.Hücreler ise bölünerek çoğalırlar.Elimizde ayağımızda yada vücudumuzun herhangi bir bölgesinde bir yara meydana geldiği zaman bu yara bir kaç gün içerisinde kapanmaya başlayacaktır.Açık bir yaranın kapanmasıda yine hücre bölünmesiyle gerçekleşir.

Hücre bölünmesi iki tiptir.Birincisi " Mayoz " ikincisi ise " Mitoz " ' dur.Mayoz bölünme esnasında meydana gelen yavru hücrelerde DNA miktarı yarı arıya düşürülür.Fakat mitoz bölünmede DNA miktarı sabit kalır.

Bunun önemi nedir ?

Canlıların vücudunda hücrelerden eşey hücreleri hariç diğer tüm hücrelerinde 2n sayıda kromozom, eşey hücrelerinde ise n sayıda kromozom bulunur.Erkek bireyden gelen sperm taşıdığı n sayıdaki kromozomu, dişi bireyden gelen ve yine n sayıda kromozom taşıyan yumurta ile birleştirir.Sonuç olarak 2n kromozomlu bir zigot meydana gelirki normal bir bireyde olması gereken kromozom miktarıda budur.

Eğer eşey hücrelerinde de diğer hücrelerdeki gibi 2n kromozom bulunsaydı erkekten gelen sperm ile dişiden gelen yumurtanın birleşmesi neticesinde meydana gelecek olan zigotta 4 n kromozom bulunacaktı.Ve bu kromozom sayısı her nesilde iki katına çıkacak ve canlıların yavruları birer hilkat garibesine dönüşecekti.Hücre böyle bir faciaya meydan vermemek için mayoz bölünme ile eşey hücrelerindeki DNA miktarı yarıya indirir.

Zigot meydana geldikten sonra mayoz bölünme devam etseydi bu seferde DNA miktarı her yavru hücrede yarıya düşecek ve en sonunda DNA dan eser kalmayacaktı.Hücre bu problemide Mitoz bölünme yoluyla halletmiştir.Mitoz bölünmede ise hücre içerisindeki DNA miktarı sabit tutulur.

replikasyon
DNA nın iki katına çıkması işlemi ise yukarı şekilde gösterilen " Replikasyon " mekanizması ile gerçekleştirlir.

DNA kırılma noktasından tıpkı bir fermuar gibi açılır ve tek zincire düşer.Tek zincirler, ortamda bulunan serbest nükleotidleri kullanarak kendilerini eşlemeye başlarlar.Böylelikle oluşan iki yeni zincirle DNA miktarı 2 katına çıkarılır.

Mitoz bölünmede bu zincirlerden birisi birinci yavru hücreye giderken diğer zincir ise ikinci yavru hücreye gider.

Bölünme 4 aşamada meydana gelir.Bu aşamalar sırasıyla ;

Profaz
Metafaz
Anafaz
Telofaz
dır.

1-) Profaz aşamasında kromatin iplikçikler katlanmalar meydana getirerek kromzomları oluştururlar.Bu esnada nukleus parçalanmış ve kromozomlar serbetst kalmıştır.
2-) Metafaz aşamasında kromozomlar hücrenin ekvator hizasında bağımsız bir şekilde dizilirler.Bu aşamada sentriollerden türevlenen iğ iplikleri kromozomların sentriol adı verilen özel bir bölgesine bağlanırlar.
3-) Anafaz aşamasında sentrioller iğ iplikleri ile bağlı oldukları kromozomları kutuplara doğru çekmeye başlarlar.
4-) Son aşama olan telofazda ise merkezden perifere (dış tarafa) doğru yeni hücre zarı oluşmaya başlar (Bu oluşum bazen periferden merkeze doğru olabilir).
Aşamalar sona erdiğinde iki yavru hücre meydana gelmiş olur.Bu aşamalar mayozda ve mitozda aynıdır.

mitoz

Hücre mitoz bölünme geçirecekse DNA miktarı iki katına çıkarılır.Eğer mayoz bölünme geçirecekse DNA miktarı sabit tutulur ve böylelikle yavru hücrelerdeki DNA miktarı yarıya indirilmiş olur.

İnsan somatik hücreleri (eşey hücreleri dışındaki tüm hücreleri) ' nde bölünme esnasında 46 kromozom bulunur.Kromozomlar birer çift olup son iki tanesi eşey kromozomu adını alır.

karyotipkromozomlar
Sağdaki şekilde elektron mikroskobuyla fotoğrafı çekilen kromozomların soldaki şekilde sınıflandırılmış şekli görülüyor.

Hepsinden bir çift bulunan kromozomların bir tanesi bir yavru hücreye giderken diğeri ikinci yavru hücreye gider.Böylelikle kromozomlar eşit miktarda hücrelere taksim edilmiş olur.Fakat eşey kromozomları birbirinin aynı değildir.Bu kromozomlardan birisi dişi yavruyu, diğeri erkek yavruyu temsil eder.

Bunu formüllerle ifade etmeye çalışalım ;

Kromozomlardan büyük olanı dişi eşey kromozomu olsun ve " X " harfiyle gösterilsin.Küçük olan diğeri ise erkek eşey kromozomu olsun ve " x " harfiyle gösterilsin.

Bu kromozomlar bölünme esnasında eşey hücrelerine dağıtılırken birisi birinci eşey hücresine, diğeri ise ikinci eşey hücresine gider.

Eşey hücrelerinden birisi 22 + x tane kromozom taşırken diğeri 22 + X tane kromozom taşır.Kromozom sayıları her ikisindede eşittir fakat eşey kromozomları bakımında farklılık gösterir.X harfini dişi olarak, x harfini ise erkek olarak belirtmiştik.İşte doktorlar dünyaya gelecek olan bir yavrunun erkekmi yoksa kızmı olacağını bu kromozomlara bakarak tespit edebilirler.

Bir yavru, eşey hücrelerinin birleşmesiyle meydana geldiğine göre, yavrunun somatik hücrelerinden birisinin eşey kromozomlarına bakılarak erkek veya kız olduğu anlaşılabilir.

Eğer yavru kız olacaksa kromozomları 44 + XX, erkek olacaksa 44 + Xx şeklinde görünür.

Hücre, gerek organellerinin yapısı bakımından gerekse içerisinde cereyan eden metabolik olaylar bakımından gerçekten insanın hayal gücünü zorlayan bir yapıya sahiptir.Ancak mikroskopla görülen bir hücrenin içerisinde bu derece kompleks bir dünyanın varlığı, sonsuz bir akıl tarafından dizayn edildiğinin açık bir delilidir.

Hücre için buraya dökülen bilgiler, hücre hakında bilinen veya bilinmeyen bilgilerin toz tanesi kadar bir kısımını teşkil etmektedir.Teknoloji ilerledikçe hücre içerisindeki karmaşanın boyutu biraz daha belirgin bir hale gelmekte, tesadüf kavramı her defasında biraz daha çökmektedir.
jaws - avatarı
jaws
Ziyaretçi
30 Nisan 2010       Mesaj #13
jaws - avatarı
Ziyaretçi
BİYOLOJİK SAVAŞT3735
45934uw1
BiyolojikSava  Resimleri

Patojen mikroorganizmalar biyolojik olarak üretilen biyo-aktif maddeler insan, hayvan ve bitkilerde ölüm ve hasar meydana getirmek amacıyla, tarihin eski çağlarından beri kullanılmıştır. Günümüzde biyolojik savaş kapsamında kabul edilen bu hastalık yapıcı veya öldürücü ajanlar artık terörist gruplar tarafındanda bir tehdit unsuru olarak kullanılmaya başlanılmıştır.
tick 8590
Bu ajanlar üç bölümde incenelebilir:

1.Hastalık, kapasitede azalma, ölüm ve vb. ile insanları etkileyenler . Örneğin protozoa, bakteri, virüs, bakteri toksini, riketsiya gibi.

2.İnsanlarla yakın ilişkide bulunan yabani ve evcil hayvanları etkileyek bunların enfeksiyon yaymasına neden olanlar.Örneğin veba, kuduz,antraks, burucella, leptospirozis gibi.

3. Ziraat ürünleri ve araçlarını etkileyerek indirekt olarak insana zarar verenler. Örneğin bitki, hormonlar,virüs,böcekler, bakteri gibi.

Biyolojik ajanlar kimyasal ajanlardan daha fazla öldürücü olma potansiyeline sahiptirler. Çünkü tabiatta bulunurlar, kolaylıkla temin edilebilme ve üretilebilme özellikleri vardır.

BİYOLOJİK SAVAŞ AJANLARININ OLUŞTURDUĞU HASTALIK BELİRTİLERİ:
biyolojik3
Şarbon: Kuluçka süresi genelde 1-6 gündür. Belirti ve şikayetler ateş, yorgunluk, öksürük, zorlu ve sesli solunum ve ciddi solunum sıkıntısıdır. Ölüm 24-36 saat sonra olur.
Brusella: hastalık ortaya çıkınca ateş, baş ağrısı, kas, eklem, sırt ağrıları, terleme ayrıca depresyon, mental durum değişiklikleri vardır. Ölümler yaygın değildir.
Veba: 1-6 günlük kuluçka süresinden sonra başlayak yüksek ateş, titreme, baş ağrısını takiben kanlı balgamlı öksürük, ilerleyen solunum güçlüğü, zorlu ve sesli solunum, morarma ve sindirim sistemi ile ilgili şikayetler vardır. Ölüm solunum ve dolaşım yetmezliğinden ya da kanama bozukluklarından olur.
Q ateşi: Maruziyetten en erken 10 gün sonra ateş, öksürük, yan ağrısı oluşur. Hastalar genellikle hayati tehlike açısından kritik durumda olmazlar. Hastalık 2 gün ile 2 hafta arasında sürer.
Tularemi: Solunum, sindirim veye cilt yoluyla ajanla karşılaşmadan 1-2 gün sonra başlayan lenf bezlerinde büyüme, ciltte yara, ateş baş ağrısı, halsizlik, öksürük ve yara açılması.
Çiçek: Belirtiler ateş, kusma, baş ve sırt ağrısı gibi genel şikayetlerle başlar. 2-3 gün sonra ciltte önce kırmızı lekeler sonra kabarcıklar ve takiben içi enfekte sıvı dolu kesecikler oluşur. Cilt belirtileri daha çok kollar, bacaklar ve yüzde toplanmıştır ve simetrik yerleşmiştir.
Venezüella ensefalopatisi: 1-6 günlük kuluçka süresinden sonra 24-72 saat süre içinde ateş, ense sertliği, baş ve kas ağrıları başlar, bu şikayetlere bulantı, kusma, ishal eşlik eder.
Botulizm: Belirtiler toksinin alınmasından 12-36 saat sonra başlar. Düşük dozda alındıysa belirtilerin başlaması bir kaç günü de bulabilir. Şikayetler bulanık görme, çift görme, göz kapağı düşüklüğü, ağız ve boğaz kuruluğu ve yutma güçlüğü, genel kas güçsüzlüğü ve son evrede solunum yetmezliğidir.
Risin: Toksinin alınmasından 4-8 saat sonra ani yükselen ateş, öksürük, solunum sıkıntısı, bulantı, eklem ağrıları başlar.18-24 saat içinde akciğer ödemi oluşur ve 36-72 saat içinde solunum yetmezliğinden ölüm olur.
Stafilokoksik enterotoksin: Toksinin alınmasından 3-12 saat sonra ani başlayan üşüme ve titremeyle beraber olan ateş, baş ağrısı, kas ağrısı ve kuru öksürükle ilerler.Göğüs ağrısı olabilir.Ateş 2-5 gün sürebilir, öksürük 4 haftaya kadar devam edebilir. Eğer toksin yutulduysa bulantı, kusma, ve ishal görülebilir. Yüksek dozda toksin alındıysa septik şok ve ölüm olur.
Mikotoksin: Toksin alınmasını takiben ciltte ağrı, kaşıntı, içi su dolu kabarcıklar oluşur. Boğaz ağrısı, öksürük, göğüs ağrısı ve kanlı balgam görülür. Yüksek dozları genel güçsüzlük, şok ve ölüme yol açar.
Biyolojik silahların dört önemli bileşkeni vardır:

Biyolojik ajanlar
Posta sırasında taşındığı kutu
Taşıma sistemleri roketler, hava yolu, tren yolu
Yayılma,
ÇİZGİSEL Bir kamyondan veya uçaktan, rüzgara karşı sprey veya aerosol şeklinde havaya verilebilir. Sıcaklık artınca, hava genleşir zehirli parçacıklar aşağıya doğru yayılır.
NOKTASAL küçük bombalar el bombası gibi ısıtma ve havalandırma kaynaklarına bırakılır.
BİYOLOJİK SAVAŞ AJANI KULLANILDIĞI NASIL ANLAŞILIR.
TVK
Bitki ve hayvanlarda alışılmışın dışında belirtiler, anormal renk değişiklikleri olması,
Hayvanlarda ani ve aşırı sayıda ölüm görülmesi,
Çevrede normalde o bölgede görülmeyen mantarların ve böceklerin ortaya çıkması
İnsanlarda hızla artan ateş, öksürük ve ishal durumlarının görülmesi
Yaşa, coğrafyaya, mevsimlere uygun olmayan bir hastalığın ortaya çıkması,
Radyodan açıklama yapılması
BİYOLOJİK SAVAŞ AJANLARINA KARŞI NE GİBİ TEDBİRLER ALINMALIDIR.
maske

Biyolojik savaş ajanlarının kullanılması halinde Sağlık Personeline çok önemli görevler düşmektedir. Böyle bir durumda bir salgın sırasında yapılacak bütün uygulamalar ve veriler sistemli olarak yerine getirilmelidir.

Etkenin bulaşma yolu ( hava, su, gıda ve hayvanlar yolu ile veya kişiden kişiye temas ile) belirlenmeli, ilk görülen vakadan sonra onunla temas eden kişilerde de aynı hastalık bulgularının çıkıp çıkmadığı izlenmelidir.Etkene ne zaman maruz kalındığı mümkünse belirtilerin ne kadar sürede ortaya çıktığı soruşturulmalıdır.Etkeni belirleyebilmek amacı ile gerekli incelemeleri yapmak üzere hasta kişilerden inceleme materyalı (kan,idrar,dışkı,boğaz, yara çürüntüleri gibi) alınmalıdır. Eğer hastalık aniden başlayıp pek çok kişide görüldü ise tek kaynak salgınından (su gibi pek çok kişinin kullanıldığı bir maddenin kontaminasyonudur.) kuşkulanılmalıdır. Biyolojik savaşta olguların epidemiyolojik özellikleri tanı, tedavi ve tedbir almada çok önemli ipuçları sağlar.

Aileler, ishal, ateş ve öksürük gibi belirtilerin ortaya çıktığı durumlarda almaları gereken tedbirler hakkında eğitilmelidir.

TEDBİRLER

Yetkili makamların izni olmaksızın sebze, meyve ve etlerin yenmemesi, süt ve yumurtalarının kullanılmaması. Temiz olduğu bilinen yiyeceklerin bile çok iyi pişirilerek yenmesi, çiğ yiyeceklerin yenilmemesi.
Ağızdan bol miktarda sıvı verilmesi
Suların dezenfeksiyon yöntemleri uygulandıktan sonra kullanılması.
Suların dezenfeksiyonu:

a-Kaynatma: Sular kaynamaya başladıktan sonra 10-15 dakika kaynatmaya devam edildiğinde içindeki mikroplar ölür, soğuttuktan sonra kullanılabilir.

b-Klorlama: Eczanelerden temin edilebilecek olan klor tabletleri, üzerindeki tarife göre kullanılabilir.

c-İyot ve dezenfeksiyon: 4-5 su bardağı suya bir fincan tentürdiyot katılır ve elde edilen bu karışımdam bir litre suya iki damla konup yarım saat bekletildikten sonra kullanılır.

Hastalananların yanına maske ve eldiven takılarak gidilmeli.
Kusmuk, balgam, dışkı ve idrarlarına dokunulmaması bunların ve bunlarla kirlenen eşyaların kireç kaymağı ile dezenfekte edilmesi.
Radyodan yapılacak uyarı ve talimatlara aynen uyulması.
Bölgede alışılmamış durumların (aynı hastalık belirtilerini gösteren fazla kişinin bulunması, hayvanların ölmesi, bitkilerin renk değiştirmesi gibi ) en yakın resmi kuruluşa ihbar edilmesi.
Hasta olan kişilerin en yakındaki sağlık kurumunca tetkiklerinin yapılması.
ŞÜPHELİ BİR ZARF ALINDIĞINDA

Kesinlikle zarf sallanmayacak ve içerisi boşaltılmayacak.
Zarf veya paket plastik bir torbaya konulacak, böylece zarfın içerisindeki maddelerin dışarı sızması önlenecek.
Eğer plastik torba bulunamazsa paket veya zarfı herhangi bir şeyle örtün( kağıt,bez ) kaplayın ve örtülen maddeyi bulunduğu yerden kaldırmayın.
Biyolojik maddenin bulunduğu odayı terkedin ve kapıyı kapatın.Ellerinizi sabunla yıkayın böylece tozun yüzünüze kaçmasını önleyin.
Eğer evde iseniz doktorunuza ulaşın ve bilgi almaya çalışın ,eğer işyerinde bulunuyorsanız amirlerinizi bilgilendirin.
Biyolojik ajanın bulunduğu oda veya bölgeye giren kişilerin listesi sağlık otoritelerine ve resmi makamlara verilecek.
Eğer kontaminasyon havalandırma sistemine ulaşmışsa:

Havalandırma sistemi ve vantilatörler kapatılacak
Bölge hemen terkedilecek.
Bu bölge kapatılacak.
Santral havalandırma sistemi koruma altına alınacak.
İLK YARDIM

İlk Yardım yapan kişinin biyolojik savaşta ilk adımı, KENDİLERİNİ KORUMAYA YÖNELİK OLMALIDIR.Fiziksel korumada maske (cerrahi maske olabilir), elbise,eldiven ve botlardan oluşan koruyucu ekipman kullanılır.
Sağlık Kuruluşundan yardım isteyin. Güvenlik kuvvetlerini arayarak bilgi verin.
Hastayı solunum ve dolaşımı yönünden değerlendirin, İlk değerlendirme ve müdahele dekontaminasyondan önce yapıldığı için kısa olmalıdır.
Dekontaminasyon uygulayın.
Dekontaminasyon: Biyolojik maddenin tehlike oluşturmasını engellemek üzere uzaklaştırılması ve temas yerindeki miktarının azaltılması işlemidir. Bu amaçla üç metot kullanılabilir.

Mekanik: Su, hava filtreleri kullanarak cildin yıkanması,
Kimyasal: Sıvı, gaz veya aerosol dezenfektan kullanımı ile ajanın zararsız hale getirilmesi.
Fiziksel: Isı , ışın kullanarak cisimler üzerindeki ajanın zararsız hale getirilmesi.
5. Şüpheli biyolojik savaş ajanı ile temasta, kontamine giysiler çıkarılmalı ve koruyucu giysileri olan personel tarafından uzaklaştırılmalıdır. Hasta cildi süratle su ve sabunla yıkanmalıdır. Su ve sabunla yıkamak ajanın hemen tamamını ciltten uzaklaştırır. Biyolojik ajanın çok yoğun bulaştığı cilt ise 0.5%’lik çamaşır suyu ile 10-15 dakika ciltte bekletilerek yıkanmalıdır. Çamaşır suyu ve diğer dezenfektanlar yoğun bulaşma dışında kullanılmamalıdır. Göze kaçmamasına özen gösterilmelidir.

Giysilerin ve malzemelerin dekontaminasyonunda 5%’lik çamaşır suyu kullanılabilir.

Karantina uygulayın; çapraz enfeksiyonları önlemek için kontamine kişileri diğerlerinden ayrı tutun.
Ayrıntılı yardım ve tanı konulması için sağlık kuruluşuna götürün.
NÜKLEER BOMBALAR

Kitlesel yıkım araçlarının en önemlisidir. Nükleer bombaların sıcaklık, blast, EMP ve radrasyon etkileri vardır. Bir patlama olduğunda güneş ışığı şeklinde olup duman gökyüzüne mantar şeklinde yükseliyorsa, bu hadiseden bir dakika sonra sıcaklık dalgası hissedilir. Sonra iki patlama dalgası olur: Bu dalgalardan biri giderken diğeri dönen dalgalardır. Bunları ayakta durup seyretmeyin. Çünkü ne olacaksa zaten bu iki dakika içerisinde olacaktır.

Patlamanın olduğu bölgenin yarım mil çapındaki sahada yaşayan bütün canlılar ölür. Elektromanyetik dalga çevresinde birkaç mil uzaklıktaki elektronik aletlerin hepsini bozar. Arabalar, bilgisayarlar ve ATM cihazları gibi.

Ionize radyasyon: Işık hızında subatomik partiküller. Bunlar vücudumuzdaki hücrelerin çekirdeklerini delip geçerler ve yollarına devam ederler. Vücudumuzda çok geniş bir bölgede hücreleri öldürürler.

Yapılması gereken tedbirler vardır. Herşeyden önce insan derisi alfa partiküllerini emer. Ayrıca giysiler ve gazete kağıtları da beta partiküllerini önler. Havadaki kirli toz parçacıklarının solunmaması gerekir. Temel hijyen kurallarına dikkat edilirse ve panik yapılmaması durumunda korunma sağlanabilir.

Konserve yiyecekler veya dondurulmuş yiyecekler kullanılabilir. Bitki sebze ve meyvaların üzerinde radyasyonla kirlenmiş toz yoksa bu gibi durumlarda kullanılabilir.
jaws - avatarı
jaws
Ziyaretçi
30 Nisan 2010       Mesaj #14
jaws - avatarı
Ziyaretçi
img biodiesel

BİYOLOJİK YAKITLAR
27012009ys2
Yaşamımızın her alanında, başta petrol olmak üzere, enerjiye olan bağımlılığımız her geçen gün daha da artmaktadır. Bu bağımlılık, özellikle nüfus ve ekonomik büyüme açısından gelişmekte olan ülkelerde daha büyük bir hızla artmaktadır. 1975 yılında yaklaşık dört milyar olan dünya nüfusu, şu satırların yazıldığı an itibariyle (02 Kasım 2008, 23:02) 6,734,277,808 olmuştur
boioil

Diğer taraftan, petrol, doğal gaz ve kömür gibi karbon-bazlı yenilenmeyen enerji kaynaklarının (fosil yakıtların) mevcut rezervlerinin gittikçe azalacakları, başka bir deyişle eninde sonunda tükenecekleri bilinen bir gerçektir. Bugünkü tüketim oranları baz alındığında, yaklaşık olarak, kömürün 250, petrolün 40 ve doğal gazın 70 yıl sonra tükeneceği tahmin edilmektedir. Bütün bunlara bir de, dünya enerji kaynaklarının dünya genelinde adil paylaşılmadığı/tüketilmediği eklendiğinde, konu daha da ciddi ve stratejik bir hal almaktadır. Örneğin, dünya toplam enerji tüketiminin sırasıyla %35 ve %25’i, dünya nüfusunun yaklaşık %8 ve %6’sını oluşturan Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği ülkeleri tarafından gerçekleştirilmektedir.
bio fuels
Dünya enerji ihtiyacı perspektifinden bakıldığında, sınırlı miktardaki sözkonusu rezervlerin, etkin ve verimli alternatif enerji kaynakları geliştirilinceye kadar yeterli olup olmayacağı çok önemli bir konu haline gelmiştir. Bir yandan, yeni alternatif enerji kaynakları arayışları sürerken, bir yandan da karbon-bazli (fosil) enerji kaynaklarının daha ekonomik ve etkin kullanımı için büyük çabalar harcanmaktadır. Bu çabalar, hem enerji tüketiminin çok yüksek olduğu ABD ve AB’de, hem de büyük nüfusları bünyelerinde barındıran Çin ve Hindistan gibi ülkelerde daha ciddi düzeylerde ortaya konmaktadır. Ayrıca, disipline edilmeye çalışılan bu tüketim alışkanlığında, çevreye daha duyarlı bir yol da takip edilmeye çalışılmaktadır; özellikle sera etkisini azaltmaya yönelik olarak daha az sera gazı (SG) emisyonu hedeflenmektedir.
AB ülkelerinde, en yüksek SG emisyon artışı fosil yakıtları kullanan ulaşım araçlarından kaynaklanmaktadır. Bu durumu tersine çevirmek veya en azından azaltmak için yeni yasalar yürürlüğe sokulmakta ve 2020 yılına kadar ulaşım araçlarının en az %10’nun biyolojik yakıtları kullanması hedeflenmektedir. Bu oran şu anda yaklaşık %2 civarındadır. Başta biyodizel olmak üzere, biyolojik yakıtlar zaten uzun yıllardır, özellikle Almanya, Fransa ve İtalya gibi çevre bilincinin yüksek olduğu AB ülkelerinin önemli metropol kentlerinde şehir içi toplu ulaşım araçlarında kullanılmaktadır. Bu sayede, sözkonusu bu kentlerin belediyeleri kendilerini “yeşil belediyeler” olarak nitelemekte, bu uygulamalarını da kentlerinde yaşayan bireylere ve onların çevrelerine gösterdikeri saygının bir nişanesi olarak kabul etmektedirler. Bizim ülkemizde, irili ufaklı bütün belediyelerde benzer uygulamaları yaygınlaştırmamız, yasal düzenlemelerle teşvik edilmelidir.
Alternatif Enerji Kaynakları
Alternatif enerji kaynakları, fosil yakıtların yanmasına dayanan enerji çeşitlerinin dışında kalan enerji kaynaklarına verilen genel bir adlandırmadır. Bunlar arasında, güneş, rüzgar, hidrojen, biyolojik yakıtlar, dalga, hidroelektrik ve jeotermal enerjiler, başlıca alternatif enerji kaynakları olarak sayılabilir. Doğada sürekli var olan faktörlere dayalı olan bu kaynakların en önemli özelliği ise yenilenebilir olmaları (bu nedenle yenilenebilir enerji kaynakları da denilmektedir) ve doğaya zarar vermemeleridir.
Biyolojik Yakıtlar
Biyolojik yakıtlar, biyolojik (ölmüş mikroorganizma, bitki veya hayvan) atıkların, diğer bir ifadeyle karbon kaynaklarının, biyolojik yollarla dönüştürülmesinden elde edilen bütün katı, sıvı ve gaz yakıtlara verilen genel bir isimdir. Bu yönüyle, uzun yıllar önce yerin derinliklerinde hapsolmuş canlı atıklardan oluşan fosil yakıtlardan ayrılmaktadır. Teorik olarak, biyolojik yakıtlar herhangi bir biyolojik karbon kaynağından elde edilmelerine rağmen, en yaygın kaynak fotosentetik bitkilerdir. Biyolojik yakıtların en önemli özelliklerinden birisi, enerji kaynağı olarak kullanıldıklarında, atmosfere fazladan herhangi bir karbon salınımı söz konusu değildir. Çünkü bitkilerin kendisi zaten atmosferdeki karbon dioksidi fotosentezde kullanarak biyolojik yapılara dönüştürmektedirler. Üstelik bu kaynak, yenilenebilir, yani sürekli üretilebilir bir özelliğe sahiptir. Bu haliyle, en yaygın SG emisyonu kaynaklarından birisi olan karbon salınımı yönünden nötral sayılırlar. Halbuki fosil yakıtlar, bünyelerindeki yüksek orandaki karbonu atmosfere salarak, küresel ısınmayı önemli ölçüde artırmaktadırlar.
Fosil Yakıtların Sonu Gelirse Ne Olur?
Bilindiği gibi, dünya coğrafyasının birçok yerinde yaşanan bölgesel sorunların başında, değişik güçlerin enerji kaynaklarına erişim veya bunları kontrol atına alma arzusu yatmaktadır. Artan dünya nüfusu ve gittikçe şiddetini artıran küresel ısınma da dikkate alındığında, nitelikli su kaynaklarına sahip olan bölgelerin de yakın zamanda kızgın kazanın etrafında kümelenmeye başladıklarını görmek mümkün olacaktır. Bu kaynakların azalması veya tamamen tükenmesi durumunda yaşanacak kaosu ise kestirmek mümkün değildir. Bu kötü senaryoyu ortadan kaldırmanın yolu, bir an önce etkin ve verimli alternatif kaynaklar geliştirmekten geçer. Bu nedenle, dünya genelinde barışı mümkün mertebe egemen kılmanın temel yollarından birisi, azalan yada tükenen bu kaynakların alternatiflerini geliştirmek için harcanacak çabaları artırmak olacaktır. İleri teknolojilere sahip ülkeler, bu konuda akla gelmedik alternatifleri bile, olası bir çözüm kaynağı olabilir düşüncesiyle ciddi sınamalardan geçirmektedirler. Bölgesinde önemli bir güç olan ülkemiz, bu gücünü korumak ve tercihen artırmak için benzeri arayışlara ciddi destekler vermek zorundadır.
jaws - avatarı
jaws
Ziyaretçi
30 Nisan 2010       Mesaj #15
jaws - avatarı
Ziyaretçi
HER ŞEYDE Bİ DÖNGÜ OLMAK ZORUNDA YOKSA BİTMEYE MAHKUMDUR
h oguz1
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
11 Mayıs 2010       Mesaj #16
Avatarı yok
Yasaklı
Hücreler Konuşur mu?

Hücreler insanlar gibi konuşur, anlaşır, çevresini sorgular, algılar ve farklı durumlara karşı farklı tutum geliştirebilir.

Hücre çoğalmak için işareti çekirdeğinden alır belki ama, bu işaretin verilmesinde komşu hücrelerin de önemi büyüktür. Hücre, çekirdeğe sormadan kafasına göre bölünemeyeceği gibi, çekirdek de komşularına sormadan kafasına göre hücreye “bölün” emri veremez. Hücre, bölünmesini gerektiren durumlar ortaya çıktığında, eğer komşu hücrelerden bölünebileceğine dair izin alabilirse bölünür. Örneğin; bir kaba konulan sağlıklı hücreler çoğaltılırsa, ancak bir sıra halinde ortamın yüzeyini kaplayana kadar çoğalırlar. Ardından hücreler birbirlerine “artık çoğalmak için yer kalmadı, her tarafı doldurduk” anlamına gelen sinyaller gönderirler ve böylece çoğalma durur. Buna “kontak inhibisyon” denir. Eğer hücrelerde bu mekanizma çalışmıyorsa, bu durumda çoğalma kontrolü kaybolmuş demektir. Hücreler kontrolsüzce çoğalır ve kapta üst üste binmeye başlarlar. Bu durum bir çok hücrelide ortaya çıkarsa kanser tablosu oluşur ve genellikle ölümle sonuçlanır.

Hücrelerin gönderdiği ekstraselüler sinyal molekülleri hedef hücrenin üzerindeki veya içindeki spesifik reseptörler ile tanınır ve çok karmaşık mekanizmalar yoluyla yorumlanırlar. Eğer reseptör hücre içindeyse, buna bağlanacak ligandın hücre zarını geçebilecek nitelikte olması gerekir. Hücreler arasında sinyal iletimi için nükleotidler, peptidler, aminoasitler, steroidler, yağ asidi türevleri ve retinoidler; hatta nitrik asit ve karbonmonoksit gibi gazlar bile kullanılabilir. Bu moleküller hücreden, difüzyon ve çoğunlukla da ekzositoz yoluyla salınırlar.

Bu sinyaller sinaptik sinyaller gibi belli bir mesafeye, hatta endokrin sinyaller gibi çok uzaklara bilgi ulaştıran sinyaller olabileceği gibi, sadece çevresindeki birkaç komşu hücreyi etkileyebilen bölgesel(parakrin) sinyaller de olabilir. Parakrin sinyaller komşu hücreler tarafından tutularak ya da enzimler tarafından etkisiz hale getirilerek bu sinyal moleküllerinin uzağa difüzyonları engellenir.

Bunun dışında bazı hücreler de tekrar kendi reseptörlerine bağlanabilecek sinyaller salabilir. Buna otokrin sinyal denir. Örneğin; gelişme sürecinde farklılaşma aşamalarından birinde hücre içinde bulunduğu süreci kuvvetlendirmek için kendi kendini uyarıcı otokrin sinyal molekülleri salabilir. Bunu tek bir hücre yaparsa olay çok etkili olmaz belki ama, birçok hücre aynı anda otokrin sinyal molekülleri salımı yaparsa, bu durumda o tipteki her hücre güçlü bir otokrin sinyale maruz kalmış olur.

Sonuç olarak, hücreler çok çeşitli yollarla yakına, uzağa hatta kendilerine sinyal moleküllerini kullanarak mesajlar gönderir ve birbirlerini etkilerler. Zaten hücre, çevresinin durumuna göre kendi durumunu şekillendiriyor olmasaydı, yaşaması da pek mümkün olmazdı herhalde.





Kaynak:Türk-Bilim
jaws - avatarı
jaws
Ziyaretçi
23 Eylül 2010       Mesaj #17
jaws - avatarı
Ziyaretçi
BİYOLOJİNİN ÖNEMİ


Temel bilim olan biyoloji, canlı ve doğa ile ilgili her konuyu içine almaktadır, bu bakımdan araştıran, düşünen insana sınırsız sayıda çalışma olanağı sağlar. Burada başarılı olmanın en önemli sırrı, düşünerek doğayı izlemektir. Doğanın bilinçsiz kullanılması, insan ve diğer canlıların yaşamı için tehlikeli sonuçlar ortaya çıkarır. Çevre kirlenmesi, erozyon, madde kaybı, yeşil alanların azalması, hızlı nüfus artışı, plansız kentleşme, biyolojik zenginliklerin ortadan kalkması bu sorunların başında gelir.
Biyoteknoloji alanındaki çalışmalarla atık maddeleri, temel yapılarına kadar parçalaybilen mikroorganizmalar kullanılarak daha temiz bir çevrenin yaratılması sağlanacaktır.
Biyoteknolojinin amacı, bir canlının belirli özelliklerini şifreleyen genetik bilginin bir başka canlıya nakledilmesidir. Böylece nakledilen bilginin gereği, ikinci canlı tarafından yerine getirilir.
Biyoloji; uygulama alanları olan tıp, tarım, hayvancılık, ormancılık, endüstri ve diğer alanlardaki çalışmalar sayesinde, insanların geleceğe daha umutla bakmalarını sağlayan geniş bir bilim dalı olmuştur.
Biyoloji ile bireyin kendisini ve çevresini tanıması, çevresini koruma bilincini kazanması hedeflenmiştir.
Biyoloji bilimine yaterli önemin verilmemesi sonucunda ortaya çıkan sorunlar:
Çevrenin bozulması ile ilgili sorunlar:
1. Erezyon, sulak alanların kurutulması,denizlerin ve göllerin kirlenmesi, ormanların ve meraların tahrip edilmesi.
2. Birçok canlı türünün ortadan kalkmasıyla biyoloji çeşitliliğinin azalması ve doğal dengenin bozulması.
3. Canlıların aşırı ve yanlış tüketiminden dolayı, doğal kaynakların tahrip edilmesi gibi sorunlar çevrenin bozulmasına nenden olur.
Sağlıkla ilgili sorunlar:
1. Yanlış beslenmeye bağlı birçok rahatsızlık.
2. Akraba evliliğine dayalı anomalilerin artması.
3. Kalıtsal bozuklukların zamanında tanımlanamamasına bağlı olarak sağlıksız soyların ortaya çıkması vb. Sorunlardır.
Ekonomiyle ilgili sorunlar:
1. Dünyanın en önemli kültür bitkilerini ve hayvanlarını barındıran ülkemizde, ıslah çalışmalarının yapılmaması ve üretimin gerken şekilde arttırılmaması ekonomik sorunlardır.
Sosyal yapı ile ilgili sorunlar:
1. Çevre bozulmasına ya da yaşabilir bir çevre oluşturulmamasına bağlı olarak göçe sürüklenme.
2. Sağlıklı ve güzel ortamlarda çocukların yetiştirilmememsine bağlı olarak, bedensel ve ruhsal yetersizlikler, sosyal yapı ile ilgili sorunlardır.


BİYOLOJİNİN GELECEĞİ


Dünyamızın kaynakları, sürekli çoğalan ve tüketimi gittikçe artan insan topluluklarına yeterli olmayacak duruma gelmiştir. Denizler, iç sular, atmosfer ve kirlenmiş toprak yapısı yer yer yenilenemeyecek biçimde bozulmuştur. Tüm dünya yaşam tehlikesine doğru sürüklenmektedir. Çözüm yolu, bazı önlemlerle birlikte biyoloji bilimine dayanmaktadır. Önümüzdeki yüzyılın başında şu gelişmelerin olması beklenmektedir.
· İnsan topluluklarında kalıtsal hastalıklara neden olan genler, döllenme sırasında sağlamlarıyla değiştirilerek kanser, yüksek ve düşük tansiyon, şeker hastalığı, cücelik vb. Hastalıklar önlenebilecektir.
· Canlıların ömür uzunluğunu kalıtsal olarak denetleyen genler kontrol altına alınarak ya da değiştirilerek, uzun bir yaşam sağlanabilicektir. 1996 yılından beri ana karnındaki bir fetusun ne kadar yaşayacağı artık tahmin edilebilmektedir.
· Bir canlıda önemli bir özelliği ortaya çıkaran gen ya da genler, diğer canlıların kalıtsal yapısına eklenerek bazı eksiklikler bu yolla giderilebildiği gibi fazladan bazı özelliklerin kazanılması da sağlanacaktır. Örneğin; C vitamini karaciğerde sentezlettirileceği için besinlerle alınması gerekmeyecektir.
· Bitki ve hayvanların ıslahında olağanüstü atılımlar gerçekleşecek, verim artırılacak, birçok maddenin sentezi özellikle büyük miktarda mikroorganizmalara yaptırılabilcektir.
· Genlerdeki değişiklikler sonucu yeni hayvan ve bitki türlerinin ortaya çıkması sağlanacaktır.
· Yenilenme mekanizması aydınlatılacağından kısmî doku ve organ yitirimleri yerine konulabilecektir.bugüne kadar doku ve organ nakli tekniğinde, doku uyuşmazlığı nedeniyle başarısızlıklar olmuştur, ancak bu sorun doku ve organ nakli tekniğindeki gelişmelerle aşılmaktadır. Bunun için şimdiden organ bankalarında çeşitli organlar gerektiğinde kullanılmak üzere korunmaktadır. Şu anda genellikle sperm, kemik, deri ve bazı özel dokular saklanabilmektedir. Yakın gelecekte ise çeşitli doku ve organlar, bir bütün olarak yapıları bozulmadan saklanabilecektir.
· Canlılardaki genlerin tümü kataloglanabilecek, bunlarla ilgili bankalar kurulacak, ilaç sanayii biyoteknolojik yöntemleri geniş oranda kullanacağı için bir çok ilacın etkili ve ucuz yoldan üretilmesi sağlanacaktır.
Bütün bunların yanında tehlikeli olabilecek mikroorganizmaları üretmek, doğal yaşam görüntüsünü kısmen de olsa bozma gibi biyolojik gelişmelerin doğurabileceği sakıncalarda vardır.

BİYOLOJİ BİLİMİNDEKİ GELİŞMELERİN İNSANLIĞA KATKILARI


Bireylerin ve gelecek kuşakların sağlıklı yaşaması biyoloji konusundaki bilinçlenme ile sağlanacaktır.
Araştırmacılar bitki ve hayvanları ıslah etmiş,daha iyi meyve, daha fazla yumurta, daha çok et ve süt elde etmek için onların soylarını, kültürel yöntemler kullanarak iyileştirmeye çalışmışlardır.Bu çalışmalarda da büyük ölçüde başarılı olmuşlardır.
Günümüzde birçok ülke seralarda tozlaşma görevini bombus adı verilen arılara yaptırıyor. Bombus özellikle sebzecilikte yüksek verim elde etmek amacıyla hormon kullanan üreticilere bir çıkış, hatta kurtarıcı oldu. Arının taşıdığı çiçek tozları etrafa yayılarak, seradaki domates ve çiçeklerdeki verimi artırdı. Günümüzde birçok tıbbî bitki ve hayvanın üretimi, antibiyotik, aşı, interferon, çeşitli pestisitlerin üretimleri, insandaki zararlı genlerin ayıklanması işi gibi alanlarda biyoteknolojiden yararlanılmaktadır.
Tıpda uygulanan aşılama yönteminde vücuda virüs verilerek vücudun virüsü tanıması ve ona karşı antikor üretmesi sağlanır.oysa gen teknolojisinin sağladığı olanaklarla vücuda virüs verilmeden de antikor üretmek mümkün olmuştur. Böylece vücut virüsün yan etkilerinden korunabilmektedir. Tıpda; pıhtılaşma bozukulukarı, lösemi gibi hastalıkların teşhis ve tedavisinde enzimlerden yararlanılmaktadır. Bu enzimlerin elde edilmesi biyoteknolojinin sayesinde olmuştur.

Biyoteknolojinin katkıları arasında insülüni de sayabiliriz. İnsülin insanlarda şeker metabolizmasını düzenleyen bir hormon olup pankreas hücreleri tarafından üretilir, dolaşıma katılır. Eksikliğinde ise şeker (diyabet) hastalığı ortaya çıkar. Bugün bakteri DNA’sı yardımıyla insülin hormonu bol miktarda ve ucuza üretilebilmektedir. Yine, cücelik tedavisinde kullanılan insan büyüme hormunuda bu yolla üretilmektedir.
Büyüme hormunu, eskiden sadece kadavraların hipofiz bezinden çok büyük zorluk ve masraflarla elde ediliyordu artık biyoteknolojik yöntemlerle çok miktarda ve ucuza elde edilebilmektedir.
Biyoteknolojik buluşlar ve onlara dayalı uygulamalar, insanoğluna biyolojik savaşta yararlanabileceğ organizmaları elde etme olanağı sağlamıştır. Gittikçe önem kazanan “biyolojik savaş” konusunda yapılan çalışmalar ülkemizde yeterli düzeyde değildir. Oysa biyolojik savaşta kullanılabilecek bir çok organizma yurdumuzda bulunabilmektedir. Ancak biyolojik savaşta yok edilmeye çalışılan zararlı canlılarla, bunları yok etmek için kullanılan canlıların biyolojik yapılarının iyi bilinmemesi, ülkemizdeki bazı çalışmaların da başarısızlığına neden olmaktadır. Oysa, tarımda biyolojik savaş daha ucuz ve kolay olacak, çevre kirliliğide önemli ölçüde azalacaktır. Bu amaçla bazı bakteri türleri kullanılarak böceklere karşı dirençli domates, tütün, pamuk gibi bitkiler elde edilmektedir.





Alg, bakteri, maya küfleri büyük miktarda üretilmesinden ve bu canlı hücrelerin kurutulması sonucu oluşan biyolojik kütleye tek hücre proteini denilmektedir.
Ayrıca aroma kaynağı, vitamin kaynağı ve emülgatör destekleyicisi olarak da kullanılır. Tek hücre proteininin uygulama alanı gün geçtikçe yaygınlaşmaktadır. Belkide tek hücre proteini gelecekte besin kaynağımızın önemli bir bölümünü oluşturacaktır. Dünyada nüfus artışının bugünkü hızıyla devam etmesi durumunda, besin kıtlığının yaşanabileceği, bilim adamlarınca kabul edilmektedir. Buna çözüm olarak bilim adamları tarımda biyoteknolojik uygulamaları önermektedir. Avustralyalı araştırmacılar, yonca bitkisini aminoasit sentezine yardımcı olan bir gen aktararak bitkinin protein değerini yükseltme yoluna gitmişlerdir. Böylece yem bitkisi olan yonca, proteince zenginleştirilmiştir.
1997 şubat ayında biyoloji ayında yeni bir gelişme kaydedilmiştir. İskoçyalı Dr. VILMUT ve ekibi memeli bir hayvanın (koyun) kopyesini yapmayı başarmıştır. Bir koyunda alınan bir vücut hücresinin çekirdeği, başka bir koyuna ait çekirdeği alınmış bir yumurtaya yerleştirilerek yeni bir koyuna yaşam verilmiştir. Dolly adı verilen kuzu orjinal DNA sahibi koyunun kopyasıdır.

Bu iki koyun aynı fiziksel özellikleri taşımalarına rağmen, aynı biyolojik özellikleri taşıyıp taşımadıkları belirli değildir. Kalıtsal hastalıkların kökenini anlamamız ve tedavi edebilmemiz, ancak insan genomunun tam olarak çözebilmemizle mümkün olacaktır.
Genetik mühendisliği, bu konuda ilk adımı atmıştır. 1990 yılında ABD ve avrupa ülkelerinin de katıldığı “insan genomu projesi” adı altında büyük bir çalışma başlatılmıştır. Bu proje insandaki yaklaşık yüzbin genin diziliminin saptanmasını hedefliyor. Örneğin, bilim adamları genetik bozulma nedeniyle kontrolsüzce çoğaldığını anladıkları hücrelerle “hücre dilinde konuşurak”, “çoğalma!” ya da “öl!” komutları verebilecek, böylece şimdiye kadar etkin tedavi yöntemi geliştirilemeyen kanser gibi hastalıklar projenin sağladığı bilgiler ışığında tarihe karışabilecektir. Ayrıca kalıtsal
hastalıkların ve daha bilemediğimiz birçok özelliğin ya da kusurun nedenlerini ve çözümlerini bulmamıza ışık tutacaktır.
jaws - avatarı
jaws
Ziyaretçi
23 Eylül 2010       Mesaj #18
jaws - avatarı
Ziyaretçi
GENEL KÜLTÜR Biyolojik Saat - İnsan Vücudunun 1 Günlük Mesaisi

uyku periyodu



06.00: kortizon salgılanmasıyla organizma uyanır. metabolizma hareketlenerek günün işleri için enerji ve proteini hizmete sunar.

07.00: vücut hâlâ zayıf safhadadır. bu nedenle spor yapmaktan kaçının. kalbe ve dolaşıma gereksiz yere yüklenilmiş olur.sindirim organları bu saatte iyi çalışır, güzel bir kahvaltı edin.

08.00: nikotinin sağlığa en fazla zarar verdiği saattir. Kahvaltı sigarası damarları her zamankinden fazla daraltır.

09.00: vücudun kuvvetli olduğu saattir. iğne olacaksanız veya röntgen çektirecekseniz en uygun zaman.

10.00: vücut en yüksek ısısına ulaşmıştır,verimliliğiniz en üst düzeydedir. bellek yaratıcı ve dinamiktir. ama 10.00-12.00 arası enfarktüse sık rastlanır.

11.00: vücudumuzun tam formunda olduğu saat. zihnimiz hızlı çalışır ve özellikle hesap işleri zorlanmadan yapılabilir.

12.00: dikkat azalır, uyku basar. midedeki asit fazlalaşır, beyindeki kan azalır.

13.00: vücut formdan düşmüştür. verimlilik g! ün ortalamasının yüzde 20 altındadır.

14.00: tansiyon ve hormon düzeyi düştüğünden kendimizi bitkin hissederiz.diş hekiminden korkanlar bu saatte randevu almalı. çünkü bu saatte acıyı daha az hissederiz.

15.00: enerjimiz geri gelmiştir, belleğimiz tam formundadır. sabahkinden az olmakla birlikte ikinci
verimliliğe yaklaşırız.

16.00 : spor için en iyi saat. tansiyon ve dolaşım çok iyi durumdadır. mide asidini önleyici ilaçların etkisi bu saatte daha verimlidir. VE EN ÖNEMLİSİ MESAİ BİTER.... SEVDİĞİNİZE KOŞARSINIZ....HERNEKADAR O İŞ YERİNDE SİZİ SEVEN BİRİSİ OLSA BİLE

17.00: organların faaliyeti üst düzeyde.kuvvetimiz artar. böbrekler, mesane çok çalışır. akşam üstü
midedeki asit miktarı fazlalaşır. 17'ye doğru mide kanaması geçirenler artar.

18.00: akşam yemeği için iyi bir saattir.pankreas özellikle aktiftir. karaciğer alkole karşı her
zamankinden daha dayanıklı sayılır.

19.00: tansiyon ve nabız tembelleşir. bu nedenle, tansiyonu düşüren ilaçlar konusunda dikkatli
olmalısınız. sinir sistemi üzerinde etkili olan ilaçların! tesir derecesi de fazladır.

20.00: karaciğerdeki yağ düzeyi düşer ve kullanılmış kan kalbe tekrar her zamankinden fazla akar. alerjisi olanlar,astımlılar ilaçlarını bu saatte almalı. antibiyotiklerin etkisi de artar.

21.00: sindirim organlarının günlük görevi sona erer. yenen her şey midede sabaha kadar hazmedilmeden kalır.

22.00: sigara içenler de son sigaralarını içmeli çünkü vücut nikotini daha zor atar.

23.00: tam dinlenme saatidir. organizma stres hormonu salgılamasını durdurur. sakinleşir, gevşeriz. tansiyon ve vücudun ısısı düşer.

24.00: uyuduğumuz sırada deri hücreleri durmaksızın çalışır. ilk rüya safhası başlar.

01.00: vücut kendini uykuya programlar. dikkat azaldığından bu saatte çalışanların hata yapma
olasılığı, iş ve trafik kazaları artar.

02.00: görme duyusu ve refleksler zayıflar. bu nedenle trafik kazalarının çoğu bu saatte olur. vücut soğuğa karşı aşırı hassastır.

03.00: melatonin hormonunun! salgılanması tembelleştirir, kararsız yapar. melankolik hissetme artar ve intihar vakalarına çokça rastlanır.

04.00: stres hormonundan enerji kazanırız.enfarktüsler 04.00 - 06.00 arasında özellikle fazlalaşır. çünkü tansiyon oldukça fazla yükselir, kalp damarları çabuk gerilir.

05.00: bu saatte vücuttaki erkeklik hormonu çok fazla salgılanır. stres hormonu gündüz değerinin 6 katına çıkar.kaybolan enerji geri gelir.



biyosaat1
jaws - avatarı
jaws
Ziyaretçi
23 Eylül 2010       Mesaj #19
jaws - avatarı
Ziyaretçi
Biokim Arıtma, çevre kirliliği önlemlerinden olan evsel atıksu arıtma tesisleri ve endüstriyel atıksu arıtma tesislerinin, anahtar teslimi yapımı ile diğer alt yapı, çevre taahhüt hizmetlerini vermek üzere 1995 yılında kurulmuştur. Atıksu arıtma sektöründe kazanılan 15 yıllık tecrübe ve bilgi birikimi ile hizmet vermektedir. Biokim Arıtma, endüstriyel atıksu arıtmasında, evsel atıksu arıtımında, kimyasal ve biyolojik arıtma tesisleri dizaynı, inşası, montajı, işletilmesi konularında taahhüt hizmeti yapmaktadır. Ayrıca mevcut atıksu arıtma tesislerinin optimum çalışma koşullarında işletilmesi, periyodik bakımı konularında danışmanlık hizmeti vermektedir. Biokim Arıtma, uygun alternatifi, kalite ve ekonomiyi ön planda tutarak sunar. Biokim ayrıca arıtma tesisi ekipmanlarının imalatını kendi tesislerinde yaparak, arıtma tesisine montajını kendi elemanlarıyla yapmaktadır.

arytma cokturme

Biokim Arıtma, atıksu arıtma tesislerinin ekipman teminini sağlar. (atıksu ve asit pompaları, blowerlar, difüzörler, dozaj pompaları, kontrol sistemleri)


Biokim Arıtma, ayrıca atıksu arıtma tesislerinin diğer mekanik elemanlarının imalat ve montajını teknolojik normlara uygun olarak yapmaktadır.



BİOKİM ARITMA geniş ve yetkin kadrosu ile bu güne kadar gösterdiği olumlu performansı, bugünden sonrada geliştirerek Türkiye ve dünyada yaşanabilir bir çevre oluşmasına katkıda bulunmaya devam etmekten gurur duyacaktır.


Evsel atıksu arıtma tesislerinde, betonarme veya paket arıtma olarak sacdan (st 37) imal edilir. Evsel atıksu arıtma tesislerinde biyolojik arıtma kullanılır. Biyolojik arıtma yötemi, atıksudaki kirliliğin olusturulan mikroorganizmalar tarafından giderilmesidir.Biyolojik arıtmada kimyasal madde genellikle kullanılmaz. Sadece çıkışta dezenfeksiyon gayesiyle hipo klorür kullanılır. Biyolojik arıtma tesislerinin ekipmanları, ızgara, atıksu terfi pompaları, blowerlar, geri devir pompaları, dozaj pompaları ve kumanda panosudur.


Evsel atıksu arıtma tesislerinin bölümleri, dengeleme haznesi, havalandırma havuzu çökeltme havuzu, ve fazla çamur biriktirme haznesidir. Arıtma çıkış suyu bahçe sulamasında kullanılacaksa, arıtılmış su haznesi olmalıdır. Ayrıca arıtılmış su, kum filtre ve aktif karbon filtre ile filtrasyon yapılmalıdır.


Biyolojik arıtmada genel olarak aktif çamur sistemi kullanılır. Aktif çamur arıtma sisteminde dengeleme havuzundaki atıksu pompa ile havalandırma havuzuna basılır havalandırma havuzunda blower ile sürekli hava verilerek atıksu homojen olarak karıştırılır. Aynı zamanda arıtma için gerekli mikroorganizmaların havayı ve organik maddeleri kullanarak üremesi sağlanır. Bu arıtma sisteminde, çökeltme havuzundan havalandırma havuzuna aktif çamur geri devir yaptırılır.


Biokim Arıtma endüstriyel arıtma tesislerinde, özellikle metal sanayi atıksularının arıtılmasında önemli projelere imza atmıştır.

Biyolojik arytma akym Pemasy
Endüstriyel atıksu arıtma tesisleri, kimyasal ve biyolojik arıtma yöntemleri birlikte veya ayrı ayrı kullanılır. Kimyasal arıtma tesislerinin ekipmanları, dozaj tankları, dozaj pompaları, karıştırıcılar, asit pompaları pH kontrol sistemleri, ORP kontrol sistemleri ve seviye kontrol sistemleridir. Endüstriyel arıtma tesisleri, betonarme, sac veya polietilenden yapılabilmektedir. Büyük debili sürekli arıtma tesislerinin betonarme yapılması daha ekonomik olmaktadır. Sanayi tesislerinin üretim faliyeti sonucu oluşan atıksular farklılık gösterdiklerinden proje ve yapım aşamasından önce gerekli arıtılabilirlik çalışmaları laboratuvarımızda titizlikle uygulanmaktadır. Arıtılabilirlik çalışmasında arıtma tesisinde kullanılacak kimyasal maddelerin cinsleri ve dozaj miktarları belirlenir. Endüstriyel arıtma tesisleri atıksuyun debisine bağlı olarak kesikli veya sürekli arıtma sistemi olabilir. Arıtılmış suyun ilgili yönetmelik ve kanunlarda belirtilen standartları sağlaması Biokim Arıtmanın süresiz garantisi altındadır.


Kesikli Arıtma, belli zaman aralıklarıyla boşaltılan endüstriyel atıkların arıtılmasında kullanılan sistemdir. Kesikli arıtmada kullanılan en önemli parametre, atıksuyun debisidir. Debinin 10 m3/günden küçük olması kesikli arıtma için uygundur. Ayrıca arıtma sırasında pH veya mV ölçüm değerlerinde zorluk çekilmesinde, karmaşık konsantre atıkların olması ve arıtım işlemi için uzun sürelere ihtiyaç duyulması hallerinde kesikli arıtma tercih edilir. Kesikli arıtmanın en önemli avantajı, deşarj hattına verilen atıkların parametre değerlerinde mutlak bir emniyetin sağlanmış olmasıdır. Kesikli arıtmada, büyük debiler için betonarme hazneler kullanılabilir. Küçük debilerde PVC, polietilen gibi plastiklerin kullanılması daha ekonomiktir. Sac tanklar korozyon nedeniyle tercih edilmez.


Sürekli Arıtma, öncelikle endüstriyel atıksuların büyük kapasiteli olması durumunda kullanılan arıtım metodudur. Sürekli arıtma tesisine gelen endüstriyel atıksular genellikle tabii akışla arıtmaya ulaşırlar. Bu mümkün olmadığı zaman atıksuyu arıtma tesisine pompalamak gerekir. Seçilen pompa kapasitesi tesis için seçilen sürekli akış kapasitesiyle uyum içinde olmalıdır. Bu sistemde çökeltme havuzunda bekletme süresi büyük olduğundan, çökeltme havuzu oldukca büyük yer kaplar. Sürekli tesislerde kimyasal arıtma ancak otomatik hale getirilmiş sistemle mümkündür. Sürekli sistemlerde kullanılacak karıştırıcılar, tank hacmini dakikada iki kere karıştıracak güçte olmalıdır.
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
5 Ocak 2012       Mesaj #20
Avatarı yok
Yasaklı
"Kayıp Bir Dünya" Keşfedildi

resizephpq

İngiliz bilim adamları "bilinmeyen" türlerde canlıların yaşadığı yeni bir "kayıp dünya" keşfettiklerini açıkladılar.

İngiliz bilim adamları, Antarktika deniz yatağında kara seviyesinin 8.000 feet (2438 metre) altında, bilinmeyen türlerin yaşadığı 'kayıp dünya'yı keşfettiler.

PLoS Biology dergisinde yayınlanan araştırma sonuçlarına göre, Denizaltı volkanları çevresinde yaşayan türler kurşun eriten sıcaklıkta, volkan ağızlarından gelen havayla hayatlarını sürdürebiliyor. Denizaltından görüntü çekmek için tasarlanmış özel araçtan çekilen görüntülerde Hint ve Antarktika okyanusunun denizaltı volkan bacaları çevresinde yaşayan türler görüntülenirken, bilinen türlerin yanı sıra bilinmeyen deniz canlıları da keşfedildi.

Antarktika Doğu Scotia Ridge açımlarının deniz dibinde Hidrotermal delikleri etrafında yaşam normlarını belirleyen ilk keşif ekibinin raporlarına göre, uzaktan kumanda edilebilen özel tasarlanmış denizaltı sayesinde, söz konusu 'gizli alem'de yaşayan canlıların fotoğrafları çekildi.

fft99mf1889467

300 santigrat dereceden daha yüksek sıcaklıkta yaşayan yengeçler, bilim adamlarının hiç tanımadığı türde yeni bir ahtapot cinsi dahil olmak üzere midyeleri andıran, mercansı, süngersi ve yosunsu deniz canlıları kolonileri bilim adamlarını dahi şaşırttı.

Yüksek sıcaklıkta yaşayan 16 cm uzunluğundaki yeti yengeçlerin kabuklarındaki yanıklar dikkat çekerken, yedi kollu bir deniz yıldızı da keşfetilen yaratıklar arasında dikkat çekti.

Oxford ve Southampton üniversitelerinden araştırmacılar, deniz altı araştırmalarının, başka dünyalardaki yaşam araştırmalarına da yardımcı olacağını belirterek, deniz ışığının ulaşmadığı aydınlık ortamda yaşayan ısıya dayanaklı canlılar üzerinde araştırmaların önemine dikkat çekiyorlar.

İngiltere Southampton Üniversitesi'nde Deniz Biyolojisi bölümünde öğretim görevlisi Deniz biyoloğu Dr. Jon Copley, söz konusu volkanların sadece hayat için gerekli havayı değil, değerli deniz minerallarini de püskürttüğünü tahmin ettiklerini söyleyerek, hükümetleri bu alana yatırım yapmaya davet etti.

Hidrotermal ağızlar ilk kez 1977 yılında keşfedilmiş ve bazı ekipler daha önce de Pasifik ve Hint okyanusları derinliklerinde araştırmalar yapmıştı. Haber 7'nin bu konuda 2006 yılında yayınladığı "Dipteki yaratıklar ve uzayda yaşam" konulu haberde bu konuyla ilgili bilimsel ayrıntıları bulabilirsiniz. Ancak bu kez daha önceki araştırmalardan çok daha farklı sonuçlar elde edildiği belirtildi.


Kaynak:Gençbilim/PLoS Biology(04 Ocak 2012,12:04)


Benzer Konular

23 Temmuz 2018 / _PaPiLLoN_ Psikoloji ve Psikiyatri
5 Ekim 2018 / evo Uzay Bilimleri
28 Eylül 2009 / Ziyaretçi Soru-Cevap
24 Aralık 2011 / GüNeSss Soru-Cevap