Arama

Biyoloji ile İlgili Makaleler, Araştırmalar

Güncelleme: 21 Şubat 2015 Gösterim: 42.051 Cevap: 32
Pasakli_Prenses - avatarı
Pasakli_Prenses
Ziyaretçi
1 Ağustos 2007       Mesaj #1
Pasakli_Prenses - avatarı
Ziyaretçi
Biyoloji ile İlgili Makaleler

Sponsorlu Bağlantılar

Biyolojik Silahlar


Kimyasal ajanlar gibi, biyolojik silahlar da neyse ki popüler kültürdeki şöhretlerine yakışır şekilde kullanılmış değiller henüz. 1971′de Kazakistan’daki bir iaboratuvardan kaçan ve silah olarak kullanılmak üzere hazırlanan çiçek hastalığı mikrobu yüzünden ölenlerin sayısı yalnızca 3. Üstelik hastalık salgın halinde ilerleme de göstermemiş.

1979′da şimdiki adı Ekaterinburg oian Sverdiovsk’taki bir fabrikadan sızan şarbon mikrobu içeren bir biyolojik silah yüzünden 68 kişi yaşamını yitirdi ve yine hastalık yayılmadı. İnsanların bu yüzden yaşamlarını yitirmeleri çok acı ama, yine de yaşam kaybı tek bir bombanın neden olacağından daha fazla değil.

1989′da Washington’da birkaç kamu işçisi kaza sonucu Ebola virüsüne maruz kaldı. Durum fark edilene kadar, birkaç gün boyunca bu işçiler sosyal yaşamlarını sürdürmüş, aile ve arkadaşlarıyla birlikte olmuşlardı. Buna karşın, bu olayda kimse yaşamını yitirmeden gerekli önlemler alınabildi.
Gerçek şu ki, evrim milyonlarca yıl boyunca memeiilere, mikroplara karşı direnç gösterme özettiği kazandırdı. Örneğin kara veba, tarihte bilinen en kötü hastalıklardan biriydi; yetersiz sağlık hizmetleri ve kötü yaşam koşullarının hakim olduğu Orta Çağ Avrupası’nda at koşturdu. Ama salgın, insanlığı yok edemedi: birçok kişi hastalığı yendi. Bu senaryoların korku saçtığı günümüz batı toplumlarındaysa, hangi mikrop ya da virüs ortaya çıkarsa çıksın, daha sağlıklı insanlarla, gelişmiş sağlık hizmetleriyle ve biyoajanları yok etmek üzere geliştirilmiş ilaçlarla karşılaşacağı kesin.
Belki günün birinde, bağışıklık sistemimizi ek-tisiz hale getirecek bir virüs üretebilen bir deli ortaya çıkar. Aslında mümkün olduğundan bir “süper hastalık” yaratılabilir ya da çiçek gibi, zaten var olan bir hastalık, mikrobun genleriyle oynanarak daha zararlı hale getirilebilir. Üstelik, zamanla biyoîeknolojinin gelişip, denetiminin daha güç olacağı düşünülürse, birtakım kişi ya da grupların, zararlı mikrop ya da virüsleri kolaylıkla üretebileceklerini de kabul edebiliriz. Ancak, yine de bilim adamları daha önce hiçbir korkunç hastalığın insanlığı ortadan kaldırmayı başaramadığı gibi, gelecekte de bunun pek olası olamayacağını söylüyorlar.
Biyolojik silahlar diğer canlılar üzerinde zararlı etkiler yaratmak maksadıyla kullanılan bakteri, virüs, mikrobiyal toksinler, vb. ajanlardır. Bu tanım genellikle biyolojik olarak elde edilen toksinleri ve zehirleri de kapsayacak şekilde genişletilir. Biyolojik savaş araçları, yaşayan mikroorganizmaları (bakteri, protozoa, riketsia, virüs ve mantar) içerdiği gibi mikroorganizmalar, bitkiler ve hayvanlar tarafından üretilen toksinleri (kimyasallar) de kapsar.
Yaşayan biyolojik maddeler kokusuz, tatsız ve havaya bulutu halinde atıldığı zaman 1 ila 5 mikron boyutunda son derece küçük parçacıklardan oluştuğundan insan gözüyle görülemez. Silah olarak kullanılabilecek biyolojik ajanlar şu şekilde sıralanabilir;
Bakteriler: Küçük-serbest yaşayan organizmalar olup çoğunluğu katı veya sıvı kültür ortamında üretilebilirler. Bu organizmalar sitoplazma, hücre zarı ve nükleer materyaller içeren bir yapıya sahiptir. Basit bölünme ile ürerler. Oluşturdukları hastalıklar genellikle spesifik antibiyotik tedavilerine cevap verirler.
Virüsler: İçlerinde çoğalabilecekleri canlı organizmalara ihtiyaç duyan organizmalardır. Bundan dolayı da enfeksiyoz etkileri büyük oranda konak hücrelere bağımlıdır. Virüsler genellikle antibiyotik tedavilere cevap vermeyen fakat antiviral bileşimlerin bir kısmına ve sınırlı kullanıma uygun preparatlara cevap veren hastalıklara neden olurlar.
Riketsialar: Hem bakterilerin hem de virüslerin genel karakterlerini taşıyan mikroorganizmalardır. Bakteriler gibi metabolik enzimler ve hücre zarından oluşurlar ve oksijen kullanırlar ve geniş çaplı antibiyotiklere karşı duyarlıdırlar. Yaşayan hücreler içinde üremelerinden dolayı da virüsleri andırırlar.
Klamidya: Kendi enerji kaynaklarını üretemediklerinden zorunlu hücre içi parazitlerdir. Bakteriler gibi geniş spekturumlu antibiyotiklere cevap verirler. Çoğalmak için virüsler gibi yaşayan hücrelere ihtiyaç duyarlar.
Mantarlar: Fotosentez yapamayan, çürüyen bitkisel olgulardan besin ihtiyaçlarını sağlarlar.
Toksinler: Yaşayan bitkiler, hayvanlar veya mikroorganizmalardan elde edilen zehirli maddelerdir. Bazı toksinler kimyasallara da dönüştürülebilirler. Toksinlere özel antiserum ve seçilmiş farmakolojik ajanlarla karşı konulabilir
Literatürde çok sayıda biyolojik savaş ajanı belirtilmektedirler. Bunların arasında;
Bacillus anthraksis (Şarbon Etkeni)
Botulinum Toksinleri (Konserve Zehiri)
Brucelloz (“Malta Humması” Etkeni)
Vibrio Cholera ( Kolera Etkeni)
Clostridium perfirenges (Gazlı Gangren Etkeni )
Salmonella typhi (Tifo Etkeni)
Psoudomanas psoudomallei (Melioidozis hastalığı Etkeni)
Psoudomanas mallei (Ruam hastalığı Etkeni)
Yersinia pestis (Veba Etkeni)
Francisella tularensis (Tularemi Etkeni)
Coxiella burnetti ( Q Ateşi Etkeni)
Smallpox virüs (Çiçek Hastalığı Etkeni)
Congo-Crimean Hemorajik Ateşi Virüsü
Ebola Virüsü
Stafilokoksik Enterotoksin B
Rift Valley Ateşi Virüsü
Trichothecene mycotoxins
Venezüella At Ensefaliti
Plazmodium vivax (Sıtma Etkeni)
Saxitoksin (predominant olarak doğada deniz dinoflajellileri tarafından üretilir)
BİYOLOJİK AJANLARIN ETKİLERİ
Biyolojik ajanlar ya yaşayan organizmalar ya da ölüm veya hastalıklara sebep olan toksin gibi türevlerden oluşur. Yaşayan organizmalar etkilerini gösterene kadar yaşayan hedeflerde çoğalırlarken, toksinlerini üremezler. Toksinler genellikle daha öldürücüdür, birkaç dakika veya saat gibi çok çabuk ölüm veya saf dışı bırakmaya neden olurlar.
Yaşayan organizmalar enfeksiyon ve hastalık belirtileri görünmesi arasında 24 saat ila 6 hafta arasında kuluçka devri gerektirir. Biyolojik silahlar ilk bulaşmadan sonra birkaç hafta sonra dikkate değer bir etki bırakmaya devam edebilir. Benzer şekilde geciktirilmiş kuluçka periyodu bulaştığı yerde ajanın tamamen örtülü olarak gelişmesini sağlar ve etkisi ortaya çıktığında hastalığın tabii olarak geliştiği fikrini oluşturabilir.
Bir biyolojik saldırı, bir bölgeyi birkaç saat ile birkaç hafta boyunca kirletir, teçhizatı kirletir ve birlikleri harekatı son derece sınırlayan, koruyucu elbise giymeye zorlar ve/veya koruyucu yan etkileri büyük ölçüde bilinmeyen antimikrobiyaller almak zorunda bırakırlar.
Bu ajanların bazıları ölümcüldürler, diğerleri genellikle kapasite düşürücü olarak kullanılırlar. Literatürde klasik tedavi yöntemlerinin etki edemediği veya belli etnik gruplar üzerinde kullanılabilen genetik mühendisliği ürünü ajanlardan bahsedilmektedir.
Kimyasal silahların bütün korkunçluğuna rağmen, biyolojik organizmanın çok küçük bir örneği bile çok daha ölümcül olabilir.
Örneğin; Bacillus antraksis basilinin yol açtığı şarbon hastalığında solunum yoluyla havadan alınan dayanıklı sporlar akciğerler içerisinde açılarak çoğalmakta, başlangıçta soğuk algınlığı semptomlar ile kuluçka devresini geçirerek kısa sürede öldürücü tablolar ile karşımıza çıkabilir.
Genetik mühendisliği öldürücülüğü artırmak için daha fazla patojen veya toksin üreten genlerin geliştirilmesi için potansiyel yaratmıştır. Bu şekilde normal halinden 100 defa daha fazla patojen olan ve toksin üreten hücreler elde edilmiştir. Enfeksiyonu yayarken etkinliği geliştirebilmek ancak genetik olarak güçlendirilmiş ajanlarla mümkündür. Bu şekilde kurumaya, ultraviyole ışınlarına, ısınmaya karşı patojenlerin dirençli olmaları sağlanarak sağlık üzerine olumsuz etkinlikleri artırılabilir.
Belirli biyolojik ajanlara besleyici katkı maddesi kullanılması tutulduğu ortamda hayatta kalmalarını kuvvetlendirir. Bazı patojenlerin belli çevre şartları içinde kontrollü olarak mevcudiyetlerinin sağlanması bile mümkündür. Koşullara bağlı kendini yok eden genler adı verilen gelişme ile organizmalar belirli bir çevrede önceden belirlenen miktarlarda kopyalandıktan sonra tamamen yok olacak şekilde programlanabilmektedir. Böylece, enfekte olmuş arazi belirli bir zaman sonra zarara uğramış olur.
SINIRLAMALARI

1- Biyolojik ajanlar, kimyasal silahların aksine etkilerinin tahmin edilmesi ve kontrolü son derece zordur. Etkileri, kimyasal ajanlardan daha fazla ısı, hava şartları ve topografik yapıya bağlıdır.
2- Böylece, her zaman yalnız hedefi kirletme riski vardır.
3- Bir çok biyolojik ajan etkili olabilmesi için solunum veya sindirim yoluyla alınmalıdır. Kimyasal ajanlarda olduğu gibi deri ile temas sonunda enfeksiyon yaratması mümkün değildir. Bu durumda, eğer biyolojik ajanlar doğru bir şekilde tespit edilebilirse buna karşı savunma kimyasal ajanlara karşı savunmadan daha kolaydır.
4- Anthraks sporları ve bazı toksinler gibi kuru ajanlar kalıcı olmalarına rağmen, bir çok biyolojik ajanın etkisi zamanla çok çabuk azalır.
5- Anthraks sporları toprakta ölümcül etkilerini onlarca yıl muhafaza ederler. Buna benzer ajanlar uzun vadede tehlikelerini sürdürürler. Bu şekildeki ajanların kullanım durumunda taarruzu gerçekleştiren tarafın işgal etmek veya geçmek istediği harekat alanı kirletilmiş olur ve koruyucu elbise kullanma ihtiyacı ile ciddi tekrar kontaminasyon gereksinimlerini beraberinde getirir.
6- Biyolojik silahlanmanın getirdiği depolama ve kullanma her zaman teknik zorlukları beraberinde getirir.
BİYOLOJİK SİLAHLARDAN KORUNMA
Biyolojik silahlardan korunma birbiriyle bağlantılı beş aşamadan oluşmaktadır;
Önleme. Biyolojik silahların kullanılmasını engellemek için çeşitli çalışmalar yapılmaktadır. Uluslararası silahsızlanma ve teftiş rejimleri biyolojik ajanların biyolojik savaş durumunda üretimini ve kullanımını caydırmaktadır. İstihbarat çalışmaları sonucunda potansiyel tehlikeler belirlenerek gerekli önleyici tedbirler alınabilir. Doğal olarak ortaya çıkan ajanlara karşı aşılama önemli bir tedbirdir, ancak genetik mühendisliği ile bu aşıların etkisini sınırlayan ajanlar üretilmiştir.
Korunma. Biyolojik ajanlara karşı korunma yöntemleri sınırlıdır. Koruyucu elbiseler, maskeler kısa süreli koruma sağlayabilirler. Bununla beraber, şarbon gibi etkinliğini uzun süre koruyabilen kimi ajanlar için bu tedbirler sadece ilk aşamada faydalı olabilirler. Herhangi bir şekilde yediğimiz yiyeceklerin biyolojik ajanlarla bulaşmış olabileceğini düşündüğümüz anda o yiyeceğin yenmemesi gerekir. Biyolojik tehlikenin olabileceği zamanlarda gıdalarımızın temizliğine özellikle yıkanmasına her zamankinden daha fazla özen gösterilmeli. Yıkama işlemi önemli ölçüde mikrobiyal yükü azaltır. Bunun yanında sebze türü yiyeceklerin 1 %’lik hipoklorit içerisinde iki üç dakika tutulması canlı mikroorganizmaların öldürülmesine yeterlidir, bu işlemden sonra mutlak surette iyice yıkanmalılar. Solunum kaynaklı bulaşmalar söz konusu olduğunda ıslak bir mendil gibi eşyaların ağız ve buruna tutularak o anda hava yoluyla oluşacak bulaşma engellenebilir. Herkesin koruyucu elbise giyemeyeceğine göre insanlar özellikle yiyeceklerinin, eşyalarının ve çevrelerinin temizliğine dikkat etmeli. Herhangi bir durumda bir bulaşmaya maruz kaldığını hisseden kişi hemen doktora başvurmalı. Çünkü biyolojik ajanın bulaşmasından sonra kişinin kendi başına tedavi olması mümkün değildir.
Pişirilecek yemeklere yeterli ısısal işlem uygulanmalı, özellikle yüz dereceye varan ısı uygulanmalı. Biyolojik silah olarak kullanılabilen bazı bakteri sporları yüz derecelik ısıtmada 20-30 dakika canlı kalabilmektedir.
Belirleme:
Tedavi: Tedaviyi yukarda belirtildiği gibi kişi kendi yapamaz, biyolojik ajanlara karşı tedaviyi ancak bir hekim uygulayabilir. Tedavi yöntemleri enfeksiyon gelişen kişilerde maruz kalınan ajanın belirlenebilmesine bağlıdır. Eğer belirlenemiyorsa hekim farklı yöntemlerle tedaviyi sağlamaya çalışır. Ajanın tespiti durumunda ise duyarlı antibiyotikler tercih edilerek tedaviye başlanır. Örneğin şarbon etkeni tespit edilmişse; her iki saatte bir , iki milyon ünite penisilin tedavisi uygulanabilir. Toksinlere karşı uygun antiserumlar varsa kullanılır, yoksa destek tedavisi uygulanır. Bunların hepsi o anki hastanın durumuna göre gerekli tedaviyi hekim kararlaştırır.
Dekontaminasyon-temizleme. Zamanla dağılarak etkilerini kaybeden kimyasal silahların tersine biyolojik silahlar zaman geçtikçe etkilerini artırıp çoğalabilirler. Şarbon toprakta en az kırk yıl aktif olarak kalır ve çevre şartlarına karşı dirençlidir. Bu sebeple biyolojik savaş ajanlarının etkilerinin ortadan kalkması yıllar alabilir.
Biyolojik Savaş Ajanlarının gelişmesi ile beraber dünyada bu silahların kullanım ve üretimini sınırlamak maksadı ile 1925 yılında Cenova Protokolü, 1972 yılında Biyolojik Silahlar Konvansiyonu (BWC-Biological Weapons Convention) imzalanmış, farklı tarihlerde bu konvansiyonun gözden geçirildiği toplantılar yapılmıştır. İnsanların bu tür silahların yapımını düşünmeleri bile ürkütücüdür. Ancak bunun artık bir düşünce olmanın ötesine, bazı ülkelerde bu silahların yüksek miktarlarda stoklandığı da bir gerçektir. Bunu gelişmiş ülkelerdee gelişmemiş ülkelerde yapmaktadır. Gelişmemiş ülkelerin kontrolü gelişmiş ülkelerce sağlanabilmekte ama gelişmiş ülkelerin kontrolünü şu anda sağlamak imkanı yoktur. Çünkü bir süper güç anlaşmaları göz ardı edebiliyor ve kimse buna sesini çıkaramıyor. Bu nedenlerle biyolojik silah tehlikelerden insanlığın arındırılması mümkün değildir. Bu durumda ona karşı gerekli önlemler alınmalı ve insanları bu konuda bilinçlendirilmeli.
Dünya klonlanma etiğini tartışırken asıl sorun olan genetik mühendislik yöntemi ile geliştirilmiş biyolojik silahlar gözden uzak kalmıştır. Olası bir biyolojik silah saldırısına karşı, yüksek teknik eğitim almış ekiplerin kurularak ulusal ve uluslar arası işbirliği ile potansiyel biyolojik silah üretici ve kullanıcılarının yakından takip edilmesi, hastanelerde bu tip saldırılar için özel donanımlı servisler oluşturulması, yapılacak olan ulusal felaket planlarının bir parçası olmalıdır.
Dünya Tabipler Birliği 1990 yılında, 42. oturumunda Kimyasal ve Biyolojik Silahlar Konulu Bildirgeyi kabul etmiş, Tokyo bildirgesiyle de sağlık hizmeti vermesi beklenen hekimlerin, kimyasal ve biyolojik silahların araştırılmasına katılmasını, kişisel ve bilimsel bilgilerini bu silahların keşfi ve üretiminde kullanmalarının etik olmadığını bildirmiştir.



Son düzenleyen ThinkerBeLL; 27 Haziran 2009 13:54
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
1 Ağustos 2007       Mesaj #2
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Yakın bir geçmişte araştırmacılar, bacaklarında gözler olan sirkesinekleri yetiştirmeyi başardılar. Burada söz konusu denetim mekanizmasına göre, belli bir gen, gözün nerede olacağını belirledikten sonra, eksiksiz bir gözün oluşumunda işlevi olan tüm genler o noktada çalışmaya başlar.

Sponsorlu Bağlantılar
Sirkesineklerinde gözler, yanlış yerde olmakla birlikte her şeyleriyle eksiksizdi ve doğru bağlantılar kurulsaydı herhalde normal göz gibi işlev görebileceklerdi. Bu deneysel işlem, tek başına da önemli. Ancak özellikle evrimi kavrayış biçimimize getirdiği yenilik açısından incelenmeli.

Bu deneylerde, bir fareye ait göz-konum geni kullanılarak sirkesineğinin yanlış konumda bir göz geliştirmesi sağlandı. Farenin geni, sirkesineğininkine o kadar çok benziyor ki, genetik mühendisliği kullanılarak bir sirkesineğine yerleştirildiği zaman aynı işlevi yerine getirmeyi sürdürebiliyor. Bu, kayda değer bir olgu. Sirkesinekleri, farelerden evrimsel olarak en az yarım milyar yıldır ayrılmış bulunuyorlar.

Diğer bir deyişle, en son yarım milyar yıl önce ortak bir ataları vardı. Fare/sirkesineği ortak atasındaki bu göz-konum geni, daha sonra biri fareyi,diğeriyse sirkesineğini oluşturacak iki ayrı soyun da kalıtsal mirası oldu ve en az bir milyar yıllık bir evrim süresince değişmeden kaldı (yarım milyar yıldır bu iki soy ayrı olarak evrimleştikleri için. toplam evrimleşme süresi 2 x 0.5 = l milyar yıl).

Sirkesineği ve farenin gözlerinin yapısal ve optik açıdan çok temel farklılıkları olduğu gözönüne alındığında, bu çok önemli. Herhalde her iki soy da, kendi amaçları doğrultusunda en uygun göz yapısını kusursuzlastırırken, gözün konumunu belirleyen temel sistemi korudular. Doğal seçilimin ayıklama gücünün bundan daha iyi bir kanıtı olamaz.

Biri fare. diğeri sirkesineği olmak üzere, evrimin iki ayrı kolundan yarım milyar yıl önce yola çıkan bu "ata gen"i düşünün. Hem fare, hem de sirkesineği soylarında milyonlarca mutsyon olmuş ve bunlar doğal seçilim tarafından ayıklanmış olmalı. Tüm bu koruyucu doğal seçilimin sonucunda, çok uzun zamandır ayrı olmalarına karşın, bu iki gen aynı işlevi koruyor ve hatta yer değiştirebiliyorlar.

Darwin, doğal seçilimin zararlı mütasyonlan önleme yeteneğinin farkındaydı elbette. Ama doğal seçilimin, yarım milyar yıl boyunca bir işlevi koruyacak kadar etkili bir ayıklayıcı olduğunu öne sürmeye herhalde cesaret edemezdi.

_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
3 Ağustos 2007       Mesaj #3
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Keçi Sütünden İpek

Genetik uzmanları, memeli hayvanlardan alınan hücrelere, örümceğin ağ örerken kullandığı ipeği yaratan geni ekleyerek, keçi sütünde ipek üretti. İpek, kurşun geçirmez yelek ve ameliyat ipliği yapımında kullanılacak.

Örümcek ve keçiyi bir araya getiren bu ilginç proje, ABD'nin Massachusetts eyaleti Natick kentindeki Askeri Biyolojik Kimyasal Komuta Merkezi ve Kanada'nın Quebec kentindeki Nexia Biyoteknoloji Şirketi'nde yürütüldü. Science dergisinde yayınlanan araştırmaya göre, memeli hücrelerinde üretilen örümcek ipeğinin, örülmesi için de bir yol bulundu.

Nexia'nın başkanı Jeffrey Turner, "Örümcek ipeği, dünyadaki en sağlam biyolojik maddelerden biridir. Örümceğin, yere inmek için kullandığı, ipek içeren ve ağdaki daireleri oluşturan ip, çelikten 5 kat daha sağlamdır" dedi.

Araştırmanın ilk evresinde, ipek böceği çiftliklerinde üretildiği gibi örümcek ipeği yaratıldı. İkinci aşamada, örümceklerin ipek üretmek için kullandıkları genler kopyalanarak, bakteri ya da hücre kültürlerinde büyütüldü. Ancak, proteinler, kültürlerin üretildiği fıçılarda büyüyünce pislik yığınlarına dönüştü.

Daha sonra ipek proteini içeren genler, inek memesi ve hamster cinsi yavru farelerden alınan hücrelere enjekte edildi. Hücrelerin, örümcek ipeği ürettiği görüldü. İş, ipeğin ipe dönüştürülmesine gelince, örümceğin iplik salan uzvundaki memeciklerin yapayları kullanıldı.

Turner, bu işlemde, molekülleri su içerisinde yoğunlaştırıp, çok küçük bir delikten, metanol sıvısına geçirdiklerini ve proteinlerin ipek ipliğine dönüştüğünü belirtti. Söz konusu ipeğin ticari amaçlı kullanılması aşamasında devreye keçiler girdi. Çünkü süt üretimi, temel anlamda protein üretimi demekti ve dişi keçiler bu iş için çok uygundu.

Turner, bu amaçla genetik yapılarıyla oynanan keçilerin, önümüzdeki ay süt vereceğini bildirdi. Keçi sütündeki örümcek ipeğinin, kurşun geçirmez yelek ya da sağlam ameliyat ipliği yapımında kullanılması bekleniyor.
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
4 Ağustos 2007       Mesaj #4
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Çapkınlık Geni

Aşkın kimyasını enine boyuna araştıran bilim adamları, artık küçük bir genetik müdahale ile yılların uslanmaz çapkınlarını dünyanın en sadık eşine çevirebilecek. Bazı hayvanların (ve tabii insanların) neden çok eşliliğe yöneldiği sorusuna yanıt arayan bilim adamları, işin sırrını son dönemde ABD'de geniş çayırlık alanlarda yaşayan bir tür tarla faresi üzerinde yaptıkları deneyler sonucunda keşfetti.

Cinsel davranış ve tercihlerin beynin kimyasına bağlı olarak geliştiği anlaşıldı. Yani bireyi iflah olmaz bir çapkın veya sadık bir aşık yapan şeyler beyinde gizli. Eğer beyin kimyası, aşk ve tutkuyu birleştirebilen bir yapıdaysa, o beynin sahibi ister istemez çapkınlığa elveda diyor, gözü ‘ilk göz ağrısı’ ndan başkasını görmüyor.

Deneyin kahramanı tarla fareleri, bilim dünyasında sadakatleriyle ünlü. Eldeki bilgilere göre bu hayvanlar, cinsel erginlik dönemine girer girmez ilk tanıştıkları eşleriyle başlattıkları beraberliklerini ömürlerinin sonuna kadar götürüyor. Erkekleri için hiçbir dişinin aşk oyunu, cilvesi onları yoldan çıkarmaya yetmiyor. Öyle ki, eşi çok erken yaşlarda ölse bile ömürlerinin geri kalan yıllarını yine de tek başlarına geçirmeyi tercih ediyor.

Bulgularını açıklayan ABD'deki Emory Universitesi'nden Dr. Thomas Insel'e göre, aşk düpedüz bağımlılık. Bu bağımlılığı oluşturan hayvanlar, eşlerini asla terketmiyor. Bu beyin kimyası ve sonuçta bağımlılık olgusu, memelilerin de dahil olduğu hayvanlar aleminin %3'ünde mevcut.

Sadakat "oxcytocin" ve "vasopressin" denilen iki tür hormonla ilgili. "Oxcytocin" sosyal davranışlar üzerinde etkili olurken, "vasopressin" hafızayla ilgili.

Tarla farelerinde ilk cinsel beraberlik ve çift oluştuğunda, beyindeki bu iki hormon üretimi artıyor. Yapay olarak bu hormonların miktarı değiştirilince de paralel olarak farelerin cinsel davranışları da değişiyor. Dr. Insel, bu hormonların, insan ve çoğu hayvanda olduğunu söylüyor. Ancak tek eşlilerde, beynin bağımlılık ve özlem duygusunu kontrol eden bölgesinde ortaya çıkıyor.

Yani sadık aşıklar, beyinlerindeki bu hormonal dengeler nedeniyle, partnerlerine bir tür bağımlı hale geliyorlar. Deneyin bundan sonraki aşamasında sözü edilen sadık aşık tarla faresinden alınan genler, önüne gelen dişiyle yatan çapkın farelere verildi ve sonuçlara bakıldı. Gerçekten de tarla faresinin geni verilen çapkın fareler akıllanıp, eşlerine son derece sadık aşıklar haline geldi.

Dr. Insel, araştırmalarından insanlar için bir aşk iksiri üretilmesi gibi bir sonuç çıkmayacağını ancak ebeveynleriyle normal bir ilişki geliştiremeyen otistik çocuklar için ilaç yapılabileceğini belirtti.
Pasakli_Prenses - avatarı
Pasakli_Prenses
Ziyaretçi
17 Aralık 2008       Mesaj #5
Pasakli_Prenses - avatarı
Ziyaretçi
Oksijen ve Canlılar

En bol bulunan bir element olan oksijen, atmosferimizde fotosentetik canlıların faaliyeti sonucu oluşmaya başlamıştır.Oksijen bütün canlılar için vazgeçilmez bir element olup; hidrojen, karbon, nitrojen ve kükürt ile birlikte organik moleküllerin temel yapısal Atom larını oluşturur. Bunun yanında, aerobik canlıların enerji metabolizmasındaki rolü nedeniyle, oksijen hayati bir öneme sahiptir.


Bilinen bütün canlı türleri, organik moleküllerin içindeki şekli ile oksijene gereksinim duysalar da, serbest formdaki moleküler oksijen her canlı türü için aynı anlamı ifade etmez. Aerobik canlılar yaşamları için mutlaka moleküler oksijene gereksinim duyarken, anaerobik canlılar büyüme ve çoğalmaları için oksijene bağımlı değildirler. Anaerobik canlılardaki oksijenin toksik etkisinin nedeni, oksijenden kaynaklanan bazı reaktif türlerin biyolojik molekülleri oksitlemeleri ve bu reaktif türlere karşı anaerobik canlılarda savunma sisteminin bulunmamasıdır. Oksijen sadece anaerobik türlerde değil, yaşamları için mutlaka moleküler oksijene bağımlı olan canlılarda da toksik etkilidir.

Oksijenin canlılardaki toksik etkileri başlıca iki tür mekanizma ile gerçekleşir

1. Aerobik canlılarda gözlenen oksijen toksisitesinin ilk açıklaması, moleküler oksijenin bazı enzimleri inhibe ettiği şeklindedir. Örneğin, nitrojen fiksasyonunu katalizleyen nitrojenaz enzimleri ve CO2 fiksasyonunu katalizleyen ribüloz bifosfat karboksilaz oksijen tarafından kompetetif olarak inhibe edilirler. Oksijen, glutamat dekarboksilaz enzimini inhibe ederek beyinde GABA düzeyini düşürmektedir.

2. Oksijenin enzim inhibisyonu etkisi sınırlı ve çok zayıftır. İlk kez 1954 yılında, oksijenin biyolojik sistemlerde görülen toksik etkilerinin, oksijenin bazı reaktif türlerinden kaynaklanabileceği ileri sürülmüştür. Bugün, oksijenin canlılardaki toksik etkisinin “oksijen radikalleri” olarak adlandırılan ve oksijenin vücuttaki metabolizması sırasında oluşan reaktif türlerden kaynaklandığı bilinmektedir.

REAKTİF TÜRLER OLARAK RADİKALLER
Atomlar, proton ve nötronlardan oluşan pozitif yüklü bir çekirdek ve çekirdeğin etrafında bulunan negatif yüklü elektronlardan oluşur. Elektronlar hem partikül, hem de dalga özelliğine sahip olup, çekirdek etrafında ışık hızı ile hareket ederler. Bu nedenle elektronların çekirdek etrafındaki yeri tam olarak tarif edilemez, yalnızca bulunma olasılığının en yüksek olduğu yerden bahsedilebilir. Belirli elektronların bulunma olasılığının en yüksek olduğu yer “ orbital ” olarak adlandırılır.

Radikaller, dış orbitallerinde paylaşılmamış elektron içeren kimyasal türlerdir. Her türden kimyasal ve biyokimyasal tepkime daima atomların dış orbitallerindeki elektronlar seviyesinde gerçekleşir. Dış orbitallerde paylaşılmamış elektron bulunması söz konusu kimyasal türün reaktivitesini olağanüstü arttırdığı için, radikaller reaktivitesi çok yüksek olan kimyasal türlerdir.

RADİKALLER NASIL OLUŞUR
İçinde bulunduğumuz çevrede çeşitli fiziksel etkenler ve kimyasal olaylar nedeniyle devamlı bir radikal yapımı vardır. hücresel koşullarda da ciddi bir miktar ve çeşitlilikte radikal üretilmektedir. Radikaller başlıca 3 temel mekanizma ile oluşur:

1. Kovalent bağların homolitik kırılması ile. Yüksek enerjili elektromanyetik dalgalar ve yüksek sıcaklık kimyasal bağların kırılmasına neden olur. Kırılma sırasında bağ yapısındaki iki elektronun her biri ayrı ayrı atomlar üzerinde kalıyorsa, bu tür kırılmaya homolitik kırılma denir ve her iki atom üzerinde de paylaşılmamış elektron kalır.

2. Normal bir molekülün elektron kaybetmesi ile. Radikal özelliği bulunmayan bir molekülden elektron kaybı sırasında dış orbitalinde paylaşılmamış elektron kalıyorsa radikal formu oluşur. Örneğin askorbik asit, glutatyon ve tokoferoller gibi hücresel antioksidanlar, radikal türlere tek elektron verip radikalleri indirgerken, kendilerinin radikal formu oluşur.

3. Normal bir moleküle elektron transferi ile. Radikal özelliği taşımayan bir moleküle tek elektron transferi ile dış orbitalinde paylaşılmamış elektron oluşuyorsa bu tür indirgenme radikal oluşumuna neden olabilir. Örneğin moleküler oksijenin tek elektron ile indirgenmesi, radikal formu olan superoksidin oluşumuna neden olur. Superoksit radikalinin yapımındaki artış da, oksijenin diğer radikal türlerinin ve diğer atom merkezli radikallerin oluşumu için tetik fonksiyonu görür.

OKSİJEN VE OKSİJEN RADİKALLERİ
Moleküler oksijen dış orbitallerinde paylaşılmamış iki elektron içerir. Bu elektronlar, spinleri aynı yönde ve farklı orbitallerde iken minimum enerji seviyesindedirler. Radikal tanımına göre oksijen “diradikal” yapıya sahip bir moleküldür. Oysa oksijenin reaktivitesi beklenenin aksine çok düşüktür. Diradikal bir yapıya sahip olan oksijenin herhangi bir molekül ile tepkimeye girebilmesi için, tepkimeye gireceği molekülün de benzer yapıya (farklı orbitallerde spinlerin aynı yönde elektron içermesi) sahip olması gerekir. Oysa başta organik moleküller olmak üzere atom ve moleküller orbitallerinde elektronları antiparalel ve eşleşmiş olarak içerirler. Veya paylaşılmamış elektronlar kovalent bağlara katılmışlardır. Bunun sonucu olarak oksijenin diğer moleküllere olan reaktivitesi son derece kısıtlanmıştır. Bu kısıtlama “spin kısıtlaması” olarak adlandırılır. Canlıların oksijeni kullanabilmesi için, oksijene elektron transferi yaparak spin kısıtlamasını aşmaları gerekir. Bu işlem için canlılar bazı metal iyonlarından (Fe, Cu, Mn, Zn) yararlanırlar.

Spin kısıtlaması nasıl aşılır
1. Oksijene elektron transferi ile. Proteinlere bağlı metal iyonları aracılığıyla oksijene bir veya iki elektron aktarımı katalizlenebilir. Oksijene tek elektron transferi ile süperoksit radikali oluşur. Spin kısıtlaması kalktığı için süperoksit oksijene göre çok daha reaktiftir. İki elektron transferi ile de peroksi anyonu oluşur.

2. Enerji absorbsiyonu ile. Bu mekanizma ile oksijenin iki uyarılmış formu oluşur. Singled oksijen diye adlandırılan oksijenin bu formlarında dış orbital paylaşılmamış elektronlarından birisinin spini değişmiştir. Zıt spinli elektronlar aynı orbitalde (delta formu) veya ayrı ayrı orbitallerde (sigma formu) bulunabilirler.

Canlılarda Oksijen Radikallerinin Yapımı

Oksijen bulunan bir ortamda çeşitli fiziksel ve kimyasal etkenlerle oksijen radikalleri yapılabilir. Vücudumuzda oluşabilen radikallerin sayısı “yüzlerce farklı tür” şeklinde ifade edilebilirse de, bu radikaller arasında süperoksit, H2O2, nitrik oksit ve hidroksil radikalinin özel yerleri vardır. Hatta bu radikaller içinde süperoksit ve nitrik oksit temel radikaller sayılabilir. Çünkü süperoksit ve nitrik oksit enzimatik mekanizmalarla, devamlı olarak ve önemli derişimde üretilen radikallerdir. Ayrıca bu iki radikal, biyolojik sistemlerde tanıdığımız diğer bütün önemli radikaller ile radikal yapıda olmayan reaktif türlerin oluşumunu başlatabilecek özelliktedirler.

Normal biyokimyasal tepkimeler sırasında oluşan oksijen radikalleri ile çeşitli biyolojik fonksiyonları yerine getirmek üzere üretilen nitrik oksidin derişimleri genellikle çok düşüktür. Düşük derişimdeki reaktif türler, hücrelerin antioksidan sistemleri tarafından inaktive edildiklerinden önemli toksik etkilere neden olmazlar. Ancak bu radikallerin yapımları çeşitli patolojik durumlarda artabilir, çoğunlukla da her iki radikal bileşik grubunun oluşumu birbiri ile paralel seyreder. Örneğin inflamasyon durumlarında aktive olan lökositler aynı anda hem oksijen radikallerini hem de nitrik oksidi yüksek derişimlerde sentezlerler.

Nitrik oksit, oksijen radikalleri ile tepkimeye girerek veya oksijenli ortamlarda oksitlenerek, kendisinden çok daha reaktif türlerin oluşumuna neden olur. oksijen radikallerinin fazla yapımının neden olduğu etkilerin toplamı “oksidan stres“ diye adlandırılır. Oksidan stresi, nitrik oksidin reaktif türlerinden kaynaklanan toksik etkilerden ayırmak mümkün olmadığından, “nitrozatif stres” den ayırmak imkansızdır. Bu bakımdan, oksidatif hasar, superoksitten kaynaklanan radikaller ile nitrik oksidin reaktif türlerinin neden olduğu hasarların bir toplamıdır.

Süperoksit
Canlılarda oluştuğu ilk gösterilen radikal olan süperoksit, başlıca şu mekanizmalarla üretilmektedir:

1.) İndirgeyici özellikteki biyomoleküler oksijene tek elektron verip kendileri oksitlenirken süperoksit radikali oluşur. Hidrokinonlar, flavinler, tiyoller, katekolaminler, ferrodoksinler, indirgenmiş nükleotidler gibi yüzlerce biyolojik molekül aerobik ortamda oksitlenirken süperoksit yapımına neden olurlar.

2.) Başta çeşitli dehidrogenazlar ve oksidazlar olmak üzere, yüzlerce enzimin katalitik etkisi sırasında süperoksit radikali bir ürün olarak oluşabilir.

3.) Mitokondrideki enerji metabolizması sırasında oksijen kullanılırken, tüketilen oksijenin % 1-5 kadarı süperoksit yapımı ile sonlanır. Buradaki radikal yapımının nedeni NADH-dehidrogenaz ve koenzim-Q gibi elektron taşıyıcılardan oksijene elektron kaçağının olmasıdır.

4.) Aktive edilen fagositik lökositler bol miktarda süperoksit üreterek fagozom içine ve bulundukları ortama verirler. Antibakteriyel etki için gerekli olan bu radikal yapımı, daha reaktif türlerin oluşumunu da başlatır. Yani radikal yapımı bazı hücresel fonksiyonlar için gerekli de olabilir.

Hücresel koşullarda üretilen süperoksit, oksitleyici veya indirgeyici olarak davranabilir. Aldığı elektronu metal iyonuna, sitokrom c’ye veya bir radikale verirse tekrar oksijene oksitlenir. Oksijenden daha oksitleyici olan süperoksit bir elektron daha alırsa peroksi anyonuna indirgenir.
2H+
O2-. + e- à O2= à H2O2
Bu tepkime biyolojik moleküllerin oksidasyonuna neden olduğundan tercih edilmez. Aerobik canlılarda süperoksitlerin H2O2’e çevrilmesi katalitik aktivitesi çok yüksek bir enzim olan süperoksit dismutaz (SOD) tarafından katalizlenir.
SOD
O2-. + O2-. + 2H+ à H2O2
SOD tarafından katalizlenen bu tepkime “dismutasyon tepkimesi” diye adlandırılır. Süperoksit, özellikle hafif asidik koşullarda SOD olmadan kendiliğinden dismutasyonla da H2O2’e çevrilebilir.
SOD enziminin yüksek katalitik etkisi nedeniyle hücrelerde süperoksit birikimine izin verilmez. Ancak çeşitli patolojik durumlarda süperoksit yapımının artmasıyla süperokside özgü tepkimeler görülmeye başlar:

Süperoksit metal iyonlarını indirgeyerek bağlı olduğu proteinlerden salınımına neden olur. kofaktörlerin oksidasyon düzeylerini bozar ve metal iyonlarının katıldığı hidroksil radikali yapım tepkimelerini hızlandırır.

Diğer radikallere göre daha az reaktif olsa da indirgenmiş nükleotidlerin, bazı amino asitleri ve antioksidan bileşikleri oksitler.

Süperoksit, hücre zarlarının hidrofobik ortamlarında daha uzun ömürlü ve çözünürlüğü daha fazladır. Zar fosfolipidleri nedeniyle hücre zarı yüzeyleri daha asidiktir ve süperoksit burada daha kolayca bir proton alarak hidroperoksit radikalini (HO2.) oluşturur. Bu radikal de çok reaktif olup, hücre zarlarında lipid peroksidasyonunu başlatabilir ve antioksidanları oksitleyebilir.

Hidrojen Peroksit
Hidrojen peroksit, oksijenin enzimatik olarak iki elektronla indirgenmesi ya da süperoksitlerin enzimatik ve non-enzimatik dismutasyonu tepkimeleri sonucu oluşur.

Yapısında paylaşılmamış elektron içermediğinden radikal özelliği taşımaz, reaktif bir tür değildir. Hidrojen peroksidin oksitleyici bir tür olarak bilinmesinin nedeni, demir, bakır gibi metal iyonlarının varlığında hidroksil radikalinin öncülü olarak davranmasıdır.

Hidrojen peroksit özellikle proteinlerdeki hem grubunda bulunan demir ile tepkimeye girerek yüksek oksidasyon düzeyindeki reaktif demir formlarını oluşturur. Bu formdaki demir çok güçlü oksitleyici özelliklere sahip olup, hücre zarlarında lipid peroksidasyonu gibi radikal tepkimeleri başlatabilir.

Oksitleyici özelliği nedeniyle, biyolojik sistemlerde oluşan H2O2’nin derhal ortamdan uzaklaştırılması gerekir. Bu görevi hücrelerdeki önemli antioksidan enzimler olan katalaz ve peroksidaz enzimleri yerine getirir.

Hidroksil Radikali
Biyolojik ve kimyasal sistemlerde üretilen hidroksil radikali (.OH) canlılarda iki mekanizma ile oluşabilir.

1.) İyonlaştırıcı radyasyonun etkisi ile sulu ortamda su moleküllerinin iyonlaşması gerçekleşir.2H2O à H2O+ + e- + H2O* Uyarılmış su molekülü (H2O*) homolitik yıkım ile; H2O+ ise bir su molekülü ile tepkimeye girerek hidroksil radikali oluştururlar. Bu tepkimeler çok kısa sürede gerçekleşir ve üretilen .OH, radyasyonun canlılardaki toksik etkisinden sorumlu başlıca kimyasal türdür.

2.) Hidrojen peroksitin eksik indirgenmesi ile .OH yapımı, vücutta bu radikalin en önemli kaynağıdır. H2O2’nin iki elektron ile indirgenmesi ile su oluşurken, tek elektron ile indirgenmesi .OH yapımına neden olur. bu tür indirgenme Fe, Cu gibi metal iyonları tarafından katalizlenir. Askorbik asit, süperoksit gibi indirgeyici bileşiklerin de bulunduğu ortamda oksitlenen metal iyonu tekrar indirgendiğinden H2O2’den .OH yapımı sürekli bir duruma gelir.

Fe, Cu
H2O2 + Askorbat (veya O2-.) à .OH + semidehidroaskorbat

Haber-Weiss tepkimesi ya da fenton tepkimesi olarak adlandırılan bu tepkime ile .OH oluşacağı vücutta üretilen H2O2 derişimi ve serbest metal iyonunun varlığına bağlıdır. Süperoksit hem H2O2’nin öncülü hem de metalleri indirgeyici bir tür olduğundan; süperoksit proteinlere bağlı metallerin indirgenip serbest kalmasına da neden olabildiğinden, biyolojik koşullarda süperoksit oluşumunun arttığı ortamda .OH üretimi kaçınılmazdır. Fenton tepkimesini katalizleyen en aktif metal iyonları demir ve bakırdır.

Biyolojik sistemlerin tanıdığı en reaktif tür olan .OH, su dahil ortamda rastladığı her biyomolekülle tepkimeye girer. Hidroksil radikalinin tepkimeleri başlıca:

a) Elektron transfer tepkimeleri
b) Hidrojen çıkarma tepkimeleri
c) Katılma tepkimeleri

Bütün bu tepkimeler, .OH’ın paylaşılmamış elektron içeren dış orbitaline elektron alma ilgisinden kaynaklanır.

Katılma tepkimeleri, özellikle elektronca zengin moleküllerle (pürin ve primidin bazları, aromatik amino asitler gibi) gerçekleşir.

Hidroksil radikalinin organik moleküllerden hidrojen atomu alarak suya indirgendiği tepkime, hidrojen çıkarma tepkimesi olarak bilinir.

Hidroksil radikali ile oluşan en iyi tanımlanmış biyolojik hasar, lipid peroksidasyonu olarak bilinen serbest radikal zincir reaksiyonudur.

Her tür biyolojik molekül .OH’ın bir hedefi ise de özellikle elektronca zengin bileşikler tercihli hedeflerdir. Nükleik asitler, proteinler ve lipidlerde başlatılan radikalik tepkimelerde binlerce farklı ara ürünler oluşabilir.

DNA ile tepkimesi sonucu baz modifikasyonları, baz delesyonları, zincir kırılmaları gerçekleşebilir. İleri derecedeki DNA hasarları tamir edilemediğinden hücre ölümüne neden olur.

Proteinler üzerinde oluşan oksidasyonlar yapı değişimine neden olacağından proteinleri proteolitik yıkıma götürür.

Hücre zarı su içermediğinden .OH’ın başlıca hedefi yağ asididir. Zar lipidlerinin peroksidasyonu zarın yapısını bozar ve geçirgenliğini artırıp yine hücre ölümüne neden olabilir.

Özellikle .OH yapımını katalizlemelerindeki etkileri nedeniyle, canlılarda metal iyonların radikal hasarlarından birinci derecede sorumludurlar ve bu etkiye sahip olamadıkları formda (proteine bağlı) tutulmalıdır.

SİNGLET OKSİJEN
Oksijenin enerjetik olarak uyarılan bu formunda reaktivite çok yüksektir. Aldığı enerjiyi çevreye dalga enerjisi şeklinde verip yeniden oksijene dönebilir. Başlıca şu mekanizmalarla vücutta oluşabilir:


a) Pigmentlerin (örneğin flavin içeren nükleotidler, retinal, bilirubin) oksijenli ortamda ışığı absorblamasıyla

b) Hidroperoksitlerin metaller varlığındaki yıkım tepkimelerinde

c) Kendiliğinden dismutasyon tepkimeleri sırasında

d) Prostaglandin endoperoksit sentaz, sitokrom p450 tepkimeleri, myelo/kloro/laktoperoksidaz enzimlerinin etkileri sırasında

Oksijenin bu enerjetik reaksiyonu sonucunda iki tip singlet oksijen üretilir.

Sigma singlet oksijen : Enerjisi daha fazladır ve çok kısa ömürlüdür.
Delta singlet oksijen : Daha uzun ömürlüdür ve gözlenen kimyasal reaksiyonlardan esas sorumlu form olduğu kabul edilmektedir.

Singlet oksijen diğer moleküllerle etkileştiğinde ya içerdiği enerjiyi transfer eder, ya da kovalent tepkimelere girer. Özellikle karbon-karbon çift bağları singlet oksijenin tepkimeye girdiği bağlardır. Doymamış yağ asitleri ile de doğrudan tepkimeye girerek peroksi radikalin, oluşturur ve .OH kadar etkin bir şekilde lipid peroksidasyonunu başlatabilir.

NİTRİK OKSİT
Nitrik oksit, çok önemli biyolojik fonksiyonları yerine getirmek üzere üretilen nitrojen merkezli bir radikaldir. Paylaşılmamış elektron aslında nitrojen atomuna ait ise de, bu elektronun hem nitrojen hem de oksijen atomu üzerinde delokalize olması nedeniyle tam radikal özelliği taşımaz. Bunun sonucu, bilinen diğer radikallere göre reaktivitesi baskılandığından oldukça uzun ömürlüdür.

Oksijen radikalleri çok sayıdaki enzimatik ve enzimatik olmayan yollar ile fiziksel/kimyasal mekanizmalarla oluşturulurlar. Oysa vücudumuzda NO sentezini sağlayan mekanizmalar son derece kısıtlıdır. Vücuda giren nitro bileşiklerinin metabolize edilmesi sırasında oluşan NO bir tarafa bırakılacak olursa, endojen NO oluşturan tek kaynak nitrik oksit sentaz (NOS) enzimidir. Bu enzimin nöronal, endOtelyal ve indüklenebilir olmak üzere 3 formu vardır.

Radikal olarak reaktivitesi düşük olan NO, metal içeren merkezler ve radikaller ile büyük bir hızla tepkimeye girer. Özellikle lipid radikaller ile tepkimeye girmesi NO’e antioksidan bir etki de kazandırır.

Fizyolojik değişimde üretilen NO esas olarak oksihemoglobin tarafından nitrata (NO3-) oksitlenerek aktivitesi sonlandırılır. Oksijen radikallerindeki durumun aksine, nitrik oksidi ortamdan temizleyen herhangi bir özel enzim yoktur. Aerobik ortamda NO stabil değildir. Derişiminin artması ile oksidasyonu hızlanır. Bu nedenle ortamdaki derişimi ile kendi ömrü arasında ters bir orantı vardır.

v Radikalik tepkimeler şu durumlarda sona erer.

a) Oluşan radikallerin antioksidanlar ile indirgenmesi
b) Radikallerin birbirleri ile tepkimeleri
c) Ortamda tepkimeye girebilecek bileşik kalmaması

Buna göre hücresel koşullarda, oluşan radikalin çok erken safhalarda indirgenmesi biyomoleküllerin korunması bakımından hayati öneme sahiptir.

ENZİMATİK ANTİOKSİDANLAR
NON-ENZİMATİK ANTİOKSDANLAR
Süperoksit dismutaz
Redükte glutatyon
Katalaz
Tioller
Glutatyon peroksidaz
Vitamin C
Glutatyon redüktaz
Vitamin E


b-karoten

Diğer non-enzimatik antioksidanlar
Serbest radikaller çeşitli hastalıkların patogenezinde önemli rol oynarlar. Diabet ve diabet komplikasyonlarının gelişimi, kanser, yaşlılık, Behçet Hastalığı gibi çok sayıda hastalıkta serbest radikal üretiminin arttığı ve antioksidan savunmaların yetersiz olduğu gösterilmiştir.

Ancak bu hastalıkların çoğunda, serbest radikallerin hastalığın bir sebebi mi, yoksa bir sonucu olarak mı meydana geldikleri bilinmemektir.

NE KADAR RADİKAL YAPIMI
Yaşam için mutlaka gerekli olan oksijen, canlıların yaşamının sona erdirilmesinde de etkili olan faktörlerin başında gelir. Canlıların yaşlanması, radikallerin neden olduğu kalıcı hasarların bir birikimi olarak değerlendirilmektedir.

Vücutta üretilen radikaller her zaman tehlikeli kimyasal türler olarak değerlendirilmemelidir. Oksijenin biyokimyasal tepkimelerde kullanılması için reaktif formlarına çevrilmesi zorunludur. Örneğin:

Steroid yapıdaki çok sayıdaki bileşiklerin, eikozanoidler gibi biyolojik aktif moleküllerin sentezi

Ksenobiyotiklerin detoksifikasyonu

Çok sayıdaki oksidaz ve hidroksilaz enzimlerinin etkileri için

Sitotoksik etkilere sahip hücrelerin fonksiyonları için

radikal yapımı olmazsa olmaz bir koşuldur
Biyolojik ihtiyacın üzerinde üretilen radikaller gözlenen toksik etkilerden sorumludurlar. Çevresel faktörler (Örneğin: iyonlaştırıcı radyasyon), vücuda alınan çeşitli kimyasal bileşikler, çeşitli enfeksiyonlar, doku travmaları gibi patolojik durumlar vücutta radikal yapımında artışa neden olurlar. Düşük derişimdeki radikal yapımının etkileri çok uzun bir süreç sonunda örneğin yaşlanma sonunda görülürken; yüksek derişimde ve yaygın radikal yapımının etkileri kısa sürede ve ciddi bir patolojik durum olarak karşımıza çıkabilir..


volture - avatarı
volture
VIP "Ipıslak Balık"
10 Şubat 2010       Mesaj #6
volture - avatarı
VIP "Ipıslak Balık"
Bilim adamları çiçeklerin kokusunu değiştirdi


Amerikalı bilim adamları, bitkilerin genleriyle oynanarak, bundan böyle bir çiçeğe sahip olmadığı bir aromayı vermenin veya kokusunu daha hafif kılmanın mümkün olduğunu açıkladı.

Florida Üniversitesi Beslenme ve Tarım Bilimleri Enstitüsünden araştırmacılar, çiçeklerin kokusunu belirleyen kimyasal esansların genlerini keşfederek, bir aromanın oluşanlarını değiştirmek veya tonlamak için yeni yöntem geliştirdi.

Tarım profesörü David Clark, üreticilerin uzun zaman boyunca, çiçeğin görünüşü, boyu, rengi ve ne kadar süre çiçeklendiğine odaklandıklarını, ancak kokusunu ihmal ettiklerini belirterek, gelecekte çoklu aromalı veya kokusuz çiçek seçme imkanı olacağını kaydetti.

Clark ve ekibi, 10 yılı aşkın süren araştırmalarında, 8 bin petunyanın genlerini analiz ederek, gülyağının parfüm geninin, domatese hoş tadını verenle aynı olduğunu ortaya çıkardı.

Araştırmacılar, bu geni manipüle ederek, daha iyi tada sahip domates ve daha kokulu güller yaratmayı başardı.

(ekolay)counthighlightashx?t1265808643384&ampids2870982463110121929287098246341012752928709824636101217292870982463210026529
jaws - avatarı
jaws
Ziyaretçi
30 Nisan 2010       Mesaj #7
jaws - avatarı
Ziyaretçi
FOSİLLERİN GÖRÜŞLERİ



Charles Darwin " Türlerin Kökeni " kitabının 136. sayfasında araformların evrim açısından önem teşkil etmesine karşın hiçbir izlerine rastlanılmadığını şöyle kaleme alır ;

" Aşamalı evrim açısından sayısız araforma rastlamalıydık, bilinmeyen bir nedenden dolayı en ufak bir araform belirtisi bile yok ......neden araştırmalarımız sonucunda sayısız araforma rastlayamadık, niçin her bircanlı aniden belirmektedir ? "

Evrim teorisine göre canlılar ya sıçramalı olarak yada uzun yıllar boyunca aşama aşama değişime uğrayarak bugünkü formlarını almıştır.Eğer canlılar sıçramalı yada aşamalı olarak evrimleştiyse mutlaka araformların yaşamış olması gerekir.Çünki bilim adamları evrimin miyonlarca hatta milyarlarca yıllık bir süreç içerisinde meydana geldiğini öne sürmektedirler.

Araformların aşamalı evrimi açısından mutasyonlar çok önemlidir.

Mutasyonlar, meydana geldiği canlıda değişikliğe neden olurlar.Mutasyon sonucunda değişikliğe uğrayan canlıya " Mutant " denir.Bireyde meydana gelen değişikliklerin yavru nesile aktarılması için mutlak suretle mutasyonun eşey hücrelerinde meydana gelmesi gerekir.

Mutasyonlar ise çok naidren meydana gelirler.Öyle ki bir hücrede mutasyonun meydana gelme olasılığı milyonda bir kadardır.Ancak hücrede çok kompleks kontrol mekanizmaları vardır.Bu kontrol mekanizmaları sayesinde DNA üzerinde meydana gelen herhangi bir hatalı nükleotid dizisi süratle tamir edilir.Hücredeki olağan üstü denetim enzimleri göz önünde bulundurulduğunda mutasyonların meydana gelme olasılığı trilyonda bire düşer.Olası fiziksel, kimyasal veyahut biyolojik etkiler sonucunda yinede bir mutasyon meydana gelirse bu mutasyonun DNA üzerindeki nükleotidlerin dizilerinin hangisi üzerinde meydana geldiğini kestirmek olanaksızdır.Yani mutasyonların nükleotidler üzerindeki etkisi tamamen tesadüfidir.

Mutasyonları çok nadiren meydana gelmesi ve bireyde tahribata neden olmasından dolayı aşamalı evrimin çok uzun bir süreç içerisinde (milyonlarca, milyarlarca yıl) gerçekleşmiş olduğu düşünülmüştür.Dolayısıyla aşamalı sürecin çok uzun olması, araformların mutlaka yaşamış olması gerektiğini ortaya koymaktadır.Zamanın çok uzun olmasına bağlı olarak yeryüzü katmanlarında araformların oldukça fazla sayıda mevcut olmaları gerekir.

Bu sayfada, uzun zaman dilimlerini, doğal etkenleri, canlıların davranışlarını ve mutasyonları baz alarak, aşamalı evrimin gerçekleştiği kabul edilmesine karşın neden hiçbir araforma rastlanılmadığını göreceğiz.

Aşamalı ve sıçramalı evrim ne demektir ?

Aşamalı evrim sürecinde organizmaların kalıtsal materyallerinde meydana gelen yararlı mutasyonların milyonlarca yıl boyunca muhafaza edilerek canlının en son şeklini aldığı düşünülmektedir.Bu teoriye göre eşey hücrelerinde meydana gelen her bir mutasyon yavru bireyleree aktarılmakta, sonraki nesillerde meydana gelen diğer başka yararlı mutasyonlarda o nesilden sonraki yavrulara aktarılmaktadır.Aşamalı evrimde temel nokta her bir mutasyonun yararlı olması ve DNA kalıtsal materyalinde sonraki nesle kadar saklanmasıdır.

Sıçramalı evrimde ise mutasyonlar canlılarda ani değişikliklere neden olmaktadır.Böylelikle aşamalı olarak meydana gelmesi mümkün olmayan organlar canlıda sıçramalı mutasyonlarla meydana gelebilecektir.

Aşamalı Evrim İçin Türetilen Örnekler :

Charles Darwin evrim teorisi üzerine kaleme aldığı türlerin kökeni kitabında adapasyonun canlı üzerinde kalıtsal bir etkiye neden olabileceğine ve bu etkilerin dölden döle akarılacağını öne sürmüştür.Bu teori halen birçok bilim adamı tarafından kabul görmektedir.

Ancak adaptasyon hiçbir surette bir canlı organizmanın DNA zincirini meydana getiren nükleotid dizilerinin ortam şartlarına göre değişimini sağlayamaz.Çünki DNA'da, doğa şartlarındaki değişikliklere göre nükleotid dizilerinin değişimi için hiçbir mekanizma yoktur.

Şimdi aşamalı evrim ve adaptasyon için birkaç senaryo üretelim ;

1.Senaryo :

Tropikal iklime sahip ülkelerden birinde güzel bir evimiz olsun.Hava sıcaklığı yaklaşık 30 derece.Evimizin bahçesinde bir köpek beslediğimizi var sayalım.Bu köpeği tropikal iklim şartlarından mahrum bırakıp sibiryanın soğuk iklimlerine götürelim ve köpeği dişi cinsleriyle sibiryada yalnız bırakarak milyonlarca yıl bu bölgede yaşamasını sağlayalım.

Soru :

Köpeğin kendinden sonra gelen cinslerinin vücutlarında soğuğa karşı koyacak herhangi bir meknizma gelişebilirmi ?.Örneğin kutup ayılarında olduğu gibi derilerinin altında çok kalın yağ tabakaları birikebilirmi ? Yada köpeğin hücrelerinde, kutup hayvanlarının hücrelerinde mevcut olan mitokondriyal ısıtma sisteminin bir benzeri gelişebilirmi ?

Doğa şartları değiştikçe hayvanın o koşullara karşı adapte olduğu bir gerçektir.Ancak adaptasyon durumlarında DNA daki nükleotid dizilerinde herhangi bir değişme meydana gelmez.Yanlızca DNA'daki genin anlatımı değişir.Örneğin sırtına buz koyulan beyaz bir tavşanın sırt kıllarının kahverengi çıkması gibi.Tavşanın gen dizisi değişmemektedir.Yanlızca dış koşullara göre beyaz kılı üreten genin yanıtı değişmiştir.

Köpeğimize geri dönelim.Bu köpeğin bir kutup ayısı gibi derisinin kalınlaşması yada vücudunda özelleşmiş ısıtma sistemlerinin meydana gelmesi, adaptasyonla mümkün değildir.Çünki adaptasyon belirli bir dereceye kadar tolerans gösterebilir.O halde bu köpeğin kutup ayısı gibi kalın bir deriye sahip olması ve özel ısıtma sistemlerinin gelişmesi için DNA sında ciddi değişiklikler meydana gelmesi gerekir.Bu değişikliklerin yanlızca birkaç mutasyonla sınırlı kalmayacağı aşikardır.Peki DNA'nın hangi bölgesine nasıl bir değişiklik meydana gelecektir ?

Aşamalı evrim ve adaptasyon bu noktada tıkanmaktadır.

Tropikal iklimden sibiryaya geldik, ancak sibiryanın soğuk iklimi köpeğin DNA sındaki milyarlarca geninin içerisinden doğru nükleotid dizisini (deriyi şifreleyen gen) bularak nasıl bir değişiklik meydana getirmelidirki köpeğin derisini şifreleyen genler kalın bir deri üretecek şekilde değişime uğrasın?

Doğada böyle bir mekanizma yoktur.Köpeğimizi sibiryaya getirdiğimiz halde, köpeğin DNA'sının " şu nükleotid dizisini değiştirirsem soğuğa karşı önlem almış olurum " diyerek bir değişiklik meydana getirmesi mümkün değildir.DNA'daki değişimler, doğa şartlarıyla değil yanlızca mutasyonlarla mümkündür.Soğuk hava koşullarının mutasyonu yönlendirmesi gibi bir durum da yoktur.Mutasyonlar tamamen tesadüfidir ve DNA nın hangi bölgesinde meydana geleceği kestirilemez.

O halde bu köpek soğuğa karşı dayanıklı bir yaratığa nasıl evrimleşecektir ?

Evrimleşemeyecektir.Çünki ne mutasyonlar nede DNA, doğa şartlarına göre yönlendirilemezler.Bu nedenle köpeğin soğuğa karşı dayanıklı başka bir cins köpeğe evrimleşmesi tamamen tesadüflere bağlıdır.

Bir mutasyonun trilyonda bir meydana geldiğinden bahsetmiştik.Mutasyonlar ise DNA da rastgele meydana geldiği için canlıya zarar verirler.Bu mutasyonlar kromozom mutasyonları da olabilir ki çok ağır neticeler verirler.Nokta mutasyonları ise sadece birkaç nükleotid dizisi üzerinde meydana gelir ve en iyi ihtimalle etkisiz kalırlar (sessiz mutasyonlar).O halde mutasyonun doğru gen üzerinde doğru nükleotid dizisini değiştirme olasılığı neredeyse " 0 " denecek kadar düşüktür.Hesabı şu şekilde sizlerde yapabilirsiniz.

(Mutasyonun meydana gelme olasılığı) x (DNA daki gen sayısı) x
(Doğru gen üzerindeki nükleotid sayısı) x (Nükleotidlerin farklı kombinasyonları) = ?
Bu hesaptan çıkarılacak sonuç açıkça " 0 " 'dır.

Buna ağmen evrim teorisi ile ilgili dergi ve makalelerde adaptasyonlar neticesinde evolüsyona uğrayan birçok resim ve hayali çizimlere rastlamak mümkündür.

Prf.Dr Shut'un "Evrim Teorisinin Çatlakları" adlı kitabında, adaptasyonlarla değişim geçiren canlılar için kurulan senaryolara atfen itirafını şu şekilde dile getirmektedir ;

" Evrim ve biyoloji kitapları, adaptasyon üzerine birçok resimlerle doludur.Artık bu resimlerin hiç birisine değinmek istemiyorum.Fakat çok karmaşık ve evrimci teorinin açıklamakta zorlandığı adaptasyonları göstermek isterim.Bir tasarlayıcı, mükemmel akla sahip yaratıcı düşüncesi, evrimci açıklamalara nazaran akla daha yatkındır."
("Evrim Teorisinin Çatlakları" / Sayfa 122-123)

2.Senaryo :

Yine aynı evdeyiz.Tropik ormanların içindeki evimizde.Bu sefer bahçemizde bir koyun besliyoruz.

Bahçemizde bulunan bir ağacın dallarından sarkan yapraklar koyunumuzu adeta cezbediyor.Koyun çitlerin üzerinden atlar gibi sürekli hamleler yaparak yapraklara uzanmaya çalışıyor.Koyun her acıktığında ağacın dallarına doğru yetişmeye çalışıyor sürekli zıplıyor zıplıyor...

Birkaç yıl sonra koyunumuzun boynunun birkaç santimetre uzadığını fark ederiz.

Soru :

Koyunumuz bir zürafayamı evrimleşiyor ? Bu koyunun yavrularıda uzun boyunlu olarakmı doğacaktır ?.Zürafalarda bu şekilde bir evrime uğrayarakmı uzamışlardır?

Koyunumuzun zıplama eylemi neticesinde boynunun uzaması pek doğaldır.Bu durum basketbol oynayan bir sporcunun 2 metre boya ulaşması gibidir.Ancak bu koyunun doğuracağı yavrunun uzun boyunlu doğması imkansızdır.

Bu imkansızlıklardan birincisi yukarıda bahsettiğimiz mutasyon olasılıklarıdır.İkincisi ise koyunun yaptığı zıplama eylemi, hiçbir surette DNA'da şifrelenen büyüme hormonu geninin değişime uğramasına neden olamaz.Doğa şartları, DNA üzerinde değişiklik yapamadığı gibi koyunun yapacağı hareketlerde DNA'yı değişime zorlayamaz.

Şu an sandalyede oturan siz, sandalyeden kalkıp milyonlarca yıl hiç durmadan havaya zıplasanız bile meydana getireceğiniz yavrular hiçbir surette uzun boyunlu yada uzun kollu olmayacakladır.Çünki sizin havalara zıplamanız, DNA'nızdaki boynun uzaması veya kolların uzaması ile ilgili proteinleri şifreleyen genler üzerinde hiçbir değişikliğe neden olamayacaktır.Doğada böyle bir mekanizma olmadığından dolayı yavrunuzun evrimleşmesi için iş yine tesadüfi mutasyonlara kalmıştır.

Bilim adamları aşamalı süreç içerisinde meydana gelen yararlı mutasyonların (mutasyonun yararlısı yoktur) doğal olarak muhafaza edildiğini iddia ederler.Ancak böyle bir olasılığı göze almak, bir adamın milyonlarca yıl boyunca her ay piyangodan büyük ikramiyeyi tutturmasını beklemeye benzer.

Araformların neden izlerine rastlanılmadığı sorusunun cevabına yaklaşmış bulunuyoruz.Vardığımız " 1.sonuç " şudur ;

Bir canlı, iklim koşulları ne şekilde değişirse değişsin, ne kadar değişik davranışlarda bulunursa bulunsun, o canlının dış etkenlerle ve davranışlarıyla DNA'sını yönlendirmesi mümkün değildir.Bu nedenle adaptasyonlar neticesinde canlıların aşamalı evrimi teorisi geçerliliğini yitirmektedir.

J.Rostand aşamalı evrim ile meydana geldiği öne sürülen canlılar için şu yorumu yapar ;

"İçerisinde yaşadığımız dünya gerçek üstü bir dünyadır.Daima kendisine dönülecek olan ana nokta, gerçek bir evrim olayının (minik bir evrim olsa bile) içinde olmamış olduğumuzudur.

Şuna kesinlikle inanıyorum, - başka bir ihtimal görmüyorum - : Memeliler sürüngenlerden evrimleşmiştir, sürüngenlerde balıklardan, ancak, böyle birşeyi düşündüğüm ve açıkladığım zaman bu düşüncedeki kolay kabullenilemeyecek belirsizliği görmekten kaçınmamaya çalışıyorum ve bu " skandal " niteliğindeki evrim sürecinin kökenine dair ihtimal dahilinde olmayış gibi gülünç yorumu eklemektense, evrimin kökeni sorusunu cevapsız bırakmayı tercih ediyorum "
(Dr.Dewarın "Evrim teorisinin zorlukları " kitabından, s.143)

Bazı bilim adamları, sürüngenlerden memelilerin ve kuşların meydana gelmesi için gerçekten oldukça ilginç teoriler ortaya atmışlardır.

- Örneğin kuşların, ağaçların üzerinde daldan dala zıplayan sincap ve diğer bazı memeli türlerinden evrimleştiğini iddia etmişlerdir (Bu iddia, sinekleri avlamak için zıplayan dinazorlar efsanesinin modernize edilmiş bir halidir.)
- Charles Darwin, sudan süratle zıplayan balıkların kanatlanarak uçmaya başladığını, suya girip balık avlayan ayıların zamanla balinalara evrimleştiğini iddia etmiştir.(Bkz.Charles Darwin / Türlerin Kökeni / s.142)

E.F.Schumacher, evrim teorisi için üretilen üstün hayal gücüne dayalı hikayeler için "Şaşkınlar için klavuz" adlı kitabının 133. sayfasında şunları söyler ;

" Evrimcilik bilim değildir, bilim-kurgudur, hatta bir tür şakadır"

Sıçramalı Evrim ve " 2.sonuç " 'a Doğru :

Sıçramalı evrim sıradışı bir durum teşkil eder ;

Charles Darwin Türlerin kökeni kitabının 148.sayfasında şunları söyler ;

" Eğer aşamalarla meydana gelmesi imkansız olan bir organın varlığını görebilseydik, teorim kesinlikle çökmüş olacaktı, ancak ben böyle bir hal göremiyorum..."

Darwin 18.yy'da böyle bir durumu elbete göremeyecekti.Ancak 21.yy'da aşamalı olarak meydana gelmesi imkansız olan binlerce organ ve organ sistemleri görüldü.Bunun anlamı teorinin tamamen çökmesidir.İşte evrimci bilim adamları bu engeli aşmak için " Sıçramalı evrim " adını verdikleri yeni bir senaryo üretmişlerdir.

Bu senaryoya göre, hem Kambriyen patlaması (ilerleyen satırlarda değinilecek) açıklanmış oluyor, hemde araformların neden bulunmadığı sorusunun cevabı bulunmuş oluyordu.

Sıçramalı evrim, meydana gelen mutasyonların çok kısa bir zaman zarfı içerisinde canlıya kompleks oranlar kazandırdığını iddia eder.Bu ani ve yararlı mutasyonlar, binlerce bireyin ölmesine neden olurken birkaç canlının hayatta kalmasını sağlar, ve daha sonra hayatta kalanların DNA'larında meydana gelen mutasyonlara yenileri eklenir ve kompleks organlar ortaya çıkar.Böylelikle kısa zaman içerisinde kazanılan organlar neticesinde araformlara da gerek kalmaz.

Bu senaryo aşırı iyimser bir senaryodur.Sıçramalı evrim için yine mutasyonlara ihtiyaç vardır.Ancak evrimin belli bir amacı yoktur.Bu durum aşamalı ve sıçramalı evrimin her ikisi içinde geçerlidir.

Bir organ, meydana gelen yararlı bir mutasyonla başka bir şekle dönüşüyor.Bu değişiklik muhafaza ediliyor.Belli bir zaman dilimi sonunda ikinci bir mutasyonla organ biraz daha değişikliğe uğruyor ve eskisinden daha iyi bir fonksiyona sahip oluyor, ve ardından diğer mutasyonlarla koruna koruna organ en mükemmel halini alıyor.

Görüldüğü gibi daha iyiye giden organın oluşması tamamen belli bir hedefe yöneliktir.Ancak evrim belli bir amaca yönelik değildir.Mutasyonlar tesadüfi olduğu gibi meydana gelen değişikliklerin organizmada muhafaza edilmesi gibi bir durumda söz konusu değildir.

Bir senaryo üretelim ;

Elimizde 100 sayfalık bir polisiye romanı olsun.Bu romanı matbaaya götürüp çoğalttığımızı varsayalım.Kitabın her kopyasında bir harfi değişmiş olsun.Tesadüfen matbaa makinasında meydana gelen hatalarla bu romanın bir şiir kitabına dönüşmesi elbette imkansızdır.Ancak gerçektende kitabın son kopyasında (örneğin 20 milyarıncı kopyasında) bir şiir kitabının ortaya çıktığını görüseniz, kesinlikle matbaa makinasındaki hataların bir kişi tarafından yönlendirildiğini düşünürsünüz.Hatta bundan kesinlikle emin olursunuz.

Aynı senaryoyu doğal mutasyonlara uyarlayabilirsiniz.Ancak doğada akıllı bir tasarımcı yoktur.Yani matbaa makinasının başında duran kişi gibi herhangi bir " Doğal mutasyon yönlendirici mekanizması " yoktur.O halde bir organın belli amaca yönelik olarak başka bir organa dönüşmesini beklemek, polisiye romanımızın matbaanın başında hiç kimse olmadan şiir kitabına dönüşmesini beklemek gibi olur.Buda hayal kurmakla aynı anlama gelir.

Sonuç olarak evrim belli bir amaca yönelik değilse organlar mucizevi bir şeklide tesadüfen ortaya çıkmalıdır.

Bu duruma bir örnek verelim ;

Bilim adamları, sil orgnellerine sahip hücrelerin, kamçılı bakterilerin ökaryotik bir hücre tarafından fagosite edilmesiyle birlikte meydana geldiğini iddia ederler.Mesela ökaryotik bir hücre olan flagellaya (kamçıya) sahip olmayan Amip, ortamda bulunan kamçılı bir bakteriyi (bu arada kamçılı bakterinin ortaya nasıl çıktığı sorusuna deyinmiyoruz) yutmuş ve bakteri kamçısını kendi amaçları doğrultusunda kullanarak sil'e (flagelladan daha değişik bir kamçı) evrimleştirmiştir.Amip hücreleri de milyarlarca yıl boyunca evrimleşerek daha kompleks organizmaları (kedi, köpek, maymun vb.) meydana getirmiştir.Tabiat ana denen görünmeyen bir güç ise sil organelini milyarlarca yıl boyunca muhafaza ettiği için bugün insanın ve bazı memeli hayvanların soluk borularında sillere rastlanmaktadır.Yani silin kökeni Amip'e kadar uzanır.

Dr.Behe " Darwin'in Kara Kutusu " kitabında kamçılı bakterilerin, silli tek hücrelilerin ve diğer ökaryotların atası olduğuna dair teorileri şu şekilde cevaplıyor ;

" Bir bakteri kamçısının, bir sile evrimleşmesini iddia etmek, plastik bir oyuncak geminin bir anda buharlı bir gemiye evrimleşmesini iddia etmek gibidir."

Her ne kadar ökaryotik tek hücrelilerin sahip olduğu sillerin bakteriden kökenlendiğini hayalde kurgulamak mümkün gözüksede, moleküler düzeyde bir kamçı organelinin, ökaryotik hücrelerde bulunan sile evrimleşmesi kesinlikle olanaksızdır.Sil neden soluk borusunda konumlanmıştır, neden ellerimizin iç yüzünde yada çenemizin hemen altında konumlanmamıştır ?

Bu soru tek başına, evrim süreci içerisinde tesadüflerle olması gerektiği gibi olan fonksiyonel organların oluşumu iddialarını çökertmektedir. Tamamen tesadüfi mutasyonlara bağlı değişimler, hangi tabii itici güç yardımıyla asıl fonksiyonlarını yerine getirebilecekleri organlara yöneltilecektir ?

Paleontolojistler, aşamalı evrim süreci içerisinde mutlak suretle araformların yaşamış olması gerektiğini bildikleri için dünyanın dört bir yerinde kazı çalışmalarına girişmişlerdir.Bulunan fosiller ile binlerce dizi oluşturulmuş ve soy ağaçları çizilmiştir.Ne yazık ki bu çalışmaların hiç biri mutlu bir sonla noktalanmamıştır.Çünki soy ağaçlarının her biri, yeni bulunan başka bir fosille karışmaya başlıyordu.

Fosillerin hiçbir araform belirtisi göstermeden aniden ortaya çıkışları, aşamalı evrimin paleontolojik olarak çökmesi anlamına gelmektedir.Öyle ki yanlızca köpek ve sırtlan türünden geldiği varsayılan at ve eşek türü hayvanlar (toynaklı hayvanlar) için yirmiden fazla soy ağacı çizilmiştir.Bu soy ağaçlarının bu kadar fazla sayıda olması, her yeni bulunan fosilin diğer fosillerle arasındaki uçurumun devasal derece büyümesinden dolayıdır.

Örneğin at fosillerindeki kaburga sayısılarının artış gösterdiği göz önüne alınarak çizilen bir soy ağacı, aniden kaburga sayısının düşmesi yada yükselmesiyle, veyahut iskelet boyutunun, fosillerin aynı yaşta olmalarına rağmen aniden büyümesi yada küçülmesi ile alt üst olmaktadır.

Canlıların hiçbir atasal araform izine rastlanılmadığı halde soy ağaçlarında aniden ortaya çıkışları ve kayboluşları, bugün halen bilim dünyasında tartışılan bir konudur.Paleontolojik araştırmalar neticesinde gelecekte bir gün araform niteliğinde bir iskelet keşfedilirse, bu keşif evrim teorisi için güçlü bir delil olarak bilim dünyasında yerini alabilir, ancak moleküler düzeyde evrimin gerçekleşmesinin imkansız olması, bağlantılı olarak, bulunacak fosillerin herhangi birisinin araform olması ihtimalini geçersiz kılmaktadır.

Dr.Dewar, "Evrim Teorisinin zorlukları" kitabının 141. sayfasında ve sonrasında, karanlığa gömülen araform çıkmazlarının, artık bilim adamlarınca itiraf edilmesi gerektiğini şöyle dile getirmektedir ;

" Bazı biyologlar evrim doktrini mevcut şekilleriyle terkedilmediği sürece büyük gruplar arasında olması gereken araform fosillerinin bulunmayışı gerçeğinin açıklanması gereğini anlamıştır. "

Paleontolojik bulgular gerçektende evrimin aşamalı bir biçimde gelmediğini açık bir şekilde fosillere dayanarak söylemektedir. Fosiller, uzman anatomistler tarafından defalarca incelenmesine karşın, sonuç hiç değişmemektedir.

" İskelet yapısı yerli yerinde bir organizma...."

Charles Darwin " Türlerin Kökeni " kitabında araformların yokluğu problemini çözmek için şu şekilde bir tez ileri sürmüştür ;

" Eğer anakaralar, canlıların evrimi esnasında birbirinden ayrıldı ise, ayrılan bu yeni mekanlarda yeni türler ortaya çıkmış olabilir.Bu durumda soy ağaçlarına dizilen araformlar arasındaki derin uçurum kapanmış olur, ayrılan her bir anakarada birbirinden bağımsız, değişik yeni türler ortaya çıkmış olabilir..."

Darwin'in bu tezi, araformların yokluğu problemini çözmek yerine daha zor bir soruyu beraberinde getirir, " Yeni anakaradaki canlılar ne şekilde ortaya çıkacaklardır ? ".Bu sorunun tek cevabı " Evrim Mucizesi " 'dir.

Biyolojik " Big Bang " = Kambrien Patlaması
Kambriyen devri, adını jeolojik bir kaya tabakasından alır.Paleontologlar buldukları fosilleri soy açalarına dizmeden önce bir dizi teste tabi tutarlar.

Bu testlerle, canlının yaşadığı ortam koşullarını, canlının soğuk kanlı yada sıcak kanlı bir yapıya sahip olup olmadığını, az çok ne tür bir fizyolojik yapıya sahip olduğunu ve en önemlisi olan fosilin yaşını hesaplarlar.Kambrien devri canlılarının kompleks yapılara sahip olduğu bilinmektedir.Bu devir canlılarına ait fosiller yaklaşık olarak 550-600 milyon yaşındadırlar.Bilim adamları kompleks yapılara sahip onbinlerce fosilin yaşını hesapladıklarında kambrien devrinden önce yaşayan hiçbir kompleks canlının (ormurgasızlar, kordalılar ve omurgalılar) olmadığı keşfetmişlerdir.Bu devirden önce yaşayan canlılar yanlızca tek hücreli mikro organizmalar ve bazı yumuşakçalardır.

Prekambrien adı verilen bu dönem yaklaşık 700 milyon yıl ve daha öncesini kapsamaktadır.Bilinen en yaşlı canlı ise 2,5 milyar yıl yaşındaki tek hücreli bir canlı olan Alg'lerdir.Kambrien devrine gelindiğinde ise canlıların aniden büyük bir açılım göstermesi anatomist ve paleontoljistler üzerinde adeta şok etkisi yaratmıştır. Bilindiği gibi evolüsyon süreci milyonlarca yıllık bir süreç içerisinde işlediği varsayılan bir mekanizmadır.Ancak canlıların tek hücrelilerden ani bir şekilde türevlenmeleri evrim süreci açısından, bir saatlik zaman dilimi içerisinde bir saniyelik süre gibidir.

İşlediği varsayılan evrim mekanizmasının zaman dilimini göz önünde bulundurarak olağanüstü sayıda kompleks yapıdaki organizmaların ani çıkışları hakkında iki ünlü paleontolojist N.Eldredge ve S.J.Gould " Aşamalı Evrime Son Nokta " kitabıbının 82. sayfasında şu bilgileri vermişlerdir ;

"...Keşfedilen son fosillerle, kambrien ve prekambrien dönemleri arasındaki zaman dilimi, 50 milyon yıldan 10 milyon yıla kadar inmiştir.10 milyon yıl gibi kısa bir zaman dilimi, canlıların evrimi için gereken sürecin yanında
" Göz açıp kapamak " kadar kısa bir süreyi temsil etmektedir. "

Dr.Shut ise açık bir dille kambriyen devri için " Evrim Teorisinin Çatlakları " kitabında şu ifadelere yer vermiştir ;

"....Bu umut kırıcı işaretler, paleontolojiye güvenen evrimcilerin önemli açmazlarıdır. Evrim teorisi için, paleontolojinin sağladığı bir karşı delilden daha büyük yıkım ne olabilir ? Milyonlarca yıl önceki " HAYIR ", hakikaten yankılanan bir " HAYIR " 'dır." (a.g.e /s.6)

Oldukça kompleks organlara sahip ökaryotik organizmaların (örneğin Tribolitler) 10 milyon yıl gibi kısa bir zaman dilimi içerisinde tek hücrelilerden ve solucan gibi yumuşakçalardan evrimleşerek dünya üzerine yayılması, bilimsel veriler bir yana mantıksal olarak da açıkça imkansızdır.

Elde edilen paleontolojik bilgiler açık bir şekilde evrim senaryosunu temelinden çökertmiştir. Sıçramalı evrimin tamamen mucizelerle açıklanması, kambrien devrinin de bir mucizeyle açıklanması gerekliliğini ortaya koyar.

N.Eldredge araformlar ve Kambrien patlaması için şunları söyler ;

" Paleontolojistlerin uzun zaman evrimden kaçınmaları şaşırtıcı değildir.Evrim hiçbir zaman gerçekleşmedi.Bu konuya emek verenler, kayalar üzerindeki parçaları, küçük salınımları, ve çok nadiren meydana gelen değişimleri (mutasyonlar) yıllar boyunca, evrim tarihinde gerçekleşen hesabı yapılamayacak kadar küçük orandaki şaşırtıcı değişiklikleri topladılar.

Bizler, evrim romanının tanıtımını okuduğumuzda, organizmaların bir patlama (Kambrien) şeklinde ortaya çıktığını ve fosillerin her yerde bulunacağına dair hiçbir delil getiremediğini gördük.İşte bu nedenle, fosil kayıtları evrim hakkında bir şeyler öğrenmeye çalışan paleontolojistlerin tepkisini almıştır. "
(N.Eldredge / "Evrimin yeniden keşfi "/s.95/1995)

Biyolojik patlama demek, canlıların aniden ortaya çıkması demektir.Gerçek şudur ki bu ani çıkışın, hiç bir şekilde evrimci bir anlayışla açıklanması mümkün gibi gözükmemektedir.
jaws - avatarı
jaws
Ziyaretçi
30 Nisan 2010       Mesaj #8
jaws - avatarı
Ziyaretçi
vahşi çiçekler

Çiçekler nasıl olurda vahşi olabilir ?

Afrikanın balta girmemiş tropik ormanlarında biraz gezintiye çıkarsanız, başınızın derde gireceği ilk canlılar böcek ve yırtıcı hayvanlardan çok sarılıcı ve dikenli bitkiler olurdu.Bazı bitkiler vardır ki insan derisi ile temas ettiği vakit çok acı verir.Örnegin ısırgan otu gibi.Veya kuvvetlice su püskürten bitkilerede rastlamışsınızdır. Tabii tüm bu bitkiler insanlar için hayati bir tehlike arz etmesede, böcek ve sinekler için tam bir kabus gibidir.

Bu bölümde böcekleri kurnaz bir şekilde tuzaklarına düşürüp sindirerek hayatını sürdüren böcekçil yani "İncestivor" bitkilere deyineceğiz.

Böcekçil bitkilerin en önemli özelliği aktif olarak hareket edebilmeleridir.Aslında doğadaki tüm bitkiler hareket ederler.Mesela bir ayçiçeği fidesini güneşe karşı bırakırsanız çiçek derhal güneşe doğru yönelmeye başlar.Fakat böcekçil bitkilerden bazıları çok aktif olarak hareket ederlerki bu hareketleri çok kısa bir zaman zarfında meydana gelir. Bu çiçekler sahip oldukları mükemmel fizyolojik özellikleri sayesinde hareket çabukluluğunun verdiği avantajla böcekleri tuzaklarına düşürüp hapsedebilirler.

Söz konusu bitkilerden en meşhuru, sizinde yakından tanıdığınız "Kapan yaprak" isimli bitkidir.
carnivor2
Şekilde haşmetli görünümüyle bir "Kapan yaprak" görülüyor.

Yaprakların hareket mekanizması ise oldukca iyi düşünülmüş birer "yastık" sistemi ile çalışmaktadır.Yastık sistemi temel olarak "su alma su verme" prensibine göre çalışır.

Bunu bir örnekle açıklayalım

Şişkin bir hava yastığımız olsun ve biz bu hava yastığının üzerine bir tahta tabla koyalım.Ve daha sonra bu hava yastığını aniden söndürerek inmesini sağlayalım.Tabii yastık söndükçe üzerindeki tahta tablada büyük bir süratle Yere doğru inmeye başlayacaktır.

İşte bitkinin kullandığı yöntemde tıpkı bunun gibidir.Yaprakların tabanlarında bulunan özelleşmiş hücreler çok fazla su içerirler.Bitkiye dışarıdan bir mudahelede bulunulunca, bitki, derhal yaprak tabanındaki özelleşmis hücrelere impuls (uyarı) yollayarak hücrelerin içindeki fazla miktardaki suyu süratle boşaltmasını sağlar.

Örnegimizdeki tahta tablamız, bitkideki kapan yaprakları temsil etmektedir.Tahta tabla nasıl ki yere doğru yaklaşarak kapanmaya başlıyorsa bitkinin yapraklarıda aynı şekilde birbirlerine doğru hareket ederek kapanmaya başlar

Bitkinin yaprak tabanındaki hücrelerin fazla su alması olayına " Turgor ", hücrelerin suyunu kaybederek büzülme olayına ise " Plazmoliz " denir.Yaprakların tabanındaki hücreler turgor, yani fazla su almış vaziyetteyken üzerindeki yapraklar açık konumdadır.Fakat hücreler büyük bir süratle sahip oldukları fazla suyu boşaltınca yani plazmoliz durumuna geçince yapraklar kapanır.Tabii bu kapanma işlemi bir kaç saniye içinde meydana gelince, yaprak içerisindeki böceğin kaçmasına pek bir fırsat kalmaz
kapan1
Yandaki şekilde, yaprak civarlarında gezinmekte olan bir böceği yakalamış kapan yaprak görülüyor.

Yaprakların uçlarındaki dikenlere dikkat ederseniz, tıpkı bir dişli çark gibi birbirlerinin içerisine giriyor.

Ve o kadar intizamlı dizilmişlerdir ki yapraklar kapandıklarında birbirlerini engelleyecek şekilde çarpışmazlar.Bitkinin böyle bir yapıya sahip olmasının nedeni, tuzağına düşürdüğü böceğin kaçmaması içindir.

Fakat buna rağmen bazı ufak böcekler kapan yaprakların kapanmasına ramak kala kaçarak kurtulabilmektedir.

Bitkilerin böcekleri kapan yapraklarının arasına sıkıştırması ise 2 hamlede gerçekleşir.

kapan2
İlk hamlede böcek, bitkinin yapraklarının arasında dolaşmaya başlayınca farkında olmadan yaprak içerisindeki hassas reseptörlere dokunur.Bu reseptörler, tıpkı bir insanın eline batan iğneyi hissetmesi gibi böceğin ayaklarının dokunmasıyla impuls yani elektriksel bir uyarı doğururlar.

Elektriksel uyarılar bir yol boyunca yaprak tabanındaki hücrelere kadar gider ve bu hücrelerin zarlarında elektriksel bir gradiyent meydana getirir.Bu elektriksel degişiklik içi fazla miktarda suyla dolu olan şişkin hücrelerin zarlarının suya çok fazla geçirgen olmasına sebep olur.

Hücrenin zarı suya çok fazla geçirgen hale gelince hücre süratle su kaybetmeye başlar.Hücreler su kaybettikçe tıpkı bir yay gibi üzerlerine baskı yapan yapraklarda birbirlerine doğru yaklaşmaya başlarlar.Bu işlemin gerçekleşmesi 2-3 saniye sürer.


İkinci hamle ise yaprakların tam olarak kapanması durumudur.İlk hamlede yapraklar arası azda olsa biraz mesafe kalmasına ragmen ikinci hamlede yapraklar tamamen kapanır.

Bu işlemin tamamlanması ise 10-15 saniyeyi bulur.Tabii bu andan sonra böceğin yapabileceği pek birsey kalmaz.

sürahi bitkisi
surahi2
Şekilde sürahi bitkilerinin bir türünü görmektesiniz. Bu bitki yukarıdaki örnek bir çift dikene sahiptir.
Bu dikensi yapıların içerisinden ince bir kanal geçer.Bu kanaldan ise yine kaygan tabiatta bir sıvı salgılanır.Sıvı damlasını nektar zannedip içmek için gelen arı ve sinekler, sivri uca tutunmaya çalışır fakat çoğu zaman başaramazlar. Dikene tutunamayan böcek asağı enzim havuzunun içine duşer ve bitki icin ziyafet başlar.

Resimdede gördüğünüz gibi bitkinin yaprakları oldukça alımlı kırmızı bir renge boyanmıştır.Ayrıca vazo yaprağın ağız kenarlarının ne kadar parlak olduğuna dikkat ediniz.Bu bölgelerdende böceklerin tırmanmasını engellemek için bol miktarda kaygan kimyasallar salgılanır.



Her canlıda olduğu gibi doğadaki böcekçil bitkilerde üstün bir tasarım ürünü olup herbiri yaşamı için gerekli tüm fonksiyonları yerine getirecek mükemmel tuzak mekanzimalarına sahiptirler.

Diğer bir böcekçil bitkide böcekleri kandırma yoluna giderek avlanmaktadır.
Son düzenleyen jaws; 30 Nisan 2010 19:33 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi
jaws - avatarı
jaws
Ziyaretçi
30 Nisan 2010       Mesaj #9
jaws - avatarı
Ziyaretçi
Evlerimizde yada işyerlerimizde sıklıkla karşılaştığımız canlılar vardır, birde bunun yanında hiç tanımadığımız yağmur ormanı canlıları, kutup canlıları yada çöl hayvanları vardırki bunları ancak belgesellerde gorebiliyoruz.Fakat gördüğümüz bu canlılar kendi dünyalarında mucizevi bir yaşam sürdürmektedirler. Her canlı yaşadığı ortama olagan üstü bir uyum içerisindedir. Buna karşın beslenme, avlanma ve ilginç savunma mekanizmaları ise insanı gerçektende hayrete düşürmektedir.

Doğada yaklaşık olarak 40 milyonun üzerinde farklı canlı türü yaşamaktadır. Bu gerçekende çok yüksek bir rakamdır.Fakat bu canlıların yanlızca küçük bir bölümü var olmasaydı şu an dünya üzerindeki "Ekolojik" dengeler altüst olacaktı. Sitenin bu bolümünde,canlıların yaşadıgı bu ortak ekosistem içerisinde birbirleriyle ne tür bir ilişki içinde olduklarını özetlemeye çalıştım.

PİRENİN TEKNOLOJİSİ
pire
Canlı dostlarımızdan birisi olan pire vucut yapısının ufaklığına karşın olağan üstü bir tasarıma sahiptir.Hiç düşündünüzmü " Bir pire nasıl oluyorda kendi vücudunun 30 - 40 katı yuksekliğe sıçrayabiliyor ? ".Bu sorunun cevabını pirenin anatomisini inceleyerek vermeye çalışalım.

resimde mikroskop altına yatırılmış bir pire görülüyor.Belkide herkese itici gelen bu hayvan aslında bir muhendislik harikasıdır.Bir pire kuvvetli bir biçimde sıçradığı vakit 30-40 cm uzağa gidebilir.Bunu ise bacaklarındaki özel bir sisteme borçludur.

Şaşırtıcı olan bulgu ise, sıçramasindaki asıl etmenin bacak kaslarında değil, bacaklara bağlı potansiyel bir yay siteminde olduğudur.Bu sistem tıpkı bir sapan gibi çalışır. Bir miktar enerjiyi depo eden bu esnek sistem depoladığı potansiyel enerjiyi aniden bacaklara aktarır.Bacaklara aktarılan bu kinetik enerji sadece %5 lik bir kayıpla pirenin olağan üstü bir yuksekliğe sıçramasına neden olur.

Şu an insanlar tarafından üstün teknolojiyle üretilen yay,lastik vb maddeler bile depoladıkları enerjiyi ancak %15 lik bir kayıpla kinetik enerjiye çevirebilmektedir.Fakat bu kayıp pirenin bacaklarındaki sistemde %5 tir.Bu derece muthiş bir tasarıma sahip bir pire boyunun 80 - 100 katı yüksekliğe kadar rahatça sıçrayabilir.

Pire kendinden 100 kat yükseğe sıçradıktan sonra büyük bir hızla yere düşer.Buna rağmen vücüdünda hiçbir zarar meydana gelmez.Çünki vücudunda iskelet sistemi yerine pamuk gibi yumuşak tabakalar bulunur.Örneğin böceklerin sert kabuklarına karşın pirelerin kabukları oldukca yumuşak bir yapıya sahiptir.Bu yapı şiddetli darbeleri emerek pirenin hasar görmesini engeller.

SUDAKİ TUZAK
sukapani8

Bazı okyanus ve tatlı sularda yaşayan bir tür bitki beslenme ihtiyacını ilginç bir tuzak sistemiyle karşılamaktadır.Bu bitkinin Türkce ismi " Su kapanı " dır.Bu bitki tıpkı sönmuş bir balona benzer.Bitkinin vücudunun etrafından sarkan ilginç uzantılar vardır.Bu uzantılar aslında dokunma duyusunu algılayabilen reseptörlerdir.Bunun dışında birde bitkinin gövdesinin yanında bir kapakçık bulunur.Yakınlardan geçen bir canlı bu reseptörlere dokunduğu vakit kapakçık derhal açılır.Bir vakum sistemiyle bitkinin içine süratle su dolmaya başlar.

Şeklin bölumlerindede görüldüğü gibi suyun akım şiddetine kapılan canlı bitkinin içerisine sürüklenir.Ardından kapak süratle kapanır.

Tabii bundan sonra canlının yapacağı pek birşey kalmaz.Bu aşamadan sonra bitki salgıladığı enzimlerle (eritici maddelerle) böceği sindirerek besin ihtiyacını karşılamış olur.

BİR ARININ HİKAYESİ
ariviz
Hiç merak ettinizmi acaba arılar niçin bal yapar ?.Bir arı yaşamı boyunca ortalama olarak 3 - 4 damla bal üretebilir.Fakat ürettiği bu bal bile kendi besin ihtiyacının çok üzerindedir.Bu ise insanın aklına kocaman bir soru işaretinide beraberinde getirmektedir.Doğadaki tüm canlılar gereğinden fazla besin toplayarak israf yapmaktan kaçınırlar.Fakat arılar tam aksine, bir kovan arı sürüsü için gerekli olan 100 - 150 gram bal yerine litrelerce bal üretirler.Bunun nedenini arının yaşam hikayesini inceleyerek açıklamaya çalışalım.

Arının macerası kovanı terketmekle başlar.Arıdaki koku reseptörleri o kadar hassastır ki bu reseptörler kilometrelerce ötedeki güzel kokulu bir nektar çiçeginin bile varlığını algılayabilir.Arı çiçege vardığı vakit nektarını ağız aletleriyle içine çekmeye başlar.Arının diğer bir mucizevi özelligi ise geldiği yolu hiç şaşırmadan kilometrelerce ötedeki kovana tekrar ulaşabilmesidir.Arı yolculuk esnasında midesine depoladığı nektarı bala dönüstürmektedir.Bunu ise midesindeki o eşsiz enzimlerle gerçekleştirir.
petek
Arının sahip oldugu bu mükemmel özellikler bununla da bitmez.Altıgen petekler üreten arılar bir mimara bile parmak ısırtacak ince hesaplamalar yaparlar.

Matematikçiler arıların niçin peteklerini beşgen, dörtgen, üçgen veya sekizgen değilde altıgen yaptıklarını merak edip hesaplamaları kağıda dökmüşler.Karşılaşılan sonuç ise insana adeta " Arı ne zaman matematik öğrendi " dedirtiyor.

Altıgen diğer çokgenlere gore kenar uzunluklarının toplamı en kısa olan şekildir.Bunu bilen arı peteğini altıgen yaparak en az malzemeyle en fazla peteği üretmektedir.Böylelikle malzemeyi tasarruflu kullanarak balmumu israfını önlemiştir.Ayrıca altıgenler, yapıldığı petekte üretilen balı muhafaza etmek açısından maksimum hacim sağlar.Tabii arıların mucizeleri bununlada bitmiyor.

Bir arı kolonisi peteklerini yatayla 7-8 derecelik bir açı yapacak şekilde inşaa eder.Böyle yapmasının nedeni peteğin içine bırakılan balın yere dökulmemesi içindir.İlginç olan ise bu açının hiçbir zaman şaşmamasıdır.

Arılar peteklerini üretirken kovanın farklı yerlerinden başlarlar.Fakat arılar o kadar hassas hesaplamalar yaparlarki peteklerini merkezde kavuşturmalarına rağmen altıgenlerin simetrisinde bir bozukluk olmaz.

Başka bir şekilde açıklayalım.

Kovanın 4 köşesinden arılar peteği inşaa etmeye başlıyorlar.Her bir arı altıgenleri kusursuz bir biçimde meydana getiriyor.Kovanlar köşelerden merkeze doğru ilerliyor ve en sonunda merkezde birleşiyorlar.Arılar öyle bir hesap yapmıştırki merkezde birbirleriyle kavuşan altıgen grupları birbirine yapıştırıldığında sanki altıgen yapımına merkezden başlanılmış gibi bir izlenim verir.Ve dahası petekteki altıgenlerin herbiri aynı boyutta olup aralarında büyüklük olarak 1 mm bile fark yoktur
Gerçekten çok ince hesaplar üzerine oturtulmuş bu mimari eserin düşünme yeteneği olmayan küçücük böcekler tarafından yapılması, bir güç tarafından insanların hizmetine verildiğini göstermektedir.

BALON BALIK
balonbalik
Denizlerde yaşayan bir tür balık çok akıllıca planlanmış bir savunma mekanizmasıyla düşmanlarından korunmaktadır.Bu balık düşmanla karsı karsıya olmadığı zamanlarda sıradan bir balık gibi görünür.Vücudunun etrafında iri dikenler olup bu dikenler balık normal haldeyken yassı olarak vücudun yanına yapışık vaziyettedir.

Yandada görüldüğü gibi balık bir düşmanla karşı karşıya geldiği zaman düşmanının çene darbelerinden kendini korumak amacıyla vücudunu süratle suyla doldurmaya başlar.Balık bir yandan şişerken bir yandanda vücuduna yapışık olan dikenler dik konuma gelir.

Bu dikenler oldukca sert olup düşmanın ağızıyla yaptığı darbelere karşı bir engel oluşturur.Balık, kendisinden daha büyük başka bir düşman tarafından yutulsa bile vücududundaki dikenler balığın düşmanın boğazından geçmesine engel olur.

Düşman, balığı yuttuğu gibi ağızından geri çıkarır.

Bu kadar akıllıca bir savunma mekanizmasını balığın düşünüp uygulamaya koyması elbette mümkün değildir.

SAVAŞ UÇAĞI SİVRİSİNEK
sivrilarva

İnsanların çoğu, sivrisinek kelimesini duydukları vakit tiksinti duyduklarını söylerler.Fakat biz bu bölümde sivrisineği büyütec altına alarak sahip olduğu o essiz navigasyon cihazlarını siz okuyuculara aktarmaya calıştık.Eminizki sizlerde sivrisineğin bilinmeyen yönlerini öğrendiğinizde hayranlığınızı gizleyemeyeceksiniz.

Bilindiği üzere sivrisinek insanların kanını emerek yaşayan bir canlı türüdür.Bunun dışında diğer canlıların kanlarınıda emerler.Sivrisinekler belirli mevsimlerde yumurtalarını suya bırakarak üremeye başlarlar.Suya bırakılan larvalar bir müddet burada kalarak değişim geçirmeye başlarlar.Yumurtalardaki mükemmel bir sistem suda boğulmalarını engeller.Bu sistem tıpkı dalgıçların kullandığı borulara benzer ve sifon adını alır.Borunun bir ucu yumurtaya bağlı iken diğer ucu su yuzeyinin üzerindedir.Larva olgunlaştıktan sonra yavru sivrisinek yumurtadan çıkar ve hayata atılır.

yukardaki resimde su yüzeyinden baş aşağı sarkmış olan larvaların nefes almasını sağlayan sifon sistemleri net bir sekilde görülmektedir.

Bir sivrisinekte o kadar kusursuz reseptörler vardır ki bu reseptörlerle, sinek bir kan birikintisine hiç dokunmadan kanın grubunu bile belirleyebilir. Sinekteki reseptörler elbette bununla bununla sınırlı değildir.Özellikle bacak bölgelerinde bulunan çeşitli reseptörler, sineğin havadaki hızını ve çevre sıcaklığını çok hassas bir şekilde algılayabilir.Isı reseptörleri o kadar hassastırki çevredeki sıcaklığın 1000 de biri (0,001 C) değerindeki bir degişikliği bile rahatlıkla algılayabilir.
sivri1

Sivrisinekteki diğer bir mucizevi sistem ise sahip olduğu gece görüş cihazlarıdır. Farzedinki siz geceleyin zifiri karanlık bir odada uyuyorsunuz.Üstünüze kocaman bir yorgan örtmüşsünüz fakat 1 parmağınız yorganın dışında kalmış.

Odada bulunan bir sivrisinek odada hiç bir ışık kaynağı olmamasına rağmen sizin yorganın dışında kalan parmağınızı rahatlıkla görebilir.Bunu başarmasının nedeni sahip olduğu kızılötesi görüş organlarıdır.

Bu organlar, parmağınızın sinek tarafından algılanması yanında parmağınızdaki damarların hangisinin deri yuzeyine daha yakın olduğunu bile tespit edebilir.

Burada durup düşünmek gerekir.Zifiri karanlık bir odada göz gözü görmezken küçücük bir sivrisinek yalızca parmağımızı görmekle kalmıyor birde parmağımızdaki damarların konumunu bile tespit edebiliyor.Bu sistem gerçektende harikulade bir yaratılış eseridir.Bu harikulade canlılar, bugünün savaş uçaklarında yeni yeni kullanılmaya başlayan kızılötesi görüş sistemini milyonlarca yıldan beri kullanmaktadır.

Bir sivrisinek sahip olduğu özel bir hortum vasıtasıyla avını sokarak kanını emer.Basit gibi görunen bu işlem aslında birtakım karmaşık basamaklar sonucunda meydana gelir.
sivri4
Yukarıdaki şekillerden soldakinde hortumunu deriye saplamış vaziyette kan emen bir sivrisinek görülmektedir.Sağdaki resimde ise " Elektron tarama mikroskobu " ile fotoğrafı çekilmis bir sivrisineğin ağız aletleri görülmektedir.

Sivrisinekteki ağız aletleri resimde görulenden çok daha karmaşıktır.Bir sivri sinek kan emeceği kurbanının üzerine konduktan sonra hortumundaki 6 adet bıçaktan 4 tanesi ile deriyi kesmeye başlar.Hortumunu en yakın damara kadar sokan sinek, hortumundaki diğer 2 bıçağıda deriye saplayarak damardan kanı çekmeye baslar.Fakat ortada büyük bir problem vardır.

Kurbanın kanı damardan çıkar çıkmaz pıhtılaşmak için bir seri reaksiyon geçirmeye başlayacaktır.Kanın pıhtılaşması ise sivrisineğin kan emmesi sırasında büyük bir engel teşkil eder.Fakat sivrisinek, kendisine yaratılışından verilen bir sistem ile bu problemi salgıladığı bir kimyasal madde vasıtasıyla halleder.Bu maddenin latince isimi " Hirudin " dir.Bu madde kanın pıhtılaşmasını sağlayacak reaksiyonları durdurur.Kanın pıhtılaşması durdurulunca sivrisinek akışkan kanı rahatlıkla emer.

Fakat sivrisineğin sahip olduğu bu mükemmel silahlar bununlada sınırlı değildir.Sivrisinek damarına hortumunu soktuğu hayvanın canının yanmasını engelleyecek bir formül geliştirmiştir.Sivrisinek, bugün tıp alanında kullanılan " Anestezi (uyuyşturucu) " kimyasallarını kendi salgı bezleri ile üretir.Bu kimyasalı hortumun içinden geçen bir kanal aracılığı ile hayvanın derisinin altına zerk eder.Hortumun girdigi bölge uyuşunca, kurban, sinek tarafından sokulduğunun farkına bile varmaz.

Bu kadar mükemmel savaş silahlarına sahip bir sivrisinek, bir uçak kadar büyük değil, yanlızca bir kaç santim büyüklüğündedir.Bu kadar silahın bir kaç santimlik bir vücuda sığması kuşkusuz kendisini tasarlayan akla işaret etmektedir.

KAKTÜSÜN AKLI
kaktus
Kurak çöllerde yasayan bir tür bitki görenleri hayrete düşürmektedir.Bu bitki kurak yaşam şartlarında yaşamaya elverişli bir yapıya sahiptir. Bitkinin gövdesini saran örtü ise çok kalındır.Bu vesileyle su kaybı en aza indirilmistir.

Bitkinin ilgi çekici yanı ise kendisini çöllerde yaşayan vahşi hayvanlara karşı korumak için özel bir kamuflaj sistemine sahip olmasıdır.


Resimde de görüldüğü gibi bu özel kaktüsü, hemen yanındakı çakıl taşlarından ayırmak çok güçtür.Çölde yaşayan hayvanların ise bu bitkiyi farketmeleri mümkün değildir.

Burada problem, bitkinin kendini kamufle etmesinin yanında çakıl taşlarının rengini nereden bildiğidir.

Çünki bitkinin gözü yoktur.Aklı ise hiç yoktur.Aklı ve gözü olsa bile kendi DNA sını keyfine gore degiştiremeyeceğine göre, bitki kendisine yaratılışdan verilen DNA programı ile hareket etmektedir.

KÜÇÜCÜK BİR BAKTERİ
bakteri

Yaşadığımız heryerde çok kücük canlılar yaşamaktadır.Bu canlılar o kadar ufaktırlarki ışık mikroskobuyla bile güçlükle görülebilirler.Bu mikroskobik canlıların büyük bölümünü ise " Bakteri " adı verilen tek hücreli bir canlı grubu oluşturur.

Bakterilerin vücutları yanlızca tekbir hücreden meydana gelmiştir.Bu kadar basit görünmesine karşın elektron mikroskopları ile yapılan araştırmalar, ışık mikroskobuyla bile zor görülebilen bu küçücük yaratıkların vücutlarında bile olağanüstü birer teknoloji ile tasarlanmış yapılar bulunduğunu göstermiştir.

Resimde bir bakterinin vücudunun, kamçısının bağlı olduğu bölgesinden boyuna bir kesiti görülüyor.Kesit oldukça karmaşıktır.

Özetlenecek olursa sırasına uygun olarak nizami bir şekilde yerleşen özel parçalar, bakterinin kamçısını maksimum verimle döndürecek şekilde birbirleriyle uyum içerisinde çalışmaktadırlar.

Sistem yakıt olarak ise hidrojen atomlarını kullanır.Yani (+) yüklü çıplak " Proton " ları.Bu ise insanların bile taklıt edemedigi olağanüstü bir sistemdir.

Belki gelecekte buna benzer enerji sistemleri kurulabilir kim bilir ?

Burada verilen örnekler canlıların devasal alemlerinden yanlızca birkaç örnektir.Biliyoruz ki doğada yaşayan milyonlarca canlı türünün herbiri ayrı ayrı birer tasarım harikasıdır.Canlılar aleminin insanı içine çeken yönüde bu olsa gerek.
Son düzenleyen jaws; 30 Nisan 2010 19:53 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi
jaws - avatarı
jaws
Ziyaretçi
30 Nisan 2010       Mesaj #10
jaws - avatarı
Ziyaretçi
VİRÜSLER



Tabiattaki tüm varlıklar canlı form ve cansız form olarak iki gruba ayrılmışlardır.Cansız forma dahil olan varlıklar, üreyemeyen, solunum yapmayan beslenmeye ihtiyacı olamayan tüm varlıklardır. Örneğin denizler, göller, kayalar, bulutlar, dağlar vs. ekosistem içerisinde sürekli bir dönüşüm içerisinde olmasına rağmen canlı sayılmazlar.

Bir varlığın canlı sayılabilmesi için, az öncede belirttiğimiz gibi üreyebilmesi, beslenebilmesi, solunum yapabilmesi ve diğer canlılarla sürekli bir ilişki içerisinde olması gerekirki ancak böyle bir varlığa canlı denebilir. Bugün bilim adamları, canlıları sistematik olarak sınıflandırırken virüsün hangi kategoriye konacağı konusunda hala bir ittifak kuramamıştır.

Çünki virüsler bazı hallerde canlı gibi davranırken diğer bazı hallerde tam bir " inorganik " madde gibi davranır.Dolayısıyla ortaya büyük bir tezat çıkmaktadır.Virüslerin nasıl olupta hem canlı gibi davrandıklarını hemde cansız gibi göründüklerini, düşündürücü yaşam döngülerini inceleyerek anlamaya çalışalım.

Virüsün anatomisi:

Virüs, doğadaki en basit canlı türlerinden bile daha basit bir yapıya sahiptir.Bildiğiniz gibi bakterilerin vücudu yanlızca tek bir hücreden oluşan yalın bir anatomiye sahiptir.Fakat virüslerin vücudu bir hücreden bile oluşmaz.Yanlızca hücreyi oluşturan temel yapıtaşlarının çok az bir miktarının yine kompleks bir yapı oluşturmalarından meydana gelmiştir.

Bir hücre proteinlerden, nükleik asitlerden, hücre zarından, kompleks organellerden (mitekondri, endoplazmik retikulum, golgi aygıtı, ribozomlar vs.), nukleus (çekirdek) den ve daha birçok enzim ve sayamadığımız kimyasal moleküllerden oluşan oldukça karmaşık bir yapıya sahiptir.

Virüsler ise yukarıda saydığımız hücre yapıtaşlarından yanlızca üç tanesinin kompleks oluşturmasıyla meydana gelir.Bu yapıtaşları protein, enzim ve nükleik asitlerdir.Bazı virüslerde ise yağ moleküllerinede rastlanılır.Virüs, yanlızca bu üç yapıtaşından oluşan basit bir yapıya sahip olmasına karşın ne amaç uğuruna kendini çoğaltmaya çalıştığını ve canlı - cansız formları arasında nasıl gidip geldiği çözülememiş mühim bir problemdir.

Virüsler ancak " Elektron mikroskobu " ile görülebilirler.Işık mikroskopları ile görülmeleri imkansızdır.Öyleki bir virüs bakteriyle kıyaslandığında, bakterinin yanında çok küçük kalan bir boyuta sahiptir ve boyu ancak
" nm " (nanometre, yani metrenin milyarda biri) uzunluk birimi ile ölçülebilir.

Şimdi bir virüsün anatomisin şekil üzerinde inceleyelim.
virus4


Yukarıdaki şekilde bir virüsün yalın bir şekilde şematize edilmiş resmi gerçeğiyle karşılaştırmalı olarak görülmektedir.

Head yani baş bölgesi, karmaşık yapılı proteinlerden oluşmaktadır.Bu protein kılıfın içerisinde ise virüse ait RNA (bazen DNA olabilir) molekül zinciri bulunmakadır. İngilizce " Neck " adı verilen bölge ise boyun kısımıdır.Sırasıyla Collar=bilezik, Sheath=gövde, Tail Fiber=Kuyruk iplikçikleri ve son olarak Base Plate yani taban plakası görülmektedir.

Görüldüğü gibi virüslerin anatomisi yanlızca bu moleküler yapılardan ibarettir.Fakat buradaki en büyük soru işareti ise bu moleküllerin neden kendilerini çoğaltmak istedikleridir.

Moleküller atomlardan oluşan maddelerdir.Maddenin ise şuuru ve aklı yoktur.Fakat gördüğünüz gibi yanlızca bir molekül yığını olan virüsler doğada kendilerini çoğaltmak için sürekli bir canlı hücre arayışı içerisine girmişlerdir.Bu esrarengiz yapılar üreseler bile ne beslenebilirler nede soluk alıp verebilirler. Bir bakteri bile dışarıdan aldığı molekülleri işleyerek hayatını sürdürür, solunum yapar ve vücudunda oluşan artık maddeleri dışarı atabilir, fakat virüslerin buna benzer fonksiyonlarıda yoktur.

Bakteriler besin ve diğer hayati moleküllerin yokluğunda hayatlarını kaybederken virüslerin ölmesi diye birşey söz konusu değildir.

Virüslerin hem cansız hemde canlı özellik gösterdiklerinden bahsetmiştik.Virüsü canlı yapan özellik üreyebilmesidir.Fakat cansız olarak görünmesinin sebebi ise, içine yerleşip onu üreme amacıyla kullanacağı bir hücre bulamadığı zaman " Kristal " bir yapıya dönüşmeleridir.Bu şekilde virüs tıpkı havada süzülen bir toz zerreciği gibi bir partikül halinde doğada serbest olarak dolanır.Ta ki canlı bir hücreye rastgelip onu üreme amacıyla kullanıncaya kadar.

Şimdi bu esrarengiz yaratıkların doğada kristal halinde cansız olarak dolanırken bir hücreye rastgelip, nasıl bir canlı gibi üremeye başladığını şekillerle inceleyelim.
sema1

Şekilde görüldüğü gibi virüs kristal halinde doğada serbest olarak dolaşırken bir bakteri yada başa bir canlı hücresine rast geldiğinde (Burada bakteri hücresi örnek gösterilmiştir) kuyruk kısımı bakterinin duvarına temas edecek şekilde konumlanır.

Şekilde virüsün sahip olduğu genetik şifresi yani RNA sı kırmızı olarak gösterilmiştir.Virüs RNA sını bakterinin sitoplazmasına zerk edebilmek için kuyruk kısımından bakteri duvarına bir tür enzim enjekte eder.Bu enzim bakterinin duvarını tıpkı bir asit gibi delmeye başlar.Bakterinin duvarı delindikten sonra virüs RNA sını bakterinin vücudunun içerisine gönderir.

Bakterinin içerisinde dolanan RNA molekülü bakteriye ait DNA molekülünün belli bir bölgesine yerleşir.Bu yerleşme belirli genler arasında konumlanarak gerçekleşir.Örneğin bakteride A geni ile B geni yanyana ise virüs RNA sı bu iki genin arasına yerleşir.Yani A geninin içerisinde yada B geninin içerisinde herhangi bir yere yerşleşmez.Bakterinin virüs RNA sını içeren şekline ise " Lizogen bakteri " adı verilir.

Bakteri, üremek için DNA sını replike ederken farkında olmadan virüsün RNA sınıda replike eder.Bakteri çoğalmaya devam ederken bir yandan da virüsün RNA sının bir kopyasını üretir.Bu kopyalanan RNA nın içerisinde ise virüsün tüm genetik bilgileri saklıdır.Mesela virüsün üzerini örten kılıf proteinin aminoasit şifreleri bu RNA da bulunur.Bakteri replikasyonla ürettiği virüs RNA sından aynı zamanda virüsün örtüsü için gerekli proteinleride translasyon yoluyla yani protien üretim mekanizmaları yoluyla üretir.

Virüs bakteriyi tıpkı bir köle gibi çalıştırarak kendisini çoğaltmaya başlar.Bakteri öyle bir duruma gelirki ürettiği virüsleri taşıyamaz olur ve parçalanır.Bu olaya ise " Liziz " denir.Aşağıdaki şekilde bu olayın meydana gelişi şematize edilmiştir.
sema2

Şekildede görüldüğü gibi bakteri içerisinde üretilen onlarca virüs, bakteri duvarını patlatarak serbest hale geçer.Serbest kalan bu virüslerde kendilerine yeni av bulmak için kendi başlarına dolanmaya başlarlar.

İnsanın karşılaştığı mühim problem ise, yanlızca bir RNA ve proteinden oluşan virüslerin ne amaçla üredikleri ve bu zekice tasarlanmış üreme planını nasıl uygulamaya koyduklarıdır.Bir molekül grubundan oluşan virüslerin bu planı düşünüp uygulamaya koyması mümkün değildir, ancak üstün gücün emri doğrultusunda hareket edebilirler.

Virüslerin yanlızca yukarıdaki gibi sabit bir şekli yoktur.Bunun yanında yuvarlak ve çokgen küre şeklinde olanlarıda vardır.Aşağıda değişik şekillerde virüs örnekleri görülmektedir.
virus2

Virüslerin ortak yönü, bir canlı grubuna rastlamasıyla kendini çoğaltmaya başlamasıdır.Bir virüsün canlı bir hücre olmaksızın kendini çoğaltması ise mümkün değildir.Yani virüs ancak ve ancak canlı bir hücre vasıtasıyla kendini çoğaltabilir.Çünki virüsün sahip olduğu RNA sını kopyalayıp deşifre edecek bir mekanizması yoktur.

Sitemizin " Genlerin dünyası " bölümünde hücrenin kendini üretmek için kullandığı mekanizmalar üzerinde durmuştuk.Bu mekanizmaların parçaları ise DNA kopyalayıcı enzimler, tamir edici enzimler, protein üretiminden sorumlu olan ribozomlar, transfer RNA (tRNA) lar, aminoasitler vs. dir.Fakat bir virüste RNA ve bazı eritici enzimler dışında bu mekanizmaların parçalarından hiçbirisi yoktur.

Dolayısıyla virüs kendini çoğaltamaz fakat bu mekanizmalara sahip bir hücreyi kullanma gibi bir kurnazlık gösterir.

Virüsün kullandığı hücreler yanlızca bakteri hücreleri değildir.Bunun yanında insan ve diğer birçok canlının hücrelerine girerek bu hücreleri kendi doğrultusunda çalıştırmaya başlar.Bazı virüsler vardırki yanlızca belirli hüceler içerisinde çoğalabilir.

Buna en iyi örnek " Kuduz " virüsüdür.Kuduz virüsü bir köpek veya bir kedinin vücudunun içerisine girdiği zaman hemen ilk rastladığı hücreye girmez.Kuduz virüsünün çoğalabileceği hücre " Beyin " hücresidir.Bu yüzden bu virüsün beyine kadar ulaşması gerekmektedir.Dolayısıyla virüs bulaştığı hayvanı derhal öldürmez.Beyine ulaşan virüs beynin belirli bir bölgesindeki hücrelerin içine yerleşerek derhal kendini üretmeye başlar.

Bu üreme zamanına kuluçka zamanı denir.Ve zamanı geldiğinde köpek veya kedinin beyninde ağır bir tahribat meydana gelirki buda hayvanın ölümüne sebep olur.

Bunun yanında doğada binlerce tip virüs vardır ve herbiri kendine has özelliklerde olup değişik tiplerde hastalıklara neden olurlar.Yazımızın ilerleyen bölümlerinde AIDS virüsünede deyineceğiz.

Bazı virüs türleri ise insan ve hayvanlara zarar verebildiği gibi bitkilerede zarar verebilmektedir.Aşağıdaki şekilde virüslerin üzerinde hastalık yaptığı bir bitki yaprağı görülmektedir.
viroyaprak


Virüsler bunun yanında insanlar için yararlı birçok bitki türlerinede zarar verirler.

Örneğin salatalık ve marul gibi bir çok ihtiyaci sebze ve meyva türleri virüsler tarafından belirli bölgelerinden tahribatlara uğratılırlar.Tabii bu virüslerin hastalık yapıcı etkilerini ortadan kaldıran kimyasalların üretimide yapılmaktadır.

Bir virüsün bulaştığı insan ve hayvanlarda hastalık meyadana gelmemesi için kullanılan biyokimyasal ilaçlar temelde virüslerin çoğalmasını engelleyecek şekilde tasarlanırlar.

Örneğin Kuduz virüsü bir insan veya hayvanın vücuduna girdiği zaman derhal beyine ulaşır.Fakat alınan ilaçlar vasıtasıyla beyine ulaşan kimyasallar, ya virüsün protein kılıfını parçalayarak virüsü yok eder, yada virüsün çoğalmasını engelleyecek mekanizmaları durdurur.

AIDS :

Buna karşılık doğada henüz çaresi bulunamamış hastalıklara yol açan virüslerde bulunmaktadır.Bunların başını ise AIDS (Kazanılmış bağışıklık sendromu) virüsü almaktadır.

AIDS virüsünün üreyebildiği hücreler ise vücutta bulunan T - lenfosit hücreleridir.T-lenfosit hücreleri, vücut için mutlaka gerekli olan savunma hücreleridir.Bu hücreler, herhangi bir bakteri veya mikroorganizmanın vücuda girmesi halinde derhal bakterilere müdahele ederek onları içine alır ve sindirip yok eder.Fakat AIDS virüsü T-lenfosit ve diğer savunma hücrelerinin içerisine girdikten sonra bu hücreleri kullanarak kendini üretmeye başlarlar.
hiv2

Yukarıdaki resimde, insanlarda AIDS hastalığına yol açan HIV virüsünün şekli görülmektedir.

Bu virüsün önemli bir özelliği ise ters transkripsiyon yani " Reverse transkriptaz " adı verilen bir enzim taşıyor olmasıdır.Virüs bu enzimi kullanarak akıllara durgunluk veren bir şekilde kendisinin çoğaltmaya başlar.

Virüs, bulaştığı insanın kan hücrelerine ulaştıktan sonra ters transkriptaz enzimini virüsün RNA sıyla birlikte hücre içerisine bırakır.Bu enzim ilk önce virüsün RNA sını kalıp olarak kullanarak bir DNA sentezler.Daha sonra virüsün orijinal RNA sını yıkarak ortaya çıplak bir DNA molekülü çıkmasını sağlar.Enzim yeni ürettiği bu DNA yı kalıp olarak kullanarak virüsün orijinal RNA larını tekrar üretmeye başlar.

Son derece mükemmel düşünülmüş bu sistem ile virüs, saldırdığı hücre içerisinde süratle çoğalarak benzerlerini üretir.Önemli olan nokta ise virüsün önce RNA dan DNA daha sonra bu DNA dan gene virüsün kendi orijinal RNA sını üretmesidir.Bunu yapmasının sebebi, RNA dan direk olarak sentezlenecek RNA nın Orijinal RNA nın aynısı olmayağından dolayıdır.Örneğin A bazına arşılık T bazı gelecektir.Fakat üretilen DNA ayna gibi görev görerek tekrar aynı RNA yı üretmesi sağlanmıştır.

Yani üretilen DNA nın A bazına, önce T bazı gelecek daha sonra bu DNA dan RNA sentezlenirken T bazına A bazı karşılık gelecektir.Bu şekilde ilk RNA nın aynısı sentez edilecektir.

Virüsün saldırdığı T - lenfosit hücreleri kısa sürede yeni üretilen virüsler tarafında işgal edilecek ve en sonunda yıkıma uğrayacaktır.

reseptor
tcell
Şekilde bir T - lenfosit üzerinde bulunan çanak şeklindeki reseptörleri görmektesiniz.Yukarıki şekildeki virüs şemasında virüsün etrafında reseptörler görülmektedir.İşte bu reseptörler T - lenfosit üzerindeki çanak şeklindeki bu reseptörleri tanırlar ve bu reseptörlere bağlanırlar.

Bağlandıktan hemen sonra ise HIV virüsü sahip olduğu genomunu yani RNA sını, " ters transkriptaz " enzimi ile birlikte hücrenin içerisine bırakır.

Bundan sonrası ise T - lenfosit hücrelerinin üretim için kullanılıp en sonunda da yıkılmasıdır.

Savunma hücreleri yıkılan bir insanın ise dışarıdan vücuduna girebilecek bakteri ve diğer mikroorganizmalara karşı yapabileceği pek bir şey kalmaz.
AIDS e yakalanmış bir insanın savunma sistemi çökertildiğine, dışarıdan vücuda girebilecek bir bakteri bile rahatlıkla üreyerek sonuçları ağır hastalıklara neden olabilecektir.









Şekilde virüsler tarafından işgal edilmiş bir T - lenfosit hücresi görülmektedir.

Bu hücre daha sonra tamamen yıkılarak içerisinde bulunan tüm virüsler, kanda serbest hale geçecektir.

Bu virüslerde önüne gelen her savunma hücresine saldırarak kendi istekleri doğrultusunda onları kullanacak ve çoğalacaktır.Tabii her virüsün saldırdığı hücreden yüzlerce binlerce virüs kana geçtikçe virüs sayısı korkunç bir şekilde artacaktır.

Bu virüsün çoğalmasını engelleyecek bir kimyasal henüz bulunamamış olup son yıllardaki çalışmalar HIV virüsünü yok etmek üzere olduğumuzu işaret etmektedir. Dünyada şu an her 20 saniye içerisinde bir kişi ya AIDS'e yakalanmakta yada hayatını kaybetmektedir.







Şu an bilgisayarı kullanırken soluduğunuz hava içerisinde bile binlerce mikroorganizma vardır.Eğer sizde bir AIDS hastası olsaydınız, vücudunuza giren bu mikroorganizmalarla başa çıkamayacak ve en zayıf sayılabilecek bir grip mikrobu bile sizin ölümünüze sebep olabilecekti.

Sağlığımızı, vücudumuz için düşünülmüş mükemmel savunma sistemleri sayesinde devam ettirebilmekteyiz.Bu mükemmel hücreler her an her saniye vücudumuza giren binlerce mikroorganizmayı bünyelerine alarak yok etmekte ve yaşamımızın devamını sağlamaktadırlar.

Benzer Konular

23 Temmuz 2018 / _PaPiLLoN_ Psikoloji ve Psikiyatri
5 Ekim 2018 / evo Uzay Bilimleri
28 Eylül 2009 / Ziyaretçi Soru-Cevap
24 Aralık 2011 / GüNeSss Soru-Cevap