Arama

Albert Camus

Güncelleme: 8 Kasım 2012 Gösterim: 20.160 Cevap: 8
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
22 Nisan 2006       Mesaj #1
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
CAMUS, Albert

1913-1960 yılları arasında yaşamış olan Fransız düşünür ve romancı. Temel eserleri: La Chute (Düşüş), L'Homme Revolte (Başkaldıran İnsan), La Peste (Veba).
Sponsorlu Bağlantılar

Düşünsel gelişimi iki ayrı döneme ayrılan Camus, birinci dönemde, dünyanın saçmalığı ve yaşamın anlamsızlığı konuları ve dolayısıyla, saçma kavramı üzerinde, buna karşin ikinci dönemde başkaldırı konusu ve buna bağlı olarak, dünyanın anlamsızlığına başkaldırmak, toplumu değiştirmek, kötülükleri gidermek ve daha iyi bir düzen kurmak amacıyla eylemde bulunma temaları üzerinde durmuştur. Ona göre, dünyanın saçmalığına, kaçınılmaz yenilgiyi bile bile kötülüklere karşi çikmak, yaşama anlam katmaktan başka bir şey değildir.

Felsefesi tümüyle ahlaki bir çizgide gelişmiş olan Camus, felsefe tarihinin geçmişinde kalan spekülatif sistemlerden hiçbirinin insan yaşamı için bir rehber olma rolü oynayamadığı gibi, insanın sahip olduğu değerlerin geçerliliği için de bir teminat sağlayamadığını söylemiştir. İnsanın daima dünyanın, insani değerler, kişisel idealleri ve doğru ve yanlışla ilgili yargıları için bir temel sağlamasını istediğini dile getiren filozof, dünyanın insana karşi kayıtsız kalışını anlamsızlık ya da saçmalık olarak değerlendirmiştir.

Ona göre, geçmişte benimsenmiş olan ahlaki tavırlar, insani değerlerle gerçekliğin doğası arasında belli bir uygunluk ya da ahenk bulunduğu inancına bağlı olmuştur. Buna göre, ahlaki ayırımları geçerli kılan dış destekler, geçmişte din tarafından sağlanmaktaydı. Modern dönemde, dini inancın çöküsünden sonra doğan boşluğu, ona göre, laik dinler doldurmuştur. Nitekim Camus, Hegel ve Marks'ın tarihsiciliğinin insani değerleri gerçekliğe bir tür tarihsel gelişme ögretisiyle bağlama yönünde bir girişimden başka hiçbir şey olmadığını öne sürer. İşte o bu çerçeve içinde, Le Mythe de Syspe (Sisyphos Efsanesi) adlı eserinde, bir yandan insan varlıklarının amaçlı tavırlarıyla değer biçici olma rollerini sorguya çekerken, bir yandan da Hegel ve Marks'ın tarih ögretileri türünden değeri destekleyici gerçeklik yorumlarının iflas ettiğini söyler. Buna göre, değer biçici ve amaçlı bir varlık olarak insanın, kendisinin bu tutumuna destek sağlamayan bir dünya içindeki varoluşunu, Camus insanın durumunun saçmalığı olarak tanımlar.

Onu varoluşçu felsefe içinde, Sartre'den ayıran şey de işte bu saçma ögretisidir. Sartre'a göre, saçma, dünyanın, bilinçsiz varlığın özünde bulunan ve bilincin kavramsallaştırmalarından ya da olumsuzlayıcı faaliyetinden önce ortaya çikan bir şeydir. Oysa Camus'ye göre, saçma ya da saçmalık, doğrudan doğruya Tanrı'nın yokluğunun bir sonucudur. Din olmadığında, insanın iste, arzu ve idealleriyle dünya arasındaki çatisma ve uyumsuzluk en yüksek düzeye ulaşir. İnsanın durumu, ona göre, acıyla ve ölümün kesinliğiyle belirlenir.

İnsan varlığının makul ya da anlaşilır bir şey olarak görüp kabul edemediği bu kader ve saçmalık karşisında, Camus'ye göre, Aydınlanmanın evrensel aklının söyleyecek hiçbir şeyi yoktur. Zira, insan, çabalarinin hemen her aşamasında akıldışı olanla karşi karşiya gelir. O, hep mutluluk peşinde koşar, mutluluk isteğini yüreğinin en derinlerinde hissederken, kaçınılmaz olarak saçmayla yüzyüze gelir. Saçma, buna göre, insanın istek ve ihtiyacının dünyanın akıldışı sessizliğine çarpmasinin bir sonucu olarak ortaya çikar.

Camus'nün bu durum karşisındaki tepkisi, varoluşun saçmalığını içtenlikle tanıyıp teslim etmenin, bizi başka bir yaşam ve öte dünya inancından kurtararak içinde bulunulan anı yaşama, güzelliği hissetme ve hazzı duyumsama olanağı verdiğini ifade eder. Başka bir deyişle, Camus'ye göre, bu saçma yaşantısına verilecek uygun karşilık intihar olamaz. Saçmalıkla, gerilimi doğuran iki kutuptan birini yok ederek baş etmeyi amaçlayan intihar, insan onuruna uygun düşmez. Öyleyse, yapılacak tek şey, saçmalığı görüp benimseyerek, ona rağmen yaşamayı denemektir. Buna göre, Camus insani amaç ve eylemin metafiziksel bakımdan keyfi ve temelsiz olduğunu görüp benimsemenin, hiççiliği, pasif bir umutsuzluktan çikartip dünyanın insana karşi olan kayıtsızlığı önünde bir başkaldırıya dönüştüreceğini söylemiştir. Fakat o, burada da kalmayıp, varoluşun saçmalığından siyasi bir ders çikarmanin mücadelesini vermiştir. Başka bir deyişle, faşizme olduğu kadar, komünizme de şiddetle karşi çikan Camus, varoluşun saçmalığın hedefleyen bireysel başkaldırıdan kollektif bir dayanışma bilinci türetmenin çabasi içinde olmuştur.

Buna göre, Camus'nün saçma olan karşisındaki ödün vermez bir içtenlik ve dürüstlükten başka, başkaldırıyla belirlenen ahlakı, uzlaşimsal burjuva ahlakıyla faşist ve komünist toplama kamplarında sergilenen totalitaryanizmi başlıca düşmanları olarak görür. Bundan dolayı, Camus, amaçların araçları haklı kıldığı düşüncesine olduğu kadar, tarihin sonunu gören tarih felsefelerine de şiddetle karşi çikmistir

Biyografi Konusu: Albert Camus nereli hayatı kimdir.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Ekim 2006       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Albert Camus

Sponsorlu Bağlantılar
Yabancı
Cezayir Mondovia doğumludur. Yoksul bir işçi olan babası I.Dünya savaşı sırasında ölünce, İspanyol asıllı olan annesi çocuklarına bakmak için ev işlerinde çalışmak durumunda kalmış, Camus, küçük bir evde, erkek kardeşi, anneannesi ve felçli dayısı ile geçirmiş çocukluğunu. Eğitimi ve dolayısıyla felsefeci/yazar kişiliği, bu yoksulluk içerisinde tamimiyle rastlantısaldır. Üstelik onun eğitim çağı, 20.yüzyıl Avrupa’sının ilk dönemindedir ve bu dönem, tarihte az rastlanılır düzeyde karmaşık ve kaotik bir atmosferde cereyan eder. Nobel ödülünü ithaf ettiği öğretmeni Lois Germain’in sağladığı bir bursla 1923 yılında Lise’ye giren Camus, bütün öğrenimini burslar yardımıyla tamamlamıştır..
Liseyi bitirince Cezayir Üniversitesi Felsefe bölümüne girer ve aynı tarihlerde (1930) kendi deyişiyle “verem ve komünizm illetine” yakalanır. Bu iki olgu da yaşamı boyunca gerek felsefi/edebi gerekse de pratik yaşamı boyunca sürekli kendisini hissettirmiş ve Camus, belki de çok az yazar ve düşünürde görünen sıklıkta ölüm, anlamsızlık, nihilizm temalarını işlemiştir. Her ne kadar Komünist partisi ile ilişkisi çok sürmemiş ve 1935 yılında üyelikten ayrılmışsa da, siyasal olaylarda sol hareketler ve direnişçilerle birlikte tavır almış ancak 1951’de yazdığı “Başkaldıran İnsan” denemesi ile o dönemin Marksistleri ve özellikle de varoluşçu edebiyat içinde birlikte yürüdüğü Sartre tarafından şiddetle eleştirilmiştir.
1937 ve 1938’de artarda iki denemesi yayınlandı, ayrıca işçi tiyatrosu için de oyunlar yazıyor, yönetiyor ve oynuyordu. Daha sonra Grup tiyatrosu adını alan bu topluluk, işçilere iyi oyunlar sunmak amacıyla kurulmuştu. Camus yaşamı boyunca Tiyatro ile ilgilendi, hatta en önemli tutkusu “sahneydi” denilebilir. Kısa yaşamı boyunca neredeyse her yıl, sergilenen bir oyunla ilişkisi olmuştu. Özellikle 1944’deki “Yanlışlık” ve 1945’deki “Caligula” oyunları, Grup Tiyatrosunun kariyerinde bir dönüm noktası teşkil eder diye yazıyor kaynaklar. Yaşamının sonuna doğru Foulkner’ın ‘Bir Rahibe için Ağıt’ ve Dostoyevski’nin “Ecinniler”ini büyük bir başarıyla tiyatroya uygulamıştı. Zaten “Ecinniler” romanındaki mühendis Krilov tipini “Sisyphos Söylemi” denemesinde de intihar ve saçma ilişkisi bağlamında geniş olarak incelemiş; saçma olgusu ve intihar teması açısından Dostoyevski’yi kendi dünya görüşüne yakın bulmuştu. Ancak tiyatroya olan bu derin tutkusuna rağmen Camus’nün yazar ve felsefeci kimliği öne çıkmış, tiyatro yaşamından pek bahsedilmemiştir.
1940’a dek denemeleri, tiyatro çalışmaları ve Fransız entelektüelleri ile birlikte aldığı tavırlar nedeni ile Cezayir’de ünlenmişti. Cezayir-Cumhuriyet Gazetesinde başyazar, yayın yönetmen yardımcısı, politika muhabiri ve kitap eleştirmenliği gibi görevlerde çalıştı. Kabilya bölgesi Müslümanlarının yaşamlarını konu alan bir yazı hazırladı. Bu yazı dizisi, yıllar sonra çıkacak Cezayir ayaklanmasına önceden işaret ediyor ve bölgedeki haksızlıklara politik-ideolojik olmaktan çok insancıl bir mesajla karşı çıkıyordu. Ancak kendisi de Cezayir doğumlu bir Fransız’dı, sömürgecilikten uzak bir Fransız etkisinin gelecekte Cezayir yaşamı için olumlu olabileceğinden söz ediyordu. Camus insanın insanı sömürmesine, faşizme, savaşa ve cinayetlere hep karşı çıkmışsa da, bunu hiçbir zaman açık bir politik-ideolojik düzlemde yapmamış, metafizik bir ahlakın ötesine geçmemiştir.
II.Dünya savaşı boyunca Paris’te Combat isimli bir gazete çıkardı, direnişçileri destekledi. Her türlü siyasi eylemin ahlaki bir temele dayanması gerektiği inancına dayalı bir sol çizgi izliyordu. Ancak savaşın sonu düş kırıklıkları ile doludur. Sağ ve sol politikaların pragmatizmine duyduğu tepki ile 1947’de gazetecilikten de ayrıldı ve bütünüyle felsefe ve edebiyata ağırlık verdi. 1957’de 45 yaşındayken Nobek edebiyat ödülünü kazanan Camus, törende “Sanatçı ve Çağı” adını verdiği konuşmasıyla oldukça etkili oldu. 1960 yılında bir trafik kazasında öldü.
Dünyaya Yabancılık
Camus denilince, edebiyat alanında ilk akla gelen yapıt, 1942 yılında yayınlanan “Yabancı”dır. Konusu çok basittir. Öyküdeki her şey çok kısa bir zaman aralığında olup biter. Cezayir’de, bir rastlantı sonucu, bir Arap’ı öldüren orta sınıftan bir Fransız, Mersault, kendisini adım adım ölüme götüren süreci kayıtsız biçimde izler. Diğer kişilerin adı anılsa da, roman kahramanının adını bile öğrenemeyiz (burada Kafka etkisinden söz edilebilir). Camus’nün yabancısının yabancılaşmasını kendi ağzından şöyle aktarabiliriz; ‘yani bu işin benim dışımda görülüyor gibi bir hali vardı. Her şey, ben karıştırılmaksızın olup bitiyordu, kaderim bana sorulmadan tayin olunuyordu (...) İyi düşününce söylenecek bir şeyim olmadığını anlamaktaydım. Kendi kendimi seyrediyormuş gibi bir hisse kapıldım.’
Kişi yaşama ve eylemlerine yabancılaşmıştır. Ancak buradaki yabancılaşmanın Camus için Marksist bir yabancılaşma öğretisi ile bir ilişkisi olmadığını vurgulamak gerekiyor. Buradaki yabancılaşma Camus’nün ünlü ‘absürd’ (saçma) felsefi kategorisinden çıkar. Yine kahramanına söylettiği ‘herkes bilir ki, hayat yaşamak zahmetine değmeyen bir şeydir, aslında 30 yada 70 yaşında ölmenin önemli olmadığını bilmez değildim, çünkü her iki halde de gayet tabii olarak başka erkekler ve kadınlar yine yaşayacaklar ve bu binlerce yıl devam edecektir (...) İnsan madem ki ölecektir, bunun nasıl ve nezaman olacağının önemi yoktur’ sözleri, çağdaş nihilizmin saçma kavramı altında irdelenmesidir.
Bu saçma/absürd kavramı o dönem Varoluşçularının önemli bir tezi. Daha sonra Sartre, Marksizmle Varoluşçuluğu buluşturma çabasıyla, saçma’yı ile daha anlamlı bir biçimde, eylemsel zorunluluğun altını çizmek adına kullanmaya çalıştı. Ama Camus’nün saçması daima metafizik öğeler taşıdı ve nihilizmin yerine ahlaki bir eylemlilikten söz etti.
Özetle söylersek, dünya boş ve manasız, her şey, insan, hayat, toplum saçmadır. Evrensel bir saçmalıktır bu. Bunu düşünmek çok yorucu, hayattan bezdiricidir. Yaşamın tekdüzeliği altında, makinalaşmış bir dünyada makinalaşmış insan , ölümü bile rahatlıkla kabul eder. Hayat yaşamaya değmez. Yabancı’yı okurken, bütün olağan dışılığına rağmen öykünün doğallığı, kahramanın ölümü kabullenişindeki doğallık bizi rahatsız eder, dünyanın saçmalığı vurgusunu kuvvetlendirir. Mersault’un yaşama sıkıntısını paralel bir sıkıntı okuyucuda da uyanır. Bütün kişilerin yaşamları ve eylemleri de boş ve anlamsız gelir size.
Bir felsefi/ideolojik görüşün bir edebiyat yapıtına yedirilişinin en iyi örneklerinden birisidir ‘Yabancı’. Ancak ‘Sisyphos Söylemi’ adlı denemesinde Camus, savlı edebiyatı şiddetle reddederek kendisiyle çelişir. Ardından, öykü anlatıcılarını değil filozofları büyük romancılar sayar ve onları Balzac, Sade, Melville, Dostoyevski, Proust, Malraux, Kafka gibi adlarla örnekler. Herhalde Camus’nün kastettiği sav, açık bir politik görüş anlamındadır ama kullanılışı pek de açık değil.
Camus’nün felsefesi
Bir önemli roman ve bir önemli felsefi denemenin artarda gelişini Camus’nün yaşamında iki kez gözleriz. ‘Yabancı’ ve ‘Sisyphos Söylemi’ bu çiftlerden ilkidir. Daha sonra ‘Veba’ ve ‘Başkaldıran İnsan’ çifti gelir. İlk çiftte saçma kavramı ve intihar, ikincisinde başkaldırı ve cinayet temaları işlenmiştir. Birincisi bireysel ikincisi toplumsal alanlarda geçer. Hepsindeki ortak nokta saçma yaşantıyı öne çıkaran ölüm olgusudur. Çocukluğunda babasının ölümü ile başlayan, yaşlı ve hastalıklı insanlarla aynı ortamı teneffüs eden ve o yıllar için yaşamı tehdit eden verem hastalığına yakalan ve son olarak da 20. yüzyılın ilk yarısındaki büyük savaş felaketlerini yaşayan yazar için ölüm duygusu her an yanı başında giden bir düşünce biçimi olmuştur.
Sisyphos Söylemi Camus’ü ve onun tarzı Varoluşçuluğu anlamak için önemli. Dünyanın saçmalığı ve yaşamın anlamsızlığını tarih ve edebiyat içerisinden belirli kişilikler aracılığıyla ele alır. Sisyphos ise bunlara alternatiftir. Çünkü o cezasını bilinçli olarak kabul etmiştir. Cezasına yol açan bütün yaşamını evetlemekle kendi kaderine egemen olur. Taş kendi taşıdır.
Kitap bir soruya verilen yanıtla başlar; “önemli olan tek bir felsefe sorunu vardır, intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediğinde bir yargıya varmak felsefenin temel sorununa bir yanıt vermektir.” Bir felsefecinin saygıdeğer olabilmesi için, başkalarına öğütlediğini önce kendisi yapması gerektiği düşünülürse, Camus’nün kitap boyu bu olgu ile nasıl baş edeceği önem kazanır. Camus bu sorudan bir felsefe oyunu ile kurtuluverir; yaşam saçma olduğu için intiharı seçmek, yaşamı anlamlı bulmak gibi saçmalığa düşmektir, yani intihar da saçmadır. “Dünyanın saçmalığını sürdürmekte metafizik bir mutluluk vardır” diyen yazar, Grek düşüncesinden Hıristiyan felsefesine, oradan Nietzche’ye giden bir çizginin 20.yüzyıl aydınındaki devamıdır.
Dostoyevski, Kafka ve Camus
Camus kendisini çok etkileyen Dostoyevski ve özellikle Kafka ile karşılaştırılarak okunduğunda daha iyi anlaşılacaktır. Yabancı’nın girişinde kahramanına annesinin ölüm haberi verildiğinde, onun hissettiği sıkıntı, Kafka’nın “Değişim” inde Bay Samsa’nın böcek olduğunda hissettiği sıkıntı gibidir, her iki karakter de patronlarının keyfinin kaçacağı düşüncesi ile tedirgin olurlar.
Yabancı “Dava”daki Joseph K.’ya benzer. Birini öldürmüştür ama mahkemede bu olay değil hayatının başka yönleri tartışma konusu edilir. Bu anlamda savunma yapmak ister ama söyleyecek bir şeyi de yoktur. Yargılanır ama mahkemeden bir şey anlamaz. Mahkum olduğu kesindir ama cezası ile pek ilgilenmez. İkisinde de sonuç ölümle biter. İki yazar da ruhsal trajedilerini düşünce ile somuta dökerler. “Dava” ve “Yabancı”daki trajedi, Yunan trajedilerini andırır. Oidipus’ta da yazgı daha baştan açıklanmıştır. Yazgı mantığın ve doğalın akışı içerisinde hep vardır. Yabancı’da da cinayet işlendiğinde, ilk sorgu yapıldığında sonuç bellidir. Ama okuyucuya gerçek gibi gelmez. Öykü yavaş yavaş işler ve bize kahramanın sonunu getirecek mantıksal çerçeveyi kurar. Camus bu örgüyü Yunan trajedisinin büyüklüğünün gizi olarak açıklıyor. İnsan yalnızca kendisini ezeni yazgı olarak görür. Ama mutluluk da kaçınılmaz olduğuna göre aynı şekilde akılsal dayanaktan yoksundur, ama çağdaş insan mutluluğu kendi yapıtı olarak görme eğilimindedir.
Kafka ve Camus’de öykünün başarısı ayrıntılardadır. Gerçekliği ve saçmayı bu ayrıntılarda yakalarız. Mesela Kafka’nın “Değişim”indeki Samsa, elbette ki vücudundaki farklılaşmaya şaşar ama vurguyu yaptığı ayrıntıdır saçma kavramının altını çizen; ”hafif bir sıkıntı” vermiştir bu değişim. Yabancı’ya dönersek, Marie’nin evlenme teklifine ‘valla bence hepsi bir’ yanıtını veren kahramanın ruh durumunu en iyi böylesi ayrıntılardan anlarız.
Kolay bir yazar değildir Camus. Yapıtları simgeseldir ve çok katmanlıdır; yani iki ya da daha fazla okuması yapılabilir. Üstelik her tür okumasının da ayrı bir çekiciliği var. Dili için , bu kitapları Türkçe çevirisinden okumuş bir kişi olarak bir şey söylemem ‘saçma’ olur. Ama öyküsü, kurgusu, olay örgüsü ve zamanın kullanımı yönlerinden romanları ve öyküleri son derece başarılıdır ve yaşadığı dönemi hem edebi hem de felsefi olarak etkilemişlerdir.

A. Ömer Türkeş

KisukE UraharA - avatarı
KisukE UraharA
VIP !..............!
17 Şubat 2007       Mesaj #3
KisukE UraharA - avatarı
VIP !..............!
kitaplari

civi AMERİKA GÜNLÜKLERİ
Amerikagnlkleri "İki kere intihar fikri. İkincisinde, hala denize bakarken, şakaklarında ürkütücü bir yanık hissi. İnsanın kendini nasıl öldürdüğünü şimdi anlıyorum. Yine sohbet, laf çok ama söylenen az. Karanlıkta yukarı güverteye tırmanıyor, çalışmamla ilgili bazı kararlar verdikten sonra günü deniz, ay ve yıldızların karşısında bitiriyorum. Su yüzeyi hafiften ışıltılı ama derindeki karanlığı hissediyorsunuz. İşte deniz bu ve ben denizi bunun için seviyorum! Yaşama çağrı, ölüme davetiye." - Arka kapak -

Çeviri : Osman Akınhay
Öteki Yayınevi

civi BAŞKALDIRAN İNSAN
Bakaldraninsan 1957 yılında kırk dört yaşında Nobel Ödülünü alan "Albert Camus" (1913-1960), yaşamı boyunca şu sorunun yanıtını aradı: "İnsan toprakla nasıl bağdaşabilir, yoksulluğu yüzünden acı çekerek, ama güzelliğini koruyarak saçma ve yücelik için nasıl yaşayabilir?"

Camus'ye göre sanat 'yalancı bir lüks' ve bencil bir edebiyatçının yapıtı değildir. Sanat yaşayabilir, kullanılabilir bir durumdadır; gerçeğe sadık ve onun üzerinde olduğu için, hiç uysallaşmayan saçmalığı ve hiç yok olmayan umudu ile insanın durumunu tepeden tırnağa kapsar. "Başkaldıran İnsan", başkaldırının kendisidir, ama ılımlı ve insanın boyutlarında. "Başkaldıran İnsan", adalete ve özellikle doğruluğa vurgundur, mutlak olanın iğvasından, mitoslardan, gurur, horlanma ve kanın romantik baş dönmelerinden uzak durur. Ama insan, ne ise, o olmaya yanaşmayan tek yaratıktır. Bu yâdsıma onu İntihara mı, yoksa bir başkasını öldürmeye mi götürür? "Hayır!" demeyi bilen insandır "Başkaldıran İnsan", ama kime, neye, nerede, nasıl? Başkaldıran insanı kuşatan 'hayır'ın içeriği nedir? Bunun yanıtı "Başkaldıran İnsan"da...

Çeviri : Tahsin Yücel
Can Yayınları
Y civi BÜYÜYEN TAŞ
Byyenta Camus'nün "Sürgün ve Krallık"ı dilimize çevrilmişti; ama iki güzel, uzun öyküsü dışarıda bırakılmıştı. Türk yazın ve ekinine bir sürü seçkin güzellik katan Mehmet Fuat'ın ince beğenisiyle daha önce De Yayınevi'nde basılmış bu ustalıklı öyküleri yeniden okuyabilme fırsatı'

Çeviri : Bertan Onaran
Ara Yayıncılık

civi CALIGULA
Caligula Albert Camus'nün yapıtları çevrildiği ülkelerde büyük yankılar uyandırdı. Bunların başında "Yabancı" ve 1938'de yazdığı "Caligula" gelir. Caligula açıkça belirtir: Kişiler ölür ve onlar mutlu değildir. Roma'nın tek egemeni, sona değin us yolunu dener. Görülmemiş zırvalıklarla çevresine korku salar ve dalkavuklarının hançeri altında ölünceye değin olanaksızı yakalamaya çalışır.

Çeviri : Abdullah Rıza Ergüven
Berfin Yayınları

civi DEFTERLER 1
Defterler1 Değerli olmak ya da olmamak. Yaratmak ya da yaratamamak. Birinci durumda, her şey kanıtlanmıştır. İstisnasız, her şey. İkinci durum, tam bir anlamsızlıktır. Geriye en güzel intiharı seçmek kalır: Evlilik + 40 iş saati ya da tabanca.
* * * Kendimiz olacak zamanımız yok. Yalnızca mutlu olmaya zamanımız var. * * *

Devrimci düşünce, tam anlamıyla insanın, insanlık durumuna karşı çıkışıdır.Bu anlamda, çeşitli görünümler altında, sanatın ve dinin süre giden tek temasıdır. Bir devrim her zaman Tanrılara karşı gerçekleştirilir - Prometheus'tan başlayarak. Bu, insanın yazgısının üstünde hak iddia etmesidir, zorbalar ve soytarı burjuvalar bunun bahanesinden başka bir şey değildir.

Kuşku yok ki bu düşünce, tarihsel eylemi içinde kavranabilir. Bunu kanıtlama iradesini göstermek, boyun eğmemek için Malraux'nun coşkusu gerekir. O coşkuyu kendi özünde ve kendi yazgısında bulmak çok basittir. Bu anlamda, mutluluğun fethini dile getiren bir sanat yapıtı devrimci bir yapıt olabilir.

Çeviri: Ümit Moran Altan
İthaki Yayınları

civi DEFTERLER 2 OCAK 1942 - MART 1951
Defterler2 Camus'nün Defterler'inin birinci cildi, bir alıntı ve temalar birikimi, taslak ve imge deposu, bir edebiyat laboratuarı görünümündeydi. İkinci ciltte ise tarih egemen: Satır aralarında, II. Dünya Savaşı'ndaki ırksal temizlik, soğuk savaş, siyasal davalar, karmakarışık bir dünyanın bütün sarsıntıları yer alıyor. İnsan saçma bir evrende nasıl bir tutum benimsemeli? Başkaldırı mı, devrim mi? Yazınsal angajman mı, tanıklık mı, oyalanma mı?

Bu kitapta, yalnızca bir düşünürle karşılaşacağımızı sanıyorduk; oysa tüm kırılganlığıyla bir insanı keşfediyoruz.

Çeviri: Ümit Moran Altan
İthaki Yayınları

civi DEFTERLER 3
Defterler3 Albert Camus'nün 1935 - 1951 tarihleri arasında tuttuğu defterler, yazarın ölümünden kısa bir süre sonra yayımlanmıştı. Defterler'in bu üçüncü cildinde, öncekilerde olduğu gibi, Yaz, Düşün, Sürgün ve Krallık gibi yapıtların doğuşuna tanık oluruz. Başkaldıran İnsan'ın başlattığı tartışmalara yazarının gösterdiği tepkileri de görürüz. Tamamlanamamış birçok projenin notları yine bu ciltte bulunmaktadır.

Yunanistan yolculukları, Cezayir savaşı trajedisi, Nobel ödülü... Camus'nün yaşamına damgasını vuran pek çok önemli olay, gene Defter'in bu üçüncü cildinde yer alıyor.

Çeviri: Ümit Moran Altan
İthaki Yayınları

civi DÜĞÜN VE BİR ALMAN DOSTA MEKTUPLAR
DugunvebirAlmandostamektuplar Can Yayınları, bu kitaptaAlbert Camus'nün iki yapıtını bir arada sunuyor.Bunlardan biricisi, Düğün, tıpkı Tersi ve Yüzü gibi gerçek bir gençlik yapıtı, ama gene Tersi ve Yüzü gibi sanatçının ' benliğini ve dilini yaşamı boyunca besleyen bir kaynak' aynı zamanda. Gerçekten de Düğün'deki denemeler Tersi ve Yüzü 'yle aynı dönemde yazılmış olmaları ve kaynak çevreyi, Cezayir'i, yansıtmaları yanında, aynı yalın, duru ve somut anlatımla, aynı keskin bakışı, aynı anlama tutkusunu, aynı yaşam ve yeryüzü aşkını ortaya koymakta.Bir Alman Dosta Mektuplar ise, İkinci Dünya Savaşı döneminin ürünü.Bir yandan temelsiz bir üstünlük deneyiminden yola çıkarak dünyayı egemenliği altına almaya kalkan bir ulusla bağımsızlığını onurla savunan bir başka ulusun tutumunu karşı karşıya getirirken, bir yandan da gerçek yurttaşlığın, gerçek toplumsal ahlakın niteliklerini sergiliyor Başkaldıran İnsan'ı muştulayan küçük boyutlu bir büyük yapıt.

Çeviri : Tahsin Yücel
Can Yayınları

civi DOĞRULAR
Dorular Doğrular, Çarlık Rusya'sında geçmiş gerçek bir olaydan esinlenen bir oyundur. Eğer devrim için her şey mubahsa, devrim sonrası toplum, hangi insancıl temeller üzerinde yükselecektir? Sorunun yanıtı, bu oyunun yazılışından yarım yüzyıl sonra tüm anlamını yitirmiş gibidir.

Son otuz yılda dünyayı saran terör eylemlerini gerçekleştirenler için, böylesi etik sorunlar yoktur. Ama bir zamanlar sorulmuş, tartışılmış, bugün kör inançlara yenik düşmüş, yok sayılmış sorunlar bundan böyle tartışılmayacak demek değildir. Bunun aksine inanmak teröre boyun eğmek demektir.
Camus'nün tüm yapıtları gibi, Doğrular da, insanoğlunun onurlu yaşamı için bir başkaldırı niteliğinde Özellikle, terörün binbir yüzünü tanıyan günümüz insanları için.

Çeviri: Ferit Edgü
Yaba Yayınları

civi DÜŞÜŞ
Dusus Albert Camus çağdaş düşün ve yazın dünyasındaki saygın yerini yalnızca oyunlarıyla da, yalnızca "Sisifos Söyleni" ve "Başkaldıran İnsan"la da alırdı belki. Ama Camus'yü Camus yapan öncelikle anlatı yapıtlarıdır. "Yabancı" (1942), "Veba" (1947) ve "Düşüş"se (1956) bu yapıtlar arasında üç büyük doruktur. Ancak, kimi yazın severler bu üç başyapıt arasında daha çok "Düşüş"ü yeğlerler. Bu kitap, herhangi bir düşünce ya da savı özellikle öne çıkarmaya çalışmadan, yalın bir anlatım ve özgün bir kurgu içinde, zengin bir düşünce duygu yüküyle, çağdaş dünyayı ve insanlarını derinlemesine sorgulayıp yargılar, çirkinliklerini ve düşkünlüklerini sergiler. Ama, aynı zamanda, bu dünyada yaşayan, dolayısıyla şu ya da bu biçimde, şu ya da bu ölçüde onun sorumluluğunu taşıyan bireyler olarak tek tek her birimize bir ayna tutar, eski avukat Jean-Baptiste Clamence'ın öyküsü aracılığıyla, bize kendini tehlikeye atmadan yaşayanların, yani hepimizin ve her birimizin benzersiz öyküsünü anlatır. "Düşüş"ün yayımlanmasından bir yıl sonra Camus'nün Nobel Ödülünü kazanması bir rastlantı olmasa gerek

Çeviri: Hüseyin Demirhan
Can Yayınları

civi ECİNNİLER
Ecinniler Gerek Albert Camus'yü, gerekse Dostoyevski' yi en iyi belirleyen yapıt, kuşkusuz "Ecinniler"dir. Dostoyevski'nin 1870/71'de yazdığı bu ünlü romanını (Cinler adıyla Can Yayınları' nda bu roman yayınlanmıştır) Albert Camus 1959'da oyunlaştırmış ve ilk kendisi sahneye koymuştur.

Albert Camus, "varoluşçuluk hümanizmi"nin ilginç bir örneği olan "Ecinniler"de, kendi varoluşçuluk anlayışının siyasal, felsefi ve etik sınırlarını zorlamakta; "Sisypho Söylencesi" ve "Başkaldıran İnsan" gibi en etkili ve önemli yapıtlarında ele aldığı varoluş sorunsalını Dostoyevski' nin yaşadığı olaylar dünyası içinde vermektedir.

Çeviri: Aziz Çalışlar
Can Yayınları

İLK ADAM
ilkadam Albert Camus' nün 1960 Ocağında korkunç bir araba kazasında yaşamını yitirmesi tüm dünyayı derinden derine sarsmış, zamansız ölümünün yankıları aylarca, hatta yıllarca sürmüştü. Otuz dört yıl sonra,15 Nisan 1994'te, tam da o korkunç kaza sonunda büyük yazarın çantasında bulunmuş bir bitmemiş romanın: "İlk Adam"ın en sonunda okura ulaştırılması, tüm dünyada 1994 yılının en büyük yazın olayı oldu; kitap benzerine az rastlanır bir ilgi gördü. Bunu anlamak hiç de zor değil: "İIk Adam" bitmemiş bir roman, yazarının tasarladığı son biçimden de oldukça uzak belki; ama ne olursa olsun, XX. yüzyıl yazınına damgasını vurmuş bir büyük yazarın elinden çıktığını her satırında belli ediyor; üstelik, bu büyük yazarın kimi yapıtlarında şöyle bir sezinlediğimiz çocukluk ve gençlik dönemini aile ve okul çevresini, kısacası yetişim sürecini benzersiz bir içtenlik, duyarlık ve dürüstlükle yansıtmakta Bu açıdan bakılınca, "İlk Adam"ın hem tamamlanmış hem de örnek bir yapıt olduğu söylenebilir. Büyük yapıtların oluşumu konusunda bulunmaz bir belge niteliği taşıması da cabası.

Çeviri : Tahsin Yücel
Can Yayınları

civi MUTLU ÖLÜM
Mutlulm "Mutlu Ölüm" 1930'ların sonuna doğru yazılan, ama ancak 1971 yılında yayımlanan bir roman. Albert Camus (1913-1960) için daha sevimli görünen "Yabancı" daha önce yazdığı "Mutlu Ölüm"ün yayımlanmasını erteletmiş olabilir. Çünkü roman sanatı, 40'lı, 50'li yıllarda daha çok romanın yapısal özelliklerine ağırlık veriyordu. Bir sanat yapıtının yaratıldığı dönemde kusur sayılabilecek kimi özellikleri, daha sonra erdeme dönüşebiliyor.

Albert Camus'nün ölümünden on bir yıl sonra günışığına çıkan bu romanını günümüzde öne çıkaran en önemli özellik, onun "romansı" oluşudur. "Mutlu Ölüm" yaratıcısı Albert Camus'ye otuz yıl sonra başkaldırmış ve özgürlüğüne kavuşmuştur. Bu roman, hem çağdaş bir yapıt, hem yazar-yapıt-okur ilişkisinin göz kamaştırıcı bir tanığıdır.

Çeviri: Ramis Dara
Can Yayınları

civi RUHA DOKUNAN DÜŞÜNCELER
Ruhadokunandnceler Var oluşu sorgulayan, bireyi savunmak için çaba harcayan, çağdaş dünyaya önemli mesajlar veren bir edebiyatçı filozoftur, Camus.

Felsefi düşüncelerini kolay anlaşılır bir dil kullanarak anlatabilen nadir düşünürlerden biridir.

Bu kitap, Albert Camus'yü tek bir kitapta okumanız için hazırlandı. Bu kitap ruhunuza dokunsun diye yayınlandı...

Çeviri : Ömer Sevinçgül
Carpe Diem Kitapları

civi SİSİFOS SÖYLENİ
Sisifossyleni "Sisifos Söyleni", ünlü Fransız yazar ve düşünürü Albert Camus'nün (1913-1960) savaş yıllarında yayımlanan (1942) bir deneme kitabıdır. Daha kitabın ilk satırında, bireyin bir yaşama nedeni bulunmadığını keşfedişiyle, her türlü günlük çalışma ve acının içinde kökleştirdiği uyumsuzluk duygusuyla, yaşamın gülünçlüğünün bilincine varmasıyla birlikte, gerçekten ciddi tek felsefi sorunun intihar olduğu vurgulanır. Ancak sorulacak en önemli soru, bu duyguların bireyi zorunlu olarak intihara götürüp götürmeyeceğidir. Yazar uyumsuzluk kavramını açık seçik bir biçimde inceler. Sonunda da gerçek bir çözüm önerir. İnsan aklını sürekli olarak uyumsuzluğun insanlık dışı yanıyla savaşmaya iten başkaldırıdır bu. Ancak başkaldırı insanlığa gerçek boyutlarını kazandırır, çünkü insanın durumunu durmaksızın yenilenen bir savaşıma bağlar...

Çeviri : Tahsin Yücel
Can Yayınları

civi SÜRGÜN VE KRALLIK
SrgnveKrallk Jean-Paul Sartre, Albert Camus'nün ölümünden sonra şunları yazmıştı: "Uzun süre düşünmeden seçimini yapmayan, bir kez seçince de buna bağlı kalan ender insanlardandı... Camus'nün insancılığında, ansızın bastıran ölüme karşı insanca bir davranış varsa; mutluluk yolunda giriştiği o gururlu, katıksız araştırma, insana bu denli aykırı gelen ölüme dayanıyor, ölümle besleniyorsa; Camus'nün yapıtını da, bu yapıttan ayrı düşünülemeyecek yaşamını da, varlığın her anını ölümün elinden kapan bir insanın katıksız, başarılı denemesi olarak görebiliriz. Kırk dört yaşında, 1957 Nobel Ödülünü alan Albert Camus (1913-1960) "Sürgün ve Krallık"ta yer alan altı öyküde, acıma, güçsüzlük, iyilik, kötülük gibi temel insani durumları, insanın davranışlarını güdülendiren "kurban" ve "cellat" ikilemini ele alıyor.

Çeviri : Tahsin Yücel
Can Yayınları

civi TERSİ VE YÜZÜ
TersiveYz "Brice Parain, sık sık, yazdıklarımın en iyisini bu küçük kitabın içerdiğini ileri sürer... Hayır, aldanıyor, çünkü deha bir yana bırakılırsa, insan yirmi iki yaşında yazı yazmasını pek bilemez. Ama Parain'in söylemek istediğini anlıyorum.Bu acemice sayfalarda, sonradan yazdıklarımdakilerden daha çok gerçek aşk bulunduğunu söylemek istiyor, haksız da değil...

Bu sayfaların yazıldığı zamandan beri, yaşlandım, çok şeyler görüp geçirdim. Sınırlarımı, sonra hemen hemen bütün zayıflıklarımı tanıyarak kendi hakkımda bilgi edindim... Herkes gibi ben de düşlerim bazı bazı. Ama iki sakin melek onun eşiğinden hiçbir zaman geçirmediler beni; biri dostum yüzünü gösterir, öbürü düşmanın suratını. Evet, bütün bunları biliyorum, aşkın neye patladığını da öğrendim ya da aşağı yukarı. Ama yaşamın kendisi hakkında, "Tersi ve Yüzü"nde acemice söylenenden daha fazlasını bilmiyorum."
-Albert Camus-

Çeviri : Tahsin Yücel
Can Yayınları

civi VEBA
Veba Camus adı çoğu okur için Yabancı romanıyla özdeşleşir. Ancak yazarın en önemli yapıtı aslında "Veba"dır. Keskin bir gözlem gücünün desteklediği arı bir bilinçle Veba, yalnızca çağımızın değil, tüm insanlık tarihinin ortak bir sorununa değinir: Felaketin yazgıya dönüşmesi.

Camus'nün hiçbir yapıtında böyle acı bir yazgı, böylesine şiirsel bir dille ele alınmamıştır. "Veba", insanın ve ışığın şiiridir. Bu şiirde renkler alabildiğine koyu, ancak yazarın sesi o denli umut doludur. Beklenmedik bir boyuta ulaşan veba salgını tüm Oranlıları ilkin umutsuzluğa boğar, ardından Doktor Rieux, Tarron ve Grand'ın gösterdikleri dayanışma örneği, başta yetkililer olmak üzere herkese bir güç ve umut kaynağı olur...

Çeviri: Nedret Tanyolaç
Can Yayınları

civi YABANCI
Yabanci Albert Camus'nün en tanınmış, en çok yabancı dile çevrilmiş, en çok incelenmiş ve hala en çok satan kitaplar arasında yer alan "Yabancı", aynı zamanda yazarın en gizemli yapıtı. Ölümün egemen olduğu bir "varlık"ın en anlamsız olgularını saçma bir düzensizlik içinde yaşayan bu romanın başkişisi "Meursault", bir simge kahraman değildir, "adı" olmayan bir "Yabancı"dır; bu eksik kimlik, gerçeklikten algıladığı şeyi yapılandıramayan, yeniden örgütleyemeyen, ama gerçekliğin yankılarını yakalamaya çalışan bir boş bilincin imgesidir. Onun kayıtsızlığı ve edilgenliği, işte bu boş bilincin ürünüdür. Yabancı, büyüleyici gücünü, içinde barındırdığı trajedi duygusuna borçlu: Bir türlü ele geçirilemeyen anlamın sürekli aranması, bilinç ile toplumsal dünya arasındaki çatışma...

Camus'yle buluşanların hiçbiri, onunla karşılaşınca hayal kırıklığına uğramamıştır. "Mutluluk, bir yerde ve her yerde hiçbir şey beklemeden dünyayı, insanları sevmektir," der Camus. Giderek daha çok sevilen bir yazar olması, onun bu sevgisinin yansımasından başka bir şey değildir.

Çeviri: Vedat Günyol
Can Yayınları

civi YAZ
Yaz "Yaz", yapıtları arasında organik bağlantı ve bütünsellik ilkesine büyük önem veren Albert Camus'nün "Tersi ve Yüzü", "Sürgün ve Krallık" ve "Düğün" adlı kitaplarıyla birlikte birbiriyle ilişkili ya da bağımsız bir metinler çevrimi oluşturur. Doğaya, dağa, denize ve güneşe derinlemesine bir sevgi duymuş, kendisine bir sığınak, düşüncelerine bir yanıt aramış ve Akdeniz ışığında bütün yaşam felsefesinin imgesini bulmuş olan Albert Camus, "Yaz"da Cezayir'in sıcak ve aydınlık doğasından Antik Yunan'ın ölçülü ve ışıklı düşüncesine uzanır. Böylece, Avrupa'nın kapıldığı yıkıcı tutkuyu yalın olduğu kadar hayranlık uyandıran bir mantıkla yargılar ve ortaya çıkan Akdeniz bilinci "Albert Camus"nün mutluluk etikasını yaratır...

Çeviri : Tahsin Yücel
Can Yayınları

civi YOLCULUK GÜNLÜKLERİ
YolculukGnlkleri Yolculuk Günlükleri, Albert Camus'nün İkinci Dünya Savaşından hemen sonra, 1946 yılı mayıs ayında Amerika Birleşik Devletlerine, 1949 yılı haziran-ağustos ayları arasında Güney Amerika ülkelerine yaptığı gezilerde tuttuğu notları kapsıyor. Birincisinde otuz üç yaşında henüz yeterince tanınmamış; ikincisinde ise otuz altı yaşında ve ünlenmeye başlamış bir yazar. Öznel ve nesnel koşullar nedeniyle, iki günlüğün havası birbirine benzemiyor....

Çeviri: Ramis Dara
Can Yayınları


yataydot


AKLIMIZDAKİLER :

• Her şeye katlanabilirim, yeter ki içimde o yoğun ve coşkun yalımı duyayım

• İnsan söyledikleriyle değil, söylemedikleriyle insanlaşır

• Hayatta ne öğrendiysem futboldan öğrendim. Çünkü top hiç bir zaman beklediğim köşeden gelmedi

• Hayat aslında anlamsız bir bulanıklıktır ama ona anlam katabilmek gerekir. Mutlaka bir tercihiniz olmalı ona dayanmalı onun için mücadele etmelisiniz. Tercihliksiz de bir tercih....

• "Önümden gitme
Seni takip edemeyebilirim
Arkamdan gelme
Sana yol gösteremeyebilirim
Yanımda yürü
Ve yalnızca
dostum kal

• Ateşten ve yiyecekten yoksun bir insan için özgürlük, hiç de acelesi olmayan bir lükstür

• Üstünde durduğumuz sıkıntı bütün bir çağın sıkıntısıdır. Biz, kendi tarihimiz içinde düşünmek ve yaşamak istiyoruz.biz inanıyoruz ki,bu hayatın gerçeğine ancak herkesin kendi dramını sonuna kadar yaşamasıyla erişilebilir

• Para mutluluğu satın alır. Eğer paran varsa çalışmak zorunda kalmazsın, zamanı satın alırsın ve bu zamanı kendini mutlu edecek şeyler yaparak değerlendirirsin

• Hayatımın kusurlu yanlarını saklamak zorunda oluşum bana soğuk bir hava veriyordu, bu soğukluğu da erdemle karıştırıyorlardı

• İnsan ne ise, o olmayı reddeden tek yaratıktır

• Savaş, çoğunluk için; bu sıkıntı, bir şey yapmak için yeterli cesarete sahip olmamanın verdiği vicdan azabından oluşan bu saçma zorunluluğu ya da başkalarının ölümünü paylaşmamaktan duyulan pişmanlıkla bir şey yapmamaktır

• Bir insanın tek başına mutlu olması utanılacak bir şeydir

• Önemli olan tek bir felsefe sorunu vardır, intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediğinde bir yargıya varmak, felsefenin temel sorununa bir yanıt vermektir

• Şimdi insanlığın önündeki dehşet verici olasılıklar karşısında, uğrunda mücadele etmeye değecek tek şeyin barış olduğunu daha da açık bir şekilde görüyoruz. Bu artık bir dua değil, tüm halkların kendi hükümetlerine yöneltecekleri bir taleptir -nihaî olarak cehennemle akıl arasında bir seçim talebi

• Hayat bir şey değildir, itinayla yaşayınız

• İdam cezasını kaldırmayacak bir devrim için ölmeye değmez

• Bütün ahlaklar bir eylemin kendini haklı ya da geçersiz kılan sonuçları bulunduğu görüşü üzerine kurulmuştur. Uyumsuza varmış bir insan bu sonuçların esenlikle ele alınması gerektiğini düşünür yalnız. Ödemeye hazırdır. Başka bir deyişle, onun için sorumlular varsa bile -suçlu- yoktur.

• Gecenin kokuları, toprak ve tuz kokuları şakaklarımı serinletiyordu. İşaretler ve yıldızlarla yüklü olan bu gecede kendimi ilk kez olarak, dünyanın kayıtsızlığına açıyordum. Dünyayı kendime bu kadar eş, böylesine kardeş bulunca, anladım ki, eskiden mutluluğa ermişim, hatta hala da mutluyum

• Büyük tarihsel bunalımların ertesinde, insan kendini ipin ucunu kaçırdığı bir gecenin sabahında olduğu gibi hoşnutsuz ve hasta hissediyor. Ama tarihsel akşamdan kalmalar için aspirin yok
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 2 üye beğendi.
Son düzenleyen KisukE UraharA; 22 Mayıs 2008 11:26
Gerçekçi ol imkansızı iste...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Mayıs 2008       Mesaj #4
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Absürdizm akımının öncülerinden olan Nobel Ödüllü yazar.

Albet Camus, 7 Kasım 1913'de Cezayir'de doğdu. Annesi hizmetçilik yapan bir Fransız, babası ise İspanyol'du. Babası Lucien, I. Dünya Savaşı'nda piyade alayında görev yaparken hayatını kaybetti. Fakir bir ailenin çocuğu olarak zor bir çocukluk dönemi geçirdi. Çocukluğunun büyük bölümü Cezayir'in Balcourt bölgesinde geçti. 1923 yılında liseyi bitirdikten sonra Cezayir Üniversitesi'nde eğitimine devam etti. Üniverite yıllarında üniversitenin futbol takımında kalecilik yaptı. Daha sonra vereme yakanmasından dolayı kalecilik kariyeri ve okul hayatı yarım kaldı. Okulu bıraktıktan sonra maddi sıkıntılar çekmeye başladı. Özel ders vererek ve meteoroloji enstitüsünde çalışarak geçimini sağladı. 1935 yılında üniversiteye geri döndü ve 1936 yılında "Plotinus" konulu teziyle felsefe bölümünden mezun oldu. 1934 yılında Simone Hie ile evlendi. Karısı morfin bağımlısıydı ve karısının sadakatsizliği yüzünden evlilikleri son buldu.
1934 yılında Fransız Komünist Partisi'ne katıldı. Partiye katılması Marksist ve Leninist düşüncelerinden daha çok, İspanya'daki politik durumdan etkilendiği içindi. 1936'da partinin bağımsız bir kolu olan Cezayir Komünist Partisi'ne geçti. 1937 yılında Stalinist komünizme kendini uzak bulması ve Troçkist suçlamalarıyla partiden uzaklaştırıldı.
1935'de "Théatre du Travail"i kurdu ancak 1939 yılında tiyatro kapandı. Fransa ordusuna katılmak istedi fakar verem olmasından dolayı kabul edilmedi. 1937 ile 1939 yılları arası sosyalist yazılar yazdı. 1940 yılında bir piyanist ve matematikçi olan Francine Faure ile evlendi. Bu evliliğinden ikizleri oldu. Aynı yıl Camus, "Paris-Soir" dergisinde yazmaya başladı. II. Dünya Savaşı'nın ilk zamanlarında pasifist olarak kaldı. Paris'in Alman ordusu tarafından işgaline ve Gabriel Péri'nin idamına tanık oldu. Daha sonra Paris-Soir dergisinin ekibiyle Bordeaux'a gitti. 1941'de "Yabancı" ve "Sisifos Söyleni"ni yazdı. 1942 yılında Cezayir'in Oran şehrine gitti.
II. Dünya Savaşı yıllarında Fransız Direniş ekibine katıldı ve burada yeraltında "Combat" adlı bir gazete çıkardı. 1943 yılında gazeteye editör oldu. Burada yayımlanan en ünlü makalesi Hiroşima'dan iki gün önce yayımlanan "Use of The Atomic Bomb in Hiroshima" oldu. 1947 yılında gazete ticari bir yapı kazanınca buradan ayrıldı. Gazetede çalıştığı yıllarda Jean-Paul Sartre ile tanıştı.
Savaşın ardından Paris'deki "Café de Flore"de Sartre ve arkadaşları ile buluşmaya başladı. Komünizmi eleştirmesi yüzünden etrafı ondan uzaklaştı. Yanı dönem Amerika Birleşik Devletleri'nde birçok yerde Fransız varoluşçuluğu hakkında dersler verdi. 1949 yılında hastalığının nüksetmesi yüzünden 1952'e kadar çalışmalarına ara verdi. 1951'de düşünce yapısının Sartre'dan tamamen ayrıldığı ve sol görüşteki insanların tepkilerini çeken "L'Homme Révolté"yi yayımladı.
1952'de Birleşmiş Milletler, General Franco diktatörlüğündeki İspanya'yı üye olarak kabul edince UNESCO'dan ayrıldı. İdam cezasına karşı çalışmalar düzenledi. "İdam Cezasına Karşı Birlik"in kurucusu Arthur Koestler ile birlikte makale yayımladı. Pasifizmin en önemli savunucularından biriydi.
1954 yılında başlayan Cezayir Kurtuluş Savaşı'nda Fransız hükümetini savundu. Kuzey Afrika'da başlayan isyanın aslında Mısır liderliğindeki arap emperyalimi olduğunu ve SSCB'nin planları içinde olduğunu düşünüyordu. Cezayir'in özerkliğinden yanaydı. Ölüm cezasına çarptırılan Cezayirlilerin kurtulması için gizlice çalışmalar düzenledi. 1955 ve 1956 yıllarında "L'Express" dergisinde yazdı. 1957 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandı. Ancak genel kanı bu ödülün "Düşüş" adlı kitabına değil yazdığı "Réflexions Sur la Guillotine" adlı makalesi için olduğu yönündedir. Rudyard Kipling'den sonra bu ödülü almış en genç yazardır.
4 Ocak 1960'da Sens yakınlarındaki "Le Grand Fossard" adlı bir yerde Facel Vega marka otomobili ile geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını kaybetti. Araba kazası sonucu ölmenin en absürd ölüm olduğunu yazan Camus'un bu şekilde ölmesi oldukça ironiktir. Cebinden çıkan tren bileti ilk planının araba ile yolculuk olmadığını gösteriyordu. Aynı kazada arkadaşı ve yayımcısı olan Michel Gallimard da hayatını kaybetti.
Ölümünden sonra "Mutlu Ölüm"(1970) ve bitmeyen otobiyografik romanı "İlk İnsan"(1955) yayımlandı. Varoluşçuluk ile birlikte ele alınan "Absürdizm" ile ilgilenmiş ve bu alanın en tanınan yazarlarından olmuştur. Bu düşünce akımının gelişmesinde önemli bir yer tutar. Makalelerinde "Dualimz" göze çarpar. Camus varoluşçuluğu hakkında şunları söylemiştir.
"Hayır, ben bir varoluşçu değilim. Sartre ile isimlerimizin yan yana anılmasına hep şaştık. Sartre ve ben kitaplarımızı birbirimizle gerçekten tanışmadan önce yayımladık. Birbirimizi tanıdığımızda ise ne kadar farklı olduğumuzu anladık. Sartre bir varoluşçudur, benim yayımladığım tek fikir kitabı "Sisifos Söyleni"dir ve sözde varoluşçu filozoflara karşı doğrultulmuştur."

Romanları: Yabancı(L'Étranger-1942), Veba (La Peste-1947), Düşüş(La Chute-1956), Mutlu Ölüm(La Mort heureuse-ölümünden sonra, 1970), İlk Adam (Le premier homme-ölümünden sonra, 1995)
Hikayeleri: Sürgün ve Kralık (L'exil et le royaume-1957)
Oyunlar: Caligula (1938`de yazıldı, 1945'de oynandı), Ecinniler (Les Possédés-1959)
Denemeler: Sisifos Söyleni (Le Mythe de Sisyphe-1942), Denemeler, Tersi ve Yüzü(L'envers et l'endroit-1937), Başkaldıran İnsan (L'Homme révolté-1951), Düğün ve Bir Alman Dosta Mektuplar (Lettre a un ami allemand-1945)
ThinkerBeLL - avatarı
ThinkerBeLL
VIP VIP Üye
20 Aralık 2009       Mesaj #5
ThinkerBeLL - avatarı
VIP VIP Üye
Yabancı (L'Etranger)
MsXLabs.org & 100 Büyük Roman

Yazan: ALBERT CAMUS (1913-1960)

Başlıca Karakterler
  • Mersault: Hikâyeyi anlatan kimse; küçük bir kâtiptir, Cezayir'de yaşar.
  • Karısı: -ki bir hedefi veya inancı yoktur- varoluşun saçmalığını ifade eder.
  • Perez: Huzur evinde kalanlardan biri; Mersault'un annesine âşıktır.
  • Marsa Cardona: Mersault'un metresi; güzelce bir kız.
  • Celeste: Bir lokantanın sahibi; Mersault'un arkadaşı.
  • Salamano: Mersault'un huysuz bir komşusu. Bir köpeği vardır. Hayvana eziyet etmesine rağmen, köpek kendisine bağlıdır.
  • Raymond Sintes: Mersault'la arkadaşlık kuran ve diğerleriyle yaptığı kavgalara Mersault'u da karıştıran bir muhabbet tellâlı.
  • Masson: Sintees'in bir arkadaşı.
Hikâye
Yabancı'nın merkezî karakteri, Mersault adın­da, Cezayir'de yaşayan bir gençtir. Babası ölmüştür ve annesi de bir huzur evinde yaşamaktadır. Birbir­lerine söyleyecek pek bir şeyleri bulunmadığından, annesini seyrek ziyaret eder. Devlet dairelerinden birinde küçük bir memurdur, mevkiinde ilerlemek için de hiç bir ihtirası yoktur. Gerçekte, Paris'te daha iyi bir vazifeye tayin edilmeyi reddetmiştir. Tek ba­şına yaşar, kahvehanelerde tanıdığı bir kaç arkadaşı vardır. Hafta sonları, kendisini seven fakat onun aşk beslemediği metresini görür. Annesi öldüğü zaman, işinden izin alarak annesinin cenazesine katılır. Fa­kat içinde hiç bir ızdırap ve acı duymadığından, ce­nazede normal bir işi yerine getiriyormuşçasına hare­ket eder. Cenazeye katılanlar arasında kederli Perez'i de görür. Annesi ile birlikte aynı huzur evinde yaşa­yan Perez, kadınla yakın bir ilişki kurmuştu. Cena­zeden sonra Mersault, Cezayir şehrine döner ve haf­ta sonunu metresi Maria ile beraber geçirir.
Mersault'un oturduğu oldukça kötü binada yaşa­yanlar arasında, muhabbet tellâlı olduğu zannedilen Raymond Sintes adında biri daha vardır. Raymond, arkadaşlık kurmak için kendisine yaklaştığı zaman, Mersault isteksizlik göstermez. Raymond'un, Mer­sault'un yardımına ihtiyacı vardır. Kendisine bir kız arkadaş edindiğini, ama kızın kendisini aldattığını id­dia etmesine rağmen, okuyucu Raymond'un, kızı fa­hişeliğe sürüklemek istediğinden şüphelenir. Ray­mond, şimdi kıza bir ders vermek ister. Bunun için de Mersault'tan, kıza bir mektup yazarak, geri dön­mesinde yardımcı olmasını söyler. Kız döndüğü va­kit de, Raymond ondan öç alacaktır. Mersault onun bu teklifini niye kabul ettiğini, okuyucuya şöyle an­latır: «Onu memnun etmemek için elimde hiç bir se­bep olmadığından, Raymond'u memnun etmek iste­dim.»
Ertesi hafta sonu, Raymond'un odasında şiddetli bir kavga cereyan eder: Raymond, bir Arap olan bu kızı fena halde dövmektedir. Polis gelir, Raymond sorguya çekilir. Mersault, arkadaşının kavga için tah­rik edildiğini söyler. Bu arada, kardeşinin intikamını almak isteyen kızın ağabeyi, Raymond'u takip etme­ğe başlar. Bir hafta sonra Raymond, Marsault ve Maria'yı bir arkadaşının sahildeki küçük bir sayfiye evi­ne davet eder. İki Arap peşlerindedir ve Raymond, onların kendilerine saldıracaklarını tahmin eder. Bu­nun için, inisiyatifi ele alarak Araplara saldırır, iki Arabı döverler. Bir tanesi, elindeki bir bıçağı Raymond'a saplar. O gün akşama doğru, yeniden iki Arapla karşılaşırlar. Raymond onları harekete geç­melerine meydan vermeden öldürmeyi veya kışkırta­rak, kavga sırasında tabancasıyla öldürmeyi teklif eder. Mersault, bu teklife karşı gelerek Raymond'a tabancasını kendisine vermesini söyler. Raymond elindeki tabancayı Mersault'a verir, Araplar da kaçar.
Kısa bir zaman sonra, hâdisenin kapandığını sa­nan Mersault, sahilde gezinirken bu Araplardan bi­rini üçüncü defa olarak görür. Hava, pişirircesine sı­cak ve deniz de çarşaf gibidir. Mersault'un bütün dü­şündüğü, sıcaktan kurtulmaktır. Zira güneş çarpma­sı ile karşı karşıyadır. Saldırmak için değil de, ken­disine gölgeli bir yer bulmak için, Araba doğru yü­rür. Arap, hemen bıçağını çeker, bıçakta yansıyan güneş ışınları Mersault'un gözlerini kamaştırır. Bir­denbire kendisini kaybederek tabancasını çeker ve Araba ateş eder. Ardından hiç bir sebep bulunma­masına rağmen, yerdeki cesedin üzerine dört el daha ateş eder.
Mersault tevkif edilir ve avukat tutmadığından mahkeme, onu savunması için bir avukat tayin eder. Avukat ve savcı, Mersault'un pişmanlık duymayışım ve kendi kaderi karşısında lâkaydî göstermesini hay­retle karşılarlar. Hâkim, bir Hıristiyan olarak onun nedamet göstermesini ister. Avukat, jüri üzerinde kötü bir intiba bırakmaması için, mümkün olduğu kadar az konuşmasını tavsiye eder.
Yargılama sırasında Mersault'un, annesinin ce­nazesinde kederli görünmemesi üzerinde oldukça du­rulur. Bu, onun ahlâkî zaafının bir delili olarak ileri sürülür. Jüri, Mersault'un suçlu olduğuna ve hâkim de giyotinle öldürülmesine karar verir.
Cezanın infaz edilmesini beklediği sırada, hapis­hane papazı Mersault'u hücresinde ziyaret ederek, son dinî ayini yapmak ister. Hiç bir dine inanmayan Mersault, huzura kavuşturulmayı istemez ve hiç piş­manlık duymadığını söyler. Papazın ısrarı üzerine, yaşadığı hayatın ve ölümüne yol açan hâdiselerin bir savunmasını yapar. Sonunda herkes öleceğinden, bü­tün insanların hayatları manasızdır ve herkes aynı derecede suçlu veya suçsuzdur. Nasıl bir hayat sür­düğünün veya kimi öldürdüğünün ne farkı vardır? İçindekileri böylece dışarı dökmesi, Mersault'u ra­hatlatır ve kendisini huzur içinde hisseder:
Sanki dışa vurulan bu kızgınlık beni te­mizlemiş, ümitlerimden boşaltmıştı. İşaretler ve yıldızlarla süslenmiş karanlık gökyüzüne baktı­ğım zaman, hayatımda ilk defa olarak kalbimi kâinatın müşfik lâkaydîsine açtım. Onu da tıp­kı kendim gibi gerçekte bir kardeş gibi hissetmekle, mutlu bir hayat sürmüş olduğumu ve hâlâ mutlu olduğumu idrak ettim.
Tenkid
İnsanoğlu, manasız bir kâinatta nasıl yaşayacak? Yabancı'nın ana tezini teşkil eden bu mesele, bilhassa Avrupa insanı için âcil bir mesele. Belki de çağımı­zın nazik bir meselesi. Din, mazide Avrupa'ya sağlam bir mana sistemi verdi; insanın, hayattaki yerinin manasını anlattı ve bu hedefe ulaşması için ona yardım etti. Hıristiyanlık, nüfuzunu kaybettikçe Descartes' den Hegel'e kadar diğer sistemler dünyanın anlaşı­labileceğini, rasyonel olduğunu göstermeğe çalıştılar. Camus için, bu da ölü bir garanti idi. Onun indinde, insanoğlu, herhangi bir yol işareti veya hedef bulun­maksızın, kendi yolunu tayin edecekti. Bugün, Al­lah'ın ve O'nunla birlikte ister ahlâkî ister entelektüel olsunlar, bütün mutlaklıkların öldüklerini his­sedenler, Camus'un, kendi yaşadığı şartlardan bah­settiğini görürler. Günümüzde, çok sayıda bu tür okuyucu var. Hemen hemen her edebiyat hocası, iyi bir not almalarıyle hiç bir ilgisi bulunmamasına rağ­men, talebelerin Camus'u hürmetle okuduklarını gö­rüyor. Bunun içindir ki Yabancı, yayıldıkları andan itibaren klâsik diye benimsenen kitapların küçük lis­tesine girdi.
Dünyanın saçma olduğunu söylemek, bu söz karşısındaki reaksiyonumuz kadar, dünyanın mahiyetini anlatmaz. Bizim, dünyanın saçmalığını hisset­memiz, gerçekleştirilemeyen ümitlerimizden, dünya­dan ne beklediğimiz -bilhassa düzen ve istikrar- ile elde ettiklerimiz arasındaki farklardan doğar. Bu tür bir hayal kırıklığı -ki ilk Hıristiyanlar kadar eskidir- kendisini, hayat hakkındaki bazı müşterek tutum ve hükümlerde belli eder. Bunlar, ilkin eşyalar arasın­da sezilen irtibatsızlıkta kendilerini gösterir. Hâdi­seler birbirlerini takip eder, fakat bir arada değillerdir. Aralarında, gerekli bağlantılar yoktur. Dünya, yabancı ve saçma görünür; bir telefon kulübesinin camları ardındaki adamın hiç bir şey anlamadığı­mız sessiz jestleri gibi. Entelektüel dünyayı da aynı saçmalık yönetir. Artık bütün felsefî sistemlerden ve onlarla birlikte, davranışın mutlak standartlarını or­taya koydukları iddia edilen bütün hukukî Ve ahlâkî sistemlerden şüphe ediliyor. İnkâr edilemeyecek ye­gâne gerçek, en son yaşadığımız tecrübedir. Niha­yet, hayatın tümü ölümün gölgesi altında yaşanır ve bu durum da, azizi ve günahkârı, sağduyu ve saçma­lığı aynı seviyeye getirir. Dünyayı bu ışıkla gören bir kimsenin yapabileceği üç şey vardır: Kör kadere boyun eğebilir, intihar edebilir veya kendi durumu­nu berrak bir şekilde idrak ederek hayatını sürdüre­bilir. Bunu yapabilen bir kimse için, bu gerçeğin id­rak edilmesi büyük bir kurtuluştur; çünkü eğer Al­lah yok ise, her ân, bir diğeri kadar iyidir ve sonun­da herkes öleceğinden, bir kimse istediğini yapabilir.
Dünyanın böyle bir görünüşü, sistematik bir fel­sefî sistemle değil -zira meseleyi böylece ele almak, saçmalık hissinin reddettiği rasyonel bir düzenin mevcudiyetini imâ etmektir-, saçmalığın ne olduğu hissini uyandıracak bir piyes veya romanla gösteri­lebilir. Mersault, bu hissin, kemiklerine kadar işle­diği bir adamdır. Günü gününe yaşadığından, pek az hatıraları vardır ve hayattan bir şey beklemez. Di­ğerlerinden bir istekte bulunmadığı gibi, onların da kendisinden mümkün olduğu kadar az istekte bulun­malarına müsaade eder. Başlıca fazileti mutlak sa­mimiyetidir. Hayatını önüne koyduğu zaman dahi, sahip bulunmadığı ideal ve hislere sahipmiş gibi ha­reket etmez.
Mersault, şüphesiz bir kriminal değil. Faal bir kötülük yapmağa muktedir biri değildir. Raymond' un aksine, diğerlerine kötülük yapmak istemez. Ta­nıdıklarının çoğu ondan hoşlanır ve Maria ona âşık dahi olur. Genellikle uysal bir adamdır, ama şüphe­siz, prensiplerinden ötürü değil, başka türlü hareket etmesi için bir sebep görmediğinden. Ne yüksek ah­lâkî prensiplere sahip bulunduğu söylenir ne de bu­lunmadığı. Sadece, kendisini ilgilendirmeyen işlere karışmaz ve bunun için de, suçsuzdur. Şu halde, ci­nayeti niye işledi? Güneşten ötürü, cevabını verir. Mahkemedekiler, onun bu sözüne gülerler. Ne var ki, bu sebep, herhangi bir sebep kadar yerinde. Ci­nayet, otomatik olarak ve gayri-ihtiyarı işlenmiştir, saçmadır ve bir plâna göre yürütülmemiştir. Aynı durumdaki herhangi bir kimse de aynı şeyi yapa­bilirdi.
Maamafih, hâdiselerin birbirini böyle saçmalık­la takip etmesi Mersault'u, mutlaklara inanan, çocuk­ların nasıl hareket edeceklerini önceden kestiren, kriminaller ve diğerleri arasında fark bulunduğunu bi­len, her suçun vehametine göre bir kanun maddesi uygulayan bir dünyanın gücü ile karşı karşıya bıra­kır. Mersault, bir kişiyi öldürmüştür, fakat kendi kendisini savunmak zorunda kaldığı düşüncesiyle be­raat da edebilir. Karar, mahkemenin Mersault hak­kındaki düşüncelerine bağlıdır. Hayatın böylece dü­şünülmesi, cinayetin, herkesçe bir kriminal kabul edilen biri tarafından mı işlettiğini gösterir? Eğer bu düşünce doğru ise, cinayeti işlediği için suçludur. Maalesef, mahkeme onun nasıl bir insan olduğunu anlayamaz. Herkes onun, teamüllere göre reaksiyon göstermesini beklerken, böyle hareket etmediği için lanetlenir. Bunun neticesinde, Mersault gayet haklı olarak, daha ziyade bir Arabı öldürdüğü için değil, annesinin ölümü üzerine matem tutmadığı için ölü­me mahkûm edildiğini söyler.
Romanın son kısmı, Mersault'un cemiyetin hük­münü benimsemesine hasredilir. İlkin, bu hüküm karşısındaki tutumu, çevresindeki her şey gibi tam bir hissizlik ve lâkaydîdir. Gerçi hürriyetinin elinden alınmasından ve bundan böyle seksüel arzularını tat­min edememesinden huzursuzluk duyarsa da, kendi­sini buna alıştırır. Onu, bu hissizliğinden nihayet uyandıran hâdise, papazın kendisini hayatta sürükle­yen sezgileri kesinlikle formüle etmesinde ısrar edi­şidir:
İstikbalimin karanlık ufkundan bana doğru, hayatım boyunca, bir çeşit ısrarlı ve serin bir rüzgâr esiyor. Ve bu esinti, halkın, gayri-hakiki yıllar boyunca bana zorlamağa çalıştığı bütün bu fikirleri de düzelttirdi. Diğerlerinin ölümü­nün veya bir annenin sevgisinin veya Allanın sevgisinin veya bir kimsenin nasıl yaşamak is­teyişinin, kendisinin seçtiği kaderin ne önemi var? Zira aynı kader, sadece beni değil, onu da, kendilerinin, benim kardeşlerim olduklarını söy­leyen milyonlarca imtiyazlı insanı da «seçecek »tir. Ve bir gün, hepsi ölüme mahkûm edilecek; diğerlerininki gibi onun da vakti gelecek. ... Ama sonunda her şey aynı şekilde neticelendiğinden ve bunun için de annesinin cenazesinde ağlama­dığından, cinayetle suçlandıktan sonra öldürülürse, bunun ne önemi var?
Mersault'un içinden fışkıran bu sözler, onun ba­ğımsızlık beyannamesi. Şimdi kendi kendisinin efen­disidir ve ölümü korkmaksızın kabul edebilir.
Romanın bu üslûbu ve yapısı, Mersault gibi karakterlerin takdimi için fevkalâde uygun. Hikâyenin, bilhassa, birinci şahıs olarak Mersault tarafından anlatılması son derece tesirli. Eğer Mersault üçüncü şahıs olarak anlatılsa idi, hâkime ve savcıya olduğu kadar, bize de anlaşılmaz ve yabancı görünecekti. Eğer ona inanacak isek, onu, Mersault'un kendisini tanıtmak istediği şartlar altında görmeliyiz. Bilhassa konuşma üslûbundan -direkt, basit ve oldukça özelliksiz- onun nasıl bir kimse olduğunu görüyoruz. Bu tür üslûbun başlıca özelliği, zarf ve sıfatların azlığı ve aralarında «ve» veya «fakat» dışında bağlaçlar bulunmayan kısa cümlelerdir. Camus'un bu üslûbu, bilhassa Hemingway gibi Amerikan yazarlarının nü­fuzunu gösteriyor. Kitaptaki ananevi nutuklar genel­likle, hâkim veya savcı gibi tutucu kimselerin dille-rindedir veya sahtelikleriyle konuşanların da sahte­liğini gösterir.
Yabancı, plânının mükemmel ahengi ile, karak­terleri ile, tezi, üslûbu ve yapısı ile, klâsik bir başa­rıya erişiyor. Eserin sanatkârane birliği, Camus'un -gerçek dünyada göremediği sağlamlık ve istikrarı yaratıyor. Bu ölçülerle ele alındığında, sanatkârca yaratılmış herhangi bir eser, hayata indirilmiş bir şamardır. Mersault, varoluşunun saçmalığını hiç bir zaman protesto etmez; fakat Camus, bu romanı ile eder.

Yazar Hakkında
(bak. Albert Camus)
Albert Camus, bazı hususlarda hiç de bir Fransız değildi. Cezayir'de doğdu; annesi İspanyol, babası Alsas'lı idi. Zaten fa­kir olan aile, bir çiftlik işçisi olan babası Birinci Dünya Harbi'nde ölünce daha da fakirleşti. Bir taraftan Cezayir Üniversitesi'ne devam eden, öte yandan da muhtelif işlerde çalışan
Camus, lS36'da, üniversitenin felsefe fakültesinden mezun ol­du. Talebelik yıllarında, kısa bir müddet için Komünist idi. Fa­kat çok kalmadı, partiden ayrıldı. 1935'ten 1938'e kadar Ceza­yir'de, bir tiyatro şirketinin menajerliğini yaptı.
Yazı hayatı, muhtelif makalelerini ihtiva eden iki cilt eseri ile başladı: önü ve Arkası (L'Envers et l'Endroit, 1937) ve Ev­lenenler (Noces, 1938). 1939'da gazeteciliğe başladı, ertesi sene Paris-Soir gazetesinin muhabiri oldu. Harp patladığı zaman, senelerce önce yakalandığı veremden ötürü askere alınmadı. 1940'da Cezayir'e döndü ve bir müddet, Oran'daki bir mektepte öğretmenlik yaptı, iki sene sonra, en önemli eserlerinden ikisini, Yabsncı'yı ve Sisyphus Efsanesi'ni yayınladı. Fransa düştüğü za­man, Avrupa'ya döndü, yeraltı faaliyeti basınında faal bir rol aldı, Combat (Mücadele) adındaki gazetede yazılar yazdı. Combat, harpten sonra günlük gazete haline getirildi ve gazetenin edi­törlüğü de Camus'a verildi.
Yabancı'da belirtilen kasvetli hayat görüşünden ötürü Ca­mus, Sartre ve öteki egzistansiyelistlerle bir arada ele alındı. Camus'un felsefesi, bazı hususlarda Sartre'ın görüşlerini akset­tirmekle beraber, Veba (Le Peşte, 1947), onun -inanış diye vasıflandırılamayacaksa da, mânâsız bir kâinat karşısında beşer azminin kahramanca belirtilmesi diyebileceğimiz- daha kesin bir mevkie doğru hareket ettiğini gösterdi. Camus'un bu kitabı, hümanist dünya görüşünü yeniden belirtme yolunda bir eser ola­rak alkışlandı. Camus, tiyatro ile ilgisini devam ettirdi ve üç piyes daha yazdı: Caligula (1938'de yazılan bu eser 1944'te sah­neye kondu), Anlayışsızlık (Le Lalentendu, 1944), Devlet Muha­sara Altında (L'Etat de Siege, 1948). Camus, 1957'de Nobel Edebiyat Mükâfatını kazandı. Devletin desteklediği tecrübî bir tiyat­ronun müdürlüğünü yüklenmeğe hazırlandığı sırada, 4 Ocak 1960'da, bir otomobil kazasında öldü.
Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!
ener - avatarı
ener
Ziyaretçi
15 Nisan 2011       Mesaj #6
ener - avatarı
Ziyaretçi
Morpa Genel Kültür Ansiklopedisi&MsXLabs

Albert Camus

(1913 Mondovi/Cezayir-1960 Villeblerin/Fransa), Fransız yazarı. Bir işçi ailesinin çocuğudur. Geçim sıkıntısı ve sağlığının bozukluğu yüzünden Cezayir Üniversitesi'ndeki felsefe öğrenimini yarıda bıraktı. Amatör tiyatroculuk, sonra gazetecilik yaptı. Paris'e gitti (1938). II. Dünya Savaşı'nda Fransız Direniş Hareketi'ne katıldı. Savaştan sonra "Combat" gazetesinin yazıişleri sorumluluğunu üstlendi. Deneme, öykü ve romanlarının yanı sıra, tiyatro yapıtları da ortaya koydu. 1957'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandı. Son olarak Gallimard Yayınevi'nde yayın yönetmenliği yaptı. Bir trafik kazasında öldü. Nihilist ve varoluşçu bir felsefeyi benimser; ancak her şeyi yıkma isteğinin, bunların yeniden ve daha iyi yapılmasına dayandırılmasıyla nihilizmi aşar. Başkaldırmayı en yüce ahlâk ve düşünce değerlerini koruyan bir ülkü kabul etmesiyle varoluşçuluktan ayrılır. Dünya görüşünün temelini, bireyle dış dünya arasında kapatılması olanaksız ayrımı vurgulayan ÇsaçmaÈ kavramı oluşturur. Ona göre insan, bilinmeyen bir güç tarafından dünyaya fırlatılıp atılmıştır; ama o, bu dünyanın bir parçası değildir.
Güvence bulmak için çırpınırken, varoluşun türlü rastlantılarının kuklası olduğunu; özgürlük istersen doğanının nedensellik bağlantısından kurtulamadığını anlar. Sonsuza dek mutluluk isteklerinin karşısına ölüm gerçeği çıkar. Dolayısıyla bu bağlar ve çelişkiler onu dünyaya yabancı duruma getirir.

Başlıca yapıtları: Roman ve öyküler:

  • "Noces" (Düğünler, 1938),
  • "L'Etranger" (Yabancı, 1942),
  • "La Peste" (Veba, 1947),
  • "La Chute" (Düşüş, 1956),
  • "L'Exile et le Royaume" (Sürgün ve Krallık, 1958),
  • "La Mort Heureuse" (Mutlu Ölüm, 1971).
Oyunlar:
  • "Le Malentendu" (Anlaşmazlık, 1944),
  • "L'Etat de Siège" (Sıkıyönetim, 1948).
Deneme ve günceler
  • "Le Mythe de Sisyphe" (Sisiphos Efsanesi, 1942),
  • "Lettres ‡ un Ami Allemand" (Bir Alman Dosta Mektuplar, 1950-1953),
  • "L'Homme Révolté" (Başkaldıran İnsan, 1951),
  • "Carnets" (günceler, 1961-1964).
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 2 üye beğendi.
_Yağmur_ - avatarı
_Yağmur_
VIP VIP Üye
17 Mayıs 2011       Mesaj #7
_Yağmur_ - avatarı
VIP VIP Üye
YABANCI (L'Etranger)

Albert Camus'nün romanı (1942). Romanın baş kişisi Meursault'ya göre yaşam, saçma bir filme benzemektedir. Kendisi başkalarının duygularına ve değer yargılarına yabancılık duymaktadır. İnsanoğlunun, durumunun saçmalığından kurtulamadığını, bu yüzden de mutluluğu aramaktan vazgeçmesi gerektiğini düşünmektedir. İşine, sevdiği kadına yabancılaşmıştır, annesinin ölümü bile onu pek duygulandırmamıştır. Deniz kıyısında kendisini gözetlediğini sandığı bir Arap'ı öldürür, tutuklanır; hapishanede uzun bir iç hesaplaşması yapar; yargılanma sırasında konuşulanlara büyük bir ilgisizlik gösterir. Yargılanma sonunda ölüm cezasına çarptırılır. Camus bu romanı 1937 yılına doğru "La Mort Heureuse" (Mutlu Ölüm) adıyla yazmaya başladı. Daha sonra kitabın adını değiştirip "L'İndifferent" (Kayıtsız adam) yaptı. 1940 yılında roman son biçimini aldı.


MsXLabs.org & Morpa Genel Kültür Ansiklopedisi
"İnşallah"derse Yakaran..."İnşa" eder YARADAN.
GüNeSss - avatarı
GüNeSss
Ziyaretçi
17 Mayıs 2012       Mesaj #8
GüNeSss - avatarı
Ziyaretçi
Cvp: Albert Camus (Albert Camus Kimdir? - Albert Camus Hakkında)

Babası Alsace'lı yoksul bir işçiydi, annesinin okuma-yazması yoktu. Babası 1'inci Dünya Savaşı'nda cephede öldü. Yoksulluk ve acılarla dolu bir hayat sürdü.
Denemelerinden oluşan ve 1963'te basılan ilk kitabı "Tersi ve Yüzü"nde bu dönemde yaşadıklarını anlattı.

1918'de ilkokula başladı.

Öğretmeninin yardımıyla burs kazanarak 1923'te liseye yazıldı. Yüzme, boks gibi sporlarla uğraştı. 1930'da vereme yakalanınca sporu bırakmak zorunda kaldı.
Cezayir Üniversitesi'nde felsefe bölümüne yazıldı. 1934 yılında evlendi. İki yıl sonra boşandı. 1936'da yüksek öğrenim diplomasını aldı. Üniversitede kalıp bilimsel kariyer yapmayı amaçlıyordu.

Ama hastalığı izin vermedi. 1930'larda Fransız düşünürlerin kitaplarını okumaya başladı. Cezayir'deki genç solcu aydınlar arasına katıldı.

1934-1935 arasında Komünist Partisi üyesi oldu. İşçi Tiyatrosu için oyunlar yazdı, yönetti. 2'nci Dünya Savaşı'ndan önce Alger Republicain gazetesinde başyazarlık, yayın yönetmen yardımcılığı, politika muhabirliği yaptı, kitap eleştirileri yazdı. Kabilya bölgesindeki Müslümanların sorunlarını inceleyen bir yazı dizisi hazırladı. Ardından 1940'ta Paris'e yerleşti. Paris'te günlük Combat gazetesinin yayın yönetmeni oldu.

Gazetecilikle ilgisini kesip kitaplarına döndü. İlk romanı "Yabancı" 1942'de yayınlandı. İkinci romanı "Veba" 1947'de basıldı. Bu eser Camus'nun düşüncesinin temelini yansıtır. Romandaki kişiler, veba salgınına karşı verdikleri savaşta başarısız olacaklarını bile bile yılmadan çalışırlar.

Camus, insanın değerini ve insanlar arası kardeşliği, amansız bir hastalığın perde önünde anlatır. 2'nci Dünya Savaşı'ndan sonra yalnız Fransa'da değil, Avrupa ve tüm dünyada kendi kuşağının sözcüsü, sonraki kuşakların yol göstericisi oldu. Özellikle insanın kendisine yabancı bir evrendeki yalnızlığı, bireyin kendisine yabancılaşması, kötülük, herşeyin ölümle sona ereceğini bilmenin yarattığı bunalım gibi duyguları ele aldı.

Savaş sonrasında aydınların içine düştüğü yabancılaşma ve düş kırıklıklarını tüm ayrıntılarıyla yansıttı. Çağdaşlarının nihilizme kapılmasını anladı ve hak verdi ama doğruluk, ılımlılık, adalet gibi değerleri savunmanın gerekli olduğunu da belirtti. Hem Hıristiyanlığın hem Marksizmin katı yönlerini reddeden liberal bir insancılığın temellerini çizdi.

1957'de Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı. 1960'ta yayıncısı Gallimard ile birlikte geçirdiği bir otomobil kazasında yaşamını yitirdi.

ÖNEMLİ ESERLERİ:

ROMAN: Yabancı (1942) Veba (1947) Düşüş (1956) Mutlu Ölüm (1970)

ÖYKÜ: Sürgün ve Krallık (1957)

DENEMELER: Tersi ve Yüzü (1937) Düğün Gecesi (1938) Sisyphe Efsanesi (1962) Başkaldıran İnsan (1951) Bir Alman Dosta Mektuplar (1945) Koestler ile Birlikte: İdam (1954)

GÜNLÜK: Defterler Mayıs 1935-Şubat 1942 (1962) Defterler Ocak 1942-Mart 1951 (1964) Defterler Nisan 1951-Aralık 1959 (1966)

OYUNLAR: Yanlışlık (1960) Caligula (1969) Sıkıyönetim (1971) Doğrular (1964)


kaynak:

mhmmdcngz - avatarı
mhmmdcngz
Ziyaretçi
8 Kasım 2012       Mesaj #9
mhmmdcngz - avatarı
Ziyaretçi
Albert Camus (7 Kasım 1913 – 4 Ocak 1960), Fransız bir yazar ve filozoftur.
Varoluşçuluk ile ilgilenmiştir ve absürdizm akımının öncülerinden biri olarak tanınır; fakat Camus kendini herhangi bir akımın filozofu olarak görmediğinden, kendini bir "varoluşçu" ya da "absürdist" olarak tanımlamaz.[kaynak belirtilmeli] 1957'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanarak, Rudyard Kipling'den sonra bu ödülü kazanan en genç yazar olmuştur.[kaynak belirtilmeli] Ödülü aldıktan 3 yıl sonra bir trafik kazasında hayatını kaybetmiştir.

Hayatı

Çocukluğu ve gençliği
20. yüzyılın en güçlü Cezayirli yazarlarından biri olan Albert Camus, 1913’te Cezayir’in Mondovi kasabasında doğdu. Yoksul bir aileden gelen Camus'nün babası bir Alsaslı, annesi ise İspanyol'du. I. Dünya Savaşı sırasında, 1914'te babasını kaybetti. Annesi evlerde hizmetçilik yaparak oğlunu okutmaya çalıştı. Ancak Camus, daha bağımsız bir hayat sürebilmek için evinden ayrıldı. 1923'te liseye, ardından da Cezayir Üniversitesi'ne kabul edildi. Üniversite eğitimi sırasında sağlığı bozuldu ve 1930'da vereme yakalandı. Hastalığı yüzünden üniversite takımının kaleciliğini bırakmak zorunda kaldı. Bundan sonra çeşitli işlerde çalışmaya başlayan Camus, felsefe eğitimini ancak 1936'da tamamlayabildi.
1934'te Fransız Komünist Partisi'ne katıldı. Bu hareketinin kaynağı, Marksist-Leninist öğretisine (doktrinine) desteğinden ziyade, İspanya'da daha sonra iç savaşla sonuçlanacak politik duruma duyduğu kaygıydı. Ancak üç yıl sonra, Troçkist suçlamasıyla partiden atıldı. Camus 1934'te Simone Hie'yle evlendi. Simone bir morfin bağımlısıydı ve Camus'yle evlilikleri, Simone'nun sadakatsizliğine bağlı olarak son buldu. 1935'de "İşçinin Tiyatrosu"nu (Théâtre du Travail) kurdu fakat bu tiyatro 1939'da kapandı. Aynı yıl, verem hastası olduğundan Fransa ordusuna kabul edilmedi.
1940'ta piyanist ve matematikçi Francine Faure ile evlendi ve 5 Eylül 1945'te Catherine ve Jean adlarında ikiz çocukları oldu. Aynı yıl Paris-Soir dergisi için çalışmaya başladı. Daha henüz "Sahte Savaş" olarak adlandırılan II. Dünya Savaşı'nın ilk zamanlarında bir pasifist olarak kaldı. Ancak bu tutumu Paris'in Alman ordusu tarafından işgali ve 1941'de, komünist gazeteci Gabriel Péri'nin gözleri önünde idam edilmesiyle değişti ve onun da başkaldırmasına neden oldu. Paris-Soir ekibiyle Bordeaux'ya gitti ve aynı yıl ilk kitapları olan "Yabancı" ve "Sisifos Söylencesi"ni tamamladı. Camus, Bordeaux'yu 1942'de terkedip Cezayir'in Oran şehrine gitti ve ardından Paris'e döndü.

Edebiyat kariyeri

Camus II. Dünya Savaşı sırasında Naziler'e karşı oluşmuş Fransız Direnişi'ne katıldı ve bu direnişin bir parçası olarak "Combat" adında bir gazete yayımlamaya başladı. 1943'te gazetenin editörü oldu; fakat 1947'de "Combat" ticari bir gazete olunca buradan ayrıldı. Jean-Paul Sartre ile tanışması burada gerçekleşmiştir.
Savaştan sonra, Sartre ve de Beauvoir gibi kişilerin buluştuğu Boulevard Saint-Germain'deki Café de Flore'u ziyaret etmeye başladı. Bu yıllarda, aynı zamanda Amerika'yı turlayarak Fransız varoluşçuluğu hakkında dersler verdi. Politik olarak sol görüşlere yatkın olmasına rağmen komünizme karşı çıkması, ona komünist partilerde arkadaş kazandırmadığı gibi Sartre'dan da uzaklaştırdı.
Camus, 1949'da vereminin tekrarlaması yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve "Başkaldıran İnsan"ı yayımladı. Bu kitap, Fransa'daki birçok sol görüşe sahip arkadaşı ve özellikle de Sartre tarafından hoş karşılanmadı ve Sartre'la bütünüyle yollarını ayırdı. Kitabının tatsız yorumlarla karşılanması Camus'yü kitap yazmaktan tiyatro oyunları çevirmeye itti.
Camus, 1950ler'de kendini insan haklarına adadı. 1952'de Birleşmiş Milletler, Francisco Franco diktatörlüğündeki İspanya'yı üye olarak kabul edince UNESCO'daki çalışmalarını durdurdu ve kurumdan ayrıldı. Ayaklanmalarda insandışı bir sertlik kullanan Sovyet metodlarını eleştirdi. Pasifistliğini koruyan Camus, İdam cezasına karşı savaşını sürdürdü.
Cezayir Bağımsızlık Savaşı 1954'te başladığında, Camus kendini ahlakî bir ikilem içinde buldu. Bunun nedeni, Cezayir doğumlu Fransızları tasvir ederken kullandığı sıfat olan "siyah ayak"tı. Ancak, sonunda, savaşta Fransa hükümetini savunuyordu. Kuzey Afrika'da başlayan isyanın, aslında Mısır önderliğindeki yeni-Arap emperyalizminin ve batıya saldıran Sovyetler Birliği'nin işleri olduğunu düşünüyordu. Cezayir'in özerk, hatta bir federasyon olmasını savunuyor; fakat bütünüyle bağımsızlığını desteklemiyordu. Öte yandan, Araplar'la "siyah ayak"ların beraber yaşayabileceğini düşünüyordu. Bu kriz sırasında ölüm cezasına çarptırılan Cezayirlilerin kurtulması için gizlice çalıştı.
Camus, 1955 ve 1956 yıllarında Fransız "L'Express" dergisinde yazdı. Bunların ardından 1957 yılında Camus Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandı. Nobel ödülünü aldıktan sonra büsbütün genişleyen ünü, onu XX. yüzyıl dünya edebiyatının başköşesine yerleştirdi. Genel yaklaşım bu ödülün bir önceki yıl yayımlanan "Düşüş" için değil, idam cezasına karşı yazdığı "Réflexions Sur la Guillotine" makalesi için verildiğidir. Stockholm Üniversitesi'nde yaptığı bir konuşma esnasında Cezayir konusundaki hareketsizliğini savundu. Fakat daha sonra Cezayir'de yaşayan annesinin başına ne geleceği konusunda meraklandığını bildirdi. Çelişkili sayılan bu durum Fransız sol entelektüelleri tarafından tepkiyle karşılandı.

Ölümü


Fransız yazar ve filozof Albert Camus adına abide, hayatını kaybettiği küçük Fransız kasabası Villeblevin
Camus, 4 Ocak 1960'ta, Sens yakınlarındaki küçük Villeblevin kasabasında "Le Grand Fossard" isimli bir yerde geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını kaybetti. Daha sonra mantosunun cebinde bir tren bileti bulunmuştur. Büyük bir olasılıkla, Camus gideceği yere trenle gitmeyi planlamıştı; fakat arkadaşıyla birlikte arabayla dönmeyi tercih etti. İronik biçimde, Camus daha önce en absürt ölüm şeklinin ne olduğu sorulduğunda, araba kazasında ölmeyi bunlardan biri olarak nitelendirmişti. Kazanın gerçekleştiği Facel Vega marka otomobilin sürücüsü ve yayımcı dostu da Camus'yle birlikte hayatını kaybetti. Camus Lourmarin Mezarlığı, Lourmarin, Vaucluse, Provence-Alpes-Côte d'Azur'de gömülmüştür.


Albert Camus, mezartaşı
Camus'nün ölümünden sonra telif hakları Camus'nün çocukları olan, Catherine ve Jean Camus'ye devredildi. Ölümünden sonra 1970'te "Mutlu Ölüm", 1995'te de öldüğünde hala bitmemiş olan "İlk Adam" yayımlandı.

Camus`ye göre "saçma"

Camus'nün felsefeye en büyük katkısı, insanların ne berraklık ne de anlam sunan dünyada bunları aramalarının sonucu olarak oluşan "absürt" fikridir. Filozof bu felsefesini "Sisifos Söylencesi"nde açıklayıp "Yabancı" ve "Veba" gibi romanlarında da işlemiştir.
Genelde varoluşçulukla birlikte ele alınan "Absürdizm" (Saçma, uyumsuzluk felsefesi) ile birçok yazar ilgilenmiş ve bu felsefi düşünce akımını kendine göre yorumlamıştır, Camus "saçma"`nın kurucusu değildir fakat bu düşünce akımında önemli bir yer tutar.
Camus, makalelerinde okuyanı dualizmle tanıştırır. Mutluluk ve keder, yaşam ve ölüm, karanlık ve aydınlık.. Hayatın çeşitli biçimlerde geçtiğini ve insanın ölümlü olduğu gerçeği de budur. Sisifos Söyleni`de bu dualizm bir çelişki halini alır: Bir yanda yaşayarak hayatlarımıza değer vermekte öte yandan eninde sonunda yok olacağımız gerçeğini de bilmekteyiz. Bu çelişkiyle yaşamak "Absürt"`ün ta kendisidir. Eğer hayatımızın anlamsız ve boşuna olduğunu biliyorsak, kendimizi öldürmeli miyiz? Bu trajedik kısır döngü nasıl aşılabilir? Camus saçma kavramını burada kurar: yaşamın beyhudeliğinin bilincinde olan insan. Fakat Camus intihardan yana değildir, yaşamın anlamsızlığının yok edilemeyeceğinin bilincindedir fakat bununla savaşmaktan kaçınmaz.

Varoluşçuluk ve absürdizm hakkındaki görüşleri

Bazı eleştirmenler Camus`yü kategorize etmeye çalışarak onun bir varoluşçu ya da absürdist olduğunu söyler. Eleştirmenlerin mi ya da Camus`nün kendi ifadesinin mi doğru olup olmadığı tartışılmakla birlikte, Camus etiketlenmeyi sevmediğini belirterek varoluşçu olduğu tanımına karşı çıkar: "Hayır, ben bir varoluşçu değilim. Sartre ile isimlerimizin yan yana anılmasına hep şaştık. Sartre ve ben kitaplarımızı birbirimizle gerçekten tanışmadan önce yayımladık. Birbirimizi tanıdığımızda ise ne kadar farklı olduğumuzu anladık. Sartre bir varoluşçudur, benim yayımladığım tek fikir kitabı Sisifos Söylencesi`dir ve sözde varoluşçu filozoflara karşı doğrultulmuştur.[1]
Bir absürdist olup olmadığı hakkında da şunları söyler:
"Absürt kelimesinin kötü bir geçmişi var ve bunun beni rahatsız ettiğini itiraf ediyorum. Absürt`ü Sisifos Söylencesi`de ele alırken, bir metod arıyordum doktrin değil. Sistemli bir şüphe pratiği yapıyordum. Daha sonra bir şeyler inşa edebileceği düşüncesiyle "tabula rasa" yöntemini kullanmaya çalışıyordum. Eğer hiçbir şeyin bir anlamı olmadığı varsayarsak, dünyanın absürt olduğu sonucuna ulaşmalıyız. Fakat gerçekten hiçbir şeyin hiçbir anlamı yok muydu? Bu noktada kalabileceğimize hiçbir zaman inanmadım."

Camus ve futbol

Camus`yle birlikte anılan ve sık sık gönderme yapılan konulardan biri de kaleciliğidir.[kaynak belirtilmeli] Bir süre Cezayir Üniversitesi genç takım kaleciliği yapmıştır ve maç raporlarına göre tutkuyla oynayan cesur bir kalecidir. Bir seferinde arkadaşı Charles Poncet "tiyatroyu mu yoksa futbolu mu" tercih edeceğini sorduğunda, "Tereddütsüz futbol" cevabını vermiştir.Tüberküloza yakalanınca futbolu bırakmak zorunda kalmıştır. 1950`li yıllarda bir spor dergisine futbol hakkında bir yazı yazması rica edilince şöyle demiştir:
« Ahlak ve insanın yükümlülükleri hakkında güvenebileceğim ne biliyorsam onu futbola borçluyum.[kaynak belirtilmeli] »
Camus, dini ve politik insanların aklımızı karışık ahlaki sistemlerle karıştırmaya çalıştığını böylece aslında basit olan şeylerin olduğundan daha komplike göründüğünü söyler.İnsanlar, politikacılar ve filozofların alanı yerine futbolun basit ahlakına bakmakla daha iyi edebilir.

Benzer Konular

10 Ocak 2009 / Ziyaretçi Cevaplanmış
23 Kasım 2008 / Ziyaretçi Cevaplanmış
17 Temmuz 2015 / Jumong Siyaset ww
11 Temmuz 2015 / _AERYU_ Sanat ww