Arama

Sanatın ülke kalkınmasındaki yeri nedir?

En İyi Cevap Var Güncelleme: 3 Mart 2015 Gösterim: 1.519 Cevap: 2
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Kasım 2013       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Sanatın ülke kalkınmasındaki yeri nedir?

Eğer bir ülkede sanat yoksa o ülke kalkınmaz. Çünkü insanlar müzik yaparak, sinema seyrederek resim vb şeyler yaparak ülkesine yardımcı olur .Örneğin sinemaya gittiniz orada bir yabancı film var siz o yabancı filme para verdiğiniz zaman o filmin parası o ülkeye gider.
EN İYİ CEVABI _EKSELANS_ verdi
Sanatın Toplum Kalkınmasındaki Önemi Nelerdir?

Sponsorlu Bağlantılar
San’at, genel anlamı ile ihtiyaçlar karşısında bilgi ve düşünceyi işle birleştirmek “faydalı” bir eser meydana getirmektir. San’at; maddî(zanaat ve teknik) ve güzel san’atlar olarak ikiye ayrılır. Birincisi maddî ihtiyaçları karşılamak, işleri kolaylaştırmak için gerekli olan araç ve malzemelerin yapımını sağlayan hünerlerdir. İkincisi ise ruhî melekelerimizin olgunlaşmasına yardımcı olan, insana bediî heyecan ve zevk veren hünerlerdir. Güzel san’atları faydasız boş meşguliyetler kabul ve zannetmek iki gözle görülen hakikatleri inkâr etmek olur. Menfaatten, bencil isteklerden uzak, en temiz duyguları telkin eden ve temiz bir toplumun kurulmasını sağlayan san’at nasıl olur da faydasız kabul edilebilir? San’at, başıboş çılgınca bir oyalanma da kabul edilemez. San’at, insan zekâsının tabiatı işlemesidir. İnsanın işlenmemiş olarak bulduğu dünyaya müdahaleleri, yiyecek ve barınak sağlamak üzere araç olarak kullandığı san’atın rüşeym halindeki örnekleriydi. Buna göre san’atın tipik örnekleri her şeyden önce konser salonlarında, müzelerde değil, tarlada, otlakta, sabanda aranmalıdır. San’atın faydası konusunda “San’atla ekmek pişirilmez.” şeklindeki bir iddiaya, “İnsan sadece ekmekle yaşayamaz. San’at âdetâ insanların teneffüs zamanıdır. Nasıl ki, teneffüse ihtiyaç varsa san’ata duyulacak ihtiyaç da o derecededir. İnsan faaliyetleri ne kadar san’at çeşnisine bürünmüşse medeniyet o kadar ileri gitmiş olacaktır. Bir san’at eseri bir toplumun ulaşmış olduğu merhaleye en güvenilir bir şekilde şahitlik eder. Halen olduğu gibi rengin ve canlılığın en saf, en kesif şekilleriyle yalnız san’ata inhisar ettirilip hayatın geri kalan kısmının basma kalıp bilgilerle zavallı ve donuk bırakılması için hiçbir sebep yoktur. İnsan faaliyetlerinin yalnız bilgiden ibaret olduğu bir toplumda diri kalmak, kalkınmak yalnız ve ancak san’ata bağlı kalmıştır.” diye cevap vermek herhalde mübalâğa sayılmaz.
19. yüzyılın sonları ile günümüzde sık, sık ileri sürülen san’atın bir kaçış, bir fildişi kule olduğu fikri birçok hissî hücum ve savunmalara konu olmuştur. Eğer san’at hayattan kaçışsa, çözülmüş bir cemiyetteki yaygın sosyal huzursuzluklardan, insanlardaki şahsiyet çelişkilerinden ve dünyanın içinde kıvrandığı anarşisinden kaçış olacaktır. San’at, Charles Lalo gibi Batı estetikçilerinin sandığı gibi, milletlerin ancak incelme çağlarında kendini gösteren bir lüks işi de değildir.
Bilim, tabiatta mevcut olgularla ilgilenir, onları gruplar, tanımlar, önceden tahminlerde bulunulacağını açıklar. Kalkınmış memleketlerde bütün san’at eserlerinin genellikle sağlam ve konforlu, kalkınmamış memleketlerde ise çürük ve konforsuz olduğu gözlenmiştir. San’at eserlerinin maddî yapısını teşkil eden fizikî unsurlar acaba bir memleketin kalkınmasında temel faktör müdür şeklindeki bir soruya “Madde unsurlarının en iyisini yetiştiren bir milletin gelişme içinde olduğu akla uygundur. Bütün bunlar kalkınmanın ancak san’atla gerçekleştirilebileceğinin açık bir ifadesidir. Acaba yeteri kadar bilim adamı yetiştirmek, ilmî araştırmalara önemli yatırımlar yaparak canlı bir araştırma faaliyeti yaratmak bir memleketi kalkındırmada tek başına yeterli bir faktör müdür?” diyerek cevap verebiliriz.
Bir an kalkınmamış bir memleketin plânlı ve programlı bir şekilde bilim adamı yetiştirmek ve ilmî araştırmayı hızlandırmak için gayret sarf ettiğini, bu gayretlerin sonunda kalkınmış memleketlerdeki oranda bilim adamına ve ilmî araştırma seviyesine eriştiğini kabul edelim. Her ülkede bilim adamları, genellikle organizasyon bozukluğu, işbirliğinin yokluğu yüzünden birbirlerinden habersiz aynı tip araştırmaları yapmakta, mensup oldukları toplumun kalkınma ihtiyaçlarıyla ilgilenecek yerde çoğu zaman ilmî geçerliliği olan sahalarda araştırma yapmaktadırlar. Kendileri büyük paralarla yetiştirildikleri halde gelecek nesilleri yetiştirmekte hassasiyet göstermemekte, hattâ sahada tek adam kalma hırsı içinde yetişecekleri de köstekleyebilmektedirler. Bilim adamları çoğunlukla bilimin bulgularını yayarak aydın bir toplum yaratmada çaba gösterecekleri yerde görevleriyle zıt düşen işlerle meşgul olmaktadırlar. İşte böyle bir bilim ve bilim adamının topluma katkısı ne olacaktır? Tarihte kendi memleketi aleyhine casusluk yapan, rüşvet alıp yanlış rapor veren veya bir iktidarın korkusuyla yalanlara ilmîlik süsü kazandıran bilim adamları gözlerinizin önüne gelsin. Her mesleğin içinde o işin hakkını vermeyen insanlar mutlaka vardır. San’attan mahrum bir millet bilim yönünden ne kadar zengin olursa olsun yakıtı bulunmayan bir taşıt gibi bir yere kadar ilerleyebilecektir.
Bir formülün ispat edildiği gibi, deneyle ispat edilemeyen, mantıkî delillere bağlanamayan, fakat duyuların ve kalbin teslimiyet gösterdiği birçok şeyler söyleyen san’at dilinden filozoflar daima şüphe etmişlerdir. Mantığın ve laboratuarın gerçeği ile karşılaştırıldığı zaman san’atın gerçeği, şairane ve ahlâkî gerçeği son derece başıboş, sathî ve bir vecd havasına bürünmüş gibi görünmektedir. Ama aklı başında olan bir insan hissetmiştir ki, san’atın ifade ettiği gerçek, mantığın ve laboratuarın ortaya koyduğu formüllerden çok daha somut, çok daha mutlak ve faydalıdır. Nesneleri açıklayan gerçek bir bilgi değil, san’atın zengin ifadesidir. Bilim, nesnelerin özelliğini gerçekleştirmekte değil, onları kontrol altına alma teknikleriyle meşguldür. San’atın sadece gerçeği tasvir değil doğrudan doğruya ifade edebilecek bir dile, bir gerçekleştirme gücüne sahip olduğu metafizikçi tarafından da bilinmektedir. Bundan da anlaşılır ki, belki kâinatın gerçeği yalnız san’atla canlandırılıp bilinir ve yaşanabilir.
San’at, yalnız estetik değerler taşıyan kapalı bir akım değildir. San’at toplumun birçok değerlerini hep birden taşıyan, bu değerleri şuurlandıran sentetik bir varlıktır. San’at eserinde sadece hoş bir güzellik, ilgi çekici bir tasvir yönü yoktur. San’at eserinde güzellik dediğimiz estetik değerlerden başka toplumun hemen bütün hayatı, görgüleri, bilgileri ve şuur altını içine alan geniş bir ifade vardır. San’atçı bütün bunları içine alarak meydana getirdiği o eserinde âdetâ bir milletin kökenini işlemiştir. Her zaman yenilikle ortaya çıkmış, her zaman yeni bir ifadeyi bünyesine sindiren eseriyle hayata daima müdahale etmiştir. Zulümleri, haksızlıkları gören, bu yüzden herkesten önce isyan bayrağını açan o kişiler daima demir parmaklıkların arkasında çürütülmeye bırakılmışlardır. Edebiyatımızın o hürriyetle sinesi dolup taşan Namık Kemal’i bu yüzden sürülmüştür.
“San’at, sadece bir gönül işidir.” diyenler san’atın ne olduğunu, topluma etkilerini bilmeyen, güzel anlayışından mahrum bencil kişilerdir. San’atın ve bir memleketin ilerleme devri; kalemin, fırçanın, sözün, alçının, taşın, demirin ve diğer san’at unsurlarının doğrudan doğruya insan faaliyetlerini içine aldığı bir dönem olacaktır.
Batı ile aramızda her sahadaki açıklık eskiden beri devam etmektedir. Batıda san’at ve san’atçı el üstünde tutulduğundan san’atın hemen her dalı gelişmiş, Batılı ülkeler heykelin, resmin, mimarinin, mûsikînin ve edebiyat ürünlerinin klâsiklerine kavuşmuşlardır.
Kalkınmış bir cemiyette her işte bir san’at vasfı, tadılan her zevkte güzelliği takdir etmenin göz kamaştırıcı ve hemen tatmin edici özelliği bulunacaktır. Bu sözü hedef tutarak san’atın pratik olmadığını, dünya işleriyle ilişkisinin bulunmadığını söylemek gözsüz bir hayat yaşamak olacaktır. Gerek san’atçının zevkli faaliyeti gerek san’attan duyulan haz, sağlam, mes’ût, kalkınmış bir toplum düzeninde bu bol ve geniş imkânların neyle gerçekleştirilebileceğini gözler önüne serer. San’at, fikir hayatının başlangıcından beri çeşitli gruplar tarafından suçlanmış ve hor görülmüştür. İnsan hayatının perişanlığını ve düzensizliğini hafifletmek gibi ciddî endişelere kendisini vermiş kimselerce daima san’at, hayat gibi ciddî bir işi bir tarafa bırakıp bir oyalanma olarak görülmüş, duyular yoluyla ruhu rahatsız eden bir faaliyet sayılmıştır. San’atın günümüzde duyulara hitapla kişiyi olumsuz yöne çevirdiği ithamı pek öyle geçerli bir itham değildir. Shelley’in dediği gibi, eğer dünya durulmuş isteklere göre yeniden ayarlanacaksa bu düzenlemede gönülleri harekete geçirecek ve böylece insanları bir yöne doğru yöneltecek, gerçeği açığa çıkaracak şey yalnız san’at olacaktır.
Eski milletlerin değerinin san’ata verdikleri önemle arttığı bilinmektedir.
Kaldı ki, san’atın maddî cephesi olan zanaat ve teknik buluşlar sayesinde bilim bugün ulaşılabilen zengin araştırma ve inceleme materyaline ve ortamına kavuşmuştur. Diyebiliriz ki, bir ülkede san’atın yani zanaatın, tekniğin ve güzel san’atların topluca önemi, sadece bilimin varlığından daha ağırlıklı olarak o milletin hayatında daha fazla ve öncelikli bir yer işgâl eder ve san’at bir bütün olarak toplum kalkınmasında her zaman bilimden önde gelir, toplumu kalkınma ve ilerleme yarışında ileriye doğru itici bir güç olur.
O yüzden Atatürk’ün bir vecizesinde belirttiği gibi diyebiliriz ki, “Herkes mebus, vekil olabilir, hattâ cumhurreisi de olabilir, fakat san’atçı olamaz.”


Son düzenleyen _EKSELANS_; 3 Mart 2015 19:08
biruni - avatarı
biruni
VIP Önce Sağlık
31 Ocak 2014       Mesaj #2
biruni - avatarı
VIP Önce Sağlık
"Sanatsız kalan bir ulusun hayat damarlarından biri kopmuş demektir"

Sponsorlu Bağlantılar
Atatürk

Son düzenleyen _EKSELANS_; 3 Mart 2015 19:09
Düşüncene katılmam şart değil, düşünceni anlatman için savaşırım...
_EKSELANS_ - avatarı
_EKSELANS_
Kayıtlı Üye
3 Mart 2015       Mesaj #3
_EKSELANS_ - avatarı
Kayıtlı Üye
Bu mesaj 'en iyi cevap' seçilmiştir.
Sanatın Toplum Kalkınmasındaki Önemi Nelerdir?

San’at, genel anlamı ile ihtiyaçlar karşısında bilgi ve düşünceyi işle birleştirmek “faydalı” bir eser meydana getirmektir. San’at; maddî(zanaat ve teknik) ve güzel san’atlar olarak ikiye ayrılır. Birincisi maddî ihtiyaçları karşılamak, işleri kolaylaştırmak için gerekli olan araç ve malzemelerin yapımını sağlayan hünerlerdir. İkincisi ise ruhî melekelerimizin olgunlaşmasına yardımcı olan, insana bediî heyecan ve zevk veren hünerlerdir. Güzel san’atları faydasız boş meşguliyetler kabul ve zannetmek iki gözle görülen hakikatleri inkâr etmek olur. Menfaatten, bencil isteklerden uzak, en temiz duyguları telkin eden ve temiz bir toplumun kurulmasını sağlayan san’at nasıl olur da faydasız kabul edilebilir? San’at, başıboş çılgınca bir oyalanma da kabul edilemez. San’at, insan zekâsının tabiatı işlemesidir. İnsanın işlenmemiş olarak bulduğu dünyaya müdahaleleri, yiyecek ve barınak sağlamak üzere araç olarak kullandığı san’atın rüşeym halindeki örnekleriydi. Buna göre san’atın tipik örnekleri her şeyden önce konser salonlarında, müzelerde değil, tarlada, otlakta, sabanda aranmalıdır. San’atın faydası konusunda “San’atla ekmek pişirilmez.” şeklindeki bir iddiaya, “İnsan sadece ekmekle yaşayamaz. San’at âdetâ insanların teneffüs zamanıdır. Nasıl ki, teneffüse ihtiyaç varsa san’ata duyulacak ihtiyaç da o derecededir. İnsan faaliyetleri ne kadar san’at çeşnisine bürünmüşse medeniyet o kadar ileri gitmiş olacaktır. Bir san’at eseri bir toplumun ulaşmış olduğu merhaleye en güvenilir bir şekilde şahitlik eder. Halen olduğu gibi rengin ve canlılığın en saf, en kesif şekilleriyle yalnız san’ata inhisar ettirilip hayatın geri kalan kısmının basma kalıp bilgilerle zavallı ve donuk bırakılması için hiçbir sebep yoktur. İnsan faaliyetlerinin yalnız bilgiden ibaret olduğu bir toplumda diri kalmak, kalkınmak yalnız ve ancak san’ata bağlı kalmıştır.” diye cevap vermek herhalde mübalâğa sayılmaz.
19. yüzyılın sonları ile günümüzde sık, sık ileri sürülen san’atın bir kaçış, bir fildişi kule olduğu fikri birçok hissî hücum ve savunmalara konu olmuştur. Eğer san’at hayattan kaçışsa, çözülmüş bir cemiyetteki yaygın sosyal huzursuzluklardan, insanlardaki şahsiyet çelişkilerinden ve dünyanın içinde kıvrandığı anarşisinden kaçış olacaktır. San’at, Charles Lalo gibi Batı estetikçilerinin sandığı gibi, milletlerin ancak incelme çağlarında kendini gösteren bir lüks işi de değildir.
Bilim, tabiatta mevcut olgularla ilgilenir, onları gruplar, tanımlar, önceden tahminlerde bulunulacağını açıklar. Kalkınmış memleketlerde bütün san’at eserlerinin genellikle sağlam ve konforlu, kalkınmamış memleketlerde ise çürük ve konforsuz olduğu gözlenmiştir. San’at eserlerinin maddî yapısını teşkil eden fizikî unsurlar acaba bir memleketin kalkınmasında temel faktör müdür şeklindeki bir soruya “Madde unsurlarının en iyisini yetiştiren bir milletin gelişme içinde olduğu akla uygundur. Bütün bunlar kalkınmanın ancak san’atla gerçekleştirilebileceğinin açık bir ifadesidir. Acaba yeteri kadar bilim adamı yetiştirmek, ilmî araştırmalara önemli yatırımlar yaparak canlı bir araştırma faaliyeti yaratmak bir memleketi kalkındırmada tek başına yeterli bir faktör müdür?” diyerek cevap verebiliriz.
Bir an kalkınmamış bir memleketin plânlı ve programlı bir şekilde bilim adamı yetiştirmek ve ilmî araştırmayı hızlandırmak için gayret sarf ettiğini, bu gayretlerin sonunda kalkınmış memleketlerdeki oranda bilim adamına ve ilmî araştırma seviyesine eriştiğini kabul edelim. Her ülkede bilim adamları, genellikle organizasyon bozukluğu, işbirliğinin yokluğu yüzünden birbirlerinden habersiz aynı tip araştırmaları yapmakta, mensup oldukları toplumun kalkınma ihtiyaçlarıyla ilgilenecek yerde çoğu zaman ilmî geçerliliği olan sahalarda araştırma yapmaktadırlar. Kendileri büyük paralarla yetiştirildikleri halde gelecek nesilleri yetiştirmekte hassasiyet göstermemekte, hattâ sahada tek adam kalma hırsı içinde yetişecekleri de köstekleyebilmektedirler. Bilim adamları çoğunlukla bilimin bulgularını yayarak aydın bir toplum yaratmada çaba gösterecekleri yerde görevleriyle zıt düşen işlerle meşgul olmaktadırlar. İşte böyle bir bilim ve bilim adamının topluma katkısı ne olacaktır? Tarihte kendi memleketi aleyhine casusluk yapan, rüşvet alıp yanlış rapor veren veya bir iktidarın korkusuyla yalanlara ilmîlik süsü kazandıran bilim adamları gözlerinizin önüne gelsin. Her mesleğin içinde o işin hakkını vermeyen insanlar mutlaka vardır. San’attan mahrum bir millet bilim yönünden ne kadar zengin olursa olsun yakıtı bulunmayan bir taşıt gibi bir yere kadar ilerleyebilecektir.
Bir formülün ispat edildiği gibi, deneyle ispat edilemeyen, mantıkî delillere bağlanamayan, fakat duyuların ve kalbin teslimiyet gösterdiği birçok şeyler söyleyen san’at dilinden filozoflar daima şüphe etmişlerdir. Mantığın ve laboratuarın gerçeği ile karşılaştırıldığı zaman san’atın gerçeği, şairane ve ahlâkî gerçeği son derece başıboş, sathî ve bir vecd havasına bürünmüş gibi görünmektedir. Ama aklı başında olan bir insan hissetmiştir ki, san’atın ifade ettiği gerçek, mantığın ve laboratuarın ortaya koyduğu formüllerden çok daha somut, çok daha mutlak ve faydalıdır. Nesneleri açıklayan gerçek bir bilgi değil, san’atın zengin ifadesidir. Bilim, nesnelerin özelliğini gerçekleştirmekte değil, onları kontrol altına alma teknikleriyle meşguldür. San’atın sadece gerçeği tasvir değil doğrudan doğruya ifade edebilecek bir dile, bir gerçekleştirme gücüne sahip olduğu metafizikçi tarafından da bilinmektedir. Bundan da anlaşılır ki, belki kâinatın gerçeği yalnız san’atla canlandırılıp bilinir ve yaşanabilir.
San’at, yalnız estetik değerler taşıyan kapalı bir akım değildir. San’at toplumun birçok değerlerini hep birden taşıyan, bu değerleri şuurlandıran sentetik bir varlıktır. San’at eserinde sadece hoş bir güzellik, ilgi çekici bir tasvir yönü yoktur. San’at eserinde güzellik dediğimiz estetik değerlerden başka toplumun hemen bütün hayatı, görgüleri, bilgileri ve şuur altını içine alan geniş bir ifade vardır. San’atçı bütün bunları içine alarak meydana getirdiği o eserinde âdetâ bir milletin kökenini işlemiştir. Her zaman yenilikle ortaya çıkmış, her zaman yeni bir ifadeyi bünyesine sindiren eseriyle hayata daima müdahale etmiştir. Zulümleri, haksızlıkları gören, bu yüzden herkesten önce isyan bayrağını açan o kişiler daima demir parmaklıkların arkasında çürütülmeye bırakılmışlardır. Edebiyatımızın o hürriyetle sinesi dolup taşan Namık Kemal’i bu yüzden sürülmüştür.
“San’at, sadece bir gönül işidir.” diyenler san’atın ne olduğunu, topluma etkilerini bilmeyen, güzel anlayışından mahrum bencil kişilerdir. San’atın ve bir memleketin ilerleme devri; kalemin, fırçanın, sözün, alçının, taşın, demirin ve diğer san’at unsurlarının doğrudan doğruya insan faaliyetlerini içine aldığı bir dönem olacaktır.
Batı ile aramızda her sahadaki açıklık eskiden beri devam etmektedir. Batıda san’at ve san’atçı el üstünde tutulduğundan san’atın hemen her dalı gelişmiş, Batılı ülkeler heykelin, resmin, mimarinin, mûsikînin ve edebiyat ürünlerinin klâsiklerine kavuşmuşlardır.
Kalkınmış bir cemiyette her işte bir san’at vasfı, tadılan her zevkte güzelliği takdir etmenin göz kamaştırıcı ve hemen tatmin edici özelliği bulunacaktır. Bu sözü hedef tutarak san’atın pratik olmadığını, dünya işleriyle ilişkisinin bulunmadığını söylemek gözsüz bir hayat yaşamak olacaktır. Gerek san’atçının zevkli faaliyeti gerek san’attan duyulan haz, sağlam, mes’ût, kalkınmış bir toplum düzeninde bu bol ve geniş imkânların neyle gerçekleştirilebileceğini gözler önüne serer. San’at, fikir hayatının başlangıcından beri çeşitli gruplar tarafından suçlanmış ve hor görülmüştür. İnsan hayatının perişanlığını ve düzensizliğini hafifletmek gibi ciddî endişelere kendisini vermiş kimselerce daima san’at, hayat gibi ciddî bir işi bir tarafa bırakıp bir oyalanma olarak görülmüş, duyular yoluyla ruhu rahatsız eden bir faaliyet sayılmıştır. San’atın günümüzde duyulara hitapla kişiyi olumsuz yöne çevirdiği ithamı pek öyle geçerli bir itham değildir. Shelley’in dediği gibi, eğer dünya durulmuş isteklere göre yeniden ayarlanacaksa bu düzenlemede gönülleri harekete geçirecek ve böylece insanları bir yöne doğru yöneltecek, gerçeği açığa çıkaracak şey yalnız san’at olacaktır.
Eski milletlerin değerinin san’ata verdikleri önemle arttığı bilinmektedir.
Kaldı ki, san’atın maddî cephesi olan zanaat ve teknik buluşlar sayesinde bilim bugün ulaşılabilen zengin araştırma ve inceleme materyaline ve ortamına kavuşmuştur. Diyebiliriz ki, bir ülkede san’atın yani zanaatın, tekniğin ve güzel san’atların topluca önemi, sadece bilimin varlığından daha ağırlıklı olarak o milletin hayatında daha fazla ve öncelikli bir yer işgâl eder ve san’at bir bütün olarak toplum kalkınmasında her zaman bilimden önde gelir, toplumu kalkınma ve ilerleme yarışında ileriye doğru itici bir güç olur.
O yüzden Atatürk’ün bir vecizesinde belirttiği gibi diyebiliriz ki, “Herkes mebus, vekil olabilir, hattâ cumhurreisi de olabilir, fakat san’atçı olamaz.”


Benzer Konular

20 Şubat 2014 / turan Soru-Cevap
31 Aralık 2012 / Misafir Soru-Cevap
12 Aralık 2008 / Ziyaretçi Soru-Cevap
31 Aralık 2011 / Misafir Soru-Cevap