Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 52

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 545.550 Cevap: 1.812
NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
29 Mart 2007       Mesaj #511
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
Kovadaki Çatlak

Sponsorlu Bağlantılar
Hindistan'da bir sucu, boynuna astığı uzun bir
sopanın uçlarına taktığı iki büyük kovayla su
taşırmış. Kovalardan biri çatlakmış. Sağlam
olan kova her seferinde ırmaktan patronun evine
ulaşan uzun yolu dolu olarak tamamlarken,
çatlak kova içine konan suyun sadece yarısını
eve ulaştırabilirmiş. Bu durum iki yıl boyunca
her gün böyle devam etmiş. Sucu her seferinde
patronunun evine sadece 1,5 kova su götürebilirmiş.
Sağlam kova başarısından gurur duyarken, zavallı
çatlak kova görevinin sadece yarısını yerine
getiriyor olmaktan dolayı utanç duyuyormuş.
İki yılın sonunda bir gün çatlak kova ırmağın
kıyısında sucuya seslenmiş. "Kendimden utanıyorum
ve senden özür dilemek istiyorum." "Neden?..."
diye sormuş sucu. "Niye utanç duyuyorsun?..."
Kova cevap vermiş. "Çünkü iki yıldır çatlağımdan
su sızdığı için tasıma görevimin sadece yarısını
yerine getirebiliyorum. Benim kusurumdan dolayı
sen bu kadar çalışmana rağmen, emeklerinin tam
karşılığını alamıyorsun." Sucu söyle demiş.
"Patronun evine dönerken yolun kenarındaki
çiçekleri fark etmeni istiyorum." Gerçekten de
tepeyi tırmanırken çatlak kova patikanın bir
yanandaki yabani çiçekleri ısıtan güneşi görmüş.
Fakat yolun sonunda yine suyunun yarısını
kaybettiği için kendini kötü hissetmiş ve yine
sucudan özür dilemiş. Sucu kovaya sormuş.
"Yolun sadece senin tarafında çiçekler olduğunu
ve diğer kovanın tarafında hiç çiçek olmadığını
fark ettin mi?... Bunun sebebi benim senin
kusurunu bilmem ve ondan yararlanmamdır. Yolun
senin tarafına çiçek tohumları ektim ve her gün
biz ırmaktan dönerken sen onları suladın. İki
yıldır ben bu güzel çiçekleri toplayıp onlarla
patronumun sofrasını süsleyebildim. Sen böyle
olmasaydın, o evinde bu güzellikleri
yaşayamayacaktı."
* * *
Hepimizin kendimize özgü kusurları vardır.
Hepimiz aslında çatlak kovalarız.
Büyük planda hiçbir şey ziyan edilmez.
Kusurlarınızdan korkmayın. Onları sahiplenin.
Kusurlarınızda gerçek gücünüzü bulduğunuzu
bilirseniz eğer, siz de güzelliklere sebep
olabilirsiniz.

"İnsanlarla birlikte büyüseler bile,
kurdun eniği yine kurt olur."

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
30 Mart 2007       Mesaj #512
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
UZAKLIĞIN VE SEN I

Sponsorlu Bağlantılar
Belediyenin eski otobüsü bozuk asfaltta hızla ilerliyordu. Kadıköy’den binmişti otobüse. Otobüs asfaltın bozuk yerlerinde sarsılıyor, sarsıldıkça kapı ve pencere camlarının gürültüsü çoğalıyordu. Ön sıralarda cam kenarında oturuyordu. Başını dışarıya çevirmiş caddede koşuşturan insanlara bakıyordu. Bir anda değişen yüzlerdeki anlamları çözmeye çalışıyordu. Otobüsün motor ve sarsıntılarından çıkan gürültüleri unutmuş, kendini dışarıdaki kişilere vermişti. Fuat’ı Bir an görünüp, kaybolan kişiler kendine çekiyor, senin aradığın her şey burada diyordu. Caddelere iyice dalmıştı ki, Biletçinin sesi birkaç kez kulaklarında yankılandı. Kuyubaşı var mı inecek? Kuyubaşı durağında inecekti. Yavaşça doğruldu yerinden. Biraz geç kalmıştı. Biletçiye elini kaldırarak ineceğini bildirdi. Biletçinin homurdandığını duydu, aldırmadı.

Ana yoldan sola ayrılan küçük yola geçti. Yolun solunda okula kadar uzanan ve okuldan sonra da devam eden apartmanlar uzanıyordu. Apartmanların balkonlarında çiçek saksıları ve sağ tarafta büyük bir çayırlık vardı. Çayırlığın ortalarında taş yığınları duruyordu. Taş yığınlarının yanında top oynayan çocukları gördü. Çocukların ilerisinde bir kepçenin madeni sesi duyuluyordu. Taş yığınına doğru yeşil çayırı ayaklarının altında ezerek yürüdü. Taş yığınının yanında çayırların üstüne oturdu. Eğilerek bir papatya kopardı. Sonra isteksizce yapraklarını yolup attı. Daha vakit çok erkendi. Bir saat kadar önce gelmişti. Top oynayan çocuklara bakmaya başladı. Çocukların bağrışmaları, kepçenin gürültüsü içinde eriyip gidiyordu. Çocukluğu geldi aklına, anası çaput parçalarından yapardı topunu. Hiç böyle toplarla oynamamıştı.

Yavaşça kalktı oturduğu yerden. Okula doğru yürümeye başladı. Okul biraz ilerdeydi. Okulu çevreleyen eski taş duvarlar ve duvarların arkasındaki ağaçlar görünüyordu. Okulun kapısına geldiğinde bütün bedenini bir heyecan dalgası sardı. Anons yapılan küçük pencereye doğru yürüdü. Saatine baktı daha on beş dakika vardı. “Göksel geleceğimi biliyordu.” dedi. Göksel Okulun kapısına gelecekti. “ Belki de unutmuştur.” dedi Biraz daha oyalandı kapının önünde. Tam anons yapılan yere doğru yürüyecek ki birden vazgeçti. Biraz aşağıdaki kahveye doğru yürüdü. Burası öğrencilerin toplandığı bir kahveydi. Küçük bir dükkandan bir paket sigara aldı. Kahvenin kapısından içeri girince büyük bir gürültü ve sigara dumanlarıyla karşılaştı. Cam kenarında boş bir masa buldu oturdu. Buradan okulun kapısını rahatlıkla görünüyordu. Garsona “bir çay ver.” dedi Garson çayı getirdi. İçini bir sıkıntı basmıştı. Çayı içmeden kalktı. Saatine baktı. Biraz daha vakit vardı. Zaman hiç geçmek bilmiyordu. Kalktı, kahveden çıktı. Anons yapılan yere geldi. Tedirgindi, anons ettirmeli miydi? Yoksa çekip gitmeli miydi? Bir kez anons yaptirmaliyim diye düşündü. Kapinin yaninda kapicinin bulundugu küçük bir oda ve bu odaya bitişik bir bekleme odasi vardi. Bekleme Odasinda üç beş sandalye karmakarişik duruyordu. Küçük odanin duvarina yaslandi. Kapici cami açinca “Göksel’i anons ettirmek istiyorum.” dedi. Anonsun boguk sesi duyuldu iki kez. Elleri titriyordu yine. Elleri titremese olmaz miydi? Tam da zamanini bulmuştu ellerinin titremesi. Okulun bahçesindeki agaçlar, okulun duvarlari üzerine geliyordu. Gözleri bahçeden kapiya dogru gelenlerin üzerindeydi. Kapici yanina gelerek bir iskemle gösterdi. Oturmasini işaret etti. Fuat duyulamayacak bir sesle sag ol diyerek iskemleye oturdu. Gökseli bir kez daha anons ettirdi. Ne kadar bekledigini bilmiyordu. Iskemleden kalkti, artik gidecekti.Son bir defa bahçeye bakti. Birden uzun ince boylu bir kizin koşar adimlarla kapiya doğru geldiğini gördü. Gözleri buğulandı. Bu gelen Göksel miydi? . Kız kapıya biraz yaklaşınca gelenin Göksel olduğunu anladı. Kızıla kaçan kumral düz saçları savruluyordu. Bir eliyle saçlarını düzelterek Fuat ın yanına kadar geldi. Göksel nefes nefese “ Hoş geldin Fuat.” dedi Fuat “ hoş bulduk” dedi. Sesi gırtlağından pürüzlü bir şekilde çıktı. Konuşurken heyecanlanıyordu. Sözcüklere ses tonuna egemen olmak istiyor, ama başaramıyordu. Ağzından tümceler yarım yarım çıkıyor. Konuşmasından bir şey anlaşılmıyordu. Göksel “ben gelmeyeceğini sanmıştım, arkadaşlar içeride seni bekliyorlar.” dedi. Fuat az konuşmak istiyordu.” Gidelim öyleyse” dedi. Birlikte yürüdüler. Göksel yolda durmadan bir şeyler söylüyor, gülüyordu. Bugün neşeliydi Göksel. Fuat yürüdüğünün farkında bile değildi. Sanki yol ayaklarının altından kayıyordu Göksel’in söylediklerinden bir şey anlamıyordu. Göksel bir ara “Fuat beni dinlemiyor musun.? ” dedi. “ Yo, yo dinliyorum.” dedi Fuat. Göksel “çok dalgın görünüyorsun Fuat.” dedi. Gülümsedi. Göksel heyecanını nasıl yorumluyordu kim bilir? . Kendisinin düşündüğü gibi yorumlamasını istiyordu. Fuat’ın ayakları yürüyordu. Kendisi başka bir yerde gibiydi. Çevresine bakmıyor, Göksel’den başka hiçbir şeyi görmüyordu. Fuat’ı o anda Göksel’den başka bir nesne ilgilendirmiyordu. Sabit bir noktaya bakıyor gibiydi. Göksel “Dalgınsın Fuat.”dedi.” Canın bir şeye mi sıkılıyor senin? bu kadar ünlü olduğunu bilmiyordum. Arkadaşlar beni kıskanıyorlar, senin arkadaşın olduğum için “dedi. Fuat sesini çıkarmadı. Sadece dudaklarından bir gülümseme yayıldı. Gülümsemesi boşluğa doğru uçtu gitti. Tedirginliği artmaya başlamıştı. Artık hiçbir şey umurunda değildi. Bu anın bitmesini hiç istemiyordu.

Göksel’le yürümeliydi, ömrünün sonuna kadar birlikte yürümeliydiler. Konuşmadan ses çikarmadan yürümeliydiler. Kantine girdiklerinde boş bir masa aradilar. Kantin kahve gibi kalabalik ve gürültülüydü. Ortalarda bir masa buldular. Göksel kantine bir göz gezdirdikten sonra, “ Arkadaşlar gitmişler, herhalde derse girdiler.” dedi. Tek sandalyeye Fuat’i zorla oturttu Ardindan” Ne içecegini sormuyorum sana kendi elimle çay getirecegim.” dedi. Çaylarini yudumluyorlardi. Göksel masaya ilişmişti. Biraz sonra bir sandalye daha buldular. Göksel oturdu. Göksel bir kuş gibi çok sevinçliydi. Fuat Gökseldeki bu sevincin kaynagina inmeye çalişiyordu. Neden böyle sevinçliydi. Benim için mi bu sevinç öyleyse... diye düşündü. Sonra bu düşüncesini begenmiyor. Kendi kendine bir neden bulmaya çalişiyor, Kendini sevmedigini, sevemeyeceğini biliyordu. Fuat Göksel’deki böyle bir sevince böyle bir mutluluga bir dostun evinde bir kez daha rastlamişti. O günde bu günkü gibi kabina sigamiyordu. Göksel O gün de Fuat’a nasil davranacagini bilmiyordu. Elinden gelse bütün dünyayi bagrina basacakti. Gökselin böyle görkemli bir sevgiyi yaşadigi belli oluyordu. Bu şaşkinligi, telaşi, sevinci ve mutlulugu Fuat’in gözlerinden kaçmiyordu. Göksel’de bunun farkindaydi. Fakat ne yapsa bu sevince, mutluluga engel olamiyordu. Yüzü pençe pençe kizarmişti...Göksel Fuat’a dönerek” Fuat çok mu konuşuyorum yoksa? dedi. Çok konuştuğunu yeni anlamişti. Utandi. Bir telaşla çantasini kariştirdi. Ince tel çerçeveli renkli gözlügünü takti. Böylece kendini güvenceye almak istedi. Göksel konuşuyordu yine. Fuat o kadar dikkat ettigi halde, Gökselin konuşmalarindan bir şey anlamiyordu. Her zaman oldugu gibi yine kendi düşünceleriyle baş başa kaliyordu. Bir ara Fuat konuşmak Istedi. Sesi hala çatallanarak çikiyordu. Konuşmaktan vazgeçti. Masadaki sürahiden bardaga su koydu içti.Okulda ders bitmişti. Kantin daha kalabaliklaşti. Göksel “ işte arkadaşlar geliyor.” dedi. Fuat’in sesi dalgalandi.Göksel Fuat’a dönerek sol elini kaldirdi, işaret parmagini tehdit eder gibi sallayarak “Bak Fuat, benim için heyecanlaniyorsan döverim seni.” dedi. Fuat yutkundu bir şey söyleyemedi. Göksel’in arkadaşlari geldiler. Birer sandalye bulup oturdular. Göksel Fuat’a arkadaşlarini taniştirdi. Bu Enver dedi. Enver senin kentinden. Enver orta boylu kara yağız biriydi. Bu Mustafa batı Anadolu’dandı, bu da Ahmet dedi. Hepsi resim bölümü öğrencisiydiler. Aynı zamanda birer fotoğraf sanatçısıydılar. “Gidelim artık.” dedi Göksel. Hep birlikte kalktılar. Okulun önünde ablası Göksel’i bekliyordu. Okulun önünden geçen yoldan ana yola kavuştuklarında yolları ayrılıyordu. Enver ve arkadaşları sola, Göksel ve ablası sağa doğru gideceklerdi. Bir an durakladılar. “Fuat gelmiyor musun? ” dedi Göksel. Fuat “Ben bu akşam arkadaşlarla kalacağım” dedi. Göksel böyle bir şeyi beklemiyordu. Yüzü sarardı.” Peki Öyle olsun “diyebildi. Fuat’a elini bile uzatmadı, sadece basitçe bir el salladı. Hızla yürüyüp gitti ablasıyla.

II

Fuat, Eyüp’ün dik yokuşlarından birinden yukarıya doğru yürümeye başladı. Burada gördüğü evler küçük kentlerin Evleri gibiydi. Çoğu tek katli ya da iki üç katli evlerdi bunlar. Küçükte olsa bir bahçeleri vardı. Bahçelerinde ağaçları, bahçe duvarlarını aşan sarmaşıkları, pencere ve balkonlarda ki çiçek saksılarını görüyordu. Biraz rahatlar gibi oldu. Kendini bulmuştu bu evlerde. kentinin evlerine ne kadar da benziyordu bu evler. On yıldan fazla Bir zaman geçmişti kentini görmeyeli. Kenti kim bilir şimdi ne kadar değişmişti.

Kafasında hala bir uğultu gibi devam eden Göksel’in kopuk, kopuk dizeleri sıralanıyordu. Fakat ne kadar uğraşsa dizeler arasındaki kopukluğu bir türlü tamamlayamıyordu. Gökselin yazdığı şiirin adını anımsıyordu. Şiirin adı 'Yokluğun ve sen ' di, fakat içindeki ürpertiden, şiirin tamamını anımsayamıyordu. O kapkara saçların, yok hayır öyle değildi. O simsiyah saçların, o simsiyah gözlerin miydi yoksa. Hemen ardından değişik şekilde dizeler geliyordu. Gökselin yazdığı şiiri şimdi anımsıyordu. Şöyle başlıyordu şiir 'Elem dolu bakışların bana asırlar kadar uzak, herkesi düşünen sen beni düşünmekten ne kadar da uzak, O kapkara saçların beni içinde boğacak kadar karanlık herkesi düşünen sen beni düşünmeyecek kadar gaddar. Gaddar sözcüğüne takılıp kalıyordu. Dudaklarında acı bir gülümseme dondu kaldı. Sigarasını dudaklarına götürüp, üst üste üç nefes çekti Nasıl hatırlamazdı, nasıl düşünmezdi Gökseli. Bu mümkün müydü. Anılar şiirin yazıldığı Bakırköy’deki bir yazlık bahçeye kadar götürmüştü Fuat’ı. Göksel,Fuat yanında kağıt var mı demişti. Ardından Sen şairsin ben senin kadar şair değilim. Ama ben de bir şeyler yazdım dedi. Ve hemen ardından şairlerin kalemi ve kağıdı eksik olmaz kağıdı kalemi ver de ben de sana bir şiir yazayım dedi. Bende sana bir şiir yazayım derken, acaba neyi anlatmak istiyordu. Fuat kağıdı ve kalemi uzatmıştı Göksel’e. Göksel Dalgın bakışlarını bir süre uzaklarda tutmuş, kalemin ucunu ağzına alarak şiiri hatırlamaya çalışmış ya da o geçen süre içinde şiiri tasarlamıştı. Masadaki kağıda şiirini yazmıştı. Şiirin kendisi için yazılmış olduğunu biliyordu Fuat. Şiiri yazdıktan sonra kağıdı katlayıp vermişti Fuat’a. Fuat okumak istiyorum deyince de, yanakları pembeleşmiş, bakışlarını önüne eğerek ve elini uzatarak Lütfen... sonra okursun deyivermişti. Fuat da Gökseli kırmamak için kağıdı cebine koymuştu.

Aradan üç ya da dört yıl kadar geçmiş olmalıydı. Göksel Eğitim Enstitüsünü bitirdikten sonra, Ağrı iline öğretmen olarak atanmıştı. O zamandan beri görüşememişlerdi. Arada sırada bir kart geliyordu sadece.Sonra Gökselin ataması Eyüp teki bir orta okula yapılmıştı. Fuat Gökselin çalıştığı okulun önüne geldiğinde yorulmuştu. Nefes nefese kalmıştı. Okulun önüne kadar gelmişti, ama okula girmekte tereddüt halindeydi. Kalbinin dışardan duyulacak kadar hızla çarptığını hissetti. Bu yokuşa tırmanın verdiği bir durum muydu. Yoksa Göksele bu kadar yaklaşmış olmaktan mı kaynaklanıyordu. Gökseli andığında boyun damarlarında zonklama başlamıştı bile. Okulun merdivenlerinden çıktı. Koridorda dolaşan bir emekçiye Göksel hocayı sordu. Göksel hocanın bir üst katta olduğunu öğrendik den sonra, bir üst kata çıktı. Koridorlar boştu. Rastladığı bir emekçi, Göksel hocanın odasını gösterdi. O saatte Göksel hocanın dersi yoktu. Fuat göksel hocanın odasına girdi. Göksel büyük bir sevinçle Fuat’a karşıladı. Masanın karşısında dört tane koltuk ve bir sehpa vardı. Göksel, Fuat’ın oturduğu koltuğun karşısındaki koltuğa oturdu. Bir sevinç dalgası vardı gözlerinde. O hiç eksik etmediği ince dudaklarındaki gülümseme bakışlarındaki pırıltı ile Fuat’a hoş geldin dedi. Heyecanlanıyordu. Ne yaptığını bilemez olmuştu. Ellerini Saklayacak bir yer arıyordu. Ellerini bir saçlarına götürüyor, saçlarını düzeltiyor, birde bakıyorsun ellerini birbirine kenetliyordu. Bir telaşla odadan ayrıldı. Geldiğinde elinde bir çay bardağı vardı. Çayı seversin Fuat dedi. Ve suskunluğu dağlar kadar uzadı. Fuat’ın yanındaki masaya oturdu. Ellerini kenetledi boynunu büktü biraz bekledi. Hiç beklemiyordu Fuat’ın geleceğini, şaşırmıştı. Ne konuşacağını bilemedi. Neden sonra çantasından sigara ve çakmak çıkardı. Fuat’a uzattı. Fuat Gökselin sigarasını yaktı. Göksel Fuat’a bakarak ellerin titriyor yine...dedi. Fuat cevap vermemişti. Oysa o kadar çok istiyordu konuşmayı. Fuat oturduğu koltukta yığılıp kalmıştı sanki. İkisi de konuşmuyordu. Göksel parmağındaki sigarası ile ellerini İleriye doğru uzatarak parmaklarını kenetledi. Bir konuşmanın hazırlığı içine girmişti. Gökseli şimdiye değin bu kadar tedirgin görmemişti. Duruşundan, yüz çizgilerindeki gerginlikten ve bakışlarını kaçırmasından belli Oluyordu. Az önce karşılaştıklarında pembeleşen yüzü, sararmaya yüz tutmuştu. Fuat acaba gelmeseydim daha mı iyi olurdu diye düşündü. Huzursuzluğu arttı. Belli ki bir yanlışlık yapmıştı. Fuat konuşmuş olmak İçin Biraz kilo almışsın deyince Gökselin yüzünde hafif bir gülümseme belirdi.Göksel, Fuat’la birlikte olduğu zamanlardaki neşesini takınmak isteyerek yapmacık bir gülümseme ile evet altı kilo aldım diyebildi. Söylemeli miydi Fuat’a. Bu hayal içinde yaşayan kişiye. Gerçeği söylemeli miydi. Kendisine karşı olan ilgisini biliyordu. Kendiside pek o kadar fazla ilgisiz değildi Fuat’a karşı. Altı ay kadar saklamıştı. Keşke mektupla bildirseydim diye düşündü. Fuat nasılda çıkıvermişti ansızın karşısına. Bu şair kişiliği daha da allak-bullak etmeğe hakkı var mıydı? Bu hakkı kendisinde göremedi. Biraz düşündü söyleyip, söylememek arasında bocalayıp durdu. Kendisi şimdi söylemeseydi, nasıl olsa başkalarından öğrenmeyecek miydi. O daha ayıp olmaz mıydı. Ne diye umutla gönderecekti Fuat’ı. Bunca yıl yakınlık gösterdikten sonra yüz üstü bırakmıştı.Hem de Fuat’a bir haber bile vermeden. Biraz düşündü. Haber vermeli miy di. Fuat’ın yakınlığını biliyordu. Ben dedi Kendi kendine Fuat’ı düşünmedim değil. Düşündüm. Düşünmesine de... Fuat başka bir ile atanmıştı. Nereden haberi olacaktı. Göksel bu düşünceler içindeyken ders zili çaldı. Göksel ben şimdi derse gireceğim beni beklersen sevindirirsin dedi. Fuat’ta ayağa kalktı. Bende artık gideyim. Dedi. Göksel Yok yok bırakmam seni. Bunca yıl görüşmüyoruz. Bekle sana söyleyeceklerim var, bak orda küçük de olsa bir kitaplığımız var, sen seversin kitapları, bu son dersim, dersten sonra Eyüp’te bir bahçeye oturur çay içeriz dedi. Fuat’a beklemek düştü. Göksel derse girdik den sonra Fuat kalktı, odada dolaşmaya başladı. Ne yapacağını bilmez bir durumdaydı. Düşüncesini yoğunlaştırmaya çalışıyor, başaramıyordu. Daldan dala sıçrayan serçeler gibi konudan konuya, anıdan anıya gidip geliyordu. Ama hepsi gelip bir yerde düğümleniyordu. Gökselin söylemek istediği, benden gizlediği bir şey var diye düşünüyordu Fuat. Gökselin söyleyeceğini tahmin ediyordu. Göksel ürkek adımlarla odaya girdiğinde Fuat hala odada dolaşıyordu. Göksel masasına oturdu birer sigara daha yaktılar. Fuat Gökselin gözlerinin içine bakarak Göksel başka bir ile atandım gidiyorum dedi. Göksel biliyorum dedi. Konuşmaları kesildi. İkisi de konuşmuyordu. Suskunlukları uzadı. Çok kötü bir durumdaydı Fuat. Zaman geçmek bilmiyordu. Her saniye bir yıl kadar uzuyordu. Bak Fuat dedi Göksel. Gökselin sesi derin bir kuyudan geliyor gibiydi. Ses Fuat’ın beyninde yankılanıyordu. Çağrışım zincirlerinden biri geldi karşısına dikildi Fuat’ın. Yıllarca önce yine aynı şekilde hitap etmişti. Bak Fuat demişti. O zaman tehdit kar bir havası vardı. Şimdi bak Fuat deyişinde bir yumuşa vardı. Sanki Fuat’tan özür diliyor gibiydi. Enstitüde Gökseli görmeğe gittiğinde, kantinde otururken Fuat heyecanlanmıştı. Konuşmasından belli oluyordu. Göksel sağ elini kaldırmış işaret parmağını Fuat’a doğru uzatıp, işaret parmağını sallayarak bak Fuat benim için heyecanlanıyorsan döverim seni demişti. Fuat o zaman ne kadar senin için heyecanlandım demek istemişse de diyememişti. Bak Fuat deyişinin altında da böyle bir şey yatıyor olmalıydı. Fuat’ın bu düşüncelerini Göksel bıçak gibi kesti. Bak Fuat dedi tekrar. Bir çırpıda ben sözlendim dedi Göksel. Ne kadar da rahat söyleyivermişti. Göksel yüreğinin bütün sıkıntılarından kurtulmuşluğun rahatlığı içindeydi. Fuat’la acun arasındaki bütün bağlar kopmuştu. Bir sonsuza doğru döne döne, sonsuzluğun karanlığına gömüle gömüle gidiyordu. Göksel içindeki bun’u atmıştı. Şimdi konuşuyordu. İçindeki bunu atmanın rahatlığıyla konuşuyordu. Hep konuşmasını istediği sesini uçarsuya benzettiği Gökselin sesi şimdi Fuat’ın beyninde uğulduyordu. Gökselin konuştuklarından bir şey anlayamıyordu. Ben sözlendim ne demek. Bunu anlayamıyordu. Ben sözlendim. Her sözcüğün üzerinde tek tek düşünüyor bir anlam çıkaramıyordu. Biz geçmişten sözlü değil miydik Göksel. Fuat beni dinlemiyor musun dedi. Dediğinde Fuat toparlanmaya çalıştı. Gökseli dinler görünmeyi istiyordu. Göksel çantasından çıkardığı cüzdanını Fuat’a uzatarak Fuat şu resme bak dedi. Fuat Cüzdandaki resme baktı. İçinde bir soğukluk duydu. İliklerine kadar ürperdi. Buz dağlarına bakıyormuşçasına baktı resme. Sevgiyle yanan gönlü ne kadar da katılaşmıştı. Tombul yanaklı biriydi resimdeki,kürklü bir parka giymişti. Fuat belli ki doğudan bizden diyebildi. Onu sormadım dedi Göksel nasıl bir insana benziyor dedi. Göksel bir görsen tanısan o kadar iyi bir kişi ki dedi. Fuat’ın suskunluğu uzadı. Benden de mi iyi diyemedi. Fuat aniden kalktı gidiyordu artık. Gökselin yüzüne bile bakmadan mutluluklar diledi. Göksel masadan kalkamadı öylece kalakaldı.

Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
30 Mart 2007       Mesaj #513
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
Demlenmiş Yalnızlığını Yudumluyorum
ismail sarıgene

Artık kalemimi kırdım gidişinle. Dudaklarımı kanatıp yüreğimin sesini dinliyorum. Baş ucumda sana yazdıklarım ve masada demlenmiş yalnızlığım. Kanayan çığlıklarımı yutkunup kırılmış hayallerimi topluyorum kentimin kaldırımlarından. Üzerimde suskunluğun yeni ütülenmiş elbisesi, yüreğime sunulmuş bir dostun dogum günü hediyesi... Şimdi karanlıklara sarılıp demlenmiş yalnızlığını yudumluyorum. " İsmail Sarıgene

" Ya güneş altında yürümüşüz, ya dolunayda…Tenha sevda yollarında …

Benliğimin kirli çamaşırlarını bir kuytuya;
Serdim
Buradayım.

Acılarımızın merkezkaç savrulmaları mıydı acının son kıyısında, “uçurum çiçekleri”nin yanı başında, bizi buluşturan? Yoksa konuşa konuşa, yaza yaza acıları içselleştirme çabası mı?
Böyle ama böyle değil yine de…
Çünkü bekleyeceğiz bin yıl kendi yalnızlığımızın nehirlerinde!

Biz sevince, çoğaldı her yönden
Ki ölüm, Sevgilinin
Yüreğimize okyanus sığdıran gözlerinden

Geceler…Gündüzden öte sığınaklar…Yıldız koparma, yıldızlara boyama siyahlıkları ve nefes almayı öğrenme boğan dört duvarın yalnızlığına inat…Sonra o hangi gülümseyiştir yardan gelen ya da senden, gecenin emip gizlediği? Açacaksın düş sayfasını, yaşanmışlıkların düş kırıklıklarını, sevgiler hatırına, sevgiye liyakat hatırına; umut renginde, bir sonraki yarına emanet edeceksin…”Her şey burada kalsın” “Gidiyorum Geldiğim Gibi Dünyandan” diyeceksin ama heyhat; günler gecelere devrederken, bir sonsuzluğa evrilen ruhuna ezberlettiğin tatları, duyarlıkları yaşayacaksın her gece yeniden…Tatlı bir çaresizlik, belki de
yorgunluk…
Yüreğin geceyle sarmaş dolaş iken, sabahı sayacak yelkovanın zaman çınıltıları…
Doğan her güne, her güneşe sevgilinin adıyla…

Yağmurlar yağar bir kentin sokaklarına, yağar mevsiminden, derin bir sessizliğin ortasından. Yarin gözleri iner ufuklara, çağırır her yandan…Üşür genç adam, karanlık sokakların gece ortasında, her adımda bir tuzağa dönüşen su çukurlarından ıslak ıpıslak adımlarla geçer. Geriye, geçip gittiği sokaklardan bir karaltıdır kalan, bir silüettir…Zamanın yüzünü acıtan, yalnız dağlara ağıt yaktıran…Nereye bilinmez…Sokaklar, caddeler boyu durmaz yürüyüş. “Ya sevgili uyanıksa” der, sevgilide yeteri kadar sevgili olamayıştan korkar sanki; “deli desinlere” yürür de yürür…Eve getiren usu değil ayaklarıdır, usu çoktan gezmeye çıkmış adamları…Sevgide fani, sevgilide fani olmanın gereğidir yağmurla hemhal olmak, dost olmak. Yağan gökten su değildir biliriz…Gerisi bizi bağlamaz…Sonra gece alır bizi koynuna, ağırlar…Gizil bir sevişmenin kokusu uykuya bağlar ruhumuzu. Yağmura vefa yare vefadır!

Yak umutsuzluklarını, direnen yanınla, senin deyiminle “Acılara İnat”…
“Yokluğunda Yaşat” bilmeyenlerin öğrenesi, su tadında yasanla! Yağmur, gökkuşağı ve bahar –ille de Mayıs- terk etmez mi hiç seni? Ki utandırırsın “arsız acıları” sabrın derviş yüzüyle. Kimbilir hangi Cafe’de elinde klavye, ruhun koşuda yazdım mı, yazabildim mi telaşında.
Abi zaman doluyor, “byes” deme bana! Görüyorsun; sana yazılar yazmak gerek ama bu yürek bu kalem derin bir suskuda…

Yüreğimle inmek isterdim kardesim İsmail. Doğum gününe 29 Ağustos’a…

Fırat Şahin
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
30 Mart 2007       Mesaj #514
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ZELİHA


Zeliha sabaha karşı birden yekindi, kalktı yatağından.Bir ses mi duymuştu ne? Yoksa yanılıyor muydu? Bu kaçıncı yatağından irkilerek kalkmasıydı, bilmiyordu. Uzaklardan gittikçe çoğalarak, yankılanarak kendisine ulaşan ses yabancı gelmiyordu. Önce pek kestiremedi. İçini kemiren bir duyguyla odadan dışarı çıktı. Çevresini dinledi. Hiçbir ses duyulmuyordu. Endişeliydi. Bir çırpıda damın merdiveninden dama ulaştı. Damın ucuna kadar geldi. İleriye mezarlığın üst tarafından geçen yola baktı. Sabaha karşı her tarafı sis bastırmıştı. Gözlerini kıstı. Bir elini gözlerinin üstünde tutarak, bütün dikkatiyle mezarlığın üstündeki yola bakıyordu. Birisini bekliyor gibiydi. Birden içinde bir ürperti duydu. Mezarlığın üst tarafında bir karaltı vardı. Bunun bir armut ağacı olduğunu anlayıncaya kadar sürdü sevinci. Armut ağacının orda olduğunu biliyordu oysa. Sarsılmıştı. Bir umutsuzluk çöktü içine, gidip loğun üstüne oturdu. Taş buz gibiydi. Sabaha karşı düşen çığ damı ıslatmıştı. Damın üstünde ve saçaklarında, yeni sararmnaya başlayan küçük yeşil otları görüyordu. Bakışlarını armut ağacına dikti.

Kuzeydeki dağın etekleri dar bir boğazdan geçtikten sonra, aşağıya doğru kayardı. Dağdan gelen rüzgar bu yamaçları yalayarak giderdi. Dalları çalıya benzeyen armut ağacı bu rüzgara karşı boynunu bükmüş gibi dururdu. Armut ağacının kaç yaşında olduğunu bilmezdi Zeliha. Kendisi bir çocukken bile bu armut ağacı vardı. Şimdiye dek merakta etmemişti. Armut ağacının kaç yaşında olduğunu. Çok yaşlı olması gerekirdi. Gövdesinin bir kısmı çürümeye yüz tutmuştu. Yine de ayakta kalmak için gösterdiği çabaları görüyordu armut ağacında. Mezarlığın üst kıyısında, ayakta durmaya çalışan armut ağacının yanında iki küçük armut ağacı daha vardı. Ağaçlar mezarlığın sessizliğini bozmak istemiyor gibiydiler. Rüzgara karşı suskun ve ürkek duruyorlardı.

Zeliha, bakışlarını sağa güneye, ileriye doğru uzattı. Bağlar deresinin sisi tepelere kadar uzanıyordu. Tepeler sisin içinde belli belirsiz gözüküyordu. Sis yavaş yavaş dağılmaya başladığında, tepeler birbiri ardınca büyüyerek, çıplak dağlara doğru uzanıyordu.

İşte şehir bu çıplak dağların ardındaydı. Zeliha’nın içinde bir sevinç dalgası kabardı. Ne zaman şehir aklına düşse, bir çocuk gibi seviniyordu. Bu hep böyle oluyordu. Sevinçten yerinde duramıyordu.

Şehri birkaç görmüştü Zeliha. İlkin Çukurova’ya pamuk toplamaya giderken şehrin içinden geçmişlerdi. O zaman daha çocuk sayılırdı. Birde on beş, on altı yaşlarında gitmişti Çukurova’ya. Bir kamyonun üstünde gidiyorlardı. İlk kez görmüştü o delikanlıyı. Aynı kamyonda gidiyorlardı. Yüreğinde bir ılıklaşma duydu.Onu daha sonra hiç aklından çıkaramadı. O da Çukurova’ya pamuk toplamaya gidiyordu. Çukurova’da akşamları çadırda kalıyorlardı. Şehri o zamandan beri kafasından silkip atamamıştı. Geniş yolları vardı şehrin. İçinde koca koca veler vardı. Bir kez de düğün hazırlığı için gitmişti şehre. O zaman düğün için gerekli olanları almışlar, bir aşevinde yemek yemişler,akşam şehirde biraz gezmişler, gece de bir yakınlarında kalmışlardı... Aşağıdan kaynanasının “ gelin, gelin...” diye bağıran öfkeli sesini duyunca irkildi. “ Bu kadın benden ne istiyor, sabahtan akşama dek adımı sesleniyor” dedi kendi kendine. Birden bir tiksinti duydu yaşamaktan.

Yavaşça dağılmaya başlayan sis yerini aydınlığa bırakıyordu. Dağın ufukla birleşen kısmında bir kızartı oluşmaya başlamıştı. Bu kızartı giderek aydınlığa dönüşüyordu. Birkaç kişinin öküzlerle geçtiğini gördü. Öküzlerin nefesleri dumanlanıyordu. Öküzler başlarını sağa, sola çevirerek ağır ağır gidiyorlardı. Birden ahırdaki inek geldi aklına. Nahır köyün meydanında böğüreşerek toplanmaya başlamıştı. Damdan indi. Birden bire kaynanasıyla karşı karşıya geldi. Kaynanası, “Damda ne işin var sabah sabah” dedi. “Hiç” dedi Zeliha. Dik dik “buyur ana” dedi. Zeliha bütün yaşamında kimseye boyun eğmemişti. Şimdi kaynanasına mı boyun eğecekti? Kaynanası “ yapacak bir sürü işimiz var, bak nahır toplanmaya başladı bile, daha süt sağılacak, hayvanlar yemlenecek, bizim gelin damın başında geziyor.” dedi.Kaynanası Zeliha’ya öfkeyle baktı. Sonra elindeki satırı Zeliha’ya uzattı. Zeliha tahta merdivenleri hızla inerek, ahıra doğru yöneldi. Ahırın önü hayvan pisliği ve saman döküntüleriyle doluydu. Ahırın kapısını açınca, burnuna keskin bir gübre kokusu geldi. İnek Zeliha’yı görünce tanımış gibi böğürdü. Zeliha elindeki satırı yere bıraktı. İnek yatıyordu. Gitti ineğin yanına çömeldi. Bir eliyle ineğin boynundaki ipi tuttu. Diğer eliyle ineğin başını sıvazlamaya başladı. İnek başını ileriye doğru uzattı. Gözlerini kapadı. Sevildiğini anlıyordu. Zeliha elini ineğin boynundan başlayarak sırtına doğru birkaç kez gezdirdi. Sonra beline hafifçe vurarak ineği kaldırdı. Sütünü sağdı. Buzağıyı çözdü. Buzağı ineğin memesine atıldı, çekiştirmeye başladı. İnek memesini çekiştiren buzağasını uzun ve yassı diliyle yalamaya koyuldu. Zeliha sonra buzağıyı yeniden yerine bağladı. İneğin başından ipini çıkararak dışarıya sürdü. İnek dışarıya çıkmadan, döndü buzağıya baktı. Bir türlü dışarıya çıkmak istemiyordu. Buzağı, ineğğe yaklaşmak istiyor, bağını zorluyordu.

Zeliha sütü ocağa koyunca doğru odasına girdi. Kocası kalkmış giyiniyordu. Birden bir tiksinti duydu kocasından. Daha yeni evli sayılırlardı. Çocukları bile olmamıştı. Bunca zaman nasıl yaşamıştı bu adamla. Bu soru kafasında çalkalandı. Kocası Zeliha’ya yaklaşmak istedi. Zeliha bir eliyle itti kocasını. Şimdiye dek bu kadar soğukluk hissetmemişti kocasına karşı. Seviyor muydu kocasını? Bunu düşünmemişti şimdiye değin. Kendi kendine seviyorum herhalde dedi. Sevip, sevmediğini kendide bilmiyordu. Sonra gençliğindeki yavuklusu geldi aklına. Yüreği cız etti. Kocasını sevmediğini o zaman anladı. Duvarda asılı duran aynanın karşısına geçti. Yüzünün sarardığını gördü. Bir süre kendini seyretti. Ne kadarda güzeldi eskiden. Şimdi bu güzelliğin hiç birini göremiyordu kendinde. İçinden aynayı kırmak, parçalamak geldi. Ayna şimdi ona çirkinleşen bozulan gençliğini yansıtıyordu. Öfkeyle ayrıldı, aynanın karşısından. Yatağını düzeltti. Odadaki sandalyelerin yerlerini değiştirdi. Odayı süpürdü. Odada yapacak işi ktalmamıştı. Odada şaşkın şaşkın biraz dolaştı. Sonra sandalyeleri yine eski yerine getirdi. Ne yapacağını bilemez olmuştu. İçindeki sıkıntı gittikçe büyüyor, dayanılmaz oluyordu. Koca dağlar üstüne devriliyor gibiydi. Nefes almakta güçlük çekiyordu. Boğazına bir şeyler düğümleniyordu. Ağlamak istedi ağlayamadı. Ağlasa belki biraz açılırdı. Bir külçe gibi kendini yatağa attı. Sırt üstü uzandı. Odanın tavanında odayı boydan boya geçen merteklere baktı. Bakışları anlamsızlaştı. Düşünmek istiyor, düşünemiyordu. Anlamsızca baktı, merteklerin arasındaki ağaç parçacıklarını gördü. Ağaç parçacıklarının arasından sarkan kuru çam dallarının yapraklarını gördü. Şimdiye dek hiç dikkat etmemişti bunlara. Bakışları, düşüncesi dağılıp gidiyordu. Düşüncesini toparlamaya çalışıyor, bir türlü başaramıyordu. Düşüncesi, kendisinden ötelere, uzaklara bir sel gibi akıp gidiyordu. Bu karışıklık içinde kıvranıyordu. Bazan birdenbire gözlerinin önünden şehrin görüntüsü geçiyordu. O zaman biraz rahatlar gibi oluyordu. Yumuşak, sıcak, bembeyaz ekmekleri özlüyordu. Şehir ona göre uzaklardaki yıldızlar gibi erişilmezdi. Bir ışık seliydi şehir. Kaynanasının “Zeliha, Zeliha” diye bağıran sesini duyuyordu odadan. Aldırmadı. Yine şehri düşünmeye başladı. Şehri düşündükçe rahatlıyordu.
maipoem - avatarı
maipoem
Ziyaretçi
30 Mart 2007       Mesaj #515
maipoem - avatarı
Ziyaretçi

Akşam oluyor yine. Gölgeler peşimde. Olur olmaz ağaç dalları üzerimde bitiveriyor. Dallardaki o tomurcuklar bana yaşamı hatırlatıyor. Bir Aralık akşamı, doyumsuz soğuk ve sokaklar. Bir gündüz vakti ya da en umutsuz olduğunuz an; gelip biri alır sizi. Bu bir uçurtma da olur güneşin o eşsiz batımı da. Ama hissederiz ki ceplerimizde hep aynı soğuk…

Durup düşündüm. Yanımdaki banka oturuverdim. Sarı, üzeri yazılarla dolmuş bu bank, beni kendine bağladı. Rüzgârı tenimde hissediyordum, kulaklarımda onun güzelliği. Ah ne olurdu bir de ellerim buz tutmasaydı!

Sonra, önümden hızla geçen insanlara, araçlara baktım. Geç kalmışlardı ya da kalacaklardı. Ama hep eller ceplerdeydi. Peki, ya ceplere soğuk dolmaz mıydı?

İlk önümden geçen kadına usulca baktım. Pembe atkısı ve eldivenleri, beyaz kabanına uyum sağlıyordu. O da mutluydu halinden. Durup yanındakine “Ellerim hâlâ üşüyor, o kadar para saydım şu eldivenlere” dedi. Arkadaşı hoş bir tebessüm ile bakarak “Marifet parada değil demek ki.” dedi. Böyle konuşa konuşa gittiler. Ellerimi ceplerime soktum. Isıtan bir mutluluk vardı içimi. Ellerim de sıcaktı. Düşüncelerimiz, ya onlar yeteri kadar sıcak mıydı?

Elinde şemsiyesi, başında kasketi kendi halinde bir bey sokak başında göründü. Şemsiye tutmayan eli cebindeydi. Ara sıra el değiştiriyor ama yine de bir türlü ısınamıyordu. Yanıma geldikçe bir şeyler mırıldandığını duydum. “Ah yaşlılık, ne hale düşürdün beni. Müzeyyen hanım duy beni de, al yanına.” diye sitem ediyordu, hem yaşlılığa hem zamanın onun elinden aldığı eşine. Peki nedendi bunca üşümemiz? İnsanoğlu her şeye çözüm buldu da bu soğuk rüzgâra mı bir çözüm bulamadı? Hayır. Yaşam, elimizden alınca bir bir sevdiklerimizi, sitem ettik biz de ona. Açtık ellerimizi bu soğuk rüzgâra. Oysa rüzgârın kabahati neydi?

Saatime baktım, eve geç kalma noktasına ben de gelmişim farkında olmadan. Son bir hamleyle başımı çevirip ıslık öttüre öttüre gelen, dağınık saçlı, beş altı yaşlarında, küçük bir erkek çocuğu gördüm. Kimse umrunda değildi. Belliydi hal ve tavrından kimseyi takmadığı. Üzerinde bir ceket, artık sesi özen göstermesem de duyabileceğim rüzgâra karşı yürüyordu. Tuttum kolundan. Biraz korkak ama cesur biri gibi bakışlarını bana dikti. “Üzerine bir şeyler daha giysene! Üşümüyor musun sen?” dedim. “Hayır” dedi sadece, umursamaz bir tavırla. “Haydi, çabuk evine. Koş. Hasta olacaksın.” dedim. “Üşümem. Hıh.” Gözlerini çevirdi başka yana. Ellerine baktım, kıpkırmızıydı. “Ya ellerin, onlarda üşümüyor mu?”. Kafasını hayır anlamında iki yana salladı ve yanımdan usulca ayrıldı. Küçük elleri vardı. Parıldayan bir çift göz. Yaşam sevinci vardı o küçücük bedeninde. Üşümüyordu elleri, cepleri yoktu zaten. Ama uçsuz bucaksız hayalleri vardı. Ve hiçbir zaman yakasını bırakmayacaktı onlar…

Kalktım. Ellerim ceplerimde, yüzümde garip bir ifade. Zamansız verilen bir hediye, gizlice açıklanmış bir sır. Umudumuz ve bizi biz yapan düşüncelerimiz. Evet, zaman bir şeyleri ellerimizden alıyor. Ama yenilerini katıyor. Bizi her ne olursa olsun kendine bağlıyor.

Düşüncelerim var benim,
hiç eskimeyecek.
Zamanım var öylece beklediğim,
bizleri ısıtan hayaller, umutlar, sevdiklerimiz var.
Ceplerime dolan, sevdiğim bir rüzgâr var benim,
bir gün içeri alınmayı bekleyen…



Meray MOLLAİBRAHİMOĞLU

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
30 Mart 2007       Mesaj #516
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Size bir de masalım var

Muzaffer YANIK
p 0276 o
Sisli Bakış


umut sisli bir bakış
pencereme taş gibi iner yağmur daneleri
yüreğim ıslak

Yelkenim fırtınaların beşiği
gönlüm sereserpe, berdoş
bu sokaklar taşımaz beni
düşüncelerimde yokluğunun ağırlığı
yüreğim boş

Kardelen soğanı çeker canım
bir ezgi Mahir çoban´ın kavalından
anıların ertesinden boğuk bir ses
duvarda asılan sazım gibi
kursağımda kalmış heves

Üzerimde yokluğunun ağırlığı
gönlüm sarhoş


Mahir çoban ve Kula koyun


Her sabah beni bir his hep o tarafa çekerdi, Oyuk Dağı´na. Oyuk Dağı´nın böğründe sürüyatağı vardı. Sürüyatağı olmaktan çıkmış muhabbet otağı olmuştu orası. Köyümüm üç, bilemedin dört kilometre uzağında küçük bir dağdı Oyuk. Sabahleyin erkenden duyardık Mahir çobanın kavalından akıp gelen kader ağıtını:


Bu dağlar bensiz olmaz
Gülü dikensiz olmaz
Çobanlık alın yazım
Bu da sevdasız olmaz


Mahir çobanın ağzından düşmeyen bu dörtlüğü bilmeyen çocuk kalma- mıştı köyde. Aslında bizleri sabahın köründe Oyuk Dağı´na yönelten bu ağıt değildi. Bizleri Oyuk Dağı´na koşturan Mahir çobanın kendisiydi. Bizleri çocuk olarak görmez, büyük insanlarmışız gibi davranır ve arkadaş olur, ketesini, çöreğini bizlerle paylaşırdı. Öğlenleyin süt sağar, kaynatıp bizlere içirirdi. Çocukların aralarındaki kırgınlıklara da hiç dayanamazdı, hemen barıştırırdı.

Komşu köyden gelip bizim köyde çobanlık yapardı Mahir. Babasının mesleğiymiş, çobanlığı ondan öğrenmiş. Geceleyin koyunlarla konuştuğunu söylerdi bize bizlere. Ağzımız bir karış açık onun koyunlarla olan muhabbetini dinlerdik. Mahir çoban, 25 yaşlarında, ortaboylu, yuvarlak suratlı, güçlü bir adamdı. Yüzünden merhamet dolu tebessümü hiç eksik olmazdı. Hele çocuklara karşı olan sevgisi dillere destandı. Mahir çoban sürüyü köye getirdiğinde peşinde bir sürü de çocuklardan oluşurdu. Oldukça temiz ve düzenli giyinirdi.

Bir keresinde yine köyden birkaç arkadaş öküzlerimizi birlikte gütmek için Mahir çoban´ın yanına, Oyuk Dağı´na gitmiştik. Mahir çoban yine her zamanki gibi koyunlarla olan anılarından anlatmaya başladı: Sürü yatağında yattığında Mahir çoban, Kula koyunu koluna bağlar öyle yatarmış. Sürü gece vakti kalkıp gidecek olduğunda Kula koyun çırpınıp Mahir çobanı uyandırırmış. Veya sürüye kurt daldığında yine iş Kula koyuna düşermiş. Bir keresinde sürü yine uykuya dalmış, Mahir çoban da Kula koyunu koluna bağlamış ve uyumak istemiş. Kula koyun başlamış huysuzluk etmeye. Bağlı olarak yatmak istemiyormuş. İlk defa böyle huysuzlanmış Kula koyun. Çaresiz salıvermiş Mahir çoban onu. Ayaklarını açıp serbest bıraktıktan sonra kaçıp gitmesini beklediği Kula koyun başlamış birden Mahir´in yüzünü yalamaya ve başıyla onu okşamaya. Sanki kızgınlığını ve küskünlüğünü gidermek istiyormuş Mahir çobanın.

― Ne oluyor Kula? Derdin nedir? Dur bakalaım hele, demiş Mahir.

Kula koyun duraksamış. Anlamlı anlamlı Mahir çobanın yüzüne bakarak sessizce yanına uzanmış.

― Beni bağlıyarak, özgürlüğümü hapsederek dostluğumu kazana- mazsın. Ancak bana güvenerek dostluğumu kazanabilirsin. Özgürlüğümü vereceksin, bazen huysuzlanırsam tahammül edeceksin. Çobanlığının değeri benim varlığımla vardır, beni görmezlikten gelmiyeceksin, demiş.

Hep birden kahkahalarla gülmeye başladık.

― Bunları Kula koyun mu söyledi? Olamaz böyle bir şey! Ne yani Kula koyun dağda demokrasi mi istiyor, diye çıkıştı Ömer. O zaman seçme seçilme hakkı da ister bu koyun. Haa haa haaa! Ankara´da demokrasi yok, dağda Kula koyuna mı olacak. Haa haaa haaa!!

O zaman koyunlar da çobanını seçmek için sandık başına gitmek isterler.

´Mee mee mee´ diye başlayıp arkasından da kahkahalar attı Ömer. Diğer çocuklar birden sessizleşmişlerdi.

― Ne diyor bu Ömer, ya? ´Demosi de ne demek oluyor?´ diye sordu Hüso. Ankara Türkiye´nin başkenti. ´Ya demosi neresi?´ diye ekledi Hüso.

― Demosi değil oğlum, demokrasi. Siz bilmezsiniz. Hapiniz cahil kalmışsınız. Öğretmedi mi öğretmen sizlere demokrasinin ne olduğunu?.

Bizler yine susmuş, şaşkın şaşkın Ömer´in yüzüne bakıyorduk. Ömer kasılmaya başlamıştı. O, ilkokulu şehirde amcasının yanında okumuş ve o sıralarda ortaokula devam ediyordu. Ömer bizlere demokrasi dersi vermeye başladı. Bir sürü şeyler anlattı, fakat kimse anlattıklarından bir şey anlamamıştı.

― Mesela, köyümüzün muhtarı Ali Ağa´yı kim seçti? Tabii ki bizler seçtik, yoksa o nasıl muhtar olabilirdi? İşte demokrasi bu demektir.

Muzo hemen atıldı oradan:

― Babam onu istemiyordu, fakat evimize gelip babama baskı yaptılar.

― O da ne? Sulandırmayın çocuklar. Ben gerçekleri konuşuyorum, diye kesti konuşmasını Ömer ile Muzo’nun konuşmasını Mahir çoban.

Bizler yine hep bir ağızdan ´mee meeee´ diye melemeye başladık.

Ömer atıldı birden:

― Koyunlar ne istiyorlar biliyor musun Mahir abi?

― Ne istiyorlar?

― Biz Mahir çobanı istemiyoruz. Yeniden sandık başına gidelim, diyorlar.

Yine bir suskunluk oldu. Onu da anlamamıştık. Biraz da Ömer´i anlamamış olmamızın etkisiyledir ki başladık yine kahkaha atmaya.

Kahkahalar yükseliyor, gülmekten kendimizi alamıyorduk. Mahir çoban hiç istifini bozmadan ve bizlere de kızmadan konuşmasına devam ediyordu:

― Kula koyun benimle adeta pazarlığa girmişti. Diğer koyunlara da iyi davranmamı, onları otu bol yaylalara götürmemi istiyordu. Kula koyun bir de tehdit savurup:

― Ya dediklerimi yaparsın, ya da bundan böyle sütümüzü sağıp içemezsin.

Mahir çoban devam ediyordu anlatmasına.

― O gece Kula koyunla uzun uzun konuştuk. Ona istediklerini yapacağımı söyledim. Kula koyun yanıma sokuldu ve başını göğsüme koyarak yanıma uzandı. Ben uyuyacağını sandım. O ise konuşamasına devam etti.

― Sen yat Mahir çoban. Korkma ben uyumam. Sürüyü ben beklerim. Kaldı ki hepsiyle konuştum. Sen uyanıncaya kadar kimse bir tarafa gitmeyecek, dedi Kula koyun.

Kula koyuna güvenerek uyumaya başladım. Birden bir gürültüyle uyandım. Bir baktım sürüye kurt saldırıyor. Kula koyun ve diğer koyunlar birbirlerine girercesine bir araya gelip delinmez bir yumak oluşturmuşlar. Kurt ne taraftan saldırmak istiyorsa o yumak o tarafa doğru kayıyor. Kurt bir türlü sürüyü birbirinden ayıramıyordu, yavaş yavaş geriye doğru, arka arka yürümeye başlamıştı. Koyunlar yumak halinde kurdun üzerine doğru gidiyordu. Kurdun korktuğu belliydi. Birden yerimden fırladım, değneğimi aldım ve kurda doğru bağırarak hücum ettim. Benden güç alan koyunlar da daha hızlı yürümeye başladılar. Kurt hızla arka arka gidiyordu. Gide gide altı uçurum bir kayanın tepesine geldi. Değneğimi fırlattım, ondan kurtulmak isteyen kurt dengesini kaybetti ve kayadan aşağı düşerek ölüp gitti.

Bütün sürü hep bir ağızdan melemeye başladılar. Sanki zafer kazanmış kahramalar gibi şenlik yapıyorlardı. O günden sonra Kula koyunu artık hiç bağlamadım ve o yılki çobanlık hakkım olarak Hacı Teyyar Amca´dan Kula koyunu istedim. O da, sağ olsun, esirgemeyip verdi Kula koyunu bana. Şimdi ben nereye gidersem Kula koyun benimle birliktedir.

Hikayenin buraya kadar olan kısmını oldukça ciddi bir şekilde dinlemiştik. Mahir çoban iyi de anlatırdı. Dinlettirirdi yani. Birden yine hep birlikte kahkaha atmaya başladık.

― Yapma be Mahir abi. Bu kadar da olmaz. Pes yani!

Biz gülerken Mahir çoban başını sürüye doğru çevirdi ve o gür sesiyle:

― Kula koyun gel buraya, sen anlat bu çocuklara, dedi.

Bir de ne görelim. Kula koyun sürüden ayrılıp bize doğru gelmezmi! Gelip Mahir çobana sürtünmeye başladı. Mahir çoban oldukça efkarlanmış olacak ki, kavalını dudaklarına değdirerek bizleri büyüleyen o ağıtını yine dertli dertli üfürmeye başladı:


Bu dağlar bensiz olmaz
Gülü dikensiz olmaz
Çobanlık alın yazım
O da sevdasız olmaz

Kula koyun gel yanıma
Mele ses kat avazıma
Çobanlık alın yazım
Gül ol aç ayazıma


Mahir çoban bu ağıtını çalarken bizler de hep bir ağızdan türküsünü söylüyorduk. Mahir artık konuşmak istemiyordu. Keçesini sırtına, deyneğini de eline alarak Kula koyunuyla birlikte sürüsüne doğru ağır ağır yürümeye başladı. Biraz uzaklaştıktan sonra bizlere dönerek:

― Öğleyin Çatalkaya Gölü´nde buluşuruz. Sütünüz kaynamış olarak sizleri bekliyecek. Gelin ha! Hepinizi bekliyorum, dedi ve aheste aheste yürümesine devam etti.

Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
30 Mart 2007       Mesaj #517
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
Üvey Sevgili
ÖzgeCan


Senden sonra.. artık.. hepsi... üvey, sevgili!
Sonrasızlığa öncelik tanıyan eksik bir teşebbüs aşkımız.. Bir köprünün iki ayağı gibiyiz; bir araya gelsek, yıkım olur!


Hikayeler ve Öyküler -2-


I

O’nu tanımadan çok önce kendime kabul ettirmeye çabaladığım tek şey, yalnızca olasılığıydı ve ‘neden olmasın’ konu başlıklı umuttu çabama tek tesellim. Adı neydi, neye benziyordu, ne zaman ve nasıl belirecekti yüreğimin ufkunda; en ufak bir fikrim yoktu ama eninde sonunda bir gün aynı anda aynı yerde olacağımızı ve ‘bir elmanın iki yarısı masalı’ gereğince, hiçbir zorlama olmaksızın, doğal bir çekimle, birbirimizi birbirimizle tamamlayacağımızı biliyordum. Aramıyordum, pencerelerin önünde beklemiyordum ama hazırdım çoktan kapı daha çalınmadan açmaya... Hazırdım O’na...

Sonra... Uyumaya çalışırken, bir masal olup giriverdi uykularıma... Uyadığımda başucumdu benim...

“Gözleri okyanus bakan, çok eski bir adam tanıdım. Ceplerinde taşıyordu beş yaş düşlerimi. Yüzü güneşli bir ilkyazdı, elleri yıldızlı bir Olympos gecesi... Nefesim gibi kokuyordu nefesi ve aynı yerden kanıyorduk yara aldığımızda... Yüreği endemik bir kır menekşesi, hercâi.. varlığı epidemik bir yaz nezlesi...” diye başladı masal...

O masal hiç bitmedi!


II

Sol göğsümdeki ben gibi taşırken varlığını yüreğimde... yaptığı kardan adamı buzdolabında saklamak isteyen küçük bir kızın çocuksu inancı, inadı ve saflığıyla... her okuduğumda bir kez daha kendimle tanıştığım şiirleri, kırmızı kokulu dağ çileklerini, çizgili pijamaları ve hazan Bodrum’unda güneşli deniz kenarlarını sever gibi... gerçek, içten, sebepsiz... sorsalar:Yorumsuz! Seviyorum seni....
Kardan adamın dostluğu güneş çıkana, güneşin dostluğuysa hava kararana kadardı. Büyümek, öğretmişti çocuksu denklemlerin gerçek hayatta geçerli olmayacağını. Bir yenisi, gidenin yerini doldurabiliyordu, kabullenmiştim zor da olsa... Ama sen benim beni terk etmeyen en dostum, yerini başka hiçbir varlığın dolduramadığı tek yalnızlığımsın!
İşte bu yüzden hiçbir sıfat tamlamaya, tanımlamaya yetmedi, yetmiyor seni!

III

Bandırasız bir gemideyim, o gemiyim belki.... Açık denizlerdeyim tayfasız, filikasız.. Serdümeni işten attım, motorları kapattım; saatte 4 knot hızla.. yelkenler fora! Anılar takılmış uskura, can çekişiyorlar ıpıslak bir acıyla. Yarınlar güneşleniyor güvertede, yeislerim-korkularım sintinede pusuda... Umut kuşu bir martı tünemiş kasaraya. Geçmiş lumbozlardan bakıyor, düşlerim asılıyor civadrada.

Tramola atmaktan vazgeçtim nicedir, tornistan etmek de yok artık bir daha. Apazlama seyirdeyim, rüzgâr frişka. Barkaroller var dilimde yakamozların yazdığı sözlerini ay ışığının aydınlattığı, meltemlerin suflesi kulaklarımda...

Pruvada bekliyorum, `sınır-ı zaman`sız.. yalansız.. gözlerim alargada....

IV

“Ellerimde bir göztasi, gözlerim boş gidiyordum
Ne bileyim, bir damlanın böyle deniz olduğunu...”

En sevdiğin Can Baba şiirlerinden birinin ilk iki mısrasıydı seni balık, beni okyanus yapan! Sonra kendi şiirini yazdın sen:
“Sadece okyanusun farkında olan balıklar beceremez ağlamayı ve sadece derin okyanuslar ısıtır varlığıyla, ağlayamayan balıkları...”

Ve bir anda okyanus oldun sen, ben oldun; fırtına gecelerinde karaya vuran dalgaların yeni bir şiir daha ekledi yüreğimin sahiline: “Okyanus kurudu ve bir birikinti kaldı sadece. Az daha o da gidiyordu! Sonra merak etti okyanus: Acaba tamamen kuruyunca ne olurdu? Ve o korku, yağmurları yağdırdı... Şimdi tekrar yine okyanus olma yolunda deniz ve en büyük damlaları hep sen.... seni seviyorum.... ”

Tüm bunları okuduktan sonra ben de bir şiir yazdım. O şiirin adı ‘UMUT’tu... Okunmaya okunmaya silindi söz dizimleri, geriye bir tek başlığı kaldı!

V

Sonrasızlığa öncelik tanıyan eksik bir teşebbüs aşkımız.. Bir köprünün iki ayağı gibiyiz; bir araya gelsek, yıkım olur!
Ve sen... Hem yarsın, hem ser... ikinizden de vazgeçemiyorum. Deveye hendek atlatsam, köprüde iki keçi; keçileri barıştırsam, Ice köpek kovalar isimsiz kedilerimi... Sende bir kış ayısı miskinliği, bende katır inadı... aslında biz neyiz biliyor musun: Aşk Çölü’nde bahtsız iki bedevî! Kutup ayısını görmemek için gözlerimizi yumuyoruz acıya, yaralarımız kanamaz sanıyoruz; yaraları öpülünce can acılarının azalacağına inanan beş yaş afacanları gibi....
Maalesef ya da yaşasın; istemeden bir oyunun tam ortasındayız. Oyunun adı: Çölde saklambaç! Ama korkudan öyle bir saklandık ki, korkarım, bulunduğumuz yerden yaşlanmadan, ya da kutup ayısı Hakk’ın rahmetine kavuşmadan çıkamayacağız! Biz hayat saklambacında birbirinin yerini bilerek birbirinden, hem de ebeden saklanan iki saf çocuk.. ayrı kuytularda ama beraber yaşlanacak, beraber aşklanacağız!

VI

Ben senin... hiçbir zaman alamayacağın Çubuk Şarabı’n, Samsun tadındım; ‘ölürüm sana’n, sosyal danışmanın, sonsuza dek umudundum.
İnanıyordum sana, tüm söylediklerine ve hiç yapmadıklarına. Öyle ki, yenileceğimi bilerek, ama duygularım uğruna savaşmadan vazgeçilecek kadar basit olmadığından, yeldeğirmenleriyle savaşan o şövalye gibi savaştım aramızdaki imkânsızlıkla. Ama iki kişinin olduğu bir sandalda tek başıma kürek çekerken, git gide gücümü ve inancımı yitirerek yorgun düştüm ben de sonunda.
Ama haklıydın!
Sen.. ne aradığını bilmeyen bir balıkçıydın; hangi denizde ne tutulur, hangi balık çıkar, hatta sen tutmak için yeterli misin?, bilmiyordun. Olması gerekenler ve olmaması gerekenler; hangisi ve ne zaman? diye bocalamanın dışında hiçbir şey yapmıyordun. Evet, belki de beni sevemeyecek kadar yufka yürekliydin ve “Her şeyi, herkesi bir anda silip yanına gelebilsem”, derken bile o filmdeki sen kadar kendine güvenemedin, o adam kadar cesur olamadın!
Zamanlarca, öyle hiçbir şey yapmadan, ancak üstüne düşecek bir göktaşının sana yardım edebileceğine inanıp durdun. Yalnızca... olduğum için Allah’a, olduğumu öğrendiğin için kaderine, beni tanıdığın için şansına ve seni sevdiğim için bana aşık olmak yeter sandın.
Yetmedi balığım... Sen içindeki Hemingway’i her şartta koruyabildiğine inansan da ve uzun yolculukları göze alabildiğini düşünsen de... söylesene, aslında hangi düşünü gerçekten yaşamak istedin ve yaşatmak için çabaladın ki sen!

İşte bu yüzden...
‘ilk görüşte aşk’tın,
daha ilk celsesinde
imkânsızlığa dönüşen!

Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
30 Mart 2007       Mesaj #518
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi

Kadın Olmanın En Güzel Tarafı Erkeklerdir
ESRA BAYKAL ÇETİNKAYA


Erkekler, kadın olmanın en güzel taraflarını bize yaşatan güzel varlıklardır.


Hikayeler ve Öyküler -2-



Çünkü erkekler size kendinizi bambaşka hissettirir. Kimi zaman öfkenizin boyutlarını anlamanızı sağlarlar, kimi zaman kendinizi keşfettirirler, yapabilirliklerinizi anlamak için platform hazırlarlar, ayaklarınızı yerden keserler veya dünyaya dönmenizi sağlarlar.

Erkekler, yaşamak için ihtiyaç duyduğumuz tüm duyguları, enerjiyi uyandıran kutsal varlıklardır.

Asla kadın kadar detaylı, karamsar, çözümsüz değillerdir.

Asla çözemeyecekleri kadar büyük entrikalar yaratmazlar.

Söyledikleri yalanı hızla unutabildiklerinden kolay yakalanırlar.

Söz konusu sorun çözmek olduğunda 4 değişkenli denklemler yerine net yollar bulurlar. Gerekiyorsa efendi gibi kavga ederler.

Kadınlar kadar kaprisli değillerdir, olanlarının da böyle olma nedeni anneleridir.

Adamlar toplayıcı ve avcıdır, dolayısıyla yakınlaşmayı, elde etmeyi bilirler ve çok keyiflidirler.

Bizim gibi biriktirmezler, önlerindeki konu ile ilgili kavga ederler, 10 yıllık dataları açıp, kafa ütülemezler.

Anne olmadan, çocuk sahibiymişsiniz gibi size sorumluluğu öğretirler. Bu sayede çocuğunuz olduğunda daha sabırlı davranmayı öğrenmiş halde girişirsiniz konuya.

İnanılmaz seksi yaratıklardır, en çirkini bile sizi yakalabilecek bir şey bulur. ( Avcı diyorum avcıııı)

Sinirlerinizi bozabilirler ve anında size yaptıklarını unutturabilirler.

Ayaklarınızı yerden kesme kabiliyetleri kesinlikle geçmiş deneyimleri ile ilgili değildir, bu onlara Allah vergisidir ve kullanmayı her zaman bilirler.

Özünde, erkekler, kadın olmanın en keyifli yanıdır Msn Happy. Bu tadı çıkarmak için her kadının gözünü dört açmasını, her anın tadına varmasını ve içlerinde sakladıkları kur yapma özelliklerini ortaya çıkarmasını diliyorum. Çünkü en lezzetli şey bir erkekle flört etmektir. Tazelenmiş uyanırsınız, kilo verirsiniz, yaşadığınızı anlarsınız.

Bence bu sabah tüm erkeklere bir şans daha verin, çünkü onlar gerçekten çok tatlılar Msn Happy.

İyi eğlenceler.....
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
30 Mart 2007       Mesaj #519
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
-Kalp ve Göz-


Bütün aşk hikâyelerinin en unutulmaz en heyecan verici sahnesi, sevenin sevgiliye ilk baktığı andır şüphesiz. Daha doğrusu, onun yüzünü ilk gördüğü vakit. Âşıktaki içsel değişimin başladığı an, gözün sevgiliye ilk takıldığı saniye dilimidir ve aşığın bütün biyografisi, bu “ilk bakışın öncesi ve sonrası”ndan ibarettir. Kalpte ateşin yükselmesi, aklın ve sabrın ateşe düşmesi o ilk bakış ile başlar. Kılıcın kınından sıyrılması yahut okun yaydan fırlamasıdır bu. Sevgilinin yüzü kınında bir kılıç yahut sadakta bir yay gibidir; bakış onu kınından ve sadağından çıkarır.
Sevgili’nin yüzümü; aşk yangınını alevlendiren ilk kıvılcımdır.
Aşığın kalbi mi, ilk bakıştan sonra suda titreyen bir mehtap.
Göz… Savaşı başlatan haberci.
Bakış… Elde olmayan kader; ilahi kaza.
Ve aşk… Kalp ile göz arasındaki kutlu bir hadise.

Çok sonraları kalp göze diyecektir ki, “Ben bu onulmaz derde iten sensin. Safayı sen sürdün, acıyı ben çektim. Nimet senin, zahmet benim oldu. Sen sevinirken, kaygılanan ben oldum. Bakışlarını arttırdıkça sen, dertlerimi çoğalttın benim. Zafere eren sen, hezimete uğrayan ben. Sen emirlere itaat edilen hükümdar oldun, ben senin peşinde koşan tebaan. Sen emir ben esir. Sonra devam eder:
- Ey göz! Sen ikisin ben birim. İki kişinin bir ferde saldırıp onu öldürmesi zulüm değil de nedir?… Şimdi ağla o halde; etiğin zulmün cezasını çek bakalım.
Göz buna karşılık ayet-i kerime ile cevap verir: “Gerçek şu ki; gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler kör olur” (Hacc 46)
Göz görünce bir kez geriye ne kalır?
İskender Pala
maipoem - avatarı
maipoem
Ziyaretçi
30 Mart 2007       Mesaj #520
maipoem - avatarı
Ziyaretçi

Bi Beş Dakikan Var mı?


Büyükçe bir parkın banklarından birinde orta yaşlı bir adam uzakta oynamakta olan oğlunu seyrediyordu. Bu sırada yanındaki banka bir kadın ilişiverdi usulca. Kaydıraktan kayan kırmızı tişörtlü çocuğu işaret etti: “Şu kayan benim oğlum!” “Allah bağışlasın, pek güzel bir çocuk!” dedi adam. “Salıngaçtaki mavi gömlekli de benim oğlum!” Sonra saatine bakıp, oğluna seslendi, “Ne dersin Ahmetçiğim eve dönelim mi?” Ahmet yalvarırcasına konuştu; “N’olur baba, beş dakika daha!” Adam başını sallayarak onayladı. Ahmet salınmaya devam etti. Aradan dakikalar geçti, adam oğluna tekrar seslendi: “Gidelim mi Ahmet?” Ahmet tekrar yalvardı babasına, “N’olur baba, beş dakika daha!” Bu sırada, tahterevallide bir arkadaş bulmuştu kendine. Adam tebessüm etti, yerine oturdu: “Tamam, tamam!”
Bu sırada kadının sesini duydu. “Ne güzel, pek sabırlı bir babaya benziyorsunuz!” Adamın yüzünde buruk bir tebessüm belirdi, “Büyük oğlum Ali’ye geçen yıl tam burada sarhoş bir sürücü çarptı. Onun acısı hâlâ yüreğimde. Ali ile yeterince vakit geçiremedim. Şimdi hayatta olsaydı, bir beş dakika onunla birlikte olmak için neler vermezdim ki! O gün, aynı hatayı Ahmet’te yapmayacağıma yemin ettim. O her defasında sallanmak için bir beş dakika daha kazandığını düşünüyor. Ama aslında, ben onu seyretmek için beş dakika daha kazanıyorum.”
Nice beş dakikayı bir sonraki saatin başına yetişmek için ayağının altına taş diye alırsın. Aradan çıkarılası, önemsiz, kayda değmez bir süredir beş dakika… Saat 10’a beş varsa, yahut 10’u beş geçiyorsa, görmezsin beş dakikayı, yuvarlarsın onu hiçliğe. Belki önce sen yuvarlanırsın iğretiliğe; “saat 10” dersin kısaca. Yok gibidir beş dakika… O yok olmasa bile, sen yoksundur onun içinde… Kendini bir türlü yakıştıramazsın beş dakikanın aynasına. Gölgelik bile değildir o. Telaşların, koşturmaların hammaddesi, suskun ve uysal köşe taşları gibidir. Yontulup atılır bir köşeye. Çıkıntıdır en fazla; pürüzsüz akıp geçen zamanın içinde kendinden utanan bir tümsektir; ihmale gelir bir küsurattır.
Sığmaz ki insan beş dakikaya…
Beş dakikaya başını dayayıp uyuyamazsın. Beş dakikaya kalbini, arzularını, ideallerini sığdıramazsın. Şöyle koltuğa kurulur gibi rahatça kurulamazsın beş dakikanın içine. Hasta karyolasının ucuna bitişir gibi oturursun orada. Sanki düşecekmiş gibisindir oradan. Birkaç dakikaya kalmaz kaldırılacaksındır. Az sonra son nefesini verecek, alıp başını gidecek beş dakika… Kimsenin umurunda olmayan bir hasta gibi, kimsenin umursamadığı son nefes gibi, kimsenin şehir nüfusundan düşmeyi düşünmediği sıradan bir cenaze gibi…
Uzanamaz ki insan kalbi beş dakikaya…
Beş dakika eğreti durur. Sen de eğretileşip öyle girersin onun içine… Hatırı yoktur beş dakikanın ömründe. Z/amansız bir bıçak sırtıdır o. Ne oradasın, ne burada. Sanki yastıktan kalkmış bir başın ardı sıra bıraktığı bir çukur. Uyumuşluk alameti, mahmurluk nişanesi. Beş dakika geldiği gibi gidecek bir gemi. Yandığı gibi sönecek ince bir kıvılcım. Adını bilmediğin bir dağın hiç adım atamayacağın yamacında bodur bir ağacın dalından gece yarısı düşüveren sarı kuru yaprak gibi düşer beş dakikalar ömrün rahminden… Kimsenin canı yanmaz beş dakika tükenirken. Kimsenin içinden bir şey kopmaz beş dakika daha ileri gitmişse zaman.
Göğsünden zoraki aşk emmeye çalışan üvey evladındır beş dakika…
Hiç ummadığın bir anda çıkagelirse, başını sokarsa kapıdan içeri sevinmezsin, sevinemezsin. Alıp başını giderse de aldırış etmezsin. Kaybını hesaba katmazsın. Eksikliğini eksik bilmezsin.
Ömrün cüzdanında harcanacak bozuk paradır beş dakika…
Vitrinlerin parıltısıyla dilenen, billboardların ışıltısıyla dillenen tüketim dilencilerinin ellerine bırakırsın onu umursamadan. Tesellileşirsin beş dakikalar üzerinden. Dilenciler “hiç yoktan iyidir” deyip rahatlar ya bozuk paraya. Sen de “elini boş çevirmedim hiç olmazsa” deyip rahatlarsın beş dakika ayırmakla. “Hiç yoktan iyidir!”lerin dizi dibinde yetim bir çocuk gibi elbisesiz, süssüz, tesellisiz sürünür beş dakika…
Hayatın yırtık cebinden kayıp düşen yarı çiğnenmiş bir sakızdır beş dakika.
Köşede unuttuğun, küstüğün kırık ve puslu ayna gibi, yüzünün rengini, gözünün ışıltısını çok görürsün ona. Gövdeni koymazsın karşısına.
Oysa, ömür dediğin ‘beş dakika’lardan ibaret değil mi?
Beş dakikaların içinde saklı oysa kelebeklerin çiçekleri göğe katan kanat çırpışları.
Beş dakikaların başında bekliyor oysa hiç lekesiz tebessümü sevenlerinin.
Beş dakikaların ortasında pusu kurmuştur oysa, ömür boyu sürecek sevdaların ilk bakışı.
Beş dakikaların usulca örttüğü boşlukta kıpır kıpır yaşamaktadır sonralara sürgün ettiğin aşkların yalımı.
Orada seni bekleyen “dudaklarına borçlandığın ve hiç ifade edilememiş sözlerin olmalı, ürkek ve çekingen…”
Tir tir titreyen bir serçedir beş dakika avuçlarının içinde. Parmaklarının arasında bekliyor, olan bitenden habersiz… Bir dokunsan gözlerinle, bir okşasan sözlerinle… Beş dakikaya kalmadan kanat çırpacak serçe. Beş dakikaya kalmadan minik bedeninden dışarı taşacak. Beş dakika içinde sonsuzun saklı olduğunu bilecek… Göklere hayat dolu bir kanat daha değecek… Varlığın göğünde bir kanat da sen olacaksın beş dakikada… Varlığın göğsüne bin can olacaksın beş dakikada… Çok geç kalıp da, “Bir beş dakika daha… N’olur bir beş dakika daha…” demeden…

Senai Demirci

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat