Arama

Bilgi Felsefesi

Güncelleme: 6 Ağustos 2017 Gösterim: 29.762 Cevap: 2
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Ekim 2006       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

bilgi felsefesi

Ad:  bilgi.jpg
Gösterim: 1855
Boyut:  35.0 KB

BÎLGÎ KURAMİ, EPİSTEMOLOJİ (Yunanca episteme: “bilgi, bilim”) ya da GNOSİYOLOJİ (Yunanca gnosis: “bilgi”)
Sponsorlu Bağlantılar
olarak da bilinir,
insan bilgisinin yapısını ve geçerliliğini inceleyen felsefe dalı.

Kara Avrupa’sında, zaman zaman bilim felsefesiyle eşanlamlı sayılan “epistemoloji” terimi yerine, bilgi felsefesini belirtmek için “gnosiyoloji” terimi yeğlenir. Jean Piaget’nin çalışmalarıyla ilişkilendirilen ve küçük yaşlarda kavramların oluşumunu ve zihinsel yeteneklerin gelişmesini deneysel yöntemlerle inceleyen genetik epistemoloji, genellikle psikoloji kapsamında değerlendirilir.

Geçmişte uzun süre birbiriyle yakından ilişkili iki felsefe dalı sayılan bilgi felsefesi ile psikoloji arasındaki ayrışma, İkincisinin deneysel bir disiplin durumuna gelmesiyle 20. yüzyılın başında tamamlanmıştır; ama iki disiplin arasında bugün de yakın bir ilişki ve alışveriş vardır. Bilgi felsefesi ile mantık arasındaki temel ayırım ise, mantığın, geçerli usavurmanın biçimsel yapısını incelemesine ve geçerli çıkarımın ilkelerini ortaya koymasına karşılık, bilgi felsefesinin, her türlü bilme ediminin yapısıyla ilgilenmesidir. Bilgi felsefesi, etik, toplumbilim ve din felsefesi gibi disiplinlerle de sürekli etkileşim içindedir.

Genellikle bilen bir özne ile bilinen bir nesne arasındaki ilişki olarak incelenen bilgi sürecinin bu iki öğesine farklı anlam ve ağırlıkların verilmesi tarih boyunca farklı bilgi felsefesi anlayışlarını doğurmuştur. Daha çok nesneye ağırlık veren anlayışlar gerçekçi (realist), özneye ağırlık verenler ise idealist olarak nitelenir. Gerçekçi yaklaşım bilginin nesnesinin dış dünyada gerçekten var olduğunu, idealist yaklaşım ise bilginin, ağırlıklı olarak öznenin kurduğu ve gerçekte var olmayan nesnelere yöneldiğini savunur. Bilgi felsefesinin, bu karşıtlık içinde ortaya çıkan temel sorunu, dış dünyanın gerçekliğidir; bu çerçevede bilgi felsefesi metafizikle yakın ilişki içindedir. Bilginin nesnesinin gerçek olup olmadığı, bilgi içeriğinin dış gerçeklikte bir karşılığının bulunup bulunmadığı, bilinen dünya ile kendi başına, bilgiden bağımsız var olan dünyanın birbirlerine ne ölçüde uyduğu aynı temel sorun çevresinde irdelenen öteki sorunlardır.

Özellikle yeniçağla birlikte bilginin kaynağı ve geçerlilik koşulları konusundaki bir anlayış karşıtlığı, usçuluk ve deneycilik arasında kendisini göstermiştir. Bilginin ilk kaynağını, oluşturucu öğelerini, doğruluğun ve yanlışlığın temel ölçütlerini, nesneden özneye ulaşan verilerde gören anlayışlar deneyci, öznenin kendisinden çıkarak nesneye yüklenen özelliklerde gören anlayışlar ise usçu olarak nitelenir. Bu iki anlayışın değişik bilgi alanlarına tanıdığı ağırlıklar da birbirinden farklıdır. Usçuluk, matematik gibi soyut, dış nesnelerle doğrudan ve açık bir ilişkisi bulunmayan bilgi türlerine ağırlık verirken, deneycilik somut, duyu verilerine dayalı, dış nesnelerle dolaysız ilişkisi kurulabilecik bilgi türlerini vurgular. Bilgi felsefesi tarihinde, “doğruluk-yanlışlık”, “kesinlik-olasılık”, “mutlaklık-görelilik” gibi ikili sorunlara bu karşıtlık içinde çözüm aranmıştır.
Bilgi felsefesindeki karşıt eğilimlerle ilgili bu nitelemeler, sorunları özetlemek ve genellemeye varmak amacıyla daha çok felsefe tarihçileri tarafından kullanılmıştır. Bilgi felsefesi alanında ürün vermiş tek tek filozofların yapıtlarında ise söz konusu sorunlar, her düşünürün kendi felsefe sistemi içinde çok farklı biçimlerde ortaya çıkar.

Genel felsefe tarihi içinde bilgi felsefesi sorunlarının ağırlığı ve önemi, birçok etmene bağlı olarak farklılık gösterir. Her çağda, ağırlık ve önem kazanan bilgi türleri ile dallarının farklı olması, bilgi felsefesinin vurguladığı sorunların da farklılaşmasına yol açmıştır. Öte yandan her filozof, bilgi sorunlarına değişik amaçlarla yaklaşmış, bu sorunların çözümüne kendi felsefe sisteminde ve yöneldiği daha genel sorunlar içinde farklı bir yer tanımıştır. Filozofların, kendilerinden önceki filozoflara ve çağdaşlarına yönelttiği eleştiriler, genellikle bilgi anlayışı çerçevesinde dile getirilmiş, bu nedenle felsefe tarihinin çeşitli tartışmalarında bilgi felsefesi kendine özgü bir rol oynamış, ağırlık kazanan tartışmanın niteliğine göre de vurguları değişmiştir. Ayrıca birçok filozof, bilgi felsefesi alanına giren sorunları, kendi görüşlerinin eleştirisi, felsefi yaklaşımlarının bilgi değerinin sınanması biçiminde işlemiştir.

Eski Yunan


Sokrates’ten önceki filozoflar da bilgiyle ilgili bazı sorunları ele almıştır, ama başka birçok felsefe dalı gibi bilgi felsefesinin de kurucusu Platon sayılır.

Öğretmeni Sokrates’in “kendini bilmek”, dolayısıyla “ne bildiğini bilmek” ilkesinden yola çıkan Platon, daha çok siyaset kuramı ve ahlak kaygılarıyla, ilk sistemli bilgi kuramını ve ilk idealist bilgi görüşünü geliştirdi. Platon’a göre, dolaysız algı konusu olabilen tekil nesneler, ne oldukları açısından, o şey olmalarını sağlayan bazı genel biçimlere bağımlıydı. Nesnelerin “çokluğu içinde birliğini” sağlayan, aynı adla nitelenen birçok şeyi aynı şey kılan, Platon’un “idea” adını verdiği bu biçimlerdi. İdeaların bir sıralanma düzeni vardı; özelden genele doğru yükselen bu sıralamanın en üst basamağında “İyi” ideası bulunuyordu. Öteki bütün ideaları belirleyen, dolayısıyla onların belirlediği tek nesneleri de belirleyen “iyi” ideasım, böylece bütün varlıklar paylaşıyordu. O halde bilgi, görünür şeylerden başlayarak, adım adım ilerleyen bir “yürüyüş” ile onların ardındaki idealara, en sonunda da “İyi” ideasına ulaşmalıydı. Özel bir eğitim yöntemi de öngören bu yürüyüş, aynı zamanda, bilginin her aşamada ulaştığı düzeyler, dolayısıyla bilgi türleri arasında bir ayrım yapmayı sağlıyordu.

Aristoteles, öğretmeni Platon’un tersine, bilginin temelini, kavramlar arasındaki bağlantılarda değil, duyularla algılanan olgularda görüyor, ama duyulara bağımlı kalan bilginin yetersizliğini ve genelin bilgisinin önemini de vurguluyordu. Düzenli bir kuram biçiminde geliştirdiği ve bilgi felsefesi alanına giren mantık sistemi dışında, Aristoteles’in bilgi anlayışı etik ve siyaset alanlarındaki çözümlemeleriyle iç içe geçmişti. Aristoteles’e göre, dünyaya ilişkin bir usavurmanın sonucu mutlaka duyuların sağladığı kanıtlarla doğrulanmalıydı. Buna karşılık dünyanın ussal bir düzeni vardı; genel ve zorunlu bilgiye ancak us aracılığıyla ulaşılabilirdi. İnsan bilgisinin en yüksek alanı, Platon’un da vurguladığı gibi, duyu algılarının yer almadığı alandı. Zorunlu ve evrensel vargıları olanaklı kılan, tanıtlamanın dayandığı temel yasaları sağlayan tasımın bilgisi, usun ürünüydü. Aristoteles’in mantığı kavram türleri ve kavram ilişkileri üzerinde bilinçli olarak durması ve iç tutarlılığı amaçlaması bakımından, sonraki çağlarda ortaya çıkan analitik bilgi felsefesi anlayışlarının da ilk örneğiydi.

Eski Yunan’da Aristoteles sonrası felsefe okulları, genel çizgilerinde, bilginin kendi başına bir amaç değil, erdemli, mutlu yaşamanın aracı olduğu görüşünü paylaşıyordu. Stoacılar, duyu verilerinin bilginin en son ölçütü olduğu, doğaya uygun yaşayabilmenin bunu gerektirdiği görüşündeydi. Şüpheciler ise, kesin bilginin olanaksızlığı, insanın bilme çabalarının sürekli bir yanılma içinde dönüp durduğu inanandaydı.

Ortaçağ ve Rönesans


Genel olarak felsefenin Hıristiyan inancını usa dayandırma görevini üstlendiği ortaçağda bilgi felsefesi, en gelişkin düzeyine, Aristotelesçi bir temel üzerinde Aquinolu Aziz Tommaso’nun yapıtında ulaştı. Tommaso’ya göre, bilginin başlangıcını duyusal deneyim oluşturuyordu. Ama duyusal deneyimin sağladığı tikel duyu imgelerinden tümel olanı soyutlayan, etkin anlıktı (intellectus). İnsan anlığı, Tanrı’nın üstün anlığına katılabilir, böylece şeylerin anlaşılabilir olmasını sağlayabilirdi. Anlık, her zaman tümel ve evrenseldi. Öte yandan, eski metinlerin çözümlenmesi ve ilahiyat tartışmaları, ortaçağda kanıtlama ve tasım yöntemlerinde olağanüstü bir gelişmeye yol açtı. Aristoteles’in mantık sistemi çok ayrıntılı biçimde işlendi, neredeyse her bilgi sorununa uygulanabilecek bir araç durumuna getirildi. Bu dönemde doğabilimlerindeki gerçek ilerlemeler, daha çok, Roger Bacon gibi Fransisken tarikatına bağlı Platoncular eliyle sağlandı.

14. yüzyılda, anlığın konusu olan tümel kavramların bilginin doğru nesnesi olduğu görüşü sorgulanmaya başlandı; bilginin doğru nesnesi gerçeklikti, gerçeklik ise tikeldi. Ockhamlı William’a göre bilginin temeli, duyusal görü aracılığıyla iletilen tikel varlığın bilgisiydi. Tümel kavramlar, gerçek dünyada değil, yalnızca insan zihninin soyutlamalarında vardı. Rönesans’la birlikte genel bir canlanmaya kavuşan bilgi etkinlikleri, artık özellikle doğa araştırmalarına yöneliyor, bu arada matematik hızlı bir gelişme sürecine giriyordu.

Descartes ve Bacon


Bir yandan Rene Descartes, öbür yandan da Francis Bacon, matematiğe ve doğabilimlerine ortak bir güven, bilginin insan yaşamı için vazgeçilmezliğine de gene ortak bir inanç besledikleri halde, bilgi felsefesinde iki karşıt akımın öncüsü oldular. Bacon’ın bilgi anlayışı, doğanın düzenli ve yöntemli bir biçimde araştırılmasını, gözlem ve deneyler aracılığıyla kavranan olgulara dayalı bir bilim sisteminin kurulmasını amaçlıyordu. Descartes ise, yalnızca us tarafından “açık ve seçik” kavranan bilgilerin güvenilir olduğu ilkesinden yola çıkıyordu. Açık ve seçik bilgileri sağlayan sezgi (intuitus) yanılmaz yargının ön koşuluydu. Herhangi bir kuşkuya olanak veren her türlü yargının elenmesini öngören “yöntemli kuşku” yoluyla, en temel ve kuşku götürmez doğruya, “düşünüyorum, öyleyse varım” (cogito, ergo sum) önermesine ulaşan Descartes, bu doğrunun sağladığı temel üzerinde öteki bilgileri adım adım yeniden kuruyordu. Descartes’a göre, duyularda olamayan hiçbir şeyin anlıkta da olamayacağı yönündeki deneyci görüş doğru değildi; duyular us için ancak malzeme sağlayabilirdi.

Bacon’ın başlattığı deneyci geleneği, İngiltere’de John Locke, George Berkeley ve David Hume, Descartes’ın öncülüğündeki usçu çizgiyi ise kara Avrupa’sında Baruch (Benedictus) Spinoza ve Gottfiried Wilhelm Leibniz sürdürdü. Bu iki geleneği tek bir sistem içinde bütünleştiren ise Immanuel Kant oldu. “Bütün bilgi deneyle başlar, ama bütünüyle deneyden çıkmaz”, görüşünden yola çıkan Kant, insan bilgisinde nesneden gelen öğeler ile bilme yetisinin kattığı öğeleri ayırt etmeye yöneldi; böylece “sınırlarını aşarak bilinemez şeylerin alanına giren” bilme yetisinin sağlam ve güvenilir biçimde kullanılmasının ilkelerini ortaya koydu Kant’a göre, insan bilgisinin oluşumunda iki ayrı yetinin, hem duyarlılığın, hem de anlığın payı vardı.

En basit deneyimlerde bile deneyden kaynaklanmayan öğeler vardı; örneğin zaman ve uzay, her deneyimde bulunan, ama deneyden kaynaklanmayan öğelerdi. Doğabilimlerinde de yalnızca duyarlılık aracılığıyla türetile- meyecek boyutlar vardı; bilimsel bilginin önermeleri zorunlu olarak doğru, dolayısıyla da tümel ve değişmezdi; oysa deneyimin tümel ve zorunlu bilgileri sağlaması olanaksızdı. Kant’ın analitik ve sentetik önermeler ile (bak. analitik önerme) a priori ve a posteriori bilgi arasında yaptığı ayrımlar, o tarihten bu yana bilgi felsefesinin temel kavramları arasına yerleşti.

Kant’tan sonra gelişen Alman idealizmi içinde Johann Fıchte, Kantı yaratıcı, özgür, bilinçli bir özne olarak belirlediği “ego” kavramını ahlak alanının ötesine, bilgi felsefesini de içine alacak biçimde genişletti. Bilgi, bulmaktan çok, yaratmak anlamına geliyordu. Frıedrich von Schelling ise bilincin birliği anlayışından yala çıkarak özne ile nesnenin birliği görüşme ulaştı. G.W.F. Hegel, mutlak idealizm olarak adlandırılan felsefesini bu temeller üzerine kurdu. Hegel’in felsefesinin temel önermelerinden biri şuydu: “Ussal olan her şey gerçektir, gerçek olan her şey de ussaldır.”

18. yüzyıldaki öncülerinden, bütün ideala- rın duyusal deneyimden gelen yalın idealara indirgenebileceği (Locke), var olmanın algılanmış olmak anlamına geldiği (Berkeley), insan deneyiminin yalnızca görgüsel olduğu ve görüngülerin ardında ne olduğunun bilinemeyeceği (Hume) gibi ilkeleri miras alan deneyci gelenek, 19. yüzyılda Auguste Comte ve John Stuart Mill’in yapıtlarında olguculuk aşamasına ulaştı. Comte, bilimlerdeki gelişme ve Sanayi Devrimi’yle doğan yeni kültürün, soyut metafizikten ve ilahiyatın dogmacılığından kurtularak bütünüyle bilime dayanmasını öngörüyordu.

Buna karşılık Hume’un bilgi felsefesine ağırlık veren Mill’in, bilimlerin mutlak kesinliğe ulaşabileceğinden duyduğu kuşku, bilimsel yöntemin evrensel uygulanabilirliğinin sorgulanmasına yol açtı. Bu gelişmeler, bilgi felsefesinin giderek bilim felsefesiyle özdeşleşmesinin koşullarını hazırlıyordu. Richard Avenarius ile Emst Mach’m öncülüğündeki ampiriokritisist yaklaşım, bilimlerin olguları bulmadığını, yalnızca birbiriyle ilişkilendirdiğini, dolayısıyla mutlak doğruyu sunma savında olmadığını öne sürüyordu.

Matematiksel mantığın Gottlob Frege, Bertrand Russell, Alfred N. Whitehead gibi öncülerinin, matematik ve mantığın bir zorunluluk öğesi taşıdığı yönündeki bulguları 1920’lerde Moritz Schlick, Rudolf Carnap, Otto Neurath gibi bir grup düşünürün Viyana’da yeni olguculuk (ya da mantıksal olguculuk) akımını oluşturmasıyla sonuçlandı. Bu akıma göre, deneyimin ötesindeki nesnelerle ilgili olgusal önermeler, yani metafizik ve dinsel önermeler anlamsızdı.

Felsefenin görevi, eski felsefe geleneklerinin kavram karışıklığından kaynaklanan metafizik önermelerin anlamsızlığını sergilemek, sağlam ve güvenilir önermelerden kurulu bilimsel kuramların yapılarını, geliştirilen yeni mantık sistemi aracılığıyla çözümlemek, hem bilimlere yardımcı olmak, hem de uzmanlaşmış bilim dallarının “birliği”ni sağlamaktı. Önceleri bu akımın kapsamında sayılan Ludwig Wittgenstein, daha sonra dile ve insanların kurduğu dilsel yapılardaki anlam ilişkilerine ağırlık vererek bilgi felsefesinin gelişme çizgisini yeni bir çerçeveye oturttu. Wittgenstein’ın görüşleri, günümüzde de canlılığını koruyan analitik ve linguistik felsefe akımlarının doğmasına yol açtı.

kaynak: Ana Britannica


BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 0 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 6 Ağustos 2017 18:44
CrazyEsmer - avatarı
CrazyEsmer
Ziyaretçi
25 Şubat 2007       Mesaj #2
CrazyEsmer - avatarı
Ziyaretçi

Bilgi Felsefesi


Akıl ve sezgi gibi yetiler gerçekten insan zihninde var mıdır? Varsa, görünüşlerin ötesinde kalan varlığı bilmemizi sağlayabilirler mi? türünden sorular bilgi felsefesinin konusunu oluşturur.
Sponsorlu Bağlantılar
Bilgi kuramı (Epistemoloji) : Bilgi kuramı bilginin ne olduğunu, hangi yolla elde edildiğini, amacını araştırı. Bir yandan bilginin özünü, ilkelerini, kökenini, yapısını, kaynağını araştırır, diğer yandan bilginin yöntemini, geçerliliğini, koşullarını, olanak ve sınırlarını sorgular.
  1. Bilgi kuramının temel kavramları:
    • Doğruluk : Doğruluk, bilginin, bilgisi edinilen şeyle tam uygunluğunu dile getirir. Buna göre doğruluk; algılar, kavramlar ve bilimsel kuramlarla nesnel gerçek arasındaki uygunluktur.
    • Gerçeklik (Realite) : Varlığın, varoluş tarzıdır. Bilinçten bağımsız olarak var olandır.
    • Temellendirme : Ortaya atılan bir soru ya da ileri sürülen bir sav için dayanak, gerekçe, temel bulma işidir.
  2. Bilgi kuramının temel soruları : Bilgi nedir? Kaç türlü bilgi vardır? Bilgi edinmenin amacı nedir? Bilgi edinme sürecinin ilkeleri nelerdir? Hakkında bilgi edinilen nesne ile bilgi edinen özne arasında ne gibi bir ilişki vardır? Kaç çeşit bilgi edinme yolu vardır?
Mantık : Düşüncenin temel yasalarını (özdeşlik, çelişmezlik, yeter neden ilkesi gibi) saptar; doğrunun ölçütlerini arar.
Bilgi Kuramının Temel problemi
  1. Doğru bilginin imkansızlığı : İnsan aklının (ya da yetilerinin) gerçeği bilemeyeceğini, herkes için genel geçer bilginin imkansız olduğunu ileri süren görüşlerdir.
    1. Sofistler : İnsanın doğru bilgiye herkes için geçerli olabilecek bilgiye ulaşılamayacağını, bilginin kişiden kişiye değiştiğini ileri süren filozoflardır.
      • Protagoras : "İnsan her şeyin ölçüsüdür." der. Protagoras'a göre tüm bilgilerimiz duyumdan gelir. Duyum insandan insana değişir. Bir şey bana nasıl görünüyorsa benim için öyledir. Rüzgar üşüyen için soğuk, üşümeyen için soğuk değildir.
      • Gorgias : Hiçbir şey var değildir. Var olsaydı bile bilinemezdi. Bilinse bile başkalarına aktarılamaz. Sözleriyle bilginin bilinemeyeceğini ileri sürer.
    2. Septikler : Herhangi bir konu hakkında doğru ya da yanlış şeklinde yargıda bulunulamayacağını ileri süren görüştür. En önemli temsilcileri, Pyrrhon, Timon, Karneades, Arkesilaos'tur.
      Septiklerin bu görüşleri günlük olaylar ve pratik işlerle ilgili değil, felsefi gerçekler ve ilkeler hakkındadır. Septisizm gerçeği bütünüyle inkar etmek değildir. Çünkü inkar da bir yargıdır. Oysa Septikler hiçbir konuda kesin yargıda bulunmazlar.
  2. Doğru bilginin imkanı
    1. Rasyonalizm : Rasyonalizm, bilginin akıl ve onun bir işlevi olan düşünme gücü ile oluştuğunu benimseyen, doğru bilginin ölçütünü de duyular da değil akıl da bulan bir öğretidir. Rasyonalizme göre insan aklı birtakım ilkeler ya da yetilerle donatılmıştır. Evreni oluşturan tüm nesneler hakkında kesin bilgi edinmemiz için sadece bu ilkelere uygun bir biçimde mantığımızı kullanmamız yeterlidir.
      * Sokrates (M.Ö. 469 - 399) : Ahlaki doğruların ve erdemlerin bilgisinin insanın ahlaklı olabilmesinin zorunlu koşulu olarak gördüğü bilgidir. Sokrates'e göre bu bilgi doğuştandır yani insan dünyaya bu bilgiyle gelir. Fakat insan bu dünyaya geldiğinde bunları unutmuştur. Bu yüzden bu bilgilerin hatırlanması ve bilinç düzeyine çıkarılması gerekir. Bunun Sokrates maiotik (doğurtma) yöntemi kullanır.
      * Platon (M.Ö. 427 - 347): Platon'un bilgi felsefesi varlık görüşüne dayanır. Platon'a göre varlık görünüşler dünyası ve idealar dünyası olmak iki evren vardır. Gerçek bilgi, ideaların bilgisidir. İdealar değişmez, gözle görülemez, duyularla algılanamaz olan varlıklardır. İdealar ancak akıl yoluyla bilinebilir. Bunu da filozoflar yapabilir.
      * Aristoteles (M.Ö. 384 - 322): Aristoteles'e göre var olan bir şeyle ilgili olarak gerçek bir bilgiye sahip olabilmek için onun varlığa gelişini sağlayan dört nedenin bilinmesi gerekir. Bunlar; maddi neden, formel neden, fail neden, amaçsal nedendir. Aristoteles'e göre, bilimin asıl amacı ve genel anlamı, tekili bilmektir. Bunun için yapılması gereken tekil ve tümel arasında bağ kurmak, tekili tümelden çıkarmaktır. Aristoteles'e göre, akılda bilgi üretme yetisi vardır. Varlığı varlığa getiren genel nitelikler o varlığın kendisindedir, içindedir. Masa masadır.
      * Farabi (870 - 950): Akılda bir sezgi gücü bulunduğunu, insan zihninde doğuştan getirilen düşünceler olduğunu kabul eder. Farabi bilginin üç kaynağı olduğunu söyler. Bunlar duyu, akıl ve nazardır. İşte Farabi'nin nazar dediği doğuştan fikirlerdir. Farabi'ye göre ayrıca insan zihninde sezgi adı verilen bir güç vardır. Sezgi, apaçık ve kesin bilgiye ulaşma aracıdır.
      * Rene Descartes (1596 - 1650): Bilginin kaynağında yalnızca aklın olduğunu ve insan zihninde doğuştan düşünceler bulunduğunu savunur. Descartes'a göre insan zihninin iki temel gücü vardır. Bunlar sezgi ve tümdengelimdir. Sezgi, zihinde hiçbir kuşkuya yer bırakmayan ve en yüksek derecede açık olan bir kavrayış faaliyetidir. İnsan sezgi yoluyla bazı şeyleri açık seçik olarak bilir. Tümdengelim ise sezgi yoluyla açık seçik olarak bilinen doğrulardan ve tam bir kesinlikle bilinen olgulardan sonuç çıkarmadır.
      * Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770 - 1831): Hegel'e göre insan; varlık hakkında duyuları hiç kullanmaksızın yalnızca akıl yoluyla gerçek ve kesin bir bilgiye ulaşabilir. Çünkü aklın yasalarıyla varlığın yasaları bir aynıdır. Bunu da "Akla uygun olan gerçek, gerçek olan da akla uygundur." şeklinde açıklamıştır. Hegel aklın ve varlığın yasaları konusunda geleneksel mantık ilkelerini reddederek diyalektik yasalar adını verdiği yasalar ortaya koymuştur. Bu yasalara göre varlığın kendini tez-antitez-sentez şeklinde açtığını savunur. (Varlık-yokluk-oluş). Bu aşamanın sonunda Mutlak Ruh vardır. Mutlak ruh gelişim aşamasını tamamlamış ve varlık dünyasını kavramıştır.
    2. Ampirizm: Ampirizm, bilgimizin kaynağında yalnızca deneyin bulunduğunu söyleyen görüştür. Ampirizme göre insan zihni doğuştan boş bir levha gibidir. Bu boş levha sonradan deney yoluyla dolar.
      * John Locke (1632 - 1704): Ampirizmin kurucudur. John Locke'a göre tüm düşüncelerimizin ve bilgilerimizin kaynağında deney vardır. John Locke iki türlü deney olduğunu söyler. Birincisi dış deney, diğeri iç deneydir. Dış deneyde dış dünyadaki varlıklar, duyularla denenir. İç deneyde ise insanın kendi zihninde ve ruhunda olup bitenlerin bilincine varılır.
      John Locke'a göre, insan zihninde kompleks düşüncelerin ve dolayısıyla bilginin meydana gelmesi için şu yetilere ihtiyaç vardır: Algı, bellek, ayırt etme, karşılaştırma, birleştirme ve soyutlama yetileri. Locke üç türlü bilgi kabul eder. - Sezgisel bilgi, kendi varlığının bilgisine sahip olmasını sağlar.
      - Duyusal bilgi, dış dünyadaki nesnelerin bilgisine sahip olmayı sağlar.
      - Tanıtlayıcı bilgi, Tanrının varolduğunu kanıtlamayı sağlar.
      * David Hume (1711 - 1776) : Hume, insanın her şeyi algı yoluyla bildiğini söyler. Ona göre algılar iki şekilde ortaya çıkar. Bunlar; - İzlenimler, - İdeler (kavramlar ve düşünceler)
      Zihinde bulunan her şeyin, tüm izlenim, kavram ve düşüncelerin temelinde, dış dünyanın duyular yoluyla algılanması vardır. Bu algılarda belli özellikler bulunduğu zaman bunlar birbirleriyle birleştirilir.
      Buna bağlı olarak Hume, nedensellik ilkesinin deneyin sonucu olan bir düşünce olması gerektiğini söyler. Yani nedensellik bir zorunluluk değil, bizim bir alışkanlığımızdır.
    3. Kritisizm : İnsan zihninin güçlerine ve insanın neyi bilip bilemeyeceğine ilişkin bir araştırmadan meydana gelen felsefi yaklaşımdır. Kurucusu Immanuel Kant'tır.
      * Immanuel Kant (1724 - 1804): Felsefede rasyonalizm ve ampirizm akımlarının bir sentezini yapmıştır. Immanuel Kant'a göre, bilgi deneyle başlar fakat deneyle sona ermez. Immanuel Kant, insan zihninde apriori (önsel) bir bilgi olduğunu savunur. Bir kısım bilgi de aposteriori olarak sonradan elde edilir.
      İnsan, bilgi sürecinde, pasif olmayıp aktif bir biçimde duyular yoluyla gelen izlenimleri sınıflar, kalıplara yerleştirir ve yorumlar. Immanuel Kant'a göre insan bilgisi sınırlıdır. İnsan zihni, nesneleri ve olayları gerçekte oldukları şekliyle bilemez. Nesneler, zihnin imkanlarına, yapısına ve formlarına göre bilinebilir. İnsan zihni fenomenleri (görüngü) bilebilir.
    4. Entüisyonizm : Bilginin, doğrudan ve aracısız bir bilme tarzına karşılık gelen sezgi yoluyla elde edilebileceğini savunan görüşe entüisyonizm (sezgicilik) denir. Sezgiye önem veren filozoflar, rasyonel bilginin uygulama ve eylem için önem taşıdığını kabul eder. Ancak akla dayanan bilgi, nesnelerle kurulan doğrudan ve aracısız temasın sonucunda ortaya çıkan sezgisel bilginin tamlığından ve kesinliğinden yoksundur.
      * Gazali (1058 - 1111) : Ona göre insan, bilgi yolunda duyulardan da akıldan da yararlanabilir ancak bu yetiler insana gerçek varlığın bilgisini veremez.Zira, gerçek ve kesin bilgi, sezgi yoluyla elde edilir. Bu bilgi türü, insan gönlüne yüce ve manevi bir algı olarak iner. Gazali, iki göz ya da akıl bulunduğunu savunur. Bunlardan birincisi, normal fiziki göz ya da akıldır. İnsan bununla maddi dünyaya yönelir ve birtakım bilgilere ulaşılır.
      İnsanda bir de kalp gözü vardır. Kalbin kendisi manevi bir töz olduğu için insan onunla yani sezgiyle gerçekleri bütün açıklığıyla kavrar.
      * Bergson (1859 - 1941) : Ona göre gerçekten varolan, durağan madde değil süredir. Başka deyişle gerçeklik hayattır ve bunu yalnızca sezgi kavrayabilir. Bergson'a göre bilmenin birbirlerinden tümüyle farklı olan iki yolu vardır:
      1. Bilimlerde geçerli olan analitik yol : Akıl yada zeka yoluyla bilmeye karşılık gelen bu bilme tarzında gerçekliğin maddeden oluştuğu düşünülür. Bilimler varlık alanını parçalara ayırır. Her bilimin araştırdığı alan farklıdır. Bilimler varlığın özüne nüfuz edemez.
      2. Varlığın özüne nüfuz eden sezgi : Bergson'a göre sezgi, gerçekliğin temelinde yaratıcı yaşam atılımının bulunduğunu yaşayarak anlar. Sezgi, gerçekliği yani süreyi, yaşamı içten içe duyup yaşayarak kavrar.
    5. Pozitivizm : İnsan için bilgide önemli olanın yalnızca olguları araştırmak olduğunu savunan akıma pozitivizm denir. Kurucusu A. Comte'tur.
      * A. Comte (1798 - 1857) : Comte, toplumu bilim yoluyla yeni baştan düzenlemeyi amaçlamıştır. Ona göre düşüncelerdeki anarşinin toplumda karmaşaya yol açtığı bir çağda, toplumun kurtuluşunu sağlayacak tek çözüm pozitivizmdir.Comte, insan için olumlu ve yapıcı olanın, yalnızca olguları gözlemleyerek tasvir etmek olduğunu öne sürer.
    6. Analitik Felsefe : Neo pozitivizm yada mantıkçı pozitivizm olarak da bilinen bu anlayışa göre felsefenin asıl uğraş alanı dildir. Bu yaklaşıma göre; felsefe, varlık, değer ve Tanrı üstüne doğruluğu test edilemeyen öğretiler öne sürmemelidir. Felsefenin görevi dildeki kavramları çözümlemektir.
      * Wittgenstein (1889 - 1951) : Wittgenstein, dili çevremizde olup biten bir şey, karmaşık insan faaliyetlerinin oluşturduğu bir bütün olarak görmüştür. Bütün felsefe problemlerini bir dil problemine indirgeyen Wittgenstein, felsefenin özünde bir kuram değil faaliyet olduğunu söyler.
    7. Pragmatizm (Faydacılık) : Doğruyu ve gerçekliği eylemlerin sonuçları değerlendiren ve onlara fayda açısından yaklaşan felsefi akımdır. Bu akıma göre bir düşüncenin değeri, o düşüncenin pratik amaçlarına bağlıdır. Savunucuları James ve Dewey'dir.
      * William James (1842 - 1910) : Bütün kavramlar, bilgiler insan yaşamına, insan amacına yardımcı oldukları zaman doğrudur. James'e göre "bir düşünce yararlıdır, çünkü doğrudur; bir düşünce doğrudur çünkü yararlıdır." Doğru bilginin ölçütü yararlı olmasıdır.
      * John Dewey (1859 - 1952) : Dewey'e göre kişiye yararlı olan ve ona mutluluk veren düşünceler doğrudur. Ona göre düşünce çevreye uymayı, doğadan yararlanmayı ve mutlu olmayı sağlayan bir alettir. Bilimsel yasalar ve kuramlar başarılı olursa, yani uygulamada bir işe yararsa iyi ve doğrudur, aksi olursa yanlıştır.
    8. Fenomenoloji : Kurucusu Edmund Husserl'dir. Fenomenoloji özün bilinebileceğini ileri süren bir görüştür. Bu görüşe göre öz fenomenin içinde vardır ve bilinç onu yakalayabilir. Öz bilgisine varabilmek için önce bütün verilmiş bilgileri parantez içine alıp ortadan kaldırmak, yok saymak gerekir. Yani insan günlük yaşamdan edindiği bilgileri, önyargıları, din, bilim vb yolla elde ettiği tüm görüşleri bir tarafa bırakarak, onlardan arınarak, duyularla algılanan nesnelerin ötesinde bulunan ideal özlükler alanına ulaşabilir.

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 6 Ağustos 2017 19:23
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
6 Ağustos 2017       Mesaj #3
Safi - avatarı
SMD MiSiM
Platon’a göre bilgi, ruh işlemlerinden biridir. "Şimdi ruhun şu dört işlemini (en yüksekte zekâ, İkincisi gidimli bilgi, üçüncüsü sanı, dördüncüsü imgelem), şu dört bölüme (görülebilir: yansımalar, nesneler; kavranabilir: matematik şekiller, idealar) uygula; ve konularının doğruluktan (hakikatten) az ya da çok pay almalarına göre, az ya da çok apaçıklıkları olduğunu söyleyerek onları sıraya koy.”

Descartes’a göre, ancak Tanrı’nın bilgisi tam ve yetkindir. Descartes şöyle der: “Bir bilginin tam ve yetkin olması için, bilinen şeydeki özelliklerin hepsini ve her birini kapsaması gerekir. Bunun için de bütün şeylerin tam ve yetkin bilgisine sahip olduğunu bilen ancak ve yalnız Tanrı’dır" (öuatriöme Röponse aux objections faites aux "Meditatıons" ["Düşünceler"e yapılan itirazlara dördüncü cevap]).

Spinoza Etika
'ya (2,40) üç bilgi türü arasında bir ayrım yapar:“Algılarımızı şu kaynaklardan alarak genel kavramlar oluşturduğumuz açıktır:
1. Duyular tarafından, bulanık ve düzensiz bir biçimde anlığa verilen tekil şeyler. Bu nedenle, bu türlü algıları, belirsiz deney bilgisi olarak adlandırma yolunu tuttum;
2. Kimi sözcükleri duyunca ya da okuyunca anımsadığımız ve onları imgelememize yarayan idealara benzer idealar oluşturmamızı sağlayan şeylerin göstergeleri. Bu iki bilgi türünü, "birinci cinsten bilgi, sanı ya da imgelem” olarak adlandıracağım;
3. Son olarak, şeylerin özellikleri üzerine sahip olduğumuz ortak kavramlar ve upuygun düşünceler. Bu kipe de, “ikinci cinsten akıl ve bilgi" adını vereceğim. Bu iki bilgi cinsinden başka, "sezgisel bilim” olaraknadlandıracağımız bir üçüncü bilgi cinsi daha var. Bu bilgi cinsi de, Tann'nın kimi özniteliklerinin biçimsel özünün upuygun ideasından, şeylerin özünün upuygun bilgisine yönelir." Spinoza daha sonra şöyle ekler: "birinci cinsten bilgi, yanlışlığın tek nedenidir; ikinci ve üçüncü cinsten bilgi ise, zorunlu olarak doğrudur." (Etika, 2,41.)

Kant'a göre bilgi üç yetiyle, duyarlık, anlık ve akılla ilişkilidir: "Bütün bilgimiz duyularla başlar, duyulardan anlığa geçer ve akılda tamamlanır. Duyusal sezginin maddesini (içeriğini) işlemeyi ve onu, düşünmenin en yüksek birliğine ulaştırmayı sağlayan akıldan daha üstün hiçbir şey yoktur bizde.” (Kritik der reinen Vernunft, 1, 2.)

Hegel'de felsefe, "gerçekte olan şeyin somut bilgisi" olarak tanımlanır (Phanomenologie des Geistes [Tinin fenomeno- lojisi]). Hegel, kantçı aşkıncılığa karşı çıkar ve bilgide (Kerrntnis ya da Erkenntnis), yalnızca bir iç gerçekliği, yani yalnızca gerçeği kavramaya yarayan bir yetiyi, bir yansıtma ortamını ya da bir aracı görmez. Ona göre, doğru bilgi her zaman somuttur; ideanın kendi gerçekliğini ve etkililiğini tarih içinde göstermesini sağlayan bütünsel süreçle her zaman örtüşür. “Henüz gelişmemiş ve içeriksiz bir şey olarak başlangıcı başlangıç kılan şey, gerçekten bilinemeyen bir şeydir [...]. Bilim, bütünsel gelişmesi içindeki bilim, onun, tamamlanmış ve içerikle dolmuş bilgisidir ve bilim ancak bu durumda gerçekten temellenmiştir.' ’ (Wissenschalt der Logik [Mantık bilimi] “Sein".)

Marxçılık açısından, bilinebilir fenomen (görüngü) ile bilinemez numen (kendinde şey) arasındaki ayrım, kabul edilemez bir ayrımdır. Marxçılık insan bilgisine sınır tanımaz. Engels şöyle der: "Mutlak olarak düşünülen insan bilgisinin ayırtedici niteliği ile, hepsi de dıştan sınırlanmış ve bilgileri de sınırlı olan insanlar arasındaki çelişki, sonsuz ilerlemede, yani bize göre, insanlık kuşaklarının sonu gelmez art arda gelişinde çözülebilir ancak." (Anti-Duhring.)

Russel, doğrudan bilgi ile betimlemen bilgi arasında bir ayrım önerdi: "Herhangi bir tümdengelim işleminin aracılığı ya da herhangi bir temel doğrular bilgisi olmaksızın bildiğimiz şeye, doğrudan bilgi diyeceğiz. Örneğin önümdeki masayı alalım: renk, biçim, sertlik, parlaklık, vb. gibi, masanın görünüşünü algılamamı sağlayan duyusal tepkilerin doğrudan bilgisine sahibim. Bütün bunları daha masayı gördüğüm ve ona dokunduğum anda doğrudan ve dolayımsız olarak biliyorum. [...].

Tersine, fizik nesne olarak masa konusundaki bilgim, doğrudan bir bilgi değildir. Bu bilgi, masanın görünüşünü kuran duyusal tanıklıklar aracılığıyla edinilmiştir. Saçmalığa düşmeden, bu masanın gerçekliğinden kuşkulanabiliriz, ama kendi duyusal tanıklıklarımızdan kuşkulananlayız. Öyleyse, masa konusundaki bilgim, bir ’betimlemeli bilgi'dir."(Felsefe meseleleri [The Problems of Philosophy], 5.)

Kaynak: Büyük Larousse
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
SİLENTİUM EST AURUM

Benzer Konular

10 Mayıs 2009 / Murat Murat Soru-Cevap
23 Aralık 2009 / Misafir Cevaplanmış
30 Aralık 2012 / Misafir Soru-Cevap
26 Şubat 2011 / Misafir Soru-Cevap
2 Mayıs 2014 / Misafir Cevaplanmış