Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 110

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 545.577 Cevap: 1.812
Mikropçuk_11 - avatarı
Mikropçuk_11
Ziyaretçi
22 Temmuz 2007       Mesaj #1091
Mikropçuk_11 - avatarı
Ziyaretçi
Mavi Kurdele
New York'ta yasayan bir öğretmen, Lise son sınıfındaki öğrencilerinin "diğer insanlardan farklı özelliklerini" vurgulayarak onurlandırmaya karar vermiştir. California Del Mar'dan Helice Bridges
Sponsorlu Bağlantılar
tarafından geliştirilmiş süreci kullanarak, her bir öğrencisini teker teker tahtaya kaldırdı.Ilk önce öğrencilere sınıf ve kendisi için ne kadar özel olduklarını belirtti. Sonra her birine üzerinde altın harflerle "Siz çok önemlisiniz" yazılı birer mavi kurdele verdi.

Daha sonra kabul görmenin toplum üzerinde ne gibi etkileri olacağını anlayabilmek amacıyla sınıfına bir proje yaptırmaya karar verdi. Her bir öğrencisine üçer tane daha kurdele verip, onlardan bu töreni gerçek dünyada devam ettirmelerini istedi. Öğrenciler, daha sonra sonuçları takip edecek, kimin kimi onurlandırdığını tespit edecek ve bir hafta boyunca sınıfa bilgi vereceklerdi.

Çocuklardan biri, gelecekteki kariyer çalışmaları içi kendisine yardımcı olan yakınlarındaki bir şirketin üst düzey görevlisini onurlandırmış, adamın yakasına mavi kurdeleyi iliştirmişti. Ardından, iki tane daha kurdele vermiş ve; "Sınıfça bu konuda bir projemiz var. Sizden onurlandırmanız için birini bulmanızı istiyoruz. Onurlandırdığınız insanlara ekstra kurdele de verin. Böylece onlarda bu projenin devam etmesi için başkalarını bulabilirler. Daha sonra, lütfen bana ne olduğu konusunda bilgi verin" diye rica etti.

O gün üst yönetici, suratsız biri olarak bilinen patronunun yanına gitmeye karar verdi. Patronun odasına girdi ve onun" is dünyasında bir deha olduğundan ötürü" onu takdir edip örnek aldığını söyledi. Bu mavi kurdele'yi yakasına takması için izin verip vermeyeceğini sordu? Şaşkına dönen patron;

"Tabi ki" şeklinde cevap verdi. Yönetici de mavi kurdele'yi, patronun tam kalbinin üstüne, ceketine iliştirdi. Ekstra kurdeleyi verirken de;
"Bana bir iyilik yapar misiniz?... Siz de bu kurdeleyi onurlandırmak istediğiniz birine verir misiniz?... Bunu bana veren çocuk, okulda bir proje yaptıklarını söyledi. Bu kabul görme töreninin devam etmesi gerekiyormuş.

Böylece "bunun, insanları nasıl etkilediğini belirleyeceklermiş..." Dedi...

O gece patron evine geldiğinde, on dört yaşındaki oğlunun yanına oturdu.

"Bugün inanılmaz bir şey oldu" dedi. "Ofisteydim. Üst düzey yöneticilerimden biri içeri geldi, bana hayran olduğunu söyleyip, "iş dünyasında bu kadar basarili olduğum için göğsüme bu kurdeleyi iliştirdi... Bir hayal etmeğe çalış... Benim bir dahi olduğumu düşünüyor.. "Siz çok
önemlisiniz" yazılı bu kurdeleyi tam göğsümün üstüne takti. Bana ekstra bir kurdele verdi ve
onurlandıracak başka birini bulmamı istedi. Arabayla eve gelirken, bu mavi kurdeleyle
kimi onurlandırabileceğimi düşündüm ve aklıma sen geldin... Ben "seni" onurlandırmak istiyorum. Günlerim aşırı yorucu geçiyor. Eve gelince sana pek ilgi gösteremiyorum. Bazen derslerden aldığın notları beğenmeyince veya odanı toparlamayınca sana bağırıp çağırıyorum...
Oysa bu gece bir şekilde buraya oturup, sana benim için ne kadar farklı ve özel olduğunu söylemek istedim. Annen gibi sen de benim hayatımdaki en önemli insansın. Sen mükemmel bir çocuksun."Seni seviyorum" diye devam etti...

Şaşkına dönen çocuk simdi ağlamaya başlamıştı... Bütün vücudu titriyordu... Başını kaldırdı, gözleri yas içinde olarak babasına baktı, ve:

"Yarin intihar edecektim" baba, dedi... "Baba, ben senin...çünkü ben senin... beni hiç
sevmediğini... beni hiç önemsemediğini düşünüyordum... Ama artık her şey çok farklı. Sen baba, su an... oğlunun hayatini kurtardın!..."

Sizin de sevginizi duymak, hissetmek isteyen insanların var olduğunu sakin unutmayın...

Kimliksiz Yazar

NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
23 Temmuz 2007       Mesaj #1092
NiliM - avatarı
Ziyaretçi


Sponsorlu Bağlantılar
Bir varmış, bir yokmuş. Büyük bir ülkenin heybetli bir padişahı varmış. Astığı astık, kestiği kestikmiş. Böyle olmasına rağmen bir tek sevgili şehzadesine sevgisini gösterirmiş. Onun üzerine titrermiş, bir dediğini iki etmezmiş.

Bu kadar üzerine düşülmesine ve onca yardımcısı olmasına rağmen, günün birinde şehzade kaza geçirmiş. Görünmez bir kaza olduğu için şehzade daha çok yara almış. Oğlunun bu halini gören padişah, çabucak atını hazırlamış ve yola koyulmuş.

Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Karşısına bir tane çeşme çıkmış. Hemen atını durdurup, su içmeye gitmiş. Su içerken, oradaki güvercinlerden uzun olanı hemen dile gelmiş ve konuşmaya başlamış.

“ Ey ulu padişah! Oğlunun hasta olduğunu ben de yeni öğrendim. Ama bu derdin çaresini sadece ben biliyorum. Eğer bana ak güvercinin ak sütünü getirirsen sana yardım ederim” demiş. Ve padişah oracıkta kabul etmiş. Tekrar atına atlamış ve yollara düşmüş.

Az gitmiş, uz gitmiş. Karşısına yine bir tane çeşme çıkmış. Padişah durdurmuş yine atını ve çeşmenin başına gelmiş. Su içeyim derken, yine karşısına bir tane kuş çıkmış. Bu ak güvercin olabilirmiş. Bunu öğrenmek için hemen sormuş ve sahiden de kuş, ak güvercinmiş. Bir solukta olanları anlatmış. Ak güvercin seve seve yardım edermiş ama onun da bir şartı varmış.

“Ey ulu padişah! Bana durmadan kötülük eden kara kuşu bulup, onu kafese atarsan sana sütümü veririm demiş.”

Padişah hemen atına atlamış ve tekrar yollara düşmüş. Az gitmiş uz gitmiş. Sonunda kara kara ağaçların bulunduğu bir yere varmış. Burada bütün hayvanların rengi kara imiş. Derken, kara kuşu görmüş. Hemen tuzağını hazırlamış ve kara kuşu kafese atmış.

Padişah gönlü rahat bir şekilde atına atlamış. Önce ak kuşun bulunduğu çeşmeye sonra da, uzun güvercinin bulunduğu çeşmeye gitmiş. İkisinin de istediklerini karşıladığı için, şehzadenin iyileşmesi için gereken suni deriyi almış. Hemen doktorları çağırmış ve şehzadenin yaraları bu deri sayesinde kurtulmuş. Sonra da padişah ve oğlu mutlu bir hayat sürmüş.
RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
23 Temmuz 2007       Mesaj #1093
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
Sen gideli kaç saat oldu ? Kaç gün geçti, kaç hafta..? Saymadım.. Bana yüzyıllar geçmiş gibi geliyor. Son anda sen giderken gözlerinin buğusunu bıraktın.. Şimdi sis içinde bütün dünya. Çiçekler gözyaşlarımı içti, sen onları kırağı sanırsın, çiy sanırsın.. oysa hepsi benim gözyaşlarımla ıslak..

Özlüyorum seni.. Bir balta indirildi, içimden bir ağaç köküyle devrildi. Gözlerimden akan yaştan belli değil mi, içim kanıyor. Özlem bir bulut gibi sarıyor beni, kuşatıyor . Seni sevmek bir sonsuzluk gibi büyüyor içimde. Haftanın her gününe, geçen her saate senin adını verdim. Senin adınla başlıyor mevsimler, yıllar sen varsan içinde, geçerli...

Özlem bir yağmur gibi yağıyor üstüme. Damlalar yüreğime vuruyor. Gecenin karanlığında bir başınayım.Uykularım bölük pörçük. Bütün rüyalarımda sen.. gözlerim kapanır kapanmaz gözlerin yaklaşıyor. Sonra bir rüzgar alıp seni, benden uzaklara götürüyor.

Geceler boyu sabahlayıp uğruna, boşluğa düştüğüm sevdiğim, bir tanem, gözbebeğim.. Yüreğimden mühürlendim sana.. Şiirler havalanıyor kuşlar gibi, şarkılar ağlıyor yokluğuna.. Sevgilim hayatı sende buldum ben, tükenirsem sen tüketirsin beni.

Yoksun, gittin, tek başına koydun... Bu nasıl bir özlemdir, kendi gövdem ateşten bir gömlek.. yanıyorum..Yetti artık, yetiş n'olur dayanamıyorum BULUT YENİ..
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
23 Temmuz 2007       Mesaj #1094
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Küçük bir kasabanın 4 ayrı mahallesi varmış.



Birinci mahallede''EVET AMA'' lar yasıyormuş. Evet ama'lar her zaman ne yapılması gerektiğini bildiklerini düşünürlermiş. Yapma zamanı geldiğinde ise''evet ama'' diye yanıtlarlarmış.Yanıtları hep yanlış olurmuş. Suçu'da başkalarına atmakta ustaymışlar.


İkinci mahallede''YAPACAĞIM'' lar yasarmış. Ne yapacaklarını bilirlermiş. Kendilerini yapacakları şeye adim hazırlarlarmış ama yapacakları sırada şanslarını kaçırdıklarının farkına varırlarmış. Bu mahallede insanların dizleri dövülmekten yara bere içindeymiş. Yasamı ertelememek için verdikleri kararı bile ertelerlermiş.


Üçüncü mahallede yasayan ''KEŞKE'' çilerin hayati algılama güçleri mükemmelmiş. Neyin yapılması gerektiğini daima en iyi şekilde bilirlermiş ama... maalesef her şey olup bittikten sonra.''Keşke'' cilerin de basları hep kanarmış, duvara vurmaktan !..


Kasabanın en yeşil bölgesinde, en güzel evlerin olduğu mahallede ise''IYI Kİ YAPTIM''lar otururmuş. ''Keşke''ciler bu mahallede yürüyüşe çıkar, etrafa hayranlıkla bakarlarmış. ''Yapacağım''lar ''Keşke''ciler ile birlikte bu mahallede yürüyüşe çıkmak ister ama bir türlü fırsat bulamazlarmış.''Evet ama''lar ise mahallenin güzelliğini görmek yerine, ağaçların gölgelerinin yeterince geniş olmadığından,günesin erken saatte dogması gerektiğinden şikayet ederlermiş.


''İyi ki yaptım'' mahallesinde ki insanların kusuru da beyinlerinde mazeret üretme merkezlerinin olmamasıymış.Bu yüzden yasadıkları ortam her zaman güzel, düzenli ve huzurluymuş.


Bu hafta hep beraber ''İyi ki yaptım'' mahallesine taşınmaya ne dersiniz ?

Can DÜNDAR
RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
23 Temmuz 2007       Mesaj #1095
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
Günün birinde iki dost varmış her ikiside çok iyimiş ama biri saf diğeri ise kurnaz ve açık gözlüymüş.Açık gözlü olan dostun şirketi batmış ve dostundan para istemiş bana borç para verir misin dostu nedemek sen benim en iyi dostumsun demiş ve bütün servetini vermiş.Aradan günler geçmiş açık göz olan işelrini .

büyütmüş işlerinde ilerlemiş ve dostunun yanına gitmiş senden birşey isticeğim senin nişanlının çok beğeniyorum bana onu verir misin demiş saf olan o benim nişanlım ama sen benim en iyi dostumsun

demiş ve veririm demiş ve vermiş.aradan aylar geçmiş bu saf olan sostun bir gün işleri bozmuş ve dostunun yanına gitmiş

ve ondan iş istemiş en iyi dostu ona iş vermemiş tabi bizim saf olan dostumuz biraz ezilip büzülmüş ve dışarı

çıkmış yolda yaşlı bir adam oğlum çok hastayım bana şu reçetedeki ilaçları alır mısın demiş ve cebindeki son para ile adamın ilaçları almış ertesi günü bir avukat dün ilaçlarını aldınız yaşlı adam öldü ve tüm mal varlığını size buraktı demiş

çocuk yaşırmış ama bu serveti kabul etmiş çünküihtiyacı vardı buna.işlerini yoluna koydu ve tam arkadaşının şirketinin karşısına bir ev aldı niyeti sadece en iyi dostunu görebilmekti.birgün kapısına yaşlı bir teyze geldi oğlum çok acıktım bana yemek verir misin dedi adamda

teyze veririm ama bir şartla benim yanımda çalışır mısın hem bana yardım edersin hemde karnın doyar teyze kabul eder aradan 3 sene geçer kadın ona oğlum artık senin evlenme çağın geldi artık sana bir eş lazım demiş çocuk bu duruma

kabul etmiş tamam teyze tanıdığın biri varsa evleneyim demiş kadın bizim orda çok iyi bir aile kızı var seni onunla

başgöz edelim demiş ve en iyi arkadaşına nikah davetisesinden bir tanede ona yollar.ve düğün günü gelip çattığında çocuk mikrofonu eline alıp dostlar size bir diyeceğim var günün birinde benm en iyi dostum varda bir gün işleri battı benden para istedi bütün mal varlığımı ona verdim benden nişanlımı istedi gözümü kırpmadan ona verdim işlerim bozuldu yanına gittim iş istedim bana sana

burda iş yok dedi ve diğer dost kapıdan içeri girdi misafirler size bir diyeceğim var dedi işleim battı ondan borç para istedim verdei bende ona sonra parasını geri verdim nişanlısını istedin çünkü nişanlısı ona göre bir kız değildi yolda karşına

bir adam çıktı ona parasını verdi o beim babamdı kapısa bi teyze gitti ondan yemek istedi o benim annemdi evlenmek istedi evlenceği kızda benim kız kardeşimdir şimdi siz söyleyin GERÇEK DOST KİMDİR..! ZELİHA PINAR...
MMDMR - avatarı
MMDMR
Ziyaretçi
24 Temmuz 2007       Mesaj #1096
MMDMR - avatarı
Ziyaretçi
Bütün huylar biraraya gelmiş ve bir oyun oynamaya karar vermişler,hadi demiş SAFLIK saklambaç oynayalım.Diğer bütün duygular kabul etmişler bu oyunu oynamayı.ÇILGINLIK ebe olmuş,AŞK dışında bütün iyi kötü huylar saklanmışlar bir yerlere ama bir tek AŞK saklanamamış,son anda güllerin arasına saklanmış.ÇILGINLIK herkesi bulmaya başlamış teker teker,bir tek AŞK’ı bulamıyormuş,sonra güllerin arasına gelmiş,orada olduğunu anlamış AŞK’ın.Eline bir sopa almış ve vurmaya başlamış güllerin olduğu yere,birden bir feryat duymuşlar,AŞK çalılıkların arasından çıkmış,eliyle gözlerini kapatıyormuş,”Ne yaptım ben” diye bağırmaya başlamış ÇILGINLIK,çünkü AŞK’ın gözlerinden kan akıyormuş,ÇILGINLIK;AŞK’ı bulmak için heyecandan sopayla AŞK’ın gözlerini kör etmiş.Demiş AŞK’a “Seni kör ettim,nasıl hatamı onarabilirim?”Ve AŞK cevap vermiş:”Bana gözlerimi veremezsin ama istersen benim rehberim olabilirsin”Ve o günden bu yana AŞK’ın gözü kördür ,ÇILGINLIK ta her zaman onun yanındadır...
recruit87 - avatarı
recruit87
Ziyaretçi
24 Temmuz 2007       Mesaj #1097
recruit87 - avatarı
Ziyaretçi
Berrak bir ağustos gecesiydi. Gökyüzündeki yıldızlar, lacivert bir kumaşın üzerine saçılmış gümüş parçaları gibi parlıyorlardı. Gecenin sessizliğini, çan sesleri, uzaklardan uluyan köpek havlamaları ve bozkırda yayılan koyunlardan arada bir gelen tıksırıklar bozuyordu. Ara sıra esen hafif rüzgar, hem gecenin sıkıntısını alıyor, hem de yüzümüze tatlı bir serinlik veriyordu.
Ağustos ayının bu berrak gecesinde, köy mezarlığının yamacında, amcamla yere oturmuş, altımızda otlayan koyunları güdüyorduk.
Amcam:
-Ben biraz kestireyim. Korktuğunda, yahut yabancı ses duyduğunda kaldır beni, dedi.
Yan tarafındaki kepeneğin üzerine sessizce uzandı. Yukarıda, dolunayın ve yıldızların aydınlattığı bu serin gecede, amcam ne de güzel uyuyordu. Oysa, yaşadığımız kentte sıcaktan rahat uyuyamıyorduk. Burası İç Ege’de olduğu için kara ikliminin özellikleri hüküm sürüyordu. Gündüzleri sıcak ve kurak, geceleri serin. Bu yüzden, yazın, geceleri dam üstlerinde yatılırken yorgan örtünülüyordu.
Amcam uyurken, ben de yanı başında, sol kolumun üstüne yan gelip uzandım. Önüme de meşe ağacından yapılmış çoban değneğini çektim, silah olarak. Boşta kalan sağ elimle de çevremdeki kurumuş otlardan koparıyor, bazen yere atıyor, bazen de dişlerimin arasında eziyordum.
Bir süre sonra, koyunlar bulunduğumuz yerden bir hayli uzaklaştılar. Gözümün önünden kayboldular. Gecenin sessizliğinde, uzaklardan çanlarının seslerini işitiyordum artık. Amcamın tembihine uyup, kendisini uyandırdım. Sürüyü bulmak için çan seslerini takip ettik. Nadasa bırakılmış tarlalardan birinde yayılırlarken bulduk onları. Koyun çobanlığında çan sesinin çok önemli olduğunu o anda öğrendim. Her çobanın, kendi sürüsünün çan seslerini nasıl tanıdığını merak ettiğim için sordum amcama. O da:
-Bak yeğenim! Çobanın, sürüsünün çan sesini tanıması lâzım. Tamam mı? Tanımazsa sürüsüne zor sahip olur. Bunun için, her sürüdeki çanların boyları, şekilleri, içinde sallanan dilleri farklı farklıdır. Çan alırken veya yaptırırken bunlara dikkat edilir. Sürüdeki çanların hepsinin aynı tınıyı vermesi gerekir ki, geceleyin uyuyup kaldığında, kaybettiği sürüsünü çanının sesinden tanısın. Şehirli kısmı belki çobanlığı küçümser ama onun da kendine has bazı incelikleri vardır. Çobanlık da bir nevi yöneticiliktir. Onu beceremeyen adam, yöneticiliği hiç beceremez. Yönetici nasıl ki emrindeki adamlardan sorumluysa, çoban da güttüğü hayvanlardan sorumludur. Zamanında bir çok peygamber çobanlık yapmıştır. Buna peygamber efendimiz de dahil. Anladın mı şimdi?
-Evet. Çok iyi anladım.
Bu arada, amcam sürüyü köyün kuzeyindeki dağa doğru sürünce, buna bir anlam veremedim:
-Koyunları niye dağa doğru sürüyoruz?
-Oraları daha otluk, hem orada, sabaha karşı hayvanları sulamamız lâzım.
-Dağın neresinde sulayacağız?
-Tam tepesinde.
Şaşkınlığım daha bir artmıştı. İçimden “Amcam acaba benimle dalga mı geçiyor.” dedim.
-Tam tepesinde mi?
-Evet.
-Neden orada?...
-Buralarda başka çeşme yok da ondan.
-Allah Allah! Çeşmeyi neden dağın tam tepesine yapmışlar? Hayret bir şey!
-Madem merak ettin, anlatayım. Önce sürüyü kazasız belasız şu dereden geçirelim.
Koyunlar dereden geçerken sağa sola dağıldılar. Düzene sokmak için bir süre uğraştık. Güç bela yönünü dağın eteğine çevirdik. Bir müddet yürüdük. Sabırsızlandım. Hemen anlatmasını istiyordum. İçimden “Galiba unuttu. Hatırlatayım mı?” diye geçirdiğim anda, amcam anlatmaya başladı:
-Evvel zamanın birinde, çok zengin bir ailenin güzel mi güzel bir kızı varmış. Adı da Ümmü’ymüş. Evin tek çocuğuymuş. Ailesinin başka çocukları olmamış. Bunu el bebek gül bebek büyütmüşler. Evlenme çağına geldiğinde kızın bir çok taliplileri olmuş. Hiç birini istememiş. Meğer kız Murat adında bir yiğidi seviyormuş. Sevdiği erkek, anasıyla birlikte aynı köyde yaşıyorlarmış. Bunun da başka kardeşleri yokmuş. Anası, biricik oğluna yüklüyken kocasını kaybetmiş. Ana-oğul baş başa kalmışlar. Oğlan da büyümüş, yıllar sonra Ümmü’ye aşık olmuş. Anasına, istetmesini söylemiş.
Sözünün tam burasında sürünün köpeği havlamaya başladı. Amcam hemen kulak kesildi. Uzaklardan köpek havlamalarıyla çan sesleri duyuluyordu. Gürültüler önemsiz olmalı ki sözünü kaldığı yerden devam etti:
-Anası da “Aman oğul, demiş. “O kızı bize hiç verirler mi? Biz kim, onlar kim? Vazgeç bu sevdadan.” Ancak oğlan abayı fena yakmış. Bu kez, oğlanın ısrarı üzerine Ümmü’ye dünürcü gitmişler. Babası gelenlere öfkeyle gürlemiş: “Bre zındıklar, bre haddini bilmezler, bu ne cüret ki benim gibi bir adamın kızına talip olursunuz? Delirdiniz mi siz? Yıkılın karşımdan!” deyip, dünürcüleri kovmuş. Ümmü bu olaya çok içerlemiş. Yemeden içmeden kesilmiş. Çünkü o da Murat’ı çok mu çok seviyormuş Anası, kocasının korkusundan babasına bir şey diyememiş. Acısını içine gömmüş. Bu olaydan sonra, Ümmü evden kaçıp gitmiş. Babası biricik kızının kaçtığını duyunca çılgına dönmüş. “Eyvah! Ben ne yaptım?” demiş. Kızının yanında görücülere hakaret edip, kovaladığına pişman olmuş. Günlerce dere tepe, dağ bayır kızını aramış, bir türlü bulamamış. Üzüntüsünden yataklara düşmüş. Kız ile oğlan buluşup, gitmekte olduğumuz dağa sığınmışlar. Günlerce aç susuz saklanmışlar. Koca dağda bir yudum su bulamamışlar. Yaz günü kaçtıkları için açlıktan çok susuzluğa dayanamamış Ümmü. Dili damağı kurumuş, dudakları çatlamış. Oğlan da aynı duruma düşünce, bu kez Ümmü yalvarmış: “Yiğidim, aslanım!” demiş. “Çek git bu diyardan. Ben zaten iflâh olmam artık. Susuzluk öldürecek beni. Bari sen kurtul! Bu dünyada muradımıza eremedik, inşallah ahrette ereriz.”
Bu arada, önümden kedi gibi bir şey hızla sıyrılıp geçti. Korkuyla “Amca!” diye bağırdım. Elim ayağım kesildi. Tüylerim diken diken oldu. Yüzümün derisi gerildi. Amcam şaşkınlık içinde:
-N’oldu yeğenim? dedi.
-Önümden kedi gibi bir şey geçti.
- Yaban tavşanıdır. Buralarda bulunur.
Sonra bana dönüp:
-Anlatayım mı, kalsın mı?
-Anlat anlat!
-Bu söz üzerine Murat, “Dayan sultanım. Ben sana su bulup geleceğim.” demiş. Dağdan ovaya inmiş. Uzun ve çetin bir uğraştan sonra, suyu bulup getirmiş. Döndüğünde bir de bakmış ki, Ümmü başının altına taştan yastık yapıp, uyuyakalmış. Murat elindeki su kabıyla yanına koşmuş. “Uyandırayım da su içireyim.” demiş. “Ümmü Ümmü!” diye sarsmış. Uyanmamış… “Eyvah! Geç kaldım.” demiş. Çığlık atıp, üstüne kapaklanmış. Ardından ağıtlar yakmış. Sonra, oturup düşünmüş. Karar vermiş. “Gideyim, ailesine haber vereyim. Ne de olsa evladıdır. Benim ciğerim bir yanarsa, onunki bin yanar.” demiş. Her şeyi göze alarak, soluğu kızın evinde almış. Kızın ailesi, onu karşılarında görünce yüreklerine bir ateş düşmüş. Çünkü, anası, o gece rüyasında kızını beyaz, dikişsiz elbisenin içinde, çok susamış bir halde görmüş. Kendisinden su istemiş; fakat -elinde su tası olduğu halde- bir türlü içirecek su bulamamış. Sabah kalkınca, rüyasını kocasına anlatmış. O da “Kızın başına bir hal gelmesin.” demiş. Aynı gün, Murat’tan acı haberi de alınca, karşısında yığılıp kalmışlar… Babası kendini toparlayınca: “Kalk hatun, kalk!” demiş. “Dövünüp durmayla olmaz. Atlara hemen binip, yola koyulalım.” Kızın babasının iki tane atı varmış… Birine kendisiyle karısı binmiş, diğerine de Murat. Tozu dumana katarak soluğu dağın tepesinde almışlar…
Ümmü’nün cesedini yerden kaldırdıklarında bir de bakmışlar ki, bedeninin toprağa değdiği yer ıpıslakmış. Yastık olarak başının altına koyduğu taşın altından su sızıyormuş. Şaşkına dönmüşler. Bunu, Ümmü’nün susuzluktan yanarak öldüğüne bağlamışlar. Babası, öldüğü yere, çeşmeyi onun adını ölümsüzleştirmek için yaptırmış. Mezarı da hemen çeşmenin yanı başındadır. Ailesi, onun köy mezarlığına gömülmesini istemiş; fakat köylü buna karşı çıkmış. Demişler ki: “Bunda da bir hayır vardır! Bu kurak dağın tepesinde, başının altındaki taş yastıktan su çıkması, Allah’ın bir hikmetidir.” Köylünün bu sözleri üzerine, ailesi ikna olmuş; dağın tepesine gömmüşler.
Murat’a gelince: Ümmü’nün ölümünden sonra mecnuna dönmüş, aşkından deli divane olmuş. Aklına estikçe, gece gündüz demeden “Ümmü çağırıyor beni .”deyip, soluğu çeşmenin başında alıyormuş. Ne yapıp, ne ettilerse önüne geçememişler. Bir gün, Ümmü’nün mezarının başındaki palamut ağacında asılı bulmuşlar, allı yeşilli bir çemberle. Çember Ümmü’nünmüş… Onu da Ümmü’nün yanına gömmüşler. İki mezar yan yana. Gidecek olduğumuz çeşmenin hikâyesi bu, deyip, sustu amcam.
Bir de baktım ki dağın eteğindeyiz. Ova arkamızda, gerilerde kalmış. Sürü dağın eteğinden yukarı doğru tırmanıyor.
Suskunluğunu bozan amcam bu kez:
-Açıktın mı? dedi.
-Evet.
-Ben de… Torbada yiyecek bir şeyler var; ama yengen ne koydu bilmiyorum. Gel, şu önümüzdeki kayanın üstüne oturup, karnımızı doyuralım.
-Tamam amca.
Amcam torbasındakileri çıkardı. Bir tülbentin içinde somun ekmeği, peynir, kuru soğan vardı. Bir de orta boy cam şişe içinde su.
Karnımızı doyurduk. Suyumuzu içtik.
Kalktık, koyunların arkasından yürüdük. Önümüzdeki sürüyle dağı yarıladık.
Dağın yüzü kayalarla, kurumuş otsu bitkilerle ve devedikenleriyle kaplıydı. Aralarında, seyrek de olsa sığırkuyruğu, üzerlik ve çakır dikenleri vardı. Elimdeki çoban değneğiyle, önüme gelen dikenlere vura vura yürüyordum.
Koyunları sabaha karşı dağın tepesine çıkardık. Burası köyün kuzey doğusuna düşüyordu.
Dağın zirvesi, dolunay ve yıldızların ışığından adeta gündüz gibiydi. Karşı dağın yamacındaki mezradan ise horoz sesleri geliyordu.

Koyunlar çeşmeye akın ettiler.

Ümmü’nün çeşmesi, amcamın dediği gibi dağın tam tepesinde, yönü kuzeye bakıyordu. Duvarı tamamen kuru taş yapıyla örülü ve üstü kemerliydi. Boyu bir metreydi, eni bir buçuk. Yapının derinliği ise elli-altmış santimetreydi. Gövdesinin tam ortasında, bilek kalınlığında bir oluğu vardı. İçinden başparmak kalınlığında su geliyordu. Kemere yakın yerde, gövde yapılırken büyükçe bir taş oturtulmuş; taşın üstüne de oyma yazıyla ÜMMÜNÜN ÇEŞMESİ yazılmış. Başka ibare yoktu. Su yazın ortasında bile soğuk ve tatlıydı. Susayanlar kana kana içiyorlarmış. Önündeki yalak -yaklaşık bir metre boyunda- kayrak taşlardan yapılmış. Derinliği diz boyu, genişliği ise kırk-elli santim. İçi su ile dolu. Yalaktan taşan su, kendine ince bir yol çizmiş, hemen altındaki çukura akıyordu. Orada küçük bir gölet oluşmuş. Yalağın önünden akan suyun geçtiği yerler ve göletin etrafı yemyeşildi. Geceleyin, rüzgâr estikçe ortalığı taze nane, kekik, reyhan, kokuları kaplıyordu.
Koyunlar sulanırken, ben de boş durmayıp,elimdeki çoban değneğiyle göletin derinliğini ölçmeye çalıştım..
Amcam:
-Derin değil, dedi. Geceleyin öyle görünüyor. Ay ışığı aldatıyor. En derin yeri bir metreyi geçmiyor.
Sürüyü suladıktan sonra, yönünü köyümüze doğru çevirdik.
Artık, şafak sökmek üzereydi. Karşı dağın eteğindeki köyümüz, gecenin içinden sıyrılmaya çalışıyordu.
İçimi hüzün kapladı…
Bu hikâye aynen doğru mudur? Orasını bilemem; ama ben hikâyelere inanmasını severim. O günden bu yana ne zaman köyümden söz açılsa, hemen aklıma Ümmü’nün Çeşmesi gelir
RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
24 Temmuz 2007       Mesaj #1098
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
Özbenliğimiz kendimiz olamadığımızda bu durumu bize farkettirmek için her türlü deneyimi yaşatır
spacerSaat çalmaya başladığında sabahın 7.00'siydi. Eliyle saatin zilini kapatmak üzere uzandı, öylesine isteksizdiki uyanmak için; dokunuşuyla saat yere savruldu. Başını yastığın altına soktu, hiç kalkmak istemiyordu.

Saatin çalışıyla birlikte düşüncelerde zihninde uyanış içerisindeydi ve herbiri kendisini ifade eden duygularıda çağırmaya başlamıştı. Unutmak istediği herşey uyanmaya başlamıştı. Aniden bir acı hissetti yüreğinde, midesi bulandı ve bu onun uyanmasına yetmişti. Doğruldu yatağın içinde ve başını ellerinin arasına alarak derin bir soluk aldı. Yeni bir gün başlamıştı ve hatırladığı ilk şey onun artık hayatında olmadığı, onu kaybettiği gerçeği idi. Tutkunun özlemini hissetti yeniden, onu kaybetmek istemiyordu... Ama nasıl?

İlerleyen zamana baktı, hazırlanmalıydı, çalışması gerekiyordu hiç istemesede! İstediği tek bir şey vardı, "O"... Banyoya girdi, duşu açtı, suyu tüm bedeninde hissetmeye başladı. Zihni yine onunla dolmaya başladığında suyu daha da soğuttu. Yok yok ondan kurtulmalıydı, iyiki bitmişti, bir anda tüm hayatının onunla yada onsuz mahvolduğunu hissetti... Buz gibi suyun altında kendine gelmeye çalıştı. Onun daha fazla zihninde kalmasına izin vermemeli, zihnini boşaltmalı ve yeni güne başlamalıydı her şeye rağmen...

Yola koyulduğunda saat 8.00'di. Oldukça yoğun trafiğin içinde yalnız ama zihniyle sohbetteydi. Onun hayali geldi gözlerinin önüne, içindeki arzu yeniden uyandı. Onu yeniden görmek istediğini bir kez daha farketti. Radyoyu açtı, çalan şarkı sanki özellikle seçilmişti, ayrılık acısını anlatmaktaydı şarkının sözleri. Midesine kramp girdi... İçinde cılız bir ses sormaktaydı "Bu acıyı daha ne kadar çekeceksin?" duymamazlığa geldi. Acı da olsa bu duyguları yaşamak güzeldi, adeta onu besliyordu...

Masasının başına geldiğinde yaklaşık 1,5 saat süren yolculuğunun nasıl geçtiğini farkında bile değildi. Aracının içinde otomatik bir robottan farkı yoktu. Herşey zihninde olup bitmekteydi, kendisi, çevresi, insanlar her şey yok gibiydi. Zihninin içinde yaşıyordu sadece. 10.30'da toplantısı vardı ona hazırlanmalıydı. Ama önce posta kutusunu kontrol etmek istedi. Tek görmek istediği ondan bir mesajdı. Her şeye rağmen! Kimbilir, belki... Ümit dolu düşünceler içinde mesajlara göz gezdirdi.. Henüz bir şey yoktu, ama gelebilir diyordu zihni...

Toplantı, öğle yemeği derken gün geçmişti. Bu süreç içinde onu düşünmeye vakti olamamıştı. Şimdi kendisini daha iyi hissediyordu. O zihninde değilken daha iyiydi. Hatta oldukçada keyifli geçmişti günü. Bu keyfi sürdürmeye karar vererek bir dostunu aradı. Birlikte birşeyler yiyerek laflayacaklardı. Aksi halde zihni onu yine ona mahkum edecekti. Nasılsa yine o girdaba yeniden girmeyi istemedi. Mantıklı yanı bu ilişkiyi hiç onaylamamaktaydı. Başlangıçta onca yıllık yaş farkını bir türlü kabul edemiyordu akıllı yanı ama ilişkinin devamında bunu hiç hissedemez olmuştu taki bu ona bir ihanetle hatırlatılana kadar. Evet bu ayrılık bir ihanetin sonucuydu kabul etmek istesede istemesede.

Yine aklı bulanmıştı. Gerçeklerle yüzleşmek enerjisini daha da düşürüyordu. En iyisi yine düşünmemekti, başarabildiğinde kendini daha iyi hissedebiliyordu hiç değilse. Gücünü yeniden toplayabilmesi için buna ihtiyacı vardı. Arkadaşıyla buluşmuşlar, ordan burdan laflamışlardı ama konu ona gelmişti. O anlattı arkadaşı dinledi, ondan başka bir şey konuşmanın anlamı yok gibiydi. Gece sonlanmış ve gene yatağında kendiyle başbaşaydı. İçindeki cılız ses biraz daha güçlü sorgularcasına çıkıyordu. "Neden yaşanmıştı tüm bunlar?"

Coşku ve sevgi dolu bir çocukluk dönemi geçirmişti. Ergenliğe adım attığı yıllarda okuduğu kitaplar, dinlediği müzik, özgürlük anlayışı, yaşama bakışı farklıydı diğer insanlardan. Çılgınlık onun için sıradandı. Keyifliydi o yıllar. Gençlik yıllarında aile içinde beklenmedik olaylar sonucunda kendisini aile bireylerinin sorumluluğunu taşıyan ve yaşamı kontrol eden bir kimlikte buldu. Hayallerini zihninde bilinmeyen bir zamana ertelenmişti ve orada kalmışlardı. Yaşamı yeni şartlarının gereği biçimlendi. Yani başkalarının çizdiği resmin içindeydi ve o aslında onun resmi değildi. Sorumlulukları gereği yıllarca başkalarını mutlu etmek adına bu resmin içinde varlık göstermeye devam etti. Birde bunları kendi mükemmelliyetçi yapısı destekledi. Meli- malılarla, kuralların içine sıkışıp kaldı yıllardır. Olgunluk çağlarında artık o resmin kendisine ait olmadığını farketmişti, çıkış bulmak arzusuyla bir arayışa girmiştiki çok geçmeden ona rastladı ve onu ilk gördüğünde kendi resmini yapmaya karar verdi farkında olmadan. Ama zaman zihninde bıraktığı yerde değildi ve yaptığı resimde şimdiki zamanına uymuyordu. Birbirlerine duydukları aşkın etkisi ile bir müddet ilişkileri mükemmel bir şekilde devam etti ama o kadardı işte. Zamanla da alev söndü, ilişki bitti. İçindeki cılız ses biraz daha güçlenmiş olarak bir soru daha yöneltti . Şimdi ne yapacaksın?

Mehtaplı bir gecede mehtabı izlerken derin bir nefes aldı, artık biten ilişkinin ardından gidemezdi. Yeni resmin de kendisine ait olmadığını biliyordu. Oysaki o mehtabın denize vuran yakamozlarının içinde özgür olmak, bir balık gibi kaybolmak istiyordu. Yaşananlar, herşeye rağmen çok güzeldi, onu zenginleştirmişti, aşkı yeniden yaşatmış, var olduğunu hissettirmişti ona acı içinde de olsa. Artık kendine yepyeni bir resim yapma zamanı geldiğini anladı. Bu kez içindeki o minik sesi, kendi özbenliğinin sesini dinleyecek, dengeler içinde gençliğini bıraktığı yerden yeniden yaşatacaktı. Bu deneyim ona farkında olmadan çok şey öğretmişti. Hiç bir şey coşku dolu bir hayatı yaşamak için geç değildi.

Özbenliğimiz kendimiz olamadığımızda bu durumu bize farkettirmek için her türlü deneyimi bize yaşatır. Yaşamda başımıza gelen herşey aslında ihtiyacımız olduğu için gelmektedir. Yaşanan her deneyimde amaç farkındalıklarımızın artmasıdır. Her deneyim bir ders içerir ve biz öğreneceklerimizi farkedene kadar da bazen aynı deneyim yıllarca başımıza gelmeye devam eder durur. Yaşanan tüm deneyimleri haklı, haksız, iyi, kötü, doğru, yanlış diye değerlendirirsek olayların içine sıkışır kalırız. Esas amacımız yaşadığımız deneyimlere dışardan bakarak olanı görebilmektir. Direnç göstermeden olanı olduğu gibi kabul edebilmektir.

ZEYNEP DOĞAN..
recruit87 - avatarı
recruit87
Ziyaretçi
25 Temmuz 2007       Mesaj #1099
recruit87 - avatarı
Ziyaretçi
Açık kalmış perdelerden yüzüne vuran güneşle uyandığında saat 9.30’u gösteriyordu.Odasını havalandırmak için balkon kapısını açtığında deniz kokularıyla karışık taze ekmek kokusunu duyumsayıp gülümsedi. Hayat her zaman olduğu gibi devam ediyordu fırıncılar ilk ekmeklerini çıkarmış, sokağın köşesini mesken tutan yaşlı dilenci ilk sadakasını almıştı. Yeni başlayan günün bütün rutinliğine rağmen onun daha mutlu hissetmesini sağlayan bir şey vardı: Üç kasım günü aldığı mektupta nişanlınsın, sekiz kasım günü saat 11.15’te Haydarpaşada olacağı yazılıydı ve o gün artık gelmişti. Savaşın sürdüğü dört yıl boyunca sadece nişanlısı Fikret’e kavuşmanın hayaliyle yaşamıştı Âftâb. On sekiz yaşında güzel mi güzel bir kızcağızdı. Büyüdükçe artan sarışınlığı yüzünden : Babası ona koyduğu Hatice ismini sonradan Farsçada Güneş anlamına gelen “Âftâb” olarak değiştirmişti.
Balkon penceresinin kenarındaki çiçekleri suladıktan sonra Fikret’in ona hediye ettiği siyah elbiseyi giydi. Yine siyah tülden dantelli eldivenleri ve önü tül dökümlü bir de şapkası vardı bu takımın. Zaman zaman kendisini bu elbisenin içinde, hayli zengin insanların müdavimi oldukları bir mekanda düşlerdi. Bakır çalığı rujunun bulaştığı kristal ağızlığının ucunda o sosyetik hanımlara özgü ince sigaralardan tüterdi mutlaka. Karşısındaki masadaysa Fikret otururdu hep. Geriye taranmış briyantinli saçları, kolalı gömleği, jilet gibi ütülü pantolonu ve gümüş işlemeli kol düğmeleriyle tam bir İstanbul beyefendisi olarak şekillenirdi her defasında. Âftâb’ın göz kaçırıp gülümsemesine, dudaklarını bükerek hayli manalı dumanlar üflemesine rağmen mahçup ve açılmaya tereddütlüydü. Üstelik diğer masalardaki bekarlarda aynı tereddütü tıpkı Fikret gibi umutsuzca yaşarlardı hep. Böylece bu hayalin içinde çok sevilen ve asla ulaşılamayan o efsane kadınlardan biri olmanın büyüsüne kapılırdı genç kız. En büyük korkusu sevdiğinin kendisine hiç ulaşamaması olsa da……
Tüm bunları düşlerken dalıp gittiği aynadaki diğer Âftâbla göz göze gelip kaşlarını çattı bir an. Saçları dağınık, kirpikleri rimelsiz, dudakları çatlaktı ve bu haliyle hayalindeki kadından çok uzak olduğunu fark etmesi rahatsız olmasına yetmişti. Ablasının hediye ettiği sedef kakmalı makyaj kutusunu çekmeceden alıp makyajını tamamladı. Artık o mektepli genç kız olmaktan çıkmış, aynanın içinden diğer Âftâb’a küstah küstah gülümseyen, olgun Âftâb Hanıma dönüşüvermişti. Aynı çekmecede, Fikret’e hediye etmek için sakladığı cep saatini de çantasına koyup son bir kez daha baktı kendisine, vakit gelmişti……….

Bölüm-2-Hiç Kavuşulamayan Kavuşma

Gara geldiğinde 11.15 treni henüz gelmişti. O günlerde İstanbul’a gelen trenler biten savaşın farklı cephelerinden dönen askerlerle doluydu. Sevinç gözyaşları içinde beylerine sarılan hanımlar, üç buçuk-dört yaşlarına gelmiş olmalarına rağmen savaş yüzünden babalarını ilk kez görecek çocuklar, evlatlarını bulamadıkları için ağlayan yaşlı analar… Herkeste bir telaş vardı herkes birilerini arıyordu. Sevinç ve hüzünden harmanlanmış ağır bir havaydı Âftâb Hanımın soluduğu. Kavuşamamak endişesi içinde vagon önlerinde kümelenen küçük kalabalıklarda Fikret’i arıyordu. Ölmüş olamazdı, mektubu gelmişti ya! Nasıl ölmüş olabilirdi? Sağ salim çıkıp gelmeliydi. Diğerleri gibi kavuşmalıydı onlar da……İçindeki endişe yüzüne yansımaya başlamıştı ki onu gördü. Üçüncü mevki bir vagondan iniyordu, omuzları çökmüş, göz altları şişmiş, oldukça da zayıflamıştı. Birkaç adım geriye çekilip Fikret’in, vagon önünde biriken kalabalıktan sıyrılmasını bekledi.
Çok geçmeden karşısındaydı genç adam. Konuşamayacak kadar heyecanlanmıştı Âftâb Hanım, dudakları titriyordu. Mutluydu, gülümseyerek Fikret’in gözlerinin içine bakarken tuhaf bir şey olmuş, genç adam başını çevirip yürümeye devam etmişti. Hızlı adımlarla ona yetişip tekrar önüne çıkan bu kadını tanımadığından emindi, dayanamayıp sordu:
- Hanım teyze siz kimsiniz, beni birine mi benzettiniz?
- Ne hanım teyzesi Fikret? Benim işte, Âftâb, tanımadın mı?
- Benim adım Fikret değil Ercan, beni torununuza benzettiniz sanırım.
- Torunuma mı? Fikret canım sen iyi misin? Ne yaptılar sana?

Diyerek sağ elini genç adamın yüzüne uzattı Âftâb hanım. Fikret’in yüzünü okşamak isterken kendi cildinin bir anda yaşlı bir kadının cildi gibi kırış kırış, çirkin bir hal aldığını fark edip korkuyla irkildi. Hep çantasında taşıdığı kapaklı küçük aynayı çıkarıp yüzüne baktı. Sanki bir anda yetmiş yıl yaşlanmış, seksen sekiz yaşında bir ihtiyara dönüşüvermişti. Gördüklerine inanamasa bile genç adamın söyledikleri anlamını bulmuştu artık. Sene 1918 değil 1988’di, 1918’in 8 Kasım günü yaşadığı travmanın etkisinden kurtulamamış, hasta bir kadındı Âftâb Hanım. Her sene aynı tarihlerde genç kızlığındaki gibi giyinir ve savaştan hiç dönmeyen nişanlısını karşılamak üzere Haydarpaşa Garına giderdi. Çünkü ona göre çektiği acıyı en iyi, buğusuna “Fikret” yazdığı vagon camları bilirdi…………
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
26 Temmuz 2007       Mesaj #1100
arwen - avatarı
Ziyaretçi
aldatan aldanır


Nereye gidiyorsun?
Kadın yıllardır bir yastığa baş koyduğu eşine bunu sordu. Eşi sessizce küçük bir valize giysilerini yerleştiriyordu.
-İçim daraldı ,
-iş yerinde çok bunaldım biraz bir yerlere gidip kafamı dinleyeceğim.
-Bir arkadaşın şimdi boş olan yazlık evine gitmek istiyorum.
-O da nerden çıktı?
-Üç çocukla beni yalnız mı bırakacaksın?
-Kaç gün kalacaksın?
Sorularını ardarda sıralarken yüreğine bir şüphe çoktan düşmüştü .
-Fazla kalmam .
-Üç beş gün falan.
-İş yerinden izin aldım.
Adam bunları söylerken farkettiki hiçte rahat değildi, kadın bir şeyler hissetmişti sanki. Gözlerindeki yalan söyleyenlerin kaçamak bakışlarını bir türlü saklayamıyordu. Aylardan kasımdı, havada yoğun bir sis vardı,gözgözü görmüyordu.
-Hava çok kötü .
-Bula bula bu günümü buldun gidecek?.
-Endişe ederim..!
-Vazgeç sonra gidersin.!
Kucağında henüz altı aylık kızı ağlamaya başlamıştı. acıkmıştı. Diğer iki çocuğuda babalarının gidişine üzgün bakıyorlardı.
-Hadi git bakalım.
-Eğer gidişin dediğin sebeptense yolun açık olsun!
-Değilse Allah bilsin artık! Hiç olmazsa ne düşündüğünü açıkça söylemesede şüphesini bu imalı sözlerle belirtmişti ya, rahatlamıştı.
-Alasmarladık,çocuklara iyi bak!.
-Ben bir iki güne gelirim.
-Bu parayı ekmek parası yaparsın!diyerek karısına kaçamak bir öpücük kondurup evden çıktı.
-Hayrola arkadaşım !sabah sabah üç çocukla bu ne telaş gelmişsin?.
-Sorma ....abla benimki bu sabah sudan sebeple ....gitti,ona inanmadım yüreğimde bir darlık vardı biraz rahatlarım diye sana geldim.
-oooo...hanım hoş geldin!
-Merak etme erkekler böyle delilikleri bazen yapmak isterler.
-Korkma ...yanlış bir şey yapmaz..diye seslendi arkadaşının eşi.
Arkadaşıyla gün boyu oturup evlilik üzerine konuştular... hanım daha yaşlı ve tecrübeliydi. Ona inandı çocuklarını alıp eve döndü. Ezan okunuyordu. İçinden,''her şeyin hayırlısını nasip et Allahım ''diye dua etti kadın.
-Kim o..?
Kadın sabah sabah çalan kapıyı açtı..Aman Allahım eşi bir sonraki günün sabahı kapıda bitivermişti..Niye gelmiştiki?..Hani kafa dinleyecekti? Hiçte dinlenmiş gibi bir havası yoktu...Gittiği yerden bir gece kalmış ve dönmüştü.
-Hayrola ne oldu?dedi kadın sevincini belli etmeden. Fazla konuşmadılarda. Çocuklar babalarının gelişne ne çok sevinmişlerdi.
Ertesi gün eşi işe başladı. Yaşamlarında değişen bir şey yoktu ama sanki sessiz konuşmalar yapılıyordu da kimse duymuyordu.. Bir akşam sadece şunları konuştular;
-Hava çok kötüydü,yola devam etmedim,... inip bir otelde sabahladım.. geldim.
-Yalnızmıydın?
-Evet kim olacaktıki?
-öyle olsun...anlatmak istediğin başka bir şey varsa dinlerim...
Adam iyice mahçuptu şimdi..bu kadın içini mi okuyordu?...
-Hayır ne olsunki?
-Bu gün eve bu celp geldi,açıp baktım mahkemeye çağırıyor , ne yaptında geldi..?
-Bir şey değil ya! bir yanlış anlamadır mutlaka...öğrenirim sen merak etme!
Adam mahkemeye gidince anladı. Aslında bir otelde değil bir evde sabahlamıştı, kaldığı evin sahibide onu hırsızlıkla suçluyordu. O evde beraber sabahladığı kadın sözde evsahibi kadının altınlarını çalmıştı.. Hani ev boştu? Hani arkadaşının eviydi? Hani otelde yanlızdı? Şimdi bunların cevabını eşine nasıl anlatacaktı? Anlatmaya mecburdu çünkü işin ucunda hapis cezası,işinden men, yada kefaret ödeyerek şikayet edenin şikayetini geri alması vardı .
-Sana anlatmak istediğim şeyleri sözümü kesmeden dinlermisin..?
-Sonra İstersen kız bağır.
-Hepsini hakettim!
-Beni affadermisin?
Eşinin dizlerine kapanmıştı, bir yandanda çocuk gibi ağlıyordu.. Allah büyüklüğünü göstermişti. Her şeyi bir bir anlattı. Heyacanla başladığı şey kabusa dönmüştü.. bir hevesti.. yanılmıştı...
-Seni çok seviyorum..
-Ne olur beni affet!
-Bunu şimdi daha iyi anlıyorum...!
Saatlerce konuştular.. iki tarafta eksiklerini ortaya dökmüştü. Olan olmuştu..!
-Seni anlıyorum ..
-Seni ihmal ettiğimin farkında değildim..
-Ev işi,çocuklar,sorumluluk derken birbirimizi unutmuşuz..sonucuda bu!.
-üç coçuğumuz var,onların hatırına unutmaya çalışacağım.
-Çalışacağız başka çare yok!
-Ama affetmem yıllarımı alacak.....
-Bunu bilmelisin!dedi kadın.
Kadınında desteğiyle para bulundu, kefaret ödendi, mahkeme bitti..!
Aradan yıllar, yıllar geçti.... Bir aradalar.. Ayrılmadılar... ama ikiside hiç unutmadılar!..
Bu hikayenin sonunda da bir tavsiyem var; Aldatan aldanır..Aldatmayın !!

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat