Arama

Hac niçin yapılır?

En İyi Cevap Var Güncelleme: 22 Eylül 2014 Gösterim: 2.277 Cevap: 2
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
27 Kasım 2013       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Hac niçin yapılır?
MsXLabs.org
EN İYİ CEVABI Efulim verdi
NİÇİN HACCA GİDİYORUZ?
MsXLabs.org
Sponsorlu Bağlantılar

Bizi kusursuz ve mükemmel bir şekilde yaratan, sayılamayacak kadar çok nimeti bizlere lûtfeden ve yine bizi sadece kendisini tanıyıp O’na ibadet edelim diye yarattığını ilan eden Rabbimizin emrini yerine getirmek için gidiyoruz.
Bir şey, Allah emrettiği için yapılırsa ibadet olur. İbadetleri, ibadeti bize emreden Rabbimizin rıza ve hoşnutluğunu kazanmak üzere, ihlasla yapmamız gerekir. Sırf dünyevî fayda ve menfaatler gözetilerek yapılan bir ibadet, ibadet olmaktan çıkar.
İbadetlerde, ihlas çok önemlidir. İhlas ise, bir şeyi sadece Rabbimiz emrettiği için ve emrettiği şekilde yapmak demektir. Yaptığımız ibadetlerden dünyevî bir beklentiye girmemiz, asla doğru değildir ve bu tür beklentiler ibadetin ruhunu zedeler. Rabbimiz, bizden ibadetlerimizi sadece rızasını kazanmak üzere yapmamızı istemektedir. Böyle olmakla birlikte; O (c.c), ibadetlerin içine bir kısım hikmetleri de koymuş, bu hikmetlerle bizi, ibadet etmeye teşvik etmiştir. Haccın, sayılamayacak kadar hikmeti vardır.

Hac, Binlerce Hikmetle Örgülenmiş Bir İbadettir

Hac; iç içe geçmiş binlerce hikmeti, bünyesinde barındıran bir ibadettir. Hac ibadetini eda ederken, daha önce görmediğimiz pek çok olayla karşılaşırız. İlk bakışta, aklımızla bunların anlamını ve hikmetini kavrayamayabiliriz. Evvela şunu ifade etmek gerekir ki; hac ibadeti, akıldan ziyade kalp ve ruhun önde yürüdüğü bir ibadettir ve kalbin inkişaf etmesini sağlar. Onun için bu ibadeti yaparken, kalbimizin içindeki güzellikleri zenginleştirmeye çalışmalıyız. Aklımızın ilk etapta anlamakta güçlük çektiği konularda da hemen tenkit etmeye kalkışmamalıyız. Cenab-ı Hakk’ın emrine teslimiyetle, bir taraftan da hikmetlerini anlamaya çalışarak, gönlümüzün huzura ereceği eşref saatlerini doyasıya yaşamalıyız.
Mesela; biz bu ibadeti eda ederken, ilk başta mîkât sınırı denilen yerde, iki parça havludan ibaret ihram elbisesine bürünür; bir başka yerde yorgansız, yastıksız, ihramlı bir şekilde geceyi geçirir; başka bir yerde taşlardan örülmüş bir sütunu taşlar; farklı bir mekânda yine taşlardan yapılmış bir binanın etrafında döneriz… Bütün bunların anlamını ve hikmetini bazen kavrar, bazen de kavrayamayız. Vicdanımıza uzaktan dalgalar halinde gelip çarpan ilâhî feyiz ve sırları, bazen hisseder bazen de hissedemeyiz. Hissettiğimiz zaman dahi, bir anlam veremeyebiliriz.
Biz, bu konuda ve bu ibadetlerin yapıldığı vadilerin pek çoğunda, aslında sadece bize bu ibadeti emreden Rabbimize teslim olmanın güzelliğini yaşarız. Bu teslimiyetin, ruha sağladığı öyle derin bir huzur vardır ki, insan, kendi aklıyla getireceği izahların hiç birinde o zevki duyamayacaktır.
Mesela; haccın en önemli rüknü olan vakfenin yapıldığı Arafat’a gidip, kumların üzerinde ayakta durmak ve dua etmek; bayram gecesini, Müzdelife vadisinde dua ve yakarışlarla geçirmek gibi, yapılması gereken birkısım menasiki (hacda yapılması gereken ibadetleri) eda ederken, her konuyu akılla izah etmeye kalkışmak, bizim, manevî yönden yolda kalmamıza sebep olabilir. Ama, hacdaki ibadetleri yaparken, bu ibadeti, bize emreden Rabbimizin emrine teslim olma havası içinde bulunduğumuzda, gönlümüzde O’nun bize lûtfettiği huzuru doya doya yaşarız.
Hakk’a gönül vermiş bir insan, akıldan ziyade kalbin ve ruhun inkişaf edeceği bu kutlu yolculukta, nefsinin başına taş atma mahiyetinde, taşlardan örülü bir sütuna taş atacaktır. Taşı taşlarken de şunu düşünecektir: “Akıllı bir insan olmak şerefiyle şereflendirilen ben, taşlardan inşa edilmiş bir sütuna taş atıyorum, aklım bunu almıyor. Fakat aklımın aldığı bir şey var, o da aklımın almadığı bütün bu işlerin, Rabbimin bir emri olduğu gerçeğidir. Rabbimin emrini yerine getirmenin sevincini gönlümde duyuyor, içimde onun coşkusunu yaşıyorum. Ey Rabbim! Senin emrini yerine getirmek ne kadar hoş ...”
İşte Müslüman, bu coşku ve heyecan içinde, Beytullah’ı tavaf edecek, Arafat’a çıkıp vakfe yapacak, Müzdelife’ye gelip geceyi orada geçirecek, Mina’da şeytan taşlayacak, ardından kurban kesecek ve daha pek çok ibadeti, gönül huzuruyla yerine getirecektir. O, bütün bunları yaparken de bu ibadetlerin yerine getirildiği her kutsal mekânı, âdeta Cenab-ı Hakk’ın rahmet adına açtığı bir kapı gibi görecek ve o vadilerde dolaşırken, “Lebbeyk Allahümme lebbeyk” diyerek rahmet deryasına dalma iştiyakı ile hareket edecektir.

HACCIN HİKMETLERİ

Haccın hikmetleri, sayılamayacak kadar çoktur. Haccın bütün hikmetlerini saymak, bu çalışmanın çerçevesini aşar. Ancak burada haccın, kayıtlarda bulabildiğimiz binlerce hikmetinden bazılarını işlemeye çalışacağız.
Hac ve umre, kutsal mabedimiz olan Kâbe’nin, her yıl ibadetle ihya edilmesine vesile olur.
Hac, insan nefsini günahlardan temizler, duru bir hale getirir, onu ihlâsla donatır, yeni bir hayatın kapılarını aralar; insanın maneviyatını güçlendirir, ilâhî rahmet ve affa dair duyduğu güveni sağlamlaştırır.
Hac, imanı kuvvetlendirir. Allah’a verilen sözün yenilenmesine yardım eder. Bizi, kolay kolay dönülmeyen nasuh tevbesine götürür. Nefsi tertemiz hale getirerek duyguları inceltir ve sanki onu kanatlandırır.
Hac mümine, İslâm’ın muhteşem geçmişini hatırlatır. Güzel ahlâkıyla ve faaliyetleriyle dünyayı aydınlatan Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), güzide ashabının ve onlara en güzel şekilde tâbi olan kutlu insanların yaptığı fedakârlıkları ve kahramanlıkları hatırlatır.
Öte yandan hac, zorluklarıyla insanı sabra ve tahammüle alıştırır, disipline eder ve ona emirlere uyma şuurunu kazandırır.
Hac vesilesi ile kul, Rabbine daha iyi şükreder; Rabbinin kendisine verdiği mal, sağlık ve afiyet nimetlerine daha içten şükretme fırsatını yakalar.

1- Hac, KüllÎ Mertebede Bir Ubudiyettir

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, hacda hemen her yerde, sürekli olarak Allahu ekber Allahu ekber denilmesinin bir hikmetini şöyle izah ediyor:?
“Hacda, pek kesretli (çok kere) Allahu ekber denilmesi şu sırdandır:
Çünkü, hacc-ı şerif bizzat kendisi, herkes için küllî mertebede bir ubudiyettir. Nasıl ki bir er, bayram gibi özel bir günde, Askerî Kolordu Komutanlığı’nda, Kolordu komutanı gibi, padişahla bayramlaşmaya gider ve padişahın iltifatına mazhar olur. Öyle de, bir hac, ne kadar âmî ve sıradan da olsa, manevî pek çok mertebe katetmiş bir velî gibi, bütün yeryüzünün Yüce Rabbi ismiyle Rabbine yönelmiştir ve böylece büyük, külli bir kulluk ile şereflendirilmiştir. Elbette, hac anahtarıyla açılan Rububiyetin (ilâhî terbiyenin) çok geniş mertebeleri ve dürbünüyle nazarına görünen uluhiyetin gayet yüce ufukları ve şeâiriyle kalbine ve hayaline gittikçe genişleyen ubudiyet daireleri ve Kibriya mertebeleri ve tecelli ufkunun verdiği hararet, hayret ve dehşet ve Rububiyetin heybeti; Allahu ekber, Allahu ekber’ ile teskin edilebilir. Ve onunla; o mertebe mertebe, derece derece, peyderpey keşiflerle gördükleri, duydukları, yaşadıkları veya zihinde beliren, canlanan, duygular, hissiyatlar, ancak Allahu ekber, Allahu ekberler’ ile ilan edebilir.
Hacdan sonra şu gayet yüce ve küllî mânâ, çeşitli derecelerde bayram namazında, yağmur namazında, ay ve güneş tutulması sırasında kılınan namazda ve cemaatle kılınan namazda canlanır. İşte, şeâir-i İslâmiyenin (İslâmî âdetlerin), velev sünnet kabilinden dahi olsa ehemmiyeti şu sırdandır.”
Bu ifadeleri, biraz açacak olursak şunları söyleyebiliriz: Hacda sürekli “Allahu ekber Allahu ekber” diyen bir hac, böyle söylemekle, “Sen, büyüksün Allah’ım! Sen, yüceler yücesisin Allah’ım! Senin şanın ne yücedir! Senin büyüklüğünü asıl şimdi anladım, gönlüme lûtfettiklerin karşısında, seni bilmenin, marifetine ermenin hazzı ve mutluluğu ile sana, senin büyüklüğünü içimden geldiği gibi çığlık çığlığa haykırmak istiyorum. Önüme çıkan vadi, dere, tepe ve her yerde, yeri ve göğü inletircesine haykırmak istiyorum. İçimden coşup gelen duygularımı, ancak Senin büyüklüğünü ilan etmekle dindirebiliyorum, Allah’ım!” demektedir.

Kâbe’ye Saygı Ve Hürmet

Kâbe; müminlerin kalbinin müşterek attığı bir mihrap olmakla birlikte, “insanlar için vaz’edilen ilk ev” takdir ve övgüsüyle yüceltilmiş ilk mabeddir. Temeli, yeryüzünde henüz, harcın, taşın, tuğlanın bilinmediği bir dönemde, gökler ötesi âlemlerde atılmış, inşası durulardan duru bir nebî olan, Hz. Âdem’in (a.s.) eliyle gerçekleştirilmiştir. Oturduğu zeminin o işe tahsisi ise, Âdem Peygamber’in yeryüzüne teşrifinden çok önce kararlaştırılmıştır. Öyle ki, bir gün melekler, Hz. Âdem’le karşılaştıklarında: “Sen, var edilmeden evvel bizler, defaatle Kâbe’yi tavaf ettik.” diyeceklerdir.
Aradan uzun zaman geçip, Kâbe bulunduğu mekânda kaybolduktan sonra, peygamberler babası Hz. İbrahim ve oğlu İsmail (a.s.) dümdüz olmuş Kâbe arsası üzerinde onu yeniden inşâ ettiler. Bu hakikat, Kur’ân’ı Kerim’de, “Hatırla o zamanı ki, İbrahim ve İsmail (a.s.) Kâbe’nin temellerini yükseltti ve şöyle dediler: ‘Ey Rabbimiz, bizden bu hayırlı işi kabul buyur!’”* ilâhî beyânıyla anlatılmaktadır.
Yerin merkezinden, Sidret’ül Müntehâ’ya kadar insanların, cinlerin ve meleklerin her zaman çevresinde dönüp durduğu bir “nurdan sütun”un yeryüzünde mücessem bir kesiti sayılan Kâbe, her an görünen görünmeyen milyarlarca temiz ruhun, harîmine can atıp kavuşmayı arzu ettiği, eşi benzeri olmayan öyle bir binadır ki, kıymeti semalara eşittir dense sezâdır... Zaten o, gökte ve yerde Allah’ın evi mânâsına gelen “Beytullah” ismiyle yâd edilmektedir.
Hususiyetlerini anlatmakla bitiremeyeceğimiz Beytullah’a, biz, ancak saygı duyarız. Bunu da, sadece Rabbimizin emrettiği şeye saygı duyma ve nehyettiği şeyden de yüz çevirme inancıyla yaparız. Eğer mesele birilerinin iddia ettiği gibi sadece bir taşa saygı ve hürmet olsaydı Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kâbe’nin içinde bulunan, mükemmel bir şekilde yontulup şekil verilmiş putları kaldırıp atmazdı.
Abdullah b. Abbas’ın (r.a.) naklettiği şu hadis-i şerifte bu mülahazayı görmekteyiz: "Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mekke'ye geldiği vakit, içerisinde put olduğu için, Beytullah'a girmek istemedi. Onların, çıkarılmasını emretti. Hepsi de çıkarıldı. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in (a.s.), ellerinde fal okları bulunan heykelleri de çıkarıldı. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) bunu görünce: "Allah canlarını alsın! Allah'a yemin olsun, onlar da bilirler ki, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail (a.s.), bu oklarla asla kısmet aramadılar." buyurdu.™ Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kâbe’yi putlardan temizlemiştir. Aynı zamanda, putperestliğe karşı büyük bir mücadele vermiş ve putperestliğin kökünü kazımıştır. Neticede; putperestliğin bir daha belini doğrultamayacağını, Arap yarımadasına bir daha putperestliğin hakim olmayacağını da haber vermiştir. Beytullah’a gösterilen saygı ve hürmet; Allah’ın, o binaya saygı duyulmasını, hürmet gösterilmesini istemesi sebebiyledir. Dolayısıyla da o kutlu binaya gösterilen saygı ve hürmet, Allah’a karşı gösterilmiş demektir.

Hacerü’l-Esved’e Saygı

Kâbe’nin kapısının bulunduğu köşesinde yer alan ve tavafa, hizasından başlanan Hacerü’l-Esved’e, -Hacerü’l Es’ad da denilir- gösterilen saygı ve hürmetin kaynağı da ilâhîdir. Fahr-i Kâinat Efendimiz tavaf ederken, Hacerü’l-Esved’e mübarek elini sürmüş; elini sürmesinin mümkün olmadığı zaman da onu uzaktan selamlamış ve sonra, elini yüzüne sürmüştür. Allah Resûlü, bu taşa neden bu kadar değer vermiştir, içyüzünü bilemiyoruz. Ama şunu diyebiliriz ki, Efendimiz’in böyle davranmasıyla bu kutlu taş, bir şeref kazanmıştır. Sanki o, her şeyi kaydeden bir kayıt cihazı; selam verdiğimiz, karşısında Rabbimizi hoşnut etmek için el pençe divan durduğumuz, muhteşem bir taş… Onun için biz ona, kutlu taş mânâsına gelen ‘Hacer’ül-Es’ad’ da diyoruz. Yani taşların en saadetlisi, ümmetin ahd-u peymanını emanet ettiği bir sandık, bir teyp bandı...
Bu taşta belli sırlar vardır; bizim bilemediğimiz ince hikmetler saklıdır. Efendimiz, onun, kıyamet günü şahitlikte bulunacağını beyan ediyorlar. Bu nasıl olacaktır? Bugün bu meseleyi, ilmî tahlillerle isbat edemeyebiliriz. Bugünün tekniği, bunu anlamaya yeterli olmayabilir. Fakat, benzerini gördüğümüz öyle harikalar var ki, hepsi de bu konuda, bizim düşüncemizi desteklemektedir. Mesela, cansız ve camid maddelerden bir araya getirilen insanın konuşması nasıl bir harikulâdelikse, Hacerü’l-Esved’in şahidlik yapması da öyle harika bir durumdur. Esas itibariyle; insan harika cihazlarla donatılmış bir varlıktır, fakat ülfet ve alışkanlık, bize, insandaki bu harikulâdeliği unutturabiliyor. Nasıl insanda hafıza var, pek çok bilgi ve malûmat orada muhafaza ediliyor, öyle de Cenab-ı Hakk'ın yaratmasıyla Hacer'ül Esved’de de böyle bir durumun olması mümkündür. O bir kamera gibi, kendisini istilâm edenlerin resim ve seslerini kaydedebilir ve bunlar öbür âlemde birer şahid hüviyetini alabilirler.
Bütün bunların ne şekilde ve nasıl olduğu konusu, o kadar da önemli değildir. Şayet oraya bir tahta parçası konulsaydı ve Hacerü’l-Esved’e verilen kutsallık ona verilseydi, biz, onu da aynı saygı ve hürmetle selamlar ve bu taşa karşı yaptığımız aynı şeyleri ona karşı da yapardık. Zira; biz neticeyi hep Rabbimize dayandırıyor ve esasen beklenen her şeyi, O’nun engin rahmeti ve O'nun her şeyi kuşatan ilim ve kudretinden bekliyoruz..
Kâbe’ye ve Hacerü’l Esved’e saygı ve hürmet gösterirken biz, aslında maddeye değil; mânâya itibar ediyoruz. Zira; maddeye itibar etmiş olsaydık, Mina’da bulunan ve yine bir taş olan Akabe cemresine, şeytan taşlamak için taş atmayacaktık. Orada bir taşın başına taş yağdırdığımız halde, Kâbe’de yine bir taş olan Hacerü’l Esved’in karşısında saygı ve hürmette bulunuyoruz. Bundan da anlaşılacağı üzere kulluğumuz, haşa Kâbe’ye ya da Hacerü’l Esved’e değil; sadece ve sadece Allah’adır.
Hikmet ve maslahat alanında akla, mantığa bir genişlik kazandıran, ancak, Resûl-ü Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir an olsun bağlılıktan da geri durmayan Hz. Ömer, Hacerü’l Esved’i öper ve “Ey taş! Ben biliyorum ki sen bir taşsın, ne faydan dokunur, ne de zararın. Eğer Resûlullah’ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) seni öperken görmeseydim, vallahi seni öpmezdim.”12 der. Hazreti Ömer’in hemen arkasında bu sözleri duyan Hz. Ali: “Ya Ömer, zannettiğin gibi değil; o taşın faydası da vardır, zararı da. Herkes onu öpüp selamlarken, yaptığı şeyi ona emanet ediyor, o taş ileride şahitlik yapacaktır.” der.
Hz. Ömer (r.a.) bu sözüyle, aslında şunu ifade etmektedir: “Taşın, taş olarak ne faydası vardır, ne de zararı. Ama Allah dilerse, topraktan insanı yarattığı gibi taşı da konuşturur, birkısım meseleleri ona kaydettirir, taşı bir kameranın objektifi gibi kullanır, Allah dilerse faydası da olur, zararı da.” Bu da, Hz. Ömer’in maddeye değil; mânâya itibar etmesinin bir neticesidir. Her iki halifede de başta, Allah Resûlü’nün emrine ittiba, sonra da mantıkla birlikte mânâya itibarı görmekteyiz.

İşte; Burada Gözyaşı Ceyhun Edilir

Tavaf ve Hacerü’l esved’in faziletiyle ilgili, hadis kitaplarında birçok hadis-i şerif bulunmaktadır. İşte onlardan birkaç tanesi:
*Abdullah İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: "Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hacerü’l Esved'e yöneldi, sonra dudaklarını üzerine koyup, uzun müddet ağladıktan sonra ondan ayrıldı. Bir de baktı ki, Ömer İbnul-Hattab da yanında ağlıyor. Hemen: ‘Ey Ömer, evet gözyaşları burada dökülür!’ buyurdular.13
*Nâfî: "Ben, İbn Ömer’i (r.a.) Kâbe’yi tavaf ederken gördüm. Hacerü’l Esved'i eliyle selamlıyor, sonra da elini öpüyordu."14
*Abdullah İbn Ömer (r.a.) Kâbe’yi tavafla ilgili rivayet ettiği hadislerde, "Kim şu Beytullah'ı bir hafta boyunca tavaf eder ve bunu sayarsa bir köle âzat etmiş gibi sevap kazanır."15, "Kişi, tavaf için bir ayağını koyup diğerini kaldırdıkça, her adımı sebebiyle Allah, onun bir hatasını siler ve bir de sevap yazar."16 cümlelerini zikretmektedir.

2- Hac, Meleklerin Seyredeceği Bir Tablodur

Hac kendisine farz olan ve hacca niyet eden bir kimsenin, refesten,17 füsûktan18 ve cidalden19 kaçınması gerekir. Böyle yapmakla bir insan, yeryüzündeyken meleklere benzeme yönüyle belli bir mesafe katetmiş olur. İlâhî beyanda, bu husus şu şekilde ifade edilir:
“Kim hac aylarında ihrama girerek haccı kendisine farz kılarsa, iyi bilmelidir ki, hacda kadına yaklaşmak, günah işlemek ve kavga etmek yoktur.”20 Cenab-ı Hakk’ın bu emrine uyup, hac ibadetini yerine getiren haclar, yeryüzündeyken meleklere benzer bir hal alırlar. Bir yönüyle; meleklerin, insanın yaratılması esnasında, insanın mahiyetini anlamaya yönelik sordukları sorulara, cevap teşkil edecek hale gelirler. Bakara Sûresi’nde bu husus şöyle anlatılır:
“Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.’ dediği vakit onlar, ‘Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?’ dediler. Allah, ‘Ben, sizin bilmediğiniz pek çok şeyi bilirim.’ buyurdu.”
“Ben sizin bilmediğiniz pek çok şeyi bilirim” ifadesiyle, meleklere, onların bilmediği; fakat Allah’ın bildiği pek çok şeyi, hac gibi bir kısım ibadetlerde görecekleri haber verilmiş olabilir. Haclar, Arafat’ta kefeni andıran iki parça ihram içinde, ellerini ve gönüllerini açmış dua dua yalvarırken; Müzdelife’de kupkuru toprak üzerinde yatarken, vadileri doldurup omuz omuza, “Lebbeyk Allahümme lebbeyk” derken, bu ahval içinde âdeta mahşerin küçük bir provasını yaşarken; melekler, kendilerinin bilmediği, fakat Allah’ın bildiği güzellikleri görürler ve her defasında: “Seni tesbih ve takdis ederiz Allah’ım! Mahiyetini öğrenmek maksadıyla sorduğumuz o sorudan ötürü, özür dileriz Allah’ım! Bilen sensin, biz bir şey bilmiyoruz.” derler.

Hz. İbrahim’in Milletindeniz

Hz. İbrahim’in (a.s.) milletinden olan bizler için hacca gitme, Kâbe'yi tavaf etme, menasik-i^ haccı yerine getirme, bir yönüyle de Hz. İbrahim (a.s.) ile irtibat kurmamıza vesile olacaktır. Biz
şu hakikati, her zaman ve her yerde ilan ederiz: “Biz Allah'ın kuluyuz. Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetiyiz. Hz. İbrahim’in (a.s.) milletindeniz.” Bize, bu hakikati, daha ilkokula gitmeden önce anne-babamız öğretir. Çocukluk yıllarımızda bize: “Kimin milletindensin?” diye sorulunca biz, tereddüt etmeden: “Hz. İbrahim'in milletindeniz” deriz. Bunu demekle; putperestliğe girmemek suretiyle temiz kaldığımızı, yani hanîf olduğumuzu ifade ederiz. Hz. İbrahim’in (a.s.) bu konudaki mücadelesi En’am Sûresi’nde anlatılmaktadır.
Hz. İbrahim (a.s.), muhataplarını irşad etmeye çalışırken, delillere dayanarak tahkikî imana ulaşma yolunu göstermek maksadıyla, onların iddia ettiği gibi bir düşünceyi takip ederek: “Gece bastırınca bir yıldız gördü, ‘iddianıza göre, diyelim ki Rabbim budur’ dedi. Yıldız sönünce de: ‘Ben öyle sönüp batanları, Tanrı diye sevmem.’ dedi.”23
Sonra arkasından ayı, güneşi doğup batarken görüyor, muhataplarının mantığıyla fikri takip yaparak onlara hakikatleri anlatmaya çalışıyordu.
Yukarıda ifade ettiğimiz, ‘Hz. İbrahim’in milletindeniz’ derken biz aslında; hanîf olarak kalan, hiçbir zaman putperestliğe girmeyen Hz. İbrahim’in (a.s.) yaptığı gibi, biz de aya, güneşe, yıldıza baktık ve hepsi hakkında hükmümüzü veriyor, “Batıp kaybolan, aya, güneşe, yıldıza ve hiçbir gök cismine tapamayız.” diyor ve tıpkı Hz. İbrahim gibi hanîf olduğumuzu ilan ediyoruz. Zira biz, Hakk’ı bulmak suretiyle batıp gitmeyen, yıkılıp kaybolmayan birine yönelerek, Hz. İbrahim’in milletine dahil olduk.
3- Hacda Hz. İbrahim’le İrtibat Kurarız
Biz, hacda yapılan ibadetleri eda ederken, aynı zamanda Hz. İbrahim (a.s.) ile de bir irtibat kurarız. Bu irtibatı, Kur'ân-ı Kerim'in bizden istediği birlik şuuru, ittihat ve ittifak anlayışı içinde yaparız. Bu hakikati ifade eden Hucurât Sûresi’ndeki şu âyet-i kerimede Cenab-ı Hak: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için milletlere, sülâlelere ayırdık. Şunu unutmayın ki; Allah’ın nazarında en değerli, en üstün olanınız, takvâda (Allah’ı sayıp haramlardan sakınmada) en ileri olandır. Muhakkak ki Allah her şeyi mükemmelen bilir, her şeyden hakkıyla haberdardır.” buyurmaktadır.
Böyle demekle Rabbimiz, bize şu gerçekleri anlatmaktadır: “Ey insanlar! Sizi bir erkek ve bir kadından yarattık. Sonra sizi, şube ve kabilelere ayırıp çeşitli mıntıkalara ve bölgelere yerleştirdik. Allah'ın emri, izni ve yaratması ile muhitin, coğrafyanın üzerinizde tesiri oldu, belki küçük değişimlere maruz kaldınız. Kiminiz Arapça, kiminiz Türkçe, kiminiz Süryanice, kiminiz İbranice, kiminiz İngilizce, kiminiz Rusça, kiminiz de daha başka dillerle konuşur oldunuz. Sizi bu şekilde bir sistem içinde yaratmış olmamız, hiçbir zaman iftiraka düşüp, birbirinize düşman hale gelmeniz için değildi. Askerî sevk ve idareyi kolaylaştırmak için askerin taburlara, bölüklere ayrıldığı gibi, böyle farklı kabile ve milletlere ayırmayı, bir araya gelerek, akıl ve mantık üzerine dayalı bir kardeşlik kurmak suretiyle birlik ve beraberliği gerçekleştirmeniz için yaptık.”.

4- Hac, Gerçek Kardeşliği Temin Eder

Hac, aynı zamanda, hakiki kardeşliği gerçekleştirmek için en müsait ortamdır. Çünkü hac ibadeti süresince, devlet başkanından dilenciye, zenginden fakire, siyahtan beyaza, sarışından esmere kadar bütün insanlar aynı ortamda bulunurlar. Farklı milletlerden hacca gelenler, gruplar halinde yan yana çadır kurar, aynı mekânı paylaşırlar. Kalplerindeki aynı inançla, diller farklı farklı da olsa, aynı duygularla dua eder; diller, renkler, keyfiyetler, ayrı ayrı da olsa, bu ayrılık ve gayrılık içinde bir birliğin kendini gösterdiği açık bir şekilde farkedilir. Dolayısıyla, İslâm’ın evrensel bir din olduğu; ibadetleriyle, dualarıyla, kardeşliğiyle, birlik ve beraberliği samimiyetle yaşatmasıyla ayan beyan görülür bu ortamda. Bu hac günlerinde, bütün haclarda, her türlü dünyevi çıkar ve menfaatten uzak bir şekilde, niyetlerde Allah'a doğru yönelme, Allah'ın rızasını kazanma, Rabbin birliği etrafında birleşip, tevhide ulaşma gayesinden başka bir şey görülmez.

“Lebbeyk Allahümme Lebbeyk”

Haccın en önemli rüknü olan vakfeyi yapmak üzere Arafat'a çıkarken ve yine oradan inerken ayrı ayrı diller, ayrı ayrı şiveler içinde, her milletten insan tarafından, “Lebbeyk Allahümme Lebbeyk” denilmesi kadar, insana zevkli gelen başka bir şey yoktur. Yanınızdan, aşkı, coşkusu, heyecanı ve iç derinliğiyle, asırlarca Müslüman milletlerin kaderine hükmetmiş bir milletten bir grup hacı geçer, geçerken kendine has ses tonu ile “Lebbeyk Allahümme lebbeyk” der. Onların bu telbiyelerinde Türk coşkusunu, tonunu ve heyecanını duyar, Türk lehçesiyle lebbeyklere şahit olursunuz.
Bir bakarsınız; yanınızdan zeki mi zeki, beşeri idare etme kabiliyetinde ayrı bir millet geçer. Geçerken de, ‘Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyk lâ şerîke leke lebbeyk’ der. O lebbeyklerle âdeta bütün âlem bir dil kesilir ve Rabbe karşı şu yakarışlar yükselir: “Allah’ım, senin emrini ve fermanını dinlemek üzere, sana koşuyoruz. Fermanına boyun eğdik, senin istediğin gibi olmaya ve yine senin dilediğin gibi yaşamaya hazır olduğumuzu ilan ediyoruz.’ Bu farklı farklı sesler, şiveler, edalar içinde öyle güzel bir ses armonisi vardır ki, o en büyük hakikati haykırmanın letafetini duyarsınız her seferinde. Coşkuyla birer çağlayan haline gelmiş insanların ağzında hep o kutlu söz... Dağ, taş, dere, tepe bir dil haline gelmiş... Artık dağdan, taştan, dereden, tepeden yükselen tek kelime vardır, o da: ‘Lebbeyk Allâhümme lebbeyk, lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk İnne’l hamde ve’n nimete leke ve’l mülk lâ şerîke lek.’ Dillerdeki yakarışlar aynı, bakışlardaki şefkat ve merhamet aynı, duygulardaki duruluk aynı; bedenler, renkler, diller, ırklar farklı farklı da olsa, gönüllerde ve ruhlarda yaşananlar aynı... Farklı bedenler içinde, tek bir ruh gibi yaşayıp gideriz bu mekân ve zamanlarda...
Tarihin derinliklerinden, ta Hz. İbrahim’den (a.s.) bu yana, Beytullah'ın etrafında, Arafat'ta, Müzdelife'de ve Mina'da müminlerin ağzından kelime-i tayyibe olarak yükselen; yükseldikçe buharlaşan, buharlaşıp rahmet semasına ulaşan ve sonra beşerin günahları üzerine yağmur damlaları halinde dökülen; aynı zamanda cehennem ateşini söndüren, hep şu mukaddes kelime olmuştur: ‘Lebbeyk Allahümme lebbeyk.’ Bu güzel ibarenin Türkçe karşılığı olan, ‘Emrine âmadeyim’ sözü, bu ifadenin güzelliğini tam anlamıyla ve yine o ibarenin devamının Türkçe anlamı olan, ‘Emir almak üzere huzuruna geldim’ sözü de bu güzel ifadeyi karşılamaz. Cümlenin kendine has karakteristik özelliği ile ifade ettiği mânâ, bunların çok üstünde ve bunlardan çok daha renklidir.

5- Hacda Zaman, Bütünüyle İbadete Dönüşür

Hacca giden kimsenin, bütün zamanı, dakikaları, gece ve gündüzü ibadet halinde geçer. Hac veya umreye niyet edip ihramı sırtınıza geçirdiğiniz andan itibaren, geçici olarak nefsani istek ve arzulardan uzaklaşırsınız. Birçok arzuya sahip olmanıza rağmen, Rabbin emirlerine itaat edip, sair zamanlarda mübah olan en tabii ihtiyaçlarınızı ertelemenin hazzını ve mutluluğunu yaşarsınız. Bütün istek ve arzularınızı bir kenara bırakır, böylece hayatınızın her anını Rabbiniz hesabına yaşamaya, her zerresine onun adını işlemeye çalışır; nurlu dakikalar içinde öyle anlar geçirirsiniz ki, anı dünyalara değer. Orada gezip dolaşırken, ayaklarınızın yerden kesildiğini hissedersiniz. Aç, susuz kalır, bazen yolunuzu, yönünüzü unutursunuz, bazen de kafilenizi kaybedersiniz. Fakat bütün bu ızdıraplar size, ayrı bir zevk, ayrı bir neşe ve huzur verir. Bütün bu yaşanan tarifi imkânsız hazlarda, haccın mânâsı, daha bir kendisini hissettirir..

6- Ruhullah’ın Esrarının Fışkırdığı Yerler

Hacca giden insan, oraya gidince ayrı bir mânâyı şu bakış açısıyla duyabilir: Bütün bu kutsal mekânlar, sağanak sağanak semadan vahyin indiği, Mehmet Akif'in ifadesi ile Ruhullah’ın esrarının fışkırdığı yerlerdir. Hz. Davud’un (a.s.) dertli mızrabından çıkan sesin yükseldiği; Hz. İbrahim'e (a.s.) yol gösteren vadilerin olduğu; Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek ayak izlerinin bulunduğu, yerlerdir. Ve yine bu mukaddes mekânlar, sahabe efendilerimizin bazen iniltisinin, bazen ‘Allahu ekber’ deyişinin, bazen hücum feryatlarının yükseldiği yerlerdir. O mübarek mekânlarda gezerken size bir yer gösterirler: Hz. Bilal-i Habeşi’yi (r.a.)... Bedha'da, işte burada sırt üstü yatırmış, göğsünün üzerine taşlar koymuş, günlerce sürüm sürüm sürdürmüşlerdi. O ise sadece “ehad ehad” diyordu. “Allah bir, Allah bir” diyerek tevhid hakikatini haykırıyordu.

Her Bir Vadi, Bir Olayı Hatırlatır

Bu kutsal topraklarda başka bir vadiye yolunuz düştüğünde, size gösterirler: İşte burada Hz. Yasir (r.a.) şehit edildi. İslâm’da ilk şehit olan Hz. Yasir’in göğsüne müşrikler, kızdırdıkları demirleri basıyorlardı. O ise, içinin aşk ve heyecanını haykırıyor, “Muhammed’ür-Rasûlullah” diyordu.
Her bir vadinin unutulmaz bir olayı hatırlattığı vadilerden geçerek, Kâbe'ye doğru yaklaştığınızda, on dört asır evvel dinin ilk tebliğcisi olan Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), Beytullah karşısında namaza durduğu anda, Mekke’nin eşkiyası İbn Ebî Muayt tarafından mübarek başının üzerine işkembe konduğu, o meş’um olayı da hatırlamadan geçemezsiniz.
Bir başka vadiye daldığınızda, size müze olmuş bir ev gösterirler: “İşte; burada Kâinat’ın İftihar Tablosu dünyaya geldi. Bu evden doğan nurla, bütün âlem nura gark oldu, işte burada Asiye, Meryem sultanlarımız, Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ebelik yaptı, Cebrail bu eve kanatlarını gerdi, ‘cihan kurtuldu’ müjdesi bu evden yükseldi. Bu ev, Hz. Muhammed Mustafa’nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) doğduğu mübarek evidir. Amine Hatun’un hanesi bu evdir.” diyeceklerdir. Bu vadilerde dolaşırken ve bu anlatılanları dinlerken, on dört asır öncesine gidecek; insanlığı kurtaracak büyük kurtarıcının attığı her adımda, yığın yığın putların yıkıldığını müşahede edecek; Kisra'nın saraylarının eyvanlarının yıkıldığını düşüneceksiniz. Bununla birlikte; Sava gölünün battığını; ateşe tapan Zerdüştlerin bin seneden beri yaktıkları ateşin söndüğünü, göreceksiniz. Bu vadilerde gezerken, bir zamanlar bu mekânlarda yaşanmış olayları müşahede ettikçe içiniz aşkla, şevkle dolacak; âşıkane, şairane bir halde, tıpkı cennette dolaşıyor gibi dolaşacaksınız. Bu arada günler hızla geçecek; ama siz, günlerin nasıl geçtiğinin farkına bile varamayacaksınız. Belki haftalar geçecek, ama siz, daha dün geldiğinizi zannedeceksiniz.
İşte hac, bu ve buna benzer pek çok mânâları hatırlatır insana. Zaman tüneli ile tarihe doğru manevî bir yolculuk yaptırarak, bu dinin başlangıcında ne zorluklarla karşılaşıldığını ve bize gelinceye kadar ne büyük fedakârlıklara katlanıldığını göste-????

7- Hac, İslâm Cemaatini Bir Araya Getirir

Haccın edasında, pek çok hikmetlerle birlikte, İslâm cemaatinin bir araya getirilmesi gayesi de vardır. Birçok maksatla beraber, aslında bir yönüyle de bunun için, Allah (celle celaluhu) haccı farz kılmıştır. Çünkü hacda ibadet coşkusuyla birlikte, Müslüman toplumların bir araya gelerek, çeşitli meseleleri görüşmelerine de imkân vardır. Dünyanın değişik coğrafyalarından, bu toplantıya katılmak üzere gelen; siyah-beyaz, esmer-sarışın Müslümanlar; devletlerine ve milletlerine ait meseleleri görüşebilir, çözüm yolları arayabilirler. Ama ne yazık ki, üç dört asırdan beri Müslümanların hac vazifesiyle birlikte, yapmaları gerekli olan bu kutsal görev yerine getirilememekte, İslâm âlemi, son derece hayati olan, haccn bu yönünden yararlanamamaktadır. Günümüzde camilerin, asr-ı saadetteki fonksiyonlarını kaybetmeleri gibi, hac da mühim bir rükün olarak, âlem-i İslâm’ın, siyasi ve sosyal meselelerini halletmek için, çok önemli bir zemin iken, ne yazık ki bundan yararlanılamamaktadır.
Diğer taraftan; Kâbe, yeryüzünde gerçek cemaat mânâsına esas teşkil eden çok mübarek bir mekândır. Müslümanlıkta her insan, ferdî Müslümanlığı ile kendi dinini yaşar ve belli ölçüde Allah'ın rızasını kazanabilir. Ancak ferdî olarak elde edilebilecek bütün kazançlar hep kayıt ve şartla ifade edilir. Yani bir mümin, ferdî olarak Cenab-ı Hakk'ın lütuflarına mazhar olabilir ve cennete girebilir. Fakat kâmil mânâda Cenab-ı Hakk'ın lütuflarına mazhariyet, ancak cemaatle mümkün olabilmektedir. "Allah'ın eli, onların ellerinin üzerindedir" "Allah'ın eli cemaatle birliktedir." sözleri, İlâhî yardımın, muhafazanın, koruyup kollamanın cemaatle birlikte olduğunu ifade eden çok önemli iki esastır.
Dünyanın dört bir yanından bütün insanlar, Kâbe’ye doğru yönelirken, hep birlikte aynı noktaya yönelmiş olmanın kazandırdığı bir cemaatleşme şuuru yaşarlar. Bu ise, çok önemlidir; Üstad Bediüzzaman bir yerde, şüphe ve tereddütlere karşı o yöne yönelmenin, insanda şöyle bir duygu hasıl ettiğini ifade sadedinde: "Nasıl ben şu anda Kâbe'ye yöneliyorum; benimle birlikte dünyanın dört bir yanından o ebedi mihraba yönelen milyonlarca insan var ve bunların içinde yüzlerce veli, asfiya, ebrar da var." der ve bu düşüncelerin insandaki birkısım vehimleri izale edeceğini söyler. "Senin bulunduğun şu saf, Kâbe'nin etrafında bir halka teşkil ediyor. Onun arkasında ayrı bir halka, onun arkasında ayrı bir halka... Ve bu halkalar yerkürenin son noktasına kadar devam ediyor. Kimbilir bu safların arasında ilâhî sırlara açık nice insanlar var ki, sen onların eline su bile dökemezsin." der ve üzerindeki bütün o vehimlerden sıyrılır. Evet, esas bu yönüyle de Kâbe, âdeta manevî iplerle insanları birbirine bağlayan bir kuvvettir ve Cenab-ı Hakk, onu insanlar için bir kıyam noktası kılmıştır, denebilir.

Haccı Terketmenin Ağır Cezası

Üstad Bediüzzaman Hazretleri Sünuhat isimli eserinde, haccın bu yönünden yararlanamamanın ötesinde, geçen on dokuz ve yirminci asırda yaşanan ve Müslümanları derinden yaralayan hadiseyle ilgili can alıcı tespitlerini, o veciz ifadeleriyle şu şekilde kaleme alır:* Rüyanın zeyli Rüya, hacda son buldu. Çünkü, haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı gerektirdi. Cezası da keffâretü'z zünub (günahlara kefaret, günahları gideren) değil; kessâretü'z zünub (günahları artıran, hata hata üstüne hatayı artıran) oldu. Haccın, özellikle kendini diğer Müslümanlara tanıtıp, tanışmakla fikir ve görüş birliği, yardımlaşma ile ortak çalışmayı gerekli kılan, içindeki İslâm’ın yüce siyasetini ve İslâm toplumunun geniş maslahat ve faydasını ihmalidir ki, düşmana milyonlarca Müslüman’ı, hem de İslâm aleyhinde istihdama zemin hazırladı. İşte Hint, düşman zannederek, hâlbuki babasını öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor. İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahısın, bîçare anneleri olduğunu, "ba'de harabil Basra" (Basra harap olduktan, her şey bittikten sonra) anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar. İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor. İşte Afrika, kardeşini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveylâ ediyor (bağırıyor). İşte âlem-i İslâm, bayraktar oğlunun (İslâm’a asırlarca bayraktarlık yapmış şu necip milleti) gafletle, bilmeyerek öldürülmesine yardım etti, anne gibi saçlarını çekip âh ü fîzar ediyor. Milyonlarla ehl-i İslâm, bütünüyle hayır olan hacca gitmeye gayret göstermek yerine; bütünüyle şer ve felaket olan düşman bayrağı altında, dünyada uzun seyahatlar ettirildi. (İslâm’a düşman çok farklı milletlerin emir ve komutası altında, pek çok cephede hem de Müslümanlara karşı kullanıldı) Hiç olmazsa bu durumdan ibret alınması gerekmez miydi???

En Tatlı Hac: Veda Haccı

Fahr-i Kâinat Efendimiz'e hayatının sonuna doğru hac farz olmuş ve O (sallallâhu aleyhi ve sellem), kalabalık bir cemaatle hacca gitmişti. Kendisinin hacca gideceğini duyan Müslümanlar, gruplar halinde gelip Mekke'de toplanmışlardı. Herkes Efendimiz'i görmek, son sözlerini dinlemek, hac ibadetini, O’nunla beraber yapmak istiyordu. Efendimiz ile beraber yapılan o hac, belki cihan tarihinde yapılmış en tatlı hac idi. Arafat, cumaya, bayram da cumartesiye rastlamıştı. Efendimiz, kendi cemaatine tatlı bir hac yaptırmış ve “Bu benim son haccımdır, bir daha burada buluşamayız.” deyip veda etmişti. Medine'ye döndükten kısa bir süre sonra da vefat etmişlerdi. Onun için, ilk hac olmasına rağmen Efendimiz’in bu haccına, son hac mânâsında, Veda Haccı diyoruz. Veda Haccı, aynı zamanda Veda Hutbesi, ‘Veda Müzdelife’si, Veda Mina’sı... mânâsına da geliyordu. İnsanlığın İftihar Tablosu, Müzdelife’ye, Mina'ya, Mekke'ye ve Arafat'a teker teker uğruyor ve hepsine de veda ediyordu bu haccıyla.

Veda Haccı, Genel Bir Kongre İdi

Hac; bütün Müslümanlar için âlem-i İslâm çapında, senede bir yapılan, büyük bir konferans ve kongre mahiyetindedir. Dünyanın değişik bölgelerinden, üzerine hac farz olan Müslümanlar, hac mevsimi başlayınca hacca gider, âlemşümûl meselelerini orada görüşürler. Haccın, evrensel anlamda bir toplantı olma özelliğini de biz yine Peygamber Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) öğreniyoruz.
Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ilk ve tek haccı olan Veda Haccı, ilk defa yapılan ve bütün Müslümanların iştirak ettiği genel bir toplantıydı aynı zamanda. Bu toplantıda inananlara, dinin temel prensipleri, emirleri ve yasakları, son bir kere daha hatırlatılacakı.
Fahr-i Kâinat Efendimiz, öğle vakti gelip güneş tepe noktaya varınca, devesine bindi; Arafat'ın zirvesindeki “Cebel-i Rahme” denilen tepeye çıktı ve devesinin üzerinde, saatlerce ashabına bir şeyler anlattı. Yanındaki gür sesli kimseler, müezzinin ilanı gibi Efendimiz’in konuşmasını etrafa duyuruyorlardı. Bütün insanlığa yapılan bir hitabe mahiyetindeki bu hutbesinde en çok dikkatleri çeken şu sözleri; O’nun pek çok sözleri ile birlikte, günümüze kadar gelmiş evrensel mesajlardandır:
“Sizin mallarınız, canlarınız, kanlarınız bugün haram (saygı duyulması gereken) bir gün olduğu gibi haramdır. Bundan böyle, artık kimse kimsenin malına kastedemez, canına kıyamaz, kimse kimseye bir zarar veremez.” Zaten âyetin açık ifadesiyle, hacda günahlara girmek, ahlâksızlığa sapmak, toplumun huzurunu bozacak davranışlarda bulunmak yasaklanmıştır. ‘Tıpkı bu ayın haram ayı, bu beldenin saygı duyulması gereken bir belde olduğu gibi.. Cana kıyılmaz, kan akıtılmaz, otu kesilmez, hayvanı avlanmaz ve harp edilmez bir belde olduğu gibi.. Ancak saldırıya maruz kalınması müstesna... Ve bugününüz gibi, haccın en önemli rüknü olan Arafat vakfesinin, eda edildiği Arefe günü gibi haramdır.” buyuruyordu.
Ve yine sözleri arasında Fahr-i Kâinat Efendimiz: “Dikkat edin, cahiliye devrine ait her şey, şu dakikada ayağımın altındadır, ayağımın altına alıyorum. Cahiliye dönemine ait kan davalarını da ayağımın altına alıyorum. Bundan böyle birisi birini öldürdüğü zaman, o da karşılık verip onu öldürecek değildir, artık bunlar kalkmıştır. Bundan sonra, artık Allah’ın hükümleri uygulanacaktır. Ve ilk ayağımın altına aldığım kan davası da benim amcazadem olan İbn Rabia’nın kan davasıdır. İlk defa ben, onu ayağımın altına alıyorum. Onlar, kan davası gütmeyeceklerdir. Faizi de ayağımın altına alıyorum ve ilk ayağımın altına aldığım faiz de, amcam Hz. Abbas’ın faizidir.” diyordu.
Sözleri uzun sürmüştü. Güneş nerede ise batmak üzereydi, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) sözlerini şöyle bitiriyordu: “Beni sizden, ‘vazife yaptı mı, tebliğ etti mi?’ diye soracaklar. Ne dersiniz acaba o zaman? Hepsi birden, semalara doğru yükselen tatlı mı tatlı, yankılanan bir ses ile ve âdeta Arafat'ı inletircesine; ‘Şahitlik ediyoruz ki, sen vazifeni yaptın, şehadet ediyoruz ki, sen peygamberlik vazifeni hakkıyla yerine getirdin. Tebliğ etmen gereken her şeyi, tebliğ ettin. Şehadet ediyoruz ki, sen nasihat ettin, hayırhahlık yaptın.” dediler. O, birkaç saniye sonra, güleç bir yüzle semaya doğru bakıyor, nurlu eli yukarılara doğru kalkıyor, mübarek parmağını dikleştiriyor ve şöyle diyordu: “Allah’ım! Sen şahit ol, ben vazifemi yaptım, cemaatin şehadeti ile ben vazifemi yaptım, şahit ol ya Rab!”^ diyordu.

8- Müesseseleşen Evrensel Bir Toplantı

Fahr-i Kâinat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) haccı, bir ibadet olmasıyla birlikte, genel bir toplantı olarak da müesseseleştiriyordu. Hacda, Müslümanların birbirleriyle görüşmesinin, konuşmasının yanında, idare edenle, idare edilenler arasındaki münasebetin nasıl olması gerektiğinin de en güzel örneği sergileniyordu. İnsanlığın İftihar Tablosu, halkı ile bir dağın başında, üzerinde ihram; meseleleri görüşmek suretiyle, bütün Müslümanlara yönetim konusunda dersler veriyordu.
Başka nerede bulunabilir ki bu güzel tablo? Bir kere insanın günahlardan temizlendiği; devlet başkanından sıradan bir insana kadar herkesin, dünyaya ait her türlü makamdan arındığı, hatta elbisesini dahi sırtından çıkarıp attığı; parasını, servetini başka yere bıraktığı ve sadece iki parça havludan ibaret bir ihramla bir vadide bulunduğu andan daha fazla, nerede samimi olabilir ki bir insan? Mina'da şeytanı taşlamak üzere, kralın dahi halktan bir insanın arkasında sıraya girdiği zamanın dışında; Müzdelife'de mahşeri andıran bir manzaranın yaşandığı yerden başka; Kâbe’yi tavaf esnasında herkesle birlikte yürünen metafın* haricinde insanlar, hangi mekânda bu kadar birbirine yaklaşabilir ki...
Bilindiği gibi hac ibadeti, Müslümanlar arasında yapılan yıllık bir kongre niteliğini taşır. Bu kongrede, yapılması gereken ibadetlerin yanında, gözetilmesi gerekli olan meseleler gözetilemediğinden, yeryüzünde tam bir İslâmî heyetin oluştuğu söylenemez; söylenemez; çünkü hac farizası için dünyanın değişik yerlerinden gelen insanlar, Arafat'ta, Müzdelife'de, Mina'da bir araya gelip vazifelerini yaptıkları gibi, âlem-i İslâm'ın kaderini düşünerek evrensel bir kongre akdediyor şuurunda bulunsalar, bu kıyamın, çok önemli esaslarından birini daha yerine getirmiş olacaklar.

9- Hac Kalmak İçin Değil, Dolmak İçindir

Hac, belli mevsimde İslâm cemaati tarafından, mutlaka yapılması ve ihmal edilmemesi gereken bir ibadettir. İhmal edildiği veya terkedildiği zaman, İslâm toplumu açısından, büyük kayıplara sebebiyet verebilir. Böyle olmasıyla birlikte, bir başka tehlike de, hac vazifesi bittiği halde, insanların o kutsal mekânlarda kalma istek ve arzularıdır.
Hac mevsimi bittikten sonra ehl-i hizmet insanlar, içlerindeki arzu ve hasrete rağmen orada uzun süre kalmayı düşünmemelidirler. Çünkü o mübarek mekânlar, kalmak için değil; dolmak içindir. Günde beş vakit camiye, namaz kılmak için uğrayıp sonra dışarıya çıktığımız; senede bir kere Ramazan’a uğrayıp, oruç tuttuktan sonra ayrıldığımız gibi, hac vazifesini yaparken de, en mukaddes ve mübarek yerlere uğrar, oralarda belli bir zaman misafir olarak kalır ve sonra oradan ayrılırız. İşte hacc, bir ziyaret olarak düşünürsek, bu yönüyle haccın bir mânâsı da budur. Samimi bir yönelişle Allah’a yöneldikten sonra ve hacca dair vazifeleri yerine getirdikten sonra yurda dönmek gerekir. İnsanın orada kazandığı faziletlerle, yurdunda huzur ve aşk içinde; Hakk’a kilitlenmiş bir gönülle yaşaması gerekir. Yaşadığı güzellikleri, başkaları da yaşasın diye, memleketine dönmesi gerekir.
İşte bu hakikati, kendisinden öğrendiğimiz büyük basiret sahibi Hz. Ömer (r.a.), hac vazifesi bittikten sonra elinde kamçı, halkı ikaz eder ve şöyle derdi: “Ey Şam ahalisi, haydi Şam'a, ey Yemenliler siz de Yemen'e, ey Türkmenler ne duruyorsunuz haydi Türkistan'a... Ayrılın buradan.” Hz. Ömer efendimizin ikazlarından da anlaşılacağı üzere, o kutlu mekânlar, manevî olarak dolma, gönül kabını doldurma yeridir. Kabını dolduranlar, gönüllerindeki nuru, dünyanın dört bir yanına taşımak için, hac bitince yollara koyulacaklardır.

Son düzenleyen Efulim; 28 Kasım 2013 12:29 Sebep: İç başlık.
Efulim - avatarı
Efulim
VIP VIP Üye
28 Kasım 2013       Mesaj #2
Efulim - avatarı
VIP VIP Üye
Bu mesaj 'en iyi cevap' seçilmiştir.
NİÇİN HACCA GİDİYORUZ?
MsXLabs.org
Sponsorlu Bağlantılar

Bizi kusursuz ve mükemmel bir şekilde yaratan, sayılamayacak kadar çok nimeti bizlere lûtfeden ve yine bizi sadece kendisini tanıyıp O’na ibadet edelim diye yarattığını ilan eden Rabbimizin emrini yerine getirmek için gidiyoruz.
Bir şey, Allah emrettiği için yapılırsa ibadet olur. İbadetleri, ibadeti bize emreden Rabbimizin rıza ve hoşnutluğunu kazanmak üzere, ihlasla yapmamız gerekir. Sırf dünyevî fayda ve menfaatler gözetilerek yapılan bir ibadet, ibadet olmaktan çıkar.
İbadetlerde, ihlas çok önemlidir. İhlas ise, bir şeyi sadece Rabbimiz emrettiği için ve emrettiği şekilde yapmak demektir. Yaptığımız ibadetlerden dünyevî bir beklentiye girmemiz, asla doğru değildir ve bu tür beklentiler ibadetin ruhunu zedeler. Rabbimiz, bizden ibadetlerimizi sadece rızasını kazanmak üzere yapmamızı istemektedir. Böyle olmakla birlikte; O (c.c), ibadetlerin içine bir kısım hikmetleri de koymuş, bu hikmetlerle bizi, ibadet etmeye teşvik etmiştir. Haccın, sayılamayacak kadar hikmeti vardır.

Hac, Binlerce Hikmetle Örgülenmiş Bir İbadettir

Hac; iç içe geçmiş binlerce hikmeti, bünyesinde barındıran bir ibadettir. Hac ibadetini eda ederken, daha önce görmediğimiz pek çok olayla karşılaşırız. İlk bakışta, aklımızla bunların anlamını ve hikmetini kavrayamayabiliriz. Evvela şunu ifade etmek gerekir ki; hac ibadeti, akıldan ziyade kalp ve ruhun önde yürüdüğü bir ibadettir ve kalbin inkişaf etmesini sağlar. Onun için bu ibadeti yaparken, kalbimizin içindeki güzellikleri zenginleştirmeye çalışmalıyız. Aklımızın ilk etapta anlamakta güçlük çektiği konularda da hemen tenkit etmeye kalkışmamalıyız. Cenab-ı Hakk’ın emrine teslimiyetle, bir taraftan da hikmetlerini anlamaya çalışarak, gönlümüzün huzura ereceği eşref saatlerini doyasıya yaşamalıyız.
Mesela; biz bu ibadeti eda ederken, ilk başta mîkât sınırı denilen yerde, iki parça havludan ibaret ihram elbisesine bürünür; bir başka yerde yorgansız, yastıksız, ihramlı bir şekilde geceyi geçirir; başka bir yerde taşlardan örülmüş bir sütunu taşlar; farklı bir mekânda yine taşlardan yapılmış bir binanın etrafında döneriz… Bütün bunların anlamını ve hikmetini bazen kavrar, bazen de kavrayamayız. Vicdanımıza uzaktan dalgalar halinde gelip çarpan ilâhî feyiz ve sırları, bazen hisseder bazen de hissedemeyiz. Hissettiğimiz zaman dahi, bir anlam veremeyebiliriz.
Biz, bu konuda ve bu ibadetlerin yapıldığı vadilerin pek çoğunda, aslında sadece bize bu ibadeti emreden Rabbimize teslim olmanın güzelliğini yaşarız. Bu teslimiyetin, ruha sağladığı öyle derin bir huzur vardır ki, insan, kendi aklıyla getireceği izahların hiç birinde o zevki duyamayacaktır.
Mesela; haccın en önemli rüknü olan vakfenin yapıldığı Arafat’a gidip, kumların üzerinde ayakta durmak ve dua etmek; bayram gecesini, Müzdelife vadisinde dua ve yakarışlarla geçirmek gibi, yapılması gereken birkısım menasiki (hacda yapılması gereken ibadetleri) eda ederken, her konuyu akılla izah etmeye kalkışmak, bizim, manevî yönden yolda kalmamıza sebep olabilir. Ama, hacdaki ibadetleri yaparken, bu ibadeti, bize emreden Rabbimizin emrine teslim olma havası içinde bulunduğumuzda, gönlümüzde O’nun bize lûtfettiği huzuru doya doya yaşarız.
Hakk’a gönül vermiş bir insan, akıldan ziyade kalbin ve ruhun inkişaf edeceği bu kutlu yolculukta, nefsinin başına taş atma mahiyetinde, taşlardan örülü bir sütuna taş atacaktır. Taşı taşlarken de şunu düşünecektir: “Akıllı bir insan olmak şerefiyle şereflendirilen ben, taşlardan inşa edilmiş bir sütuna taş atıyorum, aklım bunu almıyor. Fakat aklımın aldığı bir şey var, o da aklımın almadığı bütün bu işlerin, Rabbimin bir emri olduğu gerçeğidir. Rabbimin emrini yerine getirmenin sevincini gönlümde duyuyor, içimde onun coşkusunu yaşıyorum. Ey Rabbim! Senin emrini yerine getirmek ne kadar hoş ...”
İşte Müslüman, bu coşku ve heyecan içinde, Beytullah’ı tavaf edecek, Arafat’a çıkıp vakfe yapacak, Müzdelife’ye gelip geceyi orada geçirecek, Mina’da şeytan taşlayacak, ardından kurban kesecek ve daha pek çok ibadeti, gönül huzuruyla yerine getirecektir. O, bütün bunları yaparken de bu ibadetlerin yerine getirildiği her kutsal mekânı, âdeta Cenab-ı Hakk’ın rahmet adına açtığı bir kapı gibi görecek ve o vadilerde dolaşırken, “Lebbeyk Allahümme lebbeyk” diyerek rahmet deryasına dalma iştiyakı ile hareket edecektir.

HACCIN HİKMETLERİ

Haccın hikmetleri, sayılamayacak kadar çoktur. Haccın bütün hikmetlerini saymak, bu çalışmanın çerçevesini aşar. Ancak burada haccın, kayıtlarda bulabildiğimiz binlerce hikmetinden bazılarını işlemeye çalışacağız.
Hac ve umre, kutsal mabedimiz olan Kâbe’nin, her yıl ibadetle ihya edilmesine vesile olur.
Hac, insan nefsini günahlardan temizler, duru bir hale getirir, onu ihlâsla donatır, yeni bir hayatın kapılarını aralar; insanın maneviyatını güçlendirir, ilâhî rahmet ve affa dair duyduğu güveni sağlamlaştırır.
Hac, imanı kuvvetlendirir. Allah’a verilen sözün yenilenmesine yardım eder. Bizi, kolay kolay dönülmeyen nasuh tevbesine götürür. Nefsi tertemiz hale getirerek duyguları inceltir ve sanki onu kanatlandırır.
Hac mümine, İslâm’ın muhteşem geçmişini hatırlatır. Güzel ahlâkıyla ve faaliyetleriyle dünyayı aydınlatan Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), güzide ashabının ve onlara en güzel şekilde tâbi olan kutlu insanların yaptığı fedakârlıkları ve kahramanlıkları hatırlatır.
Öte yandan hac, zorluklarıyla insanı sabra ve tahammüle alıştırır, disipline eder ve ona emirlere uyma şuurunu kazandırır.
Hac vesilesi ile kul, Rabbine daha iyi şükreder; Rabbinin kendisine verdiği mal, sağlık ve afiyet nimetlerine daha içten şükretme fırsatını yakalar.

1- Hac, KüllÎ Mertebede Bir Ubudiyettir

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, hacda hemen her yerde, sürekli olarak Allahu ekber Allahu ekber denilmesinin bir hikmetini şöyle izah ediyor:?
“Hacda, pek kesretli (çok kere) Allahu ekber denilmesi şu sırdandır:
Çünkü, hacc-ı şerif bizzat kendisi, herkes için küllî mertebede bir ubudiyettir. Nasıl ki bir er, bayram gibi özel bir günde, Askerî Kolordu Komutanlığı’nda, Kolordu komutanı gibi, padişahla bayramlaşmaya gider ve padişahın iltifatına mazhar olur. Öyle de, bir hac, ne kadar âmî ve sıradan da olsa, manevî pek çok mertebe katetmiş bir velî gibi, bütün yeryüzünün Yüce Rabbi ismiyle Rabbine yönelmiştir ve böylece büyük, külli bir kulluk ile şereflendirilmiştir. Elbette, hac anahtarıyla açılan Rububiyetin (ilâhî terbiyenin) çok geniş mertebeleri ve dürbünüyle nazarına görünen uluhiyetin gayet yüce ufukları ve şeâiriyle kalbine ve hayaline gittikçe genişleyen ubudiyet daireleri ve Kibriya mertebeleri ve tecelli ufkunun verdiği hararet, hayret ve dehşet ve Rububiyetin heybeti; Allahu ekber, Allahu ekber’ ile teskin edilebilir. Ve onunla; o mertebe mertebe, derece derece, peyderpey keşiflerle gördükleri, duydukları, yaşadıkları veya zihinde beliren, canlanan, duygular, hissiyatlar, ancak Allahu ekber, Allahu ekberler’ ile ilan edebilir.
Hacdan sonra şu gayet yüce ve küllî mânâ, çeşitli derecelerde bayram namazında, yağmur namazında, ay ve güneş tutulması sırasında kılınan namazda ve cemaatle kılınan namazda canlanır. İşte, şeâir-i İslâmiyenin (İslâmî âdetlerin), velev sünnet kabilinden dahi olsa ehemmiyeti şu sırdandır.”
Bu ifadeleri, biraz açacak olursak şunları söyleyebiliriz: Hacda sürekli “Allahu ekber Allahu ekber” diyen bir hac, böyle söylemekle, “Sen, büyüksün Allah’ım! Sen, yüceler yücesisin Allah’ım! Senin şanın ne yücedir! Senin büyüklüğünü asıl şimdi anladım, gönlüme lûtfettiklerin karşısında, seni bilmenin, marifetine ermenin hazzı ve mutluluğu ile sana, senin büyüklüğünü içimden geldiği gibi çığlık çığlığa haykırmak istiyorum. Önüme çıkan vadi, dere, tepe ve her yerde, yeri ve göğü inletircesine haykırmak istiyorum. İçimden coşup gelen duygularımı, ancak Senin büyüklüğünü ilan etmekle dindirebiliyorum, Allah’ım!” demektedir.

Kâbe’ye Saygı Ve Hürmet

Kâbe; müminlerin kalbinin müşterek attığı bir mihrap olmakla birlikte, “insanlar için vaz’edilen ilk ev” takdir ve övgüsüyle yüceltilmiş ilk mabeddir. Temeli, yeryüzünde henüz, harcın, taşın, tuğlanın bilinmediği bir dönemde, gökler ötesi âlemlerde atılmış, inşası durulardan duru bir nebî olan, Hz. Âdem’in (a.s.) eliyle gerçekleştirilmiştir. Oturduğu zeminin o işe tahsisi ise, Âdem Peygamber’in yeryüzüne teşrifinden çok önce kararlaştırılmıştır. Öyle ki, bir gün melekler, Hz. Âdem’le karşılaştıklarında: “Sen, var edilmeden evvel bizler, defaatle Kâbe’yi tavaf ettik.” diyeceklerdir.
Aradan uzun zaman geçip, Kâbe bulunduğu mekânda kaybolduktan sonra, peygamberler babası Hz. İbrahim ve oğlu İsmail (a.s.) dümdüz olmuş Kâbe arsası üzerinde onu yeniden inşâ ettiler. Bu hakikat, Kur’ân’ı Kerim’de, “Hatırla o zamanı ki, İbrahim ve İsmail (a.s.) Kâbe’nin temellerini yükseltti ve şöyle dediler: ‘Ey Rabbimiz, bizden bu hayırlı işi kabul buyur!’”* ilâhî beyânıyla anlatılmaktadır.
Yerin merkezinden, Sidret’ül Müntehâ’ya kadar insanların, cinlerin ve meleklerin her zaman çevresinde dönüp durduğu bir “nurdan sütun”un yeryüzünde mücessem bir kesiti sayılan Kâbe, her an görünen görünmeyen milyarlarca temiz ruhun, harîmine can atıp kavuşmayı arzu ettiği, eşi benzeri olmayan öyle bir binadır ki, kıymeti semalara eşittir dense sezâdır... Zaten o, gökte ve yerde Allah’ın evi mânâsına gelen “Beytullah” ismiyle yâd edilmektedir.
Hususiyetlerini anlatmakla bitiremeyeceğimiz Beytullah’a, biz, ancak saygı duyarız. Bunu da, sadece Rabbimizin emrettiği şeye saygı duyma ve nehyettiği şeyden de yüz çevirme inancıyla yaparız. Eğer mesele birilerinin iddia ettiği gibi sadece bir taşa saygı ve hürmet olsaydı Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kâbe’nin içinde bulunan, mükemmel bir şekilde yontulup şekil verilmiş putları kaldırıp atmazdı.
Abdullah b. Abbas’ın (r.a.) naklettiği şu hadis-i şerifte bu mülahazayı görmekteyiz: "Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mekke'ye geldiği vakit, içerisinde put olduğu için, Beytullah'a girmek istemedi. Onların, çıkarılmasını emretti. Hepsi de çıkarıldı. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in (a.s.), ellerinde fal okları bulunan heykelleri de çıkarıldı. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) bunu görünce: "Allah canlarını alsın! Allah'a yemin olsun, onlar da bilirler ki, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail (a.s.), bu oklarla asla kısmet aramadılar." buyurdu.™ Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kâbe’yi putlardan temizlemiştir. Aynı zamanda, putperestliğe karşı büyük bir mücadele vermiş ve putperestliğin kökünü kazımıştır. Neticede; putperestliğin bir daha belini doğrultamayacağını, Arap yarımadasına bir daha putperestliğin hakim olmayacağını da haber vermiştir. Beytullah’a gösterilen saygı ve hürmet; Allah’ın, o binaya saygı duyulmasını, hürmet gösterilmesini istemesi sebebiyledir. Dolayısıyla da o kutlu binaya gösterilen saygı ve hürmet, Allah’a karşı gösterilmiş demektir.

Hacerü’l-Esved’e Saygı

Kâbe’nin kapısının bulunduğu köşesinde yer alan ve tavafa, hizasından başlanan Hacerü’l-Esved’e, -Hacerü’l Es’ad da denilir- gösterilen saygı ve hürmetin kaynağı da ilâhîdir. Fahr-i Kâinat Efendimiz tavaf ederken, Hacerü’l-Esved’e mübarek elini sürmüş; elini sürmesinin mümkün olmadığı zaman da onu uzaktan selamlamış ve sonra, elini yüzüne sürmüştür. Allah Resûlü, bu taşa neden bu kadar değer vermiştir, içyüzünü bilemiyoruz. Ama şunu diyebiliriz ki, Efendimiz’in böyle davranmasıyla bu kutlu taş, bir şeref kazanmıştır. Sanki o, her şeyi kaydeden bir kayıt cihazı; selam verdiğimiz, karşısında Rabbimizi hoşnut etmek için el pençe divan durduğumuz, muhteşem bir taş… Onun için biz ona, kutlu taş mânâsına gelen ‘Hacer’ül-Es’ad’ da diyoruz. Yani taşların en saadetlisi, ümmetin ahd-u peymanını emanet ettiği bir sandık, bir teyp bandı...
Bu taşta belli sırlar vardır; bizim bilemediğimiz ince hikmetler saklıdır. Efendimiz, onun, kıyamet günü şahitlikte bulunacağını beyan ediyorlar. Bu nasıl olacaktır? Bugün bu meseleyi, ilmî tahlillerle isbat edemeyebiliriz. Bugünün tekniği, bunu anlamaya yeterli olmayabilir. Fakat, benzerini gördüğümüz öyle harikalar var ki, hepsi de bu konuda, bizim düşüncemizi desteklemektedir. Mesela, cansız ve camid maddelerden bir araya getirilen insanın konuşması nasıl bir harikulâdelikse, Hacerü’l-Esved’in şahidlik yapması da öyle harika bir durumdur. Esas itibariyle; insan harika cihazlarla donatılmış bir varlıktır, fakat ülfet ve alışkanlık, bize, insandaki bu harikulâdeliği unutturabiliyor. Nasıl insanda hafıza var, pek çok bilgi ve malûmat orada muhafaza ediliyor, öyle de Cenab-ı Hakk'ın yaratmasıyla Hacer'ül Esved’de de böyle bir durumun olması mümkündür. O bir kamera gibi, kendisini istilâm edenlerin resim ve seslerini kaydedebilir ve bunlar öbür âlemde birer şahid hüviyetini alabilirler.
Bütün bunların ne şekilde ve nasıl olduğu konusu, o kadar da önemli değildir. Şayet oraya bir tahta parçası konulsaydı ve Hacerü’l-Esved’e verilen kutsallık ona verilseydi, biz, onu da aynı saygı ve hürmetle selamlar ve bu taşa karşı yaptığımız aynı şeyleri ona karşı da yapardık. Zira; biz neticeyi hep Rabbimize dayandırıyor ve esasen beklenen her şeyi, O’nun engin rahmeti ve O'nun her şeyi kuşatan ilim ve kudretinden bekliyoruz..
Kâbe’ye ve Hacerü’l Esved’e saygı ve hürmet gösterirken biz, aslında maddeye değil; mânâya itibar ediyoruz. Zira; maddeye itibar etmiş olsaydık, Mina’da bulunan ve yine bir taş olan Akabe cemresine, şeytan taşlamak için taş atmayacaktık. Orada bir taşın başına taş yağdırdığımız halde, Kâbe’de yine bir taş olan Hacerü’l Esved’in karşısında saygı ve hürmette bulunuyoruz. Bundan da anlaşılacağı üzere kulluğumuz, haşa Kâbe’ye ya da Hacerü’l Esved’e değil; sadece ve sadece Allah’adır.
Hikmet ve maslahat alanında akla, mantığa bir genişlik kazandıran, ancak, Resûl-ü Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir an olsun bağlılıktan da geri durmayan Hz. Ömer, Hacerü’l Esved’i öper ve “Ey taş! Ben biliyorum ki sen bir taşsın, ne faydan dokunur, ne de zararın. Eğer Resûlullah’ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) seni öperken görmeseydim, vallahi seni öpmezdim.”12 der. Hazreti Ömer’in hemen arkasında bu sözleri duyan Hz. Ali: “Ya Ömer, zannettiğin gibi değil; o taşın faydası da vardır, zararı da. Herkes onu öpüp selamlarken, yaptığı şeyi ona emanet ediyor, o taş ileride şahitlik yapacaktır.” der.
Hz. Ömer (r.a.) bu sözüyle, aslında şunu ifade etmektedir: “Taşın, taş olarak ne faydası vardır, ne de zararı. Ama Allah dilerse, topraktan insanı yarattığı gibi taşı da konuşturur, birkısım meseleleri ona kaydettirir, taşı bir kameranın objektifi gibi kullanır, Allah dilerse faydası da olur, zararı da.” Bu da, Hz. Ömer’in maddeye değil; mânâya itibar etmesinin bir neticesidir. Her iki halifede de başta, Allah Resûlü’nün emrine ittiba, sonra da mantıkla birlikte mânâya itibarı görmekteyiz.

İşte; Burada Gözyaşı Ceyhun Edilir

Tavaf ve Hacerü’l esved’in faziletiyle ilgili, hadis kitaplarında birçok hadis-i şerif bulunmaktadır. İşte onlardan birkaç tanesi:
*Abdullah İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: "Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hacerü’l Esved'e yöneldi, sonra dudaklarını üzerine koyup, uzun müddet ağladıktan sonra ondan ayrıldı. Bir de baktı ki, Ömer İbnul-Hattab da yanında ağlıyor. Hemen: ‘Ey Ömer, evet gözyaşları burada dökülür!’ buyurdular.13
*Nâfî: "Ben, İbn Ömer’i (r.a.) Kâbe’yi tavaf ederken gördüm. Hacerü’l Esved'i eliyle selamlıyor, sonra da elini öpüyordu."14
*Abdullah İbn Ömer (r.a.) Kâbe’yi tavafla ilgili rivayet ettiği hadislerde, "Kim şu Beytullah'ı bir hafta boyunca tavaf eder ve bunu sayarsa bir köle âzat etmiş gibi sevap kazanır."15, "Kişi, tavaf için bir ayağını koyup diğerini kaldırdıkça, her adımı sebebiyle Allah, onun bir hatasını siler ve bir de sevap yazar."16 cümlelerini zikretmektedir.

2- Hac, Meleklerin Seyredeceği Bir Tablodur

Hac kendisine farz olan ve hacca niyet eden bir kimsenin, refesten,17 füsûktan18 ve cidalden19 kaçınması gerekir. Böyle yapmakla bir insan, yeryüzündeyken meleklere benzeme yönüyle belli bir mesafe katetmiş olur. İlâhî beyanda, bu husus şu şekilde ifade edilir:
“Kim hac aylarında ihrama girerek haccı kendisine farz kılarsa, iyi bilmelidir ki, hacda kadına yaklaşmak, günah işlemek ve kavga etmek yoktur.”20 Cenab-ı Hakk’ın bu emrine uyup, hac ibadetini yerine getiren haclar, yeryüzündeyken meleklere benzer bir hal alırlar. Bir yönüyle; meleklerin, insanın yaratılması esnasında, insanın mahiyetini anlamaya yönelik sordukları sorulara, cevap teşkil edecek hale gelirler. Bakara Sûresi’nde bu husus şöyle anlatılır:
“Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.’ dediği vakit onlar, ‘Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?’ dediler. Allah, ‘Ben, sizin bilmediğiniz pek çok şeyi bilirim.’ buyurdu.”
“Ben sizin bilmediğiniz pek çok şeyi bilirim” ifadesiyle, meleklere, onların bilmediği; fakat Allah’ın bildiği pek çok şeyi, hac gibi bir kısım ibadetlerde görecekleri haber verilmiş olabilir. Haclar, Arafat’ta kefeni andıran iki parça ihram içinde, ellerini ve gönüllerini açmış dua dua yalvarırken; Müzdelife’de kupkuru toprak üzerinde yatarken, vadileri doldurup omuz omuza, “Lebbeyk Allahümme lebbeyk” derken, bu ahval içinde âdeta mahşerin küçük bir provasını yaşarken; melekler, kendilerinin bilmediği, fakat Allah’ın bildiği güzellikleri görürler ve her defasında: “Seni tesbih ve takdis ederiz Allah’ım! Mahiyetini öğrenmek maksadıyla sorduğumuz o sorudan ötürü, özür dileriz Allah’ım! Bilen sensin, biz bir şey bilmiyoruz.” derler.

Hz. İbrahim’in Milletindeniz

Hz. İbrahim’in (a.s.) milletinden olan bizler için hacca gitme, Kâbe'yi tavaf etme, menasik-i^ haccı yerine getirme, bir yönüyle de Hz. İbrahim (a.s.) ile irtibat kurmamıza vesile olacaktır. Biz
şu hakikati, her zaman ve her yerde ilan ederiz: “Biz Allah'ın kuluyuz. Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetiyiz. Hz. İbrahim’in (a.s.) milletindeniz.” Bize, bu hakikati, daha ilkokula gitmeden önce anne-babamız öğretir. Çocukluk yıllarımızda bize: “Kimin milletindensin?” diye sorulunca biz, tereddüt etmeden: “Hz. İbrahim'in milletindeniz” deriz. Bunu demekle; putperestliğe girmemek suretiyle temiz kaldığımızı, yani hanîf olduğumuzu ifade ederiz. Hz. İbrahim’in (a.s.) bu konudaki mücadelesi En’am Sûresi’nde anlatılmaktadır.
Hz. İbrahim (a.s.), muhataplarını irşad etmeye çalışırken, delillere dayanarak tahkikî imana ulaşma yolunu göstermek maksadıyla, onların iddia ettiği gibi bir düşünceyi takip ederek: “Gece bastırınca bir yıldız gördü, ‘iddianıza göre, diyelim ki Rabbim budur’ dedi. Yıldız sönünce de: ‘Ben öyle sönüp batanları, Tanrı diye sevmem.’ dedi.”23
Sonra arkasından ayı, güneşi doğup batarken görüyor, muhataplarının mantığıyla fikri takip yaparak onlara hakikatleri anlatmaya çalışıyordu.
Yukarıda ifade ettiğimiz, ‘Hz. İbrahim’in milletindeniz’ derken biz aslında; hanîf olarak kalan, hiçbir zaman putperestliğe girmeyen Hz. İbrahim’in (a.s.) yaptığı gibi, biz de aya, güneşe, yıldıza baktık ve hepsi hakkında hükmümüzü veriyor, “Batıp kaybolan, aya, güneşe, yıldıza ve hiçbir gök cismine tapamayız.” diyor ve tıpkı Hz. İbrahim gibi hanîf olduğumuzu ilan ediyoruz. Zira biz, Hakk’ı bulmak suretiyle batıp gitmeyen, yıkılıp kaybolmayan birine yönelerek, Hz. İbrahim’in milletine dahil olduk.
3- Hacda Hz. İbrahim’le İrtibat Kurarız
Biz, hacda yapılan ibadetleri eda ederken, aynı zamanda Hz. İbrahim (a.s.) ile de bir irtibat kurarız. Bu irtibatı, Kur'ân-ı Kerim'in bizden istediği birlik şuuru, ittihat ve ittifak anlayışı içinde yaparız. Bu hakikati ifade eden Hucurât Sûresi’ndeki şu âyet-i kerimede Cenab-ı Hak: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için milletlere, sülâlelere ayırdık. Şunu unutmayın ki; Allah’ın nazarında en değerli, en üstün olanınız, takvâda (Allah’ı sayıp haramlardan sakınmada) en ileri olandır. Muhakkak ki Allah her şeyi mükemmelen bilir, her şeyden hakkıyla haberdardır.” buyurmaktadır.
Böyle demekle Rabbimiz, bize şu gerçekleri anlatmaktadır: “Ey insanlar! Sizi bir erkek ve bir kadından yarattık. Sonra sizi, şube ve kabilelere ayırıp çeşitli mıntıkalara ve bölgelere yerleştirdik. Allah'ın emri, izni ve yaratması ile muhitin, coğrafyanın üzerinizde tesiri oldu, belki küçük değişimlere maruz kaldınız. Kiminiz Arapça, kiminiz Türkçe, kiminiz Süryanice, kiminiz İbranice, kiminiz İngilizce, kiminiz Rusça, kiminiz de daha başka dillerle konuşur oldunuz. Sizi bu şekilde bir sistem içinde yaratmış olmamız, hiçbir zaman iftiraka düşüp, birbirinize düşman hale gelmeniz için değildi. Askerî sevk ve idareyi kolaylaştırmak için askerin taburlara, bölüklere ayrıldığı gibi, böyle farklı kabile ve milletlere ayırmayı, bir araya gelerek, akıl ve mantık üzerine dayalı bir kardeşlik kurmak suretiyle birlik ve beraberliği gerçekleştirmeniz için yaptık.”.

4- Hac, Gerçek Kardeşliği Temin Eder

Hac, aynı zamanda, hakiki kardeşliği gerçekleştirmek için en müsait ortamdır. Çünkü hac ibadeti süresince, devlet başkanından dilenciye, zenginden fakire, siyahtan beyaza, sarışından esmere kadar bütün insanlar aynı ortamda bulunurlar. Farklı milletlerden hacca gelenler, gruplar halinde yan yana çadır kurar, aynı mekânı paylaşırlar. Kalplerindeki aynı inançla, diller farklı farklı da olsa, aynı duygularla dua eder; diller, renkler, keyfiyetler, ayrı ayrı da olsa, bu ayrılık ve gayrılık içinde bir birliğin kendini gösterdiği açık bir şekilde farkedilir. Dolayısıyla, İslâm’ın evrensel bir din olduğu; ibadetleriyle, dualarıyla, kardeşliğiyle, birlik ve beraberliği samimiyetle yaşatmasıyla ayan beyan görülür bu ortamda. Bu hac günlerinde, bütün haclarda, her türlü dünyevi çıkar ve menfaatten uzak bir şekilde, niyetlerde Allah'a doğru yönelme, Allah'ın rızasını kazanma, Rabbin birliği etrafında birleşip, tevhide ulaşma gayesinden başka bir şey görülmez.

“Lebbeyk Allahümme Lebbeyk”

Haccın en önemli rüknü olan vakfeyi yapmak üzere Arafat'a çıkarken ve yine oradan inerken ayrı ayrı diller, ayrı ayrı şiveler içinde, her milletten insan tarafından, “Lebbeyk Allahümme Lebbeyk” denilmesi kadar, insana zevkli gelen başka bir şey yoktur. Yanınızdan, aşkı, coşkusu, heyecanı ve iç derinliğiyle, asırlarca Müslüman milletlerin kaderine hükmetmiş bir milletten bir grup hacı geçer, geçerken kendine has ses tonu ile “Lebbeyk Allahümme lebbeyk” der. Onların bu telbiyelerinde Türk coşkusunu, tonunu ve heyecanını duyar, Türk lehçesiyle lebbeyklere şahit olursunuz.
Bir bakarsınız; yanınızdan zeki mi zeki, beşeri idare etme kabiliyetinde ayrı bir millet geçer. Geçerken de, ‘Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyk lâ şerîke leke lebbeyk’ der. O lebbeyklerle âdeta bütün âlem bir dil kesilir ve Rabbe karşı şu yakarışlar yükselir: “Allah’ım, senin emrini ve fermanını dinlemek üzere, sana koşuyoruz. Fermanına boyun eğdik, senin istediğin gibi olmaya ve yine senin dilediğin gibi yaşamaya hazır olduğumuzu ilan ediyoruz.’ Bu farklı farklı sesler, şiveler, edalar içinde öyle güzel bir ses armonisi vardır ki, o en büyük hakikati haykırmanın letafetini duyarsınız her seferinde. Coşkuyla birer çağlayan haline gelmiş insanların ağzında hep o kutlu söz... Dağ, taş, dere, tepe bir dil haline gelmiş... Artık dağdan, taştan, dereden, tepeden yükselen tek kelime vardır, o da: ‘Lebbeyk Allâhümme lebbeyk, lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk İnne’l hamde ve’n nimete leke ve’l mülk lâ şerîke lek.’ Dillerdeki yakarışlar aynı, bakışlardaki şefkat ve merhamet aynı, duygulardaki duruluk aynı; bedenler, renkler, diller, ırklar farklı farklı da olsa, gönüllerde ve ruhlarda yaşananlar aynı... Farklı bedenler içinde, tek bir ruh gibi yaşayıp gideriz bu mekân ve zamanlarda...
Tarihin derinliklerinden, ta Hz. İbrahim’den (a.s.) bu yana, Beytullah'ın etrafında, Arafat'ta, Müzdelife'de ve Mina'da müminlerin ağzından kelime-i tayyibe olarak yükselen; yükseldikçe buharlaşan, buharlaşıp rahmet semasına ulaşan ve sonra beşerin günahları üzerine yağmur damlaları halinde dökülen; aynı zamanda cehennem ateşini söndüren, hep şu mukaddes kelime olmuştur: ‘Lebbeyk Allahümme lebbeyk.’ Bu güzel ibarenin Türkçe karşılığı olan, ‘Emrine âmadeyim’ sözü, bu ifadenin güzelliğini tam anlamıyla ve yine o ibarenin devamının Türkçe anlamı olan, ‘Emir almak üzere huzuruna geldim’ sözü de bu güzel ifadeyi karşılamaz. Cümlenin kendine has karakteristik özelliği ile ifade ettiği mânâ, bunların çok üstünde ve bunlardan çok daha renklidir.

5- Hacda Zaman, Bütünüyle İbadete Dönüşür

Hacca giden kimsenin, bütün zamanı, dakikaları, gece ve gündüzü ibadet halinde geçer. Hac veya umreye niyet edip ihramı sırtınıza geçirdiğiniz andan itibaren, geçici olarak nefsani istek ve arzulardan uzaklaşırsınız. Birçok arzuya sahip olmanıza rağmen, Rabbin emirlerine itaat edip, sair zamanlarda mübah olan en tabii ihtiyaçlarınızı ertelemenin hazzını ve mutluluğunu yaşarsınız. Bütün istek ve arzularınızı bir kenara bırakır, böylece hayatınızın her anını Rabbiniz hesabına yaşamaya, her zerresine onun adını işlemeye çalışır; nurlu dakikalar içinde öyle anlar geçirirsiniz ki, anı dünyalara değer. Orada gezip dolaşırken, ayaklarınızın yerden kesildiğini hissedersiniz. Aç, susuz kalır, bazen yolunuzu, yönünüzü unutursunuz, bazen de kafilenizi kaybedersiniz. Fakat bütün bu ızdıraplar size, ayrı bir zevk, ayrı bir neşe ve huzur verir. Bütün bu yaşanan tarifi imkânsız hazlarda, haccın mânâsı, daha bir kendisini hissettirir..

6- Ruhullah’ın Esrarının Fışkırdığı Yerler

Hacca giden insan, oraya gidince ayrı bir mânâyı şu bakış açısıyla duyabilir: Bütün bu kutsal mekânlar, sağanak sağanak semadan vahyin indiği, Mehmet Akif'in ifadesi ile Ruhullah’ın esrarının fışkırdığı yerlerdir. Hz. Davud’un (a.s.) dertli mızrabından çıkan sesin yükseldiği; Hz. İbrahim'e (a.s.) yol gösteren vadilerin olduğu; Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek ayak izlerinin bulunduğu, yerlerdir. Ve yine bu mukaddes mekânlar, sahabe efendilerimizin bazen iniltisinin, bazen ‘Allahu ekber’ deyişinin, bazen hücum feryatlarının yükseldiği yerlerdir. O mübarek mekânlarda gezerken size bir yer gösterirler: Hz. Bilal-i Habeşi’yi (r.a.)... Bedha'da, işte burada sırt üstü yatırmış, göğsünün üzerine taşlar koymuş, günlerce sürüm sürüm sürdürmüşlerdi. O ise sadece “ehad ehad” diyordu. “Allah bir, Allah bir” diyerek tevhid hakikatini haykırıyordu.

Her Bir Vadi, Bir Olayı Hatırlatır

Bu kutsal topraklarda başka bir vadiye yolunuz düştüğünde, size gösterirler: İşte burada Hz. Yasir (r.a.) şehit edildi. İslâm’da ilk şehit olan Hz. Yasir’in göğsüne müşrikler, kızdırdıkları demirleri basıyorlardı. O ise, içinin aşk ve heyecanını haykırıyor, “Muhammed’ür-Rasûlullah” diyordu.
Her bir vadinin unutulmaz bir olayı hatırlattığı vadilerden geçerek, Kâbe'ye doğru yaklaştığınızda, on dört asır evvel dinin ilk tebliğcisi olan Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), Beytullah karşısında namaza durduğu anda, Mekke’nin eşkiyası İbn Ebî Muayt tarafından mübarek başının üzerine işkembe konduğu, o meş’um olayı da hatırlamadan geçemezsiniz.
Bir başka vadiye daldığınızda, size müze olmuş bir ev gösterirler: “İşte; burada Kâinat’ın İftihar Tablosu dünyaya geldi. Bu evden doğan nurla, bütün âlem nura gark oldu, işte burada Asiye, Meryem sultanlarımız, Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ebelik yaptı, Cebrail bu eve kanatlarını gerdi, ‘cihan kurtuldu’ müjdesi bu evden yükseldi. Bu ev, Hz. Muhammed Mustafa’nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) doğduğu mübarek evidir. Amine Hatun’un hanesi bu evdir.” diyeceklerdir. Bu vadilerde dolaşırken ve bu anlatılanları dinlerken, on dört asır öncesine gidecek; insanlığı kurtaracak büyük kurtarıcının attığı her adımda, yığın yığın putların yıkıldığını müşahede edecek; Kisra'nın saraylarının eyvanlarının yıkıldığını düşüneceksiniz. Bununla birlikte; Sava gölünün battığını; ateşe tapan Zerdüştlerin bin seneden beri yaktıkları ateşin söndüğünü, göreceksiniz. Bu vadilerde gezerken, bir zamanlar bu mekânlarda yaşanmış olayları müşahede ettikçe içiniz aşkla, şevkle dolacak; âşıkane, şairane bir halde, tıpkı cennette dolaşıyor gibi dolaşacaksınız. Bu arada günler hızla geçecek; ama siz, günlerin nasıl geçtiğinin farkına bile varamayacaksınız. Belki haftalar geçecek, ama siz, daha dün geldiğinizi zannedeceksiniz.
İşte hac, bu ve buna benzer pek çok mânâları hatırlatır insana. Zaman tüneli ile tarihe doğru manevî bir yolculuk yaptırarak, bu dinin başlangıcında ne zorluklarla karşılaşıldığını ve bize gelinceye kadar ne büyük fedakârlıklara katlanıldığını göste-????

7- Hac, İslâm Cemaatini Bir Araya Getirir

Haccın edasında, pek çok hikmetlerle birlikte, İslâm cemaatinin bir araya getirilmesi gayesi de vardır. Birçok maksatla beraber, aslında bir yönüyle de bunun için, Allah (celle celaluhu) haccı farz kılmıştır. Çünkü hacda ibadet coşkusuyla birlikte, Müslüman toplumların bir araya gelerek, çeşitli meseleleri görüşmelerine de imkân vardır. Dünyanın değişik coğrafyalarından, bu toplantıya katılmak üzere gelen; siyah-beyaz, esmer-sarışın Müslümanlar; devletlerine ve milletlerine ait meseleleri görüşebilir, çözüm yolları arayabilirler. Ama ne yazık ki, üç dört asırdan beri Müslümanların hac vazifesiyle birlikte, yapmaları gerekli olan bu kutsal görev yerine getirilememekte, İslâm âlemi, son derece hayati olan, haccn bu yönünden yararlanamamaktadır. Günümüzde camilerin, asr-ı saadetteki fonksiyonlarını kaybetmeleri gibi, hac da mühim bir rükün olarak, âlem-i İslâm’ın, siyasi ve sosyal meselelerini halletmek için, çok önemli bir zemin iken, ne yazık ki bundan yararlanılamamaktadır.
Diğer taraftan; Kâbe, yeryüzünde gerçek cemaat mânâsına esas teşkil eden çok mübarek bir mekândır. Müslümanlıkta her insan, ferdî Müslümanlığı ile kendi dinini yaşar ve belli ölçüde Allah'ın rızasını kazanabilir. Ancak ferdî olarak elde edilebilecek bütün kazançlar hep kayıt ve şartla ifade edilir. Yani bir mümin, ferdî olarak Cenab-ı Hakk'ın lütuflarına mazhar olabilir ve cennete girebilir. Fakat kâmil mânâda Cenab-ı Hakk'ın lütuflarına mazhariyet, ancak cemaatle mümkün olabilmektedir. "Allah'ın eli, onların ellerinin üzerindedir" "Allah'ın eli cemaatle birliktedir." sözleri, İlâhî yardımın, muhafazanın, koruyup kollamanın cemaatle birlikte olduğunu ifade eden çok önemli iki esastır.
Dünyanın dört bir yanından bütün insanlar, Kâbe’ye doğru yönelirken, hep birlikte aynı noktaya yönelmiş olmanın kazandırdığı bir cemaatleşme şuuru yaşarlar. Bu ise, çok önemlidir; Üstad Bediüzzaman bir yerde, şüphe ve tereddütlere karşı o yöne yönelmenin, insanda şöyle bir duygu hasıl ettiğini ifade sadedinde: "Nasıl ben şu anda Kâbe'ye yöneliyorum; benimle birlikte dünyanın dört bir yanından o ebedi mihraba yönelen milyonlarca insan var ve bunların içinde yüzlerce veli, asfiya, ebrar da var." der ve bu düşüncelerin insandaki birkısım vehimleri izale edeceğini söyler. "Senin bulunduğun şu saf, Kâbe'nin etrafında bir halka teşkil ediyor. Onun arkasında ayrı bir halka, onun arkasında ayrı bir halka... Ve bu halkalar yerkürenin son noktasına kadar devam ediyor. Kimbilir bu safların arasında ilâhî sırlara açık nice insanlar var ki, sen onların eline su bile dökemezsin." der ve üzerindeki bütün o vehimlerden sıyrılır. Evet, esas bu yönüyle de Kâbe, âdeta manevî iplerle insanları birbirine bağlayan bir kuvvettir ve Cenab-ı Hakk, onu insanlar için bir kıyam noktası kılmıştır, denebilir.

Haccı Terketmenin Ağır Cezası

Üstad Bediüzzaman Hazretleri Sünuhat isimli eserinde, haccın bu yönünden yararlanamamanın ötesinde, geçen on dokuz ve yirminci asırda yaşanan ve Müslümanları derinden yaralayan hadiseyle ilgili can alıcı tespitlerini, o veciz ifadeleriyle şu şekilde kaleme alır:* Rüyanın zeyli Rüya, hacda son buldu. Çünkü, haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı gerektirdi. Cezası da keffâretü'z zünub (günahlara kefaret, günahları gideren) değil; kessâretü'z zünub (günahları artıran, hata hata üstüne hatayı artıran) oldu. Haccın, özellikle kendini diğer Müslümanlara tanıtıp, tanışmakla fikir ve görüş birliği, yardımlaşma ile ortak çalışmayı gerekli kılan, içindeki İslâm’ın yüce siyasetini ve İslâm toplumunun geniş maslahat ve faydasını ihmalidir ki, düşmana milyonlarca Müslüman’ı, hem de İslâm aleyhinde istihdama zemin hazırladı. İşte Hint, düşman zannederek, hâlbuki babasını öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor. İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahısın, bîçare anneleri olduğunu, "ba'de harabil Basra" (Basra harap olduktan, her şey bittikten sonra) anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar. İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor. İşte Afrika, kardeşini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveylâ ediyor (bağırıyor). İşte âlem-i İslâm, bayraktar oğlunun (İslâm’a asırlarca bayraktarlık yapmış şu necip milleti) gafletle, bilmeyerek öldürülmesine yardım etti, anne gibi saçlarını çekip âh ü fîzar ediyor. Milyonlarla ehl-i İslâm, bütünüyle hayır olan hacca gitmeye gayret göstermek yerine; bütünüyle şer ve felaket olan düşman bayrağı altında, dünyada uzun seyahatlar ettirildi. (İslâm’a düşman çok farklı milletlerin emir ve komutası altında, pek çok cephede hem de Müslümanlara karşı kullanıldı) Hiç olmazsa bu durumdan ibret alınması gerekmez miydi???

En Tatlı Hac: Veda Haccı

Fahr-i Kâinat Efendimiz'e hayatının sonuna doğru hac farz olmuş ve O (sallallâhu aleyhi ve sellem), kalabalık bir cemaatle hacca gitmişti. Kendisinin hacca gideceğini duyan Müslümanlar, gruplar halinde gelip Mekke'de toplanmışlardı. Herkes Efendimiz'i görmek, son sözlerini dinlemek, hac ibadetini, O’nunla beraber yapmak istiyordu. Efendimiz ile beraber yapılan o hac, belki cihan tarihinde yapılmış en tatlı hac idi. Arafat, cumaya, bayram da cumartesiye rastlamıştı. Efendimiz, kendi cemaatine tatlı bir hac yaptırmış ve “Bu benim son haccımdır, bir daha burada buluşamayız.” deyip veda etmişti. Medine'ye döndükten kısa bir süre sonra da vefat etmişlerdi. Onun için, ilk hac olmasına rağmen Efendimiz’in bu haccına, son hac mânâsında, Veda Haccı diyoruz. Veda Haccı, aynı zamanda Veda Hutbesi, ‘Veda Müzdelife’si, Veda Mina’sı... mânâsına da geliyordu. İnsanlığın İftihar Tablosu, Müzdelife’ye, Mina'ya, Mekke'ye ve Arafat'a teker teker uğruyor ve hepsine de veda ediyordu bu haccıyla.

Veda Haccı, Genel Bir Kongre İdi

Hac; bütün Müslümanlar için âlem-i İslâm çapında, senede bir yapılan, büyük bir konferans ve kongre mahiyetindedir. Dünyanın değişik bölgelerinden, üzerine hac farz olan Müslümanlar, hac mevsimi başlayınca hacca gider, âlemşümûl meselelerini orada görüşürler. Haccın, evrensel anlamda bir toplantı olma özelliğini de biz yine Peygamber Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) öğreniyoruz.
Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ilk ve tek haccı olan Veda Haccı, ilk defa yapılan ve bütün Müslümanların iştirak ettiği genel bir toplantıydı aynı zamanda. Bu toplantıda inananlara, dinin temel prensipleri, emirleri ve yasakları, son bir kere daha hatırlatılacakı.
Fahr-i Kâinat Efendimiz, öğle vakti gelip güneş tepe noktaya varınca, devesine bindi; Arafat'ın zirvesindeki “Cebel-i Rahme” denilen tepeye çıktı ve devesinin üzerinde, saatlerce ashabına bir şeyler anlattı. Yanındaki gür sesli kimseler, müezzinin ilanı gibi Efendimiz’in konuşmasını etrafa duyuruyorlardı. Bütün insanlığa yapılan bir hitabe mahiyetindeki bu hutbesinde en çok dikkatleri çeken şu sözleri; O’nun pek çok sözleri ile birlikte, günümüze kadar gelmiş evrensel mesajlardandır:
“Sizin mallarınız, canlarınız, kanlarınız bugün haram (saygı duyulması gereken) bir gün olduğu gibi haramdır. Bundan böyle, artık kimse kimsenin malına kastedemez, canına kıyamaz, kimse kimseye bir zarar veremez.” Zaten âyetin açık ifadesiyle, hacda günahlara girmek, ahlâksızlığa sapmak, toplumun huzurunu bozacak davranışlarda bulunmak yasaklanmıştır. ‘Tıpkı bu ayın haram ayı, bu beldenin saygı duyulması gereken bir belde olduğu gibi.. Cana kıyılmaz, kan akıtılmaz, otu kesilmez, hayvanı avlanmaz ve harp edilmez bir belde olduğu gibi.. Ancak saldırıya maruz kalınması müstesna... Ve bugününüz gibi, haccın en önemli rüknü olan Arafat vakfesinin, eda edildiği Arefe günü gibi haramdır.” buyuruyordu.
Ve yine sözleri arasında Fahr-i Kâinat Efendimiz: “Dikkat edin, cahiliye devrine ait her şey, şu dakikada ayağımın altındadır, ayağımın altına alıyorum. Cahiliye dönemine ait kan davalarını da ayağımın altına alıyorum. Bundan böyle birisi birini öldürdüğü zaman, o da karşılık verip onu öldürecek değildir, artık bunlar kalkmıştır. Bundan sonra, artık Allah’ın hükümleri uygulanacaktır. Ve ilk ayağımın altına aldığım kan davası da benim amcazadem olan İbn Rabia’nın kan davasıdır. İlk defa ben, onu ayağımın altına alıyorum. Onlar, kan davası gütmeyeceklerdir. Faizi de ayağımın altına alıyorum ve ilk ayağımın altına aldığım faiz de, amcam Hz. Abbas’ın faizidir.” diyordu.
Sözleri uzun sürmüştü. Güneş nerede ise batmak üzereydi, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) sözlerini şöyle bitiriyordu: “Beni sizden, ‘vazife yaptı mı, tebliğ etti mi?’ diye soracaklar. Ne dersiniz acaba o zaman? Hepsi birden, semalara doğru yükselen tatlı mı tatlı, yankılanan bir ses ile ve âdeta Arafat'ı inletircesine; ‘Şahitlik ediyoruz ki, sen vazifeni yaptın, şehadet ediyoruz ki, sen peygamberlik vazifeni hakkıyla yerine getirdin. Tebliğ etmen gereken her şeyi, tebliğ ettin. Şehadet ediyoruz ki, sen nasihat ettin, hayırhahlık yaptın.” dediler. O, birkaç saniye sonra, güleç bir yüzle semaya doğru bakıyor, nurlu eli yukarılara doğru kalkıyor, mübarek parmağını dikleştiriyor ve şöyle diyordu: “Allah’ım! Sen şahit ol, ben vazifemi yaptım, cemaatin şehadeti ile ben vazifemi yaptım, şahit ol ya Rab!”^ diyordu.

8- Müesseseleşen Evrensel Bir Toplantı

Fahr-i Kâinat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) haccı, bir ibadet olmasıyla birlikte, genel bir toplantı olarak da müesseseleştiriyordu. Hacda, Müslümanların birbirleriyle görüşmesinin, konuşmasının yanında, idare edenle, idare edilenler arasındaki münasebetin nasıl olması gerektiğinin de en güzel örneği sergileniyordu. İnsanlığın İftihar Tablosu, halkı ile bir dağın başında, üzerinde ihram; meseleleri görüşmek suretiyle, bütün Müslümanlara yönetim konusunda dersler veriyordu.
Başka nerede bulunabilir ki bu güzel tablo? Bir kere insanın günahlardan temizlendiği; devlet başkanından sıradan bir insana kadar herkesin, dünyaya ait her türlü makamdan arındığı, hatta elbisesini dahi sırtından çıkarıp attığı; parasını, servetini başka yere bıraktığı ve sadece iki parça havludan ibaret bir ihramla bir vadide bulunduğu andan daha fazla, nerede samimi olabilir ki bir insan? Mina'da şeytanı taşlamak üzere, kralın dahi halktan bir insanın arkasında sıraya girdiği zamanın dışında; Müzdelife'de mahşeri andıran bir manzaranın yaşandığı yerden başka; Kâbe’yi tavaf esnasında herkesle birlikte yürünen metafın* haricinde insanlar, hangi mekânda bu kadar birbirine yaklaşabilir ki...
Bilindiği gibi hac ibadeti, Müslümanlar arasında yapılan yıllık bir kongre niteliğini taşır. Bu kongrede, yapılması gereken ibadetlerin yanında, gözetilmesi gerekli olan meseleler gözetilemediğinden, yeryüzünde tam bir İslâmî heyetin oluştuğu söylenemez; söylenemez; çünkü hac farizası için dünyanın değişik yerlerinden gelen insanlar, Arafat'ta, Müzdelife'de, Mina'da bir araya gelip vazifelerini yaptıkları gibi, âlem-i İslâm'ın kaderini düşünerek evrensel bir kongre akdediyor şuurunda bulunsalar, bu kıyamın, çok önemli esaslarından birini daha yerine getirmiş olacaklar.

9- Hac Kalmak İçin Değil, Dolmak İçindir

Hac, belli mevsimde İslâm cemaati tarafından, mutlaka yapılması ve ihmal edilmemesi gereken bir ibadettir. İhmal edildiği veya terkedildiği zaman, İslâm toplumu açısından, büyük kayıplara sebebiyet verebilir. Böyle olmasıyla birlikte, bir başka tehlike de, hac vazifesi bittiği halde, insanların o kutsal mekânlarda kalma istek ve arzularıdır.
Hac mevsimi bittikten sonra ehl-i hizmet insanlar, içlerindeki arzu ve hasrete rağmen orada uzun süre kalmayı düşünmemelidirler. Çünkü o mübarek mekânlar, kalmak için değil; dolmak içindir. Günde beş vakit camiye, namaz kılmak için uğrayıp sonra dışarıya çıktığımız; senede bir kere Ramazan’a uğrayıp, oruç tuttuktan sonra ayrıldığımız gibi, hac vazifesini yaparken de, en mukaddes ve mübarek yerlere uğrar, oralarda belli bir zaman misafir olarak kalır ve sonra oradan ayrılırız. İşte hacc, bir ziyaret olarak düşünürsek, bu yönüyle haccın bir mânâsı da budur. Samimi bir yönelişle Allah’a yöneldikten sonra ve hacca dair vazifeleri yerine getirdikten sonra yurda dönmek gerekir. İnsanın orada kazandığı faziletlerle, yurdunda huzur ve aşk içinde; Hakk’a kilitlenmiş bir gönülle yaşaması gerekir. Yaşadığı güzellikleri, başkaları da yaşasın diye, memleketine dönmesi gerekir.
İşte bu hakikati, kendisinden öğrendiğimiz büyük basiret sahibi Hz. Ömer (r.a.), hac vazifesi bittikten sonra elinde kamçı, halkı ikaz eder ve şöyle derdi: “Ey Şam ahalisi, haydi Şam'a, ey Yemenliler siz de Yemen'e, ey Türkmenler ne duruyorsunuz haydi Türkistan'a... Ayrılın buradan.” Hz. Ömer efendimizin ikazlarından da anlaşılacağı üzere, o kutlu mekânlar, manevî olarak dolma, gönül kabını doldurma yeridir. Kabını dolduranlar, gönüllerindeki nuru, dünyanın dört bir yanına taşımak için, hac bitince yollara koyulacaklardır.

Sen sadece aynasin...
albuba007 - avatarı
albuba007
Ziyaretçi
22 Eylül 2014       Mesaj #3
albuba007 - avatarı
Ziyaretçi
daha kısası yok muydu ? Msn Cry

Benzer Konular

4 Haziran 2012 / Dag0 Soru-Cevap
5 Ocak 2017 / Misafir Cevaplanmış
3 Ocak 2017 / Misafir Cevaplanmış
14 Ocak 2014 / Misafir Cevaplanmış
6 Şubat 2016 / Misafir Soru-Cevap