Tanrısından; çocuklarını, yetimleri, düşkünleri korumasını dilerdi. Ninemin tanrısını ben de çok sevmiştim. Rikkatini, şefkatini, yüce gönüllülüğünü ve üstünlüğünü anlayacak kadar büyümemiştim henüz.
''Her şey ol ama zavallılara karşı zalim olma.Merhamet, insanı insan eden değerlerin en yücesidir''.derdi Düşkünlere karşı daima yumuşak ve tatlı dilliydi. Kendisini incitseler dahi, o kimseyi incitmezdi, kimseyi hakir ve hor görmezdi. Elinden geldiği kadar çaresize, yardıma muhtaç olana yardımcı olur, ama kimseden yardım beklemezdi. Durmadan nasihatler eder, büyük bir insan gibi
beni karşısına alır, saatlerce bıkmadan konuşurdu. Kadın-erkek, yaşlı-genç, büyük- küçük herkesin neden ona karşı son derece saygılı olduğunu, o
yıllardaki çocuk aklımla çözemezdim. Onun gücünden, bilgeliğinden korktuklarını sanırdım.
Bana sevgiyi, saygıyı, umudu, başkalarına acımayı, herkese ve her şeye karşı vicdanlı, merhametli, ahlaklı ve adil davranmayı öğretti. Çevremde gördüğüm her şeyi renkli bir nakış gibi ince ince ve usul usul usuma ördü. Yaşamı, hayvanları, bitkileri, insanları sevdirdi bana. Güvenebileceğim biricik insan, dert ortağım, gönül yoldaşım oldu. Yaşama o kadar bağlıydı ki, onun bu
sevgi ve bağlılığı benim de özüme karışıp en zor günlerimde bana güç verdi, ışık oldu, yol gösterdi.
Düşünebiliyor musunuz, bir çocuğun yaşamının sevgi ile dolu olması ne güzeldir! Ne özel ve özenilir bir yaşamdır o ! Yaşamın yelkenlerini sevgi ve
güvenle doldurarak zaman içinde yol almak, tüm dünyayı, tüm insanları sevgi ile algılamak, sevgi ile görmek ne güzeldir. Önyargılardan, kirlerden, kinlerden, düşmanlıklardan uzak, tüm insanları kardeş bilmek...
Bana gösterdiği her davranışın, her hareketin bir anlamı olduğunu bilmezdim o zamanlar. Ama benim üzerimde gittikçe ağırlaşan bir etki yaptığını
hissederdim. Bunun sonucu olarak da herkesten daha çok bağlandım ona. Aramızda bir mekik vardı sanki. Durmadan aramızda gidip gelerek, her defasında bir ilmek daha örerek, beni kendine bağlardı. Güzellik ve iyilik timsali bu kadını, yıllarca nakış nakış içime işledim. Çocukluğumu, gençliğimi, tüm yaşamımı onunla geçirdim. Nereye
gittiysem, gönlümün bir kıyısına oturup benimle birlikte gezdi.....Yıllar sonra sevdiğim bütün insanlar beni birer birer terk etti de, bir tek o terketmedi. En mutlu ya da en zor günlerimde hep yanımda oldu.
Ninemi sık sık bir yerde oturup dalgın gözlerle uzakları izlerken görürdüm. Çok üzgün ve bir o kadar dalgın bir şekilde. Bu çok dokunurdu bana.
Bir gün yine böyle bir durumda yanına yaklaştım.Beni görmemiş gibiydi. Gözlerini bir noktaya dikmiş öylece bakıyordu. Gözyaşlarının süzülüşünü her
gördüğümde duygulanır, gözlerim yaşarır, içim yanardı. Ona acırdım. Boynuna sarıldığımda o da duygulanır, sımsıkı bana sarılırdı.. Ve böylece aramızdaki bağlar her gün biraz daha kuvvetlenirdi.
O gün ona, neden dalıp dalıp gittiğini, neden gözlerinin yaşardığını sordum. "Tanrı, annem beni doğururken acıyı da birlikte vermiş." Dedi. Sonra
oturup uzun uzun hayat hikayesini anlattı: Çanakkale'ye sürgün edilişlerini, çektikleri korkunç yoksulluğu, zeytin toplamalarını, henüz bir haftalık gelin iken ilk kocasının Ruslar'a esir düşüp, kendisinden bir daha haber almadığını, zorunlu olarak dedemle nasıl evlendirildiğini anlattı.Anlatırken, bazı yerlerde gözlerinde iri iri yaşların akmasına dayanamadım.Onunla beraber ben de ağlamaya başladım. O an bana sarılarak; "Tanrı iyi ki, senin gibi zeki, duygulu, temiz bir torun bağışladı bana, yoksa bütün bu acıları çekemezdim.
İnsanın doğup büyüdüğü topraklardan, sevdiklerinden, yöresinden zorla koparılıp sürgün edilmesi ve yabancı yerlerde yaşamaya zorlanması çok acı. Yalnızlık duygusu, insana yapılabilecek en büyük kötülük ve işkence." dedi. "İnsan herşeye katlanabiliyor ama yalnızlığa katlanmak çok zor geliyor. Tam 12 yıl sürgün hayatı yaşadım. " diye devam etti....Çektiği bunca acılara rağmen yüzü
dinç ve aydınlıktı. Öfkelendiği zaman yanakları al al olur, gözleri içten gelen sıcak ve dehşetli bir ışıkla parlardı. Konuşmaları her zaman kendine özgü
biçimde uyumluydu. Sözcükleri, parlak ve renkli bir çiçeğin canlılığıyla belleğimde yer ederdi.
Gençlik yıllarımdı....Askerden dönmüş, arabayla köye doğru hareket ediyorduk. Keskin bir virajdan sonra şöföre, yavaşlaması için ricada bulundum.
Arabanın camını açarak çocukluğumun geçtiği bu yöreleri adeta gözlerimle taramak istiyordum.. Buraların şehirlere göre insanı ferahlatan temiz ve serin bir havası vardı. Her tarafı kekik ve çiçek kokuları sarmış, keklik sesleri doldurmuştu. Karlar eriyor ve dağlardan köylere doğru, çözülmüş su olarak akıyor; toprak, düşen cemrelerle beraber, gökyüzüne buharlar gönderiyordu.
Buranın; hiç bir kir taşımayan, duru ve insanın yüreğini dolduran bir havası vardı.
Büyük kentler hep bana; yığınla insanın, kim için, ne için yaşadığı belli olmayan ya da yaşamın anlamsızlaştığı bir yer gibi gelmiştir. Şehir insanının egsoz dumanıyla, onca beton yığını arasında yaşama nasıl tahammül ettiğine hep şaşmışımdır.Hala da şaşıyorum..
Köye yaklaştıkça heyecanım daha da artıyordu. Hayatta en çok sevdiğim varlığa biraz sonra kavuşacaktım. Kalbim heyecanla çarpıyor, içim
içime sığmıyordu. Nihayet o şefkat dolu, duygulu sesini duyabilecektim. O sesle içimdeki özlem ateşi dinecek, yüzünü, ellerini öpüp, mümkün olsa hiç ayrılmamak üzere boynuna sarılacaktım. Allahım benim için ne büyük mutluluktu bu.
Geleceğimi haber alıp beni karşılamaya gelen ninemle derin bir özlem ve sevgiyle kucaklaştım. O da beni aynı sevgiyle kucaklayıp öpüp bağrına bastı. ''
Gözlerim yollarda kalmıştı, nihayet geldin. Şükür kavuşturana!" dedi. Ninemin halsiz ve bir zamanlar kırmızı elma yanaklarının şimdi solgun olduğunu
farkettim. Gözleri sağanak olmuş, yanaklarını ıslatıyordu. Kelimeler dudaklarında kırık dökük, acıyla karışık dökülüyordu. Ayakta durmaya zorlanıyor, iki kişinin yardımıyla ayaklarını sürüyerek yürüyordu.
Hayatı boyunca yetimlere, hastalara, yoksullara hizmet eden, onların acılarını duyarak yardımına koşan ve yürürken ayaklarının altında yer titreyen bu kutsal kadın; şimdi yardımsız yürüyemiyordu ve başkalarına muhtaçtı. Artık ayakta durmakta bile zorlanıyordu. Dizleri tutmaz olmuştu. Neredeyse yığılıp kalacaktı.
Sonunda ayrılık zamanı gelip çattı. Hollanda'ya babamın yanına gidip, orada kalacaktım. Ninemden, köyümden ayrılmak bana çok zor geliyordu.
Daha köyden ayrılmadan içime bir acı çökmüştü. O bunu farkettiğinde ''Üzülme! Hasretler de güzeldir, ancak hasretin acısını duymamız, onu yenmemiz ve içimize sindirmemiz gerek.'' demişti. Kimsesizliği ancak ninemden ayrıldıktan sonra öğrendim. Ninemle vedalaştım, eliyle gözyaşlarını silerken yüreğim sızladı. Dönüp baktığımda el salladığını gördüm. Ben de el salladım.
Çocukluğumun ve yaşamımın en güzel günlerini, burada beraber geçirdiğim bu kadına, bir kez daha sevgiyle baktım. Onu bırakıp Hollanda'ya geldiğimde, bir parçam o yerde, onunla birlikte kaldı hep. Yürek nasıl bölünürmüş, insanın yarısı nasıl geride kalırmış, asıl o zaman öğrendim. Bu köyün her bir kıvrımını, her bir tepesini, taşını, toprağını, suyunu gözlerimle öper gibi özlemle taradım. "Elveda!"
dedim. "Güzel köyüm, sevgili ninem, kardeşlerim, annem, arkadaşlarım, dostlarım! Elveda!"
Ölümünden iki gün önce son bir mektup yazıp göndermişti bana:''Oğlum, bir tanem! Beni bırakıp gitmeyi hiç istemedin sen. Saçlarını, tenini gül
kokularıyla yıkayıp gezmelere götürdüğüm günleri çok özlüyorum.Hiç ayrılmazdın yanımdan. Arkadaşlarınla oynamaz, yanımda otururdun. Bilinmeyen dünyalardan
masallar, efsaneler anlatmamı isterdin. Her defasında ben de seni kıramaz, anlatırdım. Bunların çoğunu gönlün kalmasın diye, ben uydurup anlattım. Sanki,
benim uydurduklarım değilmiş gibi, sonra kendim de inanırdım bunlara. Ah ne güzel günlerdi o günler! Bilsen seni ne kadar çok özlüyorum. Mecbur olmasaydın yine gitmezdin, biliyorum. Sen beni bırakmak istemezsin ama ben seni bu dünyada bırakıp gideceğim bi-tanem. Ölüm, herkes için alınyazısıdır. Her doğan ölecektir. İnsan dünyaya kimsesiz gelir, yine kimsesiz gider. Hastaların,
yaşlıların ayıklanması gerek ki, yeni nesiller gelişsin. İhtiyarlamış bir ağacın ana kütüğünü keserler ki, yanlarından çıkan sürgünler boy versin. Ölüm
insanlığın budanmasıdır. Zamanın elinde her şey eskir ya da değişir, her canlı ölür ve yitip gider. Önemli olan bu dünyada insanın insan gibi yaşaması ve yaşadıkça alnının açık, başının dik durmasıdır. Biliyorum, ölümüme en çok sen yanacaksın ama üzülme, ben daima seninle beraber olacağım. Sen yaşamının baharındasın henüz, önünde daha kocaman bir ömür var. Gençlik, umut ve heyecan doludur, sen yaşam kitabının daha ilk sayfasındasın. Biliyorum ki, için bütün kötülüklerden uzak nadide bir çiçek bahçesi gibidir. Açılacak daha binlerce gül goncası vardır sende. Senin de acılarla, istemediğin olaylarla tanışacağın, karşılaşacağın zamanların olacaktır. Acılara da katlanmasını bileceksin. Tanrı kuluna ne vermiş de, kul katlanmamış!. İnsan gençken bunları pek aklına getirmez ,biliyorum...
Mektubumu Şeyh Edebali'den bir kaç sözle noktalıyorum. ''Bir baş ol ki oğul, dimdik durasın, çiğnenip ezilmeyesin. Bir göz ol ki oğul, iyiliği
göresin, peşinden yürüyesin. Bir dil ol ki oğul, zehire bal süresin. Bir el ol ki oğul, yoksulları giydiresin. Bir yürek ol ki oğul, her zaman hak diyesin. Ayak olursan oğul, karınca ezmeyesin. Vakit kıymetli oğul, sakın boş gezmeyesin''
Munzur Dağı'nın eteğinde olan bu köy; yazın buz gibi soğuk suları, pınarları, ırmakları, çağlayanları ve geçit vermeyen dorukları, kötülüklerden uzak, sevgi, saygı dolu insanları ile bir cennet köşesi gibiydi. Özenle bakılması gerekirken, köyümün kimsesizliğine, yoksul bırakılmışlığına hayıflandım içimden.
Sonra düşündüm:Köyden her ayrılışımda ninem beni gediğin son dönemecine kadar getirir, orada el sallayıp yaşlı gözlerle beni yolcu ederdi. Son ayrılışımda gelmedi, içime tarifsiz bir keder çöktü. Bu köyde ninemle olmaya öyle alışmıştım ki, onsuz kendimi yapayalnız ve emniyetsiz hissediyordum. Oysa köyün bütün insanları, çocukları oradaydı. Beni uğurlamak için gelmişlerdi. İnekler böğürüyor, danalar zıplıyor, koyunlar, kuzular, keçiler meleşip duruyordu. Ama ben bağrımda, hiç kimsenin bilmediği ve içimin derinliklerinde tutuşan bir ateşin acısıyla ayrılıyordum oradan.