Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 102

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 495.541 Cevap: 1.997
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
23 Haziran 2006       Mesaj #1011
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
BİR SEVDA MASALI

Sponsorlu Bağlantılar
Bir varmış. bir yokmuş.


Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde,

çok güzel bir deniz kızı,

deniz kıyısında her sabah şarkılar söylermiş.

Bir gün tesadüfen oradan geçen bir balıkçı, kızın sesini duymuş,



onu gizlice seyretmiş ve ona aşık olmuş,


Bir gün, deniz kızı balıkçıyı fark etmiş

önceleri çok korkmuş ama sonra oda balıkçıyı sevmiş,

sevda bu ya, deniz kızı da balıkçıya aşık olmuş.

Her gün aynı saatlerde kayalıklarda buluşur olmuşlar,



birbirlerine aşk şarkıları söylerlermiş


Sonunda evlenmeye karar kılmışlar

Ama onları çekemiyenler,

Denizler Kralı Poseidon'a şikayet etmişler.

Zalim kral iki sevgiliyi ayırmış ve,




deniz kızını denizlere hapsetmiş.


Sevgilisini göremeyen deniz kızı, yıllarca gözyaşı dökmüş.

Bir gün iyi kalpli bir yunus deniz kızına acımış,

onu hapisten kaçırıp,sırtında taşıyarak,

sevgilisinin yanına, karaya çıkarmış.




Daha sonra iki sevgili Tanrıya dua ederek,


kendilerini bir daha ayırmaması için yalvarmışlar.

Tanrıda sevenlerin duasını kabul etmiş,

onları sonsuza dek birlikte kalacakları göklere almış.






İşte bu nedenle hiç kimse,


Yıllardır deniz kızını denizlerde, okyanuslarda göremezmiş.

Çünkü o suda değil,

sevgilisi ile beraber göklerdeymiş.


arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
23 Haziran 2006       Mesaj #1012
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Deniz Yıldızının Öyküsü

Sponsorlu Bağlantılar

Bir adam okyanus sahilinde yürüyüş yaparken, denize telaşla bir şeyler atan birine rastlar. Biraz daha yaklaşınca bu kişinin, sahile vurmuş denizyıldızlarını denize attığını fark eder ve
“niçin bu denizyıldızlarını denize atıyorsun ?”
Diye sorar.

Topladıklarını hızla denize atmaya devam eden kişi,
“yaşamları için”
yanıtını verince, adama şaşkınlıkla
“iyi ama burada binlerce denizyıldızı var. Hepsini atmanıza imkan yok. Sizin bunları denize atmanız neyi değiştirecek ki ?” Der.

Yerden bir denizyıldızı daha alıp denize atan kişi,
“bak onun için çok şey değişti,”
karşılığını verir.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
23 Haziran 2006       Mesaj #1013
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
HERCAİ

Çok uzun yıllar önce iki kır çiçeği birbirlerine aşık olurlar. Her bahar diğer çiçekler gibi onlarda açıp güneşe merhaba derler. Fakat bir bahar başlangıcı bu çiçeklerden biri diğerine;
“Biz diğer çiçekler gibi bu bahar açmayalım, kışın ortasında herkesin soğuktan kaçtığı karlı günlerde açalım ki, bütün doğa bize ait olsun” der ve ikisi de o bahar açmamaya karar verirler.

Biri açmak için kışın gelmesini ve karın yağmasını beklerken…

Diğeri o yaz açar…


O gün bugündür, karda açan ve sevgilisini bekleyen çiçeğe “Kardelen”



Sevgilisini yarı yolda bırakan çiçeğe de “Hercai” denilir.

İşte bu yüzden hayırsız sevgiliye “Hercai” diye hitap edilir...
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
23 Haziran 2006       Mesaj #1014
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Yıkıntılar Arasında Aşk-I


Kadın aradan geçen zaman içinde değişmişti. Saç modeli bile farklıydı artık. Gözlerinin çevresindeki çizgilerden dolayı biraz yaşlanmış gibi görünüyordu. Bunlar güldüğünde görünmez oluyor, ya da ona yakışıyor gibi geliyordu.
Elena’yı tanımadan önce, Tolostoy’un “insanların aşk dedikleri şeyi bilmiyorum. Aşk şimdiye kadar okuduklarım ve duyduklarım gibiye, ben aşkı hiç tatmadım” itirafına inanırdı. Onun ahlak yargılarındaki dehasına rağmen, akıl ve duygu arasındaki çelişkiyi, o bile çözümleyememişti. Tolostoy’un ölümünden sonra yayınlanan ‘Şeytan’ adlı kısa romanında bile, aşkın ne olduğunu, ya da ne olması gerektiğini sorgulayarak içinden çıkamamış ve neticeyi okuyucuya bırakmamış mıydı? Diğer yanda ‘Anna Karenina, Savaş ve Barış’ ta ise aşk insanın içine işlemiyor muydu?
İlk tanıştıkları zamanda ona aşık olmuştu. Çok güzeldi. Sarı dalgalı dağınık saçları omuzlarına dökülüyordu. Menekşe rengi gözleri, biçimli kaşları, sık gülümsemesiyle yanaklarında küçük gamzeler oluşuyordu. Gülümsemelerindeki sevgi insanın yüreğini eritiyordu. Sütten beyaz bir teni vardı. Aklını baştan almasına dayanamamış ve sevgi fırtınası içinde onu öpmüş ve şaşırtan bir tutkuyla kız da karşılık vermişti. Onu elde etmek için defalarca bir şeyler yemeye, sinemaya davet etmek zorunda kalmıştı. Geceleri Moskova’nın geniş caddelerinde yürümelerini, parklardaki kaçamaklarına, onun ardı arkası gelmeyen naz ve kaprislerine katlanmıştı. Defalarca sabahlara kadar dans etmişlerdi. Aylarca kendini teslim etmemekte direnen, kendini zora satan Elena’nın kaldığı yatak odasına girerek defalarca sevişmelerini sağlamıştı. Onu unutamıyordu. Onu elde etmek, Orta Asyalı bir gençle olan bağlarını koparmak o kadar kolay olmamıştı. Hatta Rus usulü zor kullanmak zorunda kalmıştı. Her şey bitmek üzereyken; aniden evlenme kararının şaşkınlığını uzun süre üzerinden atamamıştı.
İvan vardığında toplantı hızını almıştı. Aynanın önünde oyalandı, elbisesinin yakalarını düzeltti, eliyle saçlarını taradı. Odalardan gelen sesleri, kahkahaları ve kadeh tokuşturmaları duyabiliyordu. Davetliler Moskova’nın elit tabakalarındandı. Selam verenleri kısa sözlerle geçiştirirken; gözleri birini arıyordu. Ve onu gördü. Elena gözle görülür derecede zayıflamış görünüyordu. Yıllardır parmağından çıkarmadığı elmas yüzüğü ise parmağında takılı değildi. İvan bir süre, onu uzaktan seyretmeyi sürdürdü. Gözlerinde tütmesine rağmen, aradan geçen zaman kendinden çok şeyler de götürdüğü bir gerçekti. Elena’da kendinden farklı olmasa gerekti.
Elena yavaşça dönünce, İvan’ı gördü. Yüzünde bir anda şaşkınlık, sevgi, üzüntü, gizli bir sevinç ve öfke dolu duygular birbirine karıştı. Elena sonra normale dönebildi. Her şeye rağmen, ilk yaklaşan, harekette bulunma cesaretini gösteren yine İvan olmuştu.
“Merhaba Elena. Umarım, beni gördüğüne şaşırmadın?” Kadın duraladı ve biraz da zoraki gülümsedi.
“Burada olacağını biliyordum.” Uzun bir an kımıldamadan birbirilerine baktılar. Etraftaki davetlilere aldırmayan İvan, elini Elena’nın omzuna koydu. Her şeyi unutmuş, hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Hatta özlediğini göstermek için de eğildi ve fırsat vermeden dudaklarından öptü. Elena, “Lütfen…” derken gayri ihtiyari, beli belirsiz karşılık verdiğine kendisi de şaşırmıştı. İvan :
“Geleli çok oldu mu?” dedi.
“Partiye mi? Ülkeye mi?”
“İkisine de…”
“Partiye yeni geldim. Ailemi ziyarete gitmiştim. Ülkeye ise üç dört gün önce geldim.” dedi. Sesindeki suçlamayı önleyemeyen tonuyla “Beni aramayacak mıydın?” dedi. Kadın içini çekti ve yere baktı. İvan’ın üzerindeki elbiseyi daha önce görmemişti. Kadın yüzü kızararak “Evet. Arayacaktım” dedi.
“İçki ister misin?”
“İçkiyi bıraktım. Hatta kahveyi de…”
“Kahveyi bıraktın mı? Ama çok severdin!”
“Hazır kahveden nefret ediyorum. Moskova’da ise bundan başka bir şey yok.”
“Sen de sigara kokmuyorsun?”
“Bıraktım.”
“Gerçekten mi? Ne zaman?”
“Sen gittikten sonra…”
Yukarıdan birilerinin emir vakileriyle aniden İvan’la evlenmeye karar vermişti. İvan’ın tepede geniş çevresinin olması, Elena’nın doktorasını yapmasına, tanınmasına, hatta basamakları hızla çıkmasına ve rahat bir hayat sürmesini sağlamıştı. Geçici birkaç işte çalışmıştı. Kısa sürede, kuşağının en parlak filologlarından biri olarak tanınmaya başlamıştı. Uzun bir süre, kalıcı, gerçek bir meslek yaşamı da olmadığı içinde huzursuzdu. Üniversitede öğrendiklerini nasıl olsa bir gün kullanacağına, önemli bir işle görevlendirileceği günü bekliyordu. Üniversitedeyken gönlünü kaptırdığı Özbek gencini de tamamen unutabilmiş değildi. Evlendiklerinde, evliliğin rutin yaşamına dalmış bir çok şeyi unutmuştu. Birlikte televizyon seyrediyor, yemek pişiriyor, arkadaşlarıyla dolaşıyorlardı. Doğal olarak arada bir kavga da ediyorlardı. İlk yılların ateşli tutkusu daha zengin bir ilişkiye dönüşmüştü. Her geçen gün, Elena biraz daha ona bağlanıyordu. Zaman zaman çocuk yapmaktan bahsetmişler, ancak bunu pek ciddiye almamışlardı. Bir hafta ciddiye alırken, diğer bir hafta vazgeçiyorlardı.
Bu mutluluk aniden paramparça oldu. İvan Moskova’da Politbüroya çağrılmış. Merkezde kendisinin de bilemediği bir gizli görevle görevlendirilmişti. Onu görmeye giden hiçbir ziyaretçi bile kabul edilmiyordu. Telefonla bile, ona ulaşma imkanı olmuyordu. Ancak o ararsa arıyordu. Elena her arayışında, ne zaman döneceğini soruyorsa da; İvan her defasında bilmediğini söyleyip duruyordu.
İvan işinde başarılı biriydi. İlgisiz parçaları bir araya getirmeyi seven biriydi. Dünyanın en gizemli şehirlerinden biri olan Kremlin’nin nasıl işlediğini çok iyi bilirdi. 1984’te hiç kimsenin tanımadığı bir politbüro üyesi olan Gorbaçov’un liderliğe yükseleceğini o zamandan tahmin etmişti. Moskova’nın yirmi yedi kilometre batısında, bir dizi çam ağaçları arasındaki üç katlı taş bina, Sovyetlerde en güçlü adamlarından birine aitti. Salondaki masada, kristal ve porselen takımlar, havyar, tavuk kızarması, Fransız şampanyası Rusya’nın en seçkinlerine hizmet ederdi. Binanın odaları her türlü frekansta dinlemelere karşı korumalı, dinlenemez bir yapıdaydı.
Berlin Duvarı yıkılmış, Doğu Almanya yitirilmiş, Varşova Paktı kağıt üzerinde kalmış, Sovyetlerin yönettiği komünist hükümetler de tek tek yıkılıyordu. Yaşanan kriz, Daça’daki taş bina da masaya yatırılmış, sorgulanıyordu. “Ekonomi çöküyor. Komünist parti kontrolü yitiriyor. Bu adam (Gorbaçov) ülkeyi içten parçalıyor” diyordu, Moskova kulüp üyelerinden biri… Kırk beş yaşlarında, solgun tenli, zayıf, GRU’nun dış haberler alma müdürünün birkaç hafta dinlenmeden çalışmanın yorgunluğu üzerindeydi. Hatalardan ve yanlış hesaplardan nefret ederdi. Titiz bir yöneticiydi. “Sovyetler, darbe yapılması imkansız bir sisteme sahip. Yani gerçeklerle algılamalar birbirine hiç uymuyor. Suikastlarında bir anlamı yok. Yılanın başını kesmekle gövdesinin de öleceğini söyleyenler olacak ama araştırmalar; bunun tam aksini gösteriyor. Plan, devrim bayramında olmalı… ” dedi ve sözlerini sürdürdü. Tespitine, diğer biri “Korkunç fakat harika…” diye tanımlıyordu.
Kremlinde yöneticilerden biri olma talihsizliğine uğrayan ve koltuğu korumak isteyen, asla ‘tatile çıkılmayacağını ve hastalanılmayacağını’ bilir. Hasta olan gücünün bir kısmını yitirecektir. Yükselirken beraberinde yeteri kadar adam çıkartamadıysa, Kremlin onun için paten sahasından daha kaygan olacaktır. Bunu yükselmek isteyen her siyasi, çok iyi bilir. İvan’da bu kaygan zeminde birileri yararına sörf yapamaya çalışanlardan biriydi.
Elena’nın liseden sonra okumayarak evlenen ablası Tanya, Kiev’deki evinde intihar etmişti. Atlayarak Kiev’e gitmişti ama acısı bir türlü dinmiyordu. Döndüğünde çekilmez yalnızlıklarıyla yine baş başa kalmıştı. Yalnızlığa hiç dayanamıyordu. İvan’ın ne zaman döneceğini de hiç bilmiyordu. Belki dönmeyebilirdi de… Hiç kimse kendi hayatının ne olacağını bilemediği gibi, bir başkalarının da diğerlerinden fazla bir farkı yoktu.
İvan görevi bittiğinde, yorgun geçen günlerini geride bırakmanın sevinciyle, sürpriz yapmak için eve dönerken haber vermemişti. İvan eve yaklaştığında Elena’yı bir adamla kol kola apartmandan çıktığını gördüğünde, kan beynine sıçramıştı. İvan o kadar kıskanç biriydi. Aylar süren çalışmanın verdiği stres, uykusuz geçen geceler, üstü memnun edebilme baskısı da cabasıydı. Kıskançlık aşkın derinliğini ölçen bir barometre değildi. O sadece aşığın güvensizliğini gösterirdi. Bir haftadır birlikteliklerinin devam ettiğini öğrendiği gece kavga etmiş hatta daha ileri giderek dövmüştü. Elena bunu asla beklemiyordu. İvan öfkeyle evden ayrılmış, gece boyunca içmiş ve sarhoş olmuştu. Ve o geceyi inadına dul bir kadınla birlikte geçirmişti. Artık evliliğin kristal küresi geri dönülmez bir şekilde kırılmıştı. Ertesi sabah eve öfkesi geçmiş olarak dönmüştü. Ama Elena’yı bir yanda ağlar ve bir yanda çantasını toplar olarak bulmuştu. Dönüşü zor olan bir yola girilmişti. Elena, İvan’ın bütün konuşmalarını reddederek, arkadaşı Galina\'nın evine taşınmıştı. Birkaç gün sonra ise kalan eşyalarını almak için gelişi ise her şeyin bitmiş olduğunu gösteriyordu. İvan’ın :
“Gitme. Elena hata yapıyorsun!” sözlerine aldırış bile etmemişti. Arkasından :
“Ayrı kalmasak bu evlilik çökecek!” İvan onu öperek barışma yolunu denemek isterdiyse de, Elena arkasını dönerek öpmesine fırsat vermemişti. Hatta sevgisi nefrete dönüşmüştü. Elena, hayatı ve geleceğiyle ilgili radikal kararlar almış ve zaman kaybetmeden de uygulamaya koymuştu.
“Yarın Moskova’dan ayrılıyorum” dediğine İvan, yıkılır olmuş, içini yaptıklarına karşı pişmanlık duygusu kaplamıştı.
“Gerçekten mi? Böylece sürgünde mi olacağız? Evliliğimizi çöpe mi atmak istiyorsun?” Sorularına, Elena’nın cevap vermeyişi onu tamamen baştan çıkarıyordu.
“Konuş benimle. Bak Elena. Sadece bir iki kişiyle beraber oldum. Sen de olmuşsundur. Çok çekici bir kadınsın. Sen istedikten sonra, hiçbir erkek sana hayır diyemez. Hayatında hiçbir kimse yok mu yani?”
“Bir süre yalnız kalmak isteyebileceğim neden aklına gelmiyor?”
“Planın ne?”
“Bilmiyorum!”
“Ne zaman geri döneceksin?”
“Bilmiyorum…”
“Açık konuşayım. Bana geri dönmeni istiyorum. İkimiz de aptalca şeyler yaptık. Bunlar geçmişte kaldı. Yeniden başlayabiliriz…”
Elena’nın gözlerinden yaşlar geliyordu. Yüzü ona dönük olmadığı için İvan onu göremiyordu. İvan onu omuzlarından kavradı ve beklenmedik bir güçle onu öptü. Genç kadın sanki aşı oluyormuş gibi kasıldı. Kolları boşlukta kaldı. Titreyen kısık sesiyle “Yapma!...” dedi.
İvan, Elena’nın biraz gevşemesini fırsat bilerek; onunla birlikte evden çıkmıştı. Ama Elena aklına koyduğunu uygulamaya kararlıydı. Bir süre Moskova’nın geniş caddelerinde yan yana yürüdüler.
Dokunmadan seven yoktu. Aşklar evlerden sokaklara, meydanlara taşınmıştı. Yüce duygular, büyük aşklar da yoktu artık. Adam gibi sevecek, sevebilecek erkeklerde yok artık. Ne iş alanında başarı, ne aşk, aile ve çocuk, ne derinlemesine bir düşünce faaliyet, ne de kendine karşı özen... Rus erkekleri kimliklerini iyice kaybetmişti. Duyarlılıkları daha da azalmıştı. Adapte olma yetenekleri bile sınırlıydı. Böylesine silikleşme, geri plana kayma, kadının gölgesine sığınma... Rusya\'da ailenin reisliğini kadınlar yapıyordu. Çocuğun sorumluluğu neredeyse bütünüyle kadına aitti. Yalnızca günlük ve küçük kararlar değil, büyük olanları da kadın dudaklarından dökülüyordu. Boşanma kararını alan da onlardır genellikle. İşyerlerinde kadınlar daha güvenilirdir. Yarı yolda koymaz, görevlerini iki kadehe değişmez. Son zamanlarda Rus kadınları iyi para kazanmaya da başladı. Bu durumda evde bir \"asalak\" bulundurmaya gerek görmeyenlerin sayısı her geçen gün çoğalıyor. Evlenmek isteyen erkekler ise mercekle aranıyor. Adayların \"hal ve gidiş notu\" da ayrı konu! Rus kadınlara giderek yabancı erkeklerde arıyor mutluluğu. Ama o da her zaman olumlu sonuç vermiyor. Ulusal farklılıkları aşmak her babayiğidin harcı değil.
Bu ülkede Puşkin’in heykeli etrafında sevda peşinde koşanlara bakarak onlara ‘zavallılar’ diyerek acıdı. Evleninceye kadar seveceksiniz sonra ne olacak? Yaşanan hayatın gerçekleri aşkları da silip süpürüp götürmeyecek mi? Birbirine sarılanlar, öpüşen lezbiyenlere ve öpücükler gönderen fahişlere bakmamak için başını çevirdi.
Tverskaya caddesine yöneldiler. Dilencilerden, sarhoşlardan nefret ediyordu. Bir yığın zavallı açıkta acınacak halde sürüngenler gibiydiler. Kuşkulu bakışlardan kurtulmak için adımlarını hızlandırırdı. İvan’ın tutarsız hareketleri vardı. Ne zaman, ne yapacağından asla emin olamıyordu. Onu iyi tanıyordu. O, her ne şartlar altında olursa olsun, almak istediklerini alan bir ruh yapısı vardı. Elena eve gitmek istemiyordu. Sıradan bir otele gittiler. O geceyi birlikte geçirdiler. Gece geç saate kadar konuştular. Oda servisinin getirdiği şarabı paylaştılar. Elena :
“Nasıl böyle aptalca bir şey yaptığımı, o günden beri çok düşündüm ve pişman oldum. Birine ihtiyacım vardı ve sen merkezdeydin.”
“Anlıyorum. Seni affediyorum. Sende aynısını yaptın.”
Elena “Bana sadık kaldın mı?” diye sordu.
“Hayır” dedi İvan, “Ya sen?”
“Hayır…”
“Öyle ise ödeştik. Yıkıntılar arasında aşk’ı tekrar denemek istemez misin?”
Elena’nın aklı karmakarışık olmuştu. Üzüntülüydü. Hatta hassaslığı üzerindeydi. Kırılgandı. Giderek artan bir tutkuyla onu özlüyor olmasına rağmen, aklı duygularını acımasızca bastırıyordu. Onun öpmesine, göğüslerini okşamasına izin verdi. Bir zamanlar bu adamı çok arzulardı. Ama şimdi, içindeki düğme tamamen kapalıydı. Tek istediği şey yalnız kalmaktı. Onunla sevişmedi. İvan ise reddedilmişliği karşısında kırılmış ve üzülmüştü. Elena’yı kayıp mı ediyordu? Bir daha bir araya gelemeyecekler miydi? Ardı arkası kesilmeyen düşüncelerle bir süre sonra İvan uykuya varmıştı. Elena ise, kırılan sihirli küreye ağlıyordu. İvan ise geçici bir heves, nasıl olsa gelip geçer düşüncesiyle üzerine fazla gitmedi.
Ertesi sabah havaalanında vedalaşmışlardı. Terminaldeki kalabalık, duygularının tamamen ortaya çıkmasını engelliyordu. Genç kadının gözyaşları yanaklarından yuvarlanarak göğsü üstüne damlıyordu. İvan ona sarılmış ve kucaklamıştı. Genç kadın başını onun göğsüne yaslamıştı. İvan :
“Kendine iyi bak…”
“Ben de aynı şeyi söyleyecektim.” Son anons yapılıyordu. Ayrılmışlardı…
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
23 Haziran 2006       Mesaj #1015
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bir otobüs durağında karşılaşmışlardı ilk kez.... Biri tıpta okuyordu,
Öbürü mimarlıkta. O ilk karşılaşmadan sonra, bir kere, bir kere, bir
kere daha karşılaşabilmek için, hep aynı saatte, aynı duraktan, aynı
otobüse bindiler. Gençtiler, çok genç... Birbirileriyle
konuşacak cesareti bulmaları biraz zaman aldı ama sonunda başrdılar.
İkisi de her sabah otobüse bindikleri semtte oturmuyorlardı aslında.
Delikanlı arkadaşında kaldığı için o duraktan binmişti otobüse, kız
>ise ablasında.... Sırf birbirilerini görebilmek için, her sabah
erkenden evlerinden çıkıp, şehrin öbür ucundaki o durağa, onların durağına
geldiklerini, gülerek itiraf ettiler bir süre sonra...
Okullarını bitirince hemen evlendiler. Mutluydular hem de çok mutlu...
Bazen işsiz, bazen parasız kaldılar ama öylesine sıkı kenetlenmişti ki
yürekleri ve elleri hiçbir şeyi umursamadılar. Ayın sonunu zor
getirdikleri günlerde de ünlü bir doktor ve ünlü bir mimar
olduklarında da hep mutluydular.
Zaman aşımına uğrayan, alışkanlıklara yenik düşen, banka hesabında
para kalmadığı için ya da tam tersine o hesabı daha da kabarık hale
getirmek uğuruna bitip-tükeniveren sevgilerden değildi onlarınki..
Günler günleri, yıllar yılları kovaladıkça sevgileri de büyüdü,
büyüdü... Tek eksikleri çocuklarının olmamasıydı. Zorlu bir tedavi
sürecine rağmen
Çocuk sahibi olmayınca, “bütün mutlulukların bizim olmasını
beklemek, bencillik olur” diyerek devam ettiler hayatlarına.
Çocuk yerine, sevgilerini büyüttüler... “Senin için
ölürüm” derdi kadın,
Sımsıkı sarılıp adama ve adma “Hayır, ben senin için
ölürüm” diye yanıt verirdi hep...
Bazen eve geldiğinde, aynanın üzerinde bir not görürdü kadın, “Bir
tanem, kütüphanenin ikinci rafına bak....” Kütüphanenin ikinci
rafında başka bir not olurdu, “Mutfaktaki masanın üzerine bak ve
seni
çok sevdiğimi sakın unutma” Mutfaktaki masadan, salondaki dolaba
sevgi
dolu notları okuya okuya koşturan kadın, sonunda kimi zaman bir demet
çiçek, kimi zaman en sevdiği çikolatalar, kimi zaman da pahalı
armağanlarla karşılaşırdı... Aldığı hediyenin ne olduğu önemli değildi
zaten....
Hayat ne kadar hızlı akarsa aksın, işleri ne kadar yoğun olursa olsun
Hep birbirlerine ayıracak zaman buluyorlardı bulmasına ama kırklı
yaşların ortalarına geldiklerinde, daha az çalışmaya karar verdiler. Adam,
hastaneden ayrıldı ve muayenehanesinde hasta kabul etmeye başladı. Kadın
da mimarlık bürosunu kapadı ve sadece özel projelerde görev aldı.
Artık daha fazla beraber olabiliyorlardı.

Bir gün sahilde dolaşırken, harap durumda bir ev gördü kadın, üzerinde

“satılık” levhası asılı olan. “Ne dersin, bu evi
alalım mı?” dedi adama. “Bu viraneyi yıktırır, harika bir ev
yaparız. Projeyi kafamda
çizdim bile. Kocaman terası olan, martıları kahvaltıya davet edeceğimiz
bir deniz evi yapalım burayı...” “Sen istersin de ben hiç
hayır
diyebilirmiyim?” diye yanıt verdi adam.
“Amerika’daki tıp

kongresinden döner dönmez ararım emlakçıyı... Kaç para olursa olsun
burası bizimdir artık....”

Sadece bir hafta ayrı kalacaklarını bildikleri halde, ayrılmaları zor

Oldu adam Amerika’ya giderken.
Her gün, her saat konuştular telefonla. Gözyaşları içinde kucaklaştılar

havaalanında.

Fakat birkaç gün sonra, kocasında bir tuhaflık olduğunu fark etti
kadın. Eskisi kadar mutlu görünmüyor, konuşmaktan kaçınıyordu. Onu
neşelendirmek için, sahildeki evi hatırlattı ve çizdiği projeyi verdi
kadın ama hiç beklemediği bir cevap aldı: “Canım, o ev bizim
bütçemizi aşıyor. Sen en iyisi o evi unut...”

Mutsuzluk, mutluluğun tadına alışmış insanlara daha da acı, daha da

Çekilmez gelir.

Kadın, hiç sevmedi bu beklenmedik misafiri. Derdini söylemesi için

yalvardı adama, “Senin için ölürüm, biliyorsun, ne olur
anlat” diye dil döktü boş yere... Yıllardır sevdiği adam, duyarsız
ve sevgisiz biriyle

yer değiştirmişti sanki. Ona ulaşmaya çalıştıkça, beton duvarlara
çarpıyordu kadın, her çarpmada daha fazla kanıyordu yüreği...

Bir gün, çocukluğunun, gençliğinin ve bütün hayatının birlikte geçtiği

arkadaşına dert yanarken,

“Artık dayanamıyorum, sana söylemek zorundayım” diye
sözünü kesti

arkadaşı.

“O, seni aldatıyor. İş yerimin tam karşısındaki restoranda genç bir

kadınla yemek yiyiyor her öğlen. Sonra sarmaş dolaş biniyorlar
arabaya....”

“Sus, sus çabuk, duymak istemiyorum bu yalanları” diye
bağırdı kadın.

Onca yıllık arkadaşını,

kendisini kıskanmakla suçladı.... Ertesi gün, öğle vakti o restoranın

hemen karşısında bir köşeye sindi sessizce ve peri masallarının sadece
masal olduğunu anladı...Kocasının eskiden aynı hastanede çalıştığı genç
çocuk doktorunu tanıdı hemen. Bazen evlerinde ağırladıkları kadına nasıl
sarıldığını gördü adamın...



Akşam kocası eve gelir gelmez, bazen bağırıp, bazen ağlayarak, bazen

Ona sımsıkı sarılıp bazen de yumruklayarak haykırdı suratına her şeyi.
İnkar etmedi adam. Zamanla duyguların değişebildiği, insanların orta yaşa
geldiklerinde farklılık aradığı gibi bir şeyler geveledi ağzında ve
bavulunu alıp gitti evden. Kapıdan çıkarken, “son bir kez kucaklamak
isterim seni” diyecek oldu ama kadın, “defol” dedi
nefretle...



İlk celsede boşandılar... Modern bir aşk hikayesinin böyle son bulmasına

kimse inanamadı.

Arkadaşlarının desteğiyle ayakta kalmaya çalıştı kadın. Adamın,

Sevgilisiyle birlikte Amerika’ya yerleştiğini öğrendi. Bazen
yalnız kaldığında, onu hala sevdiğini hissedince, ağlama nöbetleri
geçiriyor, aşkın yerini, en az onun kadar yoğun bir duygu olan nefretin
alması için dua ediyordu.


Aradan bir yıl geçti.Her şeyin ilacı olduğu söylenen zaman bile,kadının

derdine çare olamamıştı.

Bir sabah, ısrarla çalan zilin sesiyle uyandı. Kapıyı
açtığında,karşısında

o kadını gördü. “Sen, buraya ne yüzle geliyorsun” diye
bağırmak istedi ama sesi çıkmadı.

“Lütfen, içeri girmeme izin ver, mutlaka konuşmamız
gerekiyor.” dedi genç kadın. Kanepeye ilişti ve zor duyulan bir
sesle konuşmaya başladı:

“Hiçbir şey göründüğü gibi değil aslında. Çok üzgünüm ama o bir
saat önce öldü. Geçen yıl Amerika’daki kongre sırasında öğrendi
hastalığını ve yaklaşık bir senelik ömrü kaldğını. Buna dayanamayacağını,
hep söylediğin gibi onunla birlikte ölmek isteyeceğini biliyordu. Seni
kendinden

uzaklaştırmak için, benden sevgilisi rolünü oynamamı istedi. Ailesine

de haber vermedi. Birlikte Amerika’ya yerleştiğimiz yalanını
yaydı. Oysa ilk karşılaştığınız otobüs durağının karşısında bir ev
tutmuştu. Tedavi görüyor ve kurtulacağına inanıyordu ama olmadı. Gece
fenalaşmış, bakıcısı beni aradı, son anda yetiştim. Sana bu kutuyu vermemi
istedi...”

Gözlerinden akan yaşları durduramayacağını biliyordu kadın.

Hemen oracıkta ölmek istiyordu.



Eline tutuşturulan kutuyu açmayı neden sonra akıl edebildi. İtinayla
katlanmış bir sürü kağıt duruyordu kutuda.

İlk kağıtta, “Lütfen bütün notları sırayla oku bir tanem”
diyordu... Sırayla okudu; “Seni çok sevdim”, “Seni
sevmekten hiç vazgeçmedim”,

“Senin için ölürüm derdin hep, doğru söylediğini
bilirdim.” “Fakat benim için ölmeni istemedim”
“Şimdi bana söz vermeni istiyorum.” “Benim için

yaşayacaksın, anlaştık mı?” son kağıdı eline alırken, kutuda bir
anahtar olduğunu gördü kadın... Ve son kağıtta şunlar yazılıydı:

“Sahildeki evimizi senin çizdiğin projeye göre yaptırdım.

Kocaman terasta martılarla kahvaltı ederken, ben hep seni izliyor
olacağım....”
__________________
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
23 Haziran 2006       Mesaj #1016
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
İsimsiz Melek

Gözlerini açmak için büyük mücadele etmesine rağmen henüz gözlerini açamıyordu. Nerede olduğunu ve kendini görmek istiyordu. Vücudu yeni şekillenmiş, artık bir bebeğe benzemeye başlamıştı. O dünyaya gelmeye hazırlanan, annesinin karnında mutlu mesut büyüyen bir cenindi. Kızdı ve isminin ne olacağını çok merak ediyordu. Arada bir ellerini hareket ettiriyor, bacaklarıyla neler yapabileceğini hesap etmeye çalışıyordu. En çok içinde bulunduğu yeri merak ediyordu. Kimi zaman sesler duyuyor, kulak kabartıp bu anlamadığı seslerin ne olduğunu dinliyordu. Acaba nasıl bir yerdeydi, ah gözlerini bir açabilseydi görebilecekti.

Yavaş yavaş sıkılmaya başlıyordu bulunduğu yerden. Henüz ismi koyulmamış minik kız bebeği bir an önce dışarı çıkmak istiyordu. O seslerin sahibini, annesini görmek istiyordu. Bazı zamanlar bulunduğu yerin üzerinde gezen birşey farkediyordu. Herhalde annesinin eli olmalıydı. Onu farkettiği anda heyecanlanıyor, henüz yeni çalışmaya başlayan kalbi küt küt atıyordu. Farklı birşeyler hissediyordu, sanki bir tutku, sanki değişik duyguların karışımı vardı annesinde.. Ah annesini bir görebilseydi..

Yavaş yavaş ilerlemeye başladı. Anlaşılan artık zamanı gelmişti. Sonunda son zamanlarda oldukça fazla sıkıcı olan bu mekandan kurtuluyordu. Sonunda annesine kavuşabilecek, gözlerini açabilecek ve onu görebilecekti. Feryatlar eşliğinde bulunduğu yerden biraz daha ilerledi. Sert iki el onu bacaklarından tutup hızlıca çekti. Annesi öylesine bağırıyordu ki, kulakları acıdı. Ne olduğunu bile anlayamadan soğuk bir alana çıkmıştı. Sıkıcı yerde onu saran sıcak su bile yoktu. Sert eller hızla poposuna vurup, onu salladılar. Halen gözlerini açamamıştı, sadece bağıran annesini ve sert elli bir kadını hissedebiliyordu. Daha fazla dayanamayıp ağzını açarak oda " Anne ağlama.. Lütfen ağlama.. " diye bağırmaya başladı.

Üşümüş ve dinlenmiş bir halde kendine geldi. Kollarını ve ayaklarını oynatamıyordu. Anlayamadığı birşeye onu sımsıkı sarmışlardı. Aniden iki el bulunduğu yerden isimsiz miniği aldı ve kucağına yerleştirdi. Yüreği yine küt küt atmaya başlamıştı. Bir zamanlar sadece hissedebildiği o sevgi dolu, tutkulu eller onu alıp yumuşacık bir yere yerleştirmişti. Kendini alan kişinin annesi olduğunu çok iyi biliyordu. Annesini mutlaka görmeliydi.. Yavaşça gözkapaklarını kaldırmaya çalıştı. Koyu lacivert gözleri ufacık açılmıştı. Sislerin çekilmesinden sonra hayal meyal annesini gördü. Yaşlı gözlerle kendisine bakıyordu. "Acaba annem neden ağlıyor ?" diye düşündü. Herhalde kendisinin geldiğine çok sevinmiş olmalıydı. Soğuk nedeniyle annesinin göğüslerine başını yasladı. Annesinin kalbide tıpkı onunki gibi hızlı hızlı atıyordu. " Canım annem, biricik annem " diyerek tekrar bağırmaya başladı. Annesi yavaş ve şefkat dolu hareketlerle minik bebeğinin ağzına göğsünü verdi. Sonra uyumasını bekledi..

Sırtına giren buzdan bıçaklarla uyandı isimsiz minik bebek. Üşüyor ve titriyordu. Fakat hala annesinin kollarındaydı. Başını annesinin göğsüne iyice yasladı. Annesi bu soğukta nereye yürüyordu acaba ? Bir beşikte sallanırcasına, annesinin kucağında ilerlemeye devam etti. Çok uykusu vardı, eğer soğuk canını yakmasaydı bu şefkat dolu sıcak kollarda hemen uyuyabilirdi. Asla burdan ayrılmayacağım diye düşündü. O büyüyüp, abla oluncaya kadar hep annesinin kucağında kalacaktı. Böylesine sevgi dolu sıcacık yerden kim ayrılırdı ki.. Öylesine seviyordu ki annesini, konuşmayı öğrendiğinde ilk onun adını söyleyecekti. Şimdiye kadar görmediğine göre, galiba zaten babası yoktu, yada onu merak etmemişti. Hiç önemli değil diye düşündü, bu sıcak kucağa sahip, gözüyaşlı annesi onun için yeterdi..

Annesi durdu. İsimsiz bebek gözlerini açıp etrafa baktı. Ama heryer karanlık olduğundan hiç bir yeri göremedi. Neden durdu acaba annem diye düşünürken, yüzüne garip duygularla dansetmiş, ılık ve tuzlu bir damla düştü. Annesi, gözlerinden minik bebeğin yanağına damlalar damlatıyordu. Neler olduğunu anlayamıyordu, annesi neden ağlıyordu? Gözlerini kapattı. Göğsüne bir kağıt parçası sıkıştırıldı. Yanaklarında annesinin dudaklarını hissetti. Soğuktan çatlamış olmasına rağmen, tutku ve sevgi kokan dudaklar, isimsiz minik kızın yanaklarından yumuşakca öptü. Bu öpücüğü asla unutmayacaktı. Yaşadığı günlerde hissettiği en güzel duyguydu. İtinayla ve yavaşça yere bırakıldığını farkettti. " Hayır , hayır anne bırakma beni kucağından " diye haykırmaya başladı. Sıcacık ve sevgi dolu kucaktan, soğuk ve sert mermet bir zemine koyulmuştu. Hala haykırıyordu. Annesinin kucağından inmek istemiyordu, üstelik çok üşüyordu. Annesi arkasını döndü, bir kaç adım attı. " Anne, ne olur gitme, anneciğim lütfen beni bırakma! " diye son sesiyle tekrar haykırmaya başladı. Annesi durakladı. Geri döndü. İsimsiz bebek yavaşça sustu. Gelip tekrar kollarına almasını bekliyordu. Fakat annesi gelmedi, tekrar arkasına dönüp, feryatlar arasında hızlıca uzaklaşarak, gecenin, soğuğun ve merhametsizliğin karanlığında kayboldu..

Ne kadar ağlayıp haykırdığını bilmiyordu. Tek hissettiği soğuktu. İliklerine kadar üşüyor ve bir taraftanda belki gelir diye annesini çağırıyordu. Hareket etmeye çalıştı, belki kalkıp annesinin arkasından koşmalıydı. Fakat kollarını ve ayaklarını sıkıca bağlayan beyaz bezden dolayı hareket edemiyordu. Hareket etse bile koşmayı bilmiyordu ki.. Ama annesi için hemen öğrenebilirdi belki ? Soğuğun etkisiyle ayaklarını hissetmemeye başladı. Çırpınmaya çalışan kollarıda yavaş yavaş kayboluyordu. " Anneee.. " diye tekrar haykırdı. " Anneciğim neden beni bırakıp gittin, anneciğim yok oluyorum.. anneciğim lütfen gel beni al.. " haykırmaları boşunaydı. Gecenin ilerleyen saatlerinde haykırmalarına sadece sokak köpekleri yanıt veriyordu. Artık kollarınıda kaybetmişti. Ayaklarım, kollarım ve göğsüm neden kayboldu acaba diye düşündü. Annesizlikten olsa gerekti. Annesi onu bıraktığı için yavaş yavaş kayboluyordu. Yok olacağını, soğuk çenesine ilerleyince farketti. Artık hiç birşeyin anlamı kalmamıştı. Doğru düzgün düşünemiyordu bile. Neden buraya bırakılmış, neden terkedilmişti ? Henüz ismi bile koyulmadan, ne günah işlemişti ki ölüm cezasına çarptırılmıştı ?..

İsimsiz minik kız bebeğinin bırakıldığı cami avlusunda, sabah ezanları çınlamaya başladı. Bir bebeğin annesine " Geri dön anne " haykırmalarının, ınga sesine dönüştüğü yürek parçalayıcı serenat, Allahu Ekber seslerine karıştı. Martılar, sokak köpekleri, hiçbiri bu sahneye dayanamamış, son sesleriyle ağlıyorlardı. Minik bebek gözlerini kapattı. İki damla çıktı gözlerinden. Biri gözpınarının hemen yanında, diğeri ise yanağında donmuştu. Gözlerini son kez kapattı. Bir daha görmek istemiyordu. Ezanla beraber, miniğin seside kesildi. Bir mum alevi gibi yavaşça sönmüştü. O artık ruhları sıkan ve dünyanın sonunu hazırlayan siyah renkteki merhametsizliklere lanet eden, vicdansızlığa tutsak edilmiş bir melekti..
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
23 Haziran 2006       Mesaj #1017
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Deprem Aldı Seni Benden

Ilık bir bahar günü başladı herşey; üniversiteyi yeni
kazanmıştım içim kıpır kıpır ellerimde kitaplar okula
gidiyordum çok yabancıydı yaşadıklarım herşeyden önce
ikinci öğretimdi dersler 17.30’da başlıyordu herkes
evine giderken ben okula gidiyordum. Sınıfa ilk
girdiğimde gördüklerim hiç hoşuma gitmemişti sınıfın
hemen hemen hepsi kız öğrenciydi bu kadar da olmazki
derken sınıftan içeri hoş çok hoş bir delikanlı girdi
aman Allah’ım kalakalmıştım sanki bütün dünya durmuş
bir tek benim kalbim güm güm atıyordu. Kimdi bu
yarabbim şansım ilk defa yüzüme gülüyor benim olduğum
sınıfta yakışıklı bir erkek ders alıyordu şansım
dönüyormuydu ne? Ders başlayınca sınıfta bir tanışma
seremonisi başladı herkes kısa kısa kendini
tanıtıyordu sıra ona gelmişti benim yıldız gözlüme adı
Levent’ti İzmitliydi Hereke’den 1976 doğumluydu aah ah
konuşması hiç bitmesin diye dualar ettim daha çok şey
öğrenebilmek için deliriyordum. Bütün gece uyumadım
hayaller kurdum o prens oluyor beni dansa kaldırıyordu
rüyalarımda Türk filmi gibi yani. Her anım o olmuştu
sabahları güne Levent seni seviyorum diye başlıyordum.
Ondan bir gülümseme bir söz duyabilmek için gözlerinin
içine bakıyordum ama yok nafile beni görmüyordu bile
tabi görmez dedim ya sınıf kız kaynıyor diye herkes
etrafında pervane ahh eşşek kafam bi yanına gidebilsem
cesaretimi toplayıp Levent nasılsın? Diyebilsem ama
nerdeeee....

Günler günleri kovaladı aylar ayları ben hergün hiç
üşenmeden ona şiirler yazdım hemde hiç aksatmadan
hemde bütün kalbimle

Bir kere baksan yüzüme yıldız gözlüm
Sensiz nasıl da biçare yaralı gönlüm
Dağılmışım yıkılmışım aşkınla
Bir gülsen bana ölürüm ay yüzlüm

Bütün günümü Başak burcunu incelemekle haritalardan
hereke’yi aklıma çizmekle geçiriyordum. Havalar
kararıpta dersler başlayınca çaktırmadan onu
izliyordum Allah’ım ben nasıl bu kadar yanmış nasıl bu
kadar tutulmuştum. Bir cesaret Allahım bana bir
cesaret ver diyordum ama yüzüne bakınca siliniyordu
herşey unutuyordum bütün kelimeleri sesim çıkmaz
oluyordu eski şen neşeli kıpır kıpır kız yoktu artık
arkadaşlarımda anlıyorlardı durumu da yapacak bir şey
yoktu karasevda dedikleri şeydi bendeki onun gözüne
güzel görünmek için makyaj bile yapmaya başlamıştım
gerçi beceremiyordum ama belki daha güzel olurum diye
yapıyordum işte ama o yok görmüyordu beni belki
görüyorda o da birşey söyleyemiyordu bana züürt
tesellisi seninki diyebilirsiniz belkide..

Sonunda okullar kapandı benim aşkım daha da büyüdü ama
o artık yoktu işim Allah’a kalmıştı yine sonra bir
gece uykumdan garip çok garip bir hisle uyandım
uyandığımda ter içindeydim Levent’i görmüştüm rüyamda
bende seni sevdim diyordu sana gelebilmek için çok
uğraşıyorum ama herşey üzerime geliyor diyordu. Hava
çok sıcaktı hemde çok sıcak balkon kapısını açmak için
kapıya gidiyordum ki sallanmaya başladım heryer
sallanıyordu durmadan sallanıyordu bağırmaya
çalışıyordum olmuyordu sallantı bitmiyordu gözümün
önüne Levent geliyordu tut ellerimi bırakma diyordu
ama tutamıyordum ayakta bile duramıyordum ki....Evet
tarih 02 Ağustos 1999’du o zalim depremin olduğu gün
olayın vehametini televizyondan öğrendim hemde hiç
kıpırdamadan. Spiker merkez üssü Adapazarı diyordu
yani İzmit yani Yıldız gözlümün yaşadığı yer içimden
kopanları dilimdeki o garip metalik geçmek bilmeyen
tadı ve titreyen bedenime hakim olamadığım günü hiç
unutmuyorum 2 Ağustos 1999.

Ondan bir haber alabilmek için bütün imkanları
zorladım bütün arkadaşlarıma sordum ama yok haber
yoktu ondan sanki tarihte hiç olmamıştı bütün
yaşadıklarım bir hayaldi bir siluetten ibaretti
herşey.. Umudumu kaybetmiştim kendime kızıyor kızıyor
hıncımı alamıyor tekrar kızıyordum ne vardı sanki ona
sevdiğimi söyleyebilseydim onu bir kez olsun son
birkez olsun görebilseydim ertelemeseydim sevdamı
haykırsaydım doyasıya varsın beni alaya alsın varsın
gülsün geçsindi ama bilsin sevdiğimi nasıl yandığımı
tutuştuğumu...

Ona o yanımdayken söyleyemedim şimdi burdan söylüyorum
aradan 6-7 yıl geçti hala kimseyi sevemedim yerine
kimseyi koyamadım LEVENT SENİ SEVİYORUM ÖLÜRCESİNE ben
o gün öldüm seninle öldüm sensiz öldüm artık gelsende
farketmez karşıma çıksanda farketmez ben seni sensiz
sevmeye öyle alıştım ki....
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
23 Haziran 2006       Mesaj #1018
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
yas farkı


bir gün teyze kızıyla geziyorduk bizim burda bi şelale var oraya gittik tam yanımızdada askeriye var neyse şimdi oturuyoruz bi kaç asker bize bakıyor hele bitanesi nasıl bakıyor anlatamam aslında bana çok çekici gelmişti bi kağıt attı aşağıya gittim aldım kağıtta isminin serkan olduğu ve tlf numarası yazıyordu aradık ilkten teyze kızından hoşlandığını söyledi ama çocuk bana bakıyordu şüphelenmeye baslamıştık bir pazar günü sahilde buluştuk ve bana teklif etti sanki o an dünyalar benim olmuştu çünki ondan etkilenmiştim ama yasak olan 2 neden vardı 1incisi onun asker olması 2incisi benim 14 onun 24 yasında olmasıydı ama ondan çok etkilenmiştim o gün teklifini kabul ettim artık şelaleye hergün gidiyorduk ve bir gün komutanına yakalandık neyseki sıyırdık hergeçen gün ona olan sevgim artıyordu her gün şelaleye gittim oda beni görür görmez cama çıkardı gülerdi teyze kızı memleketine gitti ben ise onun görememe korkusu içinde yandım ama hep gördüm her geçen gün allaha beni sevmesi için yalvarıyordum ama olmadı hem bana teklif etti hemde sevmedi ama beni öyle kıskandı ki sanki beni sevdi ama belli etmedi en sonunda bir gün teyze kızını aramış ve şöyle demiş oonu kırmadan incitmeden ayrılmamız gerektiğini söyle demiş ama birbirimizi ara konuşuruz demiş benden ayrılma sebebide arkadaslarının onunla alay etmesiymiş hep kardesin yasındaki kızla çıkıyorsun demişler ve 3 kişiyle benim yüzümden kavga etmiş neyse teyzw kızı bunu bana söyleyince şok oldum ve ağlamdım çünki onun arkadasları bana bakıp haraket yapıyorlardı(kısacası çapkınlık ve güzel bulma)sonra ayrıldık ama o çok farklıydı doğum günüm oldu bi çöp bile almadı kutlamadı bile ama ben ona aldım ve verdim göya bana almışmış veremiyomuş neyse onu öyle sevdim ki herşeyi göze aldım sanıyoruz ki oda beni sevmiş ama söylememiştir çok üzüldüm ama elden bişey gelmez onu hergün onu görüyorum ölüyorum şimdi onunla arkadaş olduk o benim abim ve abi diyorum oda bana abisi diyor ama biliyorum beni seviyor ama yaş farkı için söylemiyor ama düşündüm ki daha karşıma kimlerrr çıkarrr ama onu seviyorum o benim canım
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
24 Haziran 2006       Mesaj #1019
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Ders Alınacak Bir Öykü


Ewan 22 yasina o sene basmisti, kendinden emin çok zeki ve çok çekici bir genç adam olmanin asaletini tasiyordu. 10 gün sonra Kore'deki bir savasa katilmak üzere Ingiltere'den ayrilacakti, hiç birseyden korkmuyordu ama duygusalligi nedeniyle, ülkesinden ayrilma fikri zor geliyordu ona.
"Holly'den olumlu cevap geldi ve mektuplar ardi arkasina yazilmaya baslandi.
Her yeni mektupta birbirlerinden biraz daha etkileniyor, yüreklerini birbirlerine biraz daha açiyorlardi. 2 sene bu sekilde geçip gitti. Ewan ve Holly birbirlerine belki binlerce mektup yazmis, her mektuptan ayri tatlar almislardi.
Ewan'in ülkeye geri dönme zamani gelmisti, son mektubunda Holly'i görmek istedigini yazdi. "Ancak seni taniyabilmem için bana bir resmini gönder lütfen" diye ekledi. Holly bulusmayi kabul etti fakat resmi göndermedi. "Resmin ne önemi var ki? Bizi ilgilendiren kalplerimiz degil mi? Yakama kirmizi bir çiçek takacagim." dedi.
Günler birbirini kovaladi ve Ewan ülkeye döndü. Trenden indigi ilk anda gözleri Holly'i aradi. Bir müddet bakindi, sonra kalabaligin arasindan simdiye dek gördügü en güzel kadin belirdi. Uzunboylu, çok güzel vücutlu, uzun sari saçli, masmavi iri gözleri ve mavi elbisesiyle muhtesem bir kadindi. Kadina dogru bir adim atti, ama yakasinda hiç birsey yoktu. Kadin gözlerine bakti ve "Merhaba denizci, benimle gelmek ister misin?" diye sordu.
Tam o sirada güzel kadinin omuzunun üzerinden, yakasinda kirmizi çiçek olan kadini gördü. Kisa boylu, sisman sayilacak kiloda, gri kisa saçli, tozlu uzun pardisesü ve kalin bilekleriyle öylece duruyordu. Ewan saskindi, az önce hayatinda gördügü en güzel kadindan bir teklif almisti ancak karsisinda da yüregine asik oldugu kadin duruyordu. Kendini toparladi ve yanindan geçen dünyalar güzeli kadina aldirmadan ilerledi. Elinde Holly'le birbirlerini tanimalarini saglayan kitap vardi. Elini uzatti, "Merhaba Holly" dedi gözlerinin içi gülerek. "Pardon" dedi kadin."Ben Holly degilim. Az önce buradan geçen sari saçli mavi elbiseli bayan yakama bu çiçegi takti ve bunun hayatinin sinavi oldugunu söyledi. Sizi garin çikisindaki cafe'de bekliyormuş.
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
24 Haziran 2006       Mesaj #1020
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Cennet Komşusu


Vaktiyle padişahlardan biri şehri dolaşmaya çıkmıştı. Tanınmamak için kıyafetini değiştirmiş, yanına da bir kölesini almıştı. Halkın kendi yönetimi hakkında neler düşündüğünü öğrenmek istemisti.
Mevsim kıştı. Soğuk her yeri kasıp kovuruyordu.
Yolu bir mescide düştü.
İki yoksul bir köşede titreyerek oturuyordu. Gidecek başka yerleri yoktu.
Onların ne konuştuklarını merak eden padişah yanlarına sokuldu.
Fakirlerden şakacı olanı soğuktan şikayet ediyordu:
- Yarın cennete gittiğimizde bizim padişahı oraya sokmayacağım! Cennetin duvarına yaklaştığını görürsem, pabucumu çıkarıp kafasına vuracağım.
Öteki merakla sordu:
- Onu niçin cennete sokmayacakmışsın?
- Tabii sokmam. Biz burada soğuktan donarken o sarayında keyif sürsün. Bizim halimizden haberdar olmasın. Sonra da kalkıp cennette bana komşu olsun. Ben öyle komşuyu istemem arkadaş, dedi.
Gülüstüler.
Padisah kölesine:
- Bu mescidi ve adamları unutma! dedi.
Saraya dönünce mescide adamlarını yolladı. İki fakiri alıp saraya getirdiler.
Zavallılar başımıza neler gelecek diye korkuyla bekleşirken onları dayalı, döşeli bir odaya yerleştirdiler.
- Burada yeyip, içip yatacak, padişahımıza dua edeceksiniz. Cennette size komşu olmasına karşı çıkmıyacaksınız, dediler.
Padişah ne iyi kalpli imiş, değil mi? Peygamberimiz yoksula yardım edenleri şöyle övmüştür:
"Bir mü'mini dünya dertlerinden kurtaranı, Allah, ahiret dertlerinden kurtarır."

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar