EDEBİYAT
Başlangıcından bu yana, Avustralya edebiyatına iki temel etken yön verdi: bunlardan biri tüm toplumsal ve kültürel değerlerin kaynağı gibi görülen Batı dünyasından kopuk, yabancı ve düşman bir toprak üzerinde bir "sürgünde yaşama" duygusu, öbürüyse Eski Dünya ülkelerini ezen tarihsel ipoteklerden uzakta, insanın hakça bir toplum kurabileceği yeni bir dünyadan kaynaklanan ulusal gurur.
Sponsorlu Bağlantılar
• Günümüzde de tümüyle ortadan kalkmamış olan birinci duygu, sömürgeciliğin ilk yüzyılı boyunca ağırlık kazandı. Buraya ilk yerleşenler, ihtiyatlı davranarak kıtanın kıyı bölgelerinde kalan ve anayurt özlemi çeken İngiliz sömürgecileriydi. XIX. yy.'ın hemen başlarında bunlardan bazıları, Avustralya’nın hayvanları ve bitki örtüsü kadar, yerlileriyle de ilgilenerek bunları betimleyen yapıtlar kaleme aldılar. Barron Fields (First Fruits of Australian Poetry, 1819) ya da Wentworth gibi daha edebi eğilimleri olanlarsa, önceki yüzyıl İngiliz şiirinden alabildiğine etkilenerek, pek önemli olmayan şiirler yayımladılar. Yıllar geçtikçe, kimi sömürgeciler Avustralya’yı anayurtları saymaya başladılar. Bunlardan Charles Harpur (1813-1868) ve Henry Kendall (1839-1882), İngiliz romantizminin etkisini yansıtan doğa şiirleri yazdılar.
1850’den sonra, altına hücum nedeniyle Avustralya nüfusu büyük bir artış gösterdi ve halk edebiyatına meraklı bir okuyucu kitlesi ortaya çıktı.
Bununla birlikte, şair ve at meraklısı Adam Lindsay Gordon’ın (1833-1870) baladları,ancak ölümünden sonra tanındı; Avustralya’nın kırsal bölgelerini, “bush"ları dile getiren 1880-1890’ların baladcıları onun çizgisini sürdürdüler. Buna karşılık, roman türü bir atılım içine girdi. İngiliz Henry Kingsley gibi geçici olarak yazan kimi romancılar, İngiliz okuruna seslendiler Avustralya, The recollections of Geoffrey Hamlyn (1859) adlı romanda olduğu gibi kürek mahkûmları, haydutlar ya da vahşi yerliler üstüne öykülere egzotik bir arka plan oluşturmaktan öteye geçemedi. Avustralya romanı, daha gerçekçi köklerini Marcus Clarke’ın (1846-1881) yapıtlarında buldu. Onun, cezaevlerini melodramatik biçimde anlatan His Natural Life (1870-71) adlı yapıtı, AvustralyalIların kendi tarihlerine ve kendi ülkelerine duymaya başladıkları ilginin bir kanıtıydı. Rolf Boldrewood (1826-1915), çok renkli bir üslupla işlediği haydutluk öyküsü Robbery UnderArms’da (1882-83), bu ülkenin gerçekçi bir görüntüsünü çizmeye çalıştı.
• 1880’li yıllarda, Avustralya’nın kültür ve siyaset tarihinde önemli bir dönem açıldı. Bu dönemde, güçlü bir ulus duygusu doğdu; bu duygu bağımsızlık ve demokrasi özlemleriyle beslenerek 1901’de bir Federasyon’un kurulmasını sağladı. Bu ulusçuluk kavramı, 1880’de Sydney'de yayımlanmaya başlayan ve önce J.F. Archibald, sonra A.G. Stephens (1865-1933) gibi yazarların etkisiyle, siyasete olduğu kadar edebiyata da yer veren haftalık Bulletin dergisinde ortaya çıktı. Bulletin, sayfalarını pek çok yazara açtı. Özellikle öykü ve balad yazarlarını yüreklendiren, onları İngiliz okurları için değil, avustralyalı okurlar için Avustralya’nın günlük yaşantısını işlemeye çağıran dergi, böylece gerçek bir geleneği de başlattı. Olanakları elvermediği için kendi kendini yetiştiren ve Avustralya "bush’Tarından kesitler veren duygusal genç yazar Henry Lawson (1867-1922) bu der gideki öyküleriyle tanındı ve gidierek Avustralya öykücülüğünün ustası oldu. Lawson, kırsal kesim insanının yaşantısını belli bir acıma duygusuyla anlatırken sosyal adaletsizliğe karşı öfkesini dile getirdi.
Yine Bulletin dergisinin ortaya çıkardığı "Banjo" takma adlı şair A B. Paterson (1864-1941) ise, Lavvson'ın karamsarlığına karşıt, kırsal kesim yaşantısında ki sevinçli anları, uzun at gezintilerini ve akşamları kamp ateşi çevresinde söylenen şarkıları neşeli bir üslupla yüceltti. Bu dönemde ortaya çıkan pek çok baladcı arasında Barcroft Boake (1866-1892) ile madencilerin ve denizcilerin yaşamını ele alan Edward Dyson (1865-1930) dikkati çektiler. Bernard O'Dowd (1866-1953) ise Avustralya edebiyatı içinde özel bir yer tuttu; Bulletin'in ulusal ve demokratik temalarını yeniden ele alırken daha coşkulu bir dile ulaştı. Başlangıçta siyaset yazarı olan O'Dowd, Whitman’ın etkisiyle şair pldu. Ancak, şiiri (in Dawnward,1903) retorik kaygısı, soyutlamalar ve mitolojik telmihler içinde boğulup kaldı. Bu dönemin tek önemli romancısı, Lawson gibi kırsal kesimden gelip kendi kendini yetiştiren, ama ondan daha aydın eğilimler taşıyan Joseph Furphy idi (1843-1912). Yazdığı tek kitap olan Such is Life'ı (1903) ’Tom Collins” takma adıyla yayımladı. "Bush” betimlemeleriyle felsefi düşüncelerin iç içe geçtiği yanıltıcı bir yalınlık taşıyan bu uzun roman gerçekte karmaşık bir yapı içeriyordu.
• XIX. yy. sonu Avustralya edebiyatı, ortaya koyduğu ürünlerden çok, ilerisi için vaat ettiği yeteneklerin bolluğu bakımından dikkati çekti. Her sömürge edebiyatında olduğu gibi, anayurt edebiyatı ürünlerinin körü körüne taklidi ile kendi gerçekliğine ve içinden geldiği ülkeye duyduğu aşırı hayranlık arasında bir denge kurmakta güçlük çekti. XX. yy. başlarında bu edebiyat, ufuklarını bir öiçüde genişletti. iyi öğrenim gören, üniversite öğretim üyesi Christopher Brennan (1870-1932), Avrupa'nın kültür yaşamıyla ilişki kurmaya çalışan ilk avustralyalı şair oldu. Birinci Dünya savaşı, Brennan'ı büyük bir alman düşmanı yaptıysa da avustralyalı yazarların çoğunu fazla etkilemedi. Hugh McCrae (1876-1958) yunan mi tolojisı ve ortaçağ efsaneleriyle ilgilenmeyi yeğledi (Satyrs andSunlight, 1928); şiflerinde yaşamı, cinsel aşka ağırlık vererek ele aldı. Okul öğrenimi görmemiş bir tarım işçisi, J. Shaw Neilson (1872-1942), içinden geldiği gibi yazan coşkulu, lirik bir şair olarak sivrildi. Gençliğinin bir bölümünü İngiltere’de geçiren William Baylebridge (1883-1942), Elizabeth dönemi şairlerinin ve Nietzsche'nin etkisinde kaldı: sanatını Avustralya milliyetçiliğine bir felsefe kazandırma amacına adadı.
İki savaş arası dönemin şiiri, gerçekte, Vision dergisinin, Norman Lindsay'den esinlenen vitalist görüşlerinin etkisinde kaldı. Lindsay, sanatçıları, düşgüçlerıni serbestçe ve canlı bir biçimde dile getirmeleri yolunda yüreklendiriyordu. 1930’lu yılların sonunda bu hareket, yerini, Rex lngamells’in(1913-1955) kurduğu Jindy vvorobaks hareketine bıraktı; ingamells, yerli kültüründen ve efsanelerinden esinlenerek şiirlerine Avustralya’ya özgü bir nitelik kazandırmaya çalışıyordu.
Kendine özgü biçim ve temaları olan gerçek bir Avustralya romanı geleneğinin ortaya çıkması için 1930'lu yılları beklemek gerekti. Bu dönemde, öncüleri konu edinen, sağa niteliğinde birçok roman yazıldı, örneğin, Miles Franklin'in (1879-1954) Ali ThatSwagger (1936) ya da Brian Penton’ın Lanatakers'ı (1934), insanın iyi tanımadığı bir toprakta, çoğu kez birkaç kuşak boyunca yavaş yavaş kök salmasını işleyen kronolojik anlatılardı Kimi romancılarsa serüvenci kahramanları konu edindiler; örneğin Kylie Tennant (doğm. 1912) The Battlers (1941) adlı romanında bir grup insanın daha kısa bir zaman dilimi içindeki gezginci yaşamını dile getirdi. Bütün bu romanlar, fiziksel ve toplumsal çevreyi gerçekçi bir biçimde sunmayı amaçlayan, belgesel değer taşıyan yapıtlardı.
Bu dönem romanında kadın yazarlar ağırlık kazandı. En tanınmışları Miles Franklin ve Henry Handel Richardson (1870-1946) takma adlarını kollanan romancılardı. Richardson’ın başlıca yapıtı, dev bir üçleme olan The Fortunes of Ric- hard Mahony idi (1930). XIX. yy. da geçen bu romanın tersine Katherine Susannah Prichard'ın (1884-1969) romanları günümüz dünyasını ele aldı. Önceleri sosyalist, daha sonra komünist düşüncelere yakınlık duyan bağımlı yazar Prichard, Coonardoo (1929) adlı romanında genç bir beyaza âşık olan bir yerli kızın doku nakli öyküsünü anlattı. Kylie Tennant da Prichard gibi, ama onun öğretici tutumuna karşıt biçimde ve belli bir mizah anla yışıyla, romanlarında, ekonomik bunalım sırasında gezici çalışan işçiler, arı yetiştiricileri, Sydney’in karanlık çevreleri, vb. gibi çeşitli toplumsal grupları konu edindi. Eleanor Dark (doğm, 1901) çeşitli ruhbilimsel romanları ve özellikle Timeless Land( 1941), Storm of Time (1948) ve No Barrier (1953) romanlarından oluşan tarihsel üçlemesiyle daha aydın bir romancı olarak sivrildi; sömürgeciliğin ilk yıllarını ele aldığı bu üçlemede Avustralya ulusunun kimliğini yansıtmaya çalıştı. Christina Stead (doğm. 1902), H.H. Richardson gibi erken yaşta Avustralya'dan ayrılmasına karşın, yolculuk ve gurbet deneyimini çok canlı bir roman diliyle anlattı (Seven Poor Men of Sydney, 1934; The Man Who Loved Children, 1940).
Bu dönemin en güçlü romancısı ise, kuşkusuz Kuzey AvustralyalIların ırkçılığını eleştiren Capricornia (1938) adlı trajı-komik romanıyla ünlü Xavier Herbert tır (doğm. 1901).
• Savaş sonrasında Avustralya şiiri, önemli bir gelişme gösterdi; buna karşılık Kenneth Slessor (1901-1971) en önemli ürünlerim 1940 öncesinde vermişti A D. Hope'un (doğm. 1907) sanat yaşamı Slessor’ınkinden daha uzun sürdü. Hope, cinselliğe ağırlık veren yergici bir yazardı. R.D. Fitzgerald (doğm. 1902), şiirlerinde (Essay on Memory, 1952) gözlenen sertliği, büyük olasılıkla, aldığı bilimsel eğitime borçluydu; ancak bu durum yapıtlarının canlılığını bozmuyordu. James McAuley (1917-1976), katolik ve muhafazakâr olmasına karşın, dili gerçek- üstücü bir gözüpeklikle kullandı. Douglas Stewart (doğm. 1913) şiir kitaplarında, Avustralya’nın hayvanlar ve bitkiler dünyasına ilginç yaklaşımlar getirdi; bunu yaparken aydınca kaygıları bir yana bırakıp halka özgü bir doğaçlamaya yöneldi. Daha genç şairler arasında, Francis Webb (1925-1973), uzun süredir Londra'da yaşayan Peter Porter (doğm. 1929), Bruce Beaver (doğm. 1928), Rodney Hail (doğm. 1953), Les Murray (doğm 1928), Robert Adamson (doğm. 1944) ve Mıchael Dransfıeld (doğm. 1949) yer aldılar. Verimli ve güçlü kadın şiirinin belli başlı temsilcileri de Judith Wright (doğm. 1915), Rosemary Dobson (doğm. 1920), büyük üne kavuşan ilk avustralyalı yerli şair Kath Walker (doğm. 1920) ve Dorothy Hewett (doğm. 1923) oldu.
Savaş sonrası Avustralya romanına Patrıck White damgasını bastı. Kimi eleştirmenler, romanlarında ilk göçmenlerden zengin bir ailenin öyküsü içinde, İngiltere - Avustralya ilişkilerini yalın bir dille ele alan Martin Boyd'u (1893-1972) Whıte’a üstün tuttular (The Cardboard Crown, 1952). Ama, 1973’te Nobel edebiyat ödülü’nü alan Patrick White'ın (doğm. 1912) üstünlüğü, günümüzde artık kesinlik kazandı Whıte, romanlarında gazetecilik ve gündelik yaşantıyı işleme geleneğinden ayrılarak, çoğunlukla şiirden düzyazıya ulaşan bir dille manevi ve ahlaksal sorunları irdeledi.
Bir sonraki kuşak, daha küçük çapta da olsa, Whıte gibi birçok yetenekli romancı çıkardı; bunlar 1930’ların Avustralya.romanının gerçekçi üslubundan ayrıldılar ve gerçekliğin düşgücüne dayalı bir yorumuna ağırlık verdiler: ülke manzaralarını, şiirsel anlatılarının baş öğelerinden biri durumuna getiren Randolph Stow (doğm. 1935) [To the İslands, 1958]; tarihsel romanlarında kimi zaman Avustralya'yı (Brıng Larks and Heroes, 1967), kimi zaman Avrupa’yı (Gossip from the Forest, 1975) ele alan Thomas Keneally (doğm. 1935); sanayi toplumunun bozuk yanlarını ortaya koyan ve insanlığın durumunu kötümser bir gözle yansıtan vid İreland (doğm. 1927) [The Glass'Canoe, 1974], Avustralya’da, halka dönük romanın başlıca temsilcileri tüm dünya dillerine çevrilen (The Devil's Advocate, 1959; Shoes of the Fisherman, 1963) ünlü yazar Morris West (doğm. 1916), baş kahramanı, Napoleon Bonaparte adlı bir yerli melezi olan ve polisiye romanlar yazan Arthur W. Upfield ve Colleen McCullough’tır.
En genç yazarlarsa, genellikle, kendilerinden önceki avustralyalı yazarlardan çok, amerikan (Brautigan ya da Vonnegut tarzı) ya da Latin Amerika romanının etkisinde kaldılar. Bu yazarlar, romanda olduğu gibi öykü dalında da yem anlatım biçimleri araştırdılar ve 1967-1968 olayları ile Vietnam savaşı’nın etkilediği bir kuşağın siyasal ve toplumsal kaygılarını konu edindiler: Barry Oakley (doğm. 1931), Frank Moorhouse (doğm. 1938), Michael Wilding (doğm. 1942), Murray Bail doğm. 1941) ve Peter Carey (doğm 1943).
Louis Esson (1879-1943) ile doğan Avustralya tiyatrosu, salon yokluğundan dolayı uzun süre yerinde saydı. Esson’un K.S. Prichard ile birlikte içinde yer aldığı Pioneer Players topluluğu, Avustralya tiyatro sanatını halka indirmeyi pek başaramadı. Ray Lawler’ın (doğm. 1921) Summer of the Seventeenth Doll (1955) adlı oyunuyla kazandığı başarının arkası gelmedi. Ancak, 60’lı yıllarda yeni bir kuşak ortaya çıktı: Alan Seymour, The One Dayofthe Year (1960) ile bir skandal yarattı; Patrıck White egemen natüralist anlayıştan tümüyle ayrılan oyunlar (The Burt Ones, 1964) ortaya koydu ve bu alanda rakipsiz kaldı.Günümüzün belli başlı oyun yazarları, gerçekçi bir gelenek içinde yer almakta ve daha çok toplumsal sorunlarla ilgilenmektedirler. Jack Hibberd (doğm. 1940) [A Stretch of İmagination, 1973]; Davıd Williamson (doğm. 1942) [Don's Party, 1973]; Alexander Buzo (doğm. 1944) ve John Romeril (doğm 1945).
Kaynak: Büyük Larousse
BAKINIZ Avustralya ve Avustralya Tarihi Son düzenleyen Safi; 3 Aralık 2017 02:11
Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!