Arama

Ekoloji ve Çevre Hakkında Makaleler - Sayfa 7

Güncelleme: 21 Şubat 2019 Gösterim: 141.699 Cevap: 64
ölmez fenerli - avatarı
ölmez fenerli
Ziyaretçi
13 Kasım 2012       Mesaj #61
ölmez fenerli - avatarı
Ziyaretçi

Çevre Sorunu Ekoloji Ve Sosyalizm


Burjuva çevre hareketinin etkisi kırılsa da halen varlığını sürdürüyor. Bu hareket özellikle sosyalist sistemin dağılmasından sonra kendisine bir alan bulmuş, etkin hale gelmişti. Bu dönemde çevre koruma, ekolojik dengenin bozulması adına kapitalizme yöneltilen eleştiriler hep sistem içinde kalırken onun yırtık söküklerini tamir etmenin ötesine geçemedi, asıl vurdukları yer ise sosyalizm deneyimleri ve giderek de marksist teorinin kendisi oldu. Marx ve Engels'in ekoloji ve çevre üzerine bir şey söylemediği yazıldı, söylendi. Marx'ın ve Engels'in yaşadığı yüzyılda çevre sorunları ve ekolojik dengenin bozulması bugünkü boyutlarda değildi. Bu nedenle de insanlık açısından bu denli önemli ve acil de değildi. Buna rağmen Marx, “Kapital”de, Engels, “İngiltere'de Emekçi Sınıfın Durumu”nda konuyu ele aldılar; işçi sınıfının yaşamlarında, kapitalizmin onları mahkum ettiği çevre kirliliği ve sağlıksız yaşam koşullarının onların yaşamını nasıl olumsuz etkilediğini yarıntılı biçimde betimlediler.
Sponsorlu Bağlantılar
Marx olsun, Engels olsun, pek çok konuda olduğu gibi ekoloji ve çevre sorununda da kendi çağlarının önlerine çıkardığı boyutuyla sorunu ele alırken, çoğu kez onu da aşarak konuya dair bir perspektif ortaya koydular.
Marx, “Kapital”de değerin analizini yaparken, değerin iki kaynağından, emek ve doğadan bahseder. Doğal nesneler olmadan emeğin değer üretemeyeceğini belirtir. Yine kapitalist büyük sanayinin gelişimiyle beraber doğanın ve onun bir parçası olan emekçi sınıfın, proletaryanın nasıl sömürüldüğünün üzerinde uzun uzun durur. Grundrisse'de doğanın nasıl yağmalandığına değinir. Ayrıca en başta Alman İdeolojisi olmak üzere marksizmin kurucuları pek çok çalışmalarında, yaşamın, insanla doğa arasındaki madde alışverişi temelinde hareket eden bir metabolizma olduğunu belirtirler. Yine kapitalizmin gelişmesinin kır-kent ayrımını nasıl derinleştirdiğini, insanla doğa arasındaki madde alışverişini bozarak doğayı nasıl tahribata uğrattığını, toprağı nasıl sömürdüğünü gösterirler. Verimi düşen toprağın verimini arttırmak amacıyla kapitalizmin kimyasal destekli tarımı geliştirdiğini; bunun bir sonucu olarak su kaynaklarının kirlendiğini, bunun da diğer canlı türlerinin yaşam alanlarını ve yaşamlarını nasıl bir yıkıma sürüklediğini gösterirler.
Belki Marx'ta ve Engels'te petrol türevleri ve sentetik madde üretimi ve kullanımının sonuçları üzerine pek fazla bir şey bulmak mümkün değildir. Ama dedik ya, insanlar, ancak önlerine çıkan sorunları çözebilirler. Bu bağlamda özellikle belirtmek gerekir ki, petro-kimya endüstrisi ve sentetik maddelerin dünyada bu kadar yaygın üretimi ve tüketimi, öncesi olsa da II. Emperyalist Savaş sonrasına denk gelir. Bunu hazırlayansa sermayenin bedavadan el koyduğu bilimin üretici bir güç olarak sermayenin hizmetine koşulmasındaki yoğunlaşmadır. Bu dönem, tekelci sermayenin daha çok kar uğruna muazzam büyüklükte bir meta kütlesi üretimini gerçekleştirmesiyle önceki dönemlerden ayrılır. Burada iki yanlı bir doğa tahribatı yaşandı. Bir yandan muazzam büyüklükteki meta üretimi için gereken hammadde miktarını elde etmek uğruna doğanın yağmalanması, sömürülmesi yaşandı. Öte yandan da tahribat daha da yoğunlaştı; üretim sürecinden arta kalan zehirli kimyasal atık madde miktarı yoğunlaşırken; tüketim sonucunda ortaya çıkan, doğanın kendisini yenilemesine yardımcı olabilecek atık maddelerin doğaya dönüşümünün olağan seyrinin bozulması, tahribatı daha da arttırdı. Öyle ki, bu tahribat daha önceki bin yıllarda görülmemiş bir düzeye vardı. Bu durum, emperyalist kapitalist sistemin dünya üzerindeki yaşamı daha önceki bütün evrelerden farklı olarak yeni ve yıkıcı biçimde etkilemeye başladığı bir aşamayı ifade ediyor. Küresel ısınma, karbon salınım dengesindeki bozulma, biyosferdeki yaşam koşullarını hızla bozmakta, giderek geri dönülmez bir noktaya doğru savurmaktadır. Bu duruma “çözüm” olacak burjuva sınıfın yaklaşımı ya “piyasa koşullarına” uygun kolaylıklar ya da “çevre vergisi” gibi önerilerden öteye geçmiyor. Burjuva çevre hareketlerinin durumu da bundan farklı değil. Burjuva bakış açısıyla hareket edenler, ekolojik dengeyi bozarak çevre yıkımını yaratan asıl olgunun kapitalizm olduğunu reddediyorlar. Oysa asıl sorumlunun sermayeye dayalı bu üretim sistemi olduğunu kabul etmeyen ve kapitalizme karşı çıkmayan hiçbir “çözümün” çözüm olamayacağı açıktır. Üstelik çevre felaketlerinden yaşamları doğrudan etkilenen halk kesimlerinin burjuva çevre hareketinin etkisi altında kalarak onların çizdiği sınırlar içinde bir mücadele sürdürmesi de, çevre felaketlerinin asıl yaratıcı olan tekeller tarafından yeni kar-sömürü alanları olarak değerlendirilmektedir. Organik tarımdan geri dönüşümlü eşya kullanımına dek bu görülüyor.
Küresel ölçekteki çevre felaketi açısından önemli bir paya sahip olan karbon salınımı ve sera gazlarını kontrol altına almak öyle tek tek ülkelerin üstesinden gelebileceği bir iş olmadığı için, bu kez uluslararası konferanslar, Kyoto vb. protokoller gündeme getirilmiş, ama yine de sonuç alınamamıştır. Bu gazların yayılımının gerek atmosferde gerekse biyosferde yarattığı tahribatı önlemek için gereken sınırlar belirlenmiş olsa da, kapitalizmin temelindeki kar dürtüsünün bu sınırları tanımadığı açıktır. Çünkü tekeller arası rekabet ve kapitalist üretimin doğayı yağmalaması hükümet kararlarıyla önlenebilecek bir şey değildir. Emperyalist merkezler, çevre vergileri, protokoller vb. yollardan "çevre koruma", "ekolojik denge" politikaları geliştirip uygularken, aslında çevre felaketlerinin önlenmesi için gereken ekonomik maliyeti, tekeller yerine tüm toplumun sırtına yüklemektedir.
Kapitalist piyasa temelinde hareket eden çevre-ekoloji politikaları, sermayeye dayalı üretimin doğal zenginlik kaynaklarının kısıtlılığını ve bunun da sermaye birikimine hizmet etmesinin gerekliliğini bir ön kabul olarak alır, almak durumundadır. Bu nedenle emperyalist kapitalist sistem öncelikli olarak hem emperyalist merkezlerde, hem bağımlı ülkelerde emekçi yığınların ve geniş halk kitlelerinin değil, kapitalist karların azami ölçüde artışını, bu birikimi güvence altına almayı amaçlar. Burada burjuva devlet doğal ve toplumsal kaynakları piyasada alınıp satılan bir mal haline getirir; işçilerin ücretlerine olduğu kadar, emek gücünün yeniden üretiminin toplumsal koşullarına da saldırarak sermayenin her alanda azami sömürüsünü garanti altına almaya yönelir.
İşçi sınıfı ve emekçi yığınlar açısından doğa kullanım değeri olarak insanların gereksinimlerini karşılayan bir işleve sahipken, sermaye, onu değişim değerine indirger. Kapitalizmin kendisinde var olan bu çelişkinin çözümü kapitalizm koşullarında mümkün değildir. Çünkü kapitalist üretim kendi doğası gereği meta üretimidir, değişim değeri üretimidir. Bir nesnenin meta olabilmesi içinse son alıcının bir gereksinimine cevap vermesi, yani kullanım değerine sahip olması bir zorunluluktur. Kapitalizmin kendisinde verili olan bu çelişkinin çözümü kapitalist üretim koşulları altında mümkün değildir. Bu çelişki ancak kolektif mülkiyet temelinde üretimin yapıldığı; insanlığın çok yönlü ve sınırsız gelişiminin sağlandığı özgür koşullarda çözülebilir. Çünkü burada üretim, artık değişim değeri üretimi değil, kullanım değeri üretimidir. İnsanların özgür ve birlikte evrimi, toplumun ve doğanın birlikte sürdürülebilir evrimine bağlıdır. Ki, bu evrim kapitalizm koşullarında mümkün değildir. Bu evrimin ön koşulu yeni ve daha ileri bir toplumsal sisteme geçiştir. Sadece sermayenin değil, insanın insanı sömürmesinin her biçiminin ortadan kaldırılması, insanın yeteneklerinin ve gereksinimlerinin çok yönlü ve zengin gelişiminin önünü açarak, doğa ve insanın uyumlu birlikte evrimi gerçekleşebilecektir.
Üretim araçlarının ortaklaşa mülkiyeti gerçekleştiği zaman, ancak o zaman gerçekleşecek olan kolektif üretimin ve insani gelişimin özgürleşmesi sağlandığı gibi, doğa bilimiyle insan bilimi de birleşip tek bilim halini alacaktır. Bu koşullar altında bütün toplumun ekolojik dengeyi de içeren insanla doğanın uyum içinde ortaklaşa evriminin yolunu açacak bilimsel gelişmeye bağlı olarak teknolojik gelişme de bütün toplumun ortaklaşa denetimi altına alınacaktır. İnsanal tarihe bu geçiş, insanı gerçek anlamıyla ilk defe özgürleştirecek insanla birlikte doğanın da kurtuluşunu sağlayacaktır.
Son düzenleyen Safi; 20 Şubat 2019 23:01
_AERYU_ - avatarı
_AERYU_
Ziyaretçi
29 Mayıs 2013       Mesaj #62
_AERYU_ - avatarı
Ziyaretçi
Biyoçeşitlilik ve İnsan Etkileşimi
MsXLabs.org
Sponsorlu Bağlantılar

İnsan doğaya müdahale etme yeteneğinde olan tek canlı organizmadır, ancak bu durum insanın bitmek tükenmek bilmez tüketim arzusunun ulaştığı ürkütücü boyutları görmesini engellemekte ve doğanın insana sunduğu sayısız faydanın yok sayılmasına neden olmaktadır.

Ekosistemlerin kendi doğal ve biyolojik süreçleri içerisinde bizlere sunduğu her türlü fayda/yararlanım “Ekosistem Hizmetleri” olarak tanımlanmaktadır. Ekosistem Hizmetlerini şu temel başlıklarla somutlaştırmak mümkündür;
  • Güvenli Gıda Temini ve Dünya Besin Dağılımının Düzenlenmesi
  • Temiz ve Kullanılabilir Su Temini ve Suya Bağlı Üretimin Düzenlenmesi
  • Verimli, Temiz Toprak ve Bağlı Olarak Tarımsal Üretim
  • Temiz Hava ve Küresel İklim Değişikliğinin Düzenlenmesi
  • Toplum Sağlığının Düzenlenmesi ve Doğrudan Farmakolojik Yararlanım
  • Atıkların Detoksifikasyonu ve Madde Döngüsünün Düzenlenmesi
Burada temel sorun şudur; insanlar ekosistemlerin hiçbir karşılık beklemeden kendilerine sunduğu bu hizmetlerin farkında mıdırlar? Bu sorunun yanıtı eğer “evet” olsaydı, bugün; küresel ısınma, kirlilik, güvenilir gıda kaynaklarının azalması vs. gibi sorunlarla karşılaşmazdık. Burada biz biyologlara düşen en önemli görevlerden biri bu farkındalığı yaratmaktır. Dünya toplam ekonomik üretiminin %60’ının doğrudan biyolojik çeşitliliğe dayandığı günümüzde “Ekosistem Hizmetleri”nin farkındalığını yaratmanın yollarından biri de; ekosistem hizmetlerinin ekonomik karşılığının belirlenmesidir. IUCN’e (International Union for Conservation of Nature) göre, ekosistemler tarafından sağlanan mal ve hizmetlerin maddi değeri, tahminen yıllık 33 trilyon ABD Doları düzeyindedir. Burada vurgulanması gereken asıl konu biyolojik çeşitliliğin piyasalaştırılması değil, tükettiğimiz biyoçeşitlilik kaynaklarının da ekonomik bir değer (biyokıymetlendirme) ifade ettiğini bilmektir. Bunu bilmek, doğal kaynakların sürdürülebilirliği ve ekosistem hizmetlerinin farkındalığı açısından önemlidir.

Biyokıymetlendirme, henüz ülkemizde hukuksal ve teknik alt yapısı oluşturulmamış ve yeterli düzeyde çalışılmamış bir konudur. Bu konuda yetkili mercilerin, biyologlar öncülüğünde ve konun diğer uzmanları ile bir strateji belirlemesi ve bir klavuz hazırlaması yerinde olacaktır.

Bütün bunlarla beraber, insanın biyolojik çeşitlilik ile etkileşiminin en temel ilkesi; yaşam hakkının yalnızca insanlar için değil, yeryüzündeki tüm canlılar için geçerli olduğunun bilinmesidir.
Son düzenleyen Safi; 20 Şubat 2019 23:01
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
13 Ekim 2014       Mesaj #63
Avatarı yok
Yasaklı
Ozon Tabakası Artık İncelmiyor!
Ozon tabakası Dünya'yı zararlı UV ışınlarından koruyor ve Birleşmiş Milletler Çevre Programı ile Dünya Meteoroloji Organizasyonu tarafından yayınlanan bir rapora göre iyileşme belirtileri gösteriyor. Ozon tabakasının incelme seviyeleri yüksek olsa da, azalma hızı on yıllık bir sürede artış göstermemiş ve bazı yerlerde tabakanın kalınlaştığına ilişkin işaretler görülmüş.

1987'de, uluslararası bir düzenleme olan Montreal Protokolü bir zamanlar buzdolaplarında ve deodorant spreylerde kullanılmış olan klorofluorokarbonlar (CFC'ler) dahil olmak üzere ozon tabakasına zarar veren kimyasalların kullanımını aşamalı olarak durdurmak veya yasaklamak için yürürlüğe girmişti. Şimdi ise, kampanyanın gereksinimlerini kısmen karşılayacak şekilde 300 civarında bilim adamı tarafından oluşturulan en son raporda suçlu kimyasal maddelerin yasaklanmasının ürünü olarak, ozon tabakasının iyileşme sürecine girdiği ortaya konmuş durumda.

CFC'ler ve benzer bileşikler ozona zarar veriyor, çünkü stratosfere ulaştıklarında UV ışığı bunları parçalayarak klor veya brom atomlarının oluşmasına sebep oluyor, bunlar da ozon ile tepkimeye girecek aktif türleri meydana getiriyor. Sonuç olarak, bu türler oksijen oluşturuyor ve klor ve brom atomları serbest kalarak bir kere daha ozonla tepkimeye girerek tabakanın sürekli olarak azalmasına neden oluyor.

Birleşik Krallık'taki East Anglia Üniversitesi'nde araştırmacı olarak çalışan ve aynı zamanda raporun yazarlarından biri olan Johannes Laube,“Montreal Protokolü stratosferik ozon tabakasına verilen zararı sınırlamada çok başarılı oldu” diyor. “CFC üretimi durdurulmamış olsaydı, günümüzde çok daha ince bir ozon tabakamız olurdu ve bunun da felâket cinsinden sonuçları olurdu, örneğin milyonlarca kişi daha cilt kanseri ile mücadele ederdi”.

Bunun ötesinde, protokol kaza eseri de olsa günümüze kadar gelen küresel iklim kararları arasında en başarılısı oldu. Birleşik Krallık'ta bulunan Leeds Üniversitesi'nde iklim değişikliğini araştıran Piers Forster, “CFC'lerin güçlü ve çok uzun ömürlü sera gazları olduğu anlaşıldı, bu sebeple bunların emisyonlarını zapt etmek, daha da sıcak bir 21.yüzyıldan kurtulmamız anlamına gelir” diyor.

Forster, raporun çok güzel bir haber olduğunu belirtiyor. “Ancak kesin bir şey söylemek için henüz erken çünkü ozon tabakası tamamen kurtuldu diyemeyiz, ve ozon tabakasını tahrip eden maddelerin emisyonunu ve ozon tabakasının durumunu dikkatle izlemeye devam etmeliyiz” demeden de geçemiyor ve ekliyor: “Yine de, Montreal Protokolü bilim, küresel işbirliği ve çevresel politikalar açısından çok büyük bir başarı öyküsü olmuştur”

Ozon tabakasının tam olarak yerine gelmesi yavaş bir süreç olacak. Laube, “Ozona zarar veren en tehlikeli bileşikler tedrici olarak kullanımdan kaldırıldı ve emisyonları ciddi ölçüde azaldı, buna rağmen bunların pek çoğu tepkimeye girme açısından oldukça zayıf ve bunların atmosferden tamamen giderilmesine kadar yıl ve yüzyıl arasında bir süre geçecek” diyor. Bu arada, kaygıya neden olacak başka sebepler de var. Kontrol edilen bazı gazlar hâlâ atmosfere salınmaya devam ediliyor, bunlar arasında karbon tetraklorür de var, bir ihtimalle yasa dışı üretim ve kullanım bunun sebebi. Diğer bileşikler, örneğin oldukça tehlikeli bir sera gazı olan azot ( I ) oksit, ozona zarar veriyor, ancak Protokol tarafından kontrol edilmiyor. Bunun dışında Laube'nin araştırması atmosferde mevcut dört adet yeni, ozona zarar veren kimyasalın varlığını son zamanda tespit etti, bunlardan ikisinin düzeyleri yükselmeye devam ediyor.

Laube'ye göre;Yüzyılın sonuna gelmeden önce ozon tabakasının tamamlandığını görme olasılığımız kesinlikle var, ancak çalışmaya devam etmemiz gerekiyor. Şu andaki zarar hâlâ yüksek, ancak on yıllık süre boyunca kötüleşmiş değil”.

Kaynak: Chemistry World (16 Eylül 2014)
Son düzenleyen Safi; 20 Şubat 2019 23:00
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
13 Mart 2015       Mesaj #64
Avatarı yok
Yasaklı
Antarktika Buzulları Tehlike Sinyali Veriyor
Araştırmalar, Antarktika'nın eriyen buzullarının tehlike sinyali verdiğini söylüyor. Her yıl milyarlarca ton buzulun eridiğine dikkat çeken uzmanlar, son 50 yılda sıcaklıkların 3 derece arttığına vurgu yapıyor.Antarktika'da hızla eriyen buzullar dünyayı yeniden şekillendirebilir. Uyarı, iklim değişikliğiyle ilgili çalışma yapan uzmanlar tarafından yapıldı. Son 50 yılda sıcaklıkların 3 derece artmasının böyle bir sonuca yol açtığı vurgulandı.Amerikan Uzay ve Havacılık Dairesi’nin (NASA) uydu hesaplamalarına göre son dönemde yılda 130 milyar ton buz denize karışıyor.Bu,102 katlı 356 bin Empire State binasına ya da 1.3 milyar olimpik havuza eşit bir rakam.

Artık Geri Dönülmez Bir Noktaya Gelindi!
Kıta ısındıkça okyanuslar da ısınıyor. Uzmanlar artık geri dönülemez bir noktada olunduğunu sıklıkla dile getiriyor.İklim değişikliğinin Antartika'daki rüzgarın şeklini değiştirdiği, sıcak suyun kuzeye, Batı Antarktika buzulunun altına yöneldiği, bunun da erimeyi hızlandırdığı belirtiliyor. Bugünkü şartlarda okyanuslar yılda 0.3 milimetre kadar yükselecek. Erime bazı uzmanların tahmin ettiği gibi durdurulamazsa, deniz seviyesindeki yükseliş hızlanacak.

En kötü senaryoya göre deniz seviyesindeki artışın yüzyıl içinde 3 metreyi bulabileceği belirtiliyor. Bunun gerçekleşmesi durumunda New York ve Çin'in Guangzhou gibi ünlü kıyı kentleri her yıl 1 trilyon dolarlık sel zararıyla karşı karşıya kalacak.Uzmanlar dünyanın kaderinin buzulların erime hızına bağlı olduğuna, birçok adanın tamamen suyla kaplanacağına ve iklim değişikliğini önleyecek adımların gecikmeden atılması gerektiğine dikkat çekiyor.

Elektronik Çöp Dağları Geri Dönüştürülemiyor
2014'te dünya çapında çöpe atılan 41,8 milyon tonluk elektronik eşyanın %60'ı eski mutfak, banyo ve çamaşırhane cihazlarından oluşuyor.Birleşmiş Milletler Üniversitesi'nden araştırmacıların hazırladığı rapora göre çöp dağlarının çoğunluğunu eski mikrodalga fırınlar, çamaşır ve bulaşık makineleriyle diğer elektrikli ev eşyası oluşturuyor.Bu eski eşyanın sadece %16'sı gerektiği şekilde geri dönüşüm ve yeniden kullanım sürecinden geçiriliyor.Araştırmaya göre dünyada en çok elektronik çöp atan ulus ABD, kişi başına en çok elektronik çöp üretilen bölge ise Avrupa.

Elektronik Çöp Raporu
Rapora göre, ulusal düzeyde hesaplamalarda, 2014'te en fazla elektronik çöp oluşturan ulus, 7 kilotonun üstüne çıkan Amerikalılar oldu. Çin, 6 kilotunun biraz üzerine çıkarak ikinci sırada, Japonya 2,2 kilotonla üçüncü sırada yer aldı. Kişi başına üretilen çöp miktarı esas alınarak yapılan hesaplamada ise, Avrupa ülkelerinin elektronik eşyayı en fazla çöpe atan bölge olduğu belirlendi. Norveç'te her yurttaş 28,4 kg. kadar elektronik eşyayı çöpe atıyor. Afrika'da ise kişi başına düşen elektronik çöp miktarı 1,7 kilogram.

Yeni Modeller Dayanıksız
Raporda, evde kullanılan elektronik araç gereçlerin giderek arttığına ve günümüzde üretilen beyaz eşyanın eski modeller kadar uzun ömürlü olmadığına işaret edilerek, bunun sonucunda da elektronik çöp dağlarının yükseldiği kaydedildi.BM Üniversitesi'nin Rektörü David Malone, elektronik çöplerin değerli bir kentsel maden oluşturduğunu ve bunların geri dönüşüm için kullanılabileceğini söyledi.

Elektronik Çöp Değerli Bir Kaynak

41,8 milyon ton elektronik çöpün, 16 milyon ton demir, 1.900 kiloton bakır ve 300 ton altın ile paladyum gibi diğer değerli madenleri içerdiği belirtildi. Rapor, bu kaynakların toplam değerinin 35 milyar dolar olduğunu kaydetti. David Malone ayrıca, çöpe atılan beyaz eşyada, kurşun gibi zehirli maddelerin yoğun olarak bulunduğunu ve bu nedenle elektronik gereçlerin dikkatli bir şekilde ortadan kaldırılması gerektiğini vurguladı.

Dünya Yeni Bir Yok Olma Safhasına Giriyor
ABD’de yapılan bir araştırmaya göre, Dünya’nın yeni bir yok oluş safhasına girdiği ve bundan en çok insanların zarar göreceği belirlendi.Stanford, Princeton ve Berkeley gibi üniversitelerin sunduğu rapora göre omurgalı hayvanlar normale oranla 114 kere daha hızlı bir şekilde yok olmaya başladı.Araştırmacıların söylediğine göre Dünya altıncı en büyük kitlesel yok oluş safhasına girdi. Böyle bir olayın 65 milyon yıl önce Dünya’ya büyük meteorun çarpması sonucu dinozorların yok olmasıyla gerçekleştiği vurgulandı.

Araştırmacı Gerardo Ceballos, bunun devam etmesine izin verildiği takdirde dünyanın kendini yenilemesinin milyonlarca yıl alacağını ve insan türünün normalden daha erken yok olmaya başlayacağını bildirdi. Omurgalı canlıların yok oluşunu tarihsel açıdan inceleyen bilim adamları, son zamanda gerçekleşen yok oluş oranının tüm zamanlara göre 114 kat daha hızlı olduğunun görüldüğünü açıkladı. Yapılan araştırma, 1900 yılından bu yana 400’den fazla omurgalı canlının yok olduğunu gösterdi. Böyle bir kaybın normalde 10 bin yılda gerçekleşmesi gerektiği de araştırmacılar tarafından vurgulandı. İklim değişikliği, kirlilik ve ormansızlaştırma bunlara neden olarak gösterilirken, ekosistemin tahrip edilmesi sonucu üç insan nesli sonunda arılar aracılığıyla polenleşme gibi faydaların da yok olacağı belirtildi.

Stanford Üniversitesi’nden Prof. Paul Ehrlich, “Tüm dünyada pek çok türün yürüyen bir ölü haline geldiğine yönelik bir sürü örnek var” dedi ve ekledi: “Tutunduğumuz dalı kesiyoruz.” Dünya Doğa ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği (IUCN) her yıl 50 canlı türünün yok olmayla karşı karşıya olduğunu kaydetti. IUCN, amfibilerin (iki yaşamlılar) yüzde 41, memelilerin ise yüzde 25 oranında nesillerinin tükenme riskiyle karşı karşıya kaldıklarını belirtti. IUCN ayrıca son zamanlarda en fazla nesli tükenme riskiyle karşı karşıya olan canlının lemur olduğunu ifade etti.

Lemurların yüzde 94’ünün tehlike altında olduğunu ve beşten fazla lemur türünün neslinin tükenmek üzere olan hayvan türlerine girdiğini aktaran IUCN, habitatları Madagaskar olan lemurların doğal yaşam alanlarının tahrip edilmesi ve bu türün avlanmasının da bunun en büyük nedeni olduğunu kaydetti.Duke Üniversitesi Profesörü Stuart Pimm de geçen yıl Dünya’nın 6. en büyük yok oluş safhasına girdiğini fakat yok oluş oranının geçmişe göre 114 değil, bin kat daha fazla olduğunu açıklamıştı.Araştırmacılar, biyoçeşitlliğin bu dramatik sonundan kaçınmanın hala mümkün olduğunu fakat bunun için acil adım atılması gerektiğini vurguladı.

İklim Değişikliği Yeni Göç Dalgalarını Tetikleyebilir
ABD'deki bir araştırma şirketinin yaptığı "küresel iklim değişikliği" araştırmasına göre, 2050'li yıllarda, insanların bugün üzerinde yaşadığı alanların yaklaşık yüzde 70'inin sular altında kalacağı tahmin ediliyor. Bunun da aşırı sıcaklık, kuraklık ve savaşların tetiklediği göç dalgalarına, yaşam alanlarının sular altında kalmasından kaynaklanan yeni göçlerin ekleneceğini gösterdiği tespiti yapılıyor. ABD'li araştırma şirketi Pew, Kasım ayı sonunda Paris'te toplanacak Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'nin (BMİDÇS) 21. Taraflar Konferansı (COP21) öncesinde yaptığı küresel iklim değişikliği araştırmasının sonuçlarını yayımladı. 40 ülkede yapılan araştırmada ortaya dikkat çekici sonuçlar çıktı.

Araştırmaya göre, ABD'lilerin yüzde 45'i, Kanadalıların yüzde 51'i, Fransızların yüzde 56'sı, Almanların yüzde 55'i ve İngilizlerin yüzde 41'i iklim değişikliğini büyük bir sorun olarak görüyor. Türkiye'de bu oranın yüzde 37, Hindistan'da yüzde 76, Brezilya'da yüzde 86, Endonezya'da yüzde 41 ve Çin'de yüzde 18 olduğu görüldü. Raporda, 2050'li yıllarda, küresel ısınma ve iklim değişikliği sebebiyle, insanların bugün üzerinde yaşadığı alanların yaklaşık yüzde 70'inin sular altında kalacağı tahmini yer aldı. Bunun da aşırı sıcaklık, kuraklık ve savaşlar ile yaşam alanlarının sular altında kalmasından kaynaklanan yeni göç dalgalarına neden olacağı belirtilerek, gerekli tedbirlerin acilen alınması gerektiği vurgulandı.

Türkiye için Durum Nedir?
Konuyla ilgili açıklamada bulunan Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği Uygulama ve Araştırma Merkezi ve TEMA Vakfı Bilim Kurulu üyesi Prof. Dr. Murat Türkeş ise "Türkiye, iklim değişikliğinin, özellikle uzun süreli şiddetli kuraklıklar ve su kaynaklarının azalması, sıcaklıkların artması, orman yangınları, erozyon, deniz suyu seviyesinin yükselmesi, sel ve fırtına gibi olumsuz sonuçlarından etkilenebilir" dedi. Türkiye’de son 25 yıllık dönemde iklimin daha ılıman ve sıcak koşullara doğru değiştiğini hem de sıcak hava dalgalarının sıklığında ve şiddetinde farklılıklar yaşandığını vurgulayan Türkeş, "Türkiye gibi iklim sorunları olan ve iklim değişimlerinin etkilerine açık, hassas bir Akdeniz ülkesinde, iklim değişikliğiyle savaşım, uyum politika ve önlemlerinin birlikte ele alınması ve bütüncül, çok sektörlü, çok disiplinli bir anlayışla çalışma yapılması gerektiğini düşünüyorum" ifadelerini kullandı.

Kaynak: AA (23 Kasım 2015)
Son düzenleyen Safi; 20 Şubat 2019 23:00
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
25 Kasım 2016       Mesaj #65
Avatarı yok
Yasaklı
Antarktika Buzulundaki Erimenin 77 Yıl Önce Başladığı Tespit Edildi!

Antarktika'daki devasa Pine Adası buzulunun 1940'larda erimeye başladığı bildirildi. Sonuçları Nature dergisinde yayımlanan araştırma çerçevesinde bilim adamları, buzulun alt kısmındaki çökeltileri inceledi. Buzulun sırtını saran çamurlu çökeltileri analiz eden araştırmacılar, ılık suyun, karaya oturmuş haldeki buzulda sıkışma noktasının arkasında 1940'ların ortasında bir oyuk oluşturmaya başladığını tespit etti.
Ad:  antarktika-buzulundaki-erime-77-yil-once-baslamis,5-oiZ6cfq0ahQHwwNg_Npw.jpg
Gösterim: 281
Boyut:  35.4 KB

Araştırmacıların bu tarihten emin olmalarının bir başka nedeni, çökeltilerde plütonyum izlerine rastlanmaya başlandığı nokta oldu. Bilim adamları, erimenin,1939-1942 yıllarında görülen El Nino olayının neticesi olabileceğini açıkladı. BBC'ye konuşan İngiliz Antarktik Araştırma yetkilisi Dr. James Smith, buzulun en başta bir sırta bağlı olduğunu ama zamanla bu sırttan uzaklaşmaya başladığını ve hızlı küçüldüğünü belirtti.

Daha önceki uydu görüntüleri, buzulun 1970'li yıllarda tamamen büyük kütleyle bağlantısını kopardığını ortaya çıkarmıştı ancak bu parçanın ne zaman ayrılmaya başladığı bilinmiyordu. Pine Adası buzulu her yıl okyanuslara 130 milyar ton buz bırakıyor. Buzul sadece geriye doğru hareket etmiyor, aynı zamanda her yıl 2 metre kaybederek hızlı bir şekilde eriyor. Diğer saha çalışmaları ve bilgisayar modellemeleri çok hızlı bir çökmenin bile mümkün olabileceğini gösteriyor.

Kaynak: AA / Nature (24 Kasım 2016)
Son düzenleyen Safi; 20 Şubat 2019 22:59

Benzer Konular

26 Mayıs 2013 / EagLesTeaM Çevre Bilimleri
5 Ekim 2018 / evo Uzay Bilimleri
24 Eylül 2015 / sahillerindostu Çevre Bilimleri
10 Nisan 2018 / Muhabbetci Müslümanlık/İslamiyet
24 Aralık 2011 / GüNeSss Soru-Cevap