Arama

Tasavvuf

Güncelleme: 24 Şubat 2012 Gösterim: 9.719 Cevap: 4
ThinkerBeLL - avatarı
ThinkerBeLL
VIP VIP Üye
29 Nisan 2009       Mesaj #1
ThinkerBeLL - avatarı
VIP VIP Üye
Tasavvuf
MsXLabs.org & Temel Britannica
Sponsorlu Bağlantılar

Tasavvuf, İslam Mistisizm'i olarak da ni­telenebilir. Tasavvuf, dinin amacını Tanrı'ya ulaşma olarak gören düşünce ve inanç siste­mi, aynı zamanda bir yaşam biçimidir.
Başlangıçta günah işlemekten sakınmak, dünyasal işleri küçümsemek ve bunlardan uzak durmak, yalnızlığı seçerek sürekli Tanrı'yı anmak, kalbin ancak bu yolla temiz tutula­cağına inanmak gibi düşünceler ve uygulama­larla ortaya çıkan tasavvuf 12. yüzyıldan sonra tarikatlar biçiminde örgütlenerek güçlü bir hareket durumuna gelmiştir.
Olgun döneminde tasavvufun temel özel­likleri şunlardır:
  • Maddi olan her şeye, dış dünyaya, eşyaya karşı çıkmak.
  • Manayı, iç dünyayı (batını) aramak ve Tanrı'ya ulaşmak için manevi bir yolculuğa çıkmak.
Tasavvufta buna seyr ü sülük denir. İç eğitimi olarak nite­lenebilecek çileye dayanan bu yolculuk; hazırlık, kalbi her türlü kötülükten arındırma ve olgunluk olarak üç aşamada gerçekleşir. Tasavvufu benimseyen kişi yeteneğine göre bu aşamaları geçebilir. Olgunluğa ulaşmak çok zordur ve bunu pek az kişi başarabilir. Tasavvufi yolculuğa ancak bir yol göstericinin (mürşit) önderliğinde çıkılabilir. Tasavvufi eğitimini tamamlayan kişi yeniden insanların arasına döner, yaşamıyla onlara örnek olma­ya çalışır. Tasavvufu öbür dinlerdeki mistik akımlardan ayıran önemli özellikler vardır. Bunların başında tasavvufa bağlanan kişinin varmayı amaçladığı son nokta gelir. Öbür mistikler Tanrı'yı bilgiyle tanıma (ilme'l-ya-kin) aşamasını yeterli görürler. Tanrı'ya ka­vuşmadan anladıkları da temiz olarak cennete gitmektir. Hâlbuki tasavvuf insanı Tanrı'yla bir olmaya (hakka'l-yakin), Tanrı'da yok olmaya kadar götürür.
Tasavvuf yaygınlaştıkça dinin batini yoru­mundan etkilenen birçok akım da tasavvufi bir kimliğe büründü ve bu durum din bilginle­rinin şiddetli tepkisine yol açtı. Gazali (1058-1111) tasavvufu Sünni düşünce çerçevesinde yeniden temellendiıdiyse de, Muhyiddin Arabi (1165-1240) varlığın birliği (vahdet-i vücud) görüşünden yola çıkarak batini yoruma yeni boyutlar getirdi. Ondan sonra tasavvufi akımlar büyük ölçüde bu düşünce doğrultusunda hareket etti.
Tarikatlar biçiminde örgütlenmeyle birlikte tasavvuf kişisel bir yaştım biçimi olma özelliği­ni bir ölçüde yitirerek belli kuralları, törenle­ri, giyim kuşam tarzı olan grup yaşamına dönüştü. Tasavvuf bu yolla toplumsal yaşa­mın birçok alanında etkili olmuştur. Gezgin dervişler İslam dinini yaymada önemli rol oynamış. Ahiler ekonomik yaşamın örgütlen­mesine katkıda bulunmuştur. Tasavvut edebi­yatta ve güzel sanatlarda birçok yeni tarzın ortaya çıkmasına öncülük etmiş, temel hazır­lamıştır.

Tasavvuf ilk olarak VIII.-IX. yüzyıllarda bir çeşit ilk İslâm'a; saf bir ahlâk ve erdemli, dindarca bir yaşama tarzı olarak İslâm'a dönüş hareketi olarak ortaya çıkar. İnsanların dünya nimetlerine karşı gösterdikleri gitgide artan ilgilerine; zenginlik, şan, şeref, ihtişam elde etme yönünde gösterdikleri aşırı arzularına; kendi ruhlarını, ahlâklarını ihmal etmelerine bir tepki olarak kendini gösterir. Bunu, dinin almış olduğunu gördükleri veya inandıkları kurumsallaşmış ve dışlaşmış biçimine karşı bir, tepki ve dini, bir iç yaşantı, bir zevk konusu olarak yaşamak yönünde bir eğitim olarâk da ifade edebiliriz. Kısaca onlar, Peygamber'in “deney”ini kendi düzeylerinde tekrarlamak isteyen insanlardır. Bu amaca erişmek için inziva, riyazet, ibadet ve benzeri tekniklere başvururlar. Bu şekli ile tasavvuf, tamamen pratik amaç ve karakterli, pratik bir hareket; bir yaşama ve davranma tarzı ve bir ahlâktır.
Ancak sözü edilen uygulamalar içinde bireysel mutluluk ve kurtuluş peşinde koşan bu insanlar, bir süre sonra kendilerinde bazı olağanüstü «hâl»derin ve bu hâllerin sonunda olağanüstü “zevk” lerin meydana geldiğini görmekte, ruhlarında birtakım özel “idrâk” lerin ve “görü”lerin doğduğunu gözlemlemektedirler. Bu insanlar, giderek, önlerinde “duyu perdesi”nin kalktığını, yeni âlemler keşfettiklerini; görünen dünyanın dışında, başka ve gerçek bir dünyanın varlığını algıladıklarını düşünmektedirler. Bu dünya, doğa-üstü, tanrısal, “gaybî” dünyadır. Bu ise, bu durumda olan ve bu “görü”leri, “idrâkleri, keşif”leri yaşayan, daha doğrusu yaşadığını düşünen insanları, deneylerini anlamak ve açıklamak üzere bir varlık kuramı, bir bilgi kuramı, özel bir terminoloji yaratmaya itmektedir. Çünkü ortada, en azından, görünen dünyanın dışında bir dünya, görünen gerçeğin altında bir gerçek vardır. Bu dünyaya, bu gerçeğe ulaşmak üzere bilinen yollar, sahip olunan sıradan bilgi araçları, duyular ve akıl yeterli olmamaktadır. Nihayet yaşanan bu olağanüstü olaylar, edinilen bu olağan- üstü “idrâk”ler, her ne kadar özel ve kişisel nitelikte olsalar da onları anlamak ve anlatmak üzere bir dil, bir terminoloji gerekmektedir.
Bu, tasavvufun yavaş yavaş salt pratik olmaktan uzaklaşarak bir metafizik, varlık teorisi, antropoloji, mutluluk kuramı olmaya veya geliştirmeye doğru yöneldiği dönemdir. Daha doğrusu sözü edilen pratik yan ve amaç ortadan kalkmamakla birlikte, bu pratiğin içinde varılan sonuçları temellendirmek ve yorumlamak üzere bir kuramın gerçekleştirilmesinin zorunluluğunun ortaya çıktığı dönemdir. Bu ikinci döneme ait iki önemli isim olarak Beyazıd-ı Bestami ve Cüneyd 'in adları verilebilir. İbni Haldun 'a göre bu dönemin arkasından da tasavvufun artık tamamen bir kuram veya kuramsal bir sistem olmaya doğru gittiği üçüncü bir dönem gelir. İbni Haldun bu döneme, tasavvufun yapısında meydana geden bu temel değişikliği çok iyi ifade eden bir deyimle “tasavvufun felsefeleşmesi” dönemi adını verir. Onun temsilcileri olarak da İbni Arabi, İbni Seb'in, İbni Fariz vb. in adlarını zikreder. Gerçekten de burada, Kelâmın gelişim tarihi içinde onun “felsefeleşme”si dönemi olarak adlandırdığımız dönemde ortaya çıktığını söylediğimiz olguya benzer bir olgunun gerçekleştiğini görmekteyiz. Bağımsız bir hareket olarak İslâm'da varlığı ortadan kalkan “Yunan tarzında felsefe” geleneğinin mirası, Kelâmın yanında tasavvuf tarafından da paylaşılmaktadır. Üstelik bu paylaşma, tasavvufla ilgili olarak daha yoğun ve daha “saf” bir biçimde gerçekleşmektedir. “Felâsife”nin gerek evrene, Tanrıya yaklaşım biçimleri, gerekse özel, somut tezlerinden bir- çoğu, bu tasavvufçular tarafından tekrarlanarak devam ettirilmektedir. Sözünü ettiğimiz bu döneme ait tasavvufçular bir yandan kendi hareket noktaları ve amaçlarını gözden kaybetmeksizin, öte yandan görüşlerini büyük kuramsal sentezlere, sistemlere dönüştürmektedirler.
Nitekim bu döneme ait ünlü isimlerden herhangi birinin, örneğin bir İbni Arabi 'nin eserini incelersek, onda tasavvufun büyük bir evren sistemine dönüştüğünü görürüz: Bu sistemde en yukarda Plotinos'un Bir Olan'ına benzeyen hiçbir belirleme almamış, hakkında hiçbir yüklemin tasdik edilemiyeceği “gizli”, “kapalı”, “belirsiz” bir varlık bulunur. Bu, Tanrı'dır. “Gizli bir hazine” olan bu varlık, “bilinmek istemiş” yani açılmış ve görünür hale gelmiştir. Tüm evren işte bu gizli varlığın safha safha açılması, bir bakıma Hegel 'in “Geist”ına benzeyen bu gizli sonsuz tözün sonsuz imkânlarının birer birer gerçekleşmesidir. Yalnız Hegel in “Geist”ından farklı olarak,. bu açılma veya “tezahür” etmenin bir «tarih»i yoktur. Sözünü ettiğimiz bu gerçekleşme, yine Plotinos 'un Bir Olan'ından veya, Farabi 'nin Tanrısından geri kalan varlıkların çıkması sürecine benzer bir süreç içinde meydana gelir; yani o zamansal bir açılma, «zuhurn etme değildir: Her şey başlangıçsız ve sonsuz varlıkta ve bu varlıkla birlikte vardır. Evren sürekli, fakat ansal bir gizlilikten açıklığa çıkıştır. “Yaratılmış doğa”, “Yaratan doğa” ile eş zamanlıdır. Öte yanda bu gerçekleşme, Plotinos 'un Akıl, Ruh, Madde üçlemesinde olduğu gibi birbirlerinden belli bakımlardan ayrılan farklı varlık planlarına göre veya bu varlık planları içinde kendini gösterir. Bu varlık planları, aynı gerçekliğin farklı görüntüleri olarak birbirlerinin aynasıdırlar ve hem var olan biricik tözü, hem de birbirlerini yansıtırlar. Madde alemi, duyulur alem, gizli varlığın en son “tezahür”ü, tam görünür hale gelmesidir. Tüm varlıklar tam belirsiz, gizli, kapalı töz ile tam açık, belirli, duyulur âlem arasında çeşitli kademelerde dizilirler.
Bu metafizikte insanın özel bir yeri vardır. İnsan bu iki uç arasına atılmış bir köprü, varlığın gizli ve görünen manzaralarını birleştiren bir mikro kosmostur. O, Tanrının bir aynasıdır. Bu metafizik ve antropoloji, bir bilgi, ahlâk ve mutluluk kuramı ile birlikte bulunur. İbni Arabi gerek Aristotelesçi felsefenin gözlem ve akıl yürütmelere, mantıksal kanıtlama veya “burhan” lara dayanan “mazarî” bilgi yöntemlerini, gerekse sufilerin sadece iç hâller ve yaşantıların gözlemlenmesine dayanan “heyecanî” bilgilerini reddeder. Bu ikisinin yerine belki ilerde Bergson 'un da kendisinden daha iyi açıklayamıyacağı “sezgi”sine benzer mistik, entellektüel bir sezgiyi koyar. Bu sezgi veya bilgiye sahip olan insan, görünen dünya ile görünmeyen dünyayı birleştirecek; gizli varlığın, tanrısallığın özünü, ve varlıklar arasındaki derin birliği ve sempatiyi kavrayacak, gerek kendisine, gerek diğer insanlara, mutluluk ve kurtuluşu getirecek kuralları koyacaktır. O, tüm Îslâm aydınlarının tarih boyunca peşinden koşuyor göründükleri kişi, yani aynı zamanda bilgin, filozof, peygamber ve siyasal önder olacaktır.
Tasavvufun bundan sonraki tarihi halka inme, tarikatleşme, şiir, edebiyat, sanat ve benzeri alanlarda yaygınlaşma vs., yönlerinde çok değişik ve ilginç görüntüleri meydana getirirse de, kuramsal-felsefi bir hareket olarak Kelâmın son döneminden farklı olmayacaktır. Yani bir iki istisna dışında, geliştirilmiş olan bu varlık kuramı, bilgi kuramı, antropoloji, mutluluk~öğretisinin yeni biçimler ve anlatımlar içinde tekrarlânmasından; bir şerhler ve haşiyeler yığınından ibaret olacaktır. Buna da, kuramsal-felsefi bir hareket olarak “tasavvufun kemikleşmesi” dönemi adını verirsek, yanlış bir şey söylemiş olmayız.
İslâm'da adına felsefi denebilecek bir etkinliğin aranabileceği alanların gerçekte tarihsel gelişimleri ve ana özellikleri hakkında bilgi vermeye çalıştığımz bu üç alandan ibaret olmadığı hakkında da işaretler vardır. Özellikle İslâm'da hukuk, dil ve tarih alanında yapılan çalışmalarda da, felsefe adına kaydedilebilecek görüşlerin, kuram ve öğretilerin ortaya atıldığını yapılan incelemeler göstermektedir. Buna dair en ündü bir örnek olarak evrensel tarihine bir giriş olarak yazdığı Mukaddime'sinde özgün bir tarih felsefesinin yaratıcısı olan İbni Haldun 'u verebiliriz, Ancak bu sözünü ettiğimiz alanlarla ilgili olarak bu konu, genellikle şimdiye kadar dar anlamda sadece salt tarih, hukuk ve dil açısından ele alınmış ve ancak son zamanlarda Müslüman dilcileri, tarihçileri ve hukukçularının düşünce ve öğretilerindeki felsefi nitelikli öğeler farkedilmeye ve özel incelemelerin konusu yapılmaya başlanmıştır.


Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!
ThinkerBeLL - avatarı
ThinkerBeLL
VIP VIP Üye
19 Eylül 2011       Mesaj #2
ThinkerBeLL - avatarı
VIP VIP Üye
Tasavvuf
MsXLabs.org & İslam Ansiklopedisi
Sponsorlu Bağlantılar

En büyük din ilimlerinden birisidir. Tasavvuf kelimesinin kaynağı ko­nusunda yüzyıllardan beri çok şey söylenebilmiş yazılmış ama kesin bir sonuca varılamamıştır. Bugün de ih­tilaflıdır. Bu kelimenin aslının eski Yunancadaki sofos sözcüğü olduğu­nu, öne süren çıktığı gibi İran ve Hint kayı kökenli olduğunu öne sürenler de çıkmıştır. Arapça süf (yün) veya suffa kelimesi olduğunu söyleyenlerin sayısı da kabarıktır. Kelime olarak kö­keni ne olursa olsun, terim veya ıstı­lah olarak kazandığı anlam açıktır, ne olduğu doğru dürüst bilinmektedir. Buna göre tasavvuf dünyadan, dün­ya ilgilerinden olabildiğince sıyrılmak, bedensel arzu ve istekleri frenleyip tam bir denetim altına almak, yöne­lmen Allah yolunda maddi alakaları engel olmaktan çıkarmaktır. Dinin iyi bir insan olmak yönündeki telkinle­rini eksiksiz olarak uygulamak, ada­leti, dürüstlüğü, cömertliği, fedakâr­lığı en ileri boyutlarda temsil etmek­tir. Bazı tasavvuf büyükleri bu dal hakkında şunları söylemişlerdir:
"Ta­savvuf, varlığından ölmen, Tanrı ile dirilmendir." (Cüneyd-i Bağdadi)
"Tasavvuf,, iyi huydur, iyi huy­ların ne kadar çoğahrsa tasavvufta o kadar ilerlemiş olursun." (Cüneyd-i Bağdadi)
"Tasavvuf, nefse ait bütün istek­leri, zevkleri bırakmaktır." (Ebü'l-' Hüseyin Nuri)
"Tasavvuf, bir şeye sahip olma­man, bir şeye de kul olmamandır." (Sümnûn)
"Tasavvuf, edebten ibarettir." (Ebu Hafs Haddâd)
Tasavvufun konusu, nefsi ıslah et­mek, kötü huylardan ve varlıktan geç­mek, Tanrı'ya ulaşmak, O'nun var­lığıyla var olmaktır.
Tasavvuf bir bilim dalıdır. Ama tasavvufta varılmak istenen hedefle­re bilgi ile değil sezgi ile duyuşla va­rılır. Temel gayeye ulaşmakta akıl ve bilgi ikinci plandadır. Amaca eriş­mekte başrol sezgiye ve duyuşa veril­miştir.
Tasavvuf, dini hayatı en üst dü­zeyde yaşamaktır. Dinin iyi ve güzel bulup emrettiği herşeyi yapmaya, kö­tü bulup yasakladığı her şeyden uzak durmaya bütün dikkat ve titizliği ile gayret etmek tasavvufta temel amaç­tır.
İmam Gazali, dini hayatı üç ba­samakta ele alır: Taklit basamağı, bil­gi basamağı, bilerek yaşama basama­ğı. Ana-babasından ve çevresinden ne gördüyse ona inanan ve onu yapan kimse dinin taklit basamağındadır. Din konusunda bilgi sahibi olan, fakat derin bir din hayatı yaşamayan insan ise ikinci basamakta yer alır. Zevk derecesi diye bilinen üçüncü basamak­ta ise dini hakikatleri doğrudan doğ­ruya bilir, sezer ve bu hakikatleri bü­tünüyle yaşar.
Tasavvufta bilgi ve yakîn (kesin kanaat) üç şekilde elde edilebilir:
1. İlme'l-yakîn bilgi: Bir şey hakkında okuyarak, kitaplardan öğrenilen bil­gidir, örneğin denize sahili olmayan bir yörede doğmuş, büyümüş, birinin doğada deniz adında engin suların bu­lunduğunu coğrafya kitaplarından öğrenmesi ilme'l-yakîn bilgidir.
2. Ayne'l-yakîn bilgi:
Deniz olmayan yerde doğup büyüyüp de denizin var­lığım kitaplardan öğrenen insanın bir gün kalkıp bir sahil şehrine gitmesi bu vesileyle denizi gözleriyle görmesi ayne'l-yakîn bilgidir. İlkinden bir de­rece daha üstündür.
3. Hakkâ'l-yakîn bilgi:
Denizi kitaplardan öğrenip, gözleriyle de gören kimsenin sıcak bir mevsime denk gelip de denize bir dal­ması ise Hakka'l-yakîn bilgidir. Bilginin en üstün derecesi budur. Şüp­heye yer bırakmayan kesin kanaat hâsıl eden bu bilgidir. İşte tasavvufta amaç varlık ve oluş hakkında bilginin bu derecesine ulaşmaktır. Gerçeği (Hakkı) sadece bilmek değil, yaşa­maktır. Bu merhaleye ulaşmayı da bir aşk haline getirmektir.
Burada, uzmanlık alanı dolayısıy­la konuya ilgili bilinen, bu alandaki bilgi ve yetkisi kabul edilen merhum Nihat Sami Banarlı'nın, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi'nden "tasavvuf ce­reyanı" ile ilgili pasajlar sunuyoruz:
Tasavvuf, İslâm Dünyası’nda, sosyal hayatla geniş ölçüde birleşerek inanmış hak kütleleri arasında büyük alâka ve heyecan uyandıran bir iman, bir fikir ve irfan cereyanı ve bir aşk hadisesidir.
Diğer bir söyleyişle tasavvuf, bir İslâm mistisizmidir; sırrî bir duyuş, düşünüş ve inanış sistemidir.
Bu sistem, yalnız Allah'ın birliği esasına değil, (yalnız Allah'ın varlığı) inancına dayanır; Allah'tan başka herhangi hakikî bir varlık olmadığı­na inanır.
Allah'tan başka varlık olmayınca, yaratılıştan beri duyan, düşünen, icâd eden ve inanan insan'ın maddi-manevi, mânâ ve mâhiyeti üzerinde düşünür. Kur'an-ı Kerim'den, hadislerden, Peygamberler Tarihi'nden ve bu yolda öteden beri duymuş, düşün­müş, inanmış olanların hatıralarından aldığı ilham ve irfan'la inancına ulaşır. İnsan, Allah'tan kopan bir nûr ve kudret parça­sıdır ki, geçici bir zaman için bedenlenmiştir.
Bunun tabiî neticesi olarak insan'a ve bütün insanlığa üstün saygı ve sevgi gösteren bir terbiye sistemi hedefine yönelir; zaman zaman ve yer yer bu hedefe ulaştığı görülür.
"İmam tarihi'nde en eski asırlar­dan beri, peygamberlerden başka, bir kısım insanların daha, manevi üstün­lüğe sahip oldukları inancı vardı: Böyle insanlar, üstün yaratılışlı kim­selerdi ki hayat ve hareketlerinde gö­rülen manevi kudretler, şüphesiz ilâ­hî âlem'le ilgiliydi. Bütün mitolojiler­de, eski ve büyük tarihli milletlerin destanlarında nice destan ve iman kahramanları hakkında söylenen menkıbeler, hangi din ve medeniyete mensup olursa olsun, insanlık âlemi­nin ruhunda derin izler bırakmıştı.
Yarım Tanrılar, mukaddes insan­lar, azizler, evliyalar, manevî üstün­lüklerini milletlere kabul ettiren, bu yolda kerametleri görülen kimseler­di. Onlar hakkında bilinen ve söyle­nenler, zamanla sırlı bir manevi bilgi ve bir iman derecesi almıştı. Sayıları az da olsa bir kısım insanlardaki bu manevi kudret, diğer insan yığınları­na, derin heyecan veriyordu.
İslâm tasavvufu, insanlık tarihin­deki bu köklü ve yaygın inamsın, böy­le bir sezgi'nin veya bu esrarlı gerçe­ğin, bu sefer, İslâmi esaslar dâhilinde şahlanan son büyük hamlesidir.
Daha İslam Medeniyeti’nin yayıl­maya başladığı ilk asırlarda; zihni bir tecessüs ve dini bir heyecanla; yara­dılışın sırlarını çözmeye çalışan kim­seler belirmiş ve bunlar bir takım ina­nış partileri kurmaya başlamışlardı, İslam’ın büyük imamlarına aşın duy­gularla bağlanan; onlann şahıslan ve­ya maneviyatları etrafında bir nevi dini-siyasî teşekküller kuran zümreler belirmişti.
İmamların kendileri değil fakat ta­raftarları, onlarda hatta tapınılacak ölçüde manevi değerler buluyorlardı. Ah taraftarlarının onu önce peygam­ber, sonra Allah sayacak kadar ileri gidişleri böyle hareketlerdi.
Öteden beri bu çeşit inanışlara alışmış ve sonradan Müslüman olmuş bazı kavimler, bu arada Suriye Hıristiyanlar, Yahudiler, Budistler ve başkaları İslam dünyasına daha bir takım yabancı inanışlar getirmişlerdi. Bun­ları Kur'an-ı Kerim'in deruni manalarıyla izaha, ispata çalışıyorlardı.
Bu arada ve daha MÖ II. asır son­larında, eski Yunan Kültür ve tefek­kürünün son kalesi İskenderiyye'de Neoplatonisme, yeni Eflatunculuk sistemi başlamıştı; Büyük Yunan mü­tefekkiri Eflatun'un (varlığın tek'liği ve Allah'tan ibaret olduğu) inancın­daki pantheisme'iyle "ölmek yaşamaktır" kanaati ve benzeri fikir­leri, bu felsefe ve theologie (ilahiyat) mektebinin temelim teşkil ediyordu. Bu felsefe Pisagor felsefesiyle, Tev­rat'la; türlü Yahudi, Zerdüşt ve Hı­ristiyan düşünüş ve inanışlarıyla bir­leşerek, zamanla, zengin bir meslek olmuştu.
Yeni Eflatunculuğun, akıl, vecid, aşk ve hal (ruhun Allah'la birleşme­si) yollarıyla Allah'a yükselmenin mümkün olacağı inanışı, İslam tasav­vufu üzerinde tesirli oldu.
Yine bu ilk asırlarda İslam âleminde bir Hint-İran tesiri belirmişti. Hint inanışında Nirvanası'nda İslam tasav-vufuyla kolay birleşecek çizgiler var­dı. Bunlar, İslam tefekkürüne bilhas­sa İran yoluyla girmeye başlamıştı.
Bütün bunlar ve daha bir takım inanış kalıntıları, ilk İslam zahidlerinin ruh hallerini okşayacak duygular­dan uzak değildi.
Dış ibadetlerden başka Allah'a gönül ibadetleriyle yaklaşmak isteyen; bunun vecdini, istiğrakını, heyecanı­nı duyan ilk İslam zahidleri, bu yola daldıkları zaman, henüz yukarıda bel­li başlılarını saydığımız ilahiyat ve fel­sefe cereyanlarından haberli değillerdi.
Dış tesirler, onların tasavvufa baş­langıç olan bu halleri gelişirken baş­ladı. İslam tasavvufu, dış tesirlerin kendi ruhuna uygun görüş, düşünüş ve inanışlarım kendi bünyesinde erit­mekte güçlük çekmedi. Asırlar ilerle­dikçe, bir yandan Kur'an-ı Kerim'le hadislerden mülhem, kendi iç olgunlaşması devam ederken öte yandan bu dış tesirlerle de birleşip gelişme yolu­nu tuttu.
Tasavvuf, İslam medeniyetinin birçok büyük mütefekkirleri elinde asırlarca işlendi. Nihayet MS XIII. asırda (bu asrın maddî, manevî, ilmî ve fikri hayatının bu türlü duyuş ve düşünüşlere şiddetle elverişli akışı içinde) tekâmülünün en çekici ve üs­tün seviyesine vardı.
İşte İslam devletleri ve milletleri coğrafyasında, bir taraftan İslam'ın klasik ilimlerini öğreten medreseler çoğalırken, bir taraftan da serbest te­fekkür ve heyecan sistemlerini daha geniş halk kütlelerine yaymak ve in­sanlara Allah'a varma yollarını gös­termek amacıyla, medreselerle ölçülemeyecek kadar çok sayıda tekke ku­ruldu.
Tekkelerin büyük kısmı sünnî idi. Kur'an-ı Kerim'den hadis ve sünnet­ten, bilhassa Allah'ın birliği esasından asla ayn değildi. Böyle olduğu halde onların duyuş, düşünüş ve inanış üs­lupları medrese mensupları tarafın­dan şiddetle yadırgandı. Tekke ile medrese arasında zaman zaman geniş anlaşmazlıklar oldu. Bu anlaşmazlık asırlarca sürüp giden dini-fıkri bir geçimsizlik doğurdu.

Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!
GüNeSss - avatarı
GüNeSss
Ziyaretçi
29 Eylül 2011       Mesaj #3
GüNeSss - avatarı
Ziyaretçi
Kelimenin kökeni
Arapça tasavvuf (تصوّف‎‎) kelimesinin hangi kökten geldiği tam olarak bilinmemektedir. En çok kabul gören görüşlere göre:
  1. Saflaşma anlamında safa kökünden,
  2. Yün elbise giyinme anlamında suf kökünden,
  3. Peygamberin evinin yanında ikamet eden ve peygamber tarafından yetiştirilen ve oldukça fakir olan Ashab-ı Suffe gibi yaşama anlamında suffe kökünden türemiş olabilir.
Yün giyime anlamı için delil olarak kullanılan peygamber sözlerinden bir kısmı:
  1. Enes bin Malik demiştir ki: "Rasulullah bir kölenin bile davetine gider, merkebe biner ve yün elbise giyerdi."
  2. Abdullah bin Mesud'un rivayetine göre Peygamber şöyle söylemiştir: "Allah Teala, Musa ile konuştuğu gün üzerinde yün bir cübbe, yünden yapılmış bir şalvar ve kolları yün bir elbise vardı. Ayakkabıları da merkeb derisinden idi"
"Suffe ehli; Medine'de durcak yerleri, sığınacak kimseleri olmayan dört yüz civarında erkekten oluşuyordu. Sufilerin tekke, zaviye ve rıbatlarda toplanmaları gibi onlar da Mescid-i Nebi'nin etrafındaki hücrelerde birarada yaşıyorlardı. Ziraat yapmaya, süt hayvanları ile uğraşmaya ve herhangi bir ticarete vakit ve imkânları yoktu. Gündüzleri odun taşıyarak ve hurma çekirdeklerini kırıp öğüterek karınlarını doyurmaya çalışıyor; geceleri ise ibadetle ve Kur'an okumakla meşgul oluyorlardı. Şu ayet-i kerimeler onlar hakkında inmişti:"
"Rablerinin rızasını dileyerek sabah ve akşam O'na dua eden fakirleri yanından kovma"
"Sabah akşam rablerinin rızasını dileyerek O'na dua ve ibadet eden kimselerle beraber sabret, gözünü onlardan ayırma!"
Mutasavvıfların tanımları

Tasavvuf, Allah’ın, seni sende öldürüp, Kendinde ebediyen diri kılmasıdır.
Ruhu kötü huylardan temizleyip (safa), hakiki bilgiye (yani marifete) ulaşma yoludur. Hakiki bilgi ise Allah'ı bilmektir.
Mistisizm'in İslam özelindeki hali olduğunu iddia edenler olduğu gibi, mistisizmin semavi olmayan Çin-Hindu dinlerinden gelmesi nedeni ile İslam ile tamamen farklı olduğunu iddia edenler de olmuştur.
Sufizm'in tanımı çeşitli mutasavvıflarca farklı şekillerde yapılmıştır. Bu tanımlardan birine göre, Sufizm, insanın akıl yoluyla erişemediği ilahî hakikatleri ve gayb alemine ait hakikatleri sezgiyle arama yoludur. Hedef, insan-ı kamil olmaktır. Bir başka deyişle, Sufizm, İslam inanışına göre, kişiliği kötü huylardan temizleyip, ruhu pak edip, olgun olma (kemale erme) yoludur.
Muhammed'e dayanan, silsile yolu ile Allah'ı idrake vesile, Peygamber vârisi olduğuna inanılan Evliyalar, Mutasavvıflar tarafından, zamana uygun "Hakk'tan aldığını halka sunuş" yolu olarak kabul edilmiş,dinin yalnız fıkıh olmadığı ,İslam'ın İlmî Fıkıh,İlmî Kelam, Ahlak ve Sufizm olmak üzere dört ana temelden oluştuğu inancı ile Sufizmsiz dinin yaşanamayacağı görüşü Mutasavvıfların ana ilkesi olarak ortaya çıkmıştır.
  • Kimilerine göre, sufizm ve tasavvuf aynı şey değildir. Sufizm mutasavvıflıktan daha yüksek bir aşamayı ifade eder. Mutasavvıflar Sufi olmaya çalışmışlarsa da başaramamışlar, tekkeler, ekoller kurmuşlardır. Oysa Sufizm’de ekol yoktur. Sufizm Batı Türkistan’da doğmuştur. İlk 350 yıldaki sufiler ilhamlı insanlardı, mala mülke değer vermezler, bazen çıkınları bile olmadan gezer ve her gittikleri yeri aydınlatırlardı.. Batı Türkistan’daki bu ilk sufiler, tarikatçılık gütmedikleri için, tarikat şeyhleri gibi isim yapmamış, tarihe isimsiz nefer olarak geçmişlerdir.
  • Sufizm insanın kendisini keşfetme yoludur. Dini kurallara bağlı, dogmalarla birlikte çalışan bir olgu değildir. “Ben kimim?, nerden geliyorum? ve nereye gideceğim?” sorularını soran kişilerin sufi methodları yoluyla cevap bulabilmeleri mümkündür.
Sufizmin bilhassa çok önemli iki boyutu vardır : 1.Dikey boyut :İç yasamı keşfetme, insanın aslını, özünü bulması, 2.Yatay boyut: insanlara hizmet etmek ve dünyevi ilişkileri uyum, güzellik ve sevgi boyutunda ayarlamak( bu boyuta dünya görüşü boyutu diyebiliriz)(Kaynak: Bakınız. Mevlana Celaleddin Rumi, Hazret Inayet Han, A.M. Schimmel)
  • Kimilerine göre, Sufizm 13. yüzyıla dek sürmüş, 14. yüzyıldan itibaren, yerini tasavvufa bırakmıştır.
  • Kimilerine göre de, mutasavvıf yolunun hedefine ulaştığı zaman sufi olur.
  • Sufizm ile Sufi Tarikatları arasındaki ayrım bugün çoğunlukla bilinmemektedir. Sufizm bir yaşam tarzıdır, hayata farklı bir bakıştır. Tarikatlar ise Sufizmden kaynaklanan, kurumlaşmış olgulardır. Buz ile su ilişkisi gibidir. Buz sudan oluşmuştur, ama suyun katılaşmış, donmuş halidir. Okyanusla bir testi su benzemeside Sufizmle Tarikatlar arasindaki ilişkiyi gayet güzel anlatmaktadır : Okyanusdan su alıp testiye doldursanız testideki su ne kadar okyanus özelliğini korur ki? (Hazret İnayat Han, Hazreti Mevlana)
Kaynağı ve Tarihi
Tasavvuf kelimesinin hangi kökten geldiği konusu tartışmalıdır. Arınma anlamındaki safa, yün giyinen anlamındaki sufi kökleri en çok itibar edilenlerdir. Zira tasavvuf arınmadır ve tasavvufçular bir fakirlik simgesi olarak yün elbise giyinirler. Tasavvuf af tasası anlamına da gelmektedir.
Tasavvufun kaynağı olarak İslam peygamberinin Hira mağarasında inzivaya çekilmesi gösterilebilir. Nitekim Peygamber orada nefsini terbiye ile uğraşmış ve halktan uzak durmuştur. Sahabe den bazı kimselerin tasavvufi gerçekleri Peygamber'den doğrudan aldığına ve nesilden nesile aktardığına inanılır. Veliler de peygamberlerin vârisleri olarak bu yolu takip etmiştir.
9. Yüzyıldan itibaren özellikle Türkistan, İran ve Kuzey Afrika bölgesinde sufi görüşler müsait ortam bulmuşlardır. Bunda Moğol İstilası sonrası ortaya çıkan karmaşık sosyoekonomik durumun toplumu ruhani bir arayışa sevketmiş olması büyük bir etkendir. Buhara, Semarkant ve Taşkent gibi İslam tarihinde önemli şahsiyetler yetiştiren şehirleri içeren Fergana Vadisi pek çok mutasavvuf yetiştirmiştir. Ahmed Yesevi, Abdulkadir Geylani gibi tasavvuf büyükleri bu bölgede tasavvuf ve tarikat yapısını giderek olgunlaştırmışlardır. Bu bağlamda, özellikle 10. yydan sonra tasavvufa en büyük katkıyı Fars ve Türkmen müslümanların yaptığını belirtmek gerekir.Hatta, Hallac-ı Mansur gibi kimi Arap kökenli sufi bu nedenle Türkistan'da ve İran'da uzun süreler bulunmuşlardır. Bu noktada Türkler'in ve İranlılar'ın İslam öncesi şaman inançlarının tasavvufa etkisi açıktır. Bu etkileşim zamanla Islam'ın Hindistan'a doğru yayılması ile Budizm ve Hinduizm ile de gerçekleşmiştir.Fudayl bin Iyaz, İbrahim Edhem, Bişri Hafi Haris el-Muhasibi, Cüneyd-i Bağdadi, Beyazid Bestami, İmam-ı Gazali, Şah-ı Nakşibendi, Muhyiddin İbn Arabi, Mevlana Celaleddin Rumi, Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre, Abdal Musa diğer büyük sufiler arasında sayılabilir.

Bilgi kuramı
Tasavvufa göre, bilginin kaynağı üçtür: 1. Akıl 2. Nakil 3. Vahiy. Tasavvuf her üçünü de kabul etmekle beraber vahiyin özel bir şekli olan ilhama dayalıdır. İlham ise ancak nefsini arındırmış, temiz bir kalbe vahyolur. Vahiyin çeşitleri vardır. En üstte peygambere yapılan vahiy, en altta ise arı gibi hayvanlara yapılan vahiy vardır. İlham ise peygamber olmayan insanlara Allah'ın bildirmesidir.
Buna göre, şeriat ve Kuran yargıları da dahil olmak üzere, söze dayanan teorik bilgilerin tümü sözel bilgidir. Bu bilgiler dıştan okunarak elde edilebilir. Oysa iç bilgi, dıştan okunarak elde edilemez, bu bilgi insanın içinden doğarak gelir ve gerçek bilgi budur. Tasavvufa göre, asıl bilginin, tasavvuf bilgisi denilen bu bilgi olduğu; kardeşlik duygusunu geliştirdiği, toplu olarak bir arada yaşama duygusunu güçlendirdiği, insanları iyilik ve olgunluğa götürdüğü kabul edilir.
Dış bilgi elde eden kişi iyi insan olur. Fakat, bu iyilik çoğunlukla, yalnız kendisi içindir. Tasavvuf bilgisi olan kişi ise, yaptığı her işte, tüm insanlığı düşünür.

Tasavvuf ve Felsefe
Tasavvuf konu bakımından felsefenin alanlarına girmektedir. Ancak tasavvuf bir felsefi ekol değildir. Bazı insanlar tasavvufun ilhama dayalı olduğunu ileri sürse de tasavvuf aklın reddettiği bir şey değildir. Tasavvuf aklı yalnızca maddi dünya için bir delil olarak kullanır. Ancak metafizik alemin anlaşılması için aklın yetersiz olduğunu iddia eder. Çünkü akıl ürünü bilgilerin temelini meydana getiren düşünme ve tasavvur etme, algıya yani duyu organlarının çevre ile etkileşimine dayanır. Algılardan soyutlanmış bir tasavvur olamaz.
Akıl dışında bir diğer bilgi kaynağı da nakildir. Peygamberlerin getirdikleri bilgi dışındaki bilgileri güvenilir bulmayan bu kesime örnek olarak Hanbeli mezhebebinin kurucusu İmam Ahmed bin Hanbel verilebilir. İman, işte bu vahye dayalı nakle teslim olmak demektir. Bu görüşe göre, iman ispat gerektirmez.
Tasavvuf bu iki görüş arasında bilginin başka bir kaynağı olduğu iddiasındadır. Nefsi temizleyip Allah'tan gelen ilhamlara hazır hale getiren bir veliye Allah'ın izni ile bilinmeyenlerin kapısı açıldığına inanılır. Bu yola girenler ilerledikçe o kapıların teker teker açılışını izlemektedirler. Her ilerleyişinde yeni bir makama varır, bir önceki makamı geride bırakır. Her makamın kendine özgü pratiği vardır. Örneğin bazı makamlarda sürekli zikir yapılırken, bazı makamlar da kişi Kur'an okumayı bırakır ve yalnızca tefekkür eder.
Tasavvufun çok önemli teoretik yanı vardır, ama pratiksiz tasavvuf olmaz. Bu nedenle, tasavvufi gerçeğe kavuşmak için bu yola girmek ve nefsi arındırmak gerekir. Tasavvufi yöntemleri bilmekle kişiye Allah katından tartışmasız bilgi gelmez. Tasavvufi bilgi tefekkür-meditasyon ve Mürşiti Kâmil vasıtasıyla elde edilir.
Tasavvuf ile elde edilen bilgi şüphe içermez. Çünkü Allah'tan kendisine verilen bir bilgiden insan şüpheye düşemez. Ancak tasavvufun önde gelen temsilcileri Haris el-Muhasibi ve Gazali'ne göre insanları tasavvufa yönlendiren şey şüphedir. Diğer tassavvuf alimlerine göre ise insanları tassavvufa yönlendiren güdü içsel arayıştır (Mevlana Rumi). Tasavvuf ilerleyen safhalarında şüphe barındırmamasına rağmen, tasavvufa giriş başlangıcında şüphe ve insanın içine düştüğü zihinsel ve gönülsel boşluktan kaynaklanan arayış vardır(İmam Gazali).

Tasavvuf ve Mistisizm
Mistisizm daha genel bir kavram olarak her dinde farklı olarak ortaya çıkmış, dinlerin manevi yönlerini anlatmaktadır. Mistikler, yaşadıkları din, kültür ve medeniyet ortamında şekillenirler. Bu nedenle kavram olarak bu şemsiyenin altında incelenseler de birbirinden farkları vardır.
Tasavvuf ve sufizm de çoğu kez mistisizm ile karıştırılmaktadır. Oysa tasavvuf ve sufizm İslam dinine özel bir terim olup diğer dinlerin mistiklerinden bazı yönleri ile ayrılmaktadır. Sufizm ve tasavvufun mistisizm'den başlıca farkları şunlardır:
  1. Mistisizm'de ıstırap önem taşıdığı hâlde tasavvufta ıstırabın özel bir yeri yoktur.
  2. Tasavvufta terbiye metotları fertlerin karakter yapılarına göre farklılık arz ettiği hâlde, mistisizmde bu farklılık ve zenginlik yoktur.
  3. Tasavvufta mânevî yükseliş için ferdî gayret esas olduğu hâlde mistisizmde değildir.
  4. Mistik sadece vecd ehli olduğu hâlde, sûfî hem vecd ehli, hem de ilim talibidir.
  5. Tasavvufta zikir ve şeyh ile birlikte bulunmak (sohbet) esastır. Mistisizmde böyle bir esas yoktur.
  6. Mistisizm, rûhun cesede hakîmiyetini sağlama ameliyesidir. Tasavvuf ise rûhun arıtılıp Hakk'a vuslata erdirilmesidir.
  7. Tasavvufta Peygamber yoluyla Allah'a ulaşmak vardır. Mistisizm'de peygamber veya bir mürşid-i kamil yoktur.
  8. Tasavvuf şeriat kurallarının üzerine bina edilmiş olup İslam dininin bir yüzüdür. Tasavvuf İslam'dan bağımsız düşünülemez.
  9. Tasavvufun ahlak kuralları tamamen İslam peygamberinin sünnet denen sözlü ve fiili hareketlerine dayanır. Tasavvuf özel anlamıyla sünneti harfiyyen yerine getirmektir.
Tasavvufun Temel Kavramları

Şeriat
Dinin esas ve görünen şekli ve insanlara emredilen kısmı şeriattır. Tasavvuf ise dinin iç yüzüdür. Ancak tasavvuf insanlara emredilmemiştir. Yani kişi tasavvufla ilgilenmediğinden dolayı dini açıdan Allah katında sorumlu değildir..
Şeriat seviyesindeki anafikir "Seninki senin, benimki benim" dir.

Tarikat
Tasavvuf ile Tarikat aynı anlama gelmez. Tarikatlar zaman içinde Tasavvuf yani Sufizmden kaynaklanmışlardır. Tasavvufun somut organize olmuş halidir.Bir insanın tasavvufu yaşaması için bir tarikata mensub olması gerekir.Bir Mürşid ve bir mürid ile tarikat oluşturmadan tasavvuf yaşanamaz. Hakikatte tek bir Kâmili Mürşid vardır, O da Allah Tealadır. Şeriat dinin dışı, tarikat ise içidir denebilir. Ancak tarikat, şeriate aykırı olamaz. Çünkü tarikatın temeli şeriattır. Sufiye göre tarikat öz, şeriat kabuktur. Amaç öze inmektir. Şeriat bu yolda sadece gerekli bir vasıtadır.
Tarikat seviyesindeki anafikir "Seninki senin, benimki de senin"dir.

Marifet
Marifet Allah Teala’yı tanımaktır. Marifet Hakk’ın kula bahşettiği bir sofradır. Fakra ulaşan kişilerin gönülleri marifetle dolar. Marifet erenler sofrasında (sohbetinde) elde edilir. Arif, Hakk’ı bilen Hak’tan haber alan kişidir. Marifet, batın hazinesidir. Bu hazine aşk ile ele geçer.
Marifet seviyesindeki anafikir "Ne benimki var ne seninki" dir.


Tasavvuf - Vikipedi
_Yağmur_ - avatarı
_Yağmur_
VIP VIP Üye
24 Şubat 2012       Mesaj #4
_Yağmur_ - avatarı
VIP VIP Üye
TASAVVUF

Sufilerin tuttuğu yol. Bir eylem, davranış ve yaşama felsefesi olduğu gibi aynı zamanda bir bilgi, bir dünya görüşü, felsefî bir sistemdir.

Temelde mistisizme dayanır. Tasavvufta, Hint mistisizminin dünyadan uzaklaşma, varlıktan sıyrılıp yoklukla bir olma düşüncesi görülmekle birlikte, gerçek varlığa, hakikate ulaştıktan sonra yeniden dünyaya geri dönme, olgunlaşmış bir kimse olarak günlük hayata ve insanların arasına girme düşüncesi ağır basar. Bu anlamda çeşitli ve karşıt aşamalardan geçerek daha yüksek bir düzeye ulaşmayı ve yeniden dünyaya dönüşü öngören manevî bir ilerleme söz konusudur.

Bir dünya görüşü olarak tasavvuf, belli bir yaşama biçimiyle seziş ve düşünceye dayanan kuramsal çabaları kapsar. Tasavvuf yoluyla hakikate ulaşmak isteyen kişinin, çeşitli ve belirli dönemlere ayrılmış bir ruhsal yaşantı geçirmesi gerekir. Mürşit denilen bir yol göstericiye, rehbere uyularak çile, zikr gibi belirli aşamalardan geçilir. Şeriattan hakikate, başka deyişle İslâmlığın temel ilkelerinden İslâmlığın iç ve gerçek anlamına varılacaktır. Sonuç olarak bu gerçek anlama göre yaşanıp davranılacaktır. Tasavvufa göre Allah'tan başka varlık yoktur.

Tanrı kendini görmek ve göstermek istemiş, evren ve bütün varlıklar bu istek sonucu ortaya çıkmıştır. Başka deyişle Allah, varlıklarda görünmüştür. Evrende var olarak gördüğümüz nesnelerin gerçek, ayrı bir varlığı yoktur. Hepsi Allah'ın tecellisinden ibarettir. Çünkü insan Allah'ın bütün adlarını, niteliklerini topluca kendinde bulundurur. Ama Allah'tan gelen insanın yine Allah'a dönmesi, onun varlığıyla var olması gerekir. Bunun için "tevhid" (bir olma) ya da "fenâ" (yokluk) mertebeleri denilen aşamalardan geçilmelidir.

Nefsi arıtarak olgunlaşmanın yolu bir mürşide bağlanmakla olasıdır. Bu düşünüş, tarikatların ortaya çıkmasına yol açtı. Başlangıçta bir aşama ve davranış felsefesi olarak başlayan tasavvuf, ilkin Kûfe, Basra ve Bağdat'ta görüldü. İslâmiyetin yayılmasıyla Horasan'a geçti, Moğol yayılmasıyla da Anadolu'da gelişti. 8. ve 9. yüzyıllarda Ebû Haşim-i Kufî, İbrahim Edhem, Dâvûd-ı Taî, Şakîk-i Belhî, Fudayl bin İyâd, Ma'rûf-i Kerhî, Ahmed bin Hıraveyh, Hâris, Zün-Nûn, Yahya bin Muâz, Bayezid-i Bistamî gibi ünlü mutasavvıflar yetişti. Tasavvuf, edebiyatı da büyük ölçüde etkiledi; bütünüyle tasavvufî ürünler verildiği gibi, tasavvufu benimsemeyen sanatçılar da yapıtlarında tasavvufî terimleri, kavramları yaygın biçimde kullandılar.

Tasavvufî deyişin en güzel örneklerine zümre-tarikat edebiyatında rastlanır. Türlü tarikatlara bağlı şairler, tasavvufî inançlarını ustalıkla dile getirdiler. Bu tür şiirlerden bir bölüğü tarikatların dayandığı ilkeleri anlatan öğretici manzumelerdi. Bir bölüğüyse Tanrısal bir sevinçle yazılmış lirik şiirlerdi. Divan şiirinde de tasavvufun etkisi belirgindir. İnançlarını içtenlikle dile getiren mutasavvıf şairlerin dışında, genelde tasavvufî kavramları mazmun olarak kullanma eğilimi ağır bastı. Mutasavvıf şairlere örnek olarak Yunus Emre, Nesimi, Fuzuli, Ruhi, Şeyh Galip adları sayılabilir.


MsXLabs.org & Morpa Genel Kültür Ansiklopedisi
"İnşallah"derse Yakaran..."İnşa" eder YARADAN.
pusula - avatarı
pusula
Ziyaretçi
24 Şubat 2012       Mesaj #5
pusula - avatarı
Ziyaretçi
TASAVVUFUN ANAHTAR TERİMLERİ :

MUTASAVVIF : Gafletten uzak olarak yâni her an Hakk'ı zikreden, kalbini mânevî kirlerden temizleyen ve Allah'dan başka her şeyi gönlünden çıkaran, rûhunu Hakk'ın zikri ile süsleyen tasavvuf ehli, velî, mürşid, ahlâk-ı hasene sâhibine mutasavvıf denilir.
Abdülhak-ı Dehlevî : "Mutasavvıfların hepsi Ehl-i sünnettir. Bid'at sâhiplerinden (dinin aslında olmadığı halde sonradan meydana çıkarılan işlere ve uydurulan sözlere inananlardan) hiçbiri Allah'ın mârifetine (O'nu tanımaya) yaklaşamamıştır. Velâyet (evliyâlık) nûrları bunların kalplerine girmemiştir."demiştir.Abdülkâdir-i Geylânî şöyle buyurmuştur: "Mürşid (rehber, doğru yolu gösterici) ve mutasavvıf, Rabbi için her yönden ve her şeyden ayrılıp Allah'dan başkasına tapınmayı, ibâdet etmeyi ve uymayı terk ederek, gayriye yönelmekten ve meşgûl olmaktan kalplerini kurtararak, ihlâsla Hakk'a ibâdet eder ve şeytana uymaz."

MÜRŞİD : Tasavvuf yolunda kendisinden önceki yetkili kişinin manevi izni ile insanları irşâd eden, doğru yolu gösterip yetiştiren ve kemâle getiren yâni olgunlaştıran tasavvuf terbiyesine ehil kişiye mürşîd denilir. Mürşidin olgunluğuna işaret eden bir terim ise "mürşîd-i kâmil"dir.
İmâm-ı Rabbânî, tasavvuf yolunda nihâyete varanların (yolun sonuna kavuşanların) iki türlü olduğunu beyân etmiştir. Birincisi Rasûlullah efendimizin izinde giderek kemâle erdikten sonra, insanları irşâd için (doğru yola çekmek için) halkın derecesine indirilmiş olan mürşidlerdir. İkincisi, yükseldikleri derecelerde bırakılıp, insanların yetişmesi ile vazîfeli olmayan velilerdir.
Mazhâr-ı Cân-ı Cânân bütün kazançlarına, mürşidlerini çok sevmekle kavuştuğunu belirtmiş, irfan anahtarının, Allah'ın sevdiklerini sevmek olduğunu ifâde etmiştir. İmâm-ı Rabbânî de; "Mürid, mürşidini ne kadar çok severse, onun kalbinden feyz alması da o kadar çok olur. Mürşid vesîledir, vâsıtadır. Maksad, Allahdır." demiştir.
Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker, bu konuda şöyle bir tavsiyede bulunmaktadır: "Bir kimse kendisini irşâd edecek, doğru yolu gösterecek bir mürşide ulaşamamışsa, büyük zâtların sohbet kitaplarını okusun ve onlara uysun."
Seyyid Abdullah-ı Dehlevî ise, kâmil (yetişmiş) ve mükemmil (yetiştiren, olgunlaştıran) bir rehbere tâbi kimsenin, Allah'ın rızâsına kolayca erebileceğini ifâde etmiştir.

SİLSİLE : Tasavvufi yolların hepsinde günümüzdeki mürşidden Rasulullaha kadar ulaşan bir manevi zincir söz konusudur.Bu zincirin tarihen sağlıklı oluşu tasavvufi feyz ve bereketin intikalinde çok önemlidir.Bir tasavvuf yolunun sağlamlığının en büyük delili sahih bir silsileye sahip oluşudur.Tasavvufta "Allah'a giden yollar mahlûkatın nefesleri sayısıncadır." anlayışı sebebiyle tarikat sayısında bir sınırlama yoktur. İtikadi bakımdan kitap ve sünnete bağlı, ehl-i sünnet ve'l-cemaat anlayışını benimseyen, ibâdet ve muâmelâtta İslâm'ın temel esaslarını uygulayan ve manevi bir silsileye sahip mürşidler tarafından temsil edilen tarikatlar hak tarikatlardır.Silsilenin tasavvufi önemine uygun olarak bütün tarikatlar icazetname ve silsilename ile kendi yollarındaki ruhani akışı kayıtlara bağlayarak belgelemişlerdir.
Mevlana Halid-i Bağdadi [K.S.]'in Kürdemir'li Şeyh İsmail Şirvani[K.S.]'e Verdiği İcazet
Örnek Bir Nakşbendiyye Silsilesi

MÜRİD:Tasavvuf yolunda bulunan, bir mürşide intisab ederek seyr u sülûk ile manevi makamlarda yol almak suretiyle cemal mertebelerine ulaşmak yolunda irade izhar eden demektir. Mürîdler Allah'a yakınlık derecelerine ulaşmak için riyâzetler ve mücâhedeler çekerler ; nefsin isteklerinden kaçınıp istemediklerini yapmaya çalışırlar. Bir müslüman bir mürşide biat ederek iradesini izhar etttikten sonra mürşidin kendisine vereceği tasavvufi talimat olan günlük zikir, tesbihat dersini ifa etmeğe başlamak suretiyle tasavvuf yolunu adımlamağa başlar.Bu yolun değişik duraklarında mürşidin göstereceği yeni vazifeleri ( evrad, halvet,riyazet vs. ) yerine getirmekle yoluna devam eder.

ZİKİR : Zikir, her işte Allah'ı hatırlamak, zihinde tutmak, yâd etmek, unutmamak ve anmak,kendini gafletten kurtarmak, kulun Allah'ı dille ve kalple anması anlamında Kur'an kaynaklı bir tasavvuf kavramıdır.Gaflet de Allah'ı unutmak demektir. Bütün tasavvuf büyükleri ve tarikat ricâli, zikri yollarının temel esası saymışlardır. Zikir, çeşitli türevleriyle Kur'an'da 250'den fazla yerde geçmektedir. Kur'an'ın bizzat kendisi ve emirleri birer zikirdir. Bu yüzden Kur'an bizzat kendisini ve namazı da zikir olarak adlandırmıştır. Mutasavvıflara göre gerçek zikir, Allah'ı şiddetle sevmek, O'ndan nasıl korkulmak gerekiyorsa öyle korkmak ve gaflet meydanından müşâhede semâsına yükselmektir. Ya da Mezkûr yani Allah'dan başkasını unutmaktır.
Çünkü Allah "Unuttuğun zaman rabbını zikret! (hatırla)" (el-Kehf, 18/24) buyuruyor. Allah, Kur'ân-ı kerîmde Ra'd sûresi 30. âyetinde yine şöyle buyuruyor: "İyi biliniz ki, kalpler, Allah'ın zikri ile itminâna, râhata kavuşur." Bakara sûresinin 152. âyet-i kerîmesinde ise şöyle buyrulmuştur: "(Kullarım!) Siz beni (tâat ile, beğendiğim işleri yapmak sûretiyle) zikrederseniz, ben de sizi (rahmet, mağfiret, ihsân ve tövbe kapılarını açmak sûretiyle) anarım."Kur'an'da iki tür zikir emri vardır: Mutlak ve mukayyed zikir. Kur'an'da herhangi bir kayıt belirtmeden mutlak mânâdave çok çok zikretmeyi emreden âyetler vardır. (bk. Âlü İmrân, 3/41; el-Ahzâb, 3/41; el- Cum'a, 62/10) Bunların emrettiği zikir, gafletin zıddı anlamındaki kalbî zikirdir. Allah'ın adının anılmasını emreden (el-Müzzemmil, 73/8);ed-Dehr, 76/25) âyetler ise kalbî mânâda zikre muvaffak olamayanlara dil ile zikretme kolaylığı sağlamakta ve bir bakıma kalbî zikre alıştırma yaptırmaktadır. Zikirden maksad Allah'ı hiç unutmamak olduğuna göre zikrin efdal olanı kalbî ve hafî olanıdır. Ancak cehrî olarak yapılan zikirlerin herbirinin sâlikin durumuna göre ayrı özellikleri vardır. Tevhid zikrinin kalbi masivâdan temizlemede, lâfza-i celâl zikrinin kalbî zikre ermede ayrı bir yeri vardır. Bunlardan hangisinin kime ne kadar yararlı olacağını mürşid tayin eder.
Sünenü'l-Beyhekî'de geçen iki hadîs-i şerîfte de buyrulmuştur ki: "Derecesi en yüksek olanlar, Allah'ı zikredenlerdir.", "Allah'ı sevmenin alâmeti, O'nu zikretmeyi sevmektir."
Asr-ı saâdette bizzât Hz. Peygamber'in toplu zikir yaptırdığını gösteren rivâyetler vardır. Ahmed b. Hanbel'in naklettiği bir olay şöyledir:"Şeddâd b. Evs anlatıyor: Hz. Peygamber'le beraber bir evde idik. Bize sordu:"İçinizde garib; yani ehl-i kitaptan bir kimse var mı?" Biz: "Hayır" dedik.Sonra kapıyı kapatmamızı emretti ve şöyle dedi. "Ellerinizi kaldırın ve Lâ ilâhe illallah deyin." Ellerimizi kaldırdık ve lâ ilâhe illallah dedik. Sonra Hz.Peygamber: "Allah'a hamdolsun. Yâ Rabbi, sen beni bu kelime ile gönderdin, bana bunu emrettin ve onda bana cenneti vaad ettin. Sen vaadinden dönmezsin." dedi.Sonra da şöyle buyurdu: "Sevinmez misiniz, Allah sizin hepinizi afvetti."(Müsned, IV, 124) Bu hadiste geçtiği gibi insanların tevhid kelimesi veya başka ilâhî isimlerle zikretmek üzere bir araya gelmeleri sünnetteki uygulamaya uygundur. Toplu zikrin asr-ı saadetteki bir başka örneği Ebû Saîd el-Hudrî'den gelen bir rivâyette anlatılmaktadır. Bu rivâyete göre Allah Rasûlü birgün halka teşkil etmiş bulunan bir sahabe topluluğunun yanına vardı. Onlara niçin böyle oturduklarını sordu. Onlar da: "Kendilerine başta İslâm olmak üzere pekçok nimetler veren Allah'ı zikretmek için bir araya geldiklerini" anlattılar. Peygamberimiz tekrar: "Siz gerçekten sadece Allah'ı zikretmek için mi toplandınız?" diye ısrarla sorunca sahâbîler: "Vallahi sadece bu maksadla bir araya geldik." diye yemin ettiler.
İmâm-ı Rabbânî; "Her vakit, Allah'ı zikr etmek lâzımdır. Kalpte başka hiçbir şeye yer vermemelidir. Yerken, içerken, uyurken, gelirken, giderken hep zikir yapmalıdır." demiştir. Cübeyr bin Nüfeyr; "Her an, dilleriyle Allah'ı zikr edip, O'nu bir an unutmayanlardan herbiri, güler bir hâlde Cennet'e gireceklerdir." demektedir. Zikir, cehrî ve hafî olmak üzere iki kısımdır. Zikr-i cehrî, yüksek sesle Allah'ı anmak, zikr-i hafî ise, gizli olarak ve kalb ile Allah'ı hatırlamaktır.
Zikir hakkında daha detaylı bir açıklama için bakınız: "Zikr : Allah'ı Hatırlama"
19.Yüzyılın Büyük Sufilerinden Kuşadalı İbrahim Halveti [K.S.]nin "Zikr Hakkındaki Görüşleri"
Tasavvufi pratikte mürşidin zikir tavsiyesi hakkında reel bir örnek sunuyoruz:" İntisab ve Zikr Tarifi"

EVRAD : Îtiyad, alışkanlık hâlinde nâfile olarak devamlı yapılan ibâdet, tesbîh ve duâlara vird (çoğulu evrâd) denilir. İmâm-ı Gazâlî; "Duâ, zikir, Kur'ân-ı kerîm okuma ve tefekkür (mahlûklardaki ve kendi bedenindeki ince sanatları, düzenleri, birbirine bağlılıklarını düşünerek, Allah'ın büyüklüğünü anlaması, insanın günâhlarını hatırlayıp, bunlara tövbe etmesi lâzım geldiğini ibadetlerini ve tâatlerini düşünerek bunlara şükretmesi gerektiğini hatırına getirmesi), sabah namazından sonra, âhiret yolcusu kulun virdi olmalıdır." demiştir. Yine İmâm-ı Gazâlî; "Okunmalarında fazîlet olduğu bildirilen bâzı âyet-i kerîmeleri vird edinip, okumak da müstehabtır. Fâtihâ, Âyete'l-Kürsî ve Bekara sûresinin son iki âyeti (Âmener-Resûlü) bunlardandır. Kaylûle (öğleye doğru bir mikdâr uyumak da) gündüz virdlerindendir." demiştir.
Mâlik bin Dînâr ise şunları söylemiştir: "Bir gece uyuya kaldım ve evradımı yerine getirmedim. Rüyâmda birisi karşıma çıktı ve, okuryazarlığın var mı? dedi. Var, dedim. Şu yazıyı okur musun? dedi ve elime bir kâğıt parçası verdi. Kâğıtta; "Dünyânın geçici ve aldatıcı nîmetleri, ölümsüz olarak yaşayacağın Cennet'in zevk ve safâsından seni alıkoymuştur. Yâni geçici olarak zevk aldığın bu uyku, ebedî seâdetine yarayacak ibâdetine mâni olmuştur. Uyan, namaz kıl ve Kur'ân-ı kerîm oku. Zîra bunlar, uykudan hayırlıdır." yazılıydı."
EDEB : Her konuda haddini bilip, sınırı aşmamak, insanlara iyi muâmelede bulunmak, sünnet üzere yâni Rasûlullah efendimizin buyurduğu ve davrandığı gibi hareket etmek, hatâya düşmekten sakınılacak şey, terbiye, güzel ahlâka da edeb denir.
Abdullah bin Mübârek, âlimler, edeb hakkında çok şeyler söylediler. Bize göre edeb, insanın kendini tanımasıdır demiştir.
Ebü'l-Berekât Emevî Hakkârî; "Edep, kulun, Allah'a karşı vazîfelerini, vakitlerini nasıl değerlendireceğini, kendini O'ndan uzaklaştıran şeylerden nasıl korunacağını bilmesidir." demiştir.
İmâm-ı Rabbânî ise; "Edebe riâyet etmeyen hiç kimse, Allah'a kavuşamaz, yâni velî olamaz. Din büyüklerinin yolu baştan sona edeptir. Namazın sünnet ve edeplerinden birini gözetmek ve tenzîhî bir mekrûhtan sakınmak; zikir, fikirden (tefekkürden) üstündür." buyurmuştur.
Şems-i Tebrîzî ise; "Âdemoğlunun edebden nasîbi yok ise, insan değildir. Âdemoğlu ile hayvan arasındaki fark budur. Gözünü aç ve bütün Allah'ın kelâmının mânâsı, âyet âyet edepten ibaret olduğunu gör." demiştir.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 2 üye beğendi.

Benzer Konular

29 Kasım 2011 / Misafir Cevaplanmış
26 Ağustos 2016 / Ziyaretçi Soru-Cevap
2 Mart 2011 / Misafir Soru-Cevap
22 Nisan 2009 / HipHopRocK Sanat
21 Temmuz 2015 / _KleopatrA_ X-Sözlük