Arama

10 Kasım Ulusal Yas Günü ile ilgili Marşlar, Şiirler ve Yazılar

Güncelleme: 9 Kasım 2016 Gösterim: 70.516 Cevap: 5
virtuecat - avatarı
virtuecat
Ziyaretçi
20 Ekim 2008       Mesaj #1
virtuecat - avatarı
Ziyaretçi

10 Kasım Ulusal Yas Günü ile ilgili marş, şiir, yazı ve sözlerin yer aldığı konudur.


Ad:  ata10kasım.jpg
Gösterim: 53966
Boyut:  67.8 KB
Sponsorlu Bağlantılar


10 KASIM TÜRKÜSÜ

Atatürk! Anıtkabir devrimlerini söyler,
Bozkır ovalarına, Erciyes'e Ağrı'ya,
Ulusun egemen olduğunu
Özgür olduğunu
Haykıracağım haykıracağım işte,
Senin sustuğunca!
Yolunda yürüyeceğim Atatürk;
Ana baba oğul kız,
Dere tepe bucak köy,
Yeryüzü yaşamalarımla değil
Oralarda, Senin gittigince!
Atatürk, taşıyacağım
Çanakkale'de, Sakarya'da, Çankaya'da, al al,
Senin taşıdığını;
Yurdun gök ülküsü
Dalgalanırken,
Senin bayrağını yücelteceğim.
Senin çıktığınca.

F. Hüsnü DAĞLARCA

_____
ATATÜRK

Sen Atatürk'ü tanımazsın çocuğum
Ne insandı O, ne insandı.
İzmir'e gelişini görseydin.
Ne şanlıydı O, ne şanlıydı.
Benzerdi sana, bana
Bizim gibiydi eli, ayağı
Ama bir yol baksaydın yüzüne.
İçin sevgisiyle dolardı.
Vapura biniyorsak dilediğimizde,
Sokakta geziyorsak hür,
İyi bak dört yana,
Atatürk'ün aklı görünür.
Arı Türkçe konuşuyorsak,
Türkçe düşünüyorsak bugün,
Her işimizde O'nun gücü.
Büyük öğretmeni Türk'ün.
Halkımızın arasında, halktan,
Davul vurur dengi dengine.
Dünya rastlamış mıdır?
Atatürk'ün dengine.

N. Ulvi AKGÜN

_____
ATATÜRK'Ü DUYMAK
Ulu rüzgâr esmedikçe
Yaşamak uyumak gibi.
Kişi ne zaman dinç;
Dalgalanırsa bayrak bayrak gibi.
Ne var şu dünyada ekmekten daha aziz?
Sürdüğün tarlalara sevginle serpildik.
Ekmek olmak için önce
Buğday olmak gibi.
Silinir sözcüklerden sen hatıra geldikçe
Cılız sözler: Uzanmak, yorulmak, durmak gibi.
Kuvvettir yaptıkların her yeni yetişene
Her ışık-kaynak gibi.
En yakınlar zamanla yüzyıllarca uzak gibi,
Bir sen varsın kalacak, bir sen ölümsüz,
Daha da yakınsın, daha da sıcak
Bıraktığın toprak gibi.
Kaç Türk var şu dünyada, bir o kadar susuz,
Hepsinin gönlünde sen, bir pınar bulmak gibi,
Ancak senin havanda sağlıklar esenlikler:
Olmaya devlet cihanda Atatürk'ü duymak gibi.

Behçet NECATİGİL


_____
ATATÜRK GÜLÜMSEDİ
Atatürk gülümsedi öğretmenim
Siz sınıfa girince
Dağıldı kara bulutlar
Açıldı gonca.
Baktı ki okul yenidir
Siz yenisiniz düşünceler yeni
Atatürk gülümsedi öğretmenim
Saklayamadı sevincini.
Baktı ki gençsiniz bilgili
Eğitiyorsunuz yolunca yöntemince
Atatürk gülümsedi öğretmenim
Sevindi onca.
Baktı ki karışmış aramıza
Çiziyorsunuz yolu
Atatürk gülümsedi öğretmenim
Gözleri dolu dolu.
Anlaşılan bütün yaz
Atatürk gözünü kırpmamış
Çünkü boşmuş sıralar
Çünkü harf okunmamış.
.............................

Ama baktı ki gün doğmuş
Bir koşu varmışız okula
Özlemle açılmış kitaplar
Bir iştah kızda oğlanda.
Baktı ki zil çalmış sınıfa girmişsiniz
Bütün bakışlar sizde
Günaydın demiş derse başlıyorsunuz
Sımsıcak bir sevgi gözlerinizde
Baktı ki Türkiye'si Türkiye'miz
Aydınlık ufuklara yürüyor hızla
Atatürk gülümsedi öğretmenim
Kürsüde kendini görünce.

Talât TEKİN

_____
ATATÜRK YAZAR

Sordum seni;
Dağına, taşına Türkiye'min,
Herkes kendinden emin,
Yükseldi gür sesler;
Umutlar, sevgiler:
O biziz, O bizleriz.
Hepimiz bir parçayız
Atatürk'ten,
Bütün doğa,
Atatürk'ü anar,
Atatürk'ü şaşar.
Herşeydir OTürkiyem'de.
Göller, ırmaklar, ormanlar.
İmza imza Atatürk yazar.

M. Vasfi SARAL

_____
ATATÜRK'Ü GÖRDÜM DÜŞÜMDE

Sizler yaşadıkça çocuklarım
Ben de yaşıyorum demek,
İşte aranızdayım Ahmetler, Mehmetler'le,
Sizler yaşadıkça çocuklarım
Elele
Yanınızdayım
Sizler yaşadıkça çocuklarım
Daha ferah içim,
Gök daha geniş denizler daha geniş,
Vatan ya vatan,
Vatan sonsuzluktan gelmiş
Sonsuzluğa açılan yol
Vatan siz.
Sizler yaşadıkça çocuklarım
Bilin ki
Ben de yaşarım,
Bir sevinç düştü mü içinize
Bir keder düştü mü içinize
Bilin ki
Aranızda ben varım.

A. Rıza ERGÜVEN

_____
BİR TUTKUDUR MUSTAFA KEMAL

Bir Tutkudur Mustafa Kemal;
Nice sevdalara değişilmeyen.
Yitirilmiş Kasımlarda açan umuttur,
Bir baştır, vazgeçilmeyen...

Bir Türküdür Mustafa Kemal;

Suskun ağızlarda söyleşir, durur.
Çaltıburnu'nda gözetir denizi.
Köroğlu'nda bağdaş kurup oturur...
Bir İnançtır Mustafa Kemal;
Yurdun dört yönünde, bir çağdır yaşayan.
Sarmış kollarıyla, çepçevre ulusu.
Sakarya boylarından Akdeniz'e taşıyan...
Bir Anlamdır Mustafa Kemal;
Belkahve'den dürbünüyle seyrediyor İzmir'i.
Özgürlük diyor, al atının üstünde,
Kırıyor kılıcıyla, tutsak eden zinciri...
Bir Bayraktır Mustafa Kemal;
Çekilmiş kalelere, rüzgârda dalgalanan.
Bozkırın bağrında yol alan kağnılara,
Işık tutan, güç veren, yol bulan...

Y. Doğan ERGENELİ

_____
KURTULUŞ ÖNCÜLERİ İÇİN

Yan yana iki çocuk görsem
İşte Atatürk diyorum
Özgürlüğün toprağı uyanıyor
İçin için seviniyorum.
Koşuşan iki öğrenci görsem
İçimin güneşi ısınıyor
Yürüyen bir bakış gibi
Mustafa Kemal geliyor.
Kol kola iki işçi görsem
Ekmeğim çoğalıyor birden
Bir ışık düşüyor ortalığa
İşte Atatürk diyorum.
İşte Atatürk diyorum
İlk kuruluş öncüleri
Bir gül çağrısında hepsi
Bize uzanmış elleri.

Mehmet KIYAT

_____
MUSTAFA KEMAL'LER TÜKENMEZ
Tükenir elbet gökte yıldız, denizde kum tükenir
Bu vatan bu topraklar cömert
Kutsal bir ateşim ki ben sönmez
İnanın Mustafa Kemal'ler tükenmez
Ben de etten kemiktendim elbet
Ben de bir gün geçecektim elbet
İki Mustafa Kemal var iyi bilin
Ben işte o ikincisi sonsuzlukta
Ruh gibi bir şey görünmez
İnanın Mustafa Kemal'ler tükenmez

Hep kardeşliğe bolluğa giden yolda

Bilimin yapıcılığın aydınlığında
Güzel düşünceler soyut fikirlerde ben
Evrensel yepyeni buluşlarda
Geriliği kovmuşum ben dönmez
İnanın Mustafa Kemal'ler tükenmez
Başın mı dertte beni hatırla
Duy beni en sıkıldığın an
Baştan sona herşeyiyle bu vatan
Sakın ağlamasın Kasım'larda Fatih'ler Kanunî'ler ölmez
İnanın Mustafa Kemal'ler tükenmez

Halim YAGCIOGLU

kaynak: T.C. Milli Eğitim Bakanlığı

Son düzenleyen Safi; 9 Kasım 2016 20:10
virtuecat - avatarı
virtuecat
Ziyaretçi
20 Ekim 2008       Mesaj #2
virtuecat - avatarı
Ziyaretçi

MUSTAFA KEMAL'İN ELLERİ

Sponsorlu Bağlantılar
Elleri konuşuyor Mustafa Kemal'in;
Zaferi, barışı yaratmış elleri.
Hürriyeti, saadeti, adaleti
Sevgiyle dağıtmış elleri.
Elleri konuşuyor Mustafa Kemal'in,
İçli, temiz, mert elleri,
Bütün nimetlerini sunmuş bize
Türk sofrası gibi cömert elleri.
Elleri konuşuyor Mustafa Kemal'in;
Öğretmen elleri.
Bir tahta başında, bir kürsüde
Bize bizi öğreten elleri.
Elleri konuşuyor Mustafa Kemal'in;
Işık, deniz, sel elleri.
Bizi her şeyden çok seven
Güzel elleri.

A. Hikmet PAR


_____
MUSTAFA KEMAL SESLENSE
Yüzyıllar öncesinden
Yüzyıllar sonrasından sesleniyorum size
Ben Mustafa Kemal'im heyy...
Ben Mustafa Kemal'im.
Büyük büyük denizlerim vardır benim
Hürriyeti içmiş dalgalarım.
Hürriyetle kabarmış dalgalarım vardır benim
Ulusumun yarınında sevincim
Ben Mustafa Kemal'im heyy...
Karanlığı deler gözlerim.
Dalgalara binip gelmiş kahraman,
Gökçe gözlerine türküler yaktığımız...
Hâni bir güneş doğmuştu ya Samsun'dan
İşte benim...
Ben...
Mustafa Kemal...
Ölmek yaşamaktır vatan uğrunda
Deyip, öyle girdim savaşa
Komut verdim
Şahlandı cümle vatan
Boğdum kör talihi zindanında.
Bahtı gülen anaları yurdumun
Gökleri, dağları, denizleri
Yarınları, güvenip de uyuduğum
Aslan yeleli ışığı sınırlarımın
Mehmetleri
Tutun ellerinden yüreklerinizin
Sevgilerinizle beni yıkayın.
Yüzyıllar öncesinden
Yüzyıllar sonrasından gelir sesim
Sevdiğim
Bir tanem
Türkiye'lim
Sen varoldukça belli ki
Ben Mustafa Kemal'im.
Sen var oldukça belli ki
Ben Mustafa Kemal'im.

B. Kemal ÇAĞLAR


_____
MUSTAFA KEMAL'IN GÖK YAZILARI
Ben Mustafa Kemal, elimde tebeşir, Kocaman,
Mavicek bebelerin, ak kızların,
Taş ninelerin, çatal dedelerin gözleri, kocaman,
Bir 1O Kasım gecesi
Yazıyorum ateşten çağrımı karşınıza:
-Ey Türk gençliği...
Ben Mustafa Kemal, doyamadım haykırmaya,
Şimdi destan ellerimle yazıyorum,
Yeşiline suyun,
Kuşun,
Yelin,
Yaprağın:
"Ne Mutlu Türküm Diyene."
Ben Mustafa Kemal, önümde kırk bin köy,
Kırk bin ovaya karşı bir tek dağ gibiyim
Bayraklarım değerken evren bayraklarına şimdi,
Elimde tebeşir
Yazıyorum kara gecenin üstüne
Yazıyorum armağanımı:
"Övün, Çalış, Güven."

F. Hüsnü DAĞLARCA



_____
MUSTAFA KEMAL'E GİDEN YOL

Karşıda bir ışık, bir ümit yolu
Kollarımı yarına güvenle açacağım,
Karşıda bir ışık, bir ümit yolu
Bırakın, Mustafa Kemal'e varacağım.
Ellerimi uzatıyorum, daha ötede
Son duraktan biraz daha ötede
Gücümün kuvvetimin kesildiği yerde
Karşıda Mustafa Kemal'i görüyorum;
Gün geçer devir değişir
En olmaz istekler biter,
Bir ses bırakmaz kişiyi yerinde
Mustafa Kemal'in sesi, "İleri" der.
Boyuna yeniliğe, ileriye
Boyuna en yüce gerçeklere doğru!
Apaydınlık bir yoldasınız, bakın
Karşıda Mustafa Kemal, Mustafa Kemal yolu
Attığım her adımı biliyorum
Yarın daha güzel, daha aydınlık!
Nasıl durabilirim, Mustafa Kemal sesleniyor
Uzattım ellerimi varıyorum.
Yürüyorum, yılmadan yürüyorum
-Karşıda bir ışık, bir ümit yolu-
İşte, ışıklar içinde büyüyen
Mustafa Kemal'i görüyorum

Mustafa CANPOLAT



_____
MUSTAFA KEMAL'İ DÜŞÜNÜYORUM

Mustafa Kemal'i düşünüyorum;
Yeleleri alevden al bir ata binmiş
Aşıyor yüce dağları, engin denizleri,
Altın saçları dalgalanıyor rüzgârda,
Işıl ışıl yanıyor mavi gözleri...
Mustafa Kemal'i düşünüyorum;
Yanmış, yıkılmış savaş meydanlarında
Destanlar yaratıyor cihanın görmediği
Arkasından dağ dağ ordular geliyor
Her askeri Mustafa Kemal gibi.
Mustafa Kemal'i düşünüyorum;
Gelmiş geçmiş kahramanlara bedel
Hükmediyor uçsuz bucaksız göklere.
Al bir ata binmiş yalın kılıç
Koşuyorlar zaferden zafere...

Mustafa Kemal'i düşünüyorum;

Ölmemiş bir Kasım sabahı!
Yine bizimle beraber her yerde.
Yaşıyor dört köşesinde vatanın
Yaşıyor damar damar yüreklerde.

Mustafa Kemal'i düşünüyorum:

Altın saçları dalgalanıyor rüzgârda,
Mavi gözleri ışıl ışıl görüyorum.
Uykularıma giriyor her gece.
Elllerinden öpüyorum.

Ü. Yaşar OĞUZCAN


_____
ÖĞRETMEN ATATÜRK

Yine derse giriyorsun Samsun kapısından
Selâmlıyor, seviyor tek öğretmenini
İl il, köy köy, can can
Tüm Anavatan.
Hemen başlıyor mutlu ders
Erzurum'dan
Sonra derinleşiyor volkan-öğütle
Sivas'taki son oturumdan.
Bütün memleket tek sınıf
Bir yön bayrak, bir yön tan
Öyle bir ödev veriyorsun ki öğretmenim
Süngü-kalemle başlıyoruz Afyon'dan.
Sınıfımız her an kutlu bir savaş
Öğretiyor, eğitiyorsun Ankara'dan
Hep birden söylüyoruz özgürlük türkümüzü
Vatanın uzaklıkları kalkıyor da aradan.
Mavi gözlerin hep barış barış
Mavi yüceliğin hep duman duman
Öyle alev alev bir ders ki
Yanıyor, yanması gerektiğinde her düşman.
Anlatış tadı, kıvam kıvam öz
Son bölüm: İlk hedef, Dumlupınar'dan
Kocatepe, yalnız coğrafya değil
Dağ dağ ateş yağdırıyorsun her damla kandan

Öpüyorsun hepimizi göz göz

Şehitler birinci geldikçe hep destan destan.

Yağmurlaşıyoruz er er Akdeniz'e

Ektiklerini biçiyorsun İzmir yollarından
Bir özgür meyva doğuyor Türklüğümüze
Tattırıyorsun utku yemişi utku dallarından.
Öğrenmeye son yok
Cumhuriyet, bir ders aynı konudan
Öğrendikçe özleşiyoruz da hep geçiyoruz
Senin yarattığın vatan-kanıdan.
Anlatıyorsun açık ve seçik
Yıkılıyor her gölge fikir-kurşundan
Dövüyorsun her yüreği örsünde devrimlerin
Tümleniyor her eksik, yaratan vuruşundan.
Yaşatarak öğretmek senin elinde
Sonsuz ders, tek hayat, bize bayraktan
Seni özledikçe bellemek güzel
Fikir-toprak oldu vatan, gerçek topraktan.

Sor bize her şeyi, konuşsun her öz

Başlayı versin en zor imtihan
Özgürlük güneşin ilk cevap, inan
Ey vatan-sınıfta ey Ata-vatan!..

İ. Zeki BURDURLU


_____
RESİM

Her gün,
Enginlerden engin,
Yücelerden yüce
Bir duygu sarar bizi,
Bu sınıfa girince.
Yanda, bir uçtan bir uca
Mavi deniz,
Odanın içinde güneşleri bulunca
Isınırız.
Enginlerin engini deniz olsa
Deniz ufak!
Yücelerin yücesi güneş olsa
Güneş küçük!
İlk günü gördük, nerden geldi:
Duvardaydı
Denizleri, güneşleri
Küçülten büyüklük.
Kürsünün üstünde bir resim:
Gözleri denizlerden mavi
Bakışları güneşlerden sıcak,
Dört mevsim
Kürsünün üstünde:
Atatürk'ün arkasında al bayrak,
Kollarını kavuşturmuş göğsünde.
Bu resimle başlar bizim günümüz,
Karşımızda Atatürk'ü gördükçe,
Kıvançla dolar, taşar gönlümüz.

Öğretmenimizin kürsüde

Verdiği dersi
Dinler bizimle birlikte
Atatürk'ün resmi.
Çalışkanız, çünkü,
Çalışınca
Bakarız, Atatürk güldü.
Bir yanlışlık yapsak
Bulutlanır gözleri,
Anlarız, Atatürk üzüldü.
Gelsek kürsünün dibine
Görür bizi
Eğilince.
Kalksak, gitsek gerilere,
Otursak arkalarda;
Başımızı kaldırmadan duyarız
Atatürk orada.
Öteki odalarda
Başka başka resimleri Ata'mın.
Atatürk'üm, artık ömrüm oldukça
Bu resimle karşımdasın!
Yok hiç birinde
Bundaki tılsım,
Değişen çizgilerle
Canlı gibi bu resim.

Öyle canlı ki, sanırım,

Ben de bir gün okulu bitirince
Uzanan ellerinle
Okşanacak sırtım.
Öyle canlı ki, sanırım,
Karanlık bile olsa
Serpeceğin ışıkla
Aydınlanır yollarım.
Tıpkı sınıftaki gibi,
Yapacağım bir işte
Bu resmindir rehberim
Kötülüğe uzanırsam
Çat kaşlarını,
Tutulsun ellerim.
Tıpkı sınıftaki gibi,
Bütün ömrüm boyunca
Yaptığım bir işte
İyi, doğru oldumsa
Sevincini belli et,
Gülümse!
Yaprak yaprak dökülürken önümde
Her yıl, dört mevsim;
Sınıflar içinde yalnız bu sınıf,
Resimler içinde yalnız bu resim!

Behçet NECATİGİL


_____
SEN VARSIN ATATÜRK'ÜM HER ŞEYİMİZDE
Bu gün yatağımdan hür kalkıyorsam
Ekmeğim ak suyum berraksa,
Ağaçlar çiçek açıyor
Topraklar ısınabiliyorsa,
Sesim gür çıkıyor
Özgür özgür bakabiliyorsam,
Sen varsın gözbebeklerimde
Sen varsın Atatürk'üm sen varsın.
Yazabiliyorsam gönlümce
Okuyabiliyorsam...
Kazabiliyorsam toprağımı
Gün ışığında çapa kürek elde,
Çalışabiliyorsam gece gündüz
Ekip biçebiliyorsam dileğimce,
Sen varsın yüreğimde
Sen varsın Atatürk'üm sen varsın.

M. Esat TOZKOPARAN

kaynak: T.C. Milli Eğitim Bakanlığı
Ad:  bayrak10kasım.jpg
Gösterim: 15987
Boyut:  83.2 KB

Son düzenleyen Safi; 9 Kasım 2016 20:17
virtuecat - avatarı
virtuecat
Ziyaretçi
20 Ekim 2008       Mesaj #3
virtuecat - avatarı
Ziyaretçi

ATATÜRKÇÜLÜK


Atatürk'ün dünya görüşünün temelinde "muasır medeniyet" dediği Batı Medeniyeti ana fikri yatmaktadır. Atatürk de aslında Doğulu ve İslami bir toplum olan Türk Toplumu için, Tanzimattan beri yenilenme ve kurtuluş yolu olduğuna inanılan Batıya yönelme hareketine inanmıştır. Fakat onun Batıcılığı Tanzimat ve Meşrutiyet devirlerinin Batıcılığı gibi tavizci değil mutak ve radikaldir. Bu sebeple bütüncü ve samimidir.

Atatürk 10 Ekim 1923 de Fransız yazarı Maurice Pernot ya verdiği bir demeçte şöyle söylemiştir: "Türklerin asırlardan beri takip ettiği hareket devamlı bir istikamet muhafaza etti. Biz daima şarktan Garba doğru yürüdük... Memleketimizi asrileştirmek istiyoruz. Bütün mesaimiz Türkiye'de asri binaenaleyh garbi bir hükümet vücuda getirmektir. Medeniyete girmek arzu edipte garba yönelmemiş olan millet hangisidir ?" diyordu.
Atatürk'ün Batıcılığı radikaldi. Gerçekten Atatürk Tanzimat'dan beri gelen Batıcılığın yarattığı ikiliği mesela okulun yanında medrese, adliye mahkemeleri yanında şeriye mahkemeleri, şalvarın yanında pantolon ikiliğini reddetmiştir. Batı medeniyetini bölünmez bir bütün olarak almış, yalnız teknikte, bilim ve felsefede değil edebiyatta, güzel sanatlarda, hukukta duyuş, düşünüş ve yaşayışda da Batılı olmak gerektiğine inanmıştır.

Atatürk'ün dünya görüşünün radikal olması ve bu sebeple kültürle medeniyeti birbirinden ayırmaya imkan vermez görünmesi onun gerçeğini tam yansıtmaz. Atatürk'ün kültürle yapmak istediği batılılaşma yönündeki devrimi sadece Batının metodunu, kalıplarını, ve özellikle batılı düşünüş tarzını getirmektir. Çünkü Türk toplumunun geri kalmasındaki en büyük sebebin kültür ikiliği olduğuna inanmakta, tanzimat batıcılığının ister istemez meydana getirdiği bu ikiliğe son vermek, Batılı zihniyette ve şekiller altında milli bir kültür yaratmak istiyor, aydınla halkın bu kültürle kaynaşmasını istiyordu. Milletine "Ne mutlu Türküm diyene!" haykırısı ile seslenen bir insanın başka türlü düşünmesine imkan yoktur. 1934 de şöyle söylüyordu: "Bir artık grabliyiz. Eski dünyaya hakim eski medeniyetimizle sadece övünerek değil, bütün zincirleri kırarak, son asır medeniyetinin gittiği yollardan yürüyerek, bu seviyenin de üstüne çıkmağa çalışacağız" diyordu. Cumhuriyetin 10. yıldönümü münasebetiyle söylediği tarihi nutuk onun Batı uygarcılığının en içten gelen, en azimli ifadesidir.

Atatürk yeni devrimlerin korunması ve sürdürülmesi için aydınlara güvenmiştir. "Millet iradesi ile milleti temsil edenler münevverler olacaktır. Bunlar yaptığımız veya yapacağımız kanunlarla inkilaplarımızı gerçekleştirecek ve muasır medeniyet seviyesine ulaştıracaklardır." diyordu. Böylece her zaman ve her toplumda geçerli olan bir gerçeği, yani toplumlarda aydınların daima yol gösterici rolünü oynamak durumunda bulundukları gerçeğini açıklıyordu.

Yine 10. yıl nutkunda Cumhuriyeti gençliğe emanet ederken Türk gençliğine olan güvenini ortaya koyan Atatürk devrimlerin bekçiliğinde de Türk gençliğine güvenmiştir. Bu nedenle her yurtsever ve gerçek aydın Türk Atatürkçülük önce kendini yetiştirirek batı medeniyeti seviyesine ulaşmaktır. Bu ilk görev olan devrimlerin bekçiliği için vazgeçilmez şarttır.
Bu itibarla Atatürk'ün dünya görüşü medeniyet değiştirme yönünden daha ziyade mutlak, kültür değişmesi yönünden ise daha ziyade nisbidir. Çünkü medeniyet daha ziyade milletlerarası maddi ve manevi değerler manzumesi olduğu halde kültür, milletlerarası etkilere kapalı olmamakla birlikte, daha ziyade milli değerler bütünüdür.

Milli dava, kişiliğinin devamıdır. Atatürk'ün tarih tezi, dilde sadeleşme istemesi ve kültür alanındaki bilinen diğer devrimci reformları Batı potası içinde Batı etkisine açık bir milli kültür yaratmak içindir.
Netice olarak, Atatürk'ün dünya görüşünün büyük niteliği bir doğma olmaması, realist ve prağmatik olmasıdır. Bu sebeple Atatürkçülük, faşizm ve Komünizm gibi doğmatik ideolojileri red eder, onların maskesi ve kalkanı olarak kullanılamaz.

Atatürk'ün dünya görüşünün realist ve pragmatik, yani faydaya ve eyleme dönük bir dünya görüşü olması onun esnek bir dünya görüşü olmasını, başka bir deyimle, yeni şartlara uymayı kabul etmesini gerektirir. Fakat onun canlılığını ve devamlılığını sağlayan bu realist ve pragmatik olma niteliğinin, yani esnekliğinin bir sınırı vardır. Bu sınır ise Batı medeniyetini meydana getiren duyuş, düşünüş ve yaşayış tarzını, onun hukuki, siyasi ve ahlaki temel ilkelerini kesinlikle ret eden komünist ve fasist ideolojilerdir. Zira bu ideolojiler aslında Batının insanlığa kazandırdığı her çeşit vasıtadan faydalanmakla beraber, ona ters düşen, hatta onu spıtiralist ve hüriyetçi düsünce sistemi ve insan kavramı yönünden inkar eden ideolojilerdir.

Gönderen: Adem AKYOL

_____

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİ
Türk milletinin bugün ve gelecekte tam bağımsızlığa, huzur ve refaha sahip olması, aklın ve bilimin rehberliğinde Türk kültürünün çağdaş uygarlık düzeyine çıkarılması amacı ile temel esasları Atatürk tarafından belirlenen gerçekçi fikirlere ve ilkelere, Atatürkçülük veya Atatürkçü Düşünce Sistemi denir.

Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli, Türk milletinin engin tarihî geleneklerinden haz ve ilham alan Atatürkçü Düşünce Sistemi'ne dayanır. Modern devletlerde devletin üç temel görevi vardır. Bunlar; tam bağımsızlık, millî egemenlik ve millî birliği sağlamaktır. Atatürk, tam bağımsız, millî egemenliğe dayanan, millî birlik ve beraberliğe büyük önem veren bir devlet anlayışını hayata geçirmiştir. Atatürkçülük, devletin rejimi ve işleyişiyle ilgili gerçekçi düşünceleri ve uygulamaları kapsar.


Türk milleti, binlerce yıllık tarihi içinde köklü bir devlet geleneğine sahiptir. Diğer milletler karşısında varlığını bu sayede sürdürmüştür. Devletin millet için önemi, kuvvetli bir gelenek olarak benimsenmiştir. Bunun sonucu olarak devlete bağlılık, kanunlara saygı, devlet-millet kaynaşması oluşmuştur. Atatürk, Türk milletinin sahip olduğu bu devlet geleneğini, çağın gereklerine göre daha da güçlendirmiştir. Atatürk, bir milletin yükselişi ve gerilemesini ekonomiyle bağlantılı görmüştür. "Yeni Türkiye'mizi lâyık olduğu seviyeye yükseltebilmek için mutlaka ekonomimize birinci derecede önem vermek zorundayız." diyerek ekonominin önemini dile getirmiştir. Atatürkçü Düşünce Sistemi, Türk milletinin sosyal ihtiyaçlarını karşılamayı ve ekonomik alanda kalkınmasını sağlamayı hedef alan bir düşünce sistemidir.


Atatürkçülük, aklın ve bilimin rehberliğinde Türk milletini çağdaşlaştırmayı amaçlar. Türk milletine, millî kimliğini kaybetmeden dünya milletleri arasında hak ettiği yeri kazandırmayı hedef alır. Bugün ve gelecekte millî onurumuzdan ve bağımsızlığımızdan en küçük bir taviz vermez. Atatürkçü Düşünce Sistemi, Türk milletinin çağdaşlaşmasında önemli bir yer tutar.

Atatürkçülük, devlet yönetiminde millet egemenliğini esas alan bir sistemdir. Atatürk, Türk milletinin devlet yönetiminde söz ve karar sahibi olmasına büyük önem vermiştir. Bunun en güzel örneğini önce Erzurum ve Sivas kongrelerini toplayıp milletin fikrini alarak göstermiştir. Daha sonra 23 Nisan 1920 tarihinde TBMM'yi açarak milletin devlet yönetiminde söz ve karar sahibi olmasını sağlamıştır. Tarih boyunca hür ve bağımsız yaşamayı amaç edinmiş Türk milleti de Atatürkçü Düşünce Sistemi'ni benimsemiş, bu sistemi yaşatmaya ve yüceltmeye karar vermiştir.

Atatürkçülük, Türk milletinin güven ve huzur içinde yaşamasını hedef alan bir dünya görüşüdür. Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açarak hâkimiyetin millete ait olduğunu göstermiştir. Cumhuriyetin kurulması ile birlikte Türk milleti, kendi yöneticilerini seçerek demokratik yaşam biçimini günlük hayatında uygulayan medenî milletler arasında yerini almıştır.


Atatürkçülüğün temelinde, Türk kültürü ve insanlığın binlerce yıllık yüksek değerleri olan, bağımsızlık, özgürlük, insan ve vatan sevgisi vardır. Atatürk, bu değerleri göz önünde bulundurarak, Osmanlı Devleti'nin yıkıntıları üzerinde millî bir devlet kurmuştur. Türk devletinin güçlenmesini ve halkın mutluluğunu sağlamak, ülke gerçeklerinden ayrılmamak, halka saygılı olmak Atatürkçü Düşünce Sistemi'nin başlıca gayeleridir. Devletimizin gelişip güçlenmesi ve her türlü tehlikeye karşı korunması için Atatürkçülüğün yaygınlaştırılıp benimsenmesi gerekir.

Yrd. Doç. Dr. Muhammed ŞAHİN
_____

ATATÜRKÇÜLÜĞÜN NİTELİKLERİ

Atatürkçülük, Türk milletinin ihtiyaçlarından doğan, toplum hayatına yön veren gerçekçi ve millî bir sistemdir. İlerlemeye ve yenileşmeye açıktır. Atatürkçülük, çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmadır. Atatürkçülük, Türk toplumuna uygun sosyal ve siyasî kurumlar kurarak modern toplum olma demektir.

Atatürkçülüğün temelinde millî kültür vardır. Millî kültür, millî bir dünya görüşü olmasına rağmen evrensel özellikler de taşır. Atatürk'ün yapmış olduğu kurtuluş mücadelesi mazlum milletlerin kurtuluş ümidi olmuştur. Atatürkçülük, hiçbir milleti sömürmeyi ve bağımsızlığını ortadan kaldırmayı amaçlamamıştır. Tüm insanlığın barış ve huzur içinde yaşamasını hedeflemiştir. Atatürk'ün başlattığı bağımsızlık mücadelesi ile birlikte diğer sömürge milletler de Atatürk'ün önderliğinde verilen Türk bağımsızlık savaşını örnek almışlardır.


Atatürkçülüğü oluşturan ilkeler, birbirini tamamlayan bütünün parçaları gibidir. Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, ve halkçılık birbirinden ayrı düşünülemez. Cumhuriyetçilik ilkesi, Atatürk'ün devlet anlayışının temellerinden birini oluşturan millî egemenlik ilkesinin doğal bir sonucudur. Atatürk milliyetçiliği, hürriyet ve insan şahsiyetine değer veren eşitlik fikrine dayanır. Halkçılık ise milliyetçilik fikrinin bir sonucu olarak bütün fertlerin eşit hak, yetki ve sorumluluklara sahip olmasını öngörür. Ayrı ayrı ele alınırlarsa tam olarak anlaşılmazlar. Lâiklik, modern toplum düzeninin oluşmasını sağlayan en önemli ilkedir. İnkılâpçılık bunların toplumda yaygınlaştırılıp kökleşmesini sağlar.


Çağdaş medeniyet düzeyine ulaşmayı amaçlayan Atatürkçü Düşünce Sistemi, akılcı ve bilimcidir. Ülke bütünlüğünün korunması için millî birlik ve beraberliğe önem verir. İnsan hak ve hürriyetlerine saygılıdır. Atatürk'ün "her ilerlemenin ve kurtuluşun anası hürriyettir" sözü bunu çok güzel açıklar. Dünyadaki milletlerin mutluluğu birbirlerinin haklarına saygılı olmaları ile mümkündür. Dünya barışı ancak bu şekilde korunur.

Yrd. Doç. Dr. Muhammed ŞAHİN

_____


ATATÜRK'ÜN DÜŞÜNCE SİSTEMİNİ OLUŞTURMASINA NEDEN OLAN ETKENLER

Atatürkçü Düşünce Sistemi'nin oluşumunda Osmanlı Devleti'nin son dönemindeki olaylar, Atatürk'ün yetiştiği ortam, bazı düşünürlerin fikirleri ve dünyadaki demokratikleşme hareketleri gibi faktörler rol oynamıştır.
Türklerin tarih boyunca kurdukları en büyük devletlerden biri olan Osmanlı Devleti'nin çöküşü yapılan ıslahatlara rağmen durdurulamamıştı. Fransız İhtilâli ile yayılmaya başlayan milliyetçilik fikri bu parçalanmayı hızlandırdı. Türkleri, Avrupa'dan ve Anadolu'dan çıkarmak isteyen İngiltere, Fransa, Avusturya ve Rusya milliyetçilik fikrini Osmanlı Devleti'ni yıkmak için kullandılar. Önce, Balkanlar'da Yunanlılar ve Sırplar ayaklanıp Osmanlı Devleti'nden ayrıldılar. Rusların kışkırtmalarıyla Ermeniler de Doğu Anadolu'da ayaklanmaya başladılar. Diğer taraftan, İngilizler Doğu Akdeniz'de söz sahibi olabilmek için 1882'de Mısır'ı işgal ettiler.

Devletin ekonomik durumu da perişan bir vaziyetteydi. Kapitülâsyonların etkisiyle ülke, Avrupa devletlerinin açık pazarı hâline gelmiş, yerli sanayi kurulamamıştı. Sık sık yapılan ve yenilgiyle sonuçlanan savaşlar, ekonomiyi çökerten bir başka sebepti. Dışarıdan alınan borçlar ödenemediği için alacaklı devletler, Osmanlı Devleti'nin gelirlerine el koymuşlardı.

Devletin hızla parçalanmaya doğru gittiğini gören aydınlar, padişahın yetkilerinin sınırlandırıldığı bir yönetim şekli kurulursa kurtulmanın mümkün olabileceğini ileri sürmeye başladılar. Aydınların zorlamasıyla 1876 yılında Birinci Meşrutiyet ilân edildi. Birinci Meşrutiyet Dönemi uzun sürmedi. 1878'de meşrutiyet yönetimine son verildi. 1908'de İkinci Meşrutiyet ilân edildi.

Mustafa Kemal Atatürk, işte bu olayların yaşandığı bir ortamda doğup büyüdü. Askerî okulda okuduğu sırada, pek çok kitap okuyup, dünyada meydana gelen siyasî, ekonomik, sosyal, kültürel ve bilimsel gelişmeleri izledi. Ayrıca zamanın en önemli dili olan Fransızca'yı öğrendi. Osmanlı Devleti'nin karşı karşıya bulunduğu siyasî, ekonomik, sosyal, kültürel ve askerî sorunlarla yakından ilgilendi.


Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Devleti yıkılırken, Türk milletinin kurtuluşu için mantıklı bir yol bulunması gerekiyordu. Bu yol, Türk milletinin hür ve bağımsız bir şekilde yaşayabilmesi için, yeni bir devletin kurulması idi. Çünkü milletlerin bağımsız yaşamaları devlet kurmakla mümkündü. Başta, Ziya Gökalp olmak üzere, bazı aydınlar tarafından savunulan Türkçülük fikri, Mustafa Kemal'i büyük ölçüde etkiledi.


Mondros Ateşkes Anlaşması'ndan sonra, başlatılan ölüm kalım savaşı Türkçülük fikrinin ürünüdür. "Ya istiklâl ya ölüm." parolasıyla başlatılan Millî Mücadele, millî egemenliğe dayalı bir devlet kurmayı amaçlıyordu. Tarih boyunca büyük devletler kuran Türk milletinin bağımsızlığına kavuşturulması onun en büyük ülküsü idi. Atatürk, gücünü tarih boyunca bağımsız yaşamayı ilke edinmiş olan Türk milletinden aldı.


Milletimizi benliğine ve egemenliğine kavuşturarak demokratik bir düzen içinde çağdaşlaşmasını sağlayan Atatürkçü Düşünce Sistemi; çeşitli olayların akıl yoluyla değerlendirilmesi ve tarih bilinciyle yorumlanmasıyla oluşmuştur.

Yrd. Doç Dr. Muhammed ŞAHİN


kaynak: T.C. Milli Eğitim Bakanlığı
Son düzenleyen Safi; 9 Kasım 2016 20:11
virtuecat - avatarı
virtuecat
Ziyaretçi
20 Ekim 2008       Mesaj #4
virtuecat - avatarı
Ziyaretçi

EYLEMSEL DÜŞÜNÜR OLARAK ATATÜRK

Atatürk'ün bir eylem adamı olduğu, onda bir düşünürde aranacak niteliklerin aranamayacağı biçimindeki sav yaygındır. Ancak, baş kahramanı olduğu olaylara bir göz atmak bile aksi kanıyı uyandırmaya yeterlidir: Atatürk Samsun'a ayak basmadan önce yüklendiği tarihsel görevin ne olduğunu saptamış ve amaca varmak için uygulayacağı programı kesinlikle tasarlamıştı. Kendisini olayların akışına hiç bir zaman kaptırmayıp, tam tersine onları kendi lehinde yönlendirmeyi, onlardan yararlanmayı başarmış olması da, esasen, ancak bu bilinçliliği ile açıklanabilir. Fikirlerinin berraklığı, kurucusu olduğu kurumlarda yansıyan dahiliğinin parıltıları, ona çağdaş İslam evreninin en büyük düşünürlerinin eriştikleri noktanın çok ötesinde; çok üstünde ayrı bir yer sağlamaktadır: söylevlerinin incelenmesinden edinilen kanı budur.

Eseri insanın karşısında anıtsal bir gerçek olarak durduğu için, Atatürk'ün fikir yönü gözden kaçmaktadır. Fikirlerini gerçekleştirmeyi başarmış olması adeta bir kusur gibi yüzüne vurulmak istenmektedir: oysa fikirler, gerçekleşmekle, ideal düzeydeki anlamlarını ve değerlerini yitirmezler.

Dendiği gibi, onu eylemce iten, düşüncesidir. Düşüncesi o kadar güçlü ve özgün bir düşüncedir ki, nedeni ve parçası olduğu eylemleri, yepyeni bir ışık altında görür', onlara yeni boyutlar kazandırır. Gerçekten de yetenek sahibi her''hangi bir Türk generali direnme hareketinin başına geçip günün birinde Sakarya kıyılarında yurdu istila eden düşmanla muharebeye tutuşabilir ve onu yenebilirdi. Ancak, "Kahraman Türk neferinin Anadolu muharebelerinin manasını anlaması, yeni bir mefkûre ile muharebe etmesi" yalnızca Atatürk tarafından sağlanabilirdi. Muharebeyi izleyen günlerde, uyanan bu yeni bilinci ülkeyi coşturan bu yeni ideali gözleyen bizzat kendisidir: Atatürk yalnız geleneksel düşüncenin sınırlarını parçalayıp kolayca aşan bir devrimci değildir; o aynı zamanda olaylara olduğu kadar kendi düşünce dünyasına bilincinin ışığını tutan bir düşünürdür. Devrimi sürdürerek, ilkeleri uyarınca saltanatı ve daha sonra hilafeti ortadan kaldırıp Cumhuriyeti ilan ettiği, bir takım cüretli atılımlarla ülkenin genel görünümünü değiştirdiği yıllar boyunca, Sakarya muharebesi yeni bir anlam ve önem kazandı. Sakarya muharebesi "Doğunun, Batı uygarlığını, Batıya karşı savunduğu muharebe" olarak tarihe geçmeye hak kazandı.

Öte yandan eylemini, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet dönemleri olmak üzere, iki döneme ayırmak âdet olmuştur. Kurtuluş savaşında asker olarak parlak zekâsını ortaya koyduğu, Cumhuriyetin ilanından sonra ise devlet adamı ve reformcu olarak sivrildiği ileri sürülür. Bu sav, eserini çok yanlış ya da maksatlı açıdan görenlerin savıdır. Çünkü yazılı ve sözlü beyanları hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak bir kesinlikle tam tersini kanıtlamaktadır. Devrimin özünü oluşturan esaslar 1919-1923 yılları arasında hem uygulamaya temel olmuş, hem de birer ilke olarak dile getirilmiştir. Bu da göstermektedir ki Cumhuriyet dönemiınde başarılan işler ne kadar önemli ve çarpıcı olursa olsun, gene de bu öncüllerin doğal ve zorunlu birer sonucudurlar.


Gerçekten, Wilson ilkelerine baş vurmak ve böylece impâratorluğun ve saltanatın temelini oluşturan Osmanlılık ilkesine ilk ciddi darbeyi indirmek suretiyle Türk ulusçuluğu esaslarına dayanan programı kaleme alması, Samsun'a ayak basmasını izleyen günlere rastlar. Gene o günlerde ulusal egemenlik ilkesinin ilanını hazırlayan beyanlarda bulunur. Milli Misak ve anayasa, savaşa girişilirken kaleme alınmıştır: bunu belirten bizzat kendisidir. Ayrıca, ekonomik temelleri sağlam bir devlet yaratılmasını, akılcı ve ulusçu bir eğitim kurulmasını, Cumhuriyetin ilanından önce talep etmiştir. Nihayet, savaş süresince çok büyük bir ihtilalin gerçekleştiğini idrak eden gene kendisidir. Atatürk'ün çok yönlü kişiliğini daha iyi anlamak için bir özelliği göz önünde tutulmalıdır: Atatürk Türk ulusunun ortak bir duygusunu, din duygusunu sömürmekten - bunun tükenmez bir manevi güç kaynağı olacağını bildiği halde - kesinlikle ve sistemli olarak kaçınmıştır. Hiç bir zaman müttefiklere ve Yunanlılara kutsal savaş ilan etmemiştir. Ulusçuluk ilkesini bayrak edinmiş ve, yığınların anlayışsızlığını yenmek zorunda kalacağını, şiddetli bir direnme ile karşılaşacağını bildiği halde, ulusta bu yeni bilinci uyandırmaya çalışmıştır. Bu yüzden Anadolu'da yer yer ayaklanmalar olmuştur; onun bu, temel ilkeler konusunda ödün vermeme kararı, Ankara hükümetinin direnişi örgütleme çabasını çok güçleştirmişse de, toplumu ileride başlatılacak olan yenilik hareketlerine hazırlama bakımından yararlı olmuştur.


Bu kadar aydınlık ve berrak bir zekâya sahip olan bir insanın kendi eserinin anlam ve değerini kavrayamayacağı düşünülemez. Hukuk okulunun açılması münasebeti ile, Ankara'da söylediği söylevde devrimin geçirdiği aşamaları ana hatları ile dile getirir: Atatürk'ün gözünde başarılan ihtilal o denli önemli ve geçmiş ihtilallerin hepsinden nitelik bakımından o kadar farklıdır ki ona bir başka ad vermek gerekir: Gerçekten de, bu ihtilal sayesinde Türk toplumu tümüyle dünyaya dönük - yani akılcı ve laik - yepyeni bir zihin yapısı edinmiştir.


Prof. Dr. Suat SİNANOĞLU

_____

HALİFELİĞİN KALDIRILMASI

Kısa zamanda, içteki ve dıştaki bazı gelişmeler gösterdi ki, halifelik kaldırılmadığı takdirde, "millet egemenliği" ilkesi her an tehlikeye düşebilecek; zamanla halife egemenliğe ortak olmağa kalkışacaktı. İslâm hukukuna göre, halifenin görev ve yetkilerinin sadece dinî konularla sınırlı olmayacağı, hilâfet makamında oturan kisinin mutlaka dünyevî siyasî iktidara da sahip olması gerektiği tezi, daha ilk günlerden itibaren, hilâfet yanlıları tarafından ileri sürülmeğe başlanmıştı. Yurt dışında, İngilizlerin etkisi altındaki Ağa Han, halife ile Ankara Hükümeti arasındaki ilişkilere karışmağa kalkıştı. Bazı din adanılan ve siyasetçiler "hilâfetin hak ve görevlerini hiçbir meclisin sınırlayamayacağım" ileri süren propagandalara giriştiler. Şartlar halifeliğin kaldırılmasını zorunlu hâle getirmişti.

1 Mart 1924'te, yeni seçilen II. dönem TBMM'nin toplantı yılını açarken, Atatürk, önemli bir konuşma yaparak şu gerçeği belirtti: "Millet cumhuriyetin, bugün ve gelecekte, her türlü saldırıdan kesin ve ebedî olarak korunmasını istemektedir. Çağdaş ve medenî yönetimin bütün gereklerini basit ve çabuk şekilde memlekette tatbik etmek icap eder."


3 Mart 1924'te halifeliğin de kaldırılmasıyla, 1919'da başlamış olan "millî egemenlik" hareketi tabiî sonucuna ulaştı; egemenliğin bütünüyle millete ait olduğu ilkesi, beş yıl süren bir gelişme sonunda, devlet yapımıza tam anlamıyla yansımış oldu.


Prof. Dr. Turhan FEYZİOĞLU

_____

HARF İNKILÂBI


1 Kasım 1928'de, daha Önce Türkçeyi yazmak için kullanılan Arap harfleri yerine Lâtin esasından alman harfler, Türk dilinin özelliklerini belirten işaretlere yer vererek Türk harfleri adı ile 1353 sayılı kanunla kabul edilmiştir. Harf İnkılâbı yazı dilinde kullanılan Arap harflerinin yerine yeni Türk harflerinin alınmasını ifade eder.

Arap harfleri, Arap diline çok iyi uymakla beraber, Türk dili için yetersiz ve elverişsizdi. Türkçe, Arap harfleri ile kolay yazılıp okunamıyordu. Konuşulduğu hâlde yazılamıyor, yazıldığı gibi okunamayan bir yazı dili söz konusu olmakta idi. Okuyup yazmayı kolaylaştırmak ve yaymak, modern eğitim ve öğretimin gerçekleşmesine çalışmak ancak Harf İnkılâbı ile sağlanabilirdi.


Harf İnkılâbı, 1000 yıllık Arap harfleri ile yazı yazmak geleneğini yıkarak, batı kültürü ile yakınlaşma sağladığından, Atatürk'ün önderliğinde kültür inkılâbına yol açan, büyük bir inkılâptı. Sosyal, kültürel ve siyasî alanda geniş yankılar yaratmıştı.


Türk milletinin düşüncesine şekil veren yazı, Arap fonetiğine, Arapçanın özelliklerine uyan yazı olamazdı. Türk milletinin düşüncesine uyan yazı, Lâtin alfabesinden alınan, Türk dilinin özelliklerine uyan Türk harfleri olabilirdi. Harf İnkılâbı ile Türk düşüncesi bu kolay ve en akılcı bir yolla şekil almış, kültür hazinesinin zenginleşmesine imkân vermiştir.


Atatürk, Harf İnkılâbını, sadece kolay okuyup yazma için bir yazı tekniği meselesi olarak ele almamıştır. Lâtin alfabesinden alınan Türk harfleri, batı uygarlığına katılma işini de kolaylaştırmıştır. Harf İnkılâbı aynı zamanda, dilde reform yolunu açacaklara bir dayanak olmuş ve onlara güç kazandırmıştır. Dilde sadeleştirme, Türkçeleştirme akımına hız vermiştir.


Harf İnkılâbı, kolay okuyup yazma yanında okuma alışkanlığını da artırmış ve yaymıştır. Harf İnkılâbının en Önemli yönü, Kültür İnkılâbının temel yapısını teşkil etmesi, Türk kültürünün gelişmesine imkân vermiş olmasıdır.

Prof. Dr. Hamza EROĞLU

_____


ATATÜRK'Ü HUMANİST BİR PERSPEKTİFTE KAVRAMAK

Atatürk'ün kişiliğini ve eserini incelemiş olan tarihçileri yanıltan çeşitli etkenlerin var olduğu kabul edilmelidir. Mussolini'nin ve Hitler'in çağdaşı olması, bir takım karşılaştırmalara ve benzetmelere yol açmıştır: günün geçerli yöntemi olan pragmatik ve pozitivist yöntem bu yoldaki çalışmalara hız kazandırmıştır. Ancak pragmatik ve pozitivist yöntem her şeyin yüzeyinde kalan, derine işlemeyen bir yöntemdir: böyle olduğu için de, geçerli bir yöntem olabilmesi ya da, hiç olmazsa, büyük yanılgılara yol açmaması için, bizzat olayların akla ve mantığa uygun olmaları ve gene akla uygun ve mantıklı koşullardan kaynaklanmaları gerekir. Ne var ki bu yöntem batı evreninden, yani içinde doğduğu evrenden farklı bir evrenin sorunlarını incelemek için kullanıldığı zaman tümüyle yetersiz olduğunu ortaya koymakta gecikmemektedir.

Pragmatik yöntem Atatürk'ün, tıpkı Mussolini ve Hitler gibi, ülkede tek partili bir düzen kurmuş olduğunu saptamakla yetinir. Gözlemleri bu olay üzerinde odaklanır; değişik ülkelerde aynı sonucu doğuran çok değişik ve özel koşulların bulunabileceğini hesaba katmaz ve böyle bir araştırma ile kendini görevli saymaz: olayların nedenlerini incelemeye yanaşmaz. Güdülen amaçların ne olduğu ile de ilgilenmez. Oysa Atatürk ile Avrupalı diktatörler arasındaki büyük fark, güdülen değişik amaçlardadır. Mussolini ile Hitler Fransız ihtilalinin ilkelerine cephe alırlar ve, demokrasinin kokuşmuş bir yönetim biçimi olduğu savı ile, aslında diktatörlüğün övgüsü olan yeni bir devlet kuramı oluşturmaya uğraşırlarken, "diktatör" Atatürk kent kent dolaşıyor, cumhuriyet rejiminin yararlı yanlarını anlatmaya çalışıyordu; "Cumhuriyet idaresi faziletli ve namuskâr insanlar yetiştirir; sultanlık korkuya, tehdide müstenit olduğu için korkak, zelil, sefil, rezil insanlar yetiştirir" diyordu. Takriri sükûn yasasının yürürlükte olmasından yararlandıysa "yalnız ve ancak bir noktai nazardan istifade etmiştir...

O noktai nazar şudur: Türk milletini, medeni cihanda, lâyık olduğu mevkie ıs'at etmek ve Türk Cumhuriyetini sarsılmaz temeller üzerinde, her gün, daha ziyade takviye etmek için" yararlanmıştır. Bu ise, ancak bir koşulla, "istibdat fikrini öldürmek" koşulu ile olanaklıydı. De facto diktatörce olmakla beraber, kurulan rejim demokrasi ilkelerine inancını ilan eden ve toplumu demokratik ideale göre eğitmeyi amaç edinen bir rejimdi. Nesnelerin gözle görülür somutluğundan başka gerçek tanımayanlar için bu oldukça karışık bir durum gibi gözükebilir; ancak, ister çapraşık diye nitelensin, ister öngörüşlü olarak kabul edilsin, bu davranış Türk toplumuna 1945 'te çok partili rejime geçme ve, ülkeyi herhangi bir bunalıma sürüklemeksizin, 1950 seçimlerinde bir çeyrek yüzyıl süre ile ulusun yazgısını elinde tutmuş olan Cumhuriyet halk partisini iktidardan uzaklaştırma olanağını vermiştir.

Eserinin yanlış anlaşılmasına yol açan ikinci bir etken, 1917'de Rusya'da patlak veren komünist ihtilalidir. Atatürk'ün siyasal ve toplumsal kurumların laikleştirilmesi için gösterdiği çaba, kötü niyet ya da bilgisizlik yüzünden, marksizmin öğretisel ateizmi ile sık sık karıştırılmıştır.


İşte bu çeşit yanılgıların önlenmesi ve Atatürk üzerine bugün hâlâ özlemi duyulan ciddi bir eserin yazılabilmesi için, onun Mecliste ve Meclis dışında söylediği söylevleri ve özellikle 1927 yılında okuduğu Büyük Nutuk'unu okumak ve iyi anlamak gerekir. Bu o kadar kolay bir iş değildir; çünkü Atatürk'ün düşüncesini ve eserinin taşıdığı anlam ve değeri gerçekten anlayabilmek için iki ayrı evreni kapsayan geniş bir bilgiye gerek vardır: batının humanist değerlerini olduğu kadar, kuramsal eserlerden çok günlük hayatın gerçekliğinde beliren İslamlığın ruhunu tanımak zorunluluğu vardır. Oysa, batılı bilginler genellikle devrimin, kendi evrenlerine hiç te yabancı olmayan amaçlarını çok iyi anlamakla beraber, devrimin fikirsel ve manevi alanlarda harcamak zorunda kaldığı çabayı ölçecek, devrimin taşıdığı evrensel nitelikteki değeri kavrayacak güce sahip değildirler; bunun nedeni; bir yandan batılı olmayan dünyayı tanımamaları, bir yandan da kullandıkları pragmatik yöntemdir. Doğulu bilginlere gelince, bunlar batıyı çok yüzeysel bir biçimde tanımaktadırlar ve, Atatürk'ün çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma yolunda harcadığı çabanın büyüklüğünü değerince anlamakla beraber, devrimin gerçek amaçlarının ne olduğunu saptamak ve dolayısıyla devrimi fikir düzeyinde değerlendirmek gücünden yoksundurlar.


Ruhuna erişilmesi ne kadar zor olursa olsun, Nutuk, Atatürk'ün kişiliğini ortaya koymak isteyen için en önemli kaynaktır. Böyle olduğu halde, bugüne kadar hiç bir ciddi incelemeye konu edilmemiş olması dikkat çekicidir.

Onu gerçekten anlayanlar için, Nutuk edebi ve tarihsel değeri ilk bakışta göze çarpan önemli bir eserdir. Bizim kanımıza göre, Nutuk biçim ve içerik bakımından Türk nesrinin en büyük eseridir.

Tarih eseri olarak, değeri her ölçünün üstündedir: tarih eserinden olayların gerçeğe uygun bir anlatımı ve mantığa uygun bir yorumu anlaşılıyorsa, 1919-1927 yılları arasında yer alan olayların bu anlatımından ve bu yorumundan daha kusursuz bir şey düşünülemez; çünkü yazar o olayları tasarlayıp gerçekleştiren insandır. Böylece Thukydides'in dilediği ideal durum oluşmuş olmaktadır. Atatürk'ün söylevi, tıpkı Thukydides'in tarihi gibi, bir tarih ve sanat eseridir, ve nasıl Thukydides'in eserinde devlet adamlarına atfedilen söylevler çıplak olayları fikir yönünden aydınlatıyorsa, Atatürk'ün Nutuk'unda da gönderilip alınan telgrafların metinleri okuyucuyu Kurtuluş savaşının manevi ortamına sokuyor; bununla da kalmayıp, geçen olayların en derin nedenlerini ortaya koyuyor. Nutuk'a geçirilen bu metinler birer gerçek belgedir; bu nitelikleri ile, Thukydides'in tarihine serpiştirdiği söylevlerden daha büyük bir değer taşırlar. Bundan daha önemli olmak üzere, o metinler bize asıl savaşımın muharebe meydanlarında değil, telgraf makinelerinin başında sürdürüldüğünü göstermektedir.


Değinilmesi gereken önemli bir konu daha var: Atatürk devriminin fikirsel değerini hiçe indirmekte çıkarı olanlar, onun eserinin geçmiş çağlarda girişilen reform hareketlerinin yalnızca bir devamı olduğu görüşünü ileri sürerler; kişisel bir yargıya varma gücünden yoksunluğu bilimsel nesnelliğe sıkı bir bağlılık biçiminde anlayanlar da bu sava katılırlar. Devrimin önceki dönemlerin olaylarını izlediği, önceki dönemin tarihine bağlandığı kuşkusuz yadsınamaz. Ancak Atatürk'ün düşüncesi ile Osmanlı yenilikçilerinin düşüncesi arasındaki farkın öz farkı olduğu da ancak körü körüne yan tutanlarca reddedilebilir. Bu fark bir derece farkı değil, bir nitelik ve ruh farkıdır.


Özellikle ticaretle ilgili bir çok maddelerinin şeriat esaslarını açıkça çiğnediğini bildiğimiz Mecelle'nin hazırlanması ile - İsviçre vatandaşlık yasasının hemen hemen eksiksiz bir çevirisi olan - Türk vatandaşlık yasasının, nisan 1926 tarihinde Türkiye'de yürürlüğe konması ve böylece yeni bir hukuk düzeninin kurulması arasındaki fark ne ise, bu iki düşünce arasındaki öz farkı odur. Aynı zamanda Peygamberin temsilcisi olması dolayısıyla, uyruklarının dünyasal ve ruhsal efendisi durumunda olan bir hükümdarın, kurulmasına razı olup izin verdiği bir parlamentolu rejimle, ulusal egemenlik ilkesine dayanan cumhuriyetçi ve laik bir rejim arasındaki fark ne ise, o iki düşünce arasındaki fark ta öyle bir ruh farkıdır. Nihayet, Sokrates'le davranışlarının bir örneğini Platon'un Phaidros'unda gördüğümüz sofistleri karşı karşıya getiren bakış açısındaki farklılık ne ise, bu da öyle bir farklılıktır.


Sokrates, halkın çabucak kanıp inanma mizacı ile alay eden; Oreithyia adlı genç kızın Bora tarafından kaçırıldığına inanmayıp, rüzgârın kızı, kayaların üstünde arkadaşı Pharmakeia ile oynarken itip aşağıya yuvarlamış olacağını düşünen sofistlerin görüşüne uymayı reddeder. Eski mythosların bu biçimde, akılcı bir zihniyetle, yorumlanmasında onun için çekici bir yan yoktur; yararını da görmemektedir. Onun tutumu başkadır: bu halk öyküsündeki şiir havasını beğenir, ancak bu masalı mantığın ölçülerine vurarak incelemeyi reddeder. Mythosun yeri mythos alanıdır; bu alanı felsefe araştırmaları alanından ayrı tutar. Oreithyia ile Bora efsanesi onun gözünde halkın ince ruhunu dile getiren güzel bir masaldır, o kadar. Sofistler ise akılcı yorumları ile efsanenin şiir havasını bozmakta, buna karşılık gerçeği bulgulama yolunda tek adım atamamaktadırlar. Sokrates'in sofistleri eleştirmesinin nedeni budur.


Aslına bakılırsa, Sokrates geleneklere sofistlerden daha saygılıdır. Ancak yığınlar bunu kavramakta güçlük çekerler; onların kanılarında mantığın yeri pek yoktur. Halk yığınları ciddi bir zihin çabası gösterme gücünden yoksun olduğu için daima ödünlü uyuşma yoluna sapanlarla beraberdir. Sofistlerin davranışı böyle bir ödünlü uyuşmadan -eski değer yargıları ile yeni görüşleri birlikte koruma olanağını veren bir ödünlü uyuşmadan - öteye varmaz. Sofistler mythosu bir yana itmiyorlar; kayaların üzerinde oynarken birdenbire yok olan Oreithyia'nın anısına bir bakıma bağlıdırlar. Bambaşka bir biçimde yorumlamakla beraber onlar efsanenin verilerini kabul ediyorlar. Hiç bir şeyi yıkmıyorlar, ortadan kaldırmıyorlar; eski bir öyküyü çağdaş anlayışa, günün görüşlerine ve duygularına uydurmakla, yani modernleştirmekle yetiniyorlar. Oysa Sokrates yıkıyor, yok ediyor. Tanıma kaynağı olarak mythoslar, tanıma kaynağı olarak ataların aktardığı bilgiler onun için geçersiz şeylerdir. Hakikatin kaynağı, devletin manevi ve toplumsal düzenine temel oluşturan ilkelerin kaynağı onun için artık gelenekler değil, akıldır. Bu durumda sofistler yenilikçidir, ama Sokrates ihtilalcidir. Onun Atina mahkemesi tarafından ölüme mahkûm edilmesinin gerçek nedeni bu ihtilalciliğidir.


29 Ekim 1923'te Cumhuriyetin ilanını izleyen dönem, coşkulu bir etkinlik ve yaratma dönemidir. Atatürk'ün burada çizilen manevi portresi göz önünde tutulursa, büyük devrimi meydana getiren - laik devletin kurulması, Arapça ve Farsça nın okullardan kaldırılması, öğretimde çağdaş bilimlere ağırlık verilmesi, ülke kapılarının batı tekniğine açılması, din esasına dayanan yasanın yerine İsviçre vatandaşlık yasasının ve İtalyan ceza yasasının konması, Arap harflerinin kaldırılıp Latin harflerinin kabul edilmesi, Avrupalı örneklerine uygun bir çok toplumsal ve kültürel kurumlarla bir çok eğitim ve sanat kurumlarının kurulması, giyim kuşamda batıya uyulması gibi - büyük atılımların bu kadar kısa bir zamana nasıl sığdırılmış olduğu daha iyi anlaşılır. Birbirini süratle izleyen bu aşamaların son amacı ülkeyi, önceden ve özenle hazırlanan bir plan gereğince, özü ve görünümü ile baştan başa değiştirmektir.


Radikal yenilenmeden Atatürk'ün anladığı, toplumun tümüyle de olsa sadece maddi yaşamının değişmesi değil, onun kültürel ve manevi yaşamının da özlü bir değişmeye uğramasıydı. Yeni değerlerin kabul edilmesini yeterli bulmuyordu; istediği, bu değerlerin kişilerin zihnine işlemesi, onların zihin habitus'u haline gelmesiydi.


Pratikte imparatorluğun bütün ticaretini Müslüman olmayan azınlıkların tekeline bırakan ve böylece - dinin koyduğu ticaret yapma yasağının da yardımı ile - Türk ulusunu etkin yaşamdan uzak tutup onu tam bir hareketsizliğe zorlayan kapitülasyonların kaldırılması, Türk toplumunun bundan sonraki atılımını olumlu yönde etkilemiştir.


Prof. Dr. Suat SİNANOĞLU

_____


ATATÜRK İLKELERİ'NİN AMACI

Millî Mücadele'miz başarıyla sonuçlanıp bağımsızlık kazanılmıştı. Fakat son yüzyıllarda milletimizin içinde bulunduğu geri kalmışlık devam ediyordu. Bu durumu ortadan kaldırmak için Türk toplumunu aklın ve bilimin öncülüğünde çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak gerekiyordu.

Atatürk'e göre çağdaş milletler, bu niteliklerini bilim ve teknolojiyi kendilerine rehber ederek kazanmışlardı. O hâlde, Türk milletine de her alanda yol gösterecek tek rehber, bilim ve teknik olmalıydı. Bu bakımdan ilim ve fennin dışında rehber aramak Atatürk'e göre gafletti, cahillikti ve doğru yoldan sapmaktı.


Atatürk, Onuncu Yıl Nutku'nda "Türk milleti, millî birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir" diyerek millî birlik ve beraberlik açısından dayanışmanın önemini vurgulamıştır. Atatürk ilkelerinin amacı, Türk milletinin birlik, beraberlik içinde onurlu ve mutlu bir hayat sürmesini sağlamaktır. Bağımsız ve güçlü bir Türkiye, ulaşılmak istenen başlıca hedeftir. Türkiye Cumhuriyeti'nin gelişmesi, güçlenmesi ve sonsuza kadar bağımsız yaşaması varılmak istenen nihaî sonuçtur. Bunun için yeni Türk devleti, Atatürk ilkeleri ile çağdaş temeller üzerinde kuruldu.


Türkiye Cumhuriyeti'nin dayandığı Atatürk ilkeleri; "Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Lâiklik ve İnkılâpçılık" tır. Bu ilkeler 1937 yılında anayasaya girdi. Türkiye Cumhuriyeti'nin niteliklerini belirleyen bu ilkelerin öğrenilerek, davranış hâline getirilmesi gerekir.

Yrd. Doç Dr. Muhammed ŞAHİN



kaynak:
T.C. Milli Eğitim Bakanlığı
Son düzenleyen Safi; 9 Kasım 2016 20:13
virtuecat - avatarı
virtuecat
Ziyaretçi
20 Ekim 2008       Mesaj #5
virtuecat - avatarı
Ziyaretçi

ATATÜRK İLKE VE İNKILÂPLARI'NIN DAYANDIĞI ESASLAR

Atatürk ilke ve inkılâplarının dayandığı sosyal, siyasal, kültürel ve tarihî temeller vardır. Değişik konularda değindiğimiz bu esasları, toplu olarak şöyle sıralaya
biliriz:
- Millî tarih bilinci,
- Vatan ve millet sevgisi,
- Millî dil,
- Bağımsızlık ve özgürlük,
- Egemenliğin millete ait olması,
- Millî kültürün geliştirilmesi,
- Türk toplumunun çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarılması,
- Türk milletine inanmak ve güvenmek,
- Millî birlik ve beraberlik,
- Ülke bütünlüğü.

Millî Tarih Bilinci


Millî tarih bilinci, fertlerin ve milletlerin tarihlerine ve geçmişlerine bağlılıkları, tarihlerindeki övünülecek olaylar ve şahsiyetler ile gurur duymaları, onlardan cesaret ve örnek almalarıdır. Böylece geçmişteki kötü olaylardan ders alarak böyle durumlara bir daha düşmemeleridir. Tarih bilincinin uyandırılmasında millî günlerimizin ve zaferlerimizin büyük bir yeri vardır. Bundan dolayı, millî günlere milletçe gereken önem verilmelidir. Millî değerlerine sahip çıkmayan, onları yeni nesillere aktarmayan milletler, yaşama güçlerini kaybederler.

Vatan ve Millet Sevgisi


Vatan; atalarımızın kan dökerek, can vererek bizlere miras bıraktığı, üzerinde yaşadığımız kutsal topraklardır. Bu uğurda her türlü fedakârlığı bizim de yaparak kendimizden sonra gelenlere bu emaneti teslim etmemiz lâzımdır. Bu da ancak vatanını ve milletini sevmekle olur.

Millî Dil


Türk milletini bir arada tutan, birlik ve beraberlik içinde yaşamasını sağlayan en önemli faktörlerden birisi de millî dilidir. Dil, millî birlik ve beraberliği korumada en etkili güçtür. Dil millî duyguyu geliştirerek, bağımsızlığın korunmasını sağlar.

Bağımsızlık ve Özgürlük


"Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir." diyen Atatürk, yeni
Türk devletini bu düşünceden ilham alarak kurmuştur.
Hür ve bağımsız olmayan bir millet, istediği gibi hareket edemez. Bunun için
Atatürk yeni Türk devletini hür ve bağımsız temeller üzerine kurmuştur.

Egemenliğin Millete Ait Olması


Atatürk ilke ve inkılâpları millet egemenliğine dayanır. Türkiye Cumhuriyeti
Devleti, egemenlik kayıtsız şartsız milletindir ilkesi ile kurulmuştur. Atatürk, inkılâplarını bu ilkenin ışığında gerçekleştirmiştir.

Millî Kültürün Geliştirilmesi


Millî kültür, millî benliğin gelişmesinde, güçlenmesinde önemli rol oynar. Bundan dolayı Türk milleti için millî kültür hayatî önem taşır. Millî kültür dinamik ve gelişmeye açık olmalıdır. Aksi takdirde çağdaş kültürlerin gerisinde kalır.

Türk Toplumunun Çağdaş Uygarlık Düzeyinin Üstüne Çıkarılması


Atatürk'ün en büyük amacı, Türk milletini çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarmaktır. Atatürk Türk milletinin çağdaşlaşmasını her şeyden önce bir hayat davası ve var olma mücadelesi olarak kabul etmiştir.

Türk Milletine İnanmak ve Güvenmek


Atatürk'ün Türk milletine inancı ve güveni sonsuzdur. Millî Mücadele'ye Türk milletine güvenerek başlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni kurarken, Türk milletine olan sonsuz inanç ve güvenini hiç yitirmemiş, ilke ve inkılâplarının en güzel şekilde uygulanacağına inanmıştır.

Millî Birlik ve Beraberlik


Atatürk'ün en büyük amaçlarından biri de ülkede millî birlik ve beraberliğin sağlanmasıdır. Atatürk ilke ve inkılaplarının dayandığı temel esaslar, Türk milleti için büyük önem taşır. Çünkü Türk milleti bu temel esaslara sahip olduğu sürece hür ve bağımsız yaşayabilir.

Ülke Bütünlüğü


Ülke bütünlüğü, devletin fizikî unsurunu meydana getiren ülkenin birliğini, bütünlüğünü ve bölünmezliğini ifade eder. Ülke bütünlüğü, ilk defa Erzurum Kongresi'nde "millî sınırlar içindeki vatan bir bütündür. Ayrılık kabul etmez" kararı ile belirlenmiştir. Sivas Kongresi'nde de aynen kabul edilerek, Misak-ı Millî ile milletçe uygulanan bir politika hâline gelmiştir.

Atatürkçülük, dinamik bir düşünce sistemidir. Çünkü daima geleceğe yöneliktir. Dinamik ideal, üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde millî birlik ve millî duyguyu meydana getiren Türk milletine ilişkin nitelikleri geliştirmeyi sağlayan hedefler ile Türk milletinin maddî hedefleri vardır. İkinci bölümde kişisel amaçlar bulunmaktadır. Fertlerin kültürlü olmaları, kişisel, sosyal ve millî güvenlik ideali birlikte ele alınmaktadır. Üçüncü bölümde ise manevî ve maddî hedeflere ulaşmamız için nasıl bir millî kültüre sahip olmamız gerektiği açıklanmaktadır.

Yrd. Doç. Dr. Muhammed ŞAHİN
_____

ATATÜRK İLKELERİ'NİN ORTAK ÖZELLİKLERİ

Atatürk ilkelerinin çeşitli ortak özellikleri vardır. Bu özellikler şunlardır:
- Atatürk ilkeleri Türk toplumunun ihtiyaçlarından doğmuştur. Bunların kabul edilmelerinde ve benimsenmelerinde, herhangi bir dış baskı ve taklitçilik yoktur.
- Her ilkenin anlam, kavram ve yapısını, Türk milletinin ruhuna, karakterine ve geleneklerine uygun düşen yönüyle değerlendirmek gerekir.
- İlkeleri birbirinden ayırıp tek tek değerlendirmek yanlış olur. Bunlar bir bütünün parçalarıdır. Milliyetçilik ilkesi halkçılıkla, halkçılık ilkesi cumhuriyetçilikle yakından alâkalıdır.
- İlkeler akla ve mantığa uygundur.
- Atatürk ilkeleri gerçeklere dayanan, geleceğe yönelik, birbirleriyle uyumlu ve tutarlı olması özelliği ile bir bütündür. Atatürk ilkeleri, Atatürkçü Düşünce Sistemi'ni meydana getirir.

Yrd. Doç. Dr. Muhammed ŞAHİN


_____


ATATÜRK'ÜN DEHÂSI, DAVRANIŞLARI VE ÇALIŞMA BİÇİMLERİ

Dehâ ve dâhi kavramı türlü biçimlerde ele alınmış ve tarif edilmiştr. Bunların başlıcalarını anıyoruz.
a) Doğuştan olağanüstü işler görmek ve eserler yaratmak kabiliyetinde olmak, yani olağanüstü yaratıcı bir dimağ taşımak.
b) Herkesten çok önce anlamak görmek, sezmek, kavramak, duymak ve duygulanmak.
c) Anlaşılması ve anlatılması imkânsız olan doğuştan büyüklük ve ululuk.
d) İnsanlığın gelişmesi sırasında ulaşabileceği en yüksek zirveleri görüp göstermek ve topluluğu oraya götürecek olağanüstü yaradılışta olmak.
e) Bazıları dehâyı uzun bir sabır diye tarif etmişlerdir.
f) Bir akşam sofrada (1926 yazı) dâhinin tarifi yapılır ve herkes bir görüş ortaya atarken, Atatürk şunu demiştir: "Dâhi odur ki, ileride herkesin takdir ve kabul edeceği şeyleri ilk ortaya koyduğunda herkes onlara delilik der."
Atatürk'ün taşıdığı vasıflar, bu tariflerin hepsine ayrı ayrı uyar. Onun dehâsının belirtilerini incelersek şunları görürüz. O, olağanüstü seziş, kavrayış ve duyuş hassalarına şu yönleri de eklerdi:
Ortaya çıkması muhtemel konu, sorun ve olayları çok önceden tahmin edip, onlar üzerinde derinden derine dimağını işletir, en kötü ihtimallere kadar her şeyi gözönünde bulundurarak gereken tedbirleri kararlaştırır ve durumun ilerdeki gelişme derecelerine göre bunları kafasında sıralardı. Amaçlarını iyice tesbit ederdi; kafasında hiç dağınıklığa yer vermezdi ve hiç bir olay onu boş bulmazdı.

Yukarıda Çanakkale vuruşmaları sırasında onun bu gibi davranıp ve görüşlerine rastladık. 6 Ağustos 1915 de başlayan İngiliz saldırıları dolayısiyle iki ay önce uyarılmaya çalışmış olduğu Liman von Sanders ve Esat Paşalar için: "... fikren hazırlanmamış oldukları harekât-ı hasmane karşısında pek nakıs tedbirlerle vaziyet-i umumiyeyi ve vatana pek büyük tehlikeye maruz bıraktıklarına vakayı şahit oldu" diye yazmıştır. İmlediğimiz üç kelime Mustafa Kemal'in büyük önem verdiği bir yönü aydınlatmaktadır.

Conkbayırı'nın geri alınması sorunu dolayısiyle O, şunu yazmıştır: "Muharebede kuvvetten ziyade, kuvveti maksada muvafık sevk ve idare etmek mühim olduğu düşünülmüyordu."

Yine bu Conkbayırı işinde kendisi üst ve alt makamlardakilerin inançlarına aykırı davranmaya karar vermesini izahı için şunları yazmıştır: "Bazı kanaatler vardır ki onların hesap ve mantıkla izahı pek güçtür. Bahusus muharebenin kanlı ve ateşli safhasında duyguların tevlit ettiği kanaatler... Bittabi her kanaat ve karar, içinde bulunulan ahval ve şerait tetkik ve bu tetkikat netayicini teferrüs (sezmek) ve takdir sayesinde tevellüt ener."


Başarı onun dehâsının verdği "sezme" gücünün sonucudur. Ancak O, bunun da, durumu tetkike ve ona göre karar vermeye bağlı olduğunu açıklamaktadır. Yani doğuştan olan "seziş" kabiliyetine ek olarak dimağı çalıştırmanın esas olduğunu belirtmektedir.


Atatürk'ün pek çok karar ve davranışları uzun inceleme ve düşüncelerin sonucu olmakla birilikte ani olaylar karşısında çarçabuk en uygun yolu seçmekte büyük kabiliyeti vardı. Arıburnu'nda ve Conkbayır'ındaki davranışları buna örnektir. Atatürk önem verdiği güç ve sıkıcı bir durumu çözdükten sonra rahatlardı ve bu yüzünden belli olurdu. Bu gibi durumlarda "beynime saplanmış bir çiviyi söküp attım" dediği olmuştur.


Atatürk'ün çalışma tarzının bir önemli yönü de kendine öz bir danışma yolu seçmiş olmasıdır. O, böyle davranmakla hiç geriye doğru adım atmak zorunda kalmadan en şaşılacak devrimleri ve ileriye atılışları gerçekleştirmiştir. Pek çokları sanarlar ki Atatürk gerçekleştireceği devrimlere ve daha genel olarak göreceği önemli işlere birden bire ve kendi başına karar verip onları yürütürdü. Gerçektense onun demin dediğimiz gibi kendine öz bir danışma yolu vardır. Yapmak istediğini önce, bazen işin esasını pek belli etmeden ve nazari bir şey üzerinde konuşuyormuş gibi, sofrada söz konusu ederdi, içki ağızları daha kolay açtığı için leh veya aleyhte söyleyenler olurdu, konuşanların özel düşünce ve inançlarını bildiğinden söylediklerini ona göre değerlendirirdi. Bazı arkadaşlariyle ve halkla temaslarında, köylü ve kentli her türlü iş güç sahipleriyle konuşurken yine pek belli etmeden tasarısının uyandıracağı tepkiler üzerinde bilgi ve duygu edinirdi. Yalnız aldığı karşılıklardan değil, konuştuğu adamın yüzünden ve kımıltılarından da sonuçlar çıkarırdı. Böylelikle tasarladığı devrimin veya herhangi önemli işin nasıl bir tepki göreceğini ne ölçüde kolaylık veya güçlükle karşılaşacağını anlamış olur ve ona göre davranırdı.


Özet olarak; dehâsı onu olağanüstü ve başka kimsenin yüreklenmeyeceği işleri görmeğe iterken O, çok esaslı psikolojik ve sosyal yoklama ve incelemelere girişmeden önemli hiç bir adım atmazdı. Bazen onun en yakınları arasında bile kendi gözleri önünde yapılmış olan bu yoklama ve çalışmaların anlamını sezmediklerinden atılan adımların delice ve tek başına alınmış kararların sonucu olduğunu sananlar bulunurdu. Bunun aksine olarak da onun bu yoklama usullerini bilmeyenler veya anlayacak kabiliyette olmayalar yapılan tartışmalar sırasında kendi savundukları görüşe uygun bir karar uygulanırsa kerameti kendilerinde sanmış ve Atatürk öldükten sonra söz veya yazı ile övüntülerde bulunmuşlardır. Bazen de bu gibi övünmeler büsbütün uydurma olaylar üzerine yapılmıştır.


Atatürk göreceği işin eski deyişle "eşref saatte" yapılmasına da çok önem verirdi. Ancak onun eşref saatini falcı veya müneccim değil, durumun derinden derine incelenmesinden doğan inanç tesbit ederdi. Yukarda anılan yoklama ve danışmalar da bu anın tesbitinde rolü büyüktü. Elde edilen bir başarıdan azami verimi elde etmesini bildiği gibi nerede durulması gerektiğini de iyice tesbit etmesini bilirdi.


Bu yazdıklarımız bazılarınca Atatürk üzerinde beslenen bir sanıyı da düzeltmeye yarar. Sanılır ki; O, hiç itiraz kabul etmez ve kimse onula tartışmaya yüreklenemez. Bu sanı baştan başa yanlıştır. O, tartışmaların kızışmasını, hele o işten anlayanların ne olursa olsun konuşmalarını, isterdi ve bunu yapmayanlara kızardı, "bilir, ancak bildiğini ortaya koymaz, ne yapayım böyle adamı" dediği olurdu. Şu kadar var ki tartışmalarda içtenlik şarttı; içten olmayarak ayrıca gizli düşünceler besleyerek, fesat ve tezvir için konuşanlara ise kızardı. Atatürk türlü yoklama ve tartışmalardan sonra bir karara vardı mıydı onu her ne olursa olsun yürütürdü. Uzun tartışmaların bir faydası da görülecek işin uygulanmasiyle görevlendirilecek olanların onun bütün yönlerine nüfuz etmelerini sağlamaktı. Atatürk buna çok önem verirdi. Tartışmalar ayna zamanda kararlaştırılan işe bir çok yanıt sağlamaya da yarardı. Ondaki azim ve irade de olağanüstü idi. Yenemeyeceği hiç bir güçlük, deviremiyeceği hiç bir engel yoktu. Her engeli sabır, tedbir veya zor ile yenerdi. Sakarya vuruşmasiyle Ağustos 1922 deki son büyük saldırı arasındaki süre içinde Mecliste pek çok ve acı tenkitlere uğramış, parasızlık ve türlü imkânsızlıklar yüzünden ordunun artık ayakta tutulamayacağı söyleniledurmuştu. O sıralarda Meclisin bir kapalı oturumunda, şunları söylemiş olduğu dışarda duyulmuştu: "Para var ordu var, para yok ordu yok. Ben böyle şey bilmen para olsa da olmasa da. ordu olacaktır."

1919'daki yıkımlı durumdan 1922 parlak zaferini çıkaran etkenlerin başında Türk azim ve iradesini temsil eden Atatürk'ün bu azmi ve iradesi bulunmaktadır.

Atatürk'ün çalışma ve yorgunluğa dayanıma kabiliyeti de olağanüstü idi. Sakarya vuruşmasında üç kaburga kemiği kırık olarak bir koltuğa mıhlanmış ve hemen hiç uyumadan yirmi iki gün yirmi iki gece vuruşmayı yöneltmiştir. 1927 de okuduğu büyük Nutuk'u hazırlarken de dosyalar içinde aylarca sabahladığı olmuştur.


Yukarda yazdıklarımız O'nun çok hesaplı oluğunu gösterir. Boş gösterişden ve övünmelerden , cafcadatan hiç hoşlanmazdı, ancak kesin lüzum görürse lüzumsuz sanılabilecek kahramanlıklarda bulunurdu.

Bu gibi duyguları dolayısiyledir ki yukarda anılan "Vatan ve Hürriyet" Cemiyeti kurulurken ölmekten bahsedenlere, amacın ölmek değil yaşamak ve yaşatmak olduğunu söylemişti.

Ankara'da daha çok, ilk devirlerde, henüz nüfuzu pek kökleşmemiş iken tasarladığı bazı işleri bir takım tartışmalar sonucunda başka birine, o kimseyi tasarının kendi öz düşüncesi olduğuna içten inandırarak ileri sürdürürdü ve kendisi gerekirse onu desteklemekle yetinirdi. Bazen de tasarladıklarını onlara karşın olan birine önertmeği şaşılacak biçimde becerirdi. Bir takım devlet adamları vardır ki karar verirken yurttan önce o işte kendi çıkarlarını düşünür ve ona göre bir yol tutarlar. Bu yüzden çok kere isabetsiz bir yola girilir ve bunun sonucunda, kendini zeki sanan açık göz devlet adamı da, yurt işlerinin kötü gidişinden manen ve maddeten zarar görür. Atatürk kesin olarak bu gibi küçüklüklerin üstünde kalmış ve daima yurt için ve güdülen dâva için en gerekli yolu tutmuştur. Bunun sonucunda da kendi mevkii yurdunki gibi daima ve adeta otomatik biçimde yüksele durmuştur. Bu yön başka bir biçimde ifade edilmek istenilirse denilebilir ki: Atatürk daima kendi çıkarını yurt ve ulusun çıkariyle birleştirmeyi ve birlikte yürütmeyi bilmiştir.


Gerçek dâhi eğer dâvasını içtenlikle benimsemişse diktatör olmaya muhtaç değildir, çünkü bir dâhi doğru yolu göstermek ve onun doğruluğuna inandırmak gücünü kendinde görmeli ve bulmalıdır. Atatürk'ün yanında bulunmuş ve çalışmış olanlar aylar ve yıllar boyunca onunla tartıştıktan sonra sonuçta onun düşüncelerinin daima yerinde ve yararlı olduğunu göre göre onun en isabetli yolu seçeceğine o derece inanmışlardır ki her şeyde ona uymayı gerekli bilmişlerdir. Dolaysiyle eğer Atatürk'e diktatör denilecekse bu, onun üstün görüş ve anlayışına olan inançtan doğan uysallığın doğurduğu diktatörlük sayılmalıdır. Olayların daima kendisini haklı çıkarmasından ona karşı doğmuş olan güvene, onun pek büyük olan inandırma kuvvet ve kabiliyetinin de yanındakiler üzerindeki etkisini eklemek gerekir. Ancak şu yönü de belirtmeliyiz: Atatürk yalnız bir konuda genel serbest tartışmaya izin vermemiştir. O da dinin riyakarane sömürülmesi konusudur. Bir tedbirin yurt ve ulusun yarar veya zararına olduğu konusu üzerinde tartışılırken herhangi bir kimse veya parti bunu bilim, siyasal, hukuk ve saire bakımından inceleyeceğime o yönleri bırakıp halka açıkça veya el altından "bu yapılırsa cehennemde cayır cayır yanarsın" cinsinden telkinlerde bulunursa bu gibileriyle akıl ve mantık yolundan giderek tartışarak hak kazanmak doğal olarak ka'bil olamazdı. Buna göz yumulunca da Türkiye devletini Osmanlı'nın uğradığı yıkımdan kurtarmanın imkânı kalmazdı. Bir zamanlar basımevleri, modern bilimler, yeniçerilere yeni silâhların gerektirdiği talimler şeriate aykırı gösterilmiş ve baştakilerle halk cehennem azabiyle korkutularak bu yenilikler yüzyıllar boyunca Osmanlı ülkesine sokulmamıştı. Bu yüzden de XVI ncı yüzyılın en güçlü devleti her bakımdan geri bırakılıp git gide sönmüş ve bir hiç olmuştu.

Atatürk'ün diktatörlüğü ancak ve ancak bu yönde kendini göstermiş ve tek parti usûlü, filî bakımdan, ancak ve ancak bu yüzden kurulup yaşamıştır.
İlerde göreceğimiz gibi Kâzım Karabekir'in ve daha sonra Fethi Okyar'ın başkanlık ettikleri partiler, baştakiler istemeseler bile, hep bu gibi dini dünya işlerinde gericilik uğrunda kullananların desteğine mazhar oldukları için kapanmışlardır.

Birinci Büyülk Millet Meclisi'nde O'nun ne kadar çetin saldırılarla karşılaştığı ve en "parlamanter" bir başbakan gibi uğraşmak zorunda kaldığı düşünülürse dünya ve devlet işleri "ahiret" tehdidi altında görülmeye kalkışılmadıkça O'nun hiç bir muhalefetten çekinmeyeceğini anlarlar.


Atatürk hem doğuştan, hem de çok akıllı ve hesaplı olduğundan doğru ve vefalı olmaya, kimseyi aldatmamaya, özet olarak güven sağlamaya büyük önen verirdi. Aksini ileri sürenler ve ondan vefasızlık gördüklerini söyleyenler, bunu ya düşmanlıklarından yaparlar veya Atatürk'ün görerek edindiği uyarılarını anlayamamış, yahut da onlara önem verip aldırmamış olduklarından böyle bir sonuçla karşılaşmışlardır. Buna karşılık Atatürk kendisini bile bile aldatmış olanları mimler ve bir daha onlara güvenmezdi. Ancak taşıdığı yüksek duyguları, meselâ ölümünden az önce, yüzellilikleri affettirmekle göstermiştir. Biliyordu ki kendisinden sonra kimse bu işe yüreklenemezdi ve onbeş yıllık sürgünü yeter bulmuştu.


Atatürk mahiyetindekilerin sorumlu oldukları işlere karışmaktan ve ayrıntılarla uğraşmaktan sakınır, bazen bunu yapsa da dostçasına yapardı, "işi mesulüne bırakalım" sözünü kendisinden çok işittim. Keza bir bakan onunla danışırsa düşüncesini söylemekle birlikte "ben böyle düşünüyorum amma işin sorumlusu sensin, ona göre düşün, taşın ve karar ver" derdi.

Ancak çok önemli işlerde ve anlarda bütün ayrıntılara bile el koyduğu ve hemen her şeyi kendisi yaptığı görülmüştür. Conkbayır'ı geri alırken veya 1922 Ağustos'unda başlayan büyük saldırıyı yöneltirken böyle yapmıştır. Bunu yaparken de başarının şerefini yine mahiyetine bırakacak biçimde davranmak büyüklüğünü göstermiştir. Bu gibi durumlar dışında genel bakımdan işlere karışmayı sevmez ve herhangi bir (kolda işler iyi gitmezse bazen dediği gibi "baştakini değiştirmekle" yetinirdi. Hemen bütün yeni çığırlara onun "inisiyatif"i ile girilmiş olmakla birlikte o yeni bir işi yoluna koyduktan sonra onun devam ettirilmesini bir ehline bırakmayı görenek edinmişti ve bunu yapınca içi rahat ederdi.

Genel olarak O, başka birinin görebileceği bir işi kendi üzerine almaz veya üzerinde tutmazdı. Pek çok iktidar sahibinde görülen ve onları yanlış yollara iten bir zaaf Atatürk'de yoktu. Birisi aleyhinde bir söz söylenildi miydi

onu söyleyen ne kadar yakını ve güvendiği biri olursa olsun ona inanmadan önce işi yansız bildiği bir veya bir kaç kişiye inceletir, ondan sonra bir karara varırdı. Eğer söyleyen ve aleyhinde söylenilen kimselerin ikisi de yakını ise onları yüzleştirir ve edindiği duygulara göre bir inanca varırdı. Bu yüzden Atatürk'ün yanında iftira ve tevzir makinesi işleyemezdi.

Atatürk sevmek, sevilmek, gönül almak konularında çok duygulu idi; neşeli olmak ve yanındakilerde neşeli kılmak ve görmek onun için adeta bir ihtiyaçtı. Şahsi cazibesi de bu işte kendisine çok yardım ederdi. Eğlence âlemlerini çok sevdiği bilinen bir yöndür, ancak yukarda yazdıklarımızdan anlaşılacağı gibi sofrası yalnız eğlenceye ayrılmış olmayıp orada çağırılmış olanların seviyesine göre siyasal, yönetimsel ve bilimsel pek çok konular ele alınır. Onun en önem verdiği yönlerden biri de her bir başarıyı, her bir büyük işi kendine değil Türk ulusuna mal etmekti. Her ne yapmışsa "Türk ulusundan, aldığı ilhamla" yaptığını söylemekten zevk alırdı ve yukarda anlattığımız yoklama ve danışımı usulleri bu sözünü doğrulayacak özdeydi. "Atatürk İnkılâpları" denilmesini de istemezdi ve bu gibi sözleri hep "Türk İnkılâpları" biçiminde düzeltirdi.


Atatürk'ün önemli bir özelliği de yaşayışının hiç bir kısmının gizli kalmasını istememesidir. Açıkça içer ve açıkça her türlü eğlencelere dalardı. Doğuştan açıklığı sevmekte olmasından (başka bu yolu tutmasının iki etkeni vardı:

1) gizlilik onun eğlencelerine katılanlardan veya onları bilenlerden bu konular üzerinde kimseye bir şey söylememelerini istemeye varırdı ki bu Atatürk'ün bir nevi minnet altına girmesi demekti. O ise hiç bir minneti kabul edecek huyda değildi.
2) O, şu inançta idi ki, açıklık aleyhteki propagandaları etkisiz bırakmak için en iyi çaredir. Eğer halk kendisini içerken görürse ondan sonra düşman propagandacılar ona ayyaş deseler halk "onu biliyoruz gördük başka yeni bir şey söyle" karşılığında bulunur ve propaganda suya düşer. Devlet sırlarını saklama bakımından da kendine öz bir yolu vardı. Sofrasında her şey kondurduğundan yabancı casuslar sofra da bulunmuş konuklarının, meselâ dönüşte şoförler duyacak biçim de aralarında konuşmaları veya sofracı ve türlü hizmetçilerin gevezeliği sayesinde her şeyden hiç olmazsa dolayısiyle, yarım yamalak da olsa az çok haber aldıklarını sanar ve edindikleri türlü ip uçlarına derinleştirmekle yetinirlerdi. Halbuki gerçek sırrın pek az olduğuna inanan Atatürk onlar üzerinde en yakın ilgililer dışında hiç kimse ile konuşmaz, bazen aksini sandıracak konuşmalar yapar ve haberler yayarak casusları gafil avlardı. 1922 Ağustos'undaki büyük saldırı, 1926'daki Bozkurt vapurunun batması dolayısiyle La Hay'de görülen dâva için Adliye Vekili Mahmut Esat (Bozkurt)'a verilen yönergelerden kimsenin bir şey sezememesi bunun örneklerindendir.

Özet olarak diyeceğiz ki; Atatürk Samsun'a çıktığı andan itibaren Türk ulusunun gerçek önderi olmuştur. Artık dilediği gibi çalışmak ve Türklüğün kurtuluş işini bir baş olarak ele almak imkânına sahiptir. Artık uzun tartışmalar sonucunda kile olsa her önemli işte son söz onun olacaktır. Gerçi bir çok birbirine zıt unsurlarla anlaşmak, onları gidilmesi gereken doğru yolun hangisi olduğuna inandırmak için epey uğraşmak gerekecektir. Ancak O'nun bu yoldaki uğraşları önderliği esas bakımdan kabul edilmiş bir kimsenin çabalarıdır; dolayısiyle de, daha önce olduğu gibi anlayışsız, kavrayışsız veya ürkek üstlere gerçek kurtuluş yollunu tutturmak için yapılması gereken uğraşlardan daha kolay ve daha az üzücüdür.

O'nun hem askerlik hem de siyasal bakımından isabetli bir görüşe sahip olduğu genel savaş sırasındaki başarı ve zaferlerinden, yine o sırada ve daha önce İttihat ve Terakki ile Hükümete gerçek durumu ve doğru yolu göstermek için yaptığı uğraşlardan anlaşılmıştır; aydınların pek çoğu ve hatta kısmen de halk kütleleri bunu bilmektedirler.
O, elinde bu kozlar olarak işe koyulacaktır.

Yusuf Hikmet BAYUR
_____

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCEDE MİLLİ GÜÇ UNSURLARI

Atatürkçü Düşünce Sistemi'nde millî güç unsurları olan siyasî güç, ekonomik güç, askerî güç ve sosyo - kültürel güçlerin önemi çok büyüktür.
Atatürk, Kurtuluş Savaşı sırasında devletlerarası ilişkileri yakından takip edip devletin siyasî gücünü çok iyi kullanmıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında Sovyet Rusya ve Fransa ile yapılan Moskova ve Ankara antlaşmaları ile bunu ispatlamıştır. Kurtuluş Savaşı'ndan sonra imzalanan Mudanya Ateşkes Antlaşması ve Lozan Antlaşması ile bu başarılar devam ettirilmiştir.

Bir devletin millî sınırlarını koruması ancak iç ve dış düşmanlarına karşı kuvvetli bir askerî güce sahip olmasıyla sağlanabilir. Başka devletler askerî yönden güçlü olan bir devleti istilâ etmeye cesaret edemez. İçeride de güvenlik sayesinde, halk huzurlu bir şekilde yaşar.


Bütün bunların yanında ekonomik ve kültürel kalkınmayı gerçekleştiremeyen milletler başka milletlerin tehdidi altındadır. Kültürel çöküşle birlikte o toplumda çözülmeler başlar, millî birlik ve beraberlik ülküsü tehlikeye düşer.

Yrd. Doç. Dr. Muhammed ŞAHİN


kaynak: T.C. Milli Eğitim Bakanlığı
Son düzenleyen Safi; 9 Kasım 2016 20:15
virtuecat - avatarı
virtuecat
Ziyaretçi
20 Ekim 2008       Mesaj #6
virtuecat - avatarı
Ziyaretçi
ATATÜRK'E GÖRE ATATÜRK

İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik, geçici Mustafa Kemal... İkinci Mustafa Kemal, onu "ben" kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim teşebbüslerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!
***
Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir.
***
Büyük ölülere matem gerekmez, fikirlerine bağlılık gerekir.
***
Ben, manevî miras olarak hiçbir nass-ı katı, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım, ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü müşkülât önünde, belki gâyelere tamamen eremediğimizi, fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Zaman süratle dönüyor, milletlerin, cemiyetlerin, fertlerin saadet ve bedbahtlık telâkkileri bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur.
***
Benim, Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar.
***
Bir zamanlar gelir, beni unutmak veya unutturmak isteyen gayretler belirebilir. Fikirlerini inkâr edenler ve beni yerenler çıkabilir. Hatta bunlar, benim yakın bildiğim ve inandıklarım arasından bile olabilir. Fakat, ektiğimiz tohumlar o kadar özlü ve kuvvetlidirler ki bu fikirler, Hint'ten, Mısır'dan döner dolaşır gene gelir, verimli neticeleri kalpleri doldurur.
***
Hayatımın bütün devrelerinde olduğu gibi, son zamanların buhranları ve felâketleri arasında da bir dakika geçmemiştir ki, her türlü huzur ve istirahatimi, her nevi şahsî duygularımı milletin kurtuluşu ve mutluluğu adına feda etmekten zevk duymayayım. Gerek askerî hayatımın ve gerek siyasî hayatımın bütün devir ve bölümlerini işgal eden mücadelelerimde daima hareket kuralım, millî iradeye dayanarak milletin ve vatanın muhtaç olduğu gayelere yürümek olmuştur.
***
Pekâlâ bilirsiniz ki benim bütün hayatımda bu ana kadar güttüğüm gaye, hiçbir vakit kişisel olmamıştır. Her ne düşünmüş ve her neye girişmiş isem, daima memleketin, milletin ve ordunun adına ve menfaatine olmuştur. Hiçbir zaman şahsımın üstünlüğünü ve sivrilmemi göz önüne almamışımdır.
***
Memleket ve milletin kurtuluşu ve mutluluğu için çalışmaktan başka bir maksadım yoktur. Bu, bir insan için kâfi bir sevinç ve haz temin eder. Benimle beraber olan arkadaşlarım, bütün vatandaşlarım da aynı maksadı takip etmektedirler. Şahsî ve ailevî huzur ve mutluluğun, milletin huzur ve mutluluğuyla ayakta durduğunu, memleketin güvenlik ve dokunulmazlığıyla mümkün olduğunu gerçek ve ciddî bir surette anlamışlardır. Ben ve benimle beraber olanlar, hedefimizin yüceliğine, yolumuzun doğruluğuna eminiz. Bunda asla şüphe ve tereddüdümüz yoktur. Milletimizin, Türk milletinin yakın, uzak tarihine lüzumu kadar bilgimiz vardır, Mazinin derslerini, bugünün ve geleceğin hayatı için göz önünde tutmak dikkatinden mahrum değiliz. Yaptığımız hizmetlerle övünmüyoruz. Yapacağımız hizmetlerin, iftihar sebebi olabileceği ümidiyle avunuyoruz.
***
(Çevresindekilere söylediği bir söz) :
Beni övme sözlerini bırakınız; gelecek için neler yapacağız, onları söyleyin!
***
Benim ihtiraslarım var, hem de pek büyükleri; fakat bu ihtiraslar, yüksek mevkiler işgal etmek veya büyük paralar elde etmek gibi maddî emellerin tatminiyle ilgili bulunmuyor. Ben bu ihtiraslarımın gerçekleşmesini, vatanıma büyük faydaları dokunacak, bana da gerektiği gibi yapılmış bir vazifenin canlı iç rahatlığını verecek büyük bir fikrin başarısında arıyorum. Bütün hayatımın ilkesi, bu olmuştur. Ona çok genç yaşımda sahip oldum ve son nefesime kadar da onu koruyacağım.
***
Allah bilir, hayatımda bugüne kadar orduya faydalı bir üye olabilmekten başka vicdanî bir emel edinmedim. Çünkü vatanın korunması, milletin mutluluğu için her şeyden evvel ordumuzun, eski Türk ordusu olduğunu dünyaya bir daha ispat lüzumuna çoktan inanmış idim. Bu inanca ait emellerimin şiddeti, ihtimal beni pek ziyade aşırı davranışlı göstermişti. Fakat zaman, saf ve temiz dimağlardan doğan fikrî gerçekleri -kabulünden çekinilse dahi- uygulattırır.
***
Bütün vazifelerin üstünde bizim de bir vicdanî vazifemiz vardı; o da, herkesin sudan bir takım vazifeler yaptığı sırada hayatımızı, varlığımızı bu milletin bağrına sokarak, onlarla beraber düşman karşısında uğraşmak olmuştur!
***
Ben vazifemin bitmediğini, yüklendiğim sorumluluğun da yüksek ve çetin olduğunu anlıyorum. Arkadaşlar, bu vazife bitmeyecektir; ben toprak olduktan sonra da devam edecektir! Ben seve seve, sevine sevine bütün varlığımı bu kutsal vazifeye vereceğim ve onun yüksek sorumluluğunu yüklenmekle mesut olacağım. Vazifeme başarı ile devam edebileceğim. Çünkü büyük milletimizin kalp ve vicdanında bana karşı sarsılmaz bir güven ve itimat taşımakta olduğunu görüyorum. Bu benim için büyük kuvvettir, büyük yetkidir.
***
Biz, eğer millet ve tarih önünde herhangi bir hata işliyorsak, bunun sorumluluğunu vicdan ve sağduyumuzda hissetmekten ve ödemekten, hiçbir zaman çekinecek insanlar değiliz.
***
Millet ve memleketin sayesinde kazanılan rütbe ve refahın bir ehemmiyeti, bir kutsallığı vardır. Biz bunlardan, ancak yine bu aziz millet ve memlekete borçlu olduğumuz son bir namus vazifesini yapmak içîn ayrıldık. Milletin kendi hayatını kurtarmak, kendi meşru hakkını müdafaa etmek için çıkardığı sese iştirak etmek, her kendini bilen vatandaşın vazifesidir. Eğer bu millet, bu memleket parçalanacak olursa umumî ********liğin yıkıntısı altında, şunun bunun kişisel şerefi de parça parça olur. Biz, o umumî şerefi kurtarabilmek için harekete gelen millete ruhumuzla iştirak ettik, iştirakimize mâni olabilecek şahsî rütbeleri, mevkileri de umumî şerefi kurtarmaya yönelik bir gaye uğruna feda ettik.
***
Ben, gerektiği zaman, en büyük hediyem olmak üzere Türk milletine canımı vereceğim.
***
(Mallarını millete bağışlaması nedeniyle söylemiştir) :
Mal ve mülk, bana ağırlık veriyor. Bunları, soylu milletime geri vermekle büyük ferahlık duyuyorum. Zenginlikten ne çıkar; insanın serveti, kendi manevî şahsiyetinde olmalıdır!
***
Hürriyet ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben, milletimin ve büyük ecdadımın en kıymetli mirasından olan bağımsızlık aşkı ile yaratılmış bir adamım! Çocukluğumdan bugüne kadar ailevî, hususî ve resmî hayatımın her safhasını yakından tanıyanlarca bu aşkım bilinir. Bence bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın yerleşmesi ve yaşaması, mutlaka o milletin hürriyet ve bağımsızlığına sahip olmasına bağlıdır. Ben şahsen, bu
saydığım özelliklere çok ehemmiyet veririm ve bu özelliklerin kendimde varlığını iddia edebilmek için milletimin de aynı özellikleri taşımasını şart ve esas bilirim. Ben yaşayabilmek için mutlaka bağımsız bir milletin evlâdı
kalmalıyım! Bu sebeple millî bağımsızlık, bence bir hayat meselesidir. Millet ve memleketin menfaatleri gerektirdiği takdirde insanlığı teşkil eden milletlerden her biriyle medeniyet gereğinden olan dostluk ve siyaset münasebetlerini, büyük bir hassasiyetle takdir ederim. Ancak, benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin de bu arzusundan vazgeçinceye kadar amansız düşmanıyım!
***
(Savarona yatında kabul ettiği Romanya Kralı Karol 'un, görüşme sırasında Almanya ile Çekoslovakya arasındaki Südet meselesine temas etmesi ve Atatürk'ten Çekoslovakya Cumhurbaşkanı Beneş 'e bazı telkinlerde bulunmasını rica etmesi üzerine, görüşmeyi dinlemekte olan zamanın Dışişleri Bakam Tevfık Rüştü Aras 'a söyledikleri):
Majeste Kral'm söylediklerini dikkatle dinledim. Benden, bir devlet reisine kendi ülkesinden bir parçayı Almanlar'a terk etmesini tavsiye etmekliğimi mi istiyorlar? Benim gibi, bütün ömrü boyunca yurdunun bağımsızlığı ve bîr karış toprağım başkasına vermemek için savaşan bir adam, inançlarına aykırı bir şeye nasıl aracı olur? Görüyorum ki Majeste Kral, beni ve karakterimi iyi tanımıyorlar.
***
Ölüme doğru en çok atılanlardan biriyim. Kurşun ve gülle yağmuru altında birçok muharebelere iştirak ettim. Hattâ ölüm bir defa, kalbimin yanından sıyırarak geçti. Kalbimin üzerinde bir saat vardı ve bu saat, mermi parçasının şiddetini kırdı.
***
Her zaman tekrar mecburiyetinde kalıyor ve tekrarı da faydalı görüyorum ki, eğer ben milletime herhangi bir hizmette bulunmuşsam, eğer ben herhangi bir teşebbüste ön ayak olmuşsam, bu hizmet ve teşebbüsün temel kaynağı, saygılar ve sevgilerle bağlı olduğum, bundan sonra da saygı ve sevgiyle mutluluk ve refahına varlığımı, hayatımı vereceğim aziz milletime, sizlere dayanmaktadır. Bir millette güzel şeyler düşünen insanlar, fevkalâde işler yapmaya kabiliyetli kahramanlar bulunabilir. Ama öyle kimseler yalnız başına hiçbir şey olamazlar; meğer ki bir umumî hissin ifadesi, temsilcisi olsunlar! Ben milletimin düşünce ve duygularını yakından tanımaktan, aziz milletimde gördüğüm kabiliyet ve ihtiyacı belirtmekten başka bir şey yapmadım. Onun bu kabiliyet ve duygularını sezip tanımakla övünüyorum. Milletimdeki, bugünkü zaferleri doğurabilecek özelliği görmüş olmak... Bütün bahtiyarlığım işte bundan ibarettir.
***
Arkadaşlarımız ve milletin bütün fertleri gibi, millî davamızda benim de emeğim geçmiş ise, bu çalışmada iş yapma kuvveti ve başarı varsa, bunu şahsıma atfetmeyiniz. Ancak ve ancak bütün milletin manevî şahsiyetine atfediniz. Ben, milletin bu yüksek, manevî şahsiyeti içinde bir naçiz fert olmakla bahtiyarım. Efendiler, millet bütünüyle manevî bir şahıs halinde ve bir birleşmiş kitle şeklinde belirdi ve bu yüce birliği koruyarak ona düşman olanları ortadan kaldırdı.
***
Milletimle yakından ve gösterişten uzak karşılıklı görüşmenin zevkini, bahtiyarlığını anlatamam. Her ne vakit milletimin karşısında kendimi görsem, her ne vakit milletimin fertlerinden birkaçının yüzüne baksam, oradan ruh
ve vicdanıma gelen ışık, benim için en kıymetli bir ilham ve verim alevi oluyor!
***
30 Ağustos'ta sevk ve idare ettiğim muharebe, Türk Milleti'nin yanımda bulunduğu halde, idare ettiğim ilk ve son muharebedir. Bir insan kendini, milletle beraber hissettiği zaman, ne kadar kuvvetli buluyor bilir misiniz? Bunu tarif müşküldür.
***
Hayatımda en büyük dayanak ve kuvvetim, vatandaşlarımdan gördüğüm itimat ve destekdir. Bütün vazifelerimde manevî, vicdanî olan en büyük endişem, emanetinizin hürmet ve kutsallığına devamlı olarak dikkat etmektir.
***
Samimî olarak bu memleketin, bu milletin menfaatine yapılacak bir iş olsun, ben onu göz önüne almayayım; bu, mümkün değildir. Yalnız, işin gerçekten millete menfaati olmalı ve teklifin samimî olarak yapıldığına ben inanmalıyım.
***
Benim için dünyada en büyük mevki ve mükâfat, milletin bir ferdi olarak yaşamaktır. Eğer Cenab-ı Hak beni bunda muvaffak etmiş ise, şükrederim. Bugün olduğu gibi ömrümün nihayetine kadar milletin hizmetinde olmakla iftihar edeceğim.
***
Şimdiye kadar millete yapamayacağım bir şeyi vaat etmedim. Ben yapacağım dediğim zaman, buna inanmayanlar vardı. Buna rağmen hareket ettim. Görüyorsunuz ki başardık. Benim ve benimle çalışanların güveni vardır ki, yeni hedeflerimize de başarıyla varacağız. Şimdiye kadar söylediklerimin gerçekleşmiş olması, bütün tasavvurlarımın beni yalanlamaması, milletin ciddî ve samimî olarak bana yardımcı ve destek olmasıyla mümkün olmuştur. Onun için yeni gayelere erişmek için de bu yardım ve desteğe ihtiyacım vardır; onu benden esirgemeyiniz!
***
Benim şan ve şerefimden bahsetmek de hatadır. İyi dinleyiniz öğüdüm budur ki, içinizden herhangi bir adam çıkar, şan, şeref davası güder ve benzersiz olmak isterse, başınızın belasıdır; ilk önce kafası kırılacak adam budur! Mensup olduğum Türk milletinin şan ve şerefi varsa, benim de bir ferdi olmak sıfatıyla şanım şerefim vardır, asla başka değilim.
***
Ben zannediyorum ki, millet fertlerinin hiç birinden fazla yüksekliğe sahip değilim. Bende fazla girişim görüldüyse bu benden değil, milletin bileşkesinden çıkan bir girişimdir. Sizler olmasaydınız, sizlerin vicdanî eğilimleriniz bana dayanak noktası teşkil etmemiş olsaydı; bendeki girişimlerin hiçbiri olmazdı. Millete ait meziyetleri yalnız şahıslara bırakan anlayış, eski idarelerin sistem ve usul meselesinden doğuyordu. Vaktiyle mevcut devlet ve devletlerin kuruluş şekli, sadece bir şahsın menfaatlerini ve arzularını tatmine yönelmiş idi. Şahısların bu arzu ve emellerine hizmet eden millet, gösterilen büyüklüklerin şerefinden asla payını alamaz, ancak hata ve beceriksizlik olursa onlar millete yüklenirdi. Bugün bu hâl mevcut değilse, millet kendi büyüklüğünü olduğu gibi dünyaya göstermişse, fazlalık bende değil, bugünkü idarenin niteliğindedir. Bu şekil mevcut oldukça, bu mevkie çıkacak herkesin yapacağı şey bundan başka türlü olamaz.
***
Sizden olan bir şahsa, sizden fazla ehemmiyet vermek, her şeyi milletin bir ferdinin şahsiyetinde odaklaştırmak, geçmişe, bugüne, geleceğe, bütün bu zamanlara ait bir toplumun meselelerinin aydınlatılması ve belirtilmesini yüksek bir topluluğun tek bir şahsiyetinden beklemek elbette ki lâyık değildir, elbette ki lâzım değildir.
***
Ben düşündüklerimi, sevdiklerime olduğu gibi söylerim. Aynı zamanda gerekli olmayan bir sırrı kalbimde taşımak kudretinde olmayan bir adamım. Çünkü ben, bir halk adamıyım. Ben düşündüklerimi daima halkın önünde söylemeliyim. Yanlışım varsa halk beni yalanlar. Fakat şimdiye kadar bu açık konuşmada halkın beni yalanladığını görmedim.
***
Ben, ancak daha iyisini yapabildiğim şeyi tahrip edebilirim; yapamayacağım şeyi de tahrip edemem.
***
Ben o adamım ki ordunun memleketi, milleti muhakkak bir neticeye götürebileceği noktalarda emir veririm. Fakat ilim ve bilhassa sosyal ilim sahasına dahil işlerde ben emir vermem. Bu alanda, isterim ki bana bilginler doğru yolu göstersinler. Onun için, siz kendi ilminize, kültürünüze güveniyorsanız, bana söyleyiniz. Sosyal ilmin güzel yönlerini gösteriniz, ben takip edeyim.
***
Ben, sadece evlenmek için evlenmek istemiyorum. Vatanımızda yeni bir aile hayatı yaratmak için önce kendim örnek olmalıyım. Kadın böyle umacı gibi kalır mı?
***
Hayat kısadır. Bunu kutlama ve taçlandırma için, insanların genellikle makul gördükleri vasıta evliliktir. Bu umumî kurala uymayanlar, pek sınırlı ve müstesnadırlar. Bu istisnaları oluşturanlar da, esas kuralın fenalığından değil ve fakat tersine bu güzel kurala inanmadan kendilerini meneden sebeplerin mahkûmu olduklarından, belki evlenmiş olmaktan korktuklarından fazla bedbaht olanlardır, inkâr edilmez bir gerçektir ki insanlar, hayat, kadınsız olamaz. Evli olanlar, hayatın vazgeçilmezini temin etmiş ve bütün düşünce ve isteklerini bir maksat, bir meslek, bir amaca yöneltmiş olur. Ancak talih, eşlerin ruh ve kalplerini iyi geçindirsin!
***
Eşini mesut edebilecek herkes evlenmelidir, çoluk-çocuk sahibi olmalıdır. Bana bakmayınız; bu meselede örnek İsmet Paşa'dır. Benim hayatım başka türlü düzenlenmiştir. Buna rağmen tecrübesini yaptım. Sonradan anladım ki bu iş benim başarabileceğim iş değilmiş...
***
(Bursa'da kendisini karşılayan çocuklara söylemiştir):
Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı, bir mutluluk parıltısısınız! Memleketi asıl aydınlığa boğacak sizsiniz. Kendinizin ne kadar mühim, kıymetli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız. Sizlerden çok şeyler bekliyoruz; kızlar, çocuklar!
***
(Bir alay karargâhının temel atma töreni esnasında bir koyunun temel için açılan çukura doğru, yere yatırılıp boğazından kesilmek üzere olduğunu gördüğü zaman, İran Şahı Rıza Pehlevi ile aralarında geçen konuşma):
Atatürk -Ben kana bakamam! Bir tavuğun dahi boğazlandığını görmeye tahammülüm yoktur.
Şahinşah -Ya bu kadar çok bulunduğunuz büyük ve kanlı muharebe meydanları?...
Atatürk -Ha, o başka meseledir; öyle yerlerde cesetlerin üzerinden atlayarak yürürüm. O bambaşka bir iştir.
***
Birçok zaferler kazandım. Fakat, bunların en büyüğünden sonra bile her akşam, savaş alanlarında ölen bütün askerleri düşünerek içimde derin bir keder duyuyorum.
***
Ben, muharebelerde dahi düşmanın üzerinde bir kin duymam; yalnız askerlik kurallarının tatbikini düşünürüm.
***
Ben başkalarının yaptığı ilkelere değil, ancak kendi ilkelerime uyarım.
***
Benim gözümde hiçbir şey yoktur; ben yalnız liyakat âşığıyım.
***
Hiçbir zaman şahsî gücenikliklerimi, birtakım olumsuz girişimlerle tatmine kalkmak adîliğine tenezzül etmem
***
Benim müstesna olduğuma dair bir kanım yoktur.
***
Ben ölürsem soylu milletimizin beraber yürüdüğümüz yoldan asla ayrılmayacağına eminim; bununla gönlüm rahat!




Benzer Konular

14 Ekim 2011 / virtuecat Genel Mesajlar
7 Aralık 2013 / Ziyaretçi Soru-Cevap
9 Kasım 2016 / Misafir Mustafa Kemal ATATÜRK
5 Mart 2009 / virtuecat Genel Mesajlar
24 Kasım 2016 / yüksel2 Genel Mesajlar