Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 124

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 493.092 Cevap: 1.997
kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
28 Temmuz 2006       Mesaj #1231
kambis - avatarı
Ziyaretçi
AFFETMENİN HAFİFLİĞİ
Bir lise öğretmeni bir gün derste öğrencilerine bir teklifte bulunur:
"Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz?
" Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler.
"O zaman" der öğretmen. "Bundan sonra ne dersem yapacağınıza da söz verin.
" Öğrenciler bunu da yaparlar. "Şimdi yarınki ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz!" Öğrenciler , bu işten pek birşey anlamamışlardır. Ama ertesi sabah hepsinin sıralarını üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır.
Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen: "Şimdi, bugüne dek affetmeyi reddettiğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun.
" Bazı öğrenciler torbalarına üçer-beşer tane patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuştur.
Öğretmen, kendisine "Peki şimdi ne olacak?" der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar:
"Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde? hep yanınızda olacaklar." Aradan bir hafta geçmiştir. Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikayete başlarlar:
"Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor."
"Hocam, patatesler kokmaya başladı.
Vallahi, insanlar tuhaf bakıyorlar bana artık."
"Hem sıkıldık, hem yorulduk?
" Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir:
"Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz.
Kendimizi ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkum ediyoruz.
Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir ihsan olarak düşünüyoruz, halbuki
affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir.

Sponsorlu Bağlantılar
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
28 Temmuz 2006       Mesaj #1232
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Yâre Mektup
Bu satırları sana, hasretinin uykuları haram ettigi bir geceden yazıyorum. Sesine, sözüne hasret, yüzüne hasret gönlümle başlıyorum mektubuma...
Sponsorlu Bağlantılar

Seni o ilk gördügümde bir ateş düşmüştü gönlüme sanki, sol yanımda başlayan sevda yangını çok kısa zamanda sarmıştı bütün bedenimi. Önce söyleyemedim sevdamı anlatamadım çekindim utandım. Aşkının ateşi dilime vurunca dayanamadım ve kalbimin en derin yerinden SENİ SEVİYORUM dedim..İçim rahatlamıştı ama sen bir türlü umut vermeyince canım sızlıyordu, keşke bende saklı kalsaydı sevdam, keşke söylemeseydim.

Aslında sen haklıydın, ben düşüncesiz davranıyordum. Aramızda engeller aramızda daglar vardı bende bu dagları aşacak güç yoktu sendede beni bekleyecek sabır, yine imkansızdı aşk, yine beni bulmuştu kahır. Kaç kere senden vazgeçmeyi seni unutmayı denedim..Ama unutmak sevmek kadar kolay degilmiş bilemedim ne senden vazgeçebildim ne seni unutabildim..

Her gün seni bir kere görebilmek sesin duyabilmek için yollarını bekliyorum.Ama sen benden kaçıyorsun ben seni sevdim diye sitem ediyorsun farkındayım.Ama kalbimde sana karşı olan duyguları bir an hissetsen bana hak verirdin. Ben sensiz yapamıyorum.

Yine çenem düştü, sıktım canını biliyorum. Sende şunu bilki, benim çenemin düşmesinin, benim içimin yanmasının, benim gözlerimin yaş degil kan aglamasının, bir tek sebebi var oda sana olan sevdam...

kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
28 Temmuz 2006       Mesaj #1233
kambis - avatarı
Ziyaretçi
Güneydoğu Asya’daki büyük deprem ve tsunami olayı sonrasında sulara kapılan bir anne, gücü kesilince kucağındaki iki çocuğundan birini bırakmak zorunda kalmıştı. Anne, kucağındaki yirmi aylık oğluyla sulara karşı direnmesini sürdürürken, acımasız dalgalara bırakmak zorunda kaldığı beş yaşındaki kızının gözden kayboluşunu daha fazla izleyemedi.
Öldüğü sanılan çocuk, sular çekildikten sonra çamurlar ve tahta parçaları arasında bulunduğunda, bu bir mucizedir, soluk alıp veriyor, yaşıyordu.
Gazetede bu haberi okuduğumda en çok bir tümceye takıldı aklım:
“Yaşadıkları bu olayı anne de, beş yaşındaki kızı da artık unutamayacaklardır.”
Annenin beyninin kıvrımları arasında yerleşen şu tümce, tüm yaşamı boyunca o kıvrımlardan dışarı çıkmayacaktı:
“Ben beş yaşındaki çocuğumu sulara bıraktım, onu kendi ellerimle ölümün kucağına teslim ettim.”
Beş yaşındaki kız çocuğunun beyninde yer eden ve oradan sonsuza değin çıkmayacak olan tümce ise, şöyleydi:
“Annem beni kendi elleriyle sulara bıraktı, beni kendi elleriyle ölüme teslim etti.”
Şimdi bu etki, çocuğun giderek artan yaşında acaba nasıl bir “tahrip gücü”ne dönüşecekti?
Kişiliğini nasıl etkileyecek, ruhunda nasıl izler taşıyacaktı?
Olayın hemen sonrasında yalnızca şunları söyleyebildiğini yazıyor gazeteler:
“Ağladım, ağladım, kimse beni duymayınca sustum ve tahtalara tutundum.”
Annesinin bu seçimi karşısında onun küçücük beyni ve yüreği, ne denli anlayışlı ya da bağışlayıcı olabilecek acaba?
Hadi biraz daha ileri giderek bakalım olaya:
“Şimdilik beyninin kıvrımları arasındaki sıkıştığı yerde kalan bu olay, acaba ilerideki yıllarda büyüyecek ve ruhunun tam ortasına saplanmış bir hançer acımsızlığıyla mı sürdürecek genç kızın yaşamındaki varlığını?”
“Annem beni bırakmıştı.”
Çocuklarını kurtarmaya çalışan anne, gücü kesilince kollarından bırakmak zorunda kaldığı kızının canlı olarak bulunduğunu öğrendiği zaman ağlamaya başlamış. Önce Tanrı’ya şükretmiş, sonra da “Çocuğumun yerinde ben olsaydım, kendimi hiçbir zaman affetmezdim” demiş.
Sonra da almış kızını, birlikte eve dönmüşler.
Gazeteler bunları yazıyor ama, bundan sonra olacakları yazmıyor, nedense...
Ama belli ki kurtulmuş yaşamlarında artık hep bu olay var. Bir kez kolları çözülmüş annenin... Ne anne affedebilir kendini, ne de kızı, annesini...
Kimi zaman yakınım dediğiniz insanların ihaneti de sizi sulara bırakması gibi değil midir?
“Annem beni bırakmıştı” denli sızlatır bu gerçek insanın kalbini...
Sevgi seçim kabul etmiyor ama yaşam hep bir seçime sürüklüyor insanı. “Akıp giden günlerimiz” kimi zaman tsunami dalgaları denli vahşice alıp götürüyor bizden bir şeyleri...
İnsan, kollarının direnme gücü tükendiğinde vazgeçiyor bir şeylerden... Bir seçimde bulunuyor... Ya annesini seçiyor ya da eşini... Ya sevdiğini seçiyor ya da çevresini...
O vahşi sular alıp götürü- yor bir şeyleri. Kuşandığımız, takındığımız, bir yerlere tıkıştırdığımız ne varsa çekip alıyor. Bir can, bir de ten kalıyor çıplak... İşte o zaman ağlayıp ağlayıp susuyoruz. Bulduğumuz bir tahta parçasına tutunuyoruz. Uzanan elleri ya da sulara bırakanları unutmuyoruz hiç...
O “seçimler” bir yerlere çörekleniyor... Ve bir gün bir başka kişisel seçimin nedeni oluyor.•
Derleyen:Aylin Yengin–Bütün Dünya
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
29 Temmuz 2006       Mesaj #1234
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Yoğunlukmuş Yıl 1983.Bursa Uludağ Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğrenciyim o
zamanlar...son sınıf.
Hürriyet semtinde, dört arkadaş aynı evi paylaşıyoruz.
Erkan,Metin,Bilal ve ben.
Öğrenci evlerini bilenler bilir.ortada bir teneke sobamız arada sırada
yanar.odun,kömür tanımaz.sağdan soldan topladığımız çalı-çırpıyla idare
etmek zorundadır.hain soba da bu kadarla ancak kendini ısıtır.biz de
ısınmak için yaklaşma sınırını milimetre ölçülerine kadar zorlarız her
yanışında.
Yine bir kış akşamı soba ile gayet samimi bir şekilde oturuyoruz.
Bir tarafında Erkan diğer tarafında ben.sınav dönemi olduğundan sadece
sınav günleri okula gidiyoruz.ertesi gün de sınav var.erkan Altıparmak’taki
binada bense Hürriyet’teki binada giriyoruz derslere.benim otobüs derdim
yok yani.Erkan otobüse binecek ,zorunlu olarak.
Bütçe yapmamız gerek bu durumda.ikimiz de ceplerimizi boşaltıyoruz.epeyce
zenginiz.
- 1 adet otobüs bileti
- 1 adet yemek fişi
- Çok az tutarda bozuk kağıt para
-
Doğal olarak otobüs bileti Erkan’ın.yemek fişini de almak istiyor.
Erkan daha 2.sınıfta.ben son sınıftayım ya...yemek fişini halleder mişim
bir yolla.oldu olacak paraları da al.benim arkadaşlarımın hepsi ayaklı
banka zaten.
İktisatçı olsak ne yazar?John Maynard Keynes gelsin, sıkıysa yapsın adil
bir bölüşüm.
Öyleydi..böyleydi derken pazarlık uzadı da uzadı tabi ki.uzadıkça da
kavganın ayak sesleri duyulmaya başladı , sesimizin desibelleri ev
sahibinin zaten hiç olmayan sabrının sınırlarına askerlerini yığmaya
başladı..müthiş bir kavga gecikmedi haliyle.
-bilet senin olsun,ben yürürüm.
-yemek fişi senin olsun ben aç da dururum.
-al paraları da,üstüne bir de tatlı ye.

Bütün hazinemiz Erkan’ın ellerinde.sonra sustu birden bire.
Ne oluyor demeye kalmadı.sobamızın kapağındaki küçük ağızda,üç beş kağıt
parçalık bir lokma belirdi ...aynı anda küçük bir alev göründü..kayboldu.
Birbirimize bakışımızla,kahkaha tufanının kopuşunun arasına saniyeler bile
sığamamıştı.
Öğrencilik yılları biteli çok zaman oldu.Erkan’la bazen yıllarca
görüşmediğimiz zamanlar oldu.Kendimizden,görüşemeyişlerimizden söz ederken
işlerden,yoğunluklardan dem vururuz hep.
Metin arkadaşımız aynı üniversitede Profosör oldu.Onunla daha da az
görüşebiliyoruz.
Erkan’la geçen gün eski günleri yad edip,Metin’den söz ederken sitemlerde
bulundum Metin hakkında..ben biraz daha duygusalım bu konularda.
-‘takma kafana’ dedi Erkan ‘çok yoğun o bu sıralar’
-erkan dedim,biletler ve soba hikayesini anımsıyor musun?
Anımsayamadım dedi Erkan.
eros_sonya - avatarı
eros_sonya
Ziyaretçi
30 Temmuz 2006       Mesaj #1235
eros_sonya - avatarı
Ziyaretçi
bir köyde kocası, cocuğu doğmadan ölmüş, tek basına yasayan
hamile bir kadin kendisine arkadas olması acısından dağdan yaralı olarak buldugu bir gelincigi evinde beslemeye baslar. gelincik kadının
yanından bir an bile ayrılmaz. Her ne kadar evcil bir hayvan olmasa da, oldukca
uysallasır.

Bir kac ay sonra kadının çocuğu doğar. Tek başına tüm zorluklara göğüs germek ve yavrusuna bakmak zorundadır.günler gecer ve kadın bir gün bir kac dakikalığına da olsa evden ayrılmak ve yavrusunu evde bırakmak zorunda kalır... gelincikle bebek evde yalniz kalmıslardır.
Aradan biraz zaman gecer ve anne eve gelir. gelincigi ve kanlı agzını görür. Anne çıldırmışcasına gelincige saldırır ve oracıkta öldürür hayvanı.
Tam o sırada icerdeki odadan bir bebek sesi duyulur. Anne odaya yonelir... Ve odada
beşiği, beşiğin içindeki bebegi ve bebegin yaninda duran parcalanmıs yılanı görür.


*Einstein'in soyledigi rivayet edilen bir soz
"insanlardaki onyargiyi
parcalamak benim atomu parcalamamdan cok daha zor"*
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
30 Temmuz 2006       Mesaj #1236
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İlk doğduğu günden beri herkes onun gözlerine bakar, ‘ne güzel gözleri var’ derdi. Gerçekten de güzel bir kız çocuğuydu. Mavi gözleri, altın sarısı saçları ve sevimliliği gittiği her yerde herkesin dikkatini çekerdi. Her seferinde herkes onun mavi gözlerine imrenir, mavi gözlerle ilgili övücü sözler söylerlerdi. Annesi onu dizine yatırır, ‘mavi gözlüm’ diye severdi.

Günler geçtikçe kız mavi gözlerinin bir ayrıcalık olduğunu; güzelliğinin, kendisi ile ilgilenilmesinin sırrının mavi gözleri olduğunu keşfetti. Henüz üç-dört yaşlarında idi. Her arkadaşının göz rengine bir kusur buldu. Gözleri maviden başka olanlarla dalga geçiyor, onların gözlerini alaya alıyor ve en kötüsü gözlerinin maviliği ile büyükleniyordu.

Annesi çalışan bir kadındı, işe gittiğinde onu kreşe bırakıyordu. Çocuk anne sıcaklığını duyamamanın ezikliği ile sürekli ağlıyordu. Bakıcıları ne kadar iyi de olsalar annenin yerini tutamıyorlardı tabiî.

Günlerden bir gün yine annesi onu kreşe bırakıp işe gitti. Çocuk arkasından ağlamaya başladı. Bir türlü susmak bilmiyordu. Diğer çocuklar ve bakıcılar bundan rahatsız oluyordu. Bakıcılardan biri küçük kızın mavi gözlerinden dolayı kaprise girdiğini, onlarla övündüğünü biliyordu. Ağlayan kızın yanına geldi ve ona, ‘tatlım, eğer ağlarsan mavi gözlerin kahverengi olur’ dedi.

Dakikalardır ağlayan kız bir anda susuverdi. Bakıcının gözlerine bir daha baktı. Arkadaşlarının gözlerine bir daha baktı. Ayrıcalıklı olmanın mavi göz olduğunu yeniden hatırladı. Bakıcıya emin olmak için sordu:


- Gerçekten ağlarsam mavi gözlerim kahverengi mi olur?


- Evet, hem de sonsuza kadar.

Mavi gözlü kız ne zaman ağlamaya kalksa ona hep, ‘mavi gözlerinin kahverengi olacağı’ hatırlatıldı. Bu durumu annesine söylediklerinde annesi de bir kahkaha attı. Çocuk evde ağlamak istediğinde annesi, ‘ağlarsan mavi gözlerin kahverengi olur’ dedi.

Kısa bir zaman sonra bu durum çocukta bir saplantı oldu. Ve mavi gözlerini kaybetmemek için yıllarca ağlamadı. O ağlamadığı için herkes mutlu idi. Kreşteki bakıcılar o ağlamadığı için daha fazla kahkaha atmaya zaman buluyorlardı. Annesi o ağlamadığı için evdeki işlerini kolay yapıyor, makyajına daha fazla zaman ayırıyordu.
Yıllar geçip gitti, kız büyüdü, serpildi, mavi gözleri, sarı saçları ile güzel bir kız oldu. Artık yirmi yaşlarına gelmişti. O mavi gözlerinden, sarı saçlarından dolayı bütün gözler her zaman olduğu gibi ondaydı. Annesi onun bu güzelliği ile gurur duyuyordu.

Bir bahar sabahı uyandıklarında mavi gözlü kızın annesinin hasta olduğu anlaşıldı. Doktor doktor gezdirdiler, derdine bir türlü çare bulamadılar. Gitmedikleri doktor kalmadı. Kadın mavi gözlü kızının gözleri önünde eriyordu. Ama mavi gözlü kız annesinin bu durumuna üzülmesine rağmen gözlerinden bir damla yaş gelmiyordu.

Birgün mavi gözlü kızın babası bir komşularının tavsiyesi ile ermiş bir adama götürdü hasta kadını. Ermiş, kadına bakınca ‘bu derdin sadece bir çaresi var’ dedi. ‘Üç gün üç damla göz yaşı içecek. Dördüncü gün ayağa kalkacak’ dedi. Herkes sevindi. ‘Bundan kolay ne var’ dediler. ‘Birimiz ağlarız içiririz göz yaşımızı’ dediler. Ermiş, ‘kolay gibi görünüyor ama o kadar kolay değil, bu göz yaşı mavi gözlü olan kendi kızının gözyaşı olacak’ dedi.

Eve geldiklerinde mavi gözlü kızın gözyaşını istediler. Annesini çok seven mavi gözlü kız onu kurtarmak için ağlamak istedi günlerce, aylarca ama gözünden bir damla yaş gelmedi. Mavi gözlerini kaybetmemek için yıllardır ağlamamıştı. Bu sebepten ağlamayı unutmuştu.

Mavi gözlü kız bir türlü ağlayamıyor, günler geçtikçe annesi gözlerinin önünde eriyip gidiyordu. Topu topu üç damla yaş çıkaracaktı gözünden. Ama olmuyordu.

Bir gün günbatımında kadın kızını yanına çağırdı. Kızının dizine kafasını koydu. Açık pencereden batan güneşi görebiliyordu. Bir ‘ah’ çekti. ‘Ben ölürsem üzülme kızım. Suçlusu sen değilsin. Ben senin gözyaşlarını kurutarak kendi ölümümü kendim hazırladım. Ben öldükten sonra birgün ağlamanı dilerim’ dedi.

Kız annesinin bu sözlerinden o kadar duygulandı ki gözleri dolmuştu. Her an ağlayıp, annesini kurtarabilirdi. Biraz daha zorladı kendisini ve gözlerinden bir damla yaş süzülerek yanaklarından akmaya başladı. Yanaklarından süzülen damlalar annesinin dudaklarına düştüğünde dizinde soğuk bir bedenin varlığını hissetti sonra. Mavi gök yüzünü siyah bir örtü kaplamış, artık gün batmıştı.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
30 Temmuz 2006       Mesaj #1237
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Son Satırlar...

Genç delikanlı uzun koridoru acele ile geçtikten sonra, yaklaşık bir yıldır kaldığı küçük bölmenin kapısını açtı ve içeri girdi. Oda çok karanlıktı. El yordamıyla masanın üzerindeki mumu yaktı ve sandalyeye oturduktan sonra birkaç dakika boyunca hiçbir şey yapmadı. Gözlerini kapadı ve eskiden, mutluluk içinde geçirdiği anılarını anımsadı. Yanaklarından süzülen göz yaşları omuzlarına damlıyor, giydiği kırmızı kazağı ıslatıyordu. Sonra birdenbire hareketlendi ve masanın çekmecesini açarak, bir kağıt birde kalem çıkardı. Mumu, kağıdı aydınlatacak kadar yakınına çekti ve kelemini mürekkebinin içine daldırdıktan sonra yazmaya başladı.

Sevgili C...,
Seni son gördüğüm günden bu yana tam yüz elli takvim yaprağı kopardım. Hayatım boyunca hiç bu kadar yalnız kaldığımı anımsamıyorum. Burada, ne derdimi anlatabileceğim bir arkadaşım, ne de yemeğimi paylaşabileceğim bir tek dostum bile yok. Günlerdir de sıcak bir yemek yediğimi hatırlamıyorum. Soğuk odamın loş karanlığında senin hayalinle ısınıyor, hayat buluyorum. Bu mektubu sana yazmaktaki amacım; ömrümün en mutsuz, şu son saniyelerinde dahi seni ne kadar sevdiğimi anlamanı sağlamaktır. Sen hayatımı anlamlandıran tek şeydin. Hiç kimsede bulamadığım ve yaşayamadığım derin duygular yaşadım senin varlığın sayesinde. Karşıma çıktığın o soğuk kış gecesinde, karanlık hayatımı aydınlattın ve bana sevgi denen o yüce duyguyu tattırdın, dokunulamayan, anlatılamayan, görülemeyen, sadece yaşanabilen o duyguyu. O günden bu yana hiç mutsuz olmadım, sen olmasan bile hayalin vardı yanımda, bu illet yerde kafayı yemememi sağlayan tek şey. Ne zamanki üşümeye başlasam, ellerimin titrediğini hissetsem, ellerini hayal edip onları sıkıca tutuyordum. Tıpkı bir kış gecesinde, sabahlara kadar yağan kar tanelerinin üstünde yürüdükten sonra, bir sokak lambasının loş ışığında otururken tuttuğum gibi.
Her neyse göz yaşlarımla ıslattığım bu mektubu aldığın vakit ben zaten derin bir uykuya, hiç uyanmamak üzere dalmış olacağım. Ama seni hiç unutmayacağım, çünkü bir gün mutlaka yeniden karşılaşacağımızı çok iyi biliyorum ve seninde buna inanmanı istiyorum.
İnan vaktim olsa satırlarıma bu kadar çabuk son vermezdim. Ama artık vaktim geldi, senin anlamlandırdığın şu kısacık ömrüm, Azrailin canımı alması ile son bulacak ve tüm anlamını yitirecek. Evet, şimdi vaktimin geldiğini belirten çanlarda vurulmaya başladı, elveda…
Seni sonsuza dek sevecek olan H....

Delikanlı satırları bitirdiği zaman dışarıda vurulan çanların sesi kulakları sağır edecek kadar yüksek işitilmeye başlamıştı. Gözlerinden akan yaşları temizledi ve mektubu küçük bir zarfın içerisine yerleştirdikten sonra üzerine gideceği adresi yazdı ve masaya bıraktı. Bölmenin kapısı açıldı ve içeriye siyah elbiselere bürünmüş yaşlı bir adam girdi. İhtiyar yavaş adımlarla delikanlıya yaklaştı ve koluna girerek hadi oğlum dedi üzgünüm...

Bu sözler H...nin işittiği son kelimelerdi...
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
30 Temmuz 2006       Mesaj #1238
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Gurbet Kuşu Öğretmen okulu sınavını kazanmam, beni, annemi ve babamı sevince boğmuştu. Her yeni haber gibi, bu haber de kısa zamanda köye yayılmıştı. Beni görenler tebrik ediyor, bazıları da “hayırlı olsun” demek için evimize geliyorlardı. O kadar çok sevinçliydim ki tarifi zor duygular yaşıyordum.

Okula kayıt zamanı gelince babam Ankara’ya gitti. Öyle merak ediyordum ki babamın gelmesini, dört gözle bekliyordum. Bakalım neler anlatacaktı.

Evimizin balkonundan köyün girişi görünürdü. Sık sık balkona çıkıp köyün arabası geliyor mu diye yola bakıyordum. Benim telaşlı hâlim, sonunda annemi
kızdırdı:
- Gezinip durma oğlum. Köy otobüsünün her gün geliş saati belli. Sen telâş edince erken mi gelecek sanıyorsun?
- Biliyorum anne, elimde değil ne yapayım. Merak ediyorum. Babam bir gelseydi. Bir aksilik çıkar diye korkuyorum.
- Gelir inşallah oğlum. İçini ferah tut. Hadi bu arada hayvanların yemini veriver. Baban gelirse kızar sonra...
Haklıydı annem. Babam gelmeden hayvanların yemini vermeliydim. Giderken sıkı sıkı tembih etmişti. Bir yere giderken hep aynı sözler: “Onların da canı var oğlum. Biz nasıl açlığa dayanamıyorsak onlar da dayanamaz. Ağzı yok
dili yok, acıktım diyemez ki...”

Ahırdaki hayvanlara yemlerini verdim, su içtikleri leğenleri doldurdum ve tekrar eve çıktım. Balkondan bakmamla köyün otobüsünü görmem bir oldu. Köylüleri her gün şehre götürüp getiren bu küçük otobüs, mezarlığın yanından tozuta tozuta geliyordu.

Ocağın başında yemek yapan anneme “araba geldi” diye bağırıp hızla aşağıya indim. Yolcuların ineceği meydana kadar koşarak gittim. Nefes nefese
kalmıştım. Babam elinde birkaç poşetle indi. Ben elinden poşetleri alırken
yavaş bir sesle, tane tane konuştu:
- Yürüyerek gelsen olmuyor mu oğlum? Gören de önemli bir şey var sanacak.
“Benim için önemli” dedim, kısık bir sesle. Babam güldü:
- Anladım. Senin aklın fikrin yeni okulunda, dedi.
Babamla eve doğru yürüyorduk. Ben arka arkaya sorular yöneltiyordum babama. O, beni meraklandırmak için cevap vermiyor, “eve bir varalım, her şeyi konuşuruz, acele etme” diyordu.

Akşam evde her şeyi anlattı babam. Okula kaydımı yaptırmıştı. O anlattıkça ben daha bir heyecanla dinliyordum. “Tamam mı küçük bey, başka sorun var mı?” dedi. Bakışları sevgi doluydu, o anda sarılıp öpmek geldi içimden.

“Aslan babacığım” dedim. Sarıldım ve yüzüne kocaman bir öpücük kondurdum. O
da karşılığını vermekte gecikmedi.
Okulların açılma tarihi yaklaştıkça bende bir tedirginlik başladı. İlk zamanlardaki sevinç ve coşku, yerini başka duygulara bırakmıştı. Hüzün mü desem korku mu desem bilmiyorum. İlk defa ailemden ve köyümden ayrılacaktım.
Türkülerde ve şiirlerde söyleyip durdukları gurbetle tanışacaktım. Dayanabilecek miydim? Ayrılık acısı şimdiden ince ince içimi sızlatmaya başlamıştı.

Ben böyleydim ya, bir de annemin ve babamın halini görseydiniz acırdınız. Bir tanecik çocuklarını gurbete göndereceklerdi. Annem gözyaşlarına engel olamıyor, babam da ona kızıyordu, “çocuğun önünde ağlama, onu da üzeceksin” diye. Babamın da gözleri nemliydi, fakat duygularını belli etmek istemiyordu. Canım babacığım benim, ben yokken ne kadar gözyaşı döktüğünü bilmiyorum sanıyordu. Oysa annem her şeyi anlatıyordu bana.

Köyden ayrılmamdan bir gün önce annem valizimi hazırlıyordu. Elinde bir mendil, sık sık burnunu siliyor, ağladığını belli etmemek için bazen dışarı çıkıyordu. Babam bir yandan çay içiyor, diğer yandan bana moral vermek için konuşuyordu. Tarihte önemli insanların hayatlarından örnekler veriyordu.

“Onlar da zamanında çok sıkıntı çekmişler. Büyük adam olmak kolay mı?” diyordu.

Ben ise boş gözlerle babama bakıyordum. Bazen dalıp gidiyordum uzak diyarlara. Yarın benim için yeni bir hayat başlayacaktı.

Ayrılık günü geldi çattı. Bir gün sonra okullar açılacağı için, pazar günü köyden ayrılmadan önce babamla birlikte son hazırlıkları yaptık. Annem gözyaşları içinde uğurladı bizi. Başarılı olmam için dualar etti, birçok
tavsiyelerde bulundu. Yüzümü, gözlerimi, saçlarımı öptü kokladı, öptü kokladı. Ben de annemin elini ve yüzünü öptüm. İkimiz de hıçkıra hıçkıra ağlıyorduk. Babam bu manzaradan oldukça etkilenmişti. Ağladığını belli etmemek için sık sık arkasını dönüyor, gözyaşlarını mendille siliyordu.

Nihayet köyün meydanına geldik. Orada bulunanlarla tek tek vedalaştım. Hepsi de benim başarılı olmam için dua ettiler. Babamla birlikte otobüse bindik. Bizi uğurlayanlara defalarca el salladım. Annem yemenisinin ucuyla
gözyaşlarını siliyordu. Canım annem. Bir tanecik çocuğunu gurbete göndermek onu ne kadar üzmüştür kim bilir. Evden çıkarken bana sarılıyor, “kara gözlü Selim’im, gurbet kuşum benim, sen olmadan anan nasıl duracak buralarda” diyordu. “Ben bu eve köye sığmam gayrı yavrum” diyordu. Ben de içimden “Ya ben ne yapayım anacığım? Şimdiye kadar hiç ayrıldım mı senden? Aylarca sürecek bu hasrete nasıl dayanacağım?” diyordum.

Otobüs köyün toprak yollarında ağır ağır ilerliyor, uzun ince yollar bizi köyden uzaklaştırıyordu. Geriye dönüp baktığımda görebildiğim tek şey, caminin minaresi oldu. Oldukça zarifti, bir kurşunkalemi andırıyordu. Babamla yan yana oturmamıza rağmen konuşmuyorduk. Anlaşılan ikimiz de hâlâ ağlama faslının etkisini üzerimizden atamamıştık.

Ankara’ya gelince vakit kaybetmeden öğretmen okuluna gittik. Şehrin dışında, oldukça ıssız bir yerdeydi. Çevrede kocaman boş tarlalar gözüme çarpmıştı. Araba okulun yakınında durdu. Bizimle beraber birkaç kişi daha
indi. Babamın elinde bana ait iki valiz vardı. Okulun kapısında bir adamla karşılaştık. Okulun müdür yardımcısıymış. Babam beni kayıt ettirmek için geldiğinde kendisiyle tanışmış. Selamlaştılar. Bize “hoş geldiniz, delikanlı bu mu?” derken eliyle de saçlarımı okşadı.

Bizi odasına götürdü. Babamla sohbete başladılar:
- Hocam burası da sanki köy gibi. Her zaman böyle sakin mi olur?
- Bugün tatil olduğu için böyle. Okul açılınca cıvıl cıvıl olur, o zaman da gürültüden rahatsız oluruz.
- Bizim Selim alışabilir mi buraya hocam? İlk defa bizden ayrılıyor da...
- Alışamayacak bir şey yok. Birkaç günde alışır, hiç merak etmeyin. Hepsi bunun gibi, birçok arkadaşı olacak.
Müdür yardımcısı bizi yatakhaneye götürdü. Valizleri bir köşeye koyduk ve dışarı çıktık. Babam müdür yardımcısına veda etti:
- Ben gidiyorum hocam, bugün köye dönmem lâzım. Selim önce Allah’a sonra
sizlere emanet. Herhangi bir şey olursa bize telefon edersiniz. Bir emriniz
var mı hocam?
- Emrimiz olmaz ricamız olur, dedi müdür yardımcısı. Konuşmaya devam etti:
“Siz Selim’i merak etmeyin. Bundan sonra bir annesi babası da biziz burada. Ona moral verin. Buradaki bütün öğrenciler aynı şartlarda. Göreceksiniz en kısa zamanda alışacak. O kadar çok arkadaşı olacak ki... Gözünüz arkada
kalmasın. Ben sizi baş başa bırakayım, size hayırlı yolculuklar...
Babamla beraber okul bahçesinin kenarına gittik. Kavak ağaçlarının altındaki kanepeye oturduk. Babam oldukça duygulu bir sesle konuşuyordu.
Sesi titriyordu. Sanki ağlayacak gibiydi:

- Köyün hâlini biliyorsun oğlum. Yoksulluk diz boyu. İş çok, para yok. Bizim çektiğimiz sıkıntıları bir de sen çekme. Biliyorum zor olacak ama dayanmak zorundayız. Zahmet olmadan rahmet olmaz derler. Senin istikbâlin
için sen de biz de bu gurbetliğe, hasretliğe dayanacağız oğlum. Okulu bitirince elinde bir mesleğin olur. Kimseye muhtaç olmazsın. Maaşın olur, gül gibi geçinir gidersin. Beni anlıyorsundur inşallah.

Başımı sallayarak söylediklerini onayladığımı belli ettim. Fırsat buldukça beni ziyarete gelmesini söyledim. Bu arada gözlerimden ince ince yaşlar süzülüyordu.

Babamla okulun bahçe kapısının önünde vedalaştık. Ağladığını belli etmemek için büyük çaba harcıyor, mendiline burnunu silermiş gibi yapıyor, ama aslında gözyaşlarını siliyordu. Onun bu halini görünce boğazıma bir şey
düğümlendi sanki, konuşmakta zorlanıyordum.

- Ben gidiyorum oğlum, dedi ağlamaklı bir sesle. “Kendine iyi bak. Sık sık mektup yaz bize. Bir ihtiyacın olursa haberimiz olsun. Valizin içindeki cüzdanda para var. Gereken yerlere harcarsın. Sakın bizi düşünüp de derslerini ihmal etme. Ben işlerden fırsat buldukça gelirim. Allah’a emanet ol akıllı Selim’im benim...”

Babamın elini ve yüzünü öptüm. Ağlamaktan kısılmış sesimle zoraki konuşabildim:

- Güle güle git babacığım. Anneme çok selâm söyle. Onu şimdiden özledim. Benim için üzülüp hasta olmasın.

Babam yüzümü ve gözlerimi öptü. Saçımı okşadı ve beni fazla üzmemek için hızla ayrıldı. Hem hızlı hızlı yürüyor hem de ara sıra arkasına dönerek bana el sallıyordu. Arkasından bakakaldım. Otobüs durağına giden babam, ilk gelen otobüse bindi ve çekti gitti.

Hüzünlü duyguların etkisinde yatakhaneye gittim. Bir yatağın kenarına oturup uzun düşüncelere daldım. Annemin dediği gibi, ben artık bir gurbet kuşuydum.

Okulun diğer öğrencileri birer ikişer gelmeye başlamışlardı. Yeni gelenlerle uzaktan birbirimize bakışıyorduk. Onlarda da bir tedirginlik ve hüzün göze çarpıyordu. Yatakhane oldukça genişti. Ranzalar yan yana dizilmişti. Beton duvarlar ve soğuk ranzalar içimdeki hüznü daha da arttırıyordu. O anda annem aklıma geldi. Ben ayrılınca ardımdan ne kadar ağladı kim bilir.

İlk gece uzun süre uyuyamadım. Bir ara epeyce içlendim ve yorganı başıma çekip gizli gizli ağladım. Zaman zaman diğer ranzalardan da ağlama sesleri geliyordu. Anladım ki bu ilk gece ağlayan yalnızca ben değildim.

Benim için gurbet günleri başlamıştı. Anneme verdiğim sözler aklıma geldi. Bütün zorluklara sabretmeye karar verdim. Onların umutlarını boşa çıkarmamak için var gücümle çalışacaktım. Bütün bunlara alışmağa mecburdum. Babamın her zaman tekrarladığı atasözü aklıma geldi: “Zahmet olmadan rahmet olmaz.”

Sırrı Er adlı yazarımızın başka yazıları da var mı?
gerekli linkler icon Animasyonlar
icon Astroloji
icon Burçlar
icon Eğlence
icon İtiraf
icon Gazeteler
icon Tatil Rehberi
icon Kim Kimdir
icon Motorsikletler
icon Online Oyunlar
icon Sağlık
cep mesajlari icon Sevgi Sms-1
icon Sevgi Sms-2
icon Sevgililer Günü
icon Şarkı Sözleri
icon Özür Dileme
icon Etkileyici Mesajlar
icon Doğum Günü
icon Duvar Yazıları
icon Geyik Mesajları
sevgi mesajlari icon Güzel Sözler 1
icon Güzel Sözler 2
icon Güzel Sözler 3
icon Güzel Sözler 4
icon Güzel Sözler 5
spacericon devamı
SiMYaCı - avatarı
SiMYaCı
Ziyaretçi
31 Temmuz 2006       Mesaj #1239
SiMYaCı - avatarı
Ziyaretçi
Anka Kuşu...

Rivayet olunur ki, kuşların hükümdarı olan Simurg Anka, Bilgi Ağacı'nın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş...

Kuşlar Simurg’a inanır ve onun kendilerine kurtaracağını düşünürmüş. Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da Simurg’u bekler dururlarmış. Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler.

Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg’un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg’un var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte Simurg’un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler.

Ancak Simurg’un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı’nın tepesindeymiş. Oraya varmak için yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş. Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. Yorulanlar ve düşenler olmuş.

Önce Bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp;

Papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş (oysa tüyler yüzünden kafese kapatılırmış);

Kartal; yükseklerdeki krallığını bırakamamış;

Baykuş yıkıntılarını özlemiş,

Balıkçıl kuşu bataklığını.

Yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış.

Ve nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen Altıncı Vadi “şaşkınlık” ve sonuncusu Yedinci Vadi “yok oluş” ta bütün kuşlar umutlarını yitirmiş… Kaf Dağı’na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış.

Simurg’un yuvasını bulunca öğrenmişler ki;

“SİMURG ANKA – Otuz Kuş” demekmiş.

Onların hepsi Simurg’muş. Her biri de Simurg’muş.

Simurg Anka’yı beklemekten vazgeçerek, şaşkınlık ve yok oluşu da yaşadıktan sonra bile uçmayı sürdürerek, kendi küllerimiz üzerinden yeniden doğabilmek için kendimizi yakmadıkça bataklığımızda, tüneklerimizde ve kafeslerimizde yaşamaktan kurtulamayacağız.

Şimdi kendi gökyüzünde uçmak zamanıdır…
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
31 Temmuz 2006       Mesaj #1240
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Denİz Fenerİnİn AŞki



Bir Denizfeneri.. Okyanusla sonsuza dek komşu.

Okyanusun mu ona daha çok ihtiyacı var yoksa,

denizfeneri mi okyanus için vazgeçilmez bir sevgili?


Gündüzleri, denizfeneri isyanlarda... Çünkü yanıbaşındaki

biricik sevgilisi gözlerinin önünde güneşle ihtirasla sevişmekte.

Hep gece olsun ister, sevgilisi ona kalsın, yalnız onda bulsun

gecedeki renginin güzelliğini... Denizfeneri, küçücüktür okyanusa

göre ama güneşin aşkından daha büyüktür aşkı okyanusa...


Geceleri ise denizfeneri, mutluluklar peşindedir, gecenin esrarengiz

sessizliğinde. Her ışık turunda çıldırır denizfeneri zevkten, adeta

danseder okyanusun en uzak noktalarına uzanarak. Daha gerçektir

denizfeneri, gece sadece o ve okyanus vardır sınırlı görüş gizliliğinde.


Gündüzleri denizfeneri bir hiçtir bütün aldatmalara şahit olarak.

Güneş ise gece olunca bu hissi göremez.. Gece, denizfeneri ile

okyanusun aşkının dansedişine güneş şahitlik yapmaz..


Gün bitiminde ve başlangıcında teslim ederler sevgili

okyanuslarını birbirlerine güneş ve denizfeneri.


Güneşin okyanusla arasına giren bir engel

vardır kimi zaman, bu işkencedir güneşi küçülten.

Bulutlardır, bu hain, gündüz aşkında güneşe okyanusu

göstermeyen. Güneş ise tüm gücüyle savaşır okyanusa ulaşmak

için. O kadar yaklaşır ki, bulutlara bulutlar, yoğunlaşır, yoğunlaşır

ve gökyüzü ağlamaya başlar okyanus hasretinden hesapsızca titrer.


Okyanus bütün damlaları özlemle kucaklar, her damla onu güneşine

daha çok yaklaştırmaktadır. Gökyüzü ağlar, ağlar ta ki son damlası

bitene kadar. Okyanus damlalarla büyür büyür büyüklüğüne daha

hacim katarak aşkının sevgi damlalarıyla. Bilmezdi okyanus,

her yağmurla sevgisini ona iletmek isteyen bir güneşinin

olduğunu. Her yağmur yağdığında okyanus kızar

güneşine gündüz onu terkettiğini düşünür,

hırçınlaşır, dalgalanır öfkesinden bilemez

güneşinin ona ulaşmak için savaştığını.


İntikamını denizfenerinden alır okyanus,

onun neden gündüz sevgilisi olmadığını defalarca

kamçılayarak sorar denizfenerine. Dalgalarını büyütür,

cevap alamayınca denizfenerinden.. Denizfeneri onu teselli

edemez, çünkü o sadece gece vardır gerçek gecededir onun için.

Ağlayamaz denizfeneri, ağlamayı deliler gibi istesede, gözyaşları

yoktur, ulaşmak istesede ulaşamaz gündüz sevgilisine.

Çaresizdir denizfeneri, sadece bir dilek geçirir içinden

rüzgarâ yalvarır "bulutları kaçır buradan" diye,

güneşin çıkması sevgilisine sevgi dolu

ışıklarını göndermesini diler.


Okyanusunun mutluluğunu ister

hesapsızca... Çünkü tek mutluluğu budur

denizfenerinin. Ağlayamaz, gündüz ona ulaşamaz,

konuşamaz hislerini okyanusuna. Her okyanusun

sahilinde bir denizfeneri vardır.

Her gece denizfenerleri gemilere okyanusa olan

aşkını haykırırlar, ümitsizce, yarınlarını hiç düşlemeden...

Ve her gece hikayelerini anlatmak için

gemileri beklerler sonsuz gecelerde...

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar