Arama

Uçan Sınıf - Erich Kästner

Güncelleme: 31 Ekim 2012 Gösterim: 55.284 Cevap: 0
Sasuke Uchiha - avatarı
Sasuke Uchiha
Ziyaretçi
31 Ekim 2012       Mesaj #1
Sasuke Uchiha - avatarı
Ziyaretçi
Uçan Sınıf
MsXLabs.org
Sponsorlu Bağlantılar

Uçan Sınıf (asıl ismi Das fliegende Klassenzimmer), Erich Kastner'in 1933 yılında yazmış olduğu, iki okulun öğrencileri arasındaki amansız sürtüşmeyi konu alan ve 26 kez basılan çocuk romanıdır.


Kitap Hakkında
  • Kitabın adı: Uçan Sınıf
  • Orijinal adı: Das fliegende Klassenzimmer
  • Kitabın yazarı: Erich Kastner
  • Sayfa sayısı: 176 (resimsiz basım), 188 (resimli basım)
  • Çevirmen: Şebnem Sunar
  • Kapak tasarımı: Walter Trier
  • Ülke: Almanya
  • Özgün dili: Almanca
  • Türü: Çocuk Romanı
  • Konusu: Johann Sigismund Lisesi’nde yatılı olarak okuyan çocukların Noel zamanlarında yaşadıklarını anlatır.
  • Dili ve anlatım biçimi: Çocuk romanı olduğu için oldukça yalın ve sade anlatılmış ve 3. tekil şahıs (gözlemci) ağzıyla yazılmıştır.
  • Ana fikri: Çocuklar arasındaki dayanışmanın, sıkı bir arkadaşlığın gücüyle yaşamın zorluklarını alt etmenin güzel bir örneğini vermektedir.
  • ISBN: 978-975-510-093-7

Kitabın Önsözü

Annesi Bayan Kästner, Erich Kästner'ı Noel öyküsü yazması için bir yere göndermek istemektedir. Eğer Noel öyküsünü yazmazsa ona bu Noel'de hediye almayacağını söyler ve kar bulunan Zug Dağı'na gitmesi için bilet alır. Erich Kästner Zug Dağı'nı izleyerek öyküyü yazmıştır. Öyküsünü açık bir alanda yazarken yeşil kalemini kaybetmiştir. Onu oteline götürmek amacıyla Eduard adlı bir inek gelir. Böylece Uçan Sınıf ortaya çıkar.

Önsözün Birinci Bölümü
Bayan Kastner ile oğlu arasındaki bir atışmadan, Zug Dağı’nın doruğuna bakmaktan, Gattfried adındaki bir kelebekten, siyah beyaz bir kediden, hiç erimeyen bir parça kardan, uyumlu bir paydos saatinden, ayrıca buzağıların büyüyünce bazen okuz olduğu yolundaki yerinde uyarıdan söz ediyor.
Bu seferki adamakıllı bir Noel öyküsü olacak. Aslında bu öyküyü iki yıl önce yazmak istemiştim ve daha sonra da tabii ki geçen yıl Ama olur ya işte, araya hep bir şeyler girdi. Ta ki geçenlerde annem, “Bu yıl da yazmazsan, Noel’de sana bir şey yok!” deyinceye kadar.
Böylece her şey kararlaştırılmış oldu. Alelacele bavulumu hazırladım, tenis raketlerimi, mayomu, yeşil kurşunkalemimi ve bir tomar kâğıdı bavula koydum ve dilimiz dışarıda, kan ter içinde, tren istasyonunun bekleme salonunda dururken, “Peki şimdi nereye?” diye sordum. Çünkü kolayca anlaşılabileceği üzere, bu yaz sıcağında bir Noel öyküsü kaleme almak hiç de kolay değil. İnsan poposunun üstüne oturup şöyle yazamaz ya: “Dondurucu bir soğuk vardı. Lapa lapa kar yağıyor ve pencereden baktığında Bay Doktor Eisen mayer’in kulak memeleri donuyordu.” Demek istediğim, ağustos ayında aile plajında yatıp tavuk gibi kızarırken ve her an için güneş çarpmasına uğrayabilecekken, insan böyle şeyler yazamaz. Öyle değil mi?
Kadınlar pratiktir. Annem hemen bu işin icabına baktı. Biletlerin satıldığı gişeye gidip memura dostça selam verdi ve, “Affedersiniz, ağustos ayında nerede kar vardır?” diye sordu.
Adam önce, “Kuzey Kutbunda,” diyecek oldu, ama sonra annemi tanıyarak dilinin ucuna gelen yersiz sözleri yutup kibarca şöyle dedi: “Zug Dağı’nın doruğunda, Bayan Kastner.”
Böylece hemen o anda Yukarı Bavyera’ya bir bilet almam gerekti. Annem daha, “Noel öykünü bitirmeden eve döneyim deme! Sıcaktan patlayacak olursan, Zug Dağı’nın doruğundaki soğuk karlara bakarsın artık. Anlaşıldı mı?” derken, tren hareket etti.
“Çamaşırlarını eve yollamayı unutma!” diye bağırdı annem arkamdan.
Onu birazcık kızdırmak için, “Sen de çiçeklere su ver!” diye seslendim. Sonra birbirimizi gözden kaybedinceye kadar mendil sallayıp durduk.
Şimdi on dört gündür Zug Dağı’nın eteklerinde, koyu yeşil renkli büyük bir gölün kıyısında kalıyorum ve yüzmediğim, antrenman yapmadığım, tenis oynamadığım ya da gölde kürek çekmediğim zamanlarda uçsuz bucaksız bir çayırın ortasında, küçük bir bankta oturuyorum ve bacakları boyuna sallanıp duran önümdeki masada Noel Öykümü yazıyorum.
Etrafım rengârenk çiçeklerle kaplı. Çayırgüzelleri rüzgârın önünde saygıyla eğiliyorlar. Kelebekler gezmeye çıkmış, uçuyorlar. Hatta içlerinden biri, tavus benekli büyük bir kelebek beni ara sıra ziyarete bile geliyor. Ona Gottfried adını taktım, üstelik birbirimizden hoşlanıyoruz da. Bir gün bile geçmiyor ki, kanatlarını çırparak gelip de kâğıtlarımın üzerine konmasın. “Nasıl gidiyor, Gottfried?” diye soruyorum ona hemen. “Hayat hâlâ güzel mi?” Yanıt olarak kanatlarını yavaşça indirip kaldırıyor ve sonra da mutlu mesut kendi yoluna giderek uçmaya devam ediyor.
Karşıdaki koyu renkli çam ormanının kenarına kocaman bir odun yığını istiflenmiş. Üzerinde siyah beyaz bir kedi oturuyor ve gözlerini dikmiş, bana bakıyor Ona büyü yapıldığı ve canı isterse konuşabileceği hakkında yoğun şüphelerim var. Yalnızca canı konuşmak istemiyor. Ne zaman bir sigara yaksam, sırtını kabartıyor.
Öğleden sonraları tüyüyor; çünkü o zaman sıcaktan pişiyor. Ben de pişiyorum; ama orada kalmaya da devam ediyorum. Yine de: Böyle oturup dururken ve sıcaktan pişerken, bir yandan da söz gelimi bir kartopu savaşını anlatmak, hiç de öyle az buz şey değil.
Sonra bankta arkama yaslanıp yüksek kayalıklarında hiç erimeyen buz gibi karların pırıldadığı Zug Dağı’mn doruğuna bakıyorum; işte şimdi yazmaya devam edebilirim! Kuşkusuz, bazı günler göl tarafından bulutların yaklaştığı, gökyüzünü boydan boya geçerek Zug Dağı’nın doruğuna yöneldiği ve ta ki artık hiçbir şey görünmez oluncaya kadar doruğun önünde toplandığı da oluyor.
Elbette o zaman kartopu savaşlarını ve tam da kışa özgü öbür olayları anlatma faslı çoktan geçmiş oluyor. Ama fark etmez. Böyle günlerde ben de iç mekânlarda geçen sahneleri anlatıyorum. İnsan başının çaresine bakmayı bilmeli!
Akşamları beni düzenli olarak Eduard alıyor. Eduard, minik boynuzlarıyla güzeller güzeli kahverengi bir buzağı. Boynunda bir çıngırak asılı olduğundan, insan onun geldiğini uzaktan bile anlıyor. Boynundaki çıngırak önce çok uzaklarda bir yerde çalıyor; çünkü buzağı yukarılardaki bir dağ otlağında otluyor. Sonra çıngırağın sesi giderek yaklaşıyor. Sonunda da Eduard görünüyor. Ağzında, sanki özellikle benim için toplamış gibi, birkaç san çayır papatyası, yüksek, koyu yeşil renkli çam ağaçlarının arasında beliriyor ve çayırdan geçip ağır ağır benim oturduğum banka yaklaşıyor.
“N’oldu. Eduard, paydos mu ettin?” diye sordum ona. İri gözleriyle bana bakıp başını sallarken, boynundaki çıngırağı öttü. Bir yandan da otlamaya devam ediyordu; ne de olsa düğün çiçekleri ve gelincikler enfesti. Ben de birkaç satır daha yazdım. Yükseklerde bir kartal havada daireler çiziyor ve döne döne gökyüzüne çıkıyordu.
Sonunda yeşil kurşunkalemimi kaldırıp Eduard’ın sıcak, kaygan postuna vurdum. O da artık yerimden kalkayım diye küçük boynuzlarıyla beni itti. Sonra birlikte o güzel, rengârenk çayırdan geçerek evin yolunu tuttuk.
Otelin önünde vedalaştık. Çünkü Eduard otelde değil, köşedeki bir çiftçinin yanında kalıyordu.

Önsözün İkinci Bölümü
Yeşil bir kurşunkalemin kaybolmasından, çocukların gözyaşlarının ne kadar iri olduğu hakkındaki bir görüşten, küçük Jonathan Trotz’un okyanus yolculuğu ile büyükanne ve büyükbabasının onu neden karşılamaya gelmediklerinden, nasırlara övgüden, ayrıca cesaret ile zekâyı aynı kefeye koymak gerektiğine ilişkin acil bir talepten söz ediyor.
Dün akşam yemeğimi yedikten sonra konuklar için ayrılan salonda tembel tembel otururken, niyetim yazmaya devam etmekti aslında. Alp Dağları’nın alacakaranlıkta kızaran görüntüsü sönmeye yüz tutmuştu. Zug Dağı’nın doruğu ve kayalıklar, yaklaşmakta olan gecenin karanlığına gömülüyordu. Gölün öbür kıyısında ise dolunay, kapkara ormanın üzerinden gülümseyerek bakıyordu.
O sırada yeşil kurşunkalemimi kaybettiğimi fark ettim. Eve dönerken, çantamdan düşmüş olmalıydı. Belki de güzeller güzeli buzağı Eduard onu bir otun sapı sanıp yutuvermişti. Ne olursa olsun, şimdi konuklar için ayrılan salonda öylece oturmuş, hiçbir şey yazamıyordum. Çünkü bütün otelde, üstelik de son derece şık bir otel olmasına karşın, ödünç alabileceğim tek bir yeşil kurşunkalem bile yoktu. Harika, değil mi?
Sonunda, yazarının bana armağan ettiği bir Çocuk kitabını elime alıp okumaya başladım. Ama hemen elimden bıraktım. Ancak bu kadar kızabilirdim! Niye olduğunu size söyleyeyim. Bu bey, kitabını okuyan çocuklara, sanki çocuklar hep şen şakraklarmış da mutluluktan ne yapacaklarını bilemezlermiş gibi olduklarını yutturma niyetindeydi! İkiyüzlü beyimiz, çocukluk denen şey sanki pasta hamurundan yapılmış enfes bir şeymiş gibi davranıyordu.
Yetişkin bir insan nasıl olur da günün birinde, çocukların bazen ne kadar üzüntülü ve mutsuz olabileceklerini hiç hatırlamayacak kadar kendi gençliğini unutabilir? (Yeri gelmişken, sizden bütün kalbimle rica ederim: Kendi çocukluğunuzu asla unutmayın! Bana söz veriyor musunuz? Söz mü?)
İnsanın kınlan bir oyuncak bebek İçin ya da sonradan hepimizin başına gelebileceği gibi, bir dostunu kaybettiği için ağlaması, aslında hiç fark etmez. İnsanın neye üzüldüğü hayatta hiç Önemli değildir, önemli olan, yalnızca insanın ne kadar üzüldüğüdür. Çocukların döktüğü gözyaşları, Tanrı katında, daha küçük değildir ve tartıya vurulacak olsa, çoğu zaman büyüklerin döktüğü gözyaşlarından daha ağır çekerler. Sakın yanlış anlamayın, beyler! Gereksiz yere yumuşayıp alttan aldığımız falan yok. Demek İstediğim, insanın canı yandığında, dürüst olması gerektiği. Hem de iliklerine kadar.
Size bir sonraki bölümde anlatmaya başlayacağım Noel Öyküsünde, adı Jonathan Trotz olan, ama arkadaşlarının Johnny dediği bir delikanlı var. Kitabın asıl kahramanı, dokuzuncu sınıftaki bu çocuk değil. fakat yaşam Öyküsü buraya çok iyi gidecek. Johnny, New York’ta doğmuştu. Babası Alman’dı. Annesi ise bir Amerikalı. Anne ve babası beraberken kediyle köpek gibiydiler. Sonunda annesi kaçmıştı zaten. Johnny dört yaşındayken, babası onu Almanya’ya giden buharlı bir gemiye bindirmek üzere New York Limanı’na götürmüştü. Küçük Johnny’ye bir bilet almış, kahverengi cüzdanına on dolar sıkıştırıp boynuna da üzerinde Johnny’nin adının yazılı olduğu bir kâğıt asmıştı. Sonra kaptanın yanına çıkmışlardı. Babası şöyle demişti: “Lütfen benim çocuğumu da Almanya’ya götürün! Büyükanne ve büyükbabası Hamburg’da onu karşılayıp gemiden alacaklar.”
“Peki, bayım,” diye yanıt vermişti kaptan. Böylece Johnny’nin babası da ortadan kaybolmuştu.
Bunun üzerine Johnny tek başına okyanusu geçti. Yolcular ona son derece yakın davranıyor, çikolata veriyor, boynunda asılı duran kâğıdı okuyup, “Aman da aman, küçük bir çocuk olarak bu büyük denizi geçebildiğin için, ne kadar da şanslısın,” diyorlardı.
Bir haftalık bir yolculuktan sonra Hamburg’a varmışlardı. Kaptan, güvertenin merdivenlerinde Johnny’nin büyükanne ve büyükbabasını beklemeye koyulmuştu. Yolcuların hepsi gemiden inerken, Johnny’nin yanağını son bir kez daha okşuyordu. Duygulanan bir Latince profesörü, “Her şey gönlünce olsun, evlat,” dedi. Karaya çıkan tayfalar, “Kuyruğu dik tut, Johnny!” diye bağırdılar. Ardından da bir sonraki Amerika yolculuğunda yine pırıl pırıl görünmesi için buharlı gemiyi baştan aşağı boyayacak adamlar güverteye çıktılar.
Kaptan rıhtımda durmuştu, küçük çocuğun elinden tutmuş, ara sıra kolundaki saate bakarak bekliyordu. Fakat gelmeyen birileri varsa, onlar da Johnny’nin büyükanne ve büyükbabasıydı. Zaten gelemezlerdi de. Çünkü uzun yıllar önce Ölmüşlerdi! Babası çocuğundan düpedüz kurtulmak istemiş ve ne olacağı üzerine çok da kafa yormadan onu Almanya’ya yollamıştı.
O zamanlar Jonathan Trotz başına gelen şeyin ne olduğunu anlayacak yaşta değildi. Ama büyüyünce, yatağında gözünü kırpmadan yatıp ağladığı pek çok gece oldu. Kaldı ki dört yaşındayken başına gelen bu acı olayı, inanın bana, cesur bir delikanlı olmasına karşın, ömrü boyunca atlatamayacaktı.
Olaylar aşağı yukarı şöyle gelişti: Kaptanın evli bir kız kardeşi vardı; küçük çocuğu onun yanına bıraktı, Almanya’ya geldikçe, onu ziyaret etti ve çocuk on yaşına geldiğinde, onu Kirchberg yakınlarında yatılı bir okul olan Johann Sigismund Lisesi’ne verdi. (Zaten Noel Öykümüzün geçtiği yer de işte bu yatılı okul.)
Jonathan Trotz hâlâ tatillerde bazen kaptanın kız kardeşine gider. İnsanlar ona karşı çok iyidirler. Ama çoğunlukla tatillerde okulda kalır. Çok kitap okur. Ayrıca gizli gizli öykü de yazar.


Konusu
Birbirinden haylaz, akıllı ve cesur birkaç arkadaşın yaşadıklarından yola çıkarak dostluk, arkadaşlık ve çocukların ruh hallerini anlatıyor. Kitabın adının Uçan Sınıf olmasının nedeni, çocukların hazırladıkları tiyatro oyununda, coğrafya derslerinin doğada işlenmesi konusunu işleyen ve eğitimi eleştiren oyundan esinlenilmiştir. Oyunda öğrenciler yaptıkları dekorlarla uçarak, kutuplara gidip orada ders işliyor, sonra bir yanar dağın zirvesine uçuyorlar.
Bu kitabın kahramanları edebiyat hastası Johnny Trotz, okula başladığından beri birinci olan Martin Thaler, karnı her zaman aç ve çok kalıplı olan Matthias Selbmann ve ufak tefek bir çocuk olan Uli von Simmern'dir. Bu öğrenciler Johann Sigismund Yatılı Okulu'nda okumaktadırlar. Öğrenciler bir gün Noel için bir tiyatro oyunu hazırlamaya karar verirler. Bu arada Noel de yaklaşmaktadır. Ancak rakip okul bir öğretmenin öğrencisini kaçırır. Ayrıca güzel yazı notları da kaçırılmıştır. Bu sebeple rakip okulla savaşmayı düşünürler.


Karakterler
Jonathan Trotz veya Johnny: Uçan Sınıf oyununun yazarıdır. Babası tarafından küçük yaşta terk etmiş, öldüklerini bildiği halde sırf çocuğundan kurtulmak için onu Almanya'ya, dedesinin ve babaannesinin yanına yollamıştır. Bir gemi kaptanı onu evlatlık edinmiştir.
Martin Thaler: Okulun en akıllı çocuğudur, ama çok fakirdir. Çok sosyaldir. Hep arkadaşlarıyla takılır, haksızlığa hiç dayanamaz.
Matz: Akıllı değildir ama çok güçlü ve oburdur. Habire kurabiye yiyip durur. Büyüyünce boksör olmak istemektedir. Odası boksörlerin resimleriyle doludur.
Uli: Sarışın, küçük ve zengindir. Herkes onun korkak olduğunu düşünür. O da cesur olduğunu kanıtlamak için eline bir şemsiye alır ve yüksekten atlar. Bacağı kırılır. Bundan sonra kimse ona korkak demez.
Dr. Johann Bökh veya Justus: Öğretmendir. Bu okulda okumuştur. Çocukları çok sever ve çok anlayışlıdır.
Prof. Kreuzkamm: Şaka yapar, ama gülmez. Görmezden gelen bir insandır.
Okul Müdürü Grünkern: Fazla bir bilgi verilmiyor.
Dr. Robert Uthofft veya Sigara İçmez: Gerçek adı 'Robert Uthofft'tur. Kendisi doktordur, ancak eşinin ölmesinden sonra mesleğini bırakıp bir müzikholde piyano çalıp şarkı söylemeye başlamıştır. Çocuklarla yakın arkadaştır. Çocuklar ona Sigara İçmez adını takmışlardır. Kendisi adının aksine sigara içmektedir. Bu adı içinde yaşadığı vagonda bulunan "Sigara İçilmez" yazısından almıştır. Kitabın sonlarına doğru çocuklar onu Justus'la tanıştırır. İkisi de okuldan çok yakın arkadaş çıkarlar ve Sigara İçmez okulun doktoru olur.
Egerland: Rakip okulun yaramaz çetesinin lideridir. Çetesi tarafından liderlikten atılır.
Sebastian
Matthias
Güzel Tedor


Kitabın Özeti
Uçan Sınıf'ın kahramanları, yatılı bir okulun çocukları. Yılbaşına az bir zaman kalmıştır. Çocuklar, Uçan Sınıf adında bir oyun hazırlamaya karar verirler. Ne var ki çalışmaları yarım kalır. Çünkü bir başka okulun öğrencileri, hem oyunda rol alan oyunculardan birini, hem de çocukların alıştırma kitaplarını kaçırmışlardır.
Yer, Johann Sigismund Yatılı Lisesi'dir. Kahramanlarımız edebiyat meraklısı Johnny Trotz, sınıf birincisi Martin Thaler ve karnı her zaman aç olan Matthias Selbmann, Fridolin, Uli ve daha birçokları… Kah­ramanlarımızdan Matthias ne kadar iri ise, Uli de o kadar ufak tefekti. Her an bir şamata, her an bir gırgır yapmak için fırsat kollayanlar çoğunlukta olduğundan, gülmek ve kendine güldürtmemek için sürekli dikkat göstermek gerektiğinin bilincinde olan öğrencilerin çokluğundan; kavgasız, şamatasız, gürültü­süz nerede ise bir dakika bile geçtiği görülmemiştir. Hemen her okulda olduğu gibi, üst sınıflar ile alt sınıflar arasındaki çekişme­lerden doğan kavgalar ve hır-gürler de işin cabası…
Kavgalar, sadece alt ve üst sınıflar arasında olarak sınırlı de­ğildi. Ayrıca, diğer okulların öğrencileri ile de sık sık yapılırdı.
Kısacası diyebiliriz ki, Uçan Sınıf, Almanya’da bir okulun “Hababam Sınıfı”dır.
Kahramanlarımız, Noel kutlamaları için spor salonunda ser­gilenecek olan, Johnny’nin yazdığı “Uçan Sınıf” isimli oyun için hazırlanıyorlardı. Oyun, beş perdeden oluşuyor ve deyim yerindeyse ileriye yönelik bir kehanete dayanıyordu. Belki de ileride uygulanacak bir öğretim yöntemini vurguluyordu. İlk perdede, bir lise öğretmeni coğrafya dersini yerinde işlemek için bütün sınıfla birlikte uçakla yola çıkıyordu. İkinci perdede uçak Vezüv Yanardağları’ndaki kraterlerin kenarına iniyordu. Üçün­cü perdede sınıf, Gize’deki piramitlerin yakınına iniyordu. Dör­düncü perdede “Uçan Sınıf” Kuzey Kutbu’na iniyordu. Öğretmen­lerinin yaptığı bir yanlışlık sonucu uçağın irtifa dümeni bozuldu­ğu için, beşinci ve son perdede göğe çıkıyorlardı. Gökte Petrus onları bekliyordu. Petrus büyülü formülü söylüyor ve yere ini­yorlardı.
Tabii her perdede, yapılan gösteriler bununla sınırlı değildi. Örneğin, üçüncü perdede, kahramanlarımız gazetelere uydudan fotoğraflar gönderiyorlardı.
Kahramanlarımızın sık sık ziyaret ettikleri “Sigara İçmez” is­mini taktıkları bir adam vardı. Sigarayı da fosur fosur içerdi. Al­man Demiryolları’ndan satın aldığı bir vagonda yaşıyordu. Vago­nun kapısında “Sigara İçilmez” levhası olduğu gibi durduğu için, bu ismi takmışlardı. Çocuklar bu adamı en az öğretmenleri kadar seviyorlardı.

İki Okul Arasındaki Savaş
Bir gün rakip okulun öğrencileri, bir öğretmenin oğlunu re­hin almışlar, ayrıca birçok öğrencinin defterlerine de el koymuş­lardı. Yine bir savaş zamanı gelmişti. Savaş sloganları “Çelik Bir­lik” idi. Önce bir elçi göndermeyi kararlaştırdılar. Elçi Sebastian, rakip okulun elebaşının evine gitti. Arkadaşlarının serbest bıra­kılması ve defterlerinin geri verilmesi taleplerini iletti. Kabul edilmedi. Gruplar savaş düzeni aldılar. Tam kavga başlayacaktı ki “Sigara İçmez” ortaya çıktı ve böyle kavga ederlerse polisin ve okul idarelerinin her şeyden haberdar olacağını ve başlarının belaya gireceğini söyledi. Önerisi, her okuldan birer kişinin yum­ruklu düello etmesi, yenilenin yenenin şartlarına uyması İdi. İki taraf da bunu kabul etti.
Karşı tarafın kavgacısı Wawerka, bu tarafınki ise Matthias idi. Kısa bir kavgadan sonra, Matthias rakibini yenmişti. Ancak, karşı tarafın öğrencileri sözlerinde durmadılar. Yeniden savaş düzeni alındı. Kar topu stoklan arttırıldı. Herkes “Hücum!” emrini bekliyordu. Nitekim birdenbire kartopu yağmuru başladı. Bu arada Martin, Johnny ve Sebastian rehineyi kurtarmanın peşin­deydiler. Nitekim rakip okulun elebaşısının apartmanlarının kö­mürlüğünde, başında iki nöbetçi olan arkadaşlarını kurtardılar. Ancak defterler yanıp, kül olmuştu. İki nöbetçiyi bağlayıp, hızla savaş alanına döndüler.
Günlerdir yağan kar durmuş, Noel’e ise sadece bir iki gün kalmıştı. Okul müdürünün odasında, hesap veriyorlardı. Bay Bökh, öğrencilerini çok seviyordu. Onlara geçmişte yaşanmış bir hikâye anlattı:
“Bundan yirmi yıl önceydi, Dokuzuncu sınıfta cesur ve çalışkan bir öğrenci vardı. Haksızlıklar karşısında tıpkı Martin Thaler gibi öfke­lenirdi. Gerekirse Matthias gibi dövüşürdü. Uli gibi evini özlerdi. Sebastian gibi aklı başında kitaplar okur, Janathan gibi bahçede saklanır­dı. Bir gün bu çocuğun annesi çok hastalandı. Okuldan kaçarak annesini görmeye gitti. Dönüşte yakalandı. Dışarı çıkmama cezası aldı. Yine kaçtı, yine annesini görmeye gitti. Yine yakalandı. Bu sefer sınıf öğret­meni dört hafta dışarı çıkmama cezası verdi. Yine kaçtı, annesini görmek için. Yakalandı, bu sefer müdür tarafından oda hapsi ile cezalandırıldı. Yine kaçtı, nasıl mı, bir arkadaşı onun yerine hapis yatmayı kabul ettiği için. Arkadaşıyla arası çok iyiydi. Okul bittikten sonra da görüşmeye devam ettiler; ama arkadaşının bir kaza sonucu ailesini kaybetmesiyle ortadan kaybolması bir oldu. O gün bugündür de onu görmedi.”
Hikâyeye dönersek;
Müdür, çok öfkelenmişti. Diğer çocuk her şeyi anlatınca, olayı anladı ve iş tatlıya bağlandı. Bu öğrencinin kim olduğunu biliyor musunuz!” diye sorunca, hepsi birden “Sizsiniz.” diye cevap verdiler. “Sizi gidi haylazlar, toz olun gözümün önün­den!” diyerek hepsini gönderdi.
Çocukların hepsinin sınıf öğretmenlerine olan saygı ve sevgi­leri bir kat daha artmıştı. Aralarında, arkadaşı için oda hapsini kabul eden kişinin kim olduğunu konuştular ve buldular: “Sigara İçmez”
Profesör Kreuzkam’a defterlerin yakıldığını anlatmak zo­runda kaldılar. Bu arada, bazı yaramazlar, küçük Uli’yi, sınıfın çöp sepetinin içine koyup, duvara asmışlardı. Profesör, hepsine cezayı verdi: “İşlenen her suçta, suç sadece o suçu işleyende değildir, suçun işlenmesini engellemeyen de suçludur.” cümlesini beşer kez yazacaklardı.
Uli, kendisine korkak ve çelimsiz denmesine sürekli kızıyor­du. Son olay, iyice kafasını bozmuştu. Sepet olayından bir gün sonra, elinde şemsiye ile ikinci kattan, bahçenin karlı zeminine atladı. Herkes şok olmuştu. UH, ne kadar cesur olduğunun mesa­jını böyle vermişti. Neyse ki, sadece sol ayağı kırılmış, biraz da kabarga kemikleri ezilmişti o kadar. Ama, Noel’de ailesinin yanı­na gidemeyecekti.
Bu arada çocuklar yaptıkları bir planla Justus lakabını taktık­ları öğretmenleriyle Sigara İçmez’i buluşturdular. Tahminleri doğ­ruydu. Öğretmenin bahsettiği kayıp arkadaş, Sigara İçmez’in ta kendisiydi.
Martin, annesinden gelen mektubu okul postasından aldı. Annesi, mektupta yol parası olan sekiz lirayı gönderemediğini, babasının işsiz olduğunu, ne olursa olsun cesur ve dayanıklı ol­masını, asla ağlamaması gerektiğini yazıyordu. Beş liralık da pos­ta pulu göndermişti.
Oysa ki Martin mektubu okuduktan sonra “Benim Güzel An­neciğim” diyerek ağlıyordu.
Uli’nin bu atlayışı, Noel’de oynayacakları piyesi tehlikeye sokmuştu. Sekizinci sınıftan bir öğrenci buldular.
Akşam, Justus bütün öğrencileri toplayarak, onlara Uli’nin yaptığı şekilde cesaretin ispati an amayacağım söyledi. Ayrıca, öğrencilerden, bir akşam için kendisine izin vermelerini, bu süre zarfında da uslu olmalarını rica etti. Sigara Içmez’in piyano çaldı­ğı barda bir bira içecekti.
Kent uzaktaydı. Yine de yürüdü. Tabelasında “Son Damlasına Kadar” yazan lokantadan içeri girdi. Sigara İçmez bir masada oturmuş kendisini bekliyordu. Kucaklaştılar. Konuşmalarının büyük bölümünü kahramanlarımız oluşturuyordu. İkisi de bu çocuklar okuldan mezun olmadan, yerlerinden ayrılmamakta kararlı olduklarını birbirlerine söylediler.
Gece yarısından sonra, kenti bir baştan geçerek döndüler. Yanlarında, yirmi yıllık hatıraları da beraber yürüyordu.
Okulun son günü idi. Çoğu öğrenci, Noel izni için bavulları­nı bile toplamıştı. Martin, Noel’de gidemeyeceğini hiç kimseye söylememişti. Okulda kalmak (sadece Johnny’e serbestti, o da ailesi olmadığı için) yasaktı. Bakalım ne olacaktı?
Yine, bu akşam piyes de oynanacaktı, önceden iki prova da­ha yapıp iyice hazırlandılar. Sonra, hep birlikte Uli’yi ziyaret edip, ona moral verdiler.
Nihayet piyes vakti geldi. Çok güzel oynadılar. Sigara İçmez de seyirciler arasındaydı. Sonra Justus, asıl mesleği doktor­luk olan Sigara İçmez'in, bundan böyle okul doktoru olarak gö­rev yapacağını söyleyince, çocuklar “Hurra” diye havaya fırladı­lar. Çok güzel bir akşam geçirmişlerdi.
Gece, Justus ve Sigara İçmez, beraber yatakhaneleri gezer­ken, Martin’in bir şeyler mırıldandığını fark edip, biraz eğildiler. Uykusunda, “Ağlamak kesinlikle yasaktır.” diye sayıklıyordu.
24 Aralık günü, ortalık tam bir ana baba günü İdi. İnenler, çıkanlar, koşturanlar… Matthias, Uli’ye veda etti. Johnny, Uli ile beraber kalacak diye seviniyordu. Martin ise hiç gözükmemişti.
Bütün el ayak çekilmiş, Justus son kontrol gezintisini yapı­yordu. Martin’i gördü. Sıkıştırınca, Martin hıçkıra hıçkıra ağla­maya başladı. Olup biteni öğrenince, zorla ona para verip evine gitmesini söyledi. Martin’in eski keyfi yerine gelmişti. Uli’nin yanına çıkınca, anne ve babasının ziyarete gelmiş olduklarını gördü. Hepsi ile vedalaştı.
Noel akşamı, her tarafta koyu bir kış hüküm sürüyordu. Martin’in anne ve babası, camın önünden hem dışarıya bakıyor, hem de sohbet ediyorlardı. “Martin ne yapıyor acaba?” dedi, annesi. Babası da “Umarım ağlamıyordur.” deyince, “Bana söz vermişti, ağlamayacaktı, gerçi ben de hep ağladım ya…”
Kapı çalar gibi oldu. Bir daha… Kim olabilirdi acaba? Kadın kapıyı açtı, Martin karşısındaydı. Sevinçleri görülmeye değerdi.
Martin’in kendi eliyle, öğretmenine yaptığı kartpostalın ar­kasına babası şunları yazdı: “Sayın Bökh, bize verdiğiniz bu canlı Noel armağanı için size sonsuz teşekkürler…”


Yazar Hakkında
Erich Kastner, çocuklar için de, büyükler için de yazan Alman Edebiyatı'nın en önemli çocuk kitapları yazarıdır. 1933'te kitapları yakılmış ve 1943'te yazı yazması yasaklanmıştır. 1974 yılında Münih’te ölmüştür. Devamı için bakınız: Emil Erich Kästner



* Çeşitli kaynaklardan derlenmiştir.

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 3 üye beğendi.

Benzer Konular

7 Haziran 2014 / dark_angel Cevaplanmış
18 Ocak 2015 / Misafir Soru-Cevap
31 Ekim 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat ww
4 Aralık 2018 / Misafir Cevaplanmış
29 Nisan 2014 / Misafir Soru-Cevap