Arama

Julia Pardoe

Güncelleme: 9 Kasım 2012 Gösterim: 1.633 Cevap: 1
ThinkerBeLL - avatarı
ThinkerBeLL
VIP VIP Üye
9 Kasım 2012       Mesaj #1
ThinkerBeLL - avatarı
VIP VIP Üye
Julia Pardoe (1806 - 1862)
MsXLabs.org & Vikipedi, özgür ansiklopedi
Sponsorlu Bağlantılar

Ad:  Julia_Pardoe.jpg
Gösterim: 317
Boyut:  37.7 KB
Julia Pardoe (d. 1806, Beverly, Yorkshire - ö. 26 Kasım 1862, Londra, Birleşik Krallık), İngiliz gezgin ve romancıdır.
İspanyol kökenli olduğu söylenen ve İngiliz kraliyet ordusunda binbaşı olarak Yarımada ve Waterloo savaşlarına katıldığı bilinen Thomas Pardoe'nun kızıdır. Küçük yaşta edebi eserler vermeye başlayan Julia Pardoe, 14 yaşında yazdığı ve ilk defa basılan şiir kitabı ile edebiyat hayatına atıldı. İlk dikkate değer eseri, Portekiz'e yapmış olduğu seyahate ait notlarını içeren ve 1833'te yayımlanan "Traits and Traditions of Portugal" adlı kitabıdır. Prenses Augusta'ya ithaf ettiği bu kitap ile, prensesin özel ilgisini çeken Pardoe, bu kitabında 15 ay süreyle kaldığı Portekiz'deki kişisel gözlemlerini anlatmıştır.
Babası ile 30 Aralık 1835'te İstanbul'a geldiği bilinen Pardoe, Lady Mary Wortley Montagu'dan sonra Türkiye hakkında en geniş bilgiye sahip ikinci yabancı kadın olma sıfatını kazanmıştır.
Dönemin İstanbul'unu ve yaşamını, kendine has renkli üslubu ile yazdığı "The City of the Sultan and Domestic Manners of the Turks (I-II, Londra, 1837)" adlı kitabında ele almıştır. Avrupa'da oryantalizm akımının başladığı dönemde çok ilgi çeken bu kitap, daha sonra 3 cilt olarak 1838, 1845 ve 1854'te tekrar basılmıştır.
İngiltere'de büyük ilgi uyandıran bu eserde bayram şenlikleri, saray düğün alayları, çarşılar, Türk aile yaşamı ve kadınlarına ilişkin gözlemler kelimelerle adeta resmedilmiştir. Eser Türkçeye "125 Yıl Önce İstanbul" (İstanbul, 1967) adıyla çevrilmiştir.
J. Pardoe'nun, İstanbul'da bulunduğu dönemde yapmış olduğu gözlemlerini gerçekçi bir dille ifade ettiği diğer bir eseri ise, 1838'de yayımlanan "The Beauties of the Bosphorus"tur. 1839, 1854 ve 1874'te yeni basımları yapılan kitap, 19. yy.da Avrupalıların geliştirmiş olduğu gravürlü kitap geleneğinin en iyi örneklerinden biridir. Ressam William Henry Bartlett'in çizdiği resimlerin, çelik baskı gravürleri ile de yazarın renkli anlatımının pekiştirildiği bu eserde, bir harita ve metin dışında 80 adet çelik baskı gravür ile İstanbul ve çevresindeki mimari doku ve günlük yaşam aslına son derece sadık kalarak yansıtılmıştır. Söz konusu kitabın Fransızca baskısı da yine 1838'de Londra'da yapılmıştır. Daha sonraki baskılarında Çanakkale Boğazı, Gelibolu, İzmir gibi yerlere ait bölümler de eklenerek gravür sayısı 86'ya, harita sayısı da 2'ye çıkarılmıştır.
İstanbul'da yaklaşık 9 ay kaldığı bilinen Pardoe, 1842'den sonra Londra'daki işlerinin yoğunluğundan bunalarak Gravesend yakınındaki Perry Street'te bulunan akrabalarının yanına, daha sonra da Kent'e yerleşmiştir. Hall, L. Hunt gibi çeşitli yazarlarca; sıcakkanlı, zeki, neşeli, anlatım ve edebiyatla ilgili konularda da aşırı coşkulu olduğu ifade edilen J. Pardoe'ya, edebiyat alanında vermiş olduğu 30 yıllık hizmetine karşılık Ocak 1860'ta bir pansiyon bağışlanmıştır.

Bibliyografi
Tarih derlemeleri ile kişisel gözlemlerini vurguladığı diğer eserleri şunlardır:
  • The City of the Sultan and Domestic Manners of the Turks (I-II, Londra, 1837)
  • The Romance of the Harem (1839, 1857), 2 cilt
  • Lord Morcar of Hereward (1829, 1837), 4 cilt
  • Louis XIV and the Court of France in the Seventeenth Country (1847, 1849, 1886), 3 cilt
  • The Court and Reign of Francis (1849, 1887), 2 cilt
  • The Life and Memoirs of Mario ve Modici, Queen and Regent of France (1852, 1890), 3 cilt
  • Speculation (1834), 3 cilt
  • The City of the Magyar; or Hungary and its Institutions (1840), 3 cilt
  • The Hungarian Castle (1842), 3 cilt
İtalyancadan İngilizceye şiir tercümelerinin de olduğu bilinmektedir. Ayrıca Binbir Gece Masalları'nın İngilizce tercümesinin de giriş bölümünü yazmıştır.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Biyografi Konusu: Julia Pardoe nereli hayatı kimdir.
Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!
ThinkerBeLL - avatarı
ThinkerBeLL
VIP VIP Üye
9 Kasım 2012       Mesaj #2
ThinkerBeLL - avatarı
VIP VIP Üye
Küçüksu'da Kadınlar

Sponsorlu Bağlantılar
Yazan: Julia PARDOE, 1838


Türk kadınlarını, tıpkı kendi evlerindeymiş gibi, rahat rahat hareket ederken ve oturup kalkarken görmek isteyen yabancı gezginlerin, sıcak yaz aylarında cuma günleri Küçüksu Vadisine gitmeleri gerekir. Üç taraftan da, üstleri fundalıklarla dolu yüksekçe tepelerin kuşattığı bu güzel yer, Yeniçerilerin hapishanesi olarak kullanılmış olan Rumelihisarı'nın tam karşısında denize doğru uzanır. Göksu Deresi bu vadiden geçip denize döküldüğü için buraya Göksu da denilmektedir. Ağaç dallarının gölgelediği bu dere, güneşin pırıl pırıl pırıldattığı Boğaz sularına doğru ışıldayarak, ağır ağır akmaktadır.
Burada çok güzel ve çok değişik görüntüler göze çarpar: Açık renk boyası insanın gönlüne ferahlık veren ve bahçesi çeşit çeşit fidanlarla dolu olan sarayın bulunduğu hafif eğimli arazide dolaştıktan sonra, derenin aktığı gölgelik yere inersiniz. Burada dereyi çevreleyen ağaçlar suların üzerinde koyu gölgeler bırakırlar ve sanki onun sessizliğini, durgunluğunu artırırlar.
Bu dolaylarda, bazı ağaç kümelerinin altlarında Müslümanlara özgü küçük mezarlıkların taşları göze çarpar. Zaten İstanbul'da mezarlıkların çoğu böyle, hep sessizliğin, huzurun, güzelliğin hakim olduğu çevrelerdedirler. Bu sırada, öğle güneşinin sıcaklığından korunmak için, ağaçların dalları arasına tünemiş bulunan kuşların keyifli cıvıltıları duyulur.
Kayıkçınız da buranın tatlı serinliğinden ferahlık duymuş olmalı ki, kayığı daha istekli hareketlerle basık bir köprüye doğru yönelir. Bu köprü, ırmağın en dar bir yerinde, Göksu Vadisini birbirine bağlar. Tatil gününü geçirmek, dinlenmek için buralara doluşmuş olan pek çok kimse, öğlen sıcağının kızgınlığından korunmak için öbek öbek gölgeliklerde toplanırlar. Üzeri arabesk tarzı bol süslerle işlenmiş çeşmeden su içerler. Yukarılardan esip gelen serin Boğaz rüzgârlarından yararlanmak amacıyla akşama kadar burada dinlenirler.
Burası geniş bir alanı kaplayan yeşil, çimenlik bir yerdir. Bu çimenliklere hanımlar seccadelerini yayarlar. Burada oturup çevreyi seyreder ya da arabayla gezinirler. Uzun süren yaz günlerini böylelikle geçirirler. Bu çimenlikle Göksu Deresi arasında, biraz daha küçük bir alanda sık bir koruluk bulunmaktadır.
Bu koruluğun arkası erkeklere ayrılmıştır. Onlar burada - kendilerinden çok daha konuşkan eşlerinin yaptıkları dedikodulardan uzak - çubuklarını tüttürerek, şerbetlerini içerek, kavun karpuz yiyerek eğlenirler. Burası, bu haliyle, dünyanın en çok görülmeye değer yerlerinden biridir.
Bir yanda, yumuşak çimenlerin üzerinden, sultanların arabaları ağır ağır geçerler. Bu arabaları çeken öküzlerin başlıkları üzerindeki aynalı levhalarla araba tentelerinin sarı kılaptan saçaklı kenarları güneş altında pırıl pırıl parlar. Bu sırada arabadaki sultanlar, yüzlerinde her zamankinden daha az özenli bağlanmış yaşmaklarıyla, ipek minderlerin üzerine yaslanmışlardır.
Öte yandan bir paşa eşinin süslü arabası geçer. Bu arabanın perde gibi sarkan kıvrımları açık renk saçaklıdır. Arabanın atlarına gelince: Onlar da son derece göz alıcı biçimde süslü püslüdürler. Arabanın içindeki yüzü yaşmaklı kadın zaman zaman, saf ve soluk benizli çekiciliğini elindeki yelpazeyle gizlermiş gibi yapar. Bu yelpaze, onun hem boş vakitlerini geçirmesine yarayan, hem de paha biçilmez mücevherlerle donatılmış narin parmaklı, bir peri eli kadar güzel ve bembeyaz bileğinin görülmesine yarayan bir araçtır.
Daha başka yörelerde beylerin, efendilerin ve Arabistanlı emirlerin eşleri; İran seccadeleriyle kırmızı renkli halılarını çimenliğe sermişlerdir. Bunlardan biraz yaşlanmış olanlar daha özgürcedir. Yaşmalarının, yüzlerinin alt yanını örten parçasını kaldırarak kadınlara özgü özel çubuklarını tüttürüp keyif çatarlar. Genç olanları, seccadenin kenarına diz çökmüş halayıklarının tuttuğu aynaya ki ayna Türk kadınının en sırdaş en sürekli arkadaşıdır bakıp hortozlarını düzelterek eğlenirler. Bu eğlence de onlar için büyüklerininkinden daha aşağı değildir.

Ayna, özellikle Türk kadınları için, yaratılmış en güzel oyuncaklardır. Doğulu bir güzel kadın için, bunların işlenmesinde gösterilen zevk, yapıldığı metalin değerinin yüksek olması kadar önemlidir. Kadınlar için bu çok gerekli oyuncaklardan biri, hele haremde, mutlaka onun her zaman yanıbaşındadır. Her kafesli arabanın içinde bunlardan en az dört tanesi, yaldızlı iç kaplamaların üzerine geçirilmiştir. Böylelikle, araba giderken, onun içindeki güzel hanım da aynaya vuran kendi güzel çekiciliğini rahatlıkla seyredebilir. Hemen hiçbir Türk hanımı yoktur ki, Büyükdere'den İstanbul'a kadar süren üç saatlik yolculuğu, çok sevdiği aynası olmadan yapsın!

Genellikle yuvarlak biçimli ve çoğunlukla çerçevesiyle sapı aynı metalden yapılan ve aynı motifli süslenmiş bulunan bu aynaların bir kısmı ağır oyma işi işlenmiş, altın ya da gümüş çerçeve içine yerleştirilmiştir. Üzerleri de değerli taşlarla süslüdür. Ne var ki aynaların böyleleri yalnızca saraylarda, soylu ve varlıklı kimselerin konaklarında bulunur. Ötekiler renkli kadife çerçeveler üzerine, Türklere özgü bir ustalıkla, en zarif motifler verilerek inci ya da sırma işlemeli aynalardır. Daha aşağı sınıflarda bulunan kadınların aynaya ilgisiz oldukları sanılmasın; bunların da aynaları vardır. Ancak çerçeveleri tahtadandır. Üzerleri parlak boyalarla süslenmiştir ve ötekilerden küçüktürler.
Yukarıdan beri tanımlamaya çalıştığım üzere, insanlarla tıklım tıklım dolu olan Küçüksu, kendi başına bütünüyle Doğuya özgü özellikler taşımaktadır. Şimdi bu özellikleri birer birer gözden geçirelim:
Bir yanda, ağaçların altından ağır ağır geçen kırmızı kaplama geçirilmiş arabalar, çimenlerin üzerine yayılmış yüzü yaşmaklı kadınlar, ortalıkta hanımlarına hizmet için dolaşan halayıklar; öte yandan başlarındaki tablalarla, satış yapmak için oradan oraya koşuşturan garip kılıklı muhallebiciler ve tatlıcılar göze çarpıyordu. Tatlıcıların başlarının üzerindeki tablalarda küçük küçük raflar vardı. Bunların üstünde de çeşit çeşit dizili, iştah kabartan cam ve porselen tabaklar. Müşteriler pembe renkli tabaklarda muhallebi, sarı renkte olanlarda da çeşitli öteki tatlıları yiyorlardı.
Biraz ötede yoğurtçu, omzundaki sırığa bağlı tepsileri sallaya sallaya yürüyordu. Bu tepsilerin içinde, üstleri sarı kaymak tutmuş, kahverengi toprak yoğurt çanakları bulunuyordu. Daha ilerdeyse ayı ve maymun oynatıcılar; onların da daha ötesinde burnu güneşten yanmış, başında geniş bir hasır şapka ve üzerine Frenk elbisesi giymiş bir Rum dondurmacı, çevresindeki halka dondurma satmak için değişik dillerde malının övgüsünü yaparak dolaşıyordu. Belli ki bu çabası, mümkün olduğu kadar çok dondurma satmak ve çok para kazanmak hırsından ileri geliyordu. Sonra, başı sarıklı, elinde bir toprak testi ve birkaç bardakla harıl harıl yanı yöreyi dolaşan sucu. Yüksek kesimden hanımların seccadelerini, çubuklarını şurdan buraya taşıyan hizmetçiler, kırmızı şeftaliler, salkım salkım izmir üzümleri, öbek öber fındıklar, yapraklarıyla ve dalıyla koparılmış erikleri satan meyveciler, kavun ve kabukları zümrüt yeşili karpuz yığınları üzerinde oturan sergiciler. Hele "topatan" dedikleri kavunun misk kokusu her tarafı sarıyordu!
İstanbul'un Anadolu yakasındaki yerlilerin en çok göze çarpan kıyafetleri, tambur sesleri; bu seslere uyarak, içinde güzel hanımların bulunduğu bir arabanın önünde yarım daire yaparak oturup türkü söyleyen beş altı Rum'un akortsuz sesleri... Bütün bunlar, zaten başlı başına çok mükemmel olan bu dekoru sanki daha da tamamlamak için öyle bir elbirliği etmişlerdi ki, burası hakkında önceden hiçbir fikri olmayan bir Avrupalı eğer buraya getirilmiş olsaydı, o zamana kadar bazı mübalağacı masalcıların uydurmaları olarak sandığı şeylerin gerçeğe uygunluğu karşısında ne yapacağını şaşırır, büyülendiğini hisseder gibi olurdu.
Küçüksu vadisinin bu anlatmaya çalıştığım kısmını, fazla olarak da, "Padişah Ağacı" denilen ihtişamlı bir ağacın bulunduğu son derece güzel bir deniz kıyısı süslemektedir. Padişah Küçüksu'ya geldiği vakitler, oturması için, bu ağacın altına bir halı serilirmiş. Bunun biraz ilerisinde söğüt ağaçlarının gölgelediği yüksekçe bir yer vardır. Bu yüksekçe yerin bir yanına güzel bir köşe taşı yapılmıştır. Kimbilir bu taşın üzerine konan tozlar bile ne kadar talihli tozlardır.
Oturmak için iyi bir köşe seçip seccademizi, minderlerimizi yaydıktan ve yiyeceklerimizi hazırladıktan sonra, bizimle birlikte pikniğe gelen dostlarımızdan bir kısmı avlanmak için çevredeki tepelere çıktılar. Madam S. ile ben de, gittikçe yoğunlaşan insan kalabalığının meydana getirdiği bir halkanın yanında içinde gezinmeye başladık. Elimizde olmayarak etrafımızdakilere hayran hayran bakıyorduk. Bu halimizi görenler bizi candan gönülden selamlıyorlardı. Nihayet bunlardan birisi çok kibirli ya da arabalarından inmeye tenezzül etmeyen, belki de üşenen birkaç hanıma, bizim kim olduğumuzu sordu. Kimdik, nereden gelmiştik ve burada ne yapıyorduk? Bu ve buna benzer, insanın sabrını tüketen daha başka bir sürü sorulan cevaplandırmamız için gülümseyerek ricada bulundu. Biz de cevaplamak için durmaya mecbur olduk. Bu hanımlardan hiç birisi güzel değildi; fakat hepsi nazik ve iyi insanlardı. Aslında sordukları soruların hiç birisi kendilerini ilgilendirecek şeyler değildi. Böyle olduğu halde karşılıklı konuştuk. Kendilerini ve bizi az çok ilgilendiren konular bularak sohbet ettik.
Türk hanımlarının yabancılara gösterdikleri nezaket ve incelik derecesi hiçbir şeyle ölçülemez. Onlar bir Avrupalı kadın gördüler mi her zaman onlarla tanışmak ve konuşmaktan zevk alırlar. Gerçi kendileriyle tanışmadan önce onlara karşı biraz çekingendirler; lakin tanıştıktan sonra öylesine candan ve tabii bir karşılayışları vardır ki bu yabancı kadınların Türk kadınlarına karşı beslediği yanlış duyguyu bir anda eritir gider. Tanıştıktan sonra artık, kendilerinin olan her şey beş dakikaya kalmadan önünüzdedir. Yemekte oldukları meyvaları ve kendi elleriyle hazırladıkları güzel kokulu şerbetler çeşidinden neleri varsa size ikram ederler. Onlarla ahbaplık etmeniz için sadece neşeli olmanız, size hiç bir zararı olmayan meraklarını hoş görmeniz ve, elinizden geldiği kadar, gösterdikleri nezakete sizin de aynı yolda cevap vermeniz gerekir. Avrupalıların hemen hepsi Türk kadınlarını, her şeye karşı hiç de hoşa gitmeyen bir umursamazlık ve davranışlarında da soğuk olmakla suçlandırırlar. Bundan dolayı da onlardan adeta ürkerler. Oysa benim gördüğüm hanımlarda bu hallerden hiç eser yok. Tersine, salt kendilerine özgü hoş bir nezaketleri var ki, bu ancak yaratılıştan gelmektedir. Bu halleri, onların düşünüşlerindeki sadelik ve karakterlerinin verdiği özdenlik ve içtenlikle birleşince yaşamın anlamını bir kat daha inceleştirir ve ona daha bir çekicilik verir. Kısa sürdüğü halde hoş olan bu görüşmeleriniz sırasında içiniz kadar gözleriniz de şenlenir. Çünkü bir Osmanlı hanımının zarif kıyafeti, her an nazik olmaya hazır ve kendine hâkim davranışlarındaki ağırbaşlılık; yabancılar tarafından onlara yakıştırılan "kibirli, soğuk ve değersiz çekicilik" vasıflarına hiç de layık olmadıklarını gösterir. Ne varki onlar nazik davranmak konusunda ne kadar içten ve istekli iseler, yersiz münasebetsizliklere karşı da o denli hassas ve titizdirler. Biz, arabadaki hanımları başımızla selamlayıp yürümek üzere idik ki bunlardan yaşlıca birisi bize dört tane salatalık ikram etti. Bu sebzeyi Türkler büyük bir zevkle ve bir meyva imiş gibi yiyorlar. Hazımları güç olan bu şeyleri yemek istemediğimiz halde, candan ve bir ikram olarak sunulmuş olduklar için, biz de candan kabul ettik. Bu olay, belki önemli değildir ama, bir gerçeği ispatlamak için söz konusu ediyorum: Biz hanımlarla karşılaştığımız vakit onlar bu salatalıklardan yiyorlardı. Bir İngiliz hanımı, bir yabancı ile karşılaştığı zaman, nasıl arabasındaki sandviç ve şampanyadan ibaret yiyecekleriden ikram etmek için davra­nırsa, onlar da tam bizim duygularımızla salatalıklarını bize uzattılar.
Bu arabanın biraz ötesinde başka bir hanımla karşılaştık. Arabasından inmiş, ağır bir İran halısının üzerinde namaz kılıyordu. Bu seccadenin süslü motifli kenarında pek çok ve güzel oymalarla işlenmiş gümüş bir ibrik durmaktaydı. Bu ibrik herhalde onun abdest alması içindi. Tam arkasında da kollarını kavuşturmuş üç halayık ayakta bekliyordu. Hanım namazını kılarken, ibadetinin vecdi ile o kadar kendinden geçmişti ki, onlar için her zaman bir merak konusu olan Avrupalı kadınların gözükmesi bile, kendisinin gözlerini seccadeden kaldırtmaya yetmemişti. Küçük ellerini göğsünde kavuşturarak, başı yere eğili, sessizce duasını okuyuşunda ne derin bir anlam vardı. Kalbin sesi olan bu duanın, yüksek sesle okunmasına ihtiyaç yoktu. Eğer bu hanımı başka bir şeyle meşgul olurken görseydim, sırf dünyanın pek eşsiz güzelliklerinden birini seyretmek zevkini daha çok tatmak için, orada daha bir saat durabilirdim. Fakat biliyordum ki o ibadet ederken yanına fazla yaklaşmak ve kendisini inceler gibi görünmek bir saygısızlıktır; bunun için yanından ayrıldım.
İster işinde, ister eğlencesinde olsun; isterse bulunduğu mevki çok yüksek bir derecede olsun, bir Türk kadınının zamanı gelince dini görevini yerine getirmesine hiç bir şey engel olamaz. Böyle olduğu gibi, ibadet zamanı, bulunduğu yerin de bir önemi ve etkisi yoktur. Padişahın kızkardeşinin Kâğıthane'de, ya da halkın yine toplu olarak bulunduğu başka bir yerde, namaz vakti geldiği zaman, arabasından indiği ve cariyeleri namaz seccadesini yere yaydıktan sonra çevreyi dolduran halkın gözleri önünde, kalabalığın sesleri arasında sanki sarayının bir odasında yalnız başına imiş gibi sessiz ve telaşsız bir halde yere diz çökerek namazını kıldığı sık sık raslanan hallerdendir...
Küçüksu'da yüksek ağaçların sık yapraklı dalları altında ve yeşil çayırlar üzerinde, çevreyi kuşatan tepelerden vadiye doğru püfür püfür esen rüzgârla serinlememiz ve ikide birde etrafımızdakilerle selamlaşarak dolaşmamız ne kadar keyifli bir şeydir. Bu arada her an padişahın da gelmesi bekleniyordu. Bundan dolayı bütün gözler, arada bir, onun geleceği yola doğru dikiliyordu. Fakat ne yazık ki bu bakışlar boşa gitti; padişah o gün gelmedi.
Dolaşırken birden dikkatimizi çeken bir arabaya rastladık. Sırtları boyalı öküzler, arabalardan çözülmüşler, biraz ötede otluyorlardı. İstanbul'da hali vakti yerinde ailelerin arabaları, beyaz denecek oranda açık renkli öküzlerle çekilir. Bunların parlak tüylü derileri yer yer turuncu renge boyanır. Bu da onlara ayrı bir özellik verir.
Birtakım cariyeler arabanın iki geçesinde sanki bir duvar meydana getirir gibi dizilmişlerdi. Önde de iki zenci haremağası duruyordu. Bütün bunlar, oradaki kimsenin varlıklı kesimden biri olduğunun belirtileriydi. Bunu anlayınca arabaya doğru yürürken adımlarımızı daha da ağırlaştırdık. Böylelikle arabanın içindekilerin kim olduklarını yakından görmek istiyorduk. Arabanın içinde iki hanım vardı. Pek ağırbaşlı olan yaşlıcası çubuk içiyordu. Güzel olan genci de, zengin işlemeli minder ve yastıkların arasına öyle gömülmüştü ki, görünüşü adeta hayal meyal seçiliyordu. Bu hanım için "güzel" deyimini kullanıyorum; fakat sanırım kelime yine de yetersiz. Çünkü kendisine yaklaştığımızda, elinde tuttuğu pek az rastlanır değerdeki devekuşu tüyleriyle çerçevelenmiş aynayı bıraktığı zaman, gördüğüm yüze o güne kadar dünyada başka hiçbir yerde rastlamamıştım. Teni öylesine beyazdı ki, yaşmağının kıvrımlarıyla bu yaşmağın altındaki alnın rengi arasında hemen hemen hiçbir renk farkı yoktu. Hele o gözler!.. Soluk yanaklarının üzerinde, samurdan püsküllere benzeyen ve gecenin zifiri karanlığı kadar siyah kirpiklerin altında gömülü bu gözler ne kadar ince, ne kadar mahzun bakışlıydı! Ben böylesi gözleri ancak düşlerde görebilirdim! İnce ve keskin çizgili bir burnu vardı, Yüzünün o güzel oval biçimi, üstünde sıkıca bağlanan yaşmaktan iyice belli oluyordu. Bu güzel, o zamana kadar gördüğüm ve ancak en yüksek bir hayalin yaratabileceği, dille tanımlanması çok zor ve hemen hemen bir benzeri daha görülmemiş bir güzeldi. Atlas örtünün üzerinde yığılı minder ve yastıklara nazlı nazlı gömülmüştü. Ellerinde, boynunda, kulaklarında mücevherler parlıyordu. Ama her halinden anlaşılıyordu, hatta kuşku yoktu ki, mutsuz bir insandı... Derin bir umutsuzluk içinde yüzdüğü soluk çehresinin ifadesinden açıkça anlaşılıyordu. Onun yaşamöyküsünü öğrenmek için neler feda etmezdim!..
Ben bu güzel hanıma uzun uzun bakarken, elimde olmayarak, içimdeki duyguları belirtmiş olmalıyım ki, gözlerimi kendisinden ayırmadan önce, yüzünde hüzünlü ve tatlı bir gülümseme belirdi. Göz gözeydik. Güzelliğine acıma duygusu içinde baktığımı sezmiş de teşekkür ediyormuş gibi elini selam niteliğinde göğsünün üzerine koydu. Bütün bu süre içinde yanındaki yaşlı hanım, sanki gönlü ferah birisinin yanında oturuyormuş gibi, tam bir huzur içinde çubuğunu içmeye devam, ediyordu. Görkemli arabanın saçakları güneş altında parıl parıl parlarken, onun içindeki, başı önüne eğik ve düşünceli o güzel kadından her taraf, herkes şenlik ve mutlulukla doluydu.
Bu hanımefendinin kim olduğunu öğrenmek için elimden geldiğince sorup soruşturdum. Ama kesin bir bilgi elde edemedim. Yalnız sorduklarımdan biri, onun, bir paşanın gözde eşlerinden biri olduğunu söyledi; ama paşanın adını unutmuştu, belki de söylemek istemiyordu. Onun için bu yetersiz bilgiyle yetinmekten başka çare bulamadım.
Gündüzün erken saatlerinden vadideki çayırlığı dolduran insan kalabalığı, şimdi bu güzel yerin deniz kıyısında iki taraflı ağaçların uzandığı meydana doğru gölgelik yerde birikmişlerdi. Kıyıyı süsleyen bu ağaçlar, daha önce anlattığım çeşmede sona eriyordu. Bir yanda padişahın yaldız boyalı köşkü görülüyor, onun yanıbaşında, ince minaresi gökyüzüne fişek gibi fırlayan ve etrafındaki sık yapraklı ağaçların arasında çatısı hemen hemen kaybolan küçük mescit görünüyordu. Öte yanda bir yığın araba yanı yöreyi doldurmuştu. Ortada çimenler üzerinde benek benek kadın toplulukları göze çarpıyor; renk renk elbiseler giyinmiş küçük çocuklar, körpe vücutlarıyla neşe içinde hoplayıp zıplıyorlardı.

Burası bir yabancı için tam bir esin kaynağıydı. Bütün bu toplulukta göze çarpacak kadar belirgin ve yaygın olan nezaketi ve iyi kalpliliği görmek sezmek çok zevk verici bir şey. Böyle bir yeri bir kez gören bir Avrupalının, nasıl olup da, kendi ülkesine Türk insanı hakkında kötü izlenimlerle dönebileceğine bir türlü aklım ermiyor.

Bunlara bir de, Türkiye'de hiç kimseden esirgenmeyen nazik ve gönül alıcı gülümseme ve hemen verilen içten ve özden selam eklenirse; Türklerin tabiilikten ve iyikalplilikten doğan yalın zevkleri seçmekle ne kadar akıllılık ettikleri kendiliğinden anlaşılır. Çünkü Avrupalılar; ince ve daha kendilerine özgü bir zevki yaşayabilmek imkanlarından yoksundurlar.Yüksek mevki sahibi olmak, yüksek başarıya ulaşmak tutkusuyla kendilerini yer dururlar; bunun sonucu olarak da belki gösterişsiz, fakat huzurlu eğlenme ve dinlenme yollarını yitirmiş durumdadırlar.
Ne var ki, bana burada "ince" kelimesini de yerinde kullanmadım gibi geliyor. Aslında Türkiye'deki zevkler gibi yalın zevkler, Batının gösterişe dayalı israfından çok daha ince ve soyludur. Doğanın engin kutsallığı, Avrupa'nın mevki sahibi kişilerinin süslü salonlarından daha üstün ve daha görülmeye değer şeyler değil midir? Fundalıklı tepelerden esen ve aşağıdaki iç açıcı vadiye bahar çiçeklerinin kokusunu yayan rüzgâr, büyük sosyetelerin parfüm kokusu sinmiş duvarlarından daha mı az tatlı kokmaktadır?
Eğer bunlar için: "Uygarlıktan yoksun zevkler" deniyorsa, o zaman Türklerin dünyanın en uygarlaşmış insanları olmaları gerekir. Çünkü bu gibi şeyler, onların en büyük zevk kaynaklarıdır. İstanbul'da bir Nazır, işinin türlü kaygılarım, bir işçi, haftanın tüm ağır yorgunluğunu doğanın koynunda ve doğa sevgisiyle giderir.
Bu gerçeğe, asla Küçüksu'da olduğu kadar inanmamıştım. Türkiye'deki kadınları, toplu bir halde, bundan daha yakından da görmemiştim, Herkesin yüzlerinde eğlendikleri ve dinlendikleri belli oluyordu. Akşam yaklaşıp kayığımıza döndüğümüz ve Küçüksu'dan ayrıldığımız zaman, artık İstanbul'un insanlarını, kadınlarını daha iyi tanıdığıma, onların sosyal karakterlerini daha yakından sezinlemiş olduğuma gerçekten inanıyordum, Önemli ve üstünde durulmaya değer nokta şudur; Bir Avrupalı bu ülke halkını ne kadar yakından tanır, onların içgüdülerini inceler, geleneklerinin sağlamlığını sezinlemeye çalışırsa, giderek, Türklerin yüce günüllülüğüne o oranda daha çok hayran kalır.
Açıkça söylemek zorundayım ki hiçbir Avrupalı kadın topluluğu, iki yabancı kadını Küçüksu'da geçirdiğimiz gün Türk kadınlarının bizi karşıladıkları kadar candan karşılamaz ve arkadaşımla bana davrandıkları gibi davranmazdı. O gün ortalıkta işsiz güçsüz dolaşan biz "gâvurlar" her tarafta güler yüzle selamlandık. Her yerde biraz durup konuşmaya zorlandık ve onların her türlü yiyeceklerinden yemeye davet edildik Kısacası, ilk kez belki de yalnızca o gün için görülüp de bir daha asla karşılanamayacak kimseler gibi değil, eskiden beri süregelen, uzun sürmüş ve uzun sürecek bir arkadaş muamelesi gördük.
Durum böyleyken, İstanbul'da oturmakta olan Avrupalı hanımların, bîr Türk ailesiyle tanışıp dostluk kurmaları pek seyrek görülen bir olaydır. Hatta birkaç gün sonra kendisine Göksu gezintimi anlattığım bu hanımlardan biri ne dese beğenirsiniz:
- Türk kadınlarından korkmadınız mı?..



Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!

Benzer Konular

22 Şubat 2009 / KisukE UraharA Sinema ww
25 Mart 2009 / careless_WhispeR Sinema ww
15 Ağustos 2012 / Sasuke Uchiha Basın/Magazin ww
30 Nisan 2008 / KENCISii Edebiyat ww
23 Kasım 2015 / Jumong Sinema ww