Arama

Bulantı - Jean-Paul Sartre

Güncelleme: 20 Aralık 2009 Gösterim: 5.485 Cevap: 0
ThinkerBeLL - avatarı
ThinkerBeLL
VIP VIP Üye
20 Aralık 2009       Mesaj #1
ThinkerBeLL - avatarı
VIP VIP Üye
Bulantı (La Nausée)
MsXLabs.org & 100 Büyük Roman

Sponsorlu Bağlantılar
Yazan: JEAN-PAUL SARTRE (1905-1980)

Başlıca Karakterler
  • Antoine Roquentin: Hikâyeyi, bu yapayalnız entelektüel anlatır. Onun hayata duyduğu küskünlük, romanın tezini oluşturur.
  • Anny: Roquentin'in önceki metresi; bir aktris olan bu kadın şimdi orta yaşlıdır.
  • Françoise, «Patron»: Roquentin'in, gecelerini birlikte geçirdiği bir kahvehane sahibesi.
  • Ogier, «Kendi kendisini yetiştirmiş adam»: Alelade bir kafaya sa­hip bir kâtip; Bouville Kütüphanesi'ndeki bütün kitapları oku­mak suretiyle kendi kendisini yetiştirmeğe çalışır.
Hikâye
Bu kitap boyunca yaptığımız gibi, romanların plânları, karakterleri ve tezleri arasındaki farkları belirtmek her zaman keyfîdir. Fakat bu tarz, hiç bir kitapta Sartre'nin Bulantı'sı kadar keyfî yapılmış değildir. Bu kitaptaki yegâne plân, karakterlerin belirtilmesidir; biz, kahramanın hareketleriyle değil, onun reaksiyonlarıyla ilgileniyoruz. Roman, Antoine Roquentin adında; arkadaşları, ailesi ve hatta bir işi bulunmayan yapayalnız bir entelektüelin günlük hâtı­raları şeklinde yazılmıştır. Onun hakkında sadece bir iki gerçek meydana çıkıyor. Avrupa'da, Afrika'da ve Asya'da uzun uzun dolaşmış; Hindistan ve Çin-Hindi'ndeki arkeolojik araştırmalara katılmış, fakat so­nunda bu tür faaliyetlerle ilgilenmemeğe başlamıştır. Bir ara, Anny adında bir metresi vardır, fakat kavga ederler ve senelerce kadım görmez. Hâlen, Bouville («Mudvill,» muhtemelen Le Havre) adındaki mahalli bir şehrin küçük bir otelinde yaşar; onsekizinci asır­da yaşamış ve pek bilinmeyen Comte de Rolleben adındaki bir maceraperestin hayatı hakkında araştır­ma yapar. Seksüel ihtiyaçlarını, civardaki bir kahve­hanenin sahibesi ile yaptığı bir anlaşma neticesinde karşılamaktadır. Her gece bir erkekle yatmak ihti­yacını duyan bu kadın, hiç bir teklifi reddetmez.
Roquentin'in, bu yalnız, kendisine yeterli haya­tı, bulantı adını verdiği acıtıcı hücumlara maruz ka­lır: Sadece kendi hayatından değil, hayat denilen şey­den tamamiyle bıkmıştır. İlkin, bu tür hisler, ne oldu­ğunu anlamaksızın, aniden gelen ve kaybolan parlak izler halinde görünür. O, bu ânlarda, kendisinin ak­lını oynatıp oynatmadığını düşünür. Eşyanın, kendi anladığı hayata yabancı bir hayatı bulunduğu görü­nür. Alelade eşyalar, onun indinde, garip objeler olur ve artık yerden bir taş veya kâğıt alamayacak hâle gelir. Kısa bir müddet için bu hislerini, eski bir caz plâğını dinlemekle gidermeğe çalışır. Plâğın sağlam katılığı, eşya ile önceki ünsiyet hissini geri getirir.
Mamafih, kendisini garip bir durumda hissetme sini, ancak çok kısa bir zaman için uzakta tutabilir. Çok geçmeden, bu hisler Roquentin'in kendi vücudu­na yayılır, elleri dahi, bir balık veya tırnaklarını oy­natan bir yengeç gibi muhtar bir varlığa sahip garip bir hayvan gibi görünmeğe başlar. Kendi vücudunun yoğun ve yepyeni idraki karşısında ne yapacağını bi­lemez; vücudunun, şuurlu ve tam bir şahsiyetin mer­kezi olduğunu değil de hayatının ılık, lüzûci, belirsiz bir mihrakı olduğunu hisseder. Sonunda, eşyanın her tarafta, âdeta adlarından ve alışılmış kullanılma şe­killerinden sıyrılmışlarcasına, beklenmedikleri se­kide oturmamış bir karakter kazandıklarını görür. Bir tramvayın kanepelerini, şişirilmiş karnı ile su üstünde sırt üstü yüzen ölmüş bir eşeğe benzetir. «Oturacak bir yer, bir kanepe» diye mırıldanır; fakat kelimeler kendilerini, eşyaya bağlamazlar. Her eşya isimsizdir, gülünçtür, maksatsızdır.
Bu dünyada, hiç bir şeyin, niye mevcut olduğu­nun bir sebebi yoktur. Onların nasıl hareket edecek­lerini Allah tayin etmez, yönetmez. Eşyalar, Roquentin'i tiksindirircesine katı, kaim, şehvetli, şişiril­miş, âdi bir bolluk içindedir. Eşyalar saçmadırlar. Hiç bir kurala boyun eğmezler. Bir bakıma de trop, ge­reksizdirler. Böyle bir dünyada, herhangi bir şey, herhangi bir şeye dönebilir, zira onun varlığını yöne­ten bir kanun veya mantık yoktur. Roquentin, kendi­sini bir takım düşüncelere kaptırır: eğer çocuğunun yüzündeki bir sivilceye bakan bir anne, bu sivilce­nin, gülen küçük bir göze istihale ettiğini görse aca­ba ne yapardı? Veya bir kimse, ağzının içinin kaşın­dığını hissetse ve ağzını açtığı vakit dilinin, kıpır kıpır kıpırdayan bir kırkayak haline istihale ettiğini görse acaba ne hissederdi? Çünkü dünya kanunsuz ve gayri-mantıkî olduğundan, insanlar hürdürler ve -bir şey yapmanın artık hiç bir mânası kalmasa bile-istediklerini yapabilirler, işte bu topyekün fakat mâ­nâsız hürriyete karşı hissedilen tiksintidir ki, egzis-tansiyel bulantının özünü teşkil eder.
Cemiyetten böylece tecrit edilmiş yaşamasına rağmen, Roquentin'in hayatı, dünyayı başka gözlerle görenlerin hayatlarıyle karışır. Kahvehane sahibesi ile yürüttüğü ilişkilerin pek önemi yoktur. Bu kadın, onun sadece fizikî ihtiyaçlarını yerine getirir. Diğer taraftan, Bouville'in, kendi kendilerine hürmet bes­leyen, kendilerini önemli addeden, kanuna hürmet duyan vatandaşlarının, içinde bulundukları gerçek durumları yine kendilerinden gizlemek için giriştik­leri devamlı teşebbüsler onu son derece kızdırır. On­ların bütün sosyal hareketleri, düzen, vazife ve hak­lar gibi her kelimesi gerçek değil, muazzam bir sah­tekârlık makinesidir. Onları, ekseriya meydanlardaki heykeller ve sanat galerilerindeki portreler diye anlatan Roquentin, onların yaşadıkları hayatın can­sızlığını ve sunîliğini gösterir.
Roquentin'in mütemadiyen önüne çıkan bir di­ğer beşerî yaratık da, «Kendi kendini yetiştiren adam» dediği, ızdırap verici küçük bir bilgiçtir. Mah­kemede kâtiplik yapan bu adam, Bouville Kütüpha­nesindeki bütün kitapları okuyarak kendisini yetiştir­meğe karar verir. Kitapları, alfabe sırasına göre oku­mağa başlar ve yedi sene sonra L'ye ulaşır. Sartre, öyle anlaşılıyor ki bu işlemi, zengin imkânlarla dolu hayata, dışarıdan bir düzen empoze etmek isteyen rasyonel sistemlerin bir karikatürü olarak gösterme­ğe çalışıyor. «Kendi kendini yetiştiren adam», mü­temadiyen Roquentin'in önüne çıkar, can sıkıcı ale­lâdelikleriyle Roquentin'in gözlerinden yaş getirecek, kadar rahatsız eder. Bu adam, beşeriyete âşık bir ide­alist olduğunu iddia ederse de Roquentin, onun ya­nında oturan adamın saçlarının rengini sorduğu za­man ne cevap vereceğini bilemez. Onun da nasıl bir adam olduğu kısa bir zaman sonra anlaşılır. «Kendi kendini yetiştiren adam,» kütüphaneye gelen genç çocukların bacaklarını ve ellerini gizliden gizliye ok­şamaktan zevk alır. Tam manasıyla faziletli bir adam olan kütüphane müdürü, onu okuma salonundan ko­var. Roquentin, bu adamın şimdi, yalnızlık içinde geçecek hayatının çıraklık devresine başladığını söy­ler.
Roquentin'in ümitle baktığı tek kimse, önceki metresi Anny'dir. Eğer kadın geri gelse, bulantısı kaybolabilirdi. Anny'den gelen bir mektupta, kendi­sini, Paris'te görmesi rica edilir. Roquentin, kadına karşı beslediği aşktan ziyade merak saikiyle Paris'e gider. Bir aktris olan Anny, önceleri, aralarındaki ilişkiyi oldukça teatral bir açıdan ele alıyordu. Kadın, bu ilişkinin, «mükemmel ânlar»a ulaşmasını istiyor­du. Yani mükemmel bir aşk için gerekli olan her şey -sahne, his ve hareket- birleşecek ve sanatkârane bir bütün vücuda getireceklerdi. Kadın ne istediğini ani­den söylüyor, beklediğini bulamayınca da Roquentin' le alay ediyordu. Fakat artık orta yaşlıdır ve gittikçe de şişmanlamaktadır. Mükemmel anların mümkün olduğuna artık* inanmaz. Onun uğradığı hayal kırık­lığı da Roquentin'inki gibidir; fakat şurası gariptir ki, birbirlerindeki bu değişikliği sezemezler. Egzistansiyel sezgi, öyle görülüyor ki, bir kimseden diğe-rne aktarılamaz ve herkes, realitenin kendilerince görünen şekli içinde yapayalnızdır. Anny ile görüşme bir netice vermez, kadın kendisi için hiç bir mânâ ifade etmemekle beraber, yine de beraber yaşadığı adama döner.
Bu ızdırap verici, mânâsız hayatta bir tek ümit ışığı, kurtuluşun bir tek yolu vardır: Bunu da, Roquentin'in, büyük zevk duyarak sık sık çaldığı caz plâ­ğı gösterir. Çevresindeki şekilsiz, etli, müphem, ta­yin edilemeyen mevcudiyetle karşılaştırıldığı zaman, bu melodi temiz ve kesindir, gayri-şahsî ve canlıdır. «Mevcut olmanın günahından tamamen temizlenmiş­tir.» Kompozitör ve şarkıcı, sanatlarının safiyetinde kurtuluşa ermişlerdi. Roquentin, niye aynı şeyi ken­disinin de yapamayacağını sorar. Onun başarısı bir kitap olabilir, muhtemelen bir roman. Zira Comte de Rolleben ve tarih artık onu ilgilendirmez. Belki de bu yüzden, kendi kendisini benimsemeyi başarabilirdi.
Roquentin'e ne olduğu hakkında sadece tahmin­ler yürütebiliyoruz. Kitabını yazmağa başladı mı? Bahsedilen kitap, bu hatıralar mı? Hâtıralardan ön­ce konulan «editörün notu» başlıklı hayalî bir yazıda hâtıraların, Roquentin'in notları arasında bulundu­ğunu okuyoruz. Ne oldu? Öldü mü? İntihar mı etti? Çıldırdı mı? Hiç bir zaman bilemeyeceğiz.

Tenkid
Sartre, Bulantı'yı yazdığı zaman, kendisini egzistansiyelist olarak görmedi, çünkü bu terim ancak beş sene sonra uyduruldu. Felsefî açıdan bakıldığın­da, Sartre, özünü Husserl ve Heidegger gibi Alman düşünürlerinden alan ve bir kimsenin önündeki ilk tecrübenin somut gerçekleri üzerinde duran feno-menalizm ekolüne mensuptur. Fenomenalistler, Efla­tun gibi ideal şekillerle, Kant gibi eşyanın kendisi ile veya Hegel gibi Mutlak ile ilgilenmedikleri gibi; pozi­tivistler gibi, objektif ve sübjektif tecrübeler arasında bir fark gözetmezler. Onları ilgilendiren dünya, eş­yalar dünyasının, rasyonel kafa tarafından sistema­tik ilişkiler verilmesinden ve isimlendirilmesinden önceki hâlidir. Bu noktaya kadar ileri sürülen görüş­ler şu formül ile anlatılır: «Varoluş özden önce ge­lir.» Başka bir ifade ile, somut obje, mantıkî olarak, zekâ tarafından kavranan mahiyetinden önce gelir. İdealistler için, bunun aksi doğrudur.
Roquentin'in başından geçen bir çok tecrübeler­de, fenomenalist dünya görüşünü anlıyoruz. Meselâ, eğer onun eli kendisine bir balık veya bir yengeç ve­ya bir minder, ölmüş bir eşek gibi görünüyorsa, ona, âdeta çıplak şekliyle, kendisi ile gördüğü şey ara­sına isimler koymadan baktığındandır. Bir isim, eş­yaları sadece belirli şekiller altında görmemize zor­lar; öyle ki, meselâ bu isimdeki oturulacak bir yeri, normal olarak, üzerinde oturulması gereken bir yer olarak da düşünemeyiz, öte yandan, biz onu sadece bir obje olarak görebilirsek, herhangi bir isim, bir diğeri kadar iyi veya kötüdür. Böyle bir tutum bize, sebep ve neticenin normal kanunlarını bir kenara koymamıza imkân verir ki, haddizatında, tecrübenin gerçeklerinden ziyade kafanın tecrübeye empoze et­tiği mücerretliklerdir. Bunun neticesidir ki, Roquen-tin, her şeyin mümkün olabileceğini söyler. Bir sivil­ce bir göze veya kırmızı bir paçavra, canlı bir et par­çası haline istihale edebilir. (Bu tür istihaleler sürrea­lizmde de görülür.)
Hayatın aslında saçma olduğunu idrak eden Roquentin, kendi mazisini yeniden değerlendirir. Faal hayatına ve uzun seyahatlarına rağmen, hiç bir macera hayatı yaşamadığını anlar. Çünkü macera denilen şey gerçekte, macerayı anlatan kişi tarafın­dan yaratılmıştır. Yine, Rolleben'in biyografisini yazmağa çalışmaktan da vazgeçer. O âna kadar yap­tığı bütün şeyin aslında, sağlamlıkları şüpheli ger­çekler üzerine tahminlere dayalı bir düzenleme oldu­ğunu anlar. Kendi mazisini dahi canlandıramazsa, yıllarca önce ölen bir adamın hayatını nasıl dile ge­tirebilirdi? Aynı sezgi, Roquentin'in, yanındaki bir masada, iki kişinin m'ükâleme ettiği sırada, bir kah­vehanede Eugene Grandet'i okumağa çalışırken mey­dana çıkan istihzalı bir sahneyi de anlatır. Kitaptaki diyalog berrak, düzenli ve mantıkîdir; masadaki iki kişinin konuşmaları gelişi güzeldir, kesik kesiktir ve kulak kabartılarak onların neler konuştuklarını an­lamak hemen hemen imkânsızdır. Bu fark, varolma­nın haşin gerçekleri üzerinde berraklık ve düzen em­poze eden sanat ve akim fonksiyonunu gösterir.
Kendisinin veya herhangi bir şeyin niye mevcut olması, veyahut olmamasının bir sebebi bulunmadı­ğına inanan Roquentin, insanların, hayatın mânası ile ilgili bütün sözlerini reddeder. Bu cevapların hiç biri samimî değildir. Bunlar sadece, insanın, her ar­zu ettiğini yapabileceği mânâsız kâinat karşısında duyduğu dehşetin ifadesidir. İnsanoğlu, kendisine dehşet veren hürriyetten korunmak için haklar, va­zifeler, sebepler ve idealler icat etmiştir. Bu hayal­lerle yaşayanlara ve Roquentin'in hazin, suiistimal edilmemiş sağduyusundan mahrum olanlara, Roquentin salauds (domuzlar, picler, oyun bozanlar) der. Ama burada bir istikrarsızlığın mevcudiyetinden de şüphe edilemez. Şayet egzistansiyelist görüş, en ya­kın bir mazide geçmiş tecrübeye dayalı ise, ifşa ede­bileceği yegâne hakikat, her fert için ortaya koyabi­leceği hakikattir. Bir tür tecrübeyi diğerine tercih etmek için de bir sebep yoktur. İnsanların ekserisinin, objeler mevcut olduklarından ötürü, tiksinti duyma­dıkları aşikâr. Sağduyu sahibi bir insan, kendisini, neler getireceği bilinmeyen bir dünyada bulur. Yine de, varlığını sürdürmesini becerir. Egzistansiyelist, bizi, kendisi gibi hissetmeğe ikna edemezse, onun id­dialarının bizim indimizde hiç bir değeri bulunmaz. Bir egzistansiyelist felsefe sistemi, terimlerdeki bir çelişkidir. Bu sebepten ötürü, bu hareketin en önem­li eserleri, felsefî incelemelerden ziyade, piyesler ve romanlar gibi, tahayyül eserleridir.
İngilizce konuşan okuyucular kendilerini, muh­temelen, fenomenalistlerden ziyade pozitivistlerle ra­hat hissedeceklerinden, tenkitlerini daha da öteye götürmek isteyebilirler. Roquentin, psikopattan baş­ka bir şey olmayan bir insan değil midir? Bu düşün­ce doğru ise, onun başından geçen tecrübeler bizim için klinik ilgiden öteye geçer mi? Şüphesiz, kendi­sini vücudundan kopmuş hissetmesi, bir şeyin tümün­den ziyade parçaları üzerinde saplanıp kalması, halüsinasyonlara (aklî denge bozukluğundan ileri gelen kuruntu) yaklaşan hayalleri şizofreni'yi andırıyor. Psikolojiden anlayan bazı münekkidler, daha da öte­ye giderek, Sartre'in, hayatı kâbuslu gören görüşle­rini tayin eden özel sarsıntı veya saplantıları üzerin­de durdular. Egzistansiyelistlerin, bu hücumlara ver­dikleri cevap şu: Roquentin'in bulantısını, patolojik diyerek önemsememeğe çalışmak, korkakça bir ha­rekettir. Sartre'nin belki de haklı olduğunu gösteren bir korkunun ifadesidir. Böylece, tartışmada yer alanların, meseleyi halledecek müşterek bir nokta bulamadan birbirlerinin zayıf taraflarını göstermek­ten ileri gidemedikleri söylenebilir.
Şu halde, Bulantı'nın sonunda nasıl değerlendi­rileceğini görebilmek için, medeniyetimizin, egzistan­siyalizm ile ne yapacağını beklemek gerekecek. Bu­lantı, hiç şüphesiz, çağımızın en ifşa edici romanla­rından biri; insanoğlunun içinde yaşadığı şartlara hi­tap eden bir kitap. Okuyucular çok defa arzu etme­yerek de olsa, kitabın zorlayıcı tahayyül gücünde a bahsettiler. Yine de edebiyat tarihi, bir zamanlar şa­heser diye alkışlanmakla beraber, bugün sadece be­lirli bir zamanın kitabı olarak gösterilen romanlarla dolu. İddialı bir şekilde yeni bir felsefeyi açıkladıklarını belirten kitaplar, bugün ancak, müelliflerinin dahi farkına varmadıkları özelliklerinden ötürü oku­nurlarken, bu tür kitapların ihtiva ettikleri söylenen büyük mesajlara esnenerek tahammül ediliyor. Sartre'nin eseri, otuz sene sonra değerini kaybederek okuyucudan uzaklaşabilir. Eğer ayakta durma gü­cüne sahipse, sonunda, edebî dünyadaki daimî yerini alacaktır.

Yazar Hakkında
(bak. Jean Paul Sartre)
Söylemeğe dahi gerek yoktur ki, Sartre'nin kesin bir hayatı hâlâ yazılmadı ve onun hakkında standard referans kitapların­da belirtilenlerden fazlasını öğrenmek isteyenler, hakkındaki anekdotlara ve mülakatlarına dayanmak mecburiyetindeler. Sart­re, 1905'te Paris'te doğdu, iki yaşında iken babası öldü ve onbir yaşında iken de, annesi tekrar evlendi. Eğitimini Paris liselerin­de ve Ecole Normale Superieure'de yaptı ve 1929'da pek iyi de­rece ile bitirdi. Resmî eğitimini böylece tamamladıktan sonra, La Havre, Laon ve Neuilly liselerinde felsefe hocalığı yaptı. Av­rupa'da ve Orta Doğu'da uzun uzun dolaştı. 1933'ten 1934'e ka­dar Almanya'da, Husserl ve Heidegger'in nezaretleri altında fel­sefe tahsili yaptı. Egzistansiyelist tohumları saçmakta belki herkesten fazla başarılı olan Danimarkalı filozof Kierkegaard'ın (1813-1855) eserlerini inceledi. Sartre, 1935'te Paris'te yerleşti, Condercet Lisesinde ders vermeğe başladı ve çevresine genç entelektüelleri topladı. Hemingway ve Faulkner gibi çağdaş Ame­rikan yazarlarının Fransa'da tanınmasında onun büyük rolü oldu.
Sartre'nin ilk önemli eseri Bulantı, 1938'de yayınlandı. Ardından, kısa hikâyelerinin bir arada toplandığı aynı derecede kasvetli Duvar (Le Mur, 1939) adlı kitabı çıktı.
1939'da harp başlayınca, Sartre er olarak Fransız ordusuna yazıldı ve bir sene sonra Fransa çöktüğü zaman Almanlara esir düştü. Esareti sırasında, diğer esirler için piyesler yazdı ve yönetti. Serbest bırakıldıktan sonra, Fransız yeraltı mukavemet hareketine katıldı ve bu hareketin mecmualarında yazılar yazdı, işgal yıllarında, iki önemli piyesi yayınlandı. Sinekler, 1943'te sahneye kondu. Piyesin tezi, esarete karşı başkaldırma idiyse de: Alman sansürcülerinin gözlerinden kaçtı. Çıkış Yok (Huis Cios) -1944'te yayınlandı- cehennemdeki üç kişinin hikâyesidir. Onların katlanmak zorunda kaldıkları işkence şudur: Her biri, ebediyete kadar diğerleri için yaşamak mecburiyetindedir. Var Olmak ve Olmamak (L'Etre et le Néant, 1943), Sartre'ın felsefe­sinin teşhir edildiği bir eserdir. Aynı devirde yazdığı tahayyülî eserlerini anlamamıza yardım eder.
Harpten sonra, Sartre -Simone de Beauvoir, Camus, Berleau-Ponty ve diğerleriyle birlikte- egzistansiyelist hareketin en be­lirli lideri olarak sahnede göründü. Bu, nüfuzlu bir hareket ol­makla kalmadı, moda haline gelen bir hareketti de. Sartre ve arkadaşlarının sık sık gittikleri Cafe de Flore, turistlerin ziyaret ettikleri bir yer oldu. Satre'ın genç müridlerinden bazıları ken­dilerini, egzistansiyelist olma oyununa öylesine coşkunlukla at­tılar ki, bazan gülünç oldular, halkın alaylarına maruz kaldılar. Maamafih Sartre, ciddî eserlerini devam ettirdi. 1945'ten 1949'a kadar, üç kısım halinde, Hürriyet Yolu adında (Les Chemins de la Liberté) bir roman yazdı: I. Makuliyet Çağı (L'Age de Raison); II. Muvakkat Kurtuluş (Le Sursis); III. Kâbuslu Uyku (La Mort dans l'Ame). Sonraları yazdığı piyeslerden bazıları da şunlardır: Ga­lip Gelenler (Morts sans Sépulture), Hürmete Lâyık Fahise (La Putain Respectueuse), Kirli Eller (Les Mains Sales), Şeytan ve Tanrı (Le Diable et le Bon Dieu), Kean ve Altona Mahkûmları (Les Séquestres d'Altona).
Belki Antoine Roquentin onun bu görüşünü benimsemeye­cekti, ama onu yaratan adam, insanların politika ile iştigal et­melerini istedi. Bu inanışını da, Fransa'nın işgali sırasındaki faaliyeti ve daha sonraları Modern Çağ adlı mecmuayı kurması ile fiiliyata soktu. Marksizmin, tarihin objektif bir mânasını ve yolunu bulduğunu iddia etmesine ve bundan böyle fenomena-lizm ile hiç de bağdaşamayacağını belirtmesine rağmen, Sartre'ın tarih ve cemiyet görüşleri Marksist görüş paralelindedir. Macar isyanı Sartre'i, Komünist Partisinden kopardı. Onun şimdi bir neo-Marksist olduğu söyleniyor. Yani, bağımsız ve gayri-ortodoks bir Marksist.
Sartre, İngilizce konuşan dünyadaki ilk okuyucularını harp­ten sonra buldu. Sinekler ve Çıkış Yok, 1947'de, Bulantı, 1949'da ve daha sonraki eserleri de, yayınlandıklarından bir iki sene sonra İngilizceye çevrildiler. Kafka'nın ve daha sonraları Camus'un takdir edildiği çevrelerde bilhassa büyük nüfuz kazandı. Piyesleri ve romanları, felsefî eserlerinden -ki filozoflara hitap eder- daha fazla tutunmuştur. Fransız yazı diline âşık olanlar, Sartre'nin, bilhassa teknik eserlerinde, Fransızlara, Almanlar gibi yazmasını öğretmeğe çalıştığını görerek üzüleceklerdir.

Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!

Benzer Konular

22 Eylül 2015 / GusinapsE Felsefe ww
17 Aralık 2015 / Pollyanna Moda ww
30 Aralık 2015 / CrasHofCinneT Siyaset ww
15 Ekim 2015 / ThinkerBeLL Bilim ww
22 Ağustos 2015 / Safi Edebiyat ww