Arama

Mehmet Akif Ersoy - Sayfa 2

Güncelleme: 10 Mart 2017 Gösterim: 109.723 Cevap: 25
Daisy-BT - avatarı
Daisy-BT
Ziyaretçi
31 Temmuz 2009       Mesaj #11
Daisy-BT - avatarı
Ziyaretçi

İsmi Olmayan Şiirler - 4


Müslümanlık sizi gayet sıkı, gayet sağlam,
Sponsorlu Bağlantılar
Bağlamak lazim iken, anlamadım, anlayamam,

Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?
Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize?

Birbirinden müteferrik bu kadar akvamı,
Aynı milliyetin altında tutan İslam'ı,

Temelinden yıkacak zelzele, kavmiyettir.
Bunu bir lahza unutmak ebedi haybettir...

Arnavutlukla, Araplıkla bu millet yurumez..
Son siyasetse bu! hiç böyle siyaset yürümez!

Sizi bir aile efradı yaratmis Yaradan;
Kaldırın ayrılık esbabını artık aradan.

Siz bu davada iken yoksa, iyazen-billah,
Ecnebiler olacak sahibi mülkün nagah.

Diyedursun Atalar: 'Kal'a içinden alınır.'
Yok ki hiçbir işiden... Millet-i merhume sagır!

Bir değil mahvedilen devlet-i İslamiyye...
Girdiler aynı siyasetle bütün makbereye.

Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.

Bırakın eski hükümetleri meydandakiler
Yetişir, şöyle bakıp ibret alan varsa eğer.

İşte Fas, işte Tunus, işte Cezayir, gitti!
İşte Irak'ı da taksim ediyorlar şimdi.

(30 Muharrem 1331, 27 Kanunuevvel 1328, 1913 )

Mehmet Akif Ersoy
Son düzenleyen Safi; 10 Mart 2017 22:21
Daisy-BT - avatarı
Daisy-BT
Ziyaretçi
31 Temmuz 2009       Mesaj #12
Daisy-BT - avatarı
Ziyaretçi

Hüsran


Ben böyle bakıp durmayacaktım, dili bağlı,
Sponsorlu Bağlantılar
İslam'ı uyandırmak için haykıracaktım.
Gür hisli, gür imanli beyinler, coşar ancak,
Ben zaten uzunboylu düsünmekten uzaktım!
Haykır! Kime, lakin? Hani sahipleri yurdun?
Ellerdi yatanlar, sağa baktım, sola baktım;
Feryadımı artik boğarak, na'şını, tuttum,
Bin parça ettim şi'irime gömdüm de bıraktım.
Seller gibi vadiyi eminim saracakken,
Hiç çaglamadan, gizli inen yas gibi aktım.
Yoktur elemimden şu sağır kubbede bir iz;
İnler 'Safahat'ımdaki hüsran bile sessiz!

Mehmet Akif Ersoy
Son düzenleyen Safi; 10 Mart 2017 22:21
Daisy-BT - avatarı
Daisy-BT
Ziyaretçi
4 Ağustos 2009       Mesaj #13
Daisy-BT - avatarı
Ziyaretçi

Âhiret Yolu


Sokakta sâde bir 'âmîn! ' sadâsıdır gidiyor:
Mahalle halkı birikmiş, imam duâ ediyor.
Basık bir ev; kapının iç yanında bir tâbût,
Başında çınlayan âvâzı dinliyor, mebhût;
Denildi: 'fâtiha! '; âmîni kestiler bu sefer,
Göğüsler inledi, derken, açık duran eller,
Hazîn alınları bir kerre okşayıp indi;
Deminki zemzemeler bir zaman için dindi.
Duyuldu sonra imâmın nidâ-yı mağmûmu,
Dİyordu:
- Söyleyin allâh için şu merhûmu,
Nasıl bilirsiniz ey müslümanlar?
- İyi biliriz!
-Yarın huzûr-i ilâhîde toplanıp hepiniz,
Bu yolda hüsn-i şehâdet edersiniz ya?
- Evet!
- İmâm efendi, helâllık da iste, merhamet et...
- Helâl edin hadi öyleyse şimdi hakkınızı.
- Helâl edin hadi bekletmeyin adamcağızı!

Cemâatin yüreğinden kopup 'helâl olsun! '
Nidâ-yı saffeti, birden cenâze, ah-ı derûn,
Misâli uğradı evden; fezâda yükseldi
İçerde başladı bir cûş-i nevhadır şimdi;
Baş örtüsüyle kadınlargözüktü pencereden:
-Bıraktın öyle mi, en sonra kardeşim, bizi sen!
-Yıkıldı dostlar evim, barkım... ah gitti kocam! ..
-Dayım melek gibi insandı; ben nasıl yanmam!
-Tamam otuz senedir komşuyuz da bir kerre,
Kızıp da 'ey! ' demiş insan değildi, hemşîre!
-Zavallı remziye! boynun büküldü evlâdım...
-Babam ne oldu?
-Baban... öldü.
-Etme ayşe hanım,
Bu söylenir mi ya? hicrân olur zavallı kıza...
Ayol, şu öksüzü bir parçacık avutsanıza...
Açın da cumbayı etrâfa baksın ağlamasın...

Göründü cumbada baktım ki tombalak, sanşın,
Sevimli bir küçücÜk kız... beşinde ancak var.
Donuk yanakları üstünde parlayan yaşlar,
Zavallının eriyen ruh-i bî-günâhı idi.
Benim o mersiye yâdımda ağlıyor ebedî.
Sefine pâre ki sırtında mevc-i bî-hissin,
Yüzer... önünde ademden nişâne bir engin,
Çeker durur onu sâhil-cüdâ açıklarına;
Bakar mı bir taşın üstünde durmuş ağlıyana?
Cenâze dûş-i cemâatte çalkalandıkça,
O tahta pâreye benzerdi, düşmüş emvâca.
Nasıl duyar ki uzaklarda inleyen kadını?
Nasıl görür ki yetîmin huruş eden yaşını?
Bu hây ü hûy-i kıyâmet-nümûn içinde söner,
Samîm-i hilkati sûzân eden enîn-i beşer.

Değilmiş öyle geniş nâlenin hudûdu meğer:
Sokak bitip dönülürken kesildi mâtemler.
O tahta pâre-i câmid, o iğbirâr-ı samût,
Güzer-gehindeki eşbâhı bir mehîb sükût
İçinde haşr ederek dalgalarla seyrediyor;
Zemîne bakmıyor artık semâ deyip gidiyor.
Bu mahmilin neye sık sık değişsin efrâdı?
Suâli fikre büyük bir hakîkat anlattı:
Evet bekâ ezecek cism-i zâr-ı fânîyi,
Vücûd çekmiyecek ömr-i câvidânîyi,
Bu bâr-ı müdhişin altında titreyip dizler,
Dayanmıyor üç adımdan ziyâde dûş-i beşer!
Ağır ağırgidiyorken cenâze kâfilesi,
Nihâyet oldu musallâ birinci merhalesi.
Çıkınca üstüne son minberin hatîb-i memât,
Açıldı dîde-i im'âna perde perde hayât.
*******
Senin en son serîrindir şu bî pervâ uzanmış taş;
Ki nermin hâb-gâhından çıkar, bir gün vurursun baş!
Elinden yok halâs imkânı, mâdâme'l-hayât uğraş...
O, mutlak sedd-i râhındır, aşılmaz.. muktedirsen aş! '

Musallâ: müncemid bir mevcidir eşk-i yetîmânın;
Musallâ: ahıdır, berceste, mâtem-zâr-ı dünyânın;
Musallâ: minber-i teblîğidir dünyâda, ukbânın;
Musallâ-: ders-i ibrettir durur pîşinde, irfânın.

Bu minberden iner nâsûta en müdhiş hakîkatler,
Bu yerden yükselir lâhûta en hâlis kanâ'atler.
Cvârından geçer zulmette bî pâyan hayâletler:
Kefen-ber-dûş geçmişler, kalan üryan sefâletler!

Babam, kardeşlerim, evlâdım, annem... belki bunlardan
Muazzez bildiğim kıymetli birçok yâr-ı can el'ân
Bu taştan atfeder zanneylerim dünyâya son im'ân...
Benim rûhum bu heykelden duyar hâmûş bin efgân!
Serîr-i saltanatlar devrilir, alt üst olur dünyâ;
Müşeyyed bürc ü bârülar düşer bir bir, bu taş hâlâ,
Zamânın dest-i tahrîbiyle, durmuş, eyler istihzâ;
Bütün mevcûda hâkim bir adem timsâlidir gûyâ.

Namaz kılındı; duâ bitti. kârban, yoluna
Düzüldü taht-ı memâtın girip birer koluna.
Yarım sâat henüz olmuştu. yolcular durdu;
Demek ki; komşusu dünyânın âhiret yurdu.
Cenâze indi omuzdan yavaş yavaş, sonra,
Sokuldu servilerin ortasında bir çukura,
Atıldı üstüne üç beş kürek kemikli çamur
Kabardı toprağın altında bir an, bir ur!
Evet, çıban, ki yatan duymuyorsa dehşetini,
Dönün de arkadakinden sorun fecâ'atini·
Sükûn içinde uyurken şu bir yığın toprak
İlel'ebed o küçük rûh çırpınıp duracak! ...

Mehmet Akif Ersoy
Son düzenleyen Safi; 10 Mart 2017 22:22
çatlakserseri - avatarı
çatlakserseri
Ziyaretçi
11 Kasım 2009       Mesaj #14
çatlakserseri - avatarı
Ziyaretçi

Mehmet Akif'le Son Röportaj


Türk edebiyatına son devrin çok güzel şiirlerini hediye eden büyük şair Mehmet Akif vatandan on bir senelik bir ayrılıktan sonra tekrar aramıza kavuştu. Fakat İstiklâl Marşı’nın millî his, millî heyecan ve millî şiir meydana getiren bu büyük şairi Akif yurda hasta döndü. Şimdi hastanede tedavi altındadır. Yedigün muharriri Akif’le konuştu. Onun yurttan ayrı yaşadığı
Ad:  mae5.jpg
Gösterim: 296
Boyut:  44.3 KB
günlerdeki hatıralarını, intihalarını topladı. Günün birinde sessiz sedasız yola revan olarak, vatan ufuklarını aşan şair Mehmet Akif, tam on bir yıl süren bu uzun seferin sonunda, işte bembeyaz bir hastane odasının, bembeyaz bir yatağında solgun, mecalsiz ve bitap yatıyor. Başucundaki sandalyeye oturdum. Ak kılların çerçevelediği bu sapsarı yüze, bu gevşemiş, sarkmış çizgilere, bu yorgun ve dalgın gözlere bakıyorum, zaman denen şeyin kudretini, hayat denen efsanenin sırrını bilmek istiyorum, sonra, yavaşça soruyorum.
- Özledin mi bizi üstat?…
Dudaklarını hiç kıpırdatmasaydı, hiç ses çıkarmasaydı bile, bu zehir gibi gülümsemesiyle her şeyi söylemiş olurdu.
- Özlemek mi oğlum.. Özlemek mi?…
Bu acının büyüklüğünü bir daha kendi içinde görmek ister gibi gözlerini yumdu, sonra, kesik kesik konuştu:
-Mısır’dan üç gecede geldim.Bu üç gece,otuz asır kadar uzun sürdü…Orada on bir yıl kaldım..Fakat bir an oldu ki, on bir gün daha kalsaydım, çıldırırım..
- Hasret…
Kupkuru dudaklarından kendi gibi solgun bir ses sızıyor:
-… Çok acı…
- Ya kavuşmanın sevinci?
- Onu sorma oğlum.. Onu ben kendi kendime bile soramıyorum… Ancak yazık ki vapurdan çıkar çıkmaz, yatağa düştüm, hiçbir şey göremedim.
- Ve kendi kendine söylüyor:
-Cennet gibi yurdumdayım ya… Çok şükür.Hastalığı akla geliyor;
- Karaciğerim, dalağım şişmiş, geldik, yattık burada. Müşahede altına aldılar, bakalım ne olacak?.
Eski hatıralarını deşiyorum. Millî Mücadele’nin ilk günlerinde Ankara istasyonunda karşılaşışımızı hatırlıyorum.
Evet.. diyor, İstanbul’dan, mücahede aleyhine fetva çıktığı gün ayrılmıştım. Üsküdar’dan araba ile şimdi ismini hatırlamadığım bir köye gittik, oradan “Cuma”yı tuttuk. O zaman Adapazarı’nda karışıklık lar vardı, kenarından geçtik, kâh öküz arabalarıyla, kâh beygirlerle Lefke’ye geldik ve trenle Ankara’ya ulaştık… Ankara… Yarabbi ne heyecanlı, helecanlı günler geçirmiştik… Hele Bursa’nın düştüğü gün… Ya Sakarya günleri… Fakat bir gün bile ümidimizi kaybetmedik, asla ye’se düşmedik. Zaten başka türlü çalışılabilir miydi? Ne topumuz vardı, ne tüfeğimiz… Fakat imanımız büyüktü.”
Yorgun, susuyor..
- İstiklâl Marşı’nı nasıl yazdınız?
Yavaşça yatağında doğruluyor, yastıklara yaslanıyor, sesi birden canlanıyor:
- Doğacaktır, sana vaat ettiği günler hakkın!..
Bu, ümitle, imanla yazılır. O zamanı düşünün… İmanım olmasaydı yazabilir miydim. Zaten ben, başka türlü düşünüp, başka türlü yazanlardan değilim. Bu, elimden gelmez. İçimde ne varsa, bütün duygularım yazılarımdadır… Şu var ki,”İstiklâl Marşı”nın şiir olmak üzere bir kıymeti yoktur. Ancak tarihî bir değeri vardır.”
Ve, gözleri,yemyeşil Şişli sırtlarında, dilinde bir dua gibi aynı nağme titriyor:
Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın.
-Ya büyük zafer üstadım.. O anda ne duydunuz?
Kalbi durmuş gibi sarsılıyor, sonra bir anda yeni- den canlanmış gibi,nereden geldiği bilinmez bir ışık- la gözlerinin içi gülerek:
- Ah… diyor:
Ve bir lâhza bırakıyor kendini bu eşsiz sevincin koynuna… Dalıyor.. Ve, sesinin ta içten dudaklarına dökülüşünü seziyorum:
- Allah’ım ne muazzam zaferdi o!.. Ortalık hercü-merç oldu…Beş altı saat içinde bir başka dünya doğdu. Tekrar gözlerini: yumuyor : -Ve biz, mest olduk!..
-O zaman bir şey yazmadınız mı?
-Artık benim ne düşünecek, ne duyacak, ne yazacak, hatta ne yaşayacak takatim kalmıştı.. Bizim dilimiz tutulmuştu.Ordu,bizzat yazıyordu. Üstadı ziyarete gelenler, görüşmemize ikide bir de fasıla veriyorlar. Hastabakıcı hemşirenin getirdiği yemek tepsisi odayı bir parça boşaltıyor, şimdi, o, ağır ağır çorbasını içerken bir yandan da benimle konuşmak nezaketini gösteriyor:
-Mısır’da nasıl vakit geçirdiniz?
- Kahire’nin yirmi beş kilometre cenubunda Helvan vardır. Sakin asude bir köşedir. Orada oturdum.
Zaten, tab’an münzevi bir adamım. Gürültüyü sevmem. İstanbul’da iken de böyle idim. Mısır’da da Darülfünun işi çıkıncaya kadar Helvan’da yaşadım. Son zamanlarda Kahire’ye indim.
- Sevdiniz mi Mısır’ı?
-Var, güzel tarafları var… Bilhassa kışın… hoş yazın da, sıcak iklimlerde bulunduğum için muzdarip olmazdım. Orada sıcak da sürekli değildir, evler de ona göre yapılmıştır. En sıcak günlerde odaların harareti yirmi sekiz, otuzdan fazlaya çıkmaz… Fakat bir yaz günü İstanbul…
Bu doğup büyüdüğüm, bütün dostlarımın yaşadıkları İstanbul, hele Boğaz gözlerimin önüne gelince…
- Mısır’ da neler yazdınız?
Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey! /Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? /Tarih’i “tekerrür” diye tarif ediyorlar; /Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
Ve üstadın Helvan’da yazdığı “Firavunla Yüz Yüze”sinden şu son parçayı alıyorum:
Bileydin, ey koca Mısır’ın ilâhî üryanı! /Mezara, heykele ait bütün bu velveleler/ Bekan için mi hakikat? Meramın oysa, heder:/ Evet, bütün beşerin hakkıdır beka emeli/ Fakat bu hakkı ne taştan, ne leşten istemeli!
- Kolay mı yazarsınız?
Dudaklarına götürdüğü bardağı yana çekerek:
-Hayır!., diyor.
Ve suyunu içtikten sonra, devam ediyor:
-Çok uğraşırım.. Epeyi çalışırım.. Mevzuu uzun boylu kafamda işlerim… nihayet kâğıt ü/erine naklederken de hayli yorulurum.
- Zevklerinizi sorabilir miyim üstadım?
Hafifçe gülümsüyor. Ve “zevk” diye dünyada bir şey var mı der gibi yüzüme bakıyor:
- Zevk mi?. Benim zevklerim mi?. Eğer sevdiği eserleri okumak, hoşlandığı mevzuları yazmak için uğraşmak, nihayet düşünmek, yapayalnız, bir köşeye çekilerek, sessiz sedasız düşünmek bir zevkse.. Eh benim de zevklerim var demektir.
Çorbasından başka bir şeye el sürmeyen şaire, hastabakıcı hemşire, yalvaran bir sesle öteki yemekleri gösteriyor:
-Siz yorulmayın, ben vereyim..
- Yiyemeyeceğim..
-Bir parça sütlâç..
-Mümkün değil.. Rica ederim ısrar etmeyin… Ve bana dönüyor: Eskiden beri yemekle başım hoş değildir… Sigara da içmem… Şimdi doktorlar zorla ye, deyip duruyorlar… Zorla ne olur ki, yemek yenebilsin?
Tekrar yatağına geçince, ben de vedaya hazırlanıyorum. Ve ayak üstünde soruyorum:
- Neler yazacaksınız?
- Biraz kendime gelirsem, yazacak şeylerim hazır.. Eliyle birkaç defa başına vuruyor:
- Var kafamda hazırlanmış mevzularım..
- Ya en son yazınız?
- Mısır’da geçen sene bir resmimi çekmişlerdi. Güneşli bir hava idi, gölgem de upuzun, kumlarda duruvordu. Bu resmin altına şöyle yazmıştım:
Hepsi göçmüş, hani yoldaşlarının hiç biri yok
Sen mi kaldın yalnız, kafileden böyle uzak
Postu sermekse meramın yola, serdirmezler
Hadi, gölgenle beraber silinip gitmene bak.
Ve kupkuru kaim dudaklar birbirine yapışıyor…
Son düzenleyen Safi; 10 Mart 2017 22:22
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
4 Ocak 2010       Mesaj #15
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın

Türk şair.


İstiklal Marşı'nı yazmış, günlük konuşma dilinin şiirle kaynaşmasını sağlayarak halkçı bir nazmın doğuşuna ön ayak olmuştur. İstanbul'da doğdu, 27 Aralık 1936'da aynı kentte öldü. Bir medrese hocası olan babası doğumuna ebced hesabıyla tarih düşerek ona "Rağıyf" adını vermiş, ancak bu yapma kelime anlaşılmadığı için çevresi onu "Âkif" diye çağırmıştır. Babası Arnavutluk'un Şuşise köyündendir, annesi ise aslen Buharalı'dır.

Mehmed Âkif ilköğrenimine Fatih'te Emir Buharî mahalle mektebinde başladı. Maarif Nezareti'ne bağlı iptidaîyi ve Fatih Merkez Rüştiyesi'ni bitirdi. Bunun yanı sıra Arapça ve İslami bilgiler alanında babası tarafından yetiştirildi. Rüştiye'de "hürriyetçi" öğretmenlerinden etkilendi. Fatih camii'nde İran edebiyatının klasik yapıtlarını okutan Esad Dede'nin derslerini izledi. Türkçe, Arapça, Farsça, veFransızca bilgisiyle dikkati çekti. Mekteb-i Mülkiye'nin idadi (lise) bölümünde okurken şiirle uğraştı. Edebiyat hocası İsmail Safa'nın izinden giderek yazdığı mesnevileri şair Hersekli Arif Hikmet Bey övgüyle karşıladı. Babasının ölümü ve evlerinin yanması üzerine mezunlarına memuriyet verilen bir yüksek okul seçmek zorunda kaldı.

1889'da girdiği Mülkiye Baytar Mektebi'ni 1893'te birincilikle bitirdi. Ziraat Nezareti (Tarım Bakanlığı) emrinde geçen yirmi yıllık memuriyeti sırasında veteriner olarak dolaştığı Rumeli, Anadolu ve Arabistan'da köylülerle yakın ilişkiler kurma olanağı buldu. İlk şiirlerini Resimli Gazete'de yayımladı. 1906'da Halkalı Ziraat Mektebi ve 1907'de Çiftçilik Makinist Mektebi'nde hocalık etti. 1908'de Dârülfünûn Edebiyat-ı Umûmiye müderrisliğine tayin edildi. İlk şiirlerinin yayımlanmasını izleyen on yıl boyunca hiçbir şey yayımlamadı.
Ad:  mae6.jpg
Gösterim: 721
Boyut:  152.4 KB

1908'de II. Meşrutiyet'in ilanıyla birlikte Eşref Edip'in çıkardığı Sırat-ı Müstakim ve sonra Sebilürreşad dergilerinde sürekli yazılar yazmaya, şiirler ve çağdaş Mısırlı İslam yazarlarından çeviriler yayımlamaya başladı. 1913'te Mısır'a iki aylık bir gezi yaptı. Dönüşte Medine'ye uğradı. Bu gezilerde İslam ülkelerinin maddi donatım ve düşünce düzeyi bakımından Batı karşısındaki zayıflıkları konusundaki görüşleri pekişti. Aynı yılın sonlarında Umur-u Baytariye müdür muavini iken memuriyetten istifa etti. Bununla birlikte Halkalı Ziraat Mektebi'nde kitabet ve Darülfununda edebiyat dersleri vermeye devam etti. İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne girdiyse de cemiyetin bütün emirlerine değil, sadece olumlu bulduğu emirlerine uyacağına dair and içti. I. Dünya Savaşı sırasında İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin gizli örgütü olan Teşkilât-ı Mahsusa tarafından Berlin'e gönderildi. Burada Almanlar'ın eline esir düşmüş Müslümanlar için kurulan kampta incelemeler yaptı. Çanakkale Savaşı'nın akışını Berlin'e ulaşan haberlerden izledi.

Batı uygarlığının gelişme düzeyi onu derinden etkiledi. Yine Teşkilât-ı Mahsusa'nın bir görevlisi olarak çöl yoluyla Necid'e ve savaşın son yılında profesör İsmail Hakkı İzmirli'yle birlikte Lübnan'a gitti. Dönüşünde yeni kurulan Dâr-ül -Hikmetül İslâmiye adlı kuruluşun başkâtipliğine getirildi. Savaş sonrasında Anadolu'da başlayan ulusal direniş hareketini desteklemek üzere Balıkesir'de etkili bir konuşma yaptı. Bunun üzerine 1920'de Dâr-ül Hikmet'deki görevinden alındı. İstanbul Hükümeti Anadolu'daki direnişçileri yasa dışı ilan edince Sebillürreşad dergisi Kastamonu'da yayımlanmaya başladı ve Mehmed Âkif bu vilayette halkın kurtuluş hareketine katkısını hızlandıran çalışmalarını sürdürdü. Nasrullah Camii'nde verdiği hutbelerden biri Diyarbakır'da çoğaltılarak bütün ülkeye dağıtıldı.

Burdur mebusu sıfatıyla TBMM'ye seçildi. Meclis'in bir İstiklâl Marşı güftesi için açtığı yarışmaya katılan 724 şiirin hiçbiri beklenilen başarıya ulaşamayınca maarif vekilinin isteği üzerine 17 Şubat 1921'de yazdığı İstiklal Marşı, 12 Mart'ta birinci TBMM tarafından kabul edildi. Sakarya zaferinden sonra kışları Mısır'da geçiren Mehmed Âkif, laik bir Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması üzerine Mısır'da sürekli olarak yaşamaya karar verdi. 1926'dan başlayarak Camiü'l-Mısriyye'de Türk dili ve edebiyatı müderrisliği yaptı. Bu gönüllü sürgün yaşamı sırasında siroz hastalığına yakalandı ve hava değişimi için 1935'te Lübnan'a, 1936'da Antakya'ya birer gezi yaptı. Yurdunda ölmek isteği ile Türkiye'ye döndü ve İstanbul'da öldü.

Mehmed Âkif'in 1911'de 38 yaşında iken yayımladığı ilk kitabı Safahat bağımsız bir edebi kişiliğin ürünüdür. Bununla birlikte kitabın Tevfik Fikret'ten izler taşıdığı görülür. Fransız romantiklerinden Lamartine'i Fuzuli kadar, Alexandre Dumas fils'i Sâdi kadar sevdiğini belirten şair, bütün bu sanatçıların uğraşı alanlarına giren "manzum hikâye" biçimini kendisi için en geçerli yazı olarak seçmiştir. Ancak, sahip olduğu köklü edebiyat kaygusu onun yalınkat bir manzumeci değil, bilinçle işlenmiş ve gelişmeye açık bir şiir türünün öncüsü olmasını sağlamıştır. Mehmed Âkif'in düşünsel gelişiminde en belirleyici öğe onun çağdaş bir İslamcı oluşudur. Çağdaş İslamcılık, Batı burjuva uygarlığının temel değerlerinin İslam kaynaklarına uyarlı olarak yeniden gözden geçirilmesini, Batı'nın toplumsal ve düşünsel oluşumuyla özde bağdaşık, ama yerel özelliklerini koruyan güçlü bir toplum yapısına varmayı öngörür. Bu görüşe koşut olarak Mehmed Âkif'in şiir anlayışı Batılı, hatta o dönemde Batı'da bile örneklerine az rastlanacak ölçüde gerçekçidir. Kafiyenin geleneksel Osmanlı şiirinde bir bela olduğunu savunan, resim yapmanın yasak sayılmasının, somut konumların betimlenmesini aksattığı ve bu yüzden şiirin olumsuz etkiler altında kaldığı görüşünü ileri süren Mehmed Âkif, Fuzuli'nin Leylâ vü Mecnûn adlı yapıtının plansız olduğu için yeterince başarılı olamadığını dile getirecek ölçüde çağdaş yaklaşımlara eğilimlidir. Konuşma diline yaslandığı için kolayca yazılıvermiş izlenimi veren şiirleri biçime ilişkin titiz bir tutumun örnekleridir. Hem aruzdan doğan bağların üstesinden gelmiş, hem de şiirin bütününü kapsayan bir iç musiki düzenini gözetmiştir. Dilde arılaşmadan yana olan tutumunu her şiirinde biraz daha yalın bir söyleyişi benimseyerek somutlukla ortaya koymuştur.

Mehmed Âkif geleneksel edebiyatın olduğu kadar, Batı kültürünün değerleriyle etkileşimi kabul eder, ancak Doğu'ya ya da Batı'ya öykülenmeye şiddetle karşı çıkar. Çünkü her edebiyatın doğduğu toprağa bağlı olmakla canlılık kazanabileceği ve belli bir işlevi yerine getirmedikçe değer taşımayacağı görüşündedir. Gerçekle uyum içinde olmayı herşeyin üstünde tutar. Altı yüzyıllık seçkinler edebiyatının halktan uzak düştüğü için bayağılaştığına inanır. İçinde yaşanılan toplumun özellikleri göz önüne alınmadan Batılı yeniliklere öykünmenin doğrudan doğruya edebiyata zarar vereceği, "edebsizliğin başladığı yerde edebiyatın biteceği" anlayışına bağlı kalarak "sanat sanat içindir" görüşüne karşı çıkmış, "libas hizmetini, gıda vazifesini" gören bir şiiri kurma çabasına girişmiştir. Bu yüzden toplumsal ve ideolojik konuları şiir ile ve şiir içinde tartışma ve sergileme yolunu seçmiştir. Bütün çıplaklığıyla gerçeği göstermekteki amacı okuyucusunu insanların sorunlarına yöneltmektir. Bu kaygıların sonucu olarak yoksul insanların gerçek çehreleriyle yer aldığı şiirler Türk edebiyatında ilk kez Mehmed Âkif tarafından yazılmıştır.

Mehmed Âkif şiirinin yaşadığı dönemde ve sonrasında önemini sağlayan gerçekçi tutumudur. Bu şiirde düş gücünün parıltısı yerini gözle görülür, elle tutulur bir yapıya bırakmıştır. Şairin nazım diline bu dilin özgül niteliğini bozmaksızın elverişli olduğu gelişmeyi kazandırması, aruz veznini yumuşatmayı, başarmasıyla mümkün olmuştur. Bu aynı zamanda Türkçe'nin şiir söylemedeki olanaklarının ne ölçüde geniş olduğunu göstermesi demektir. Söz konusu dönemde her şairin dili kişisel bir dil kurma adına dar bir vadiye sıkışmak zorunda kalmıştı. Mehmed Âkif dilin toplumsal kimliğini öne çıkarmış, üslupta öz günlük ve kişiselliğe ulaşmıştır. Yenilikçi bir şair olarak, yaşadığı dönemde görülen ölçüsüz yenilik eğiliminin bozucu etkilerine, ölçüsü işleviyle bağlantılı bir şiir kurmak suretiyle sınır çekmeye çalışmıştır.

Hasbihal


Bugün yaşım otuz üç; ben demek otuz üç yıl
Kapılmışım bu serab-ı hayata; hem de nasıl:
Bütün kavafil-i âmâl önümde can berleb,
Durur iken yine ben sîne çâk çâk taleb,
Uzakta şöyle heyülâda görsem ümmidim
Teşahhus etti sanır da hemen seğirtirdim!
Hayale peyrev olup döndüğüm bu feyzada
Değildi bir demim olsun belâdan âzâde
Adım başında felâket; adım başında muhat
Ne bir kenâr-ı selâmet; ne bir tarîk-ı necat
Sağımda ağzını açmış amîk bir uçurum;
Solumda inmede dehşetli bir kasırga hücum!
Gidilse leyle-i âtî kadar karanlık çöl!
Dönülse devre-i mâzî gibi kapanmış yol!
Fakat tereddüde, ârâma var mıdır imkân?
Sürüklenir gider elbette dalgaya kapılan.
Uğraştım onca muhacimle bir zaman heyhat
Sonunda tâb ü tüvânım kesildi bitti sebat
Karardı gözlerim artık ne oldu bilmiyorum
Açıldı pîş-i hayalimde başka bir uçurum
Yuvarlanıp düşecektim o cah-ı muzlime ben
Önümde nur-ı ilâhî gibi göründün sen
Yarıp o zulmeti sâyende işte kurtuldum
Dalâle doğru giderken reşâde doğruldum
Göründü dîde-i hakbîne şimdi âlem-i ruh
Uyandı leyle-i ruhumda bir sabah-ı fütuh
Hayat namına ben gerçi sersericesine
Dolaşmışım bu fezâ-yı hayâli bunca sene
Fakat bugün o geçmiş demlerin nihâyetidir
Hayat varsa benimçün bugün bidâyetidir
Felekte ben de acep gün görür müyüm derken
Sabah-ı sermede kalb eyledin leyâlimi sen
Sen ey nigâhımı bîdâr eden ilâhî nur
Kemâl-i feyzin ile olduğun zaman manzur
Degişti sanki muhitim, açıldı başka cihan
Çekildi ufkumu tazyik eden sehab-ı giran
Baharlar uçuyor şimdi asümânımda
Teraneler ötüyor tâ samîm-i cânımda
Muhabbetin ne kadar mucizata mazharmış
Bugün ben anlıyorum başka bir cihan varmış
Gülzâr-ı hayalime suret veren musavver ruh
Kitab-ı sineme bir bak ne dilfirib vuzuh
İçinde gösteriyor âlem sabahatini
O safhadan oku gel sen de kendi hikmetini
Bu kâinatta görmekteyim bütün seni âh
Biraz da gel edeyim sende kâinâta nigâh
Ümidi, ye’si,maişet bela-yı hâilini
Bu kârzâr cihânın bütün gavailini
Hülasa her ne kadar kayd varsa cümlesini
Hayalden silerek yazdım işte sade seni
Bugün düşünm(üy)orum hiç kendi âtimi
Düşünmek istemiş olsam da nerde kabil mi?
Senin fezaları lebriz eden hayalinle
Sığar mı başka endişe tenknâ-yı dile?
Seninle başladı mâdâm bende feyz-i hayat
Hüda bilir edemem bir de masivâ isbat
Mehmed Âkif
23 Mayıs 321 / 5 Haziran 1905
Son düzenleyen Safi; 10 Mart 2017 22:23
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
pesimist - avatarı
pesimist
Ziyaretçi
14 Aralık 2010       Mesaj #16
pesimist - avatarı
Ziyaretçi

Atiyi Karanlık Görerek Azmi Bırakmak


Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak...
Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.
Dünyâda inanmam, hani görsem de gözümle.
İmânı olan kimse gebermez bu ölümle:
Ey dipdiri meyyit, 'İki el bir baş içindir.'
Davransana... Eller de senin, baş da senindir!
His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin.
Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz?
Âtiyi karanlık görüvermekle apıştın?
Esbâbı elinden atarak ye'se yapıştın!
Karşında ziyâ yoksa, sağından, ya solundan
Tek bir ışık olsun buluver... Kalma yolundan.
Âlemde ziyâ kalmasa, halk etmelisin, halk!
Ey elleri böğründe yatan, şaşkın adam, kalk!
Herkes gibi dünyâda henüz hakk-i hayâtın
Varken, hani herkes gibi azminde sebâtın?
Ye's öyle bataktır ki; düşersen boğulursun.
Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!
Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;
Me'yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar
Lânetleme bir ukde-i hâtır ki: çözülmez...
En korkulu câni gibi ye'sin yüzü gülmez!
Mâdâm ki alçaklığı bir, ye's ile sirkin;
Mâdâm ki ondan daha mel'un daha çirkin
Bir seyyie yoktur sana; ey unsur- îman,

Nevmid olarak rahmet-i mev'ûd-u Hudâ'dan,

Hüsrâna rıza verme... Çalış... Azmi bırakma;
Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma!

Evler tünek olmuş,
ötüyor bir sürü baykuş...
Sesler de: 'Vatan tehlikedeymiş... Batıyormuş! '
Lâkin, hani, milyonları örten şu yığından,

Tek kol da demiyor bir tarafından!
Sâhipsiz olan memleketin batması haktır;
Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır.
Feryâdı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar...
Uğraş ki: telâfi edecek bunca zarar var.
Feryâd ile kurtulması me'mûl ise haykır!
Yok, yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır!
'İş bitti... Sebâtın sonu yoktur! ' deme, yılma.
Ey millet-i merhûme, sakın ye'se kapılma.

Mehmet Akif Ersoy
, 14 Mart 1913
Son düzenleyen Safi; 10 Mart 2017 22:23
siyahgece - avatarı
siyahgece
Ziyaretçi
10 Mart 2011       Mesaj #17
siyahgece - avatarı
Ziyaretçi
MEHMET AKİF ERSOY
Ad:  maersoy.jpg
Gösterim: 270
Boyut:  40.7 KB

İstiklâl Marşı şâiri olan Mehmet Akif Ersoy'un Asıl adı Mehmet Ragif olan Mehmet Akif 1873 yılında İstanbul'da doğdu. Annesi Emine Şerife Hanım, babası Temiz Tâhir Efendidir. İlk tahsiline Emir Buhâri Mahalle Mektebinde başladı. İlk ve orta öğrenimden sonra Mülkiye Mektebine devam etti. Babasının vefâtı ve evlerinin yanması üzerine mülkiyeyi bırakıp Baytar Mektebini birincilikle bitirdi. Tahsil hayâtı boyunca yabancı dil derslerine ilgi duydu. Fransızca ve Farsça öğrendi. Babasından Arapça dersleri aldı.

Mehmet Akif Ersoy Ziraat nezaretinde baytar olarak vazife aldı. Üç dört sene Rumeli, Anadolu ve Arabistan'da bulaşıcı hayvan hastalıkları tedâvisi için bir hayli dolaştı. Bu müddet zarfında halkla temasta bulundu. Âkif'in memuriyet hayatı 1893 yılında başlar ve 1913 târihine kadar devam eder.

Mehmet Akif Ersoy Memuriyetinin yanında Ziraat Mektebinde ve Dârulfünûn'da edebiyat dersleri vermiştir.
1893 senesinde Tophâne-i Âmire veznedârı Mehmet Emin Beyin kızı İsmet Hanımla evlendi.
Mehmet Akif Ersoy okulda öğrendikleriyle yetinmeyerek, dışarda kendi kendini yetiştirerek tahsilini tamamlamaya, bilgisini genişletmeye çalıştı. Mehmet Akif Ersoy Memuriyet hayatına başladıktan sonra öğretmenlik yaparak ve şiir yazarak edebiyat sâhasındaki çalışmalarına devam etti. Fakat onun neşriyat âlemine girişi daha fazla 1908'de İkinci Meşrutiyetin îlânıyla başlar. Bu târihten itibaren şiirlerini Sırât-ı Müstakîm'de yayınlanır.

Mehmet Akif Ersoy 1920 târihinde Burdur Mebusu olarak Birinci Büyük Millet Meclisine seçildi. 17 Şubat 1921 günü İstiklâl Marşı'nı yazdı. Meclis 12 Martta bu marşı kabul etti.
1926 yılından îtibâren Mısır Üniversitesinde Türkçe dersleri verdi. Derslerden döndükce Kur'ân-ı kerîm tercümesiyle de meşgul oluyordu, fakat bu sırada siroza tutuldu. Önceleri hastalığının ehemmiyetini anlayamadı ve hava değişimiyle geçeceğini zannetti. Lübnan'a gitti. Ağustos 1936'da Antakya'ya geldi. Mısır'a hasta olarak döndü.
Hastalık Mehmet Akif Ersoy'u harâb etmiş, bir deri bir kemik bırakmıştı. Mehmet Akif Ersoy İstanbul'a geldi ve hastanede yatarak tedâvi gördü. Fakat hastalığın önüne geçilemedi. 27 Aralık 1936 târihinde vefat etti. Mehmet Akif Ersoy'un Kabri Edirnekapı Mezarlığındadır.

Mehmed Âkif milletini ve dînini seven, insanlara karşı merhametli bir mizaca sâhip, şâir tabiatının heyecanlarıyla dalgalanan, edebî bakımdan kıymetli şiirlerin yazarı meşhur bir Türk şâiridir. İstiklâl Marşı şâiri olması bakımından da "Millî Şâir" ismini almıştır.
Şairin en büyük eseri Safahat genel adı altında toplanan şiirleri şu 7 kitaptan oluşmuştur:
1.Kitap: Safahat (1911)
2.Kitap: Süleymaniye Kürsüsünde (1912)
3. Kitap: Hakkın Sesleri (1913)
4. Kitap: Fatih Kürsüsünde (1914)
5. Kitap: Hatıralar (1917)
6. Kitap: Asım (1924)
7. Kitap: Gölgeler (1933).
sensizLik öLümMsn Heart
Son düzenleyen Safi; 10 Mart 2017 22:24
ener - avatarı
ener
Ziyaretçi
2 Eylül 2011       Mesaj #18
ener - avatarı
Ziyaretçi
Mehmet Akif Ersoy
Doğum: 1873 İstanbul
Ölüm : 1936 İstanbul
Ad:  mae4.jpg
Gösterim: 286
Boyut:  42.4 KB

Şair. Öğrenimini Mülkiye'nin İdadi Bölümü'nde ve Halkalı Baytar Mektebi'nde tamamladı (1894). Öğrencilik yıllarında babasından Arapça, Fatih Camii başimamından din ve Kuran dersleri aldı; ayrıca Farsça öğrendi. Okulu bitirince Baytar Umum Müdürlüğü örgütünde müfettiş muavinliğine atanarak dört yıl kadar Rumeli, Arnavutluk ve Arabistan'da görevlendirildi. İttihat ve Terakki Fırkası ile yakın ilişkiler kuran ve bir aralık partinin İstanbul'daki genel merkezinde Arapça dersleri veren Mehmet Akif, mütareke yıllarında kötümserliğe kapıldıysa da, sonradan Kurtuluş Savaşı hareketine katılmak amacıyla Anadolu'ya geçince inançla bağımsızlık ülküsünün halk yığınlarına mal olması için çalıştı. Emperyalizmi, Batı sermayedarlık düzeninin bir zulüm simgesi olarak kabul eden Akif'in bu düşünce ve duygularla yazdığı İstiklal Marşı (1921), TBMM'ce özel bir yasayla ulusal marş kabul edildi.

Cumhuriyet devrinde gittiği Mısır'dan (1924), 12 yıl sonra döndü ve döndüğü yıl öldü. Biçim yönünden yaşadığı dönemin şiir akımlarından etkilenen Mehmet Akif'in şiirleri gerçekçi bir anlayışın ürünleridir. Aruz ölçüsünü ustaca kullanarak konuşma dilinin bütün ayrıntılarını geçirdiği manzumeleri, bazen sadece ahlâk dersi niteliği taşımakla birlikte, özellikle savaşa karşı olan şiirlerinde, hem ustalık, hem telkin, hem şiir ögeleri iç içe derinleşmiştir.

Parçalanmanın bütün acılarının birbiri ardından duyulduğu Osmanlı toplumunun son kalıntısı üzerinde, bağlantıları kopmak üzere olan unsurları Müslümanlık yoluyla birleştirme inancına içtenlikle bağlı olduğundan, öncülüğünü Ziya Gökalp'in yaptığı Türkçülük akımına ve Tevfik Fikret'in temsil ettiği hümanist akıma karşı koymaya çalışmıştır. Ulus olma aşamasındaki toplumu gerçekçi gözle değerlendirememiştir. Ne var ki, daha sonra Kuvayı Milliye hareketi içinde emperyalizme karşı yerini belirleyerek asıl güçlü şiirlerini yazan Akif, yaşadığı dönemin dil ve beğeni koşullarını aşan kalıcı nitelikte şiirler yazmıştır.

Yapıtları:
  • "Safahat" (1911),
  • "Süleymaniye Kürsüsünde" (1912),
  • "Hakkın Sesleri" (1913),
  • "Fatih Kürsüsünde" (1914),
  • "Hâtıralar" (1917),
  • "Asım" (1919),
  • "Gölgeler" (1933),ilk kitabı Safahat, kitaplarına genel ad yapılarak şiirleri "Safahat" adı altında tek ciltte toplandı (1943),
  • "Kuran'dan Âyetler" (1944),
  • "Hz. Ali Diyor ki" (1954).
Morpa Genel Kültür Ansiklopedisi & MsXLabs.org
Son düzenleyen Safi; 10 Mart 2017 22:25
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
19 Aralık 2013       Mesaj #19
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Mehmet Âkif Ersoy
Mehmet Âkif Ersoy (doğum adı: Mehmet Ragif, 20 Aralık 1873 - 27 Aralık 1936), baba tarafından Arnavut, anne tarafından Özbek asıllı olan Cumhuriyet Dönemi şairi, veteriner hekim, öğretmen, vaiz, hafız, Kur'an mütercimi, yüzücü ve milletvekilidir.

Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusal marşı olan İstiklâl Marşı'nın yazarıdır. "Vatan Şairi" ve "Milli Şair" unvanları ile anılır. Çanakkale Destanı, Bülbül, Safahat en önemli eserlerindendir. II. Meşrutiyet döneminden itibaren Sırat-ı Müstakim (daha sonraki adıyla Sebil'ür-Reşad) dergisinin başyazarlığını yapmıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında milletvekili olarak 1. TBMM'de yer almıştır

Yaşam öyküsü
Mehmet Âkif Ersoy, 1873 yılının Aralık ayında İstanbul'da, Fatih ilçesinin Karagümrük semtinde Sarıgüzel mahallesinde dünyaya geldi. Nüfusa kaydı, babasının, onun doğumundan sonra imamlık yaptığı ve Âkif'in ilk çocukluk yıllarını geçirdiği Çanakkale'nin Bayramiç ilçesinde yapıldığı için nüfus kağıdında doğum yeri Bayramiç olarak görünür. Annesi Buhara'dan Anadolu'ya göç etmiş bir ailenin kızı olan Emine Şerif Hanım; babası ise Kosova'nın İpek kenti doğumlu, Fatih Camii medrese hocalarından Mehmet Tahir Efendi'dir. Mehmet Tahir Efendi, ona doğum tarihini belirten "Ragif" adını verdi. Babası vefatına kadar Ragif adını kullansa da bu isim yaygın olmadığı için arkadaşları ve annesi ona "Âkif" ismiyle seslendi, zamanla bu ismi benimsedi. Çocukluğunun büyük bölümü annesinin Fatih, Sarıgüzel'deki evinde geçti. Kendisinden küçük, Nuriye adında bir kız kardeşi vardır.

Öğrenim yılları
İlk öğrenimine Fatih'te Emir Buhari Mahalle Mektebi’nde o zamanların adeti gereği 4 yıl, 4 ay, 4 günlükken başladı. 2 yıl sonra iptidai (ilkokul) bölümüne geçti ve babasından Arapça öğrenmeye başladı. Ortaöğrenimine Fatih Merkez Rüştiyesi’nde başladı (1882). Bir yandan da Fatih Camii'nde Farsça derslerini takip etti. Dil derslerine büyük ilgi duyan Mehmet Âkif, rüştiyedeki eğitimi boyunca Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızcada hep birinci oldu. Bu okulda onu en çok etkileyen kişi, dönemin "hürriyetperver" aydınlarından birisi olan Türkçe öğretmeni Hersekli Hoca Kadri Efendi idi.

Rüştiyeyi bitirdikten sonra annesi medrese öğrenimi görmesini istiyordu ancak babasının desteği sonucu 1885'te dönemin gözde okullarından Mülkiye İdadisi’ne kaydoldu. 1888’de okulun yüksek kısmına devam etmekte iken babasını kaybetmesi ve ertesi yıl büyük Fatih yangınında evlerinin yanması aileyi yoksulluğa düşürdü. Babasının öğrencisi Mustafa Sıtkı aynı arsa üzerine küçük bir ev yaptı, aile bu eve yerleşti. Artık bir an önce meslek sahibi olmak ve yatılı okulda okumak isteyen Mehmet Âkif, Mülkiye İdadisi’ni bıraktı. O yıllarda yeni açılan ve ilk sivil veteriner yüksekokulu olan Ziraat ve Baytar Mektebi'ne (Tarım ve Veterinerlik Okulu) kaydoldu.

Dört yıllık bir okul olan Baytar Mektebi'nde bakteriyoloji öğretmeni Rıfat Hüsamettin Paşa pozitif bilim sevgisi kazanmasında etkili oldu. Okul yıllarında spora büyük ilgi gösterdi; mahalle arkadaşı Kıyıcı Osman Pehlivan'dan güreş öğrendi; başta güreş ve yüzücülük olmak üzere uzun yürüyüş, koşma ve gülle atma yarışlarına katıldı; şiire olan ilgisi okulun son iki yılında yoğunlaştı. Mektebin baytarlık bölümünü 1893 yılında birincilikle bitirdi.

Mezuniyetinden sonra Mehmet Âkif, Fransızcasını geliştirdi. 6 ay içinde Kur'an'ı ezberleyerek hâfız oldu. Hazine-i Fünun Dergisinde 1893 ve 1894’te birer gazeli, 1895’te ise Mektep Mecmuası’nda "Kur'an'a Hitab", adlı şiiri yayınlandı, memuriyet hayatına başladı.

Memurluk yılları
Okulu bitirdikten hemen sonra Ziraat Bakanlığı’nda (Orman ve Maadin ve Ziraat Nezareti) memur olan Mehmet Âkif, memuriyet hayatını 1893–1913 yılları arasında sürdürdü. Bakanlıktaki ilk görevi veteriner müfettiş yardımcılığı idi. Görev merkezi İstanbul idi ancak memuriyetinin ilk dört yılında teftiş için Rumeli, Anadolu, Arnavutluk ve Arabistan'da bulundu. Bu sayede halkla yakın temas halinde olma imkânı buldu. Bir seyahati sırasında babasının doğum yeri olan İpek Kasabası'na gidip amcalarıyla tanıştı. 1898 yılında Tophane-i Âmire veznedârı Mehmet Emin Beyin kızı İsmet Hanım’la evlendi; bu evlilikten Cemile, Feride, Suadi, İbrahim Naim, Emin, Tahir adlı çocukları dünyaya geldi.

Mehmet Âkif, edebiyata olan ilgisini şiir yazarak ve edebiyat öğretmenliği yaparak sürdürdü. Resimli Gazete’de Servet-i Fünun Dergisi'nde şiirleri ve yazıları yayımlandı. İstanbul’da bulunduğu sırada bakanlıktaki görevinin yanı sıra önce Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi (1906)'nde kompozisyon (kitabet-i resmiye), sonra Çiftçilik Makinist Mektebi'nde (1907) Türkçe dersleri vermek üzere öğretmen olarak atandı.

II. Meşrutiyet'in etkisi
II. Meşrutiyet ilan edildiğinde Mehmet Âkif, Umur-ı Baytariye Dairesi Müdür Muavini idi. Meşrutiyet'in ilanından 10 gün sonra arkadaşı rasathane müdürü Fatin Hoca onu, on bir arkadaşı ile birlikte İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne üye yaptı. Ancak Mehmet Âkif, üyeliğe girerken edilen yeminde yer alan "Cemiyetin bütün emirlerine, bilâkayd ü şart (kayıtsız şartsız) itaat edeceğim" cümlesinde geçen "kayıtsız şartsız" ifadesine karşı çıkmış, "sadece iyi ve doğru olanlarına'" şeklinde yemini değiştirtmişti. Cemiyetin Şehzadebaşı İlmiye Mahfelinde Arap Edebiyatı dersleri veren Âkif, Kasım 1908’de, Umur-i Baytariye Müdür Muavinliği görevini sürdürürken Darülfünun’da Edebiyat-i Osmaniye dersleri vermeye başladı.

II. Meşrutiyet’in Âkif'in hayatında en büyük etkisi, meşrutiyetle birlikte yayın dünyasına adım atması olmuştu. Daha önce bazı şiirleri ve yazıları birkaç gazetede yayımladıysa da eser yayımlamaya uzun süredir ara vermişti. Meşrutiyetin ilanından sonra, arkadaşı Eşref Edip ve Ebül’ula Mardin ‘in çıkardığı ve ilk sayısı 27 Ağustos 1908'de yayımlanan Sırat-ı Müstakim dergisinin başyazarı oldu. İlk sayıda Fatih Camii şiiri yayımlandı. Ebül'ula Mardin ayrıldıktan sonra dergi, 8 Mart 1912'den itibaren Sebil'ür-Reşad adıyla çıkmaya devam etti. Âkif'in hemen hemen bütün şiir ve yazıları bu iki dergide yayımlandı. Gerek dergilerdeki yazılarında, gerekse İstanbul camilerinde verdiği vaazlarda Mısırlı bilgin Muhammed Abduh'un etkisiyle benimsediği İslam Birliği görüşünü yaymaya çalıştı.

1910 yılında gerçekleşen Arnavutluk İsyanı onu çok üzmüş ve arkasından gelecek kötü olayları sezmişti. Balkanlar'da artan düşmanlık duygularını ve doğabilecek isyanları önlemek için bir şeyler yapma arzusu duydu ancak Balkan Savaşı ile hüsrana uğradı. 1914’ün başında iki aylık bir seyahate çıkarak Mısır ve Medine'de bulundu. Mısır seyahati hatıralarını "El Uksur'da" adlı şiirinde anlattı.

1913’te kurulan Müdafaa-i Milliye Cemiyeti'nin halkı edebiyat yoluyla aydınlatma amacı güden neşriyat şubesinde Recaizade Ekrem, Abdülhak Hamid, Süleyman Nazif, Cenap Şahabettin ile beraber çalıştı. 2 Şubat 1913 günü Bayezid Camisi kürsüsünde, 7 Şubat 1913 günü Fatih Camisi kürsüsünde konuşarak halkı vatanı savunmaya çağırdı.

Teşkilât-ı Mahsusa'ya girmesi
Balkan Savaşı'ndan sonra, ilk olarak Umur-i Baytariye görevinden (1913), sonra yayınlarının hükümetle uygun düşmemesi nedeniyle aldığı ikaz üzerine Darülfünun müderrisliği görevinden (1914) ayrıldı. Yalnızca Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi'ndeki görevine devam etti. Harbiye Nezareti’ne bağlı Teşkilat-ı Mahsusa'dan gelen teklif üzerine İslam birliği kurma gayesi güden Almanya’ya (Berlin’e ) Tunuslu Şeyh Salih Şerif ile birlikte gitti. (1914). İngilizlerle birlikte Osmanlı'ya karşı savaşırken Almanlar'a esir düşmüş Müslümanların kamplarında incelemelerde bulundu ve farkında olmadan Osmanlı’ya karşı savaşan bu Müslüman esirleri aydınlatmaya çalıştı. Fransız ordusundaki Müslümanlara yönelik yazdığı Arapça beyannameler cephelere uçaklardan atıldı. Almanya’da iken yazdığı Berlin Hatıraları adlı şiirini dönünce Sebilürreşad’da yayınladı.

İstanbul'a döndükten sonra 1916 başlarında Teşkilat-ı Mahsusa tarafından Arabistan'a gönderildi. Görevi, bu topraklardaki Arapları Osmanlı'ya karşı kışkırtan İngiliz propogandası ile mücadele etmek için "karşı propaganda" yapmaktı. Mehmet Âkif, Berlin'deyken heyecanla Çanakkale Savaşı ile ilgili haberleri takip etmişti. On dört ay süren savaşın zaferle sonuçlandığı haberini Arabistan'da iken aldı. Bu haber karşısında büyük coşku duydu ve Çanakkale Destanı'nı kaleme aldı. Arabistan dönüşünde iki ay Lübnan'da kalan Mehmet Âkif, "Necid Çölleri'nden Medine'ye" şiirinde bu seyahatini anlattı

Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye Cemiyeti'ne girmesi
Lübnan’da yaşayan Mekke Emiri Şerif Ali Haydar Paşa’nın daveti ile 1918’de bu ülkeye giden Âkif, Lübnan’da iken Şeyhülislamlığa bağlı Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye Cemiyeti başkatipliğine atandı. Ahmet Cevdet, Mustafa Sabri, Said Nursi gibi isimlerin kurduğu ve Osmanlı Devleti ile diğer İslam ülkelerinde çıkacak dini meseleleri halletmek, İslam aleyhindeki gelişmelere yanıt vermek amacıyla kurulan bu örgütte çalışırken bir yandan da Said Halim Paşa'nın “İslamlaşmak” adlı eserini Fransızcadan Türkçeye çevirdi.

Bu dönemde Anadolu toprakları işgale uğramış; Türk halkı Kurtuluş Savaşı 'nı başlatarak direnişe geçmişti. Bu harekete katılmak isteyen Âkif, Balıkesir'e giderek 6 Şubat 1920 günü Zağnos Paşa Camii'nde çok heyecanlı bir hutbe verdi. Halkın beklenmedik ilgisi karşısında daha birçok yerde hutbe verdi, konuşmalar yaptı ve İstanbul'a döndü. Bu arada Sebilürreşad idarehanesi, Millî Mücadele’ye katılmak için Anadolu’ya geçmiş olanlarla İstanbul’daki yakınlarının gizli haberleşme merkezi hâline gelmişti. Âkif, Kurtuluş Savaşı’nı desteklemesi nedeniyle 1920'de Dâr ül-Hikmet il-İslâmiye Cemiyeti'ndeki görevlerinden azledildi.

İstiklal Savaşı'na katılışı
Mehmet Akif Ersoy Müze Evi, Mehmet Akif Ersoy'un Kurtuluş Savaşı yıllarında Ankara'da ikamet ettiği ve İstiklâl Marşı başta olmak üzere çok sayıda şiirini yazdığı müzeye dönüştürülmüş Ankara evidir.
İstanbul'da rahat hareket etme olanağı kalmayan Mehmet Âkif, görevinden azledilmeden az önce oğlu Emin'i yanına alarak Anadolu’ya geçti. Sebil'ür-Reşad’ı Ankara’da çıkarması için Mustafa Kemâl Paşa'dan davet gelmişti. TBMM'nin açılışının ertesi günü olan 24 Nisan 1920 günü Ankara'ya vardı. Millî mücadeleye şair, hatip, seyyah, gazeteci, siyasetçi olarak katıldı. Ankara'ya varışından bir süre sonra ailesini de yanına aldırdı.

Ankara’ya geldiği günlerde, Mustafa Kemâl Paşa Konya vali vekiline telgraf göndererek Âkif’in Burdur milletvekili seçilmesini sağlamasını istemişti. Haziran ayında Burdur’dan, Temmuz ayında ise Biga’dan mebus seçildiği haberi meclise ulaştı. Âkif, Burdur mebusluğunu tercih etti. Böylece 1920-1923 yılları arasında vekil olarak I. TBMM’de yer aldı. Meclis kayıtlarında adı "Burdur milletvekili ve İslam şairi" olarak geçmektedir.

Ankara'ya varır varmaz ona verilen ilk görev, Konya Ayaklanması’nı önlemek için halka öğütler vermek üzere Konya’ya gitmekti, büyük gayretine rağmen Konya’da kesin bir sonuca ulaşamadı ve Kastamonu’ya geçti. Halkı düşmana direnişe teşvik için 1920 yılının Kasım ayında Kastamonu’daki Nasrullah Camisi'nde verdiği ateşli vaaz, Diyarbakır’da basıldı ve tüm vilayetlere ve cephelere dağıtıldı.

Âkif, Anadolu'ya geçerken Eşref Edip'e de arkasından gelmesini söylemişti. Eşref Edip, Sebil'ür-Reşad Dergisi'nin klişesini de alıp İstanbul'dan ayrıldı. Son olarak 6 Mayıs 1921 günü derginin 463. sayısını yayımlamışlardı. Âkif derginin 464-466. sayılarını Eşref Ediple beraber Kastamonu'da yayımladı, 464. sayı o kadar ilgi gördü ki birkaç kere basılıp Anadolu'ya ve askere dağıtıldı. 467. sayıdan itibaren yayıma Ankara'da devam ettiler. Derginin etkisi o kadar büyüktü ki, yaydığı yoğun duyguların hâkimiyetindeki Türk halkları etkilenmesinden korkan Rusya, gazetenin ülkeye girişini yasakladı.

1921'de Ankara'da Taceddin Dergahı'na yerleşen Mehmet Âkif, Burdur milletvekili olarak meclisteki görevine devam etmekteydi. O dönemde Yunanlıların Ankara'ya ilerleyişi karşısında meclisi Kayseri'ye taşımak için hazırlık vardı. Bunun bir dağılmaya yol açacağını düşünen Mehmet Âkif, Ankara'da kalınmasını, Sakarya'da yeni bir savunma hattı kurulmasını önerdi; teklifi tartışılıp kabul edildi.

İstiklâl Marşı'nı yazması
Aynı dönemde Millî Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Bey'in ricası üzerine arkadaşı Hasan Basri Bey kendisini ulusal marş yarışmasına katılmaya ikna etti. Konulan 500 liralık ödül nedeniyle başlangıçta katılmayı reddettiği bu yarışmaya, o güne kadar gönderilen şiirlerin hiç biri yeterli bulunmamıştı ve en güzel şiiri Mehmet Âkif'in yazacağı kanısı mecliste hâkimdi. Mehmet Âkif'in yarışmaya katılmayı kabul etmesi üzerine kimi şairler şiirlerini yarışmadan çektiler. Şairin orduya ithaf ettiği İstiklâl Marşı, 17 Şubat günü Sırat-ı Müstakim ve Hâkimiyet-i Milliye'de yayımlandı. Hamdullah Suphi Bey tarafından mecliste okunup ayakta dinlendikten sonra 12 Mart 1921 Cumartesi günü saat 17.45'te ulusal marş olarak kabul edildi. Âkif, ödül olarak verilen 500 lirayı Hilal-i Ahmer bünyesinde, kadın ve çocuklara iş öğreten ve cepheye elbise diken Dar’ül Mesai vakfına bağışladı.

Mısır yılları

İstiklâl Madalyası ile ödüllendirilen Mehmet Âkif, 1923 yılında Ankara'dan İstanbul’a döndü. Abbas Halim Paşa'nın daveti üzerine kışı geçirmek için Mısır'a gitti. Gitmeden önce Kur'an'ı Türkçeye tercüme etmek için Diyanet İşleri ile anlaşma imzaladı. Kendisine teklif edilen bu görevi başlangıçta reddetmişti çünkü kendi eserlerini yazmak, milli mücadele destanını yaratmak istiyordu ancak bu çeviriyi yapabilecek tek adam olarak görüldüğünden kabul etmesi için çok yoğun ısrar vardı ve kabul etmek zorunda kaldı. Birkaç sene yazları İstanbul'da, kışları Mısır'da geçirdi. 1926 kışından sonra Mısır’dan dönmedi. Kahire yakınlarındaki Hilvan'a yerleşti. Burada adeta inzivaya çekilerek Kur'an tercümesi üzerinde çalışmayı sürdürdü ancak 6-7 sene üzerinde çalıştıktan sonra sonuçtan memnun kalmadı ve bu sorumluluktan kurtulmak istedi. Sonunda 1932’de mukaveleyi fesh etti. Diyanet İşleri Başkanlığı hem tercüme hem yorumlama işini Elmalılı Hamdi Efendi'ye verdi. Âkif, kendi yazdıklarını dostu Yozgat'lı İhsan'a teslim etti ve ölür de gelmezse yakmasını nasihat etti. Mehmet Âkif, Mısır yıllarında Kuran çevirisinin yanı sıra Türkçe dersleri vermekle meşgul olmuştu. Kahire'deki “Câmiat-ül Mısriyye" adlı üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı dersleri verdi (1925-1936).

Türkiye'ye dönüşü ve vefatı
Mehmet Akif'in ölümüyle ilgili bir gazete haberi (Cumhuriyet, 28 Aralık 1936)
Siroz hastalığına tutulunca hava değişikliği iyi gelir düşüncesiyle önce Lübnan’a, sonra Antakya’ya gitti fakat Mısır’a hasta olarak döndü. 17 Haziran 1936’da tedavi için İstanbul’a döndü. 27 Aralık 1936 tarihinde İstanbul’da, Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda hayatını kaybetti. Edirnekapı Mezarlığı’na gömüldü. Cenazesine resmi bir katılım olmadı ancak büyük bir üniversiteli genç topluluk katıldı. Mezarı iki yıl sonra, üniversiteli gençler tarafından yaptırıldı; 1960’ta yol inşaatı nedeniyle kabri Edirnekapı Şehitliği'ne nakledildi. Mezarı, Süleyman Nazif ve arkadaşı Ahmet Naim Bey'in mezarları arasındadır.

Mehmet Âkif'e 1 Haziran 1936 tarihi itibarı ile 478 lira 20 kuruş emekli maaşı bağlanmıştır. Bu maaş 1936 yılı Ekim ayından itibaren ödenmeye başlanmış, toplu olarak 2976 lira almıştır. Emekli cüzdanının son sayfasında ise “600 lira borç” ibaresi yazılıdır. Bu borç düştükten sonra ise kalan kısım ailesine verilmiş ve Mehmet Âkif bundan iki ay sonra vefat etmiştir.

Kişiliği ve fiziksel özellikleri
Mehmet Âkif, şiir yazmaya Baytar Mektebi'nde öğrenci olduğu yıllarda başladı. Yayımlanan ilk şiiri Kur'an'a Hitap başlığını taşır. 1908'den itibaren aruz ölçüsü kullanarak manzum hikâyeler yazdı. Hikâyelerinde halkın dert ve sıkıntılarını anlattı. Balkan Savaşı yıllarından itibaren destansı şiirler yazmaya başladı. İlk büyük destanı, “Çanakkale Şehitleri'ne“ başlıklı şiiridir. İkinci büyük destanı ise Bursa'nın işgali üzerine yazdığı “Bülbül“ adlı şiiridir. Üçüncü olarak da İstiklâl Marşı'nı yazarak İstiklâl Savaşı'nı anlatmıştır. "Sanat sanat içindir" görüşüne karşı çıkan Mehmet Âkif, dinî yönü ağırlıkta bir edebiyat tarzı benimsemişti. Edebiyat dili olarak Millî Edebiyat akımına karşı çıktı ve edebiyatta batılılaşma konusunda Tevfik Fikret ile çatışmıştır.

Eserleri
Şairin Safahat adı altında toplanan şiirleri 8 kitaptan oluşmuştur. Şair, İstiklâl Marşı'nı Safahat'a koymamıştır. Nedenini ise şöyle açıklar: "Çünkü ben onu milletimin kalbine gömdüm".
  • Kitap: Safahat (1911) - 44 manzume içerir. Siyasal olaylar, mistik duygular, dünyevi görevlerden bahsedilir.
  • Kitap: Süleymaniye Kürsüsünde (1912) - Süleymaniye Camisi'ne giden iki kişinin söyleşileri ile başlar, kürsüde Seyyah Abdürreşit İbrahim'in konuşturulduğu uzun bir bölümle devam eder.
  • Kitap: Hakkın Sesleri (1913) - Topluma İslami mesajı yaymaya çalışan on manzumedir. Ateizme, ırkçılığa, umutsuzluğa çatılmaktadır.
  • Kitap: Fatih Kürsüsünde (1914) - Fatih Camisi'ne giden iki kişinin söyleşileri ile başlar, vaizin uzun konuşması ile devam eder. Tembellik, irtica (gericilik), batı taklitçiliği eleştirilir.
  • Kitap: Hatıralar (1917) - Âkif'in gezdiği yerdeki izlenimleri ve toplumsal felaketler karşısında Allah'a yakarışını içerir.
  • Kitap: Asım (1924) - Hocazade ile Köse İmam arasındaki konuşmalar şeklinde tasarlanmış tek parça eserdir. Eğitim-öğretim, ırkçılık, savaş vurgunculuğu, batıcılık, gibi pek çok konudan bahseder.
  • Kitap: Gölgeler (1933) - 1918-1933 arasında yazılmış 41 adet manzumeyi içerir. Herbiri, yazıldıkları dönemin izlerini taşır.
  • Kitap: Safahat (Toplu Basım) (ilki 1943) - 6 Safahatı'ı bir araya getirir. 1943'teki toplu basımının sonuna Âkif'in hayattayken basılmamış şiirlerini içeren Damadı Ömer Rıza Doğrul tarafından bir araya getirilmiş 16 manzumeden ibaret Son Safahat başlıklı bölüm eklenmiştir
Son düzenleyen Safi; 10 Mart 2017 22:29
_AERYU_ - avatarı
_AERYU_
Ziyaretçi
25 Ocak 2015       Mesaj #20
_AERYU_ - avatarı
Ziyaretçi

Çocukluğu


Mehmet Akif, İstanbul'un Sarıgüzel semtinde, Sarı Nasuh mahallesinde 1873 yılında dünyaya geldi. Babası, Îpek kasabasında doğmuş Hoca Tahir Efendi, annesi ise Emine Şerife hanımdır. Babasına temizliğe olan fazla düşkünlüğünden dolayı Temiz Tahir Efendi derler. Temiz Tahir Efendi, İpek kasabasında bir müddet tahsil yaptıktan sonra İstanbul'a geldi. Burada Yozgatlı Hacı Mahmut Efendiden dinî dersler almağa başladı.

Emine Şerife hanım Şirvan'lı Derviş Efendi i le evlenmişti. Bir müddet kocasiyle birlikte Amasya'da kalan Emine Şerife hanım sonradan İstanbul'a gelerek yerleşti. İki erkek çocuğunu, bir müddet sonra da kocasını kaybederek dul kaldı. Temiz Tahir Efendi, Sarıgüzel'de kocasından kalan evde oturan bu iyi ahlâk sahibi ve güzel dulun medhini duymuştu. Allahın emriyle onu istetti, ve evlendi. Bu evlenmeden de Mehmet Akif dünyaya geldi. Temiz Tahir Efendi okur-yazar, tarikat sahibi bir adamdı. Şeyh Feyzullab Efendiden ders alıyordu. Aynı zamanda bu şeyhin çömezi idi. Anne ve baba dünyaya gelen çocuklarından dolayı büyük bir sevinç içinde idiler.

Tahir Efendi yeni doğan oğluna Ebced hesabı ile doğum yılını içine alan (Ragıf) adını koydu. Bu isim (Gerde) adlı bir nevi ekmek manasına geliyordu. Lâkin Osmanlı dilinde böyle bir isim yoktu. Bu yüzden zamanla babasının kendisine taktığı bu isim unutuldu ve (Akif) e çevrildi. Tahir Efendinin sonradan bir de kızı düyaya geldi. Ona da Nuriye adını taktılar. Sonradan Nuriye hanım Arif Hikmet Beyle evlendi. Akif dört yaşına basınca mahalle mektebine devama başladı. Aile durumu yüzünden mektebine zorlukla devam ediyordu. Mahalle mektebini bitirdikten sonra Fatih'de Emir-i Buharî'deki mektebe devama başladı. Burayı da bitirdikten sonra Fatih Merkez Rüştiyesine yazıldı. Bu mektepde en çok sevdiği hoca, Kadri Efendi ismini taşıyan Türkçe hocası idi. Bu hoca, küçük Akif üzerinde önemli bir tesir bıraktı. Kadri Efendi Abdülhamid'in baskısına fazla dayanamadı. Evvelâ Mısır'a kaçarak orada Kanun-u Esasi ismini taşıyan bir gazete çıkarmağa başladı. En sonunda hürriyet taraftarlarının sığındığı Paris'e kaçarak orada hayata gözlerini yumdu. Onun hayatını takip eden Mehmet Akif, hürriyet taraftarı olan ve kendisini çok seven bu hocasını hayatı boyunca hiç unutmadı.

Mehmet Akif'in olgunlaşmasında babasının tesiri fazladır. Arapcayı ve dine ait eserleri Mehmet Akif hep babasından öğrenmiştir. Baba, oğlu ile birlikte camiye giderken yolda ona bilmediği lûgatları ezberletmiş, dine temas eder bir takım bilgiler vermiştir. Bu yüzden Mehmet Akif babası için «O benim hem babam, hem de hocamdır. Ben hayatta ne öğrendi isem ondan öğrendim» demiştir. Babasından aldığı bu derslerden başka Mehmet Akif, Fatih baş imamı Arap hoca ile birlikte de kur'an ezberlemekte ve ondan bu sahada ders almaktadır. Rüştiyeye devam ettiği sıralarda Fatih camiinde Selânik'li Esat dededen Acemce dersler almağa başlamıştır. Arapca derslerini de ayrıca ona Halis Efendi vermektedir.

Mehmet Akif, şimdi Fatih rüştiyesini bitirmiş ve mülkiye mektebinin idadî kısmına yazılmıştır. Burada da üç yıl okuyarak şehadetnamesini alan Mehmet Akif, bu sefer Mülkiye'nin yüksek kısmına devama başlamıştır.

1887 yılında babası Temiz Tahir Efendi hayata gözlerini yummuştur. Bu acı yetmiyormuş gibi bir müddet sonra da Sarıgüzel semtindeki ailenin sığındığı biricik ev, çıkan bir yangında kül haline gelmiştir. Bu sefer zaten zorluk içinde geçinen aile daha sıkışık bir duruma düşmüştür. Akif, artık gündüzlü olarak bir mektebe devam edemeyecek durumdadır. O sırada şimdiki gibi yatılı mektepler bol değildi. Tam bu sırada talih, Mehmet Akif'in imdadına yetişmiş ve Halkalı'da ki sivil Baytar (Veteriner) mektebine yatılı talebe olarak kaydolunmuştur.

1888 senesinde girdiği bu baytar mektebinde Mehmet Akif hep başarı ile sınıf geçmektedir. Ailesinin kendisine muhtaç olduğunu ve bir an evvel hayata atılması lâzım geldiğini Mehmet Akif düşünebilecek bir çağdadır. Bu yüzden bütün gayretlerini derslerine vermiştir. Baytar mektebini birinci sınıf mevcudu 19 kişidir. Mehmet Akif bunlar arasında çalışma ve başarma yönünden birinci gelmektedir. Bu sıralarda Orman mektebi talebeleriden İsparta'lı Hakkı'nın ısrariyle Fransızca dersleri almağa başlamıştır. Baytar İbrahim Bey ona Fransızca dersler vermektedir. Mehmet Akif hayatının sonuna kadar baytar İbrahim Beyin bu iyiliğini unutmamış ve «benîm sebebi hayatım odur» sözleriyle İbrahim beyi hürmetle anmışur. Baytar mektebinde 1891 yılı aralık ayında tez imtihanları başlamıştır. Bu imtihanların neticesinde elde bulunan listede sınıf mevcudu 17 olmasına rağmen Mehmet Akif bunlar arasında üçüncü gelmektedir. 1893 de baytar mektebinden şehadetnamesini alan Mehmet Akif mektepten birinci olarak mezun olmuştur. Bu sıralarda Şevket ve Babanzade Naim Beylerle birlikte Arapça parçalar üzerinde çalışmış ve bu dile ait bilgilerini genişletmiştir.

Mehmet Akif baytar mektebini bitirdiği yıl, yani 1893 de, Tophane-i Âmire veznedarı Emin Beyin kızı İsmet hanımla evlenmiş ve Mehmet Akif'in İsmet hanımdan iki kızı ile dört oğlu dünyaya gelmiştir.
Son düzenleyen Safi; 10 Mart 2017 22:29

Benzer Konular

16 Ocak 2009 / Misafir Taslak Konular
1 Ekim 2009 / Misafir Cevaplanmış
3 Ocak 2010 / Misafir Cevaplanmış
16 Kasım 2012 / Misafir Cevaplanmış