Arama

Osmanlı Devleti'nin yükseliş sebepleri nelerdir?

En İyi Cevap Var Güncelleme: 29 Ocak 2016 Gösterim: 10.392 Cevap: 2
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
Ziyaretçi
16 Kasım 2008       Mesaj #1
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
Osmanlı Devleti'nin üç kıtaya yayılmış olmasının sebepleri nelerdir?
EN İYİ CEVABI Misafir verdi
Osmanlı Devleti’nin yükseliş sebeplerini aynı zamanda fetih politikası ve hızlı bir şekilde cihan devleti olmasının sebeplerinde aramak gerektir. Bu sebeple, Osmanlı Devleti’nin fetih politikası ve küçük bir beyliği kısa zamanda cihan devleti yapan sebepler, aynı zamanda yükseliş sebepleri olarak zikredilebilir. Ancak yine de konuyu, ayrı olarak ele almakta yarar vardır. Osmanlı Devleti’nin yükseliş sebeplerini şöylece özetlemek mümkündür:

Sponsorlu Bağlantılar
1) En önemli sebep, manevî değerlerine ve İslâma olan bağlılıklarıdır. Bunu i’lây-ı kelimetüllah ruhu diye de ifade edebilirsiniz. Bir adamın kıymeti himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başına bir millettir. Bir ferdin himmeti milleti olabilmesi için, o ferdi milletine bağlayan kuvvetli bağlar ve şahsî hayatını milletin hayatına tercih ettiren önemli sebepler bulunmalıdır. Bu önemli sebepler ve kuvvetli bağlar, manevi değerlerden başkası olamaz. O halde manevî değerleri ile ordusunu techiz etmeyen bir millet, gelecekte her an tehlikelere maruz kalır ve varlığını sürdüremez. Bu mânâyı târihe bakarak, daha da müşahhas hale getirebiliriz. Osmanlı Devleti’nin bir zamanlar, bütün Avrupa ’nın büyük devletlerine karşı hayatını ve varlığını devam ettiren, şu devletin ordusundaki Kur'ân dan alınan şu fikirdir: “Ben ölsem şehidim, öldürsem gaziyim” Gerçekten Kosova meydan muharebesine çıkan Murad Hüdavendigar “Yarab beni din yolunda şehid , ahirette said et” demiş ve istediği olmuştur. Bu ruh ile şahlanan şanlı ecdadımız, şevk ile ve aşk ile ölümün yüzüne gülerek bakmış; daima Avrupa'yı titretmiştir. Size de soruyorum; şu dünyada basit fikirli ve saf kalpli olan genç askerlerin ruhunda öyle ulvi fedakarlığa sebebiyet verecek hangi şey gösterilebilir? Hangi duygu bu mânevî değerlerin yerlerine ikame edilebilir? Allah ve ahiret inancından başka hangi şey, hayatını ve bütün dünyasını severek ona feda ettirebilir?

Tarih bize gösteriyor ki, biz Müslüman Türkler , ne derece mânevi değerlerimize bağlanmış isek ilerlemişiz. Ne vakit mânevî değerlerimizden uzak kalmışsak, gerilemişizdir. O zaman düşmanlar bizi can damarımızdan vurmuşlardır. Bilesiniz ki, düşman bizi hiç bir zaman açık savaşta yenememiştir. Daima tehlikeyi, kurtuluş reçetesi olarak göstererek bizi içimizden hançerlemişdir. Bir milletin maddî bataryaları ne kadar modern silahlarla mücehhez olursa olsun ve o millet isterse imparatorluk seviyesine yükselsin, mânevî bataryaları boş olduğu müddetçe yıkılmaya mahkumdur.

Vatana ihanet suçuyla 1821 yılında Patrikhanenin orta kapısı önünde asılmış bulunan İstanbul 'daki Fener Patriki Gregorios tarafından Rus Çarı Aleksandr'a yazılan mektupta aynen şu ifadeler yer almaktadır:

“Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak mümkün değildir. Çünkü Türkler , sabırlı, mukavemetli, mağrur ve izzet-i nefisli insanlardır. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından ve kadere rıza göstermelerinden, anânelerinin kuvvetinden ve âmirlerine itaat duygusundan ileri gelmektedir. Bu sebeple, Türklerde evvela itaat duygusunu kırmak ve mânevî bağları koparmak, dinî metanetlerini zaafa uğratmak gerekir. Mânevîyatları sarsıldığı gün, Türkleri zaferlere götüren asıl kudretlerinden sıyıracak ve onları maddi kuvvetlerle yenmek mümkün olacaktır. Osmanlı Devleti n'i tasfiye için mücerret olarak harp meydanlarındaki zaferler kâfi değildir. Yapılacak olan, Türkler'e bir şey hissettirmeden bu tahribi tamamlamaktır.”

Sultân Aziz devrinde, İstanbul Rus Elçisi olan GeneraI İgnatyef , bu mektubu zikrettikten sonra şunu ilave eder: “Ben vazifedeyken bu teşhisler isabetle tecelli etti”. Evet maalesef bu oyunlara gelen Tanzima t gençliği, Rus elçisinin dediği gibi, “millî ananelerin düşmanı ve atalarının papuçları olamayacak bir hale gelmişlerdi'. İbn-i Kemal de, Osmanlı Devleti’nin Gazneliler , Selçuklular ve Harzemîler gibi, Müslüman devletlerle mücadele ederek ve kendi mevlâlarına isyan ederek yükselmediğini, belki tamamen yukarıda anlatılan gazâ ruhuyla ve yüksek bir himmetle yükseldiğini misâller vererek açıklamaktadır. Osmanlı Tarihlerinin mukaddimelerinde zikrettikleri bazı menkıbeler de, bu ruhu açıklamak için zikredilmişlerdir.

2) Osmanlı Devleti’ni yükselten sebeplerin ikincisi, Osmanlı Devleti’nin özellikle yükselme dönemlerinde tam bir hukuk devleti olması yani şer’-i şerif ve kanun-ı münifin esas kabul edilmesidir. Gerçekten de, içinde 763 Kanunnâmeyi neşrettiğimiz Osmanlı Kanunnâmeleri adlı eserimizi inceleyenler göreceklerdir ki, Osmanlı Devleti’nin yükseliş, duraklama, gerileme ve yıkılışını, kanunnamelere bakarak grafikle göstermek mümkündür. Osmanlı Kanunnâmeleri, Fâtih ’den itibaren zirvededir. Kanuni devrine kadar, kanun yapma ve kanunu uygulama görevleri ehil ellerdedir. II. Selim ’den itibaren durgunluk başlamıştır. iyi. Murad zamanında durmuştur. Daha sonra ise, önce gerilemiş; sonra da Adâletnâmeler ’le örtülemeyecek kadar gedikler açılmıştır. 1700-1800 yılları arası Osmanlı Devleti’nin hukuk devleti olmaktan çıkma tehlikeleri yaşadığı dönemdir. Osmanlı vatandaşı, yükselme döneminde Müslüman olsun gayr-i müslim olsun, tam bir hukuk devleti olduğuna ve ayırım yapılmaksızın adaletin icra edildiğine inanmaktadır. İşte vatandaşı böyle bir inanca sahip devletin yükselmesi mukadderdir. “Padişah fermanıyla kira bedellerinin olduğu gibi bırakılması olmaz. Zira Padişahın emriyle nâ-meşrû‘ olan şey meşrû‘ olmaz; haram olan nesne helâl olmak yokdur. Bu hususlarda emr-i şer‘-i şerif budur. Bir türlü dahi değildir. Şer‘i hükümlere vâkıf iken onları ketmetmek, Kur’ân'daki bir âyetin tehdidine maruz kalmaktır” diyen Ebüssuud ’lar; “Ve kiliseleri ellerinde ola, okuyalar âyinlerince. Ammâ çan ve nâkus çalmayalar. Ve kiliselerin alub mescid etmeyem” diyen Fâtihler ve nihayet “Madem ki, onlar ra‘iyyetliği kabul etmişler. Dinimiz gereği, onların can, mal ve ırzlarını kendi can, mal ve ırzlarımız gibi korumakla mükellefiz. Bu yolda onlara cebretmek, dinimize muhâlifdir” diyerek, hem gayr-ı müslimlerin şahsî hak ve hürriyetlerine gösterdiğimiz hürmeti ve hem de meşru‘ sınırlar içinde kalmak şartıyla din ve vicdan hürriyetine gösterdiğimiz saygıyı anlatan Zenbilli Ali Efendiler , bu izaha çalıştığımız hukuk ve adalet devletinin sacayakları olmuşlardır.

3) Devletin devam ve bekasına sebep olan para ve askerin mükemmel oluşudur. Osmanlı Devleti’nin yükselmesine sebep olan para, halktan zorla toplanan para değil, memleketin mamur olmasından ortaya çıkan paradır. Bu dönemde, Osmanlı parasının kaynakları tamamen şer’î vergiler ve meşru gelir kaynaklarıdır; tekâlîf-i örfiyye neredeyse yok gibidir. Yıldırım Bâyezid , kadıların davacı ve davalılardan aldıkları harçları rüşvet sayarak buna vesile olan kadıları idam etmeye kalkışacak kadar hassastır. Asker ise, ehliyetli ve vasıflıdır. Çünkü tam bir gaza aşkıyla eğitimli askerler yetişmektedir. Kanuni devrine kadar, yeniçerinin adedi en fazla 10-12 bin kadardır. Ama her yerden zafer haberleri gelmektedir. Viyana bozgununda bu sayı 50 binlere ulaşmıştır. Ancak mal toplamaktan başka kayguları yoktur. Bu dediklerimize Yeniçeri Kanunnâmesi en canlı şahittir. En önemlisi de, yükselme döneminde asker siyâsetin ve idarenin içinde değildir.

4) Günümüzde bazı araştırmacıların tenkit ettiği gılmân sistemi yani kapıkulu sistemi de, devletin yükseliş sebeplerinin başında gelmektedir. Zira tarihde çoğu büyük devletler, kendilerine tabi olan aristokrat beylerin isyanlarıyla yıkılmışlardır. Abbasî Devleti kendi elleriyle büyüttükleri aristokrat aileler eliyle; Büyük Selçuklu Devleti mevâlî- olan Harzemiler eliyle yıkılmışlardır. Günümüzde de devletin hânedânlarla sıkıntıda olduğu ortadadır. İşte Osmanlı Devleti, bu sıkıntılardan kurtulmak için, ailesi ve yakın çevresi bulunmayan devşirme ve köle asıllı insanları Enderûn denilen özel mektepte bir devlet adamı gibi yetiştirerek onları devletin yükselmesinde istihdâm etmiş ve başlangıçta muvaffak da olmuştur.

5) Osmanlı Devleti’nin yükselme dönemlerinde tam manasıyla hür bir ilmin de önemli etkisi olduğunu ifade etmekte yarar vardır. Memleket ve vatan bir vücuda benzer; aklı ve ruhu ilim ve ma'rifettir; cesedi ve bedeni de siyâset ve idaredir. Bu iki unsur arasında muvâzenenin te'min edildiği dönemlerde, dâima medeniyet, terakki ve refah görülmüştür. Abbasî Devleti'nin ilk halifeleri, Endülüs Emevilerinin başlangıçtaki idarecileri ve ilk Osmanlı Padişahları, bu muvâzeneyi temin eden en müşahhas misâllerdir. Fâtih Sultân Mehmed'in vezirlik ve kazaskerlik teklifini reddeden, diğer taraftan Fâtih'i tekyesine de kabul etmeyen Molla Güranî ; Fâtih sarayında ve kendisi de tekye ve medresesinde kaldığı müddetçe, bu dengenin korunabileceğinin çok iyi idrâki içindedir. Bir Osmanlı Kanunnâmesinde bu önemli muvazene düsturu şu şekilde ifade edilmektedir: “Kadılar, şer'î hükümler i icra edeceklerdir. Ancak memleketin nizâmı, korunması ve vatandaşın idaresi ile alâkalı hususları hükkâm-ı seyf ve siyâset olan vükelâ-yı devlete havale edeceklerdir”. Bu sebebledir ki, eskiler, devlet adamlarına erbâb-ı seyf , ilim adamlarına ise erbâb-ı kalem demişlerdir. Zikredilen bu muvâzeneyi sağlamada en önemli vazife, ilim adamlarına düşmektedir. İlim adamları bilmelidirler ki, dünyada en yüksek rütbe ve şeref, ilmin rütbesi ve şe*****ir. Hakk'a ve hakikata âşık bir ilim adamı, hakk'dan başkasına tâbi olmaz. Zira hakk'ı tanıyan, hakk'ın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Hakk'ın hatırı âlidir; hiçbir hatıra feda edilmemek icabeder. Ebüssuud ’un biraz önce zikrettiğimiz şu cümleleri bunu aksettirmektedir: “El-Cevab; Olmaz. Padişah'ın emri ile nâmeşru' olan şey meşru' olmaz. Haram olan nesne helâl olmak yoktur”.

6) Osmanlı Devleti’ni yükselten sebeplerden birisi de vazifelerin, ister ilmiyede, ister seyfiyede ve isterse de kalemiyede olsun, ehil olanlara verilmesidir. Medeniyetlerin kurulmasında ve yıkılmasında mahâret ile salâhatın önemi inkâr edilemez. Tarihe bakıldığında görülecektir ki, bu iki vasfı kendinde birleştiren milletler nice medeniyetler kurmuşlar ve daima payidâr olmuşlardır. Yıkılan bütün medeniye t ve devletlerin altında ise, aranırsa mutlaka bu iki vasıftan birinin veya ikisinin yokluğunun yattığı esefle müşahede olunur. Mahâret , kişinin kendi mesleğinde ehil, uzman ve kâbiliyetli olmasıdır. Salâhat ise, kişinin din ve ahlâkça yüksek bir seviyeye ulaşmasıdır. Şunu önemle belirtelim ki, salâhat ve mahâret birbirinden ayrıdır. Hamiyet, vatanperverlik, sadâkat ve adâlet gibi ulvî duygular, salâhatın meyvesidir ve o bahçede yetişir. İş, san'at, kabiliyet ve benzeri hususlar ise, mahâret bahçesinden derlenebilen meyvelerdir. Kalb ve vicdanı manevî duygularla bezenmeyen bir insandan hakikî mânâda hamiyet, sadakat ve adâlet beklenilemez. Ancak, iş, san'at ve kabiliyet başka şeyler olduğu için, sâlih olmayan bir adam güzel çobanlık yapabilir; ayyaş bir adam ayık olduğu zamanlarda iyi saat tamir edebilir. Yani bu noktada salâhat ayrıdır, mahâret ayrı...

Elbette ki, vazifelere yapılan tayinlerde, hem sâlih, hem de mâhir olanlar, yânı hamiyetle fazileti birleştiren, kalbi ve fikri münevver olanlar tercih edilecektir. Bu vasıfları beraberce bulunduran insanlar yeterli sayıda değilse, bu takdirde ya mahâret ya da salâhat esas alınacaktır. İslâm 'a göre ikisini birleştiren bir eleman yoksa, san'at'ta ve işde mahâret tercih sebebidir.

Bir kısım İslâm hukukçuları ve tefsirciler tarafından, özellikle idarî yetkiye sahip devlet ricaline hitâben nâzil olduğu söylenen Kur’ân'ın şu âyeti, bu konuda çok mânidardır:

“Haberiniz olsun ki, Allah sizlere muhakkak şunları emrediyor: Biri emânetleri ehline vermeniz, biri de insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hareket etmenizdir. Allah size ne güzel öğüt veriyor. (Her halde bu emirleri tutmalısınız). Zira şüphesiz ki, Allah verdiğiniz kararları işitir ve emânetler hakkında yaptıklarınızı görür”.

Hz. Rasûlullah'ın (S.A.V.) “Emaneti ehline ver ve sana hâinlik edene hıyânetle mukâbele etme” hadisi de, bu mânâyı teyid etmektedir.

Osmanlı Devleti 'nin yükselme devrini tetkik edenler, neden kısa bir zamanda dünya devleti haline geldiğini ve salâha t ile mahârete ne derece riâyet ettiklerini çok iyi bilirler. Rumeli’deki Sırp , Macar ve muhtelif kavimlerin kendi arzuları ile neden Osmanlı hâkimiyetini tercih ettiklerinin sebebini, hakperest ve cesur padişah Yavuz kadar Zenbilli Ali Efend i'de ve Muhteşem Süleyman kadar Osmanlı hukuk âbidesi Ebûssuud'da da aramak icab eder. Devleti haricî münâsebetlerde temsil eden nişancıların, diplomatik ve diplomasi ilminin mütehassısları ve kazaskerlerden titizlikle seçildiğini müşâhede edince; Kanuni'nin sadrazamının dilinden bir sadrazamın nasıl olması gerektiğini yine onun kaleme aldığı “Asâfnâm e”den ibretle okuyunca ve bakanlar kurulu demek olan Divan -ı Hüm âyun'un “hâcegân -ı divan “ olmadan toplanmadığını kanunnâmelerden öğrenince, Osmanlı Padişahlarının neden ve nasıl zaferden zafere at koşturduğunu daha iyi anlıyoruz.

Osmanlı Devleti'nin duraklamasında ve gerilemesinde, ehil olmayan insanların göreve getirilişinin yattığını çok iyi idrâk eden Osmanlı Padişahı, vezir-i a'zamına bu hakikatı, bir tayin fermanı münâsebetiyle şöyle ifade ediyor:

“Benim Vezirim, Tezkirecilik görevi için, ehliyetli bir kaç adayı düşünerek seçip, bana arzet. Önce kendi devlet adamlarımızı terbiye etmeyip, her birinde türlü türlü uygunsuz tavırlar varken, başkalarını terbiye etmeye yüzümüz kalmıyor. Ben senin kimseye iltimas yapmayacağını biliyorum. Gerek bu çeşit fiillere ve gerek tamah ve rüşvete cesaret edenleri, niçin tarafıma ifade etmezsin? Hep “benden olmasın” diye diye devletimiz bu hale geldi. Bundan sonra vâkıf olduğun kötü hareket her kimden zuhûr ederse, tarafıma bildiresin. İşte sana tenbih ediyorum.”

7) Bütün bu sebeplerin etkisiyle, yükseliş dönemindeki Osmanlı idaresinde rüşvet , suiistimal, sefâhet, israf ve gayr-i meşru masraflar, vatandaşa zulüm ve benzeri kötülüklerin olmayışı, Osmanlı Devleti’ni kısa zamanda yükseltmiştir
alıntıdır.

Son düzenleyen _Yağmur_; 29 Ocak 2016 14:22 Sebep: iç başlık
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Kasım 2008       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bu mesaj 'en iyi cevap' seçilmiştir.
Osmanlı Devleti’nin yükseliş sebeplerini aynı zamanda fetih politikası ve hızlı bir şekilde cihan devleti olmasının sebeplerinde aramak gerektir. Bu sebeple, Osmanlı Devleti’nin fetih politikası ve küçük bir beyliği kısa zamanda cihan devleti yapan sebepler, aynı zamanda yükseliş sebepleri olarak zikredilebilir. Ancak yine de konuyu, ayrı olarak ele almakta yarar vardır. Osmanlı Devleti’nin yükseliş sebeplerini şöylece özetlemek mümkündür:

Sponsorlu Bağlantılar
1) En önemli sebep, manevî değerlerine ve İslâma olan bağlılıklarıdır. Bunu i’lây-ı kelimetüllah ruhu diye de ifade edebilirsiniz. Bir adamın kıymeti himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başına bir millettir. Bir ferdin himmeti milleti olabilmesi için, o ferdi milletine bağlayan kuvvetli bağlar ve şahsî hayatını milletin hayatına tercih ettiren önemli sebepler bulunmalıdır. Bu önemli sebepler ve kuvvetli bağlar, manevi değerlerden başkası olamaz. O halde manevî değerleri ile ordusunu techiz etmeyen bir millet, gelecekte her an tehlikelere maruz kalır ve varlığını sürdüremez. Bu mânâyı târihe bakarak, daha da müşahhas hale getirebiliriz. Osmanlı Devleti’nin bir zamanlar, bütün Avrupa ’nın büyük devletlerine karşı hayatını ve varlığını devam ettiren, şu devletin ordusundaki Kur'ân dan alınan şu fikirdir: “Ben ölsem şehidim, öldürsem gaziyim” Gerçekten Kosova meydan muharebesine çıkan Murad Hüdavendigar “Yarab beni din yolunda şehid , ahirette said et” demiş ve istediği olmuştur. Bu ruh ile şahlanan şanlı ecdadımız, şevk ile ve aşk ile ölümün yüzüne gülerek bakmış; daima Avrupa'yı titretmiştir. Size de soruyorum; şu dünyada basit fikirli ve saf kalpli olan genç askerlerin ruhunda öyle ulvi fedakarlığa sebebiyet verecek hangi şey gösterilebilir? Hangi duygu bu mânevî değerlerin yerlerine ikame edilebilir? Allah ve ahiret inancından başka hangi şey, hayatını ve bütün dünyasını severek ona feda ettirebilir?

Tarih bize gösteriyor ki, biz Müslüman Türkler , ne derece mânevi değerlerimize bağlanmış isek ilerlemişiz. Ne vakit mânevî değerlerimizden uzak kalmışsak, gerilemişizdir. O zaman düşmanlar bizi can damarımızdan vurmuşlardır. Bilesiniz ki, düşman bizi hiç bir zaman açık savaşta yenememiştir. Daima tehlikeyi, kurtuluş reçetesi olarak göstererek bizi içimizden hançerlemişdir. Bir milletin maddî bataryaları ne kadar modern silahlarla mücehhez olursa olsun ve o millet isterse imparatorluk seviyesine yükselsin, mânevî bataryaları boş olduğu müddetçe yıkılmaya mahkumdur.

Vatana ihanet suçuyla 1821 yılında Patrikhanenin orta kapısı önünde asılmış bulunan İstanbul 'daki Fener Patriki Gregorios tarafından Rus Çarı Aleksandr'a yazılan mektupta aynen şu ifadeler yer almaktadır:

“Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak mümkün değildir. Çünkü Türkler , sabırlı, mukavemetli, mağrur ve izzet-i nefisli insanlardır. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından ve kadere rıza göstermelerinden, anânelerinin kuvvetinden ve âmirlerine itaat duygusundan ileri gelmektedir. Bu sebeple, Türklerde evvela itaat duygusunu kırmak ve mânevî bağları koparmak, dinî metanetlerini zaafa uğratmak gerekir. Mânevîyatları sarsıldığı gün, Türkleri zaferlere götüren asıl kudretlerinden sıyıracak ve onları maddi kuvvetlerle yenmek mümkün olacaktır. Osmanlı Devleti n'i tasfiye için mücerret olarak harp meydanlarındaki zaferler kâfi değildir. Yapılacak olan, Türkler'e bir şey hissettirmeden bu tahribi tamamlamaktır.”

Sultân Aziz devrinde, İstanbul Rus Elçisi olan GeneraI İgnatyef , bu mektubu zikrettikten sonra şunu ilave eder: “Ben vazifedeyken bu teşhisler isabetle tecelli etti”. Evet maalesef bu oyunlara gelen Tanzima t gençliği, Rus elçisinin dediği gibi, “millî ananelerin düşmanı ve atalarının papuçları olamayacak bir hale gelmişlerdi'. İbn-i Kemal de, Osmanlı Devleti’nin Gazneliler , Selçuklular ve Harzemîler gibi, Müslüman devletlerle mücadele ederek ve kendi mevlâlarına isyan ederek yükselmediğini, belki tamamen yukarıda anlatılan gazâ ruhuyla ve yüksek bir himmetle yükseldiğini misâller vererek açıklamaktadır. Osmanlı Tarihlerinin mukaddimelerinde zikrettikleri bazı menkıbeler de, bu ruhu açıklamak için zikredilmişlerdir.

2) Osmanlı Devleti’ni yükselten sebeplerin ikincisi, Osmanlı Devleti’nin özellikle yükselme dönemlerinde tam bir hukuk devleti olması yani şer’-i şerif ve kanun-ı münifin esas kabul edilmesidir. Gerçekten de, içinde 763 Kanunnâmeyi neşrettiğimiz Osmanlı Kanunnâmeleri adlı eserimizi inceleyenler göreceklerdir ki, Osmanlı Devleti’nin yükseliş, duraklama, gerileme ve yıkılışını, kanunnamelere bakarak grafikle göstermek mümkündür. Osmanlı Kanunnâmeleri, Fâtih ’den itibaren zirvededir. Kanuni devrine kadar, kanun yapma ve kanunu uygulama görevleri ehil ellerdedir. II. Selim ’den itibaren durgunluk başlamıştır. iyi. Murad zamanında durmuştur. Daha sonra ise, önce gerilemiş; sonra da Adâletnâmeler ’le örtülemeyecek kadar gedikler açılmıştır. 1700-1800 yılları arası Osmanlı Devleti’nin hukuk devleti olmaktan çıkma tehlikeleri yaşadığı dönemdir. Osmanlı vatandaşı, yükselme döneminde Müslüman olsun gayr-i müslim olsun, tam bir hukuk devleti olduğuna ve ayırım yapılmaksızın adaletin icra edildiğine inanmaktadır. İşte vatandaşı böyle bir inanca sahip devletin yükselmesi mukadderdir. “Padişah fermanıyla kira bedellerinin olduğu gibi bırakılması olmaz. Zira Padişahın emriyle nâ-meşrû‘ olan şey meşrû‘ olmaz; haram olan nesne helâl olmak yokdur. Bu hususlarda emr-i şer‘-i şerif budur. Bir türlü dahi değildir. Şer‘i hükümlere vâkıf iken onları ketmetmek, Kur’ân'daki bir âyetin tehdidine maruz kalmaktır” diyen Ebüssuud ’lar; “Ve kiliseleri ellerinde ola, okuyalar âyinlerince. Ammâ çan ve nâkus çalmayalar. Ve kiliselerin alub mescid etmeyem” diyen Fâtihler ve nihayet “Madem ki, onlar ra‘iyyetliği kabul etmişler. Dinimiz gereği, onların can, mal ve ırzlarını kendi can, mal ve ırzlarımız gibi korumakla mükellefiz. Bu yolda onlara cebretmek, dinimize muhâlifdir” diyerek, hem gayr-ı müslimlerin şahsî hak ve hürriyetlerine gösterdiğimiz hürmeti ve hem de meşru‘ sınırlar içinde kalmak şartıyla din ve vicdan hürriyetine gösterdiğimiz saygıyı anlatan Zenbilli Ali Efendiler , bu izaha çalıştığımız hukuk ve adalet devletinin sacayakları olmuşlardır.

3) Devletin devam ve bekasına sebep olan para ve askerin mükemmel oluşudur. Osmanlı Devleti’nin yükselmesine sebep olan para, halktan zorla toplanan para değil, memleketin mamur olmasından ortaya çıkan paradır. Bu dönemde, Osmanlı parasının kaynakları tamamen şer’î vergiler ve meşru gelir kaynaklarıdır; tekâlîf-i örfiyye neredeyse yok gibidir. Yıldırım Bâyezid , kadıların davacı ve davalılardan aldıkları harçları rüşvet sayarak buna vesile olan kadıları idam etmeye kalkışacak kadar hassastır. Asker ise, ehliyetli ve vasıflıdır. Çünkü tam bir gaza aşkıyla eğitimli askerler yetişmektedir. Kanuni devrine kadar, yeniçerinin adedi en fazla 10-12 bin kadardır. Ama her yerden zafer haberleri gelmektedir. Viyana bozgununda bu sayı 50 binlere ulaşmıştır. Ancak mal toplamaktan başka kayguları yoktur. Bu dediklerimize Yeniçeri Kanunnâmesi en canlı şahittir. En önemlisi de, yükselme döneminde asker siyâsetin ve idarenin içinde değildir.

4) Günümüzde bazı araştırmacıların tenkit ettiği gılmân sistemi yani kapıkulu sistemi de, devletin yükseliş sebeplerinin başında gelmektedir. Zira tarihde çoğu büyük devletler, kendilerine tabi olan aristokrat beylerin isyanlarıyla yıkılmışlardır. Abbasî Devleti kendi elleriyle büyüttükleri aristokrat aileler eliyle; Büyük Selçuklu Devleti mevâlî- olan Harzemiler eliyle yıkılmışlardır. Günümüzde de devletin hânedânlarla sıkıntıda olduğu ortadadır. İşte Osmanlı Devleti, bu sıkıntılardan kurtulmak için, ailesi ve yakın çevresi bulunmayan devşirme ve köle asıllı insanları Enderûn denilen özel mektepte bir devlet adamı gibi yetiştirerek onları devletin yükselmesinde istihdâm etmiş ve başlangıçta muvaffak da olmuştur.

5) Osmanlı Devleti’nin yükselme dönemlerinde tam manasıyla hür bir ilmin de önemli etkisi olduğunu ifade etmekte yarar vardır. Memleket ve vatan bir vücuda benzer; aklı ve ruhu ilim ve ma'rifettir; cesedi ve bedeni de siyâset ve idaredir. Bu iki unsur arasında muvâzenenin te'min edildiği dönemlerde, dâima medeniyet, terakki ve refah görülmüştür. Abbasî Devleti'nin ilk halifeleri, Endülüs Emevilerinin başlangıçtaki idarecileri ve ilk Osmanlı Padişahları, bu muvâzeneyi temin eden en müşahhas misâllerdir. Fâtih Sultân Mehmed'in vezirlik ve kazaskerlik teklifini reddeden, diğer taraftan Fâtih'i tekyesine de kabul etmeyen Molla Güranî ; Fâtih sarayında ve kendisi de tekye ve medresesinde kaldığı müddetçe, bu dengenin korunabileceğinin çok iyi idrâki içindedir. Bir Osmanlı Kanunnâmesinde bu önemli muvazene düsturu şu şekilde ifade edilmektedir: “Kadılar, şer'î hükümler i icra edeceklerdir. Ancak memleketin nizâmı, korunması ve vatandaşın idaresi ile alâkalı hususları hükkâm-ı seyf ve siyâset olan vükelâ-yı devlete havale edeceklerdir”. Bu sebebledir ki, eskiler, devlet adamlarına erbâb-ı seyf , ilim adamlarına ise erbâb-ı kalem demişlerdir. Zikredilen bu muvâzeneyi sağlamada en önemli vazife, ilim adamlarına düşmektedir. İlim adamları bilmelidirler ki, dünyada en yüksek rütbe ve şeref, ilmin rütbesi ve şe*****ir. Hakk'a ve hakikata âşık bir ilim adamı, hakk'dan başkasına tâbi olmaz. Zira hakk'ı tanıyan, hakk'ın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Hakk'ın hatırı âlidir; hiçbir hatıra feda edilmemek icabeder. Ebüssuud ’un biraz önce zikrettiğimiz şu cümleleri bunu aksettirmektedir: “El-Cevab; Olmaz. Padişah'ın emri ile nâmeşru' olan şey meşru' olmaz. Haram olan nesne helâl olmak yoktur”.

6) Osmanlı Devleti’ni yükselten sebeplerden birisi de vazifelerin, ister ilmiyede, ister seyfiyede ve isterse de kalemiyede olsun, ehil olanlara verilmesidir. Medeniyetlerin kurulmasında ve yıkılmasında mahâret ile salâhatın önemi inkâr edilemez. Tarihe bakıldığında görülecektir ki, bu iki vasfı kendinde birleştiren milletler nice medeniyetler kurmuşlar ve daima payidâr olmuşlardır. Yıkılan bütün medeniye t ve devletlerin altında ise, aranırsa mutlaka bu iki vasıftan birinin veya ikisinin yokluğunun yattığı esefle müşahede olunur. Mahâret , kişinin kendi mesleğinde ehil, uzman ve kâbiliyetli olmasıdır. Salâhat ise, kişinin din ve ahlâkça yüksek bir seviyeye ulaşmasıdır. Şunu önemle belirtelim ki, salâhat ve mahâret birbirinden ayrıdır. Hamiyet, vatanperverlik, sadâkat ve adâlet gibi ulvî duygular, salâhatın meyvesidir ve o bahçede yetişir. İş, san'at, kabiliyet ve benzeri hususlar ise, mahâret bahçesinden derlenebilen meyvelerdir. Kalb ve vicdanı manevî duygularla bezenmeyen bir insandan hakikî mânâda hamiyet, sadakat ve adâlet beklenilemez. Ancak, iş, san'at ve kabiliyet başka şeyler olduğu için, sâlih olmayan bir adam güzel çobanlık yapabilir; ayyaş bir adam ayık olduğu zamanlarda iyi saat tamir edebilir. Yani bu noktada salâhat ayrıdır, mahâret ayrı...

Elbette ki, vazifelere yapılan tayinlerde, hem sâlih, hem de mâhir olanlar, yânı hamiyetle fazileti birleştiren, kalbi ve fikri münevver olanlar tercih edilecektir. Bu vasıfları beraberce bulunduran insanlar yeterli sayıda değilse, bu takdirde ya mahâret ya da salâhat esas alınacaktır. İslâm 'a göre ikisini birleştiren bir eleman yoksa, san'at'ta ve işde mahâret tercih sebebidir.

Bir kısım İslâm hukukçuları ve tefsirciler tarafından, özellikle idarî yetkiye sahip devlet ricaline hitâben nâzil olduğu söylenen Kur’ân'ın şu âyeti, bu konuda çok mânidardır:

“Haberiniz olsun ki, Allah sizlere muhakkak şunları emrediyor: Biri emânetleri ehline vermeniz, biri de insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hareket etmenizdir. Allah size ne güzel öğüt veriyor. (Her halde bu emirleri tutmalısınız). Zira şüphesiz ki, Allah verdiğiniz kararları işitir ve emânetler hakkında yaptıklarınızı görür”.

Hz. Rasûlullah'ın (S.A.V.) “Emaneti ehline ver ve sana hâinlik edene hıyânetle mukâbele etme” hadisi de, bu mânâyı teyid etmektedir.

Osmanlı Devleti 'nin yükselme devrini tetkik edenler, neden kısa bir zamanda dünya devleti haline geldiğini ve salâha t ile mahârete ne derece riâyet ettiklerini çok iyi bilirler. Rumeli’deki Sırp , Macar ve muhtelif kavimlerin kendi arzuları ile neden Osmanlı hâkimiyetini tercih ettiklerinin sebebini, hakperest ve cesur padişah Yavuz kadar Zenbilli Ali Efend i'de ve Muhteşem Süleyman kadar Osmanlı hukuk âbidesi Ebûssuud'da da aramak icab eder. Devleti haricî münâsebetlerde temsil eden nişancıların, diplomatik ve diplomasi ilminin mütehassısları ve kazaskerlerden titizlikle seçildiğini müşâhede edince; Kanuni'nin sadrazamının dilinden bir sadrazamın nasıl olması gerektiğini yine onun kaleme aldığı “Asâfnâm e”den ibretle okuyunca ve bakanlar kurulu demek olan Divan -ı Hüm âyun'un “hâcegân -ı divan “ olmadan toplanmadığını kanunnâmelerden öğrenince, Osmanlı Padişahlarının neden ve nasıl zaferden zafere at koşturduğunu daha iyi anlıyoruz.

Osmanlı Devleti'nin duraklamasında ve gerilemesinde, ehil olmayan insanların göreve getirilişinin yattığını çok iyi idrâk eden Osmanlı Padişahı, vezir-i a'zamına bu hakikatı, bir tayin fermanı münâsebetiyle şöyle ifade ediyor:

“Benim Vezirim, Tezkirecilik görevi için, ehliyetli bir kaç adayı düşünerek seçip, bana arzet. Önce kendi devlet adamlarımızı terbiye etmeyip, her birinde türlü türlü uygunsuz tavırlar varken, başkalarını terbiye etmeye yüzümüz kalmıyor. Ben senin kimseye iltimas yapmayacağını biliyorum. Gerek bu çeşit fiillere ve gerek tamah ve rüşvete cesaret edenleri, niçin tarafıma ifade etmezsin? Hep “benden olmasın” diye diye devletimiz bu hale geldi. Bundan sonra vâkıf olduğun kötü hareket her kimden zuhûr ederse, tarafıma bildiresin. İşte sana tenbih ediyorum.”

7) Bütün bu sebeplerin etkisiyle, yükseliş dönemindeki Osmanlı idaresinde rüşvet , suiistimal, sefâhet, israf ve gayr-i meşru masraflar, vatandaşa zulüm ve benzeri kötülüklerin olmayışı, Osmanlı Devleti’ni kısa zamanda yükseltmiştir
alıntıdır.

_Yağmur_ - avatarı
_Yağmur_
VIP VIP Üye
29 Ocak 2016       Mesaj #3
_Yağmur_ - avatarı
VIP VIP Üye
Osmanlı Devleti'nin yükseliş sebepleri nelerdir?
MsXLabs.org

1)Osmanlı devleti komşuları kendisine nazaran çok kuvvetsizdi ve yaptığı savaşlardan çok iyi ganimetler kazanıyordu. Bu şekilde asya ve afrika kıtasına kadar yayıldı.
2)Ekonomik açıdan güçlü olmaları
3)Savaş taktikleri ve imanlarıyla birçok savaş kazanmış ve fetihler yapmışlardır.
4)Amerika'nın keşfedilmiş olmamasından dolayı Osmanlı Devleti üç kıtaya ayrılmıştır.
5)Dünyanın önemli ticaret yollarını kendi kontrolü altında bulunduran Osmanlı Devleti ekonomik açıdan da güçlüydü bu yüzden. Yani Ticaret yollarının hakimi de olmayı bir madde olarak sayabilirsiniz.
6) En önemli sebep ise İslamiyeti yayma düşüncesi

Ek Bilgi;

Alıntı

1- Anadolu’nun Durumu:
1243’teki Kösedağ Savaşı’ndan sonra Anadolu’nun çeşitli yerlerinde beylikler ortaya çıktı. Anadolu Selçuklu Devleti’nin etkisi giderek azalırken, İlhanlılar Anadolu’yu denetimleri altına almaya başladılar.

2- Bizans’ın Durumu:
Bizans, tam bir entrika merkezi durumundaydı. Gerek Anadolu, gerekse Balkanlardaki vali ve komutanlar merkezi dinlemiyorlardı. “Tekfur” denilen beyler serbest bir şekilde hareket ediyorlardı. Bu durum Osmanlıların yayılmasında kolaylık sağladı.

3- Coğrafi Durum:
Osmanlı Beyliği, coğrafi konum itibariyle Bizans’a komşu bir durumdaydı. Böylece “gaza” yapabileceği topraklarla karşı karşıyaydı. Batıya doğru ilerlediğinde ise ekonomik merkezler olan İznik, İzmit, ve Bursa’yı elde edebilecek durumdaydı.

4- Diğer Beylikler Tarafından Rahatsız Edilmemeleri:
Osmanlı ilk dönemlerde, Bizans ile mücadeleye giriştiler. Anadolu Beylikleri arasındaki çekişmelere müdahale etmediler. Bu durumda beylikler Osmanlı Beyliğine karşı cephe almadılar. Böylece Osmanlı Beyliği sınırlarda daha rahat bir şekilde hareket etti.

5- Balkanlarda Birliğin Bozuk Olması:
Bu dönemde Balkanlı milletler arasında mücadeleler vardı. Güçlü temellere sahip merkezi devletler yoktu. Bu durum; Osmanlıların Balkanlarda da kolayca yayılmalarını sağladı. Balkanlarda iki önemli güç vardı. Bunlar Bulgar ve Sırp Krallıklarıdır. Gerek Sırplar gerekse Bulgarlar Bizans sınırlarına devamlı saldırılar düzenleyerek Bizans aleyhine gelişiyorlardı.

6- Doğudan Gelen Yoğun Türkmen Göçleri:
Fethedilen yerlerin elde tutulması için nüfus üstünlüğüne ihtiyaç vardır. Osmanlılar da fethettikleri yerlere hemen doğudan gelen Türkmenleri yerleştirmişlerdir. Bu durum alınan bölgenin kısa zamanda Türkleşmesini sağlamıştır.

7- Merkezi Yönetimin Güçlü Olması:
Osmanlılar, daha önceki Türk Devletlerin tersine, güçlü bir merkez yönetimi oluşturmuşlardır. Önceki Türk Devletlerinde görülen memleket “hanedan üyelerinin ortak malıdır” anlayışından kaynaklanan ülkenin paylaşılması yöntemi uygulanmamıştır. Bu durum da devletin parçalanmamasını, uzun süre yaşamasını sağlamıştır. Fatih zamanında ise Osmanlı Devleti, merkeziyetçi mutlak imparatorluk haline gelmiştir.

8- Takip Edilen Mükemmel Politika:
Osmanlı Fetihleri hiçbir zaman işgal ve istila amacı taşımamıştır. Fethedilen yerler, yerleşim yeri olarak görülmüş, yeni bir yurt olarak değerlendirilmiştir. Bu durum fetihlerin kalıcı olmasını sağlamıştır. Fethedilen yerlerde uygulanan tımar sistemi, nüfus iskan ve kültür politikası sayesinde devlet otoritesi bu bölgelere götürülmüştür. Hakimiyet altına alınan toplumlara vicdan hürriyeti tanınmış, hayat tarzlarına müdahale edilmemiştir.

9- Yüzyıl Savaşları’nın Etkisi:
Avrupa’da 1337-1431 yılları arasında Yüzyıl Savaşları yapıldı. İngiltere ile Fransa arasındaki bu savaşlar,Osmanlı Devleti’nin Avrupa’da ilerlemesini kolaylaştıran bir faktör oldu.

"İnşallah"derse Yakaran..."İnşa" eder YARADAN.

Benzer Konular

24 Şubat 2016 / Misafir Cevaplanmış
3 Mart 2015 / Ziyaretçi Cevaplanmış