Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 10

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 547.206 Cevap: 1.812
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
14 Ocak 2007       Mesaj #91
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İntiharına Dönüşen Kadının Önlenemez Yalnızlığı
İntiharına Dönüşen Kadının Önlenemez Yalnızlığı
Sponsorlu Bağlantılar
Yahut
Yalnızlığına dönüşen Kadının Önlenemez İntiharı


Sabah uyandığında, şarabın ağırlığı ağrısı, kafatasındaki boşlukta oradan oraya koşuşturan kelimelerin boğucu yankısına bulandı. Beyni vıcık vıcık yapışkan kelimelerce kemirilmişti. Geriye kalan boş bir kafatası, son kalan varlığının son vuruşu. Aklı da yoktu artık kelimeleri dizgeye getirip sistematik cümlelerle aklını dize getirecek.

Durdurulamaz kelimeler, içi boşalan kafasının dış çeperini kemirmeye başladı. Boynunu, omuzlarını ve tüm vücudunu. Her şey bittiğinde, çıplak zeminde tek bir cümle belirdi. Sonunda noktası olan,

P………. Ya…dan Ç…… N..ha.. Düş…….

Soğuk duş etkisine duyduğu ihtiyaçla, soğuk suyun altına girdi. Dışına çıktığı yaşama yeniden giriş biletiydi. Su hayattı, yaşamın kaynağı,

Pencerenin önündeki sardunya saksısından avuçladığı toprağı götürdü ağzına, toprağından doydu.

Zerre milin içine sığdırdığı yaşamını, (içindeki) çarkın dişlilerine bırakıp uzandığı yerden toprak hırkasını üzerine çekti.


………………


Masumiyete uyandığında Ayla belirdi başında üzerinde ayla, Yedekçi Çıkmazı’ndan dünyaya çıkar kapının eşiğiyle, gözün algı eşiği üst üste binmişti. Adımını atarken alıştığından yükselen eşik, tökezlemesine neden oldu. Başı yere doğru ivme kazandığında bırakılmış tren biletine takıldı gözü, uzanıp aldı. Tek bir cümle belirdi;


B.. Dü……… K..lk…. İ... T…..ne


……………….


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
14 Ocak 2007       Mesaj #92
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
"Yobazlığa Övgü"

Sponsorlu Bağlantılar
"Bu kitabı yobazlara adıyorum.İbrahim'e...
Her şeytanÎ taarruzda, gövdesi oklarla delik deşik edilen o katı kayaya; Eyyub'a...
Çatal dilli bir yalanın, pelteleştirmeye, çamurlaştırmaya çalıştığı o dimdik gövdeye; Musa'ya...
İstatistikle görülemez, tedris ile bilinemez olana; Yunus'a...
Kendi mağmasını katı kabukları altında tutup da, altı milyar kelleye gezip dolaşacakları bir yeryüzü bahşedene; Yusuf'a...
Jeostrateji yerine su içmeyi, meclis aritmetiği yerine teçhiz ve tekfinin inceliklerini bilene; Salih'e...
Bizim acemice vuruştuğumuz bu vadiye, ağlayarak oğul gönderene; Yakub'a...

Dedeme ve onun gibilere..."

Kitabının girişinde böyle diyor Süleyman Çobanoğlu, ben de bu sayfayı tüm yobazlara adıyorum.Ona çok teşekkür ediyorum.Ve onun dilinden devam etmek istiyorum.

***
"Sanki bütün dünyanın acısını yalnız onlar çekmektedir.
Bağırlarında kaynayan bir şeyi dinlemekten, geçip giden bağrışların, çığırmaların, lafların ve sözlerin ve hatta şaplaklamaların farkına varmaya fırsat bulamazlar.
Pek çoğu geçimsiz bir uzak amcadır.
Yeni yetmelerin "bizim peder" diye yakındıkları, bir an önce hakkında emr-i Hak diledikleri öksürüklü baba...
'Çıkmayan' kızdır bazen, bazen kafa dengi olmayan genç...
Fatih'in Çarşamba'sında kafası yeşil takkeli çocukları civarda seğirtirken, usul usul tesbih çeken bir 'İran manzarası...'
Dünya bir sesler cehennemidir; bir gürültülü gayya kuyusu...

Piknikte içmeyenin ,komşusu Pakize hanımı öpmeyenin, faiz yemeyenin, altın takmayıp ipek giymeyenin üstüne üstüne haykırır:

Yobaz!

***
Yobaz'ın anlamı; 'iri ve kuvvetli.'Muhtemelen 'yavuz' kelimesiyle akraba.
Fakat şimdi ona ne derseniz deyin; mutaassıp, tutucu, gerici...
Gerçekten de, yobaz, ahde vefa gösteren, sözünün eri, misakına sâdık...

Gittikçe domuzlaşan bir dünyanın içinde, insanlık taassubu.

***

'Biz yobaz değiliz' demenizin bir faydası yok.

Sizde, kendilerini tırmalayan, ürküten, korkutan o cevheri gördükleri müddetçe, sizi rendelemek, yamyassı etmek, avuçlarına alabilecek hale getirmek üzere bu uğursuz kelimeleri sarfetmeye devam edecekler.

Öyle bir düzenekle karşı karşıyayız ki, bulunduğumuz zeminden ayak baş parmağımızı kaldırmamız bile, öğütüleceğimiz tertibata düşmemiz için yetiyor.

'Biraz serbestlik' derseniz, varacağınız yer serkeşlik oluyor.'Biraz para da ondan sonra...' derseniz, kapıldınız gitti.'Enflasyon kadar faiz' dediniz mi, peşinden repo geliyor.

'Firavunla iktisaden cihad edeceğiz' diyenler, üç buçuk yıl sonra borsa simsarı...
Taviz, uyum, 'ilerde düşünürüz', sonra...
Gittiniz...

***

Bir tek onlar sımsıkı kalıyor.Yobazlar...
Sanki yeryüzündeki hayatın bir damlacık tohumu koyunlarında saklıymışçasına kıskanç, gezdiriyorlar imanlarını.
Hiçbir lafazanlık, onların gövdelerini ve ruhlarını savuramıyor.İyi ki var onlar.

Hoşgörü mü, karşılıklı anlayış mı?

Yeşil coğrafya hallaç pamuğu gibi atılırken mi üstelik?

Yarım suratlı Madam, Radikal'in yedinci sayfasından Konya'ya "eşek" derken mi?

Hayır.

Ben Konya kalacağım.Ve yobaz."

Süleyman ÇOBANOĞLU

***

Selâm olsun İbrahim'e, Eyyub'a, Salih'e, Musa'ya, Yusuf'a, Yakub'a, Yunus'a
ve beraberindekilere,

ve

"İnsan, ancak kendine inanan kimse kalmadığı zaman delirir" dediği için selâm olsun Süleyman Çobanoğlu'na.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Ocak 2007       Mesaj #93
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ömrün Öte Yüzü/

Uzak dünyaların hasreti var içimde. Kalbimde arzuyla yanan mahkumun volta sesleri; uzaktaki kuşlara flütünün tiz sesiyle yanıt veren bir mahkumun…

Bu güzel şubat sabahına çökmüş sis gibi rüzgarı bekliyorum dağılmaya. Dalgaların boynumdan öpmesini bekleyen kum tanesiyim avucundaki kumsalda.

Ölümüne atılmayı bekliyorum…


Mahmur şafağın gözlerinden uyku akıyor. Bir uyku ırmağı ulaştırır mı beni sana? Yağmur bulutlarından kalın bir yorgansın. Üstüme sarıl, uyumak istiyorum. Uyumak ve sende uyanmak. Kendi kokusundan baygın yasemenin yaprakları üstünde uyanmak sana.

Aramızda bu andan başka hiçbir engel yok.
Bugün, bu an, aramızdaki sır perdesi. Aç ve yüzünü göster bana.

*-*-*-*-*-

Dilimdeki türkü kadar yakınsın; elimdeki çatlak, yüzümdeki çizgiler kadar yakın. Atamadığım kahkahasın. Bir tek benim duyabildiğim fısıltısın; ateşli bir fısıltı.

Ömrümü bir çiçek gibi yakana takmak istiyorum.

Şarkını söyle. Şarkın olmak istiyorum, sahibim olmanı. Islığın olmak istiyorum, savur beni. Yeniden çektiğin nefesle geleceğim sana. İhtiraslı bir nefes gibi
ciğerlerinde ateşli bir nağmeyle gezineceğim. Beni içinde tut, sahibim olmanı istiyorum…

Gecenin gözyaşları var yaprakların üstünde. Birazdan güneş silecek narin parmaklarıyla. Gözlerinde yaş olmak istiyorum. Sil gözyaşlarını ellerin değsin.

Ellerinle silinmek güzel şey...

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Ocak 2007       Mesaj #94
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bir Öfke Nöbeti Ardından...


Anladım ki vakit gitme vakti. Bu son öfke nöbetin olsun senin, en azından bana dair. Çıkarmaya çalışıyorum ellerimde dünlerden kalan sevda izlerini, Kafi gelmiyor hiç bir sabun. En iyisi onu da yüklenip sırtıma, öyle gitmeli senden. Hangi kadın taşır, beğenilmemenin o ağır yükünü? Taşıyorum işte, hem de üzerine sevda sinmiş ellerimle. Yine bir öfke nöbetinde aciz kalmasın duygularım diye, yüreğimi bırakıyorum avuçlarının arasına. Hep senindi zaten. Al şimdi savur dilediğince. Belki diner öfken, geçer belki...
Adını koyamadığım öfke çiçeğimdin benim. Zehirliydin kökünden ucuna dek. Bilerek ve isteyerek kokladım seni. Tüm benliğimle tattım, göze alarak...Deli de, suçlu sensin de, bana ne?
Sevmelerimin büyük olmasına küsmedim, büyüklüğünde ezilemeyecek kadar küçük olmana ve buna rağmen büyüklük taslamana kızdım. Koparmadım, dalında kokladım seni, incinme diye. Ya sen...En deli dikenlerinle saldırdın bana, kırılmadım, kanadım, geçti. Oooff.
Ellerimi cebime koyup, ve dilime dolayıp bir şarkı, gitme vakti.
“Gidiyorum bütün aşklar yüreğimde,
Gidiyorum kokun hala üzerimde,
Sana korkular bıraktım, bir de yeni başlangıçlar
Bir kendim bir ben gidiyorum”
Unutmuşum, kokun da kalmamalı üstümde. Silkeliyorum varlığıma sinmiş kokunu. Son bir kez daha yıkıyorum ellerime yapışmış sevda lekelerini. İzlerini siliyorum defterimden. Kelime dağarcığımda sana ait tek bir söz bırakmıyorum. Öfke nöbetlerinden kalma izler kalıyor bir tek bedenimde, ama nasıl olsa zaman silecek onları da. Ben yüreğimi bıraktım ya avuçlarına…
Şimdi toplayıp seni gözlerime biriktiriyorum. Her adımda yaş olup düş diye içerimden. Son sözlerimi söylüyorum artık öfke çiçeği; sakın “bitti” deme, bitmedi çünkü. BİTİRDİN. Soranlara, “ben bitirdim sevdasını, her gün ufaladım, sonunda yem yapıp attım tavan arasındaki güvercinlere” de. “Gitti” deme, “gitmek zorunda kaldı” de. “Ellerimle gösterdim kapıyı, gururunu hiçe sayıp direndi, kapandı ayaklarıma, cılız bir sesle” seviyorum ama” dedi” de. “Öfke nöbeti yakalamıştı yine,” o halde iğreniyorum senden de sevginden de” deyişim son noktayı koydu” de. Ama ne olur kendi istedi, kendi tercihiydi, gitmeyi seçti deme… Artık yanında yatmadığım o koca tek kenarı çökmüş yatağı, ver bir eskiciye, kendine bir uçurtma iste onun yerine. Sonra koy benli tüm anıları, uçur göklere. Yağmur alıp sevgimden nasiplensin tüm çiçekler, sen yeşillenmedin, bırak onlar yeşersinler. Sonra anlarsan ve aklın başına gelirse sakın ağlama öfke çiçeği, solarsın sonra. Solma…
Yüreğinden olduğu gibi, bedeninden de gitme vakti. Vedam uzun oldu. Yüküm ağır…Şimdi ipe çekip sevgim adına her şeyi asma vakti. Zaman iyileştirir mi, döndürür mü bilmem bir daha sana beni. Özlemin tak deyince, sen “ dön “ dersen… Belki…
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Ocak 2007       Mesaj #95
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İhtiyar doktor beyaz uzun gömleğini ilikleyerek doğruldu, sigarasını söndürdü. Loş çadırın kat kat perdeli kapısını kaldırdı. Çukura batmış uzun kirpikli gözleriyle etrafına bakındı. Dışarıda kolları kırmızı beyaz işaretli askerlerin taşıdığı boş sedyeler süratle uzaklaşıyor, üzerlerinde kırmızı aylı beyaz bayrakların sallandığı geniş çadırların önünde öteye beriye gidip gelen doktorlar dolaşıyor, derinden top sesleri aksediyordu. Daha harp bitmemişti. İlerleyen fırkanın geride bıraktığı yaralıları toplamak için henüz yeni vesait yollanıyordu… Elinde sımsıkı tutmakta olduğu perdenin kıvrımlarını bıraktı, köşeye çekildi… Kaşlarını çattı, yüzünde müziç bir sıkıntının derin çizgileri gözüküyordu. Yanı başındaki portatif bir iskemleye oturdu, kır düşmüş uzun saçlarını uzun parmaklı ve damarlı elleriyle kavradı ve bulanmış gözlerini karşıda masanın üstünde sarı dişleri, karanlık gözleriyle sırıtan bir ölü kafasına dikti, düşünmeye başladı: Daha yaralılar gelmemişti. Bugünkü intizar çok sürmüştü. İçinde müthiş bir şüphe kendini yiyip bitiriyordu. Ya bugün oğlu da yaralanmışsa… Ya… Ya… O hiç gelmezse… Bütün ümidi, bütün tesellisi oğlu, bir tek oğlu ölmüşse…
Oğlu için yaşayan bu biçare ya ne yapardı?.. O da ölürdü, o da…
Gözleri büsbütün büyüdü, saçları dikildi, yüzü sarardı. Şimdi oğlunu kanlı göğsü, kapalı gözleri, mor dudaklarıyla görür gibi oluyordu. Doğruldu, ellerini ileriye doğru, o hayali, o kanlı hayali itmek ister gibi uzattı… Sonra titreyen kolları yana düştü.
- Of!.. Bugün içimde öldürücü bir şüphe var, diye mırıldandı… Kalktı, hızlı adımlarla çadırın içinde dolaşmaya başladı… Ona oğlunun yaralandığını veya öldüğünü kim söylemişti?.. Hiç kimse… Fakat bir ses, ta içinden gelen bir ses ona, başına muhakkak bir felaket geleceğini haykırıyordu… O, bu sesi, bu melum sesi boğmak ister gibi göğsünü tutuyor, sıkıyor, fakat muvaffak olamıyor ve yine kendi boğuluyordu. Bir aralık dışarıda gürültüler çoğaldı…
Yaralılar getiriliyordu… Kapıya doğru ilerlemek istedi, fakat müteredditti… Ya onu da şimdi bir sedyenin üstünde sarı yüzüyle görecek olursa?.. Fakat vazife onu davet ediyordu, çıkmalıydı.. Çıktı… Birçok sedyeler gidip geliyor, beyaz uzun gömlekli doktorlar öteye beriye koşuşuyorlardı… Ameliyat çadırına doğru ilerledi… İçeri girdi ve oradakilere boğuk bir sesle:
- Ne haber? dedi. Ağır yaralılarımız var mı?
Arkadaşlardan biri cevap verdi:
- Pek de yaralımız yok. Yalnız miralayın sağ bacağını bir gülle misketi fena halde hırpalamış, büyük bir yara açmış. Bu esnada hücuma kalkan fırka da ilerleyince, uzun bir müddet bakılamamış… Yarası çok pis, herhalde bir serum yapmak lazım…
- Ya?.. Allah bize acımış, çünkü bilirsiniz, bizim fırkamızın hayatı miralayımızın hayatıyla beraberdir. Hemen bir serum yapıp tatanos tehlikesini atlatmalıyız. Kendisi nerede?
- Pansumanda!
Pansuman çadırına gitmek üzere dışarı çıkıyordu ki birdenbire kapıda durdu, sarardı, bir defa sarsıldı, sonra "Oğlum! Oğlum!" diyerek kapıdan girmekte olan bir sedyenin üstüne atıldı. Arkadaşları onu tuttular… Mecruh çok ağır gözüküyordu. Göğsünde derin yarası vardı. Ameliyat masasının beyaz muşambası üzerine yatırdılar. Biçare sarı rengi, mor dudakları, korkunç gözleriyle bir köşede ellerini birbirine sürterek bunu seyrediyordu… Yaralı yatırıldı. Yarası açıldığı zaman ihtiyar doktor birden bire masaya koştu… Hırıltılı bir sesle:
- Berbat, pis bir yara! Diye söylendi… Kendi eliyle yarayı muayene etti. Çok derin değildi, tehlike yoktu… Geniş bir nefes aldı… Gözlerinin içi gülüyordu… Şimdi yanlız bir tehlike vardı, tatanos tehlikesi… Bu da izale edilebilirdi. Elde serum olduktan sonra… Heme arkasını döndü ve eczacıya:
- Aman, beyim, dedi, iki serum. Çabuk yetiştirin. Biri oğlum, öbürü miralay için iki şişe…
Ak sakallı, gözlüklü bir adam olan muhatabı yavaşça:
- Unutuyor musunuz, beyim, dedi. Geçen tayyare taarruzunda bombalarla yanan ecza depoları meyanında serumlar da mahvolmuştu.. Fakat yalnız bir tane kurtarıldı zannediyorum… Size bunu söylemiştik. İstanbul'a yazdık, daha…
O artık fazla tafsilat dinlemiyordu. Yalnız serumun bir tane olduğunu hatırlıyordu… Artık bütün ümidi mahvolmuştu, oğlu ölüme mahkum demekti… Seruma muhtaç iki yaralı var. Buna mukabil bir tek şişe… Birisi mülazım, diğeri miralay… Biri alay kumandanı, diğeri küçük zabit! Biri sade kendi oğlu, diğeri bütün bir alayın babası… Vazife hissi ve baba şefkati çarpıştı… Hem de zaten, miralay dururken, "Serumu oğluma yapın," dese sözünün hükmü olacak mıydı?
Arkadaşları donmuş gibi bu mücadelenin kanlı izlerini onun gözlerinden takip ettiler… O, yerden doğruldu, gözlerini masada yatan oğluna çevirdi, durdu, dakikalarca durdu… Sonra birden titrek, meyus, fakat azimkar bir sesle:
- Serumu miralaya tatbik ediniz, emrini verdi ve oğlunun üstüne yığıldı…
On gün hiç oğlundan ayrılmadı… Onun tatanosun yakıcı pençesinde ne büyük ıstıraplarla kıvrandığını boş gözlerle seyretti ve o son bir gerinişle katıldığı zaman ilerledi. Bir kere sarstı, bir daha, bir daha! Sonra gözleri büyüdü, saçları dikildi, ağızı çarpıldı, acı bir kahkaha salıvererek oğlunu, oğlunun donmuş, katılaşmış cesedini kucağına alarak çıktı. Ne yapacağını bilemez serseri bir revişle, uzaklarda yeşil zirveleri dalgalanan duradur dağlara doğru uzaklaştı.
O geceden sonra ne doktoru, ne de oğlunu bir daha göremediler.
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
17 Ocak 2007       Mesaj #96
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Sevdanın ne olduğunu asla anlayamayacağını düşünürdü. Sevmek neydi açıklamak isterdi ama olmazdı yapamazdı. Ve her seferinde sevgiyi anlatmaya çalışıp da beceremeyince öyle bir şeyin olmadığına inanırdı.
Her aşık oluşunda şiirler yazardı sevgililerine-gerçi onlara sevgili denilmezdi çünkü o hep platonik aşklar yaşardı. Aşkın somut bir şey olmadığının farkına çocukken varamazdı. Bir insan neden illa birini istesin ki diye düşünürdü. Hele bir erkek eğer kendisin çılgınca seven bir kadın varsa neden başkasını bulmak için uğraşsındı.
Çocukken gördüğü her güzel kadına aşık olduğunu sanırdı ama sonradan acı bir şekilde öğrenecekti otla *** arasındaki farkı. Aşkı sakızlardan çıkan yazılarda tanımaya başlamıştı ve öğrendiği ilk İngilizce kelime ‘love’ olmuştu. ‘love is...’ diye başlayan bütün cümleleri okumaktı amacı. Yaşıtları gibi çıkartma veya araba resmi için değil aşkın ne olduğunu öğrenmek için sakız alırdı. Sonradan pişman olmayacaktı belki ama aşkı yanlış tanıdığını gözyaşlarını silerken anlayacaktı.
Aşk vardı elbet artık bunu anlayacak kadar büyümüştü ve artık gerçek aşklar yaşıyordu. Şiirler yazıyordu geceleri,defterlerinin her tarafına aşık olduğu kişinin adını yazıyordu. Onu görebilmek için sınıf kapısında bekliyordu ve soğuklara aldırmadan her teneffüs sevgilinin gözlerini arıyordu. Aşk neydi belki bunu açıklayamazdı ama soranlara verecek bir cevabı olurdu her zaman aklının bir yerinde. Yıllardır tanıdığı ve sadece arkadaş olarak gördüğü kişinin diğer arkadaşları arasında özel bir yer kaplamaya başlamasını hissederdi. Sadece ona şiirler yazardı,onunla ilgili hayaller kurardı geceleri bunalım şarkıları dinlerken. Söylediği her kelimeyi onun duyacağını düşünerek söylerdi ve saçma sapan yalanlar söylerdi sırf muhabbet olsun diye. Sevgilinin saçları ve gözleri süslerdi şiirlerini ve sonra yavaşlardı aşkın şiddeti. Aşkı bir dağa tırmanmaya benzetirdi her zaman. Önce hızla tırmanırsın,soluğun kesilmeye başlar,gün geçtikçe üşürsün ve gittikçe yavaşlayarak zirveye varırsın. Sonra farkına bile varmadan yuvarlanırsın oradan,yeni bir dağa tırmanmak için ayakların aşağıya kayar ve işte yeni bir dağ...
Sonra aşkı biterdi-yani o öyle hissederdi. Yazdığı şiirleri,karşılıksız mektupları okurdu ve gülerdi. O zamanlar ne kadar aptal olduğunu düşünürdü. Bir zamanlar aşk için ölmeli diyen adam o değildi sanki. Aşkı sıradan bir şey gibi görürdü. Ta ki bir başka göz büyüleyene kadar onu. O zaman unuturdu her şeyi. Hani yazdığı şiirler kara saçlı kara kaşlı sevgiliye? Yoklar ,yerini çoktan mavi gözlerin derinliğine bırakılmış yazılar alır daha sonra belki de yeşil bir göz kim bilir. Ve tekrar inanmaya başlar aşk için ölme fikrine. Ve o aşkı da biter öncekiler gibi ve o yine sevmeyi unutur ve tekrar sevdalara yelken açar bu böyle sürüp gider.
O hep platonik sever. Sever de söyleyemez yazdığı şiirleri kimi zaman okur ama asla ona yazdığını söyleyemez. Her aşık oluşunda mucizeler bekler yani hep o’nu bekler. Saatlerce fal bakar seviyor mu sevmiyor mu diye ve hep seviyor çıkar-zaten sevmiyor çıksa da inanmaz. Ama o bu düşüncelere dalıp sabahı getirince ve o’nu başka ellerde görünce içinden kağıtları yırtmak gelir. Ama bir sonraki sefere inanmak için kaldırır bir kenara. Hep şarkılar söyler;öyle sıradan şarkılar değil aşk şarkıları sevgiliye söylenmek istenen aşk şarkıları. Aşkı hep dağa benzetir ya, bir dağdan inip ötekine tırmanmaya başlayınca bazen dönüp bakar tırmanmış olduğu dağlara ve ne kadar heybetli olduklarını düşünür. Asla zirvede kalamamıştır ve hep tırmanacağı en yüksek zirveden inmeyeceğini düşünür. Hayatı boyunca belki de on kez o dağı en büyük dağ sanacak ama her seferinde yanılacak. Ve bir gün ölmeden anlayamayacak hangisi en büyük sevdası,hangisi en güzel aşkı.
Dostlarla paylaşacak acılarını, o’nu başka kollarda görmekten gocunmadığını söyleyecek ama içinde hep aynı şarkı çalacak ‘seni kimler aldı kimler öpüyor seni’ diyecek ebediyen ve o her zaman yalnız aşık rolünü üstlenecek baş rolünü oynadığı bu oyunun. Acı acı sövecek kimi zaman rüzgara kimi zamanda kendi tiyatrosunun senaristi olamayışına... Ve her seferinde aşkını başka ellerde görünce balonunu elinden kaçıran bir çocuk gibi ağlayacaktı ve her aşık oluşunda kumdan kaleler yapacaktı ve sonra insafsız aşıklarca yıkılacaktı. O’nu tanıdığındaysa çok geç olacaktı...



asya asya
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Ocak 2007       Mesaj #97
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ZAHMİN-4

O kadar intihar ettim ki yaşamaya mecalsizim…
Sivil kalp ağrılarımdan mızraklıyor göçmen mevsimler beni. Sığmıyor sükûnet pencere önü bekleyişlerin zamansızlığına. Boş bırakıyorum haykırışların karalanmamış karelerini. Teni paslı kuyulara terk etsem utancımı dirilir mi kimliksiz uyur-gezer ölüler? Lâhitlere gömüyor sahte acıları benimseyen kadınlar kirli camekân yüzümü. Talan meraklısı eylül teğet geçmiyor aşka kıymadan. Pinti bir ecel kaplıyor dargın mezarlıkların killi toprağını. Ey zahmin! Ateşkesler durdurur mu gitmelerini? Ayrılık aşkın hedonistliği değil de nedir? Gözlerindir gecenin mahremiyetine sığınan kutsal cümlelerin ışığı. Öte yanı yalnızlık kadar çığlık kirpiklerinin. Beri yanı aşk kadar uçurum ellerinin. Gelsen içini karanlıkta kalmış kelimelere batırarak kaç susmayı göze alabilirim ki zahmin?
Budala aynaların önünde kendini dökme seremonileri düzenliyor sonbahar. Kış göğsüme saklanıyor. Ölmek için susmayı bekliyor beklediğim sevinçler. Kutsalı katlanıp raflara kaldırılıyor aklanmamış maktul yanıma yaslanan tebessümlerimin. Suları sağır sensizliğe kıyıp bir avuç deniz getir, diz üstümde ısrarla kanayan atlas yılgını gemilere. Tedavülden kalkmadan aşk al yokluğunu benden. Çığırından çıkmış yaslı koridorların ucuz loşluğuna uzatma bedenimi. Rengini as yüzüme zahmin. Ben senin gözlerini tavaf ederken kahrolası tükenişlerim suya iniyor. Döşümde uğulduyor sık sık yatak değiştiren uslanmaz nehir. Tecride meyilli uykusuzluğumun ensesini sıvazlıyor mülayim heveslerin rüzgârı. Defolu bu dilhun keder. Kullanmıyorum.
Yokluğundan ezberliyorum gülüşünü önce. Gelişlerinin cehennemlerine denk geliyor yalnızlığım. Tanrı affetsin kabuk bağlamayı bilmeyen tek başınalığımı.
Faili malum düşlerin ayaklanmalarını özleyerek kanatıyorum faili kim sarsıntılarımı her gece. Bu yüzden batıyor içime paslı makaslar ve sonu belli masallarda bu yüzden onaramıyorum kasvetli çocukluğumu. Erken bir ağıt gibi göğsümde sabahlıyor saçların, sızıma tekmil dağılmışlığıyla. Yakılmış bir şarkıya benziyor bu şehrin damar damar üzgünlüğü. Her nakaratta kendimi kollamaktan yoruldum. Uzak kasaba ezgilerinde harmanlanıyor fitili ateşlenmiş kavgalar. Kime varsam seyrelmemiş bir acı menfez açıyor şakaklarımda. Bütün uzuvlarımda aşk geceliyor yine ve otogar kalabalığında arkamdan avunan kız benden başlıyor ölgün hayatları tümcesiz kusmaya. Münzevi feryatlar tahayyüle sığmayan küfürlerde ıslanıyor. Şimdi uzat güneşe ellerini anne, yoksa dizlerinde solacak papatyalar.
Münferit kaygıların aleve değen ıslaklığını öperken denizin çocukları, alnımda kandan utanan karanfiller taşıyorum. Giderayak çoğalıyor esrikliğin tadı. Yalvarışların tuzu dokunuyor yaranın en dokunaklısına. Tütün dediğin de yaraya basmak içindir oysa. Kursağımda kalıyor yankısızlığı cebimde duran sesin tınısında ayağa kalkan kentlerin sarsaklığı. Dudağımda bir kurşun karası yalnızlık. Biliyorum okyanuslar yanağında durulacak bu gece, kendimi düğümlerken yüzünün kör/düğümlerine. Tenhalığından eskitiyorum adımı. Devrimin küllerinde yazgısından vurulurken eylem, her bilinç kendi kaybından mesul tutuluyor. ‘Ayıp’ diyor bir kadın, ‘Aşkı harfsizliğinden yorumlamak ayıp’. Ey zahmin! Ben babamın ölümünü görmek için büyümüştüm. Dalgın uyansada insan sefaletinden aşk kabul edilebilir bir uyuma şeklidir.
Alazına kahır düşmüş öykülerde nabzı dururken kurgusuz aşkın, serencamı muğlak kahramanlara henüz yazılmamış kırıklıkları yaftalıyorum. Terimle yıkanıyor mürekkebi kurumayan yazı. Olmamışa kasem veriyor boşlukta sersemleyen çığırtkan turna. Gözyaşı selinde arınmak mı yağmurda savrulasıya kıvranmanın diyeti? Yağmalanmış telaşların kapısında alabildiğine öksürüyor inzivaya çekilen karaltım. Bir adım sonrası kül olmak bu hicranın. Belki de kabule şayan bir eksilmedir aşk. Sahi sen kendine ağladıklarını başkalarında avuttun mu? Öykünme sensizliğe ben kadar yok olursun.
Suskunluğumun devrikebir makamında büyütüyorum ömre bedel sunulan harf kesiği ağlayışlarımı. Terlemiş bir uğultu saplanıyor kulağımın örsüne. Çaresiz sesler doluyor zamanın kendini kovaladığı düşlerime. Hazirandan kalma ıssız günlerin alacalığını biriktiriyorum kısır hayatın güncesinde, sen inadına üşüyorsun düşlerinin buz kesmiş yanlarından. Ağlama zahmin! Gözyaşından tuzlu değil kederin tadı. Meleği yanmış sağ omzum sayrık bir ölüme gönüllü şimdi. Gücüm yetmiyor hüznün göğsümü deşen karaltısının izine bile. Gözlerime sökün eden yabancılıktan yakala gidişlerimi. Bas zülfünün telini içime, daha senli kanasın diye. Severek kutsa beni.
Sen imanın aşk yanıydın ve şimdi Tanrı’ya imanımdır gözlerin zahmin.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
19 Ocak 2007       Mesaj #98
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Su iç..!

Dur..!
Hele bir soluklan.
İç bir yudum su.
Yine nefeslen.
Yine dur.
Yine bir duyum daha…
Şöyle derin bir “ohhhhhh” çek.
Dudaklarını kapat.
Sadece burnundan soluklan.
Beynin bolca oksijen ile dolsun.
İstersen gözlerini de bir süre kapa.
Biraz hızlı nefes çek ciğerlerine.
Yudumla şimdi suyu dünyadan kopmuş bir şekilde.
Aceleye gerek yok.
Ve yavaşlat usuldan nefeslerini.
Rutine dönüştür.
Şimdi ise gökyüzüne bir bak.
Bulutlar mı koşuyor bir yerlere.
Ak-pak pamuk gibi mi?
Yoksa, mavilik mi var aralarında.
Harika…
Her ikisi de çok eşsiz.
Sanki dans ediyor arzın derinliklerinde slow nağmelerle.
Şimdi ise ağır ağır bırakmaya çalış bakalım gerginliğini.
Özellikle de gülümse.
Tatlı bak.
İçten.
İnadına.
Kapatma gözlerini sakın.
Seni hipotez ediversin.
Bakan gör olup, anılara kısacık bir yolculuk da yap.
“Neydi benim hatam?” sorusuna yanıt ara.
“Sevmek” gibi bir yanılgıya düşme sakın.
Sorgula kendini.
Bam tellerine mızrabı arsızca vur.
Kanasın bir yerlerin.
Patlasın içindeki ağu.
Aksın köküne kadar.
Kalmasın içinde bir şey.
Boşaldıkça rahatladığını hissedebiliyor musun şimdi?
Uzaklaşmak takıntılardan.
“Sebep nedir?” arayışı yerini sakinliğe bırakmaya da başladı mı?
Harika!..
Yolu yarıladın.
Sevgi gibi masalların, “az gittim uz gittim dere tepe düz gittim, bir de baktım ki bir arpa boyu yol gittim” tekerlemesini de “es geçtim” de.
Sevgi tamam da, ya aşk.
Dönüşüvermiş mi; sevgi aşka?
Sen mi “aşıksın” dedin?
Peki.
Aşk deliliktir ama.
Sen şimdi normal mi, yoksa aşk delisi mi?
Yanıtını ver..!
Olayları tüm serinkanlılığınla ve de olgunlukla karşılama noktasında isen, anlaşıldı ki “normalsin” demektir.
Ama bu çözüm olamaz.
Aşk ya yaşanır ya da yaşanmaz.
Hele ki, “tek taraflı” ise, tedavisi mümkün olmayan hastalığın tek adresidir.
Acı verir.
Can yakar.
Dur şimdi.
Bir yudum daha su iç.
Soluklarını biraz artır.
Nefesin çok derinlere insin ve şöyle körelleşmiş uzuvlara can gelsin.
Bir daha düşün bakalım.
Ne yani, beyaz ve mavi bulutlar gidip de yerini kara bulutlar mı aldı?!!
Olabilir.
Ne sandın ki?
Önündeki seçenekleri görebilmeyi başarma kalitesini yakalıyor musun şimdi?
Hah tamam…
Sen de, yine de umut var.
Üzme kendini.
Yalnızlık dünyasında kalmanın ağırlığı altında sakın ola ki ezilme.
Su iç su.
Su saflıktır.
Temizliktir.
Yaşamdır.
Artık bu suyu hangi niyete içersin bilemeyiz ama, sen suyu yanından eksik etme.
Temiz havada, gökyüzünü seyrederken içeceğin her su yudumu, seni kendine getirecek ve yine eskisinden daha güçlü yaşama sarılabilme başarısını göstereceksin.
Sen güçsün.
Güçlü olmanın adresisin.
Teslim olmak yok.
Yaşam, bittiği noktada yeniden başlar, inadına inadına sevmeye hakkı olmayan yüreklere nispet yaparcasına.
Su iç su.
Mutluluğun çeşmesi seni bekliyor.
Deli gibi akarak.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Ocak 2007       Mesaj #99
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Kanlı Bir Saatin Hüznü

Heyecanla sahibi olan ufak çocuğa doğru koştu Pufy. Onun kendisini her çağırışına büyük bir heyecanla gitmek, göreviydi sanki. Annesi, babası, kardeşi, arkadaşı... her şeyiydi ufak çocuk onun için. Bir kerecik sevse, sevinçten çıldırır, sırf kendini bir kez daha sevdirebilmek adına, her türlü cambazlığı yapmaya çalışırdı. Yeter ki, sevsin...

Ölmüş annesini hala emmeye çalışırken tanışmıştı sahibi olan ufak çocukla. Süt gelmeyen memeleri zorlarken, arkasından yumuşacık iki minik el sarılmış, onun "annemden ayrılmam" diye feryatlarına kulak asmadan kucağına almıştı. Gözlerine bakıp, "bundan sonra birlikteyiz ufaklık, isminde 'Pufy' olsun olur mu ?" demişti. Minicik bir köpek, minicik bir çocuk... Sevgi ve dostluğun başlangıcının adıydı Pufy... Böyle başlamıştı yaşamın yeni tadı.

Tombiş vücudunu minik ayakları zor taşır, ufak çocuğun arkasından koşarken çoğu zaman hemen yorulur, beni de bekle anlamında "Hev Hev" diye kendini ifade ederdi. Ufaklıkta geri döner, Pufy'nin yanına oturur ve Pufy dinleninceye kadar onunla sohbet ederdi. Birbirlerini hiç gözden kaybetmemeye çalışırlardı. Pufy bir an onu gözden kaybetse bu korkunç dünyada kaybolacak zannederdi. Henüz 2 aylıktı, yaşama dair her şeyi çocuktan öğreniyordu. Oyun oynayalım diye attığı ufak ısırıklardan birinde, çocuğun ayağı kanayınca, çok utanmış, üzüntüsünden köşe bir yere gidip ağlamıştı. Onlar iki kardeş gibiydiler. Çimlerde alt alta, üst üste yuvarlanmaları, yemek yemek için olan yarışları, çeşmeye kim önce gidecek müsabakaları. Hepsi hayatın öğrenimiydi Pufy için.

Geceleri hava biraz serin olurdu. Büyük büyük köpekler gelir, etrafta sinirli sinirli gezerlerdi. Pufy her akşam ker*** bir duvarın arkasında uykuya dalar, sabaha kadar uyanmazdı. Kim bilir belki uyanırsa büyük köpeklerden biri onu yerdi ? Ya da karanlık onu boğardı. Üstelik ufak çocukta yoktu. Onu kim korurdu ?

Günler hızla geçiyor, her gün Pufy yeni bir şeyler öğreniyor, her gün ufak çocuğa daha çok bağlanıyordu. Doğum tüyleri dökülmeye başlamış, kısa ve gri yeni tüyleri onu daha tombul ve güzel göstermeye başlamıştı. Evet, yakışıklı bir delikanlı olacaktı. Hatta kocaman olup, ufak çocuğu hep koruyacak, ona kimsenin zarar vermesine izin vermeyecekti. Hele çimlere bastıkları için çocuğa bağıran kapıcıyı çoktan gözüne kestirmişti. Büyüyünce ufak bir paça alacak, çocuğa bir daha bağırmaması gerektiğini anlatacaktı. Sanırım insanlar iyi canlılardı. Ufakları bile böylesine sevgi dolu ise, büyükler daha anlayışlı, daha koruyucu olmalıydı. Evet, evet.. Yaşam çok güzeldi...

"Haydi Pufy, saatimi getir" yine büyük bir heyecanla koştu. Saati çimlerin içinden alıp, hızla geri çocuğa döndü. Saati bırakınca, sevgi dolu ufak eller boynuna dolandı. Ah, hep sevseydi keşke. Yumuşacık ellerin ilettiği sevginin karşılığını o minik elleri yalamakla verdi. Tekrar ayağa kalktı çocuk ve saati fırlattı. "Haydi pufy, getir bebeğim". İşte yine saati getirecek ve yine sevilecekti. Heyecanla koştu, saati ağzına aldı. Kalbi küt küt çarpıyordu. Dönmek için hamle yaptığında arkasında biri engel oldu. Bacağıyla onu itelemişti. Minicik başını kaldırıp, gözlerini yukarıya dikti. Kocaman bir insan duruyordu. "Acaba saati bu amcaya versem, oda beni sever mi" diye düşündü. Adam elindeki küreği havaya kaldırdı, sanırım atıp getirmesini isteyecekti. Ama o kürek çok büyüktü, getiremez di ki... Beklediği olmadı. Kürek büyük bir hızla başına indi...

"Demek bahçeme pislersin ha!!!" acıdan ne söylediğini anlayamamıştı bu büyük insanın. Öyle çok canı yanmıştı ki, avazı çıktığı kadar bağırmak istemiş, fakat ağzına dolan kırmızı sıvı sesinin çıkmasını engelleyerek, ufak bir mırıltı halini almıştı. Kulakları duymaz oldu, gözleri kararmıştı. Neden vurmuştu o amca ona ? Ufak çocuk nerdeydi ? Neden korumamıştı Pufy'sini. Kürek bir kez daha kalkıp vücuduna indi. Yine tarifsiz bir acı kapladı vücudunu. Bir hüzün perdesi kapatmıştı gözlerini. Artık hareket edemiyordu, küt küt atan kalbinden başka hiç bir yerini hissetmiyordu çünkü. Minicik gözlerini kaldırıp ufaklığı aradı. İlerde belli belirsiz bir gölge. Evet oydu, kokusunu buradan bile almıştı. Tıpkı oda kendisi gibi hareketsiz, korku dolu gözlerle bakıyordu. Acaba ona da mı vurmuşlardı ? Neden donup kalmıştı ? Neden gelip kendisini bu canını yakan adamdan hala kurtarmıyordu... Nedenler ile doldu beyni. Saati hızlıca alıp gelemediği için mi böylesine acı bir ceza verilmişti ona ?

Kürek bir kez daha kalktı... Pufy her şeyi anlamıştı. Bir kaç saniye sonra, annesi gibi hareketsiz olacaktı. Annesi gibi toprak olacak, gözleri güneşin doğuşunu hiç göremeyecek, yeni bir gün başlıyor sevincini, yüreğinde hiç hissedemeyecekti. Bir daha kalkıp oynamayacak, kafasını küçük çocuğun kollarının arasına sokamayacaktı. Her şeyden önemlisi, büyüyüp onu koruyamayacaktı. Kılıçların kınına girerken çıkardıkları ses gibi bir ses çıktı boğazından. Yaşamasına niçin izin verilmiyordu ? Soru işaretleriyle dolu minik gözlerini, ufaklığın gözlerine dikti. Son yargılamasını yapmıştı, insanlar ufaldıkça sevgi doluyor, büyüdükçe kin ve nefrete dönüşüyorlardı.

Kürek indi...


Yaşam bitti...

Pufy' den arda kalan, minicik ağzından bırakmadığı kanlı bir saatti...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
21 Ocak 2007       Mesaj #100
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
HAYATI ISKALAMA LÜKSÜN YOK SENİN !

"Bir aşk için yapabileceğin her şeyi yaptığına inanıyorsan ve buna rağmen hala yalnızsan için rahat olsun. Giden zaten gitmeyi kafasına koymuştur ve yaptıkların onun dudağında hafif bir gülümseme yaratmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır. Sen kendini paralarken o her zaman bahaneler bulmaya hazırdır. Hani ağzınla kuş tutsan “Bu kuşun kanadı niye beyaz değil? " diye bir soruyla bile karşılaşabilirsin. İki ucu keskin bıçaktır bu işin. Yaptıklarınla değil yapmadıklarınla yargılanırsın her zaman. Bu mahkemede hafifletici sebepler yoktur. İyi halin cezada indirim sağlamaz. Sen "Ama senin için şunu yaptım" derken o "Şunu yapmadın" diye cevap verecektir. Ve sen ne söylesen karşılığında mutlaka aklına hiç getirmediğin bir iddiayla karşılaşacaksındır. Üzülme sen aşkı yaşanması gerektiği gibi yaşamak istedin. Özledin, içtin, ağladın, güldün, şarkılar söyledin, dinledin, düşündün düşündün düşündün " Peki o ne yaptı ?" deme. Herkes kendinden sorumludur aşkta. Sen aşkını doya doya yaşarken o kendini engelliyorsa bu onun sorunu. Bir insan eksik yaşıyorsa ve bu eksikliği bildiği halde tamamlamamak için uğraşmıyorsa sen ne yapabilirsin ki onun için? Senin hayatı ıskalama lüksün yok, onun varsa bırak o lüksü sonuna kadar yaşasın. Her zamanki gibi yaşayacaksın sen " Acılara tutunarak " yaşamayı öğreneli zor da olsa çok oldu! Hem ne olmuş yani yalnızlık o kadar da kötü bir şey değil. Sen mutluluğu hiçbir zaman tek bir kişiye bağlamadın ki. Sen yüreğinin sesini dinleyenlerdensin ve biliyorsun ki aslolan yürektir. Yürek sesini bilmeyenler, ya da bilip de duymayanlar acıtsa da içini unutma yaşadığın sürece o yürek var olacak seninle birlikte. Sen yeter ki koru yüreğini ve yüreğinde taşıdığın sevda duygusunu…"

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat