Arama

Edebiyat Platformu (Edebiyat Hakkında Makaleler)

Güncelleme: 13 Şubat 2013 Gösterim: 38.223 Cevap: 3
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Ekim 2006       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Edebiyat hakkında söyleşiler, makaleler, görüşler..

Sponsorlu Bağlantılar
Fanzin

Size ait olan tüm eserler bir fanzin malzemesi olabilir aslında. Çünkü siz ne yapmak, nasıl yapmak isterseniz “Fanzin” odur. Tuttuğunuz günlüğü, karaladığınız şiiri, kestiğiniz bir gazete veya dergi sayfasını fanzine dönüştürebilirsiniz.


Fanzin, en basit tanımıyla: Kuralsız yayınlardır. Gazete ve dergiden farklı olarak; genellikle fotokopi yöntemiyle çoğaltılır, yazarları kendilerini deşifre etmeyecek isimler kullanır, tiraj amacı, buna bağlı olarak popülerlik amacı yoktur, dağıtımı parasız ve basit yöntemlerle yapılır ve bağımsız olurlar.
Kuralsız olması, kural tanımayanların yayını olmasını sağlar ve sokağın, alt kültürün, kaybedenlerin, gerçeği bilenlerin haykırışı olarak ortaya çıkar. Hiçbir fanzin, kazanç amaçlı oluşturulmamalıdır, sponsor bulmamalı veya şöhret olmak için kullanılmamalıdır. Çünkü tüm bunlar da kurala bağlı ve kurala bağımlı şeyleri gerektirir.
Günümüzde tanınan birçok yazar, ilk olarak fanzinlerle yola çıkmıştır. Daha sonra fanzinlere bağlı kalarak, ya yayınevi kurmuş ya da onlarca kitap yazmışlardır. Ancak yine de fanzinlere olan destekleri ve ilgileri sürmektedir.
Her zaman ilginç tasarımlarıyla(çoğu kez cut-out:kes-yapıştır yöntemiyle), vurucu yazılarıyla, cesaretleriyle ayrı bir yere sahip fanzinler, aslında edebiyatın pek bilinmeyen bir köşesinde kalır. Zaten amaç budur!..
Her ülkede binlerce örneği bulunan bu aykırı yayınları, çoğu kişi bilmeden de olsa oluşturmuştur. Bir araştırma yapacak olursanız –özellikle İstanbul, Ankara, İzmir’de- birçok kitapevinde veya sahafta fanzinlere rastlarsınız. Ancak genelde periyotsuz olmaları işinizi zorlaştıracaktır. Türkiye’de tahmin edilemeyecek kadar fanzin basılmış, bazıları arkadaşlar arasında bilinen, bazılarıysa efsaneleşmiş, örnek alınan fanzinler olmuştur.
Fanzin’in sabit bir konusu yoktur; edebiyatın her yazın türü, resim, müzik, yaşam, kültür, siyaset vs. fanzin içeriğinde olabilir. Tek sayfa, kırk sayfa ya da yüz sayfa da olsa fanzin fanzindir. Ne de olsa kural yok!

-Alıntıdır (rockinrock.net)-

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Dark-Line - avatarı
Dark-Line
Ziyaretçi
26 Temmuz 2007       Mesaj #2
Dark-Line - avatarı
Ziyaretçi
ROMAN

Sponsorlu Bağlantılar
Olmuş veya olması muhtemel olayların anlatıldığı uzun yazılardır. İlk örneklerini 15.y.y. da Fransız yazar Rabelais vermiştir. Ancak asıl niteliklerini Romantizm ve Realizm akımları döneminde kazanmıştır.

Roman belli bir olay etrafında gelişir ve olaylar ayrıntılarıyla anlatılır. Çoğu zaman şahıs kadrosu geniştir. Kişiler ayrıntılı olarak tanıtılır. Çevrenin tanıtımına özen gösterilir.

Temsil ettiği akıma göre romantik roman, natüralist roman, realist roman; konusuna göre aşk romanı, toplumsal roman, polisiye roman, macera romanı gibi isimler alır.

Türk edebiyatında Tanzimat’tan sonra görülür. İlk örneği Şemseddin Sami’nin Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat adlı romanıdır. Batı romanı ölçüsünde en başarılı romanı Halit Ziya Uşaklıgil yazmıştır. Namık Kemal, Mehmet Rauf, Reşat Nuri, Yakup Kadri, Peyami Safa diğer ünlü romancılarımızdır.

HİKAYE

Anlatımı bakımından romana benzeyen, ancak romandan daha kısa yazı türüdür.

Hikâyede olaylar genellikle yüzeyseldir. Kişiler çoğu zaman hayatlarının belli bir ânı içinde anlatılır. Genellikle kişilerin tek yönü üzerinde ( çalışkanlık, titizlik, korkaklık vs. ) durulur. Bu da romanda aynı dönemlerde oluşmaya başlamış ve özellikle Realizm döneminde önemli bir tür haline gelmiştir.

İki tür hikâye görülür. Bunlar klasik hikâye ve modern hikâyedir.

Mauppasant tarzı da denilen kilasik hikâye yukarıda anlattığımız özelliğe uyar.

Çehov tarzı denen modern hikâyede ise belli bir kişi olmadığı gibi belli olaylar da çoğu kez yoktur. Yazarın kendiyle sohbet ediyormuş gibi bir anlatımı vardır; çoğu kez birinci kişinin ağzından anlatıldığı olur.

Türk edebiyatında yine Tanzimat’la görülmeye başlanan hikâye türünde Halit Ziya, Ömer Seyfettin, Memduh Şevket, Sait Faik önemli eserler vermişlerdir.


MASAL

Halk dilinde anlatılarak oluşan sözlü edebiyat ürünüdür. Bir yazar tarafından sonradan yazıya geçirilmiştir.

Masallarda olaylar tamamen hayal ürünüdür. Yer ve zaman belli değildir. Kahramanlar insan üstü özellikler gösterir. İyiler hep iyi, kötüler hep kötüdür. İyiler ödüllendirilir, kötüler cezalandırılır. Masallarda eğiticilik esastır. Çoğu kez evrensel konular işlenir. Dünya edebiyatında Kelile ve Dimne, Binbir Gece Masalları ünlüdür. Türk edebiyatında Keloğlan en tanınmış masal kahramanıdır. Eflatun Cem Güney masallarımız derlemiş ve bir kitap halinde yayımlamıştır.



DENEME

Yazarın herhangi bir konudaki görüşlerini, kesin kurallara varmadan, kanıtlamaya kalkmadan, okuyucuyu inanmaya zorlamadan anlattığı yazı türüdür.

Deneme yazarı görüşlerini aktarırken samimi bir dil kullanır. Kendi diliyle konuşuyormuş gibi bir hava içindedir.

Deneme her konuda yazılabilir. Ancak daha çok tercih edilen konu her devrin, her ulusun insanı ilgilendiren, kalıcı, evrensel konulardır. Ele alınan konu çoğu zaman derinleştirilerek anlatılır.

Denemenin özelliğini Nurullah Ataç’ın şu sözleriyle özetleyebiliriz:

“ Deneme, ben’in ülkesidir. ‘Ben’ demekten çekinen, her görgüsüne, her görevine ister istemez bir parça kattığını kabul etmeyen kişi denemeciliğe özenmesin.”

Denemenin ilk örneklerini Fransız yazar Montaigne vermiştir. Daha sonra İngiliz yazar Bacon türü geliştirmiştir.

Edebiyatımızda Cumhuriyet’ten sonra görülmeye başlanan bu türde Nurullah Ataç, Suut Kemal Yetkin, Sebahattin Eyüboğlu, Ahmet Haşim güzel örnekler vermişlerdir.

FIKRA

Yazarın gündelik olayları özel bir görüşle, güzel bir üslupla, hiç kanıtlama gereği duymadan yazdığı kısa günübirlik yazılardır. Bu tür yazıları nükteli hikâyecikler biçimindeki Nasrettin Hoca fıkralarıyla karıştırmayalım.

Fıkra, bir gazete yazı türüdür. Gazetenin belli bir köşesinde genel bir başlıkla yazılan fıkralarda mesele kısaca incelenir ve mutlaka bir sonuca varılır. Daha çok alaylı bir dille, bazen eleştiri bazen sohbet tarzında yazılır. Okuyucuyla sohbet ediyormuş gibi bir hava hâkimdir yazılarda.

Edebiyatımızda özellikle Ahmet Rasim fıkralarıyla tanınır. Daha sonra Ahmet Haşim, Refik Halit, Peyami Safa sayılabilir.

MAKALE

Yazarın herhangi bir konudaki görüşlerini, belli kanıtlar, belgeler, inandırıcı veriler kullanarak kanıtlamaya çalıştığı ve böylece okuyucuyu bilgilendirmeyi amaçladığı yazı türüdür. Makalede temel unsur düşüncedir.

Makale, gazete ile birlikte ortaya çıkmış bir gazete yazı türüdür. Bizde de ilk özel gazete olan Tercüman - ı Ahval gazetesinin çıkmasıyla görülür. İlk makale de aynı gazetede Şinasi tarafından yazılmıştır.

Makalede amaç bilgi aktarmak ya da görüşlerine okuyucuyu inandırmak olduğundan açık, anlaşılır, ciddi bir dil kullanılır. Seçilen konuya göre uzun da olabilir kısa da.

Makale her konuda yazılabilir. Bu konu günlük olabileceği gibi, felsefi, bilimsel, sanatsal da olabilir. Ama edebi makale elbette sanatla ilgili olanıdır.

Edebiyatımızda Tanzimat döneminden beri görülen makale türünde Namık Kemal, Hüseyin Cahit, Ziya Gökalp, Peyami Safa, Falih Rıfkı Atay, Halit Fahri Ozansoy, Yaşar Nabi ünlü birkaç isimdir.

ELEŞTİRİ

Bir sanatçının, bir sanat eserinin iyi ve kötü yanlarını ortaya koyarak onun gerçek değerini belirleyen yazılardır. Eleştiri yazarı – yani eleştirmen – eser hakkında okuyucuyu bilgilendirir; hem eserin yazarına hem okura yol gösterir.

İki tür eleştiri vardır: İzlenimsel eleştiri ve nesnel eleştiri.

İzlenimsel eleştiri, Anatole France’in ilkelerini belirlediği ve eleştirmenin bir eseri kendi zevk ölçülerini göz önüne alarak incelediği eleştiri türüdür. Bu tür eleştirilerde öznel yargılar çok olacağından günümüzde bu tür pek rağbet görmez.

Nesnel eleştiride ise her eserin değerlendirilmesinde kullanılabilecek belli ölçütler vardır. Eleştirmen mümkün olduğunca kişisel yargılarda bulunmaktan kaçınır. Bilimsel araştırmalardan yararlanarak, eseri ister beğensin ister beğenmesin, tarafsız bir gözle onun değerini ortaya koyar.

Avrupa’da Boielau, Saint Beuve, Taine, France eleştirileriyle tanınır.

Edebiyatımızda Hüseyin Cahit, Cenap Şehabettin, Ali Canip, Yakup Kadri, Nurullah Ataç, Mahmet Kaplan, Cemil Meriç, eleştiri alanında yazılar yazan ünlü birkaç isimdir.

GEZİ YAZISI

Gezilip görülen yerler hakkında yazılan yazılardır. Kişi gezi esnasında birçok yer görür, birçok insanla tanışır; bunları hafızada tutmak güç olacağından gezi esnesında not alınır ve gezi yazılarında bunlar hikâye edilir.

Gezi yazısında yazar daima gezdiği yerleri anlatmalı, uydurma, yanlış bilgiler vermemelidir. Gördüklerini okuyucunun daha iyi algılaması için, karşılaştırma yapar. Okur sanki o yerleri yazarla birlikte gezer gibi olur.

Eski edebiyatımızda gezi yazısına seyahatname denir. Bu alanda Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi ünlüdür. Ancak asıl gezi yazıları Avrupa’ya açılma döneminde görülmeye başlanmış, gidieln Avrupa şehirleri ile ilgili yazılar yazılmıştır. Namık Kemal, Ziya Paşa bunların başında gelir.

Gezi yazılarını kitaplaştıran yazarlarımız da vardır. Ahmet Mithat Efendi, Avrupa’da Bir Cevelan; Cenap Şahabettin Hac Yolunda, Avrupa Mektupları; Ahmet Haşim, Frankfurt Seyahatnamesi; Reşat Nuri, Anadolu Notları; Falih Rıfkı, Deniz Aşırı, Zeytin Dağı, Taymis Kıyıları bunlardan bazılarıdır.

ANI

Bir yazarın kendisinin yaşadığı ya da tanık olduğu olayları sanat değeri taşıyan bir üslupla anlattığı yazılardır. Yazarın kendini okuar açtığı bir tür olduğunda içtendir ve bu yönüyle çok tutulur. Anılar belli bir dönemin yorumlandığı yazılar olduğundan tarihi bir belge özelliği gösterir. Ancak bu bilimsel olamaz; çünkü yazarın olaylara kişisel bakışı söz konusudur.

Üslup yönüyle gezi yazısına benzerse de, yazarın dış dünyadan çok kendinden söz etmesi anıyı belli eder. Zaten eski edebiyatımızda anı, gezi yazısı hatta tarih iç içedir.

Özellikle Tanzimat’la başlayan anı türündeki yazılar Cumhuriyet döneminde önemli bir tür olmuştur. Anılarını kitaplaştıran yazarlarımızda vardır. Namık Kemal, Magosa Mektupları; Ziya Paşa, Defter – i Amal, Ahmet Rasim, Şehir Mektupları; Halit Ziya, Kırk yıl, Saray ve Ötesi; Hüseyin Cahit, Edebi Hatıralar; Falih Rıfkı, Çankaya adlı eserlerinde anılarını anlatmışlardır.


BİYOGRAFİ

Bir kişinin hayatının anlatıldığı yazılardır. Bunlarda amaç o kişiyi tüm yönleriyle ( hayatı, eseri, kişiliği, görüşleri vs.) tanıtmaktır. Biyografi açık, sade bir dille anlatılan kişinin devrini, çevresini dikkate alarak yazılır. Divan edebiyatında şairleri anlatan bu tür eserlere tezkire denirdi. Türk edebiyatında bunun ilk örneğini Ali Şir Nevai vermiştir.

Yazar eğer kendi hayatını anlatmışsa yazıya otobiyografi denir. Çoğu zaman bunlarda sanatçı kendiyle beraber aile büyüklerinden, çevreden, aile içi durumlardan da söz eder.

Otobiyografiler üslup yönüyle anıya benzer; ancak anı otobografi içinde bir bölüm sayılabilir. Yani otobiyografi daha uzun bir dönemi içine alır.

MEKTUP

Genel anlamda kişinin bir haberi, olayı, arzuyu bir başkasına anlattığı yazılardır. Özel mektup, iş mektubu, edebi mektup türleri vardır. Bunlar içinde bizi edebi mektup ilgilendiriyor.

Bu tür mektuplar açık olarak bir gazetede ya da dergide yayımlanır. Yazar birine hitaben herhangi bir konudaki görüşlerini, duygularını anlatır. Ancak asıl amacı bunları herkese duyurmaktır.

Mektup, Divan edebiyatında da kullanılmıştır. Fuzuli’nin “Şikayetname” adlı eseri bu türdendir. Tanzimat’tan sonra ise gazetelerde yayımlanan birçok açık mektup görülür.

Bazı yazarlar mektuplardan oluşan romanlar da yazmışlardır. Halide Edip’in “Handan” romanı bunlardan biridir

SOHBET

Bir konunun fazla derinleştirilmeden, biriyle konuşuyormuş gibi anlatıldığı fikir yazılarıdır. Sohbet yazılarında herkesi ilgilendirecek konular seçilir. Cümleler çoğu zaman konuşmadaki gibi devriktir. Yazar sorulu cevaplı cümlelerle, konuşuyormuş hissi verir.

Üslup olarak fıkraya benzerse da gazete yazı türü olması, az sözle çok şey anlatmayı amaçlamaması, dışa dönük olması onu fıkradan ayırır.

Edebiyatımızda Ahmet Rasim, Şevket Rado sohbet türüne özel bir önem vermişlerdir.

GÜNLÜK

Ne gün yazıldığını belirtmek için tarih atılan, çoğu zaman her günün sonunda o gün olup bitenin, sıcağı sıcağına anlatıldığı, olaylarla ilgili yorumlar, değerlendirmeler yapıldığı yazılardır. Her gün yazıldığı için kısa olan bu yazılar, yazarının hayatından izler verdiğinden içten ve sevecendir.

Oktay Akbal, Suut Kemal Yetkin, Seyit Kemal Karaalioğlu’nun günlükleri kitap halinde yayımlanmıştır.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
nigra - avatarı
nigra
Ziyaretçi
7 Eylül 2008       Mesaj #3
nigra - avatarı
Ziyaretçi
Edebiyatta Felsefi Söylemler - Edebiyat ve Felsefe


“Bazen öyle karşılaşmalar olur ki, hem de tanımadığınız insanlarla karşılaştığımız halde, öyle birdenbire, tek bir söz bile konuşmadan, ilk anda, ilk bakışta onlarla ilgilenmeye başlayıveririz.”

Dostoyevski “Suç ve Ceza” isimli, yıllar önce okuduğum ve kitaplığımın okunmuş kitaplar bölümünde öylece duran bu eserinde bunları diyordu. Öyle, birdenbire elim gitmişti ve yine bir solukta okumuş, ancak bu sefer yıllar öncesi ile bugün arasında düşünsel anlamda kendimde bulduğum bir takım değişikliklerin de farkına varmıştım.

işte bir kaç örnek daha..


“ ‘Bana kendi uydurduğun bir yalan söyle, gel seni alnından öpeyim’ der atasözü. Kendi uydurmuş olduğun bir yalanı söylemek, başka bir ağızdan duyulup tekrarlanan bir gerçeği söylemekten hemen hemen daha iyidir. Çünkü birinci durumda sen bir insansın, ama ikincisinde bir papağandan hiçbir farkın yoktur.”

Dostoyevski
Suç ve Ceza sayfa 270

“Yoksulluk ayıp değil, bu bir gerçek, hem içkiye düşkünlüğün de bir erdem olmadığını bilirim ben, hem de daha iyi bilirim bunu. Ama sefalet, sayın bayım sefalet ayıp. Yoksullukta yaradılışımızdaki soylu duygularınızı koruyabilirsiniz ama, sefalette hiç kimse, hiçbir zaman koruyamaz bunu. Sefalete düşmüş bir kimseyi sopayla bile kovalamazlar, süpürgeyle süpürürler toplumun içinden. Bunu da sırf onu daha çok alçatmak için yaparlar. Bunda haklılar da, çünkü sefalete düşerken ilk kez ben kendimi aşağılarım.”

Dostoyevski
Suç ve Ceza sayfa 18

(....) Evrene, kitaplarda rastladım ben; özümlenmiş, sınıflandırılmış, etiketlenmiş ve düşünülmüş bir evrendi bu, ama yine de korkunçtu ve ben, kitabi deneyimlerimin karmakarışıklığını, gerçek olayların rastlantısal akışından ayırt edemedim. İçinden sıyrılmak için otuz yıl harcadığım felsefi idealizmim buradan kaynaklanıyor işte...(...)

Jean - Paul Sartre
Sözcükler sayfa 39

(....) Bir şan ve şeref ölümü olan ölümümdü beni yanlış yollara sapmaktan, kanamalardan ve peritonitten koruyan; ölüm ve ben bir tarih üzerinde anlaşmıştık; randevuya erken gelirsem orada bulamayacaktım onu; arkadaşlarım, ölümü düşünmediğim için istedikleri kadar kabahatli bulsunlardı beni: Ölümü yaşamaktan bir dakika bile geri kalmadığımı bilmiyorlardı onlar.
Bugün hak veriyorum onlara: İnsanlık halinin tümünü, hatta tedirginliğini bile kabul etmişlerdi; ben ise güven duymayı seçmiştim ve aslında kendimi ölümsüz sandığım doğruydu; kendimi önceden öldürmüştüm ben, çünkü ancak ölüler ölümsüzlüğün tadını çıkarabilirlerdi...(...)

Jean - Paul Sartre
Sözcükler sayfa 146

(....) Hayatta her zaman bir yol bulunur, mecrasından çıkmış kendine bir başka yol yapan nehirler gibi.

Amin Maalouf
Doğunun Limanları Sayfa 143

Neden korkuyorlardı, bilmiyordum. Çocuğa her şey açık açık anlatılmalı bence...Büyüklerin küçükleri, bütün ana-babaların kendi öz çocuklarını ne kadar az tanıdıklarını düşünür de çok şaşarım. Küçük olduklarını, daha öğrenmelerine vakit bulunduğunu ileri sürerek onlardan pek çok şeyi gizlemek... İşte insanı üzen, yanlış bir düşünce tarzı! Oysa çocuklar birçok şeyi yalnız anlamakla kalmazlar, babalarının onları daha pek küçük, her şeye aklı ermez saydıklarını da bilirler. Büyüklerin öyle çapraşık sorunları olur ki, ufacık bir çocuk buna kolay bir çözüm yolu buluverir. Ama bunu kimse görmez. Tanrım! Minicik, güzel bir kuş gözlerinizin içine güvenle bakarak sizi sevinçle dinlerken siz onu aldatabilir misiniz? Kuşları çok sevdiğim için çocukları onlara benzetirim.

Dostoyevski
Budala Sayfa 85-86


(...) - Yaşıyorum, dedi delikanlıya, aysız ve kamp ateşsiz bir gece, hurma yerken. Ve bir şey yerken yemekten başka bir şey düşünmem, yürüdüğüm zaman da yürüyeceğim, hepsi bu. Savaşmak zorunda kalırsam, ölüm şu gün ya da bu gün gelmiş vız gelir. Çünkü ben ne geçmişte, ne de gelecekte yaşıyorum. Benim yalnızca şimdim var ve beni sadece o ilgilendirir. Her zaman şimdide yaşamayı bilirsen, mutlu bir insan olursun. Çölde hayat olduğunu, gökyüzünde yıldızlar olduğunu ve insan hayatının özünde bulunduğu için kabile muhariplerinin savaştıklarını anlayacaksın. O zaman hayat bir bayram, bir şenlik olacak, çünkü hayat yaşamakta olduğumuz andan ibarettir ve sadece budur.

Paulo Coelho
Simyacı
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Şubat 2013       Mesaj #4
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde belki de en çok yapılan tartışma Aksiyon dergisinin son sayısında Ahmet Turan Alkan`ın kaleme aldığı, `Şiir ölüyor; Türkçe, sesini kaybediyor` başlıklı yazıyla yeniden gündeme geldi. Yazı, bir süredir unutulan tartışmayı alevlendirmini, artık gündelik dile karışan, akılda kolayca kalan, edebiyatın diğer türlerine malzeme sağlayan şiirler yazılmadığını, buna da dil devriminin meydana getirdiği `tahribat`ın yol açtığını söylüyordu. Günümüzde Türkçenin şiiri taşıyamadığını belirten Alkan, bu konuda yanılmış olmayı dilemekten de kendini alamıyordu. Beşir Ayvazoğlu: Türkçe fakirleşti ve estetiğini kaybetti Beşir Ayvazoğlu, bu konuda Ahmet Turan Alkan gibi düşünenlerden. Ayvazoğlu da bugünkü dilin yeterli zenginliği içermediğini düşünüyor: `Türkçenin fakirleştiği, sesini ve estetiğini kaybettiği doğrudur, Alkan`a katılıyorum. Zengin ve işlenmiş bir dil, elbette şiir ve şair için bir imkandır. Şiiri bazen dilin kendisi sunar; ancak Türk şiirinin sorunu sadece sesini kaybetmiş olmasıyla ilişkili değildir. Kendi sesini bulan şair yetişmiyor. İyi bir şair, fakir ve Türkçe gibi hoyratça hırpalanmış bir dilin içinde bile kendi sesini yakalayabilir. Yani sadece dil meselesi değil, aynı zamanda şiir ikliminin kulağıdır söz konusu olan. Yine de çok iddialı konuşamamak lazım; çünkü genç şairlerin hepsini takip etmek imkanımız yok, belki de bizim kulağımıza gelmeyen yeni şiirler vardır.` Hilmi Yavuz: Bu görüşü ciddiye almıyorum Hilmi Yavuz ise Alkan`ın görüşlerine sertçe karşı çıkıyor: `Ahmet Turan Alkan`ın bir düzyazı ustası olduğunu biliyorum; ama şiirden anlamaz. Şiire karışmasın; çünkü şiir üzerine konuşmaya salahiyetli değil. Düzyazı yazsın, okuyup eğlenelim. Şiir ciddi bir iştir. Alkan`ın, şiir üzerine yazdığı tek bir yazı anımsamıyorum. Bunu, Fazıl Hüsnü söylese belki bir anlamı olabilir; ama Alkan`ı bu konuda ciddiye almıyorum. Ahmet Turan Alkan, yazmakta konu sıkıntısı çekiyorsa bana danışabilir.` Ahmet Oktay: Yalnızca kişisel bir yorum Şair ve eleştirmen Ahmet Oktay da bir kısırlık yaşandığını; ancak bunun, genel bir karamsarlığa sebep olamayacağını düşünüyor: `Bildiğim kadarıyla Ahmet Turan Alkan, Türk şiiriyle çok fazla uğraşmış, bu konuda etkin incelemeler üretmiş bir yazar değil. Kendisini bir şiirsever olarak adlandırdığını varsayarsak bu görüşünü de bilimsel herhangi bir değeri olmayan kişisel bir yorum olarak görmek gerekir. Alkan, kolay okunurluğu ve anlaşırlılığı şiirin ilkesel değerlerinden sayıyor. Oysa Türk şiirinin bugün ulaştığı noktada gündelik dilin kolay anlaşılır olması düzlemine bağlı kalınamaz. Şiirimizde bugün de hiç kuşkusuz bir süre sonra değeri olmayan birtakım şairlerin yer almış olduğunu kabul edeceğiz; ama bu olgu günümüz Türk şiirinin kuşatıcılığına, yenilikçiliğine ve çeşitliliğine gölge düşürmez.` Aslında tartışmanın kökeni epey eskiye dayanıyor. Tanzimat ile başlayan Batılılaşma hareketlerinden itibaren şairler, edebiyatçılar, eleştirmenler şiirin ölüp ölmediğine, eski büyüsünü yitirip yitirmediğine dair çeşitli görüşler ileri sürdüler. Bu durum, Fecr-i Ati veya Milli Edebiyat gibi çok farklı akımlar etkisini gösterirken bile aynı yoğunlukta sürüp gitti. Ardından, dil devrimiyle gelen o büyük yarılma, Garip kuşağı, İkinci Yeniciler, toplumcu gerçekçiler ve seksen kuşağı... Değişmeyen tek şey, şiirin geleceği konusundaki karamsar tavır ve her şeyi sakinlikle karşılayan temkinli tavrın daima bir arada olmasıydı. Bunca deneyim ve şiirin `hala` yaşıyor olması, bugün de gelecek için iyimser olmamıza yetebilir. Belki de avuntu niyetine, en baştan, bu tür tartışmaların zaten şiirin doğasından kaynaklandığını ve birer anı olarak kalacağını, şiirin yine kendi yatağında akıp gitmeyi sürdüreceğini kabul etmemiz gerekir.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.

Benzer Konular

26 Aralık 2012 / Misafir Sanat
27 Aralık 2018 / Misafir Müzikhol
21 Temmuz 2014 / Misafir Felsefe