Arama

Köşe Yazısı ve Makaleler - Sayfa 4

Güncelleme: 5 Ağustos 2013 Gösterim: 206.642 Cevap: 211
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
4 Mayıs 2006       Mesaj #31
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
SON DİNO-KUŞ FURYASI VE GERÇEKLER
Geçtiğimiz günlerde Çin'de bulunan bir grup fosil, dünya medyasında evrim teorisi lehine bir delil olarak yansıtıldı. Pekin'deki Omurgalılar Paleontolojii ve Paleoantropolojisi Enstitüsü yetkileri tarafından yapılan açıklamada, bulunan altı fosilden birinin, "dört kanatlı bir dino-kuşa" ait olduğu ve bu soyu tükenmiş canlının uçabildiği ileri sürülmüştü. Darwinist medya kuruluşları, daha önce defalarca gündeme getirdikleri ancak her seferinde farklı delillerle çürüyen "kuşlar dinozorlardan evrimleşti" tezinin böylece bir kez daha propagandasına giriştiler.
Oysaki böyle bir propaganda yapabilmelerine imkan tanıyacak bir durum yoktur. Çünkü ne bulunan yeni "dört kanatlı bir dino-kuş" fosili, ne de bir başka bilimsel bulgu, "kuşların evrimi" iddiasına kanıt oluşturmamaktadır.
Sponsorlu Bağlantılar
Yeni Fosil, Archaeopteryx'ten 20 milyon yıl daha genç
Paleontoloji hakkında biraz bir şey bilen hemen herkes, Archaeopteryx ismini duymuştur. Tüm zamanların belki de en ünlü fosili olan bu canlı, bundan 150 milyon yıl önce yaşamış bir kuştur. Archaeopteryx'in en önemli özelliği ise, bilinen en eski kuş olmasıdır. Archaeopteryx'ten önce yaşadığı bilinen, fosili bulunmuş başka hiç bir kuş yoktur. (1)
Archaeopteryx'in bir diğer çarpıcı özelliği, tam anlamıyla bir kuş olmasıdır: Günümüz uçucu kuşlarının aynısı olan asimetrik tüyleri, kusursuz kanat yapısı, günümüz kuşlarında olduğu gibi hafif ve içi boş olan iskelet yapısı; uçuş kaslarını destekleyen göğüs kemiği ve diğer pek çok özelliği, bilim adamlarını Archaeopteryx'in oldukça başarılı bir şekilde uçan bir kuş olduğuna ikna etmiş durumdadır. (2)
Archaeopteryx'in günümüz kuşlarında görülmeyen iki özelliği ise gagasındaki dişler ve kanatlarındaki pençelerdir. Bu iki özellik nedeniyle kuş, 19. yüzyıldan bu yana evrimciler tarafından "yarı sürüngen" bir canlı olarak gösterilmek istenmiştir. Oysaki bu özellikler canlının sürüngenlerle bir ilişkisi olduğu anlamına gelmez. Araştırmalar günümüz kuşlarından Hoatzin'in de kanatlarında pençeler bulunduğunu ortaya çıkarmıştır. Archaeopteryx'in dişlerinin ise sadece bu türe özgü olmadığı, tarihte "dişli kuşlar" olarak tanımlanabilecek başka türlerin de yaşadığı, başka fosil bulgularından anlaşılmaktadır. (3)
Tüm bunlar nedeniyle, Archaeopteryx'i "ilkel kuş" olarak tanımlayan evrimci tezin yanlış olduğu, canlının günümüz kuşlarına çok benzediği artık bilim adamlarınca kabul görmektedir. Bu konudaki en önde gelen otoritelerden biri olan Kansas Üniversitesi profesörü Alan Feduccia'nın belirttiği gibi "Archaeopteryx'in çeşitli anatomik özelliklerini inceleyen yeni araştırmacıların pek çoğu, bu canlının daha önce hayal edilenden çok daha kuş-benzeri olduğunu göstermiştir". Archaeopteryx hakkında yürütülmüş olan Darwinist propaganda ise yanlıştır; yine Feduccia'ya göre "Archaeopteryx'in theropod dinozorlara olan benzerliği çok büyük ölçüde abartılmıştır." (4)
Kısacası, Archaeopteryx, günümüz kuşlarına çok benzeyen, onlar gibi uçabilen, bilinen en eski kuştur. Ve tam 150 milyon yıl yaşındadır.
Evrimcilerin Yaş Sorunu
Archaeopteryx bize önemli bir gerçeği gösterir:
Kuşlar bundan 150 milyon yıl önce de zaten vardılar. Zaten uçuyorlardı. Eğer evrimciler "kuşların atası" olarak bir takım adaylar öne sürmek istiyorlarsa, bunların 150 milyon yıldan da yaşlı olmaları gerekir.
Sözünü ettiğimiz gerçek, şu anda dünya medyasında sürdürülmekte olan "dört kanatlı dino-kuş" furyasının son derece yüzeysel ve hatalı olduğu göstermeye yeter. Çünkü "kuşların ilkel atası" olarak gösterilmek istenen ve adına Microraptor gui verilen fosil 130 milyon yıl yaşındadır. Yani Archaeopteryx'ten 20 milyon yıl daha gençtir. Kuşkusuz, bir fosilin, kendisinden 20 milyon yıl önce zaten uçucu kuşlar var iken, "kuşların ilkel atası" olarak gösterilmesi, tümüyle saçmadır.
Aslında bu "yaş sorunu", kuşların atası olarak ileri sürülen tüm diğer sözde "dino-kuş" fosilleri için geçerlidir. Kuşların dinozorlardan evrimleştiklerini öne süren evrimciler, kuşların atasını iki ayak üzerinde yürüyen theropod dinozorları olarak belirlemektedirler. Oysa theropod dinozorlar, fosil kayıtlarında hep Archaeopteryx'ten sonra ortaya çıkarlar. (5) Bu büyük çelişki, evrimciler tarafından hep ört-bas edilir. Microraptor gui hakkındaki haberlerde de aynı ört-bas çabası dikkat çekmektedir: Bu fosilin 130 milyon yıl yaşındaki "ilkel bir kuş" olduğunu iddia eden evrimci gazete ve dergilerin hiç biri, bundan 20 milyon yıl önce dünya göklerinde Archaeopteryx'in zaten kusursuzca süzüldüğünü belirtmemiş, bu can alıcı gerçeği tamamen göz ardı etmişlerdir.
Microraptor gui
Peki bu yeni "dört kanatlı dinozor", yani Microraptor gui gerçekten nedir?
Bu soruya cevap vermek için vakit çok erken. Elde edilen fosil hakkında daha pek çok araştırma yapılacak ve belki de bunlar fosil hakkındaki görüşleri tamamen değiştirebilecek. Nitekim 1990'ların başlarından bu yana ileri sürülen "dino-kuş" fosillerinin birer yanılgı olduğu bir bir ortaya çıkmıştı. Söz konusu "tüylü dinozor"lardan birinin, yani Archaeoraptor'un, bir fosil sahtekarlığı olduğu ortaya çıktı. Diğer fosiller üzerindeki detaylı incelemeler, "tüy" olarak gösterilen yapıların kolajen fiberleri olduğunu gösterdi. Msn Demon Feduccia'nın belirttiği gibi "pek çok dinozor, hiç bir kanıtı olmamasına rağmen, aerodinamik ve tam uyumlu tüylerle kaplı gibi gösterildi" (7) Bu nedenle Feducia 1999 basımı kitabında bu konuda şu yorumu yapmıştı: "Sonuçta, çeşitli bölgelerden iyi korunmuş derilere sahip pek çok dinozor mumyası bilinmesine rağmen, şimdiye kadar hiç bir tüylü dinozor bulunmamıştır." Msn Note
Dolayısıyla Microraptor gui'nin ne olduğu konusunda bir yargıya varırken, evrimcilerin söz konusu spekülatif ve önyargılı yaklaşımını hatırda tutmak gerekiyor. Bu canlı, şu anda medyada yayınlanan rekonstrüksiyon çizimlerde gösterildiğinden çok daha farklı bir anatomiye sahip olabilir.
Eğer Microraptor gui hakkındaki mevcut çıkarımlar doğru olsa bile, bunun evrim teorisine kazandırdığı bir şey yoktur. Doğa tarihi boyunca çok geniş bir biyolojik yelpaze içinde onmilyonlarca farklı türün yaşadığı ve çoğunun soyu tükendiği bilinen bir gerçektir. Günümüzdeki kanatlı memeli yarasa gibi, geçmişte de kanatlı sürüngenler (pterosaurlar) yaşamıştır. Pek çok farklı deniz sürüngeni (örneğin ichthyosaurlar) yaşamış ve soyları tükenmiştir. Ancak tüm bu zengin canlı yelpazesinin çarpıcı yönü, farklı özellikteki canlıların veya anatomik yapıların aniden ve daha ilkel formları olmadan yeryüzüne çıkmalarıdır. Örneğin kuş tüyleri sözkonusu olduğunda, bunların sahip oldukları tüm kompleks ve özgün yapılarıyla, bir anda Archaeopteryx'te belirdiklerini görürüz. İlkel kuş tüyleri yoktur. İlkel uçuş da yoktur. İlkel kuş akciğeri, zaten bu akciğerin indirgenemez kompleks yapısı nedeniyle imkansızdır. (9)
Kısacası fosil bulguları, canlıların evrimle değil yaratılışla yeryüzüne çıktıkları gerçeğini desteklemeye devam etmektedir. Dino-kuş furyalarının bu gerçeği değiştirme şansı yoktur.
.
Dipnotlar
1- 225 milyon yıl yaşındaki Protoavis adı verilen bir fosilin "en eski kuş" olduğu yönünde bir iddia var olsa da, bu yaygın kabul gören bir kez değildir. uparrow
2- Ayrıntılı bilgi için bkz. Harun Yahya, Hayatın Gerçek Kökeni, İstanbul, 2000 uparrow
3- Örneğin 130 milyon yıl yaşındaki Liaoningornis'in de gagasında dişleri vardır. ("Old Bird", Discover, 21 Mart 1997) uparrow
4- Alan Feduccia, The Origin and Evolution of Birds, Yale University Press, 1999, p. 81
uparrow
5- Jonathan Wells, Icons of Evolution, Regnery Publishing, 2000, s, 117 uparrow
6- Ann Gibbons, "Plucking the Feathered Dinosaur", Science, volume 278, Number 5341 Issue of 14 Nov 1997, pp. 1229 - 1230 uparrow
7- Alan Feduccia, The Origin and Evolution of Birds, Yale University Press, 1999, p. 130 uparrow
8- Alan Feduccia, The Origin and Evolution of Birds, Yale University Press, 1999, p. 132 uparrow
9- Ayrıntılı bilgi için bkz. Harun Yahya, Hayatın Gerçek Kökeni, İstanbul, 2000uparrow
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
4 Mayıs 2006       Mesaj #32
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
TÜRKÇENİN ANADİL OLARAK DÜNYADAKİ YERİ

Sponsorlu Bağlantılar
Sovyetler Birliği'nde, Ağustos 1991'deki başarısız darbe girişimini izleyen aylarda, bu devleti oluşturan cumhuriyetler sırayla bağımsızlıklarını elde edince gözlerimiz öncelikle Kafkasya ve Orta Asya'daki Türk Cumhuriyetleri'ne çevrildi. Çünkü, artık bu ülkelerle siyasi, ekonomik ve kültürel alanlarda ilişki kurarken söz konusu olan sınırlamalar büyük ölçüde ortadan kalkmıştı. Bu nedenledir ki, bazı genel pürüzler nedeniyle doğan gecikmeler hesaba katılmazsa, artık düzenli olarak Türk Cumhuriyetleri'nin Devlet Başkanları, Başbakanları ve hükümet temsilcileri biraraya geliyor ve çeşitli alanlarda işbirliği olanakları yaratmaya çalışıyor, en azından ilişkileri geliştiriyorlar. Buna ek olarak da düzenli aralıklarla dil kongreleri düzenlenmeye başlanmış bulunmaktadır. Bu kongrelerde ana amaç, öncelikle bir ortak alf****** en kısa zamanda oluşturulması, Türkçenin bütün lehçelerini kapsayan geniş bir Türkçe sözlüğün hazırlanması, ortak bir dil oluşturulması için gerekli altyapı koşullarının incelenmesi ve bunların oluşturulması olarak özetlenebilir. Bu yazıda, Türkçenin çeşitli lehçe ve şiveleri ile bunları "anadil" olarak konuşan Türk devletleri, özerk cumhuriyetleri ve toplulukları konu edilecek, ayrıca bu lehçe ve şivelerin yaklaşık kaç kişi tarafından konuşulduğuna, bu toplulukların ağırlıklı olarak nerelerde yaşadıklarına yer verilecektir.
Türkçenin lehçeleri ve yayıldıkları coğrafya
Burada, (biri dışında) tüm Türk topluluklarının kendi dillerini yani Türkçenin lehçelerini ve şivelerini anadil olarak konuştukları kabulu kesinlikle yanlış olmayacaktır. İkinci dil olarak ise, geçmişte veya günümüzde de bağımlı bulundukları devletlerin resmi dilini konuşmaktadırlar. Bunlar içinden en önemlileri Rusça, Çince, Farsça, Bulgarca ve Ukraynaca'dır. Kuşkusuz bu dillere ayrıca Arapça, Yunanca ile 1960'dan sonra Türklerin isçi olarak yabancı ülkere göçü sonucu öğrendikleri diller olan Almanca, Hollandaca Fransizca ve İngilizce de eklenebilir.

Anadolu Türkçesi
Anadolu Türkçesi, Türk dilleri içinde Oğuz dilleri grubunda yer alır. Toplam nüfusları 60 milyona yaklaşan ve Anadolu, Trakya, Kuzey Kıbrıs'ta (Kıbrıs'taki Türk nüfusu yaklaşık 140 bindir) yaşayan Anadolu Türkleri tarafından konuşulan bu dil, Türk lehçeleri arasında en büyük grubu oluşturur. Ayrıca bu lehçe, şu Türk azınlıklarının da ana dilini oluşturmaktadır:

Türk Azınlıklar Nüfus
Bulgaristan Türk azınlığı 750.000
Batı Trakya Türkleri (Yunanistan) 140.000
Makedonya Türk azınlığı 66.000
İrak Türkmenleri 300.000
Başta Almanya (1.920.000) olmak üzere
Hollanda (250.000)
Fransa (240.000)
Belçika (85.000)
İngiltere (65.000)
ve Danimarka'ya (37.000)
1960'li yılların başından itibaren göç etmiş Türkler 2.600.000

Azeri Türkçesi
Anadolu Türkçesine yakınlığı ile bilinen Azeri Türkçesi de Oğuz dil grubundadır. "Azeri Türkleri"nin toplam nüfusu yaklaşık 23 milyon kadardır ve Azerilerin ancak 6,5 milyon kadarı Azerbaycan Cumhuriyeti'nde yaşarken yaklaşık 16 milyon Azeri, İran İslam Cumhuriyeti'nin kuzeyinde (Güney Azerbaycan), 330 bini Gürcistan'da ve 110 bini Ermenistan'da yaşamaktadır.

Özbek Türkçesi
Dilleri Karluk grubunda yer alan "Özbek Türkleri"nin büyük çoğunluğu Özbekistan Cumhuriyeti'nde (16,2 milyon) yaşamaktadır. Başta Tacikistan (1,5 milyon) olmak üzere Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Afganistan'da yaklaşık 3 milyon Özbek bulunmaktadır.

Kazak Türkçesi
Kazakça, Türk dillerinin Kıpçak grubunda yer alır. "Kazak Türkleri"nin büyük bölümü Kazakistan'da yaşarken, komşu cumhuriyetlerde de (özellikle Türkmenisten, Moğolistan) Kazak azınlıklara rastlanır ve toplam nüfusları 9 milyonu aşar.

Kırgız Türkçesi
Kırgız dili, Kırgız-Kıpçak grubunda yer alır ve bu dili konuşan Kırgızların sayısı, diğer komşu cumhuriyetlerde yaşayanlarla birlikte 4 milyonu bulur.

Türkmence
Türkmenistan Cumhuriyeti'nde bugün 3 milyon, diğer bölgelerde de (İran, İrak, Afganistan) yine yaklaşık 3 milyon Türkmen yaşamaktadır. Dilleri Oğuz grubunda yer alır ve Anadolu Türkçesine çok yakın nitelikler taşır.

Tatarca
"Tatar Türkleri"nin 2 milyonu Rusya Devleti'nin içinde (Moskova'nın yaklaşık 750 km güneydoğusunda) Tataristan Özerk Cumhuriyeti'nde (Kazan Tatarları) yaşarken, 1,1 milyon Tatar yine Rusya içindeki Başkurdistan Özerk Cumhuriyeti'nde, 350 bini Kazakistan'da ve 300 bini ise Kırım Yarımadası'nda (Kırım Tatarları) yerleşmiştir. Dilleri Kıpçak grubundandır.

Baskurt Türkçesi
Günümüzde Başkurdistan Özerk Cumhuriyeti'nde (Moskava'nın yaklaşık 1.250 km Güneydoğusu'nda 1milyon, diğer bölgelerde ise 1,6 milyon Başkurt Türkü yaşamaktadır. Dilleri Kıpçak grubunda yer alır.

Karakalpak Türkçesi
Dilleri Kıpçak grubunda yer alan Karakalpak Türkleri, Özbekistan'da (Aral Gölü'nün güneyinde) Karakalpak Özerk Cumhuriyeti'inde yaşarlar; nüfusları 500 bin civarındadır.

Çuvaş Türkçesi
Çuvaşistan Özerk Cumhuriyeti'nde (Moskova'nın yaklaşık 600 km güneydoğusunda, Tataristan Özerk Cumhuriyeti'nin kuzeybatısında) 950 bin civarında Çuvaş Türkü yaşamaktadır.

Sors Türkçesi
Kültür ve dil yönüyle Hakas ve "Altay Türkleri"ne çok yakın olan Sors Türkleri Rusya'nın Kemerowo bölgesinde (Alma-Ata'nın yaklaşık 1.750 km kuzeydoğusunda) yaşarlar; sayıları 17.000 dolayındadır.

Altay Türkçesi
Altay (Oyrat) dili Kırgız-Kıpçak grubunda yer alır. Bu dili konuşan 60 bin Altay Türkü Altay Özerk Cumhuriyeti'nde (Rusya Cumhuriyeti'nde Kemerowo'nin güneyinde, Moğolistan sınırında) yaşarken 70 bini ise diğer bölgelere yerleşmiştir.

Uygur Türkçesi
Türklerin ilk yazılı eserlerinde kullanılan Uygurca, Karluk dil grubunda yer alır. Bu lehçeyi konuşan yaklaşık 16 milyon Uygur Türkü (bazı kaynaklara göre 20-23 milyon) günümüzde Batı Çin'de (Doğu Türkistan'da), çok azı ise Rusya'da yaşamaktadır.

Gagavuz (Gökoğuz) Türkçesi
Dilleri Oğuz dil grubunda yer alan dolayısıyla Anadolu Türkçesine çok yakın olan Gagavuz Türkleri Moldavya'nın güneyinde 1991 yılında kurulan Gagavuz Özerk Cumhuriyeti'nde yaşamaktadırlar; nüfusları yaklaşık 160 bindir. Ayrıca Balkanlar'da ve Rusya'nın çesitli bölgelerinde dağılmış küçük topluluklara da rastlanır.

Stavropol Türkçesi
Türkmence ve Nogay diline çok yakın olan bu dil, bölgeye göç etmiş Türkmenler tarafından konuşulmaktadır.

Kumuk Türkçesi
Kumuk Türkçesi Kıpçak grubundan olmakla birlikte Anadolu, Azeri ve Karaçay dillerine yakınlık da gösterir. Toplam nüfusları 300 bin kadar olan "Kumuk Türkleri"nin yaklaşık 250 bini Dağıstan bölgesinde (Kuzeydoğu Kafkasya'da) yaşamaktadır.

Karaçay Türkçesi
Karaçay dili Kıpçak grubundan olup, Karaçay-Çerkes Özerk Cumhuriyeti'nde (Gürcistan'in 200 km kuzeyinde) yaşamakta olan yaklaşık 160 bin Karaçaylı tarafından konuşulmaktadır.

Balkar (Malkar) Türkçesi
Dilleri hemen hemen Karaçay Türkçesi ile aynı olan Balkar Türkleri Gürcistan'nın kuzeyinde, bu ülkeye komşu olan Balkar Özerk Cumhuriyeti'nde yaşamaktadır; sayıları 85 bin civarındadır.

Karaim Türkçesi
Kıpçak dil grubuna ait Karaim dili bugün çok az Karaim Türkü tarafından konuşulmaktadır. Bunlar, Ukrayna'nın batısı, Litvanya ve Polanya'da yaşamaktadır.

Hakas Türkçesi
Hakas Türkçesi Kırgız dil grubuna çok yakın olup, Hakas Özerk Cumhuriyeti'nde yaşayan yaklaşık 80 bin Hakas Türkü tarafından konuşulmaktadır.

Nogay Türkçesi
Nogay Türkleri, Stavropol ve Dağıstan Bölgesi, Çeçen-İngus Cumhuriyeti ve de Karaçay-Çerkes bölgesinde dağınık
olarak yaşamaktadırlar. Dilleri Kıpçak grubunda yer alan "Nogaylar"ın sayısı 75 bin dolayındadır.

Tuva Türkçesi
Yaklaşık sayıları 220 bin tahmin edilen "Tuva Türkleri"nin 200 bini Tannu-Tuva Halk Cumhuriyeti'nde (Moğolistan'nın kuzey sınırına komşu bölgede) yaşamaktadır.

Yakut (Saka) Türkçesi
Moğolcanın etkisi ile hayli değişikliğe uğrayan Yakut dili, tahmini sayıları 400 bin olan ve büyük çoğunluğu Yakut Özerk Cumhuriyeti'nde (Çin sınırına 1.250 km uzaklıktaki Doğu Sibirya'da) yaşayan Yakut Türkü tarafından konuşulmaktadır.

Kaskay Türkçesi
Anadolu ve Azeri Türkçesine çok yakın bir Türkçe ile konuşan Kaskay Türkleri, Hasme Türkleri ile birlikte İran'ın güneyinde yaşarlar; sayıları 700 bin dolayındadır.

Ahiska (Mesketi, Meset) Türkçesi
Dilleri Oğuz grubunda yer alan Ahiska Türkleri günümüzde dağınık olarak Özbekistan, Kırgızıstan, Azerbaycan ve Türkiye'de yaşamaktadırlar. Sayıları 200 bin civarındadır.

Sonuç
VI. Yüzyilin ikinci yarısından sonra kuzeye, güneye ve önemli ölçüde de batı yönüne göçe başlayan Türk kavimleri, XV. Yüzyılın ortalarında bugünkü Bulgaristan sınırına ulaştılar. 1960'li yilların başında Orta Avrupa'ya yönelen işçi göçünü, bu göçün devamı olarak nitelendiren bazı yazarlar da görüyoruz. Bu göçler sırasinda sahip olunan özgün kültür, etkilenişim içinde bulunan diğer kültürlerle zenginleşmiş, ancak anadil olarak konuşulan Türkçe korunmuş ve böylelikle dil çok geniş kıta parçalarına yayılmıştır. Birleşmis Milletler'in 1990 yılına ait istatistiklerine göre Türkçe, 165 milyon dolayında kişi tarafından anadil olarak konuşulmaktaydı. Böylelikle dilimiz Çince, Hintçe, İngilizce ve İspanyolcanın arkasından en büyük (yaygın) dil karakterine sahiptir. Nüfus artışının ortalama % 1,5 olduğu varsayılırsa bu sayının artık 180 milyona yaklaşması gerekir. Çincenin, Çin ve Tayvan dışında Güneydoğu Asya ülkelerindeki Çin azınlık tarafından konuşulduğu, Hintçenin yalnızca Hint Yarımadası'nda yayıldığı düşünülürse, Türkçe, İspanyolca ve İngilizce gibi dünyada geniş coğrafyaya yayılmış diller arasında yer alır. Bunlardan İngilizce, Büyük Britanya dışında, Kuzey Amerika kıtasında, Güney Afrika Cumhuriyeti'nde (İngiliz kökenliler tarafından) ve Avustralya'da anadil olarak konuşulmaktadır. İspanyolca, İspanya dışında Orta (ABD'nin güneyi dahil) ve Güney Amerika'da (Brezilya dışında) yayılmıştır. Türkçenin ise Rusya Federasyonu'nun Pasifik kıyılarından başlayıp, Orta Asya, Kafkasya, Anadolu ve Trakya'yı aşıp Orta ve Batı Avrupa'daki Türklerle, ayrıca az sayıda da olsa Kuzey Amerika'ya göç etmiş Türkler tarafından anadil olarak konuşulmakta olduğunu, böylelikle Afrika kıtası ve Güney Asya dışında (değişik yoğunluklarda) tüm Kuzey Yarımküre'ye yayıldığını görüyoruz.


ramsstein - avatarı
ramsstein
Ziyaretçi
4 Mayıs 2006       Mesaj #33
ramsstein - avatarı
Ziyaretçi
Oysa ben sana neler adamıştım
Büyütüldüğümüz batı masalları prensle, prensesin (erkek ve kadının) kavuşmasını "çatışmasız" ve uyumlu bir deneyim gibi sunar. Çocuksu imgelem dişi ve eril prensibin -kadının ve erkeğin- bir araya gelişini içsel her türlü gerilimden arınmış bir bütünleşme gibi deneyimler, kadının ve erkeğin ruhsal ve masalsı bir gizle perdelenen bedensel "bütünleşmesi" sanki birbirinden farklı ama birbirinin dolayımıyla bütünlenen iki ayrı varlığın dansı gibi resmedilir. Bu çocuksu imgelemin ve insanlığın "çocuksu" yanının fantezisidir büyük bir olasılıkla. Oysa, doğu masalları içinde yaşadığımız gerçekliği ne kadar da iyi resmeder. Aşk, kadının ve erkeğin, dişil ve eril prensibin kavuşmasındaki imkansızlığı anlatır. Aşk bir arayış ve yıkım süreci olarak betimlenir. Aşk, olabildiğince içsel bir deneyimdir doğu masallarında, kahramanın imgeleminde doğan, onu gerçek hayatın patikalarında "münzevi" eden, "ben"liğin yıkımını hızlandıran, egoyu parçalayan, gerçeklik hissini elinden alan, aşkın "nesne"siyle olan bütün bağları kesen ve ruhsal bir dönüşümü şekillendiren bir deneyim. Doğu masallarında anlatılan "olgun" aşktır aslında, çünkü asla naif değildir.
Masalsı olandan/fanteziden gerçekliğe geçtiğimiz alan bu çerçevede doğu masallarının temalarına son derece yakındır. Yetişkin hayatın "masalsılıktan" arınmış çıplak gerçekliği bizi, solipsistik evrenlerinde kendi fantezilerini deneyimleyen kadının ve erkeğin "trajik" çatışmasına taşır. Modern yaşamın bütün göstergelerine bakıldığında, kadının ve erkeğin iki ayrı fantezi dünyası olduğunu görmek hiçte zor değildir. Yaşam bu fantezilerin uzlaşmazlığından doğan bir gerilim üzerine kuruludur. Aşk, belki de bu gerilimi en derinden deneyimlendiğimiz andır. Aşkın belki de bu kadar hayal kırıklığı yaratması, bu oranda derin narsisistik kırılmalara yol açması kurgusal olanla, "gerçek" olan arasındaki bu uzlaşmaz mesafeden kaynaklanmaktadır, çünkü "fantezi" onu deneyimleyen kişi için o oranda gerçektir, ve reel hayatın göstergelerinden çok daha derin bir kaynaktan, bilinçdışından beslenmektedir.
Bizi aşkta harekete geçiren bütün temalar bilinçdışı bir kaynaktan beslenir. Aşkın bu oranda kontrol edilemez bir deneyim olmasını açıklayan da budur. Aşk, istemli bir seçim, kontrol edilebilen, engellenebilen, ertelenebilen bir deneyim değildir. Aşk bir seçim değildir, bu anlamda bilincin alanında yer almaz. Aşk içine düşülen, bizi merkezine doğru çeken, benliği hakimiyetine alan bilinçdışı bir süreçtir. Aşkın bir hastalık olarak tanımlanmasının altında yatan da budur. Aşk aynen bir hastalık gibi, beklenmedik bir zamanda, şiddette ve formda gelir, bedeni ve ruhu hakimiyeti altına alır, bizi bitkin düşürür, egonun gücünü, savunma mekanizmalarımızı -gündelik hayat içinde ayakta kalmak için geliştirdiğimiz binlerce küçük oyunumuzu- elimizden alır. Aşkla beraber regrese oluruz. Yetişkin kimliğimiz dikişlerinden sökülür, bütünlüğü zedelenir, rasyonel yanımız sendeler, eski akıllı, bütünlüklü, yetişkin kişi değilizdir artık. İrrasyonel, çocuksu ve paramparçayızdır. Aşkın paradoksu da burada yatar, aşka bütünleş(/n)mek arzusuyla gireriz ve bu süreçte bütünlüğümüzü ve sürekliliğimizi kaybederiz. Çünkü aşkta ve aşk dolayımıyla bütünleşmek mümkün değildir. Aşk ve benlik ilişkisine bu yönüyle de bakıldığında, doğu masallarında resmedilenle ne kadar iyi örtüştüğünü gözlemlemek mümkündür. Doğu masalları “aşkta yaşanan deneyimi” –batı masallarının aksine- benliğin parçalanması olarak tasvir eder. Batı masallarında dişinin ve erilin bütünleşmesini tasvir eden nihai sona oranla, doğu masalları benliğin çözülmesini içeren sancılı bir süreçtir.
Mutlu Aşk Yoktur
Aragon
Aşkta bütünleşmeyi imkansız kılan şey nedir? Psikanalitik kuramın gücü, aşk denen olguyu (yangını/hastalığı/uzlaşmaz deneyimi/yıkım sürecini/şiirlerin, edebiyatın, masalların alanında tasvir edilen o sarsıcı deneyimi) bütün karmaşası, irrasyonelitesi, gerçek üstü diliyle deşifre edebilmesinden ve anlaşılır kılmasından gelmektedir. Evet, aşk bir hastalıktır, gündelik yaşamı, algıyı, deneyimleri, rutinleri parçalayan, ayağımızın altındaki toprağı erozyona uğratan, rasyonel yanımızın "tutulmasına" yol açan, bizi sendeleten, algı kapılarımızı açan, hayal gücümüzü, spontan, çılgın ve toplum dışı yanımızı katalize eden, rüyalarımızı, bilinç dışının dehlizlerini hakimiyeti altına alan bir hastalık... Evet, bir tür büyü, tutulma...ve psikanalizin gücü bilimin rasyonel paradigmasının algı kapılarından dahi geçemeyen o "yakıcı", "ölümcül" deneyimin derinliklerine inebilme gücünden ve yetisinden geçmektedir.
Aşkın İmkansızlığına Psikanalitik Bir Bakış
Psikanaliz bize kadının ve erkeğin "bütünleşme"sini mümkün kılacak bir aşk deneyiminin imkansızlığı konusunda ne tür ipuçları verir? Psikanaliz en temelde bunu kadının ve erkeğin gelişimsel öykülerinin son derece farklı izleklerini tanımlayarak yapar.
Yetişkin kadın ve erkek cinselliğinin temellerini oluşturan ödipal dönem cinselliğinin ilk uyanışı sürecidir. Oysa kız ve erkek çocuğu, ödipal süreci bütün yetişkin cinselliğe damgasını vuracak biçimde “farklı” biçimlerde deneyimler. Cinselliğin uyanışı, cinsel kimliğin şekillenmesi ile paralel bir süreçtir. Bu uyanış ve “oluşum” sürecinde her iki cinsin gerçekleştirmek zorunda kaldığı gelişimsel aşamalar ve deneyimlediği korkular birbirinden son derece farklıdır. Kız çocuğunun toplumsal cinsiyet kimliğinin oluşumu - anne ile süreklilik, anne "gibi" oluş, anneyle "özdeş"leşme üzerine kuruludur. Kız çocuğu, anneyle doğumda başlayan “birlik” duygusunu devam ettirmek, anneyle deneyimlediği özdeşim sürecini sürdürmek zorundadır. Kız çocuğu dişi olmanın anne gibi olmak olduğunu öğrenir. Bu çerçevede kız çocuğunun gelişimsel “ödevi” erkek çocuğuna oranla son derece kolaydır çünkü anne son derece yakından bildiği, dokunduğu, kokladığı, taklit ettiği, birlik duygusunu en yakından deneyimleyegeldiği “öteki”dir. Kız çocuğu anneyle özdeşim dolayımıyla dişil bir cinsiyet kimliğini oluşturur. Özdeşim dolayımıyla kurulan dişil cinsiyet kimliği kız çocuklarında ilişkisel benliğin temellerini atar. İlişkisel benlik, kız çocuklarının (ve daha sonra kadınların) benliklerini ilişki dolayımıyla tanımlamaları anlamına gelir. Bu çerçevede kız çocuğu için kendisi/benliği ötekinden kopuk bir “entite” değildir. Kız çocuğu kendi benliğini bir “devamlılık” içinde deneyimler.
Peki, kız çocuğunun ödipal süreçte yüzleşmek ve başa çıkmak zorunda kaldığı zorluklar ve bu çerçevede oluşan korkular nelerdir? Bu süreçte kız çocuğununda oluşan iki temel korku söz konusudur. Birincisi kız çocuğunun babayı erotik nesne olarak seçmesi ve bu çerçevede anneyle oluşan rekabet dolayısıyla annenin sevgisinin kaybetme korkusu. Özellikle Ethel S.Person kız çocuğu için, en temel sevgi kaynağı ve bakım sağlayan “öteki”yle/anneyle rekabete girmenin kız çocuğu için ne kadar kaygı yaratıcı bir süreç olduğunu dile getirir. Kız çocuğu özdeşim nesnesi anneyle rekabete girerken, tamamen muhtaç olduğu annenin sevgisini ve bakımını kaybetme riskini de yaşamaktadır (bu olgu ileride göreceğimiz biçimde kadınların diğer kadınlarla açık bir biçimde rekabete girme korkularının temelini de açıklar. Anneyle özdeşim dolayımıyla şekillenen ilişkisel benlik açıktan açığa rekabet yerine, üstü örtük bir rekabet biçimini şekillendirir.)
Babayı erotik nesne olarak seçme süreci başka bir korkuyu da beraberinde getirmektedir: baba tarafından zedelenme korkusu. Küçük kız çocuğu, baba ve kendisi arasındaki cinsel organ farkı dolayısıyla cinsel organlarının zarar görmesinden korkar. Özellikle Karen Horney, kadınların tecavüz ile ilgili korkuların temelini ödipal süreçte kız çocuğu ve baba arasındaki bu “eşitsizliğe” bağlar.
Oysa, erkek çocuğunun gelişimsel süreci, kız çocuğuna oranla son derece zorludur. Erkek çocuğunda, cinsiyet kimliğinin oluşumu iki aşamalı bir süreci içerir: anneden ve "içsel" olan kadınlıktan ayrışma/kopuş, ilk özdeşim figürü anneyi "olumsuzlama" ve babayla özdeşleşme. Kız çocuğunun devamlılık üzerine kurulu sürecine oranla, erkek çocuğu kopuş ve olumsuzlamayla başlayan ve yeni bir özdeşim süreciyle sonlanan ikili bir süreç yaşamak zorundadır. Bu sürecin zorluğunu anlamak için -sanırım- sadece çevremize bakmamız yeterlidir. Erkeklerde evrensel olarak gözlemlediğimiz dişiliğe/kadınlığa regrese olma/gerileme korkusu, dişil olanın aşağılanması/dışlanması, erkeklerin içsel dişil yanlarına karşı duydukları korku, kadınlar tarafından yutulma ve anneye gerileme korkularının kökenleri, bu gelişimsel sürecin zorluklarında yatar. Aslında bu zorlu gelişimsel süreç bütün misojin erkek kültürünün ve şişkin machismo kültürünün temellerini de açıklayacak güçtedir.
Bu gelişimsel süreçte erkek çocuğunun yüzleşmek zorunda olduğu içsel deneyimler ve bu çerçevede gelişen korkular en az kız çocuğunun ki kadar şiddetli ama o oranda da farklıdır. Erkek çocuğu anneyi arzulama ve bu çerçevede babayla oluşan rekabet sürecinde baba tarafından cezalandırılma korkusu yaşar. Devasa bedeniyle baba, annesini arzulayan küçük erkek çocuğunu zedeleyecek güçtedir. Bu evrensel ve (bilinçdışı) iğdiş edilme korkusunun temellerini atan korkudur.
Son dönem analistler, bu süreçte erkek çocuğunun deneyimlediği narsisistik yaralanmanın da altını çizer: erkek çocuğunun, babanın cinsel gücünün yanında hissettiği yetersizlik duygusu. Kız çocuğunun babanın devasa bedeniyle imgeleminde karşılaştığında yaşadığı zedelenme/yaralanma korkusunun yerini erkek çocuk da derin bir yetersizlik duygusu alır. Babanın anneye haz vermeye muktedir “eril cinselliğine” oranla erkek çocuğunun “küçüklüğü ve yetersizliği”. Evrensel penis kıskançlığı olgusunun temellerini atan da budur.
Ayrıca, erkek çocuğu bu süreçte anne tarafından cinsel bir nesne olarak reddedilme deneyimini de yaşar. Annenin erotik nesnesi oğlu değildir. Rekabette öne çıkan kişi babadır ve erkeklerde cinsel nesneyi kaybetme korkusunun temellerini atan tam da bu korkudur.
Ergenlik dönemi her iki cins için çocuklukta başlayan izleklerin ayrımını daha da pekiştirecek güçtedir. Ergenlikte her iki cins hem bedensel farklar, hem de toplumsal cinsiyet kimliklerinin çocukluktaki kökleri dolayısıyla daha da farklı iki sürece girer. Erkek çocukları kolaylıkla uyarılabilen bir cinsel doğaya sahiptir. Erkek cinsel uyarımının görünür ve aynı oranda istemden yarı bağımsız cinsel doğası, erkek cinselliğine damgasını vurur. Ergenlik sürecinde erkek kontrolü dışında kolaylıkla uyarılan ve “görünür” olan bir cinselliğin uyanışını gözlemler. Yine bu süreçte erkekler için cinsel performansın “ilişki”nin önüne geçtiğini gözlemleriz. Bu haz için ilişkiyi feda etme eğiliminin (cinselliğin ve ilişkinin yalıtılması) kökenlerini ödipal süreçte erkek çocuklarının yaşamakta oldukları zorlu süreçte bulmak mümkündür. Erkek olma sürecinde, anneden ayrılmak için anneyi olumsuzlamak zorunda kalan erkek çocuğu, cinsel nesneye duyulan arzuyu, ayrışma ile koşut olarak algılar. Bu da cinsel nesneyle ilişkisel bir birlik deneyimini zorlaştırır (hatta imkansız kılar). İlişkisel birlik, zaten anneye gerilemeye, anne tarafından yutulmayı ve dişiliğe (dişi evreye) geri dönüşü çağrıştıracak kadar güçlü bir deneyimdir. Ve erkek çocuğu için cinsellik, ilişkiden yalıtılır. Bu bize erkeklerin ergenlikten itibaren karşı cinsi “insancıl” bütün yönlerinden ayrıştırarak, sadece bir cinsel nesne olarak algılayabilmelerin de kökenlerini de açıklayabilir.
Ayrıca bu dönemde, erkek çocuğunun gelişimsel süreçte anneyle yaşamış olduğu hayal kırıklarıyla bağlantılı olarak geliştirdiği sadistik fantezilerin doğuşunu da gözlemlemek mümkündür. Karşı cinse karşı geliştirilen bütün sadistik fantezilerin kökenini erkek çocuğunun annesiyle ilişkide deneyimlediği narsisistik kırılmalara bağlamak mümkündür. Öfkeye dönüşen narsisistik kırılmalar ödip öncesi dönemin yutucu annesi, anal dönemin cezalandırıcı annesi, ödipal dönemin reddeden annesinin izlerini taşıyabilir.
Oysa, ergen kız son derece faklı bir izlekte ilerlemektedir. Çeşitli yazarların ve hatta Freud’un yazılarında karşılık bulacak şekilde “kadınlığın gizemi” olarak nitelendirilecek kadın cinselliğinin ergenlikteki görünümü, erkek çocuklarının tam zıttıdır. Kızlar, ergenlikte kendileri için dahi gizem taşıyan bir cinsellikle yüzleşirler. Kadın cinsel uyarılma ve hazzının görünmez doğası ve kadın cinselliğinin erkeklere oranla görece zor uyanan doğası, dişil cinselliği kız çocukları içinde gizemli bir sis perdesi ardında saklar. Kadın toplumsal cinsiyet kimliğinin ilişkiyi cinsel hazzın önüne yerleştiren yapısı da kız çocuklarını cinselliği sadece bedensel bir haz olarak keşfetme eğilimde olan erkeklere oranla ilişkinin koruyucuları haline getirir. Person özellikle ergen kızların ödipal süreçte anneyi kaybetme korkularından kaynaklanan bir biçimde kopmadan/ayrışmadan/yalnızlaşmadan korkarak ilişki adına hazzı feda etme eğiliminde olduklarını dile getirir.
Hazzın peşindeki ergen erkek ve ilişki peşindeki ergen kız çocuğu yetişkinlik sürecinin eşiğindedir. Karşımızda pornografik imgelemde karikatürize formlarda yansımalarını bulan yetişkin erkek cinselliği ve aşk romanları ve “pembe” dizilerde karşılığını bulan kadın cinselliğinin uzlaşmaz yapısı belirir. Pornografik imgelemde karşımıza çıkan ve erkeğin kolektif bilinçdışının dinamiklerini yansıtan performans odaklı ve o oranda ilişkiden arınmış/yalıtılmış bir cinsellik durmaktadır. Performans korkuları ile güdülenen ve ilişki tarafından yutulma kaygılarına karşı güçlü bir yalıtmayla şekillenen bu eril cinsellik, dişil göze son derece mekanik görünmektedir. Oysa, psikanalitik bakış açısı bize bu mekanik, performans odaklı ve yalıtılmış cinselliğin gerisindeki “erkek çocuğunu” gösterir. Anneye/dişiye/dişiliğe gerilemekten korkan, babanın “gücü” karşısında yetersizlik yaşayan, baba tarafından cezalandırılmaktan korkan erkek çocuğunu.
Person, aynı zamanda erkeklerin eş zamanlı çok eşli (ama o oranda da birbirlerinden haberdar olmayan partnerlerle) ilişkilerinin kökenini ödipal süreçte erotik nesneyi kaybetme korkusuna (ve reel deneyimine) bağlar. Bu aynı zamanda pornografik imgelemde, merkezdeki erkeği çevreleyen erotik “nesne”lerin “çok”luğunu da açıklayan bir olgudur. “Nesne”lerin çokluğu, kaybetme korkusuna karşı bir kalkan görevi görür.
Yetişkin erkek cinselliğinde gözlemlenebilecek sadistik öğelerin kökenlerini anne çocuk ilişkilerinin değişik dönemlerinde bulmak mümkündür. Daha öncede belirtildiği biçimde sadistik formlarda ifadesini bulabilecek narsisistik kırılmalar ödip öncesi dönemin yutucu annesi, anal dönemin cezalandırıcı annesi, ödipal dönemin reddeden annesinin izlerini taşıyabilir.
Oysa, yetişkin kadın cinselliği ödipal dönemde temellendiği biçimiyle ilişki odaklı bir cinsellik olarak karşımıza çıkar. Kadın cinselliğinin ilişkiyi cinsel hazzın önüne koyma eğilimdeki yapısı, ilişkiyi kaybetme korkusuyla beraber cinsel hazzı feda etme eğilimi, cinsellik ve ilişkiyi bir bütün olarak algılama eğiliminin altında anneyle özdeşleşen, babaya duyduğu haz ve anneye karşı yaşadığı rekabet sonucunda anneyi kaybetme korkuları yaşayan küçük kız çocuğu yatmaktadır. Kız çocuğu için cinsellik ve ilişki bir bütündür, cinsel arzu sevdiği ötekiyi kaybetme riskini taşır (Person kız çocuğunun anneye karşı duyduğu bu korkunun daha sonra karşı cinse aktarıldığını dile getirir) ve aynı zamanda cinsellik baba tarafından zedelenme/incitilme riskini de içinde barındırır. Yetişkin kadınlarda patolojik formlarda görülen cinsel mazoşizmin kökenlerini ödipal dönemde yaşanan aşırı suçluluk duygularına ve baba tarafından cinsel olarak cezalandırılma/incitilme korkularına bağlamak mümkündür. (Horney özellikle aile içinde reel anlamda varolan ve kadına/anneye yönelik şiddetin kız çocuğunun ödipal dönemde cinselliği saldırgan bir olgu olarak kodlamasını sağladığını düşünür.)
Bu çerçevede psikanaliz bize dişi ve eril cinsel gelişim öykülerinin ironik zıtlığını anlatır.
Son Söz
Love reveals a repeated fury
Pablo Neruda
Neruda, aşkın bitmek tükenmek bilmeyen, sonsuz bir döngüyle ve güçle kendini üreten doğasını dile getirir. Her aşkın, öfkeyle, şehvetle, heyecanla şekillenen (ve kendini yeniden yeniden üreten) fırtınasının kendisini giz perdesinin ardından belli edişini...Psikanaliz ise bu fırtınanın gücünün/ sertliğinin/ kontrol edilemezliğinin/ hırçınlığının/ yıkıcılığının köklerini açıklayan bilinçdışı süreçleri keşfetme sürecinde yol gösterir bize. Oysa ve yine de bilgi bizi teselli etmez...fırtınayı dindirmeye gücü yetmez...Yine ve yeniden şair/şiir bize hatırlatır... “Mutlu Aşk Yoktur”...
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
5 Mayıs 2006       Mesaj #34
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
“İnsan kuvvetli iken güçsüze karşı vermediği savaşı kendi güç kaybedip güçsüz kuvvetlendiği zaman nasıl kazanabilir?”
Sophokles


İNSAN FARKINA VARMAZ. Pençelerini zevkin etine saplamış uçuruma giderken, hâlâ özgürlük şarkıları söyler. İhtiras göze çekince perdeyi, insan hiç düşünmeden kendini günahların içine atar, fenalığın karanlığında yürür sonra da oradan çıkmak için uğraşır ama, alışkanlıkları kurtulabilmesi için ona adım attırmaz. Ve insan bir girdaba itilircesine, tekrar günahlarına döner.

Bir akbabanın, Niyagara Şelalesi’ne giden bir ırmak üzerinde bir cesedi yiyerek yüzdüğü görüldü. Kuş tehlike noktasına geldiği zaman kanatlarını açarak havalanabileceğini sanıyordu. Fakat o noktaya geldiğinde, her ne kadar kanatlarını açtıysa da cesedin içine hırsla batmış olan tırnaklarını çıkaramayıp akıntıya kapılıp gitti.

İnsanın aldanışı da buna benzer. Fena alışkanlıklarının kurbanı olan bir kimse de aynı şekilde “benim için endişelenmeyin. Ben onu istediğim zaman, derhal bırakabilirim” der. Fakat bunu gerçekleştirmek için ayağa kalkmak istediği zaman kendinde bu gücü bulamaz; var olduğunu zannettiği gücün olmadığını görür.
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Mayıs 2006       Mesaj #35
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yeniden siyasî üslubun sertleştiği, diyalog ve uzlaşmanın neredeyse unutulduğu bir çatışma dönemine girdik. Beklentiler, hesaplaşmalar, hazımsızlıklar, kündeye getirme hırsları, burundan solumalar her yanı sarmak üzere.

Böyle dönemlerin içinden daha önce de geçtik ve hep birlikte acılar yaşadık.
Asıl acı veren ise bu yaşadıklarımıza rağmen çıkış yolunu hâlâ bulamayışımız. Halbuki çıkış yolu belli: Özgürlükçü, katılımcı, eşitlikçi ve çoğulcu yapısıyla hukukun üstünlüğüne yaslanan demokrasi... Bunun için de gerekli olan, demokrasi kültürü. İşte o da bizde yok.
Demokrasi kültürünün mayası da, hoşgörüyü, diyaloğu ve uzlaşmayı esas almak.
Yani tartışmayı ve paylaşmayı bilmek. Tartışma, ileri demokrasilerde vardır, başkalarıyla birlikte çalışma ve paylaşma da demokrat insanların işidir.
Özgürce tartışabilirseniz fikir üretebilir, toplumsal dinamiklere lazım olan enerjiyi sağlayabilirsiniz. Tartışma ise “öteki”ni kabullenmek, dinlemek, onun konumuna saygılı olabilmek ile mümkündür. Bunun için farklılıklara tahammül değil, farklılıkları zenginlik kabul etmek gerekir. Bu bir anlayış, felsefe, mantalite ve demokrasi terbiyesi, tutarlılığı meselesidir. Birinci şartı da samimiyettir. Gıllıgışsız olmayı gerektirir. (Yeni nesiller bilmeyebilir, gizli kin, gizli amaç gütmeme demek.) Bu manada demokrasiyi özümsemiş gerçekten demokrat insanlar ancak özlenen toplumsal mutabakatı sağlayabilirler.
Sayın Sezer’in ve Sayın Demirel’in körüklediği tartışmalar elbette bu mutabakatı zorlaştırıyor. Onlara cevap sadedinde söylenenler meseleyi kördüğüm haline getiriyor. Buradan arzuladığımız sonuç çıkmaz ki. Kördüğümün nasıl çözüldüğü de belli... Demokrat kimliğin en bariz vasfı, başkalarını suçlama yerine dönüp aynaya bakabilmektir. Kendini sorgulayabilmektir, kendini aşabilmektir. Demokrat ruhlu aktörlerden oluşmayan bir siyasî yapıda, bütün kurumlar ve kurallar mevcut olsa da sadece bir “oyun” seyredilebilir.
İhtiyacımız olan demokrasi kültürüdür. Bu kültür evvel emirde halkın talep ve değerlerinin kaale alınmasını kabule dayanır. Halkın inancı, değerleri, tarihten tevarüs ettiği dinamikleri, hiçbir zaman potansiyel bir “rejim” tehlikesi kabul edilemez. Edenler ya bir oyunun parçasıdır ya da “bürokratik oligarşi”nin devamına çalışan “görevliler”dir. Çağı okuyamayan, Türkiye’nin ve dünyanın gerçeklerini göremeyen, “doğru”nun sadece kendi anlayış ve yorumundan ibaret olduğunu zanneden ve dayatmayı, kaba kuvveti, terörü, şiddeti yegâne yol bilen fanatikler ise bu görevlilere malzeme taşımaktan başka bir işe yaramazlar.
İhtiyacımız olan demokrasi kültürüdür. Bu sadece yönetenler için değil, özellikle ve bilhassa toplumun fertleri için böyledir. Demokrasi katledilirken kös dinleyen bir toplum, başına geleceklere de rıza gösteriyor demektir. Eğitim, insanımıza sorumluluklarını yerine getirme ahlâkı verirken, kendi haklarına sahip çıkma cesaretini de vermelidir. Demokrasiyi hiç hazmedememişlerin, değişik bahanelerle hadlerini aşıp demokrasinin başına darbe indirdikleri toplumlarda, bu kaba kuvvet temsilcilerine karşı, demokrasi kültüründen mahrum yetiştirilen nesillerin yapabileceği hiçbir şey yoktur. Yaşadıklarımız gösteriyor ki, milletimiz “demokrasi yokuşu”nu, hem de hiç beklemediği tepelerle karşılaşarak tırmanmaya devam ediyor. Sorumlu mevkilerde bulunanlardan siyasetçilere, düşünce ve fikir adamlarından köşe yazarlarına kadar herkesin tavır, üslûp ve davranışlarını yeniden gözden geçirmesi gerekiyor. Ama önce hırs, kin ve nefretlerimizi terk etmeliyiz...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Mayıs 2006       Mesaj #36
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yaşar Tunagür Hoca, liseden sonra tapu-kadastro okuyup, tabir-i caizse laik bir eğitim gördü. Şahsi gayretiyle Arapça ve Farsça öğrendi. Batı dillerine aşina oldu. Müftülük, vaizlik yaptı.

Diyanet İşleri başkan yardımcılığına kadar yükseldi. Konuşmalarıyla dinleyenleri tesiri altına aldı. Aklını ve kültürünü İslam'a hizmette kullandı. Kısacası hayatını İslam'a vakfetti. Demek ki bir insanın tahsili ne olursa olsun, o şahıs İslamiyet'i öğrenip anlayabilir, laik eğitimle dinî eğitimi bütünleştirebilir. Her insan yaratılanlara bakıp, yaratanı anlayabilir. Ben Yaşar Hocam'ı böyle tanıdım, böyle dinledim. Ben kendimi onun talebesi kabul ederdim.
Yaşar Hocam şimdi vefat etti, dünya hayatından ahiret hayatına geçti, maddi âlemden ruhani âleme geçti. İnşallah onun makamı cennettir. Yaşar Hocam'ın vefatı beni çok üzdü. Sonra birdenbire kendime sordum: “Yaşar Hocam cennete gidecek diye mi ben üzülüyorum?” İrademi aşan bir ıstırapla gözümden yaşlar dökülse de, aklım ve kalbim diyor ki: “Çok şükür Yaşar Hocam yaşlılığın verdiği sıkıntılardan, hayatın zorluklarından kurtuldu. Allah onu huzuruna aldı. Hayatı veren de alan da Allah'tır. Allah'ın verdiklerine de aldıklarına da razıyız.”
Biz Yaşar Hoca'yı gönlümüzde yaşatmıyor, dualarımızda yaşatıyoruz. Her aklıma gelişinde ona dua ediyorum. Yaşar Hocam huzuru Rahman’da yaşarken, Fethullah Gülen Hocaefendi'ye de Allah, uzun ömür versin, sıhhat, afiyet versin.
Bu dünya öyle acip bir âlem ki bir taraftan akın akın çocuklar dünyaya geliyor, diğer taraftan akın akın insanlar ahirete göçüyor. Necip Fazıl'ın bir şiirinden, bir parça okumadan edemeyeceğim...
Sonsuzluk kervanı, peşinizde ben
Üç ayakla seken topal köpeğim,
Bastığınız yeri, taş taş öpeyim,
Bir kırıntı yeter kereminizden,
Sonsuzluk kervanı, peşinizde ben...
Necip Fazıl'ın Sonsuzluk Kervanı dediği, peygamberler, evliyalar, asfiyalar, âlimlerdir. Necip Fazıl, üstün bir tevazuyla “Peşinizde seken topal köpeğim.” diyor. Allah ona da rahmet etsin. O bizim sultanımızdı. Yaşar Tunagür sultanımızdı. Dualarımız onlarla beraber.
Sema Hastanesi'ne sağlık kontrolüne gitmiştim. Yaşar Hocam da o hastanede yatıyordu. Yaşar Hocam'ı görmeye gittim, beni görünce ağladı... Yaşar Hocam, Sema Hastanesi'nden saadet-i ebediyyeye uçarken, ben şifa bekliyorum. Şafi-i Mutlak Allah'tır.
Geçmiş yıllarda Ömer Nasuhi Bilmen Hocaefendi'yi ziyarete gitmiştim. Yerde bir yatak, kendisi yatağa oturmuş, yorgana sarılmış, yazıyordu. Buyurdu ki: “Şu tefsiri bitirip, öyle öleyim. Duam budur.” Gerçekten de Ömer Nasuhi Bilmen Hoca, meşhur tefsirini bitirip, öyle vefat etti. İslam âlimleri son nefeslerine kadar ilimle meşgul olmuşlar. Her Müslüman, İslamiyet'i öğrenmeye, anlamaya, yaşamaya mecburdur. İslamiyet'in asırlarca devam etmesinin sırrı budur.
Yaşar Hocam saadeti ebediyeye gitti diye sevinelim... Allah mekânını cennet etsin. BİZ
Cennet ve cehennem, Sırat, Arafat,
Saadet, selamet, ıstırap, afat,
Hepsi nokta nokta serpilmiş gerçek
Biz mahlukun, Halık'ına gidecek
Yola revan olmak için lebaleb
Sarıldık Kur'an'a, Peygamber'e hep.
Kah sürünüp, kah yürüyüp gideriz.
Ağlayan da bizler, gülen de biziz.
Korkumuz Sultan'a muti olmamak.
Kesrette yaşayıp, vahdet bulmamak
Kitap bir, rehber bir, yol bir, hedef bir!
Mal, mülk, mevki, şöhret gayeden uzak
Bunlar hem vasıta, hem de bir tuzak
Bütün vasıtayı tevcih ederiz.
Hayra kullanırız, Hakk'a gideriz.
En büyük saltanat Kur'an'a hizmet
Mertlikte kaide, yalnız nedamet.
Bütün yolları bir yola râm ettik.
Biz vahdetten gayrisini gam ettik.
Güvendik Allah'a, O bize yeter
Faniye güvenmek serapmış meğer.
Ne dünya ne Ahret gayedir bize
Bir katreydik saldık onu denize.
Gayeyi can, c***** da can ettik.
Hakk'ı gaye, Kur'an'ı sultan ettik.
ramsstein - avatarı
ramsstein
Ziyaretçi
6 Mayıs 2006       Mesaj #37
ramsstein - avatarı
Ziyaretçi
''KARMA KARIŞIK''
Sorunlarımıza yön veren şeyler nitekim mutluluklarımızla alakalıydı. Ve o anda(zor şartlarda) değişebilen kararlar yine bizim hayatımızın gidişatına yön veriyordu.
Bir Malmsteen klasiği sayılan ''Trilogy''i dinlerken, ''karma karışık'' duygular ve içi asit dolu kola ile bir şeyler yazmaya çalışıyorum. Çalışıyorum, çabalıyorum ama işe nereden başlayacağımı bilemiyorum desem belki de doğru söylemiş olurum. Gece dışarıdan gelirken yorgun bir haldeydim ve aklımı kurcalayan şeyler vardı. Bu karmaşık duygular içinde eve vardığımda, cd arşivimden bir şeyler seçmeye başladım dinlemek için. Aslında yolda iken daha Doom/Gothic bir şeyler düşünmüştüm fakat CD'lerimi karıştırırken Malmsteen'in ''Trilogy'' albümünü görünce, seçimimi Malmsteen'den yana kullandım. Çünkü o deneysel ezgiler içinde insanın kendini bulması, bulamamasından daha iyiydi. Doom dinleyip sorunlar üzerine gidilemezdi, ama Progressive'de her türlü duygu bulunuyordu. Belki sevinç, belki hüzün, belki hırs, belki... Belki...
İşte başlık oluştu ve sonra bu başlığın başka bir makalede de yer aldığını fark ettim. Aptül'ün (Aptülika) RockBank'in ilk sayılarından birinde yer almış olduğu makalesinin adı da yine ''Karma Karışık''tı. Belki aynı konulara yönelmesek de, her şeyin içinde olup biten bu karışıklıkları bu başlık adı altında birleştirebilirdik. Zaten karışıklık dediğin bir süreç değil; insan her anında bir kaosa batmış ve anlamsızlıkların hüküm sürdüğü bir dünyada yaşamıyor mu? Öyle olmasa belki bana bu satırları yazmamda ilham ve esin olarak Malmsteen'de esin olarak yardımcı olamazdı.
Akorlarla hüzün içeren bir arpejde sıra. Daha power akorları ve sert gitar tonlarını, sololarını, hiçbir şeyi öğrenmedik. Yeterince sert olamadık ki zaten. Rock ve Metal demek zaten bu değil. Öyle olsaydı, sorumlu bireyler olamazdı rockerlar. Yeri geldiği zaman içine kapanık, yeri geldiği zaman asi, yeri geldiği zaman yaşamaktan her ne kadar bıktın bir durumda da olsa zevk almasını bilen bir birey.
Yeri geldiğinde hüzün içeren bu sololar bana Doom'u seçmemden alı koyduysa da yinede içimizde biriken küller birer dışa vuruluğun göstergesiydi. İstersen o anda en zıt şeyi dinle, zaten senin kafan hala oradadır. Belki de orada kalmak zorunda! Bu benim biraz sorumluluklarımla da alakalı biraz. Sorumsuz olmaktansa yitik ve yorgun olmak... Olanları göz ardı etmeden yazılarımı yazıp, hayata devam etmek. Hayatın içinde süren bu anlamsızlığa yön vermek, yönlendirmek ve sonunda yaşayabilmek!
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
6 Mayıs 2006       Mesaj #38
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
DİLDE, FİKİRDE, İŞTE BİRLİK (Gaspıralı ve Türkistan )


Ulu Özbek şairi Alişir Nevaî'nin 550. ve meşhur Kırım tatar eğitimcisi İsmail Gaspıralı'nın 140. doğum yıl dönümleri, 1991 yılında dünya çapında kutlandı.

Alişir Nevaî'nin 550. doğum yıldönümü arefesinde Romanya'da yaşayan soydaşlarımızdan Karadeniz gazetesini aldım. Anavatandan uzakta, muhacerette yaşayan soydaşlarımız, Romanya'da vuku bulan müsbet gelişmeler sonucu ayda bir çıkarmaya başladıkları gazetelerine Karadeniz adını vermişler ve manevî babamız İsmail Gaspıralı'nın çıkardığı "Tercüman” gazetesinin geleneklerini devam ettirmek maksadıyla, Türk dünyasının bu büyük hocasının "Dilde, fikirde, işte birlik" düsturunu gazetelerine şiar etmişler.

Gazeteyi görünce, meşhur Özbek şairi Muhammed Salih'in, 18 Ocak 1991 tarihinde "Yaş Leninçi" gazetesinde çıkan "Millî Gurur" isimli makalesinde şu satırları hatırladım :

"XIX. asrın sonlarında,Türk boyları arasında bir uzaklaşma ve bu uzaklaşmanın önünü almak için de bir hareket başladı. Bu hareketin başında, Kırımlı büyük mütefekkir İsmail Gaspıralı vardı. Onun "Dilde, fikirde, işte birlik" düsturu, bizim Münevver Kari, Mahmudhoca Beyhudî, Abdurauf Fırat, Çolpan gibi büyüklerimizin faaliyetlerini de etkilemişti."

İşte bu fikirler, bu büyük insanımızın doğum gününün resmî olarak ilk defa kutlandığı bu yılda, beni, onun Türkistan halklarına yönelik faaliyetleri konusunda yazmağa davet etti. Gaspıralı'nın, milletine, bütün Türk boylarına karşı sınırsız bir sevgisi vardı.
O, bütün bilgisini, kabiliyetini ve tecrübesini milletine vakfetmişti. Bilhassa, büyük bir emek sarfettiği gazetecilik sahasında büyük bir mütefekkirdi. Bütün Türk boyları, özellikle emekçi kesim, onun gazetecilik sahasındaki hizmetlerine büyük bir değer vermiş ve daha sağlığında onu millet atası gibi büyük bir paye ile şereflendirmişti. Türk boyları arasından hiç kimse, o güne kadar böyle bir onur payesi kazanmamıştı.

Gaspıralı, bütün Türk boylarıyla olduğu gibi Orta Asya'da yaşayan Türk boylarıyla da sıkı bir alaka içindeydi: zira, "Tercüman” gazetesi Türkistan'da yaygın şeklinde okunmaktaydı. Gaspıralı'nın bu ülkedeki takipçileri sürekli artı. Bügün, bütün halk tarafından tanınan Sadreddin Aynî, Behbudî, Fıtrat, Hamza gibi edipler onun "yeni eğitim" (Usul-i cedid) usulünün Türkistan mekteplerinde en gayretli uygulayıcılarıydılar.

Eski okulların ağır olan "okuma sistemi"ne göre daha kolay olan "anlatma" esasına dayalı ilk okulu Bahçesaray'da açan Gaspıralı, bu metodun Kazan, Ufa, Orenburg, Taşkent, Semerkand ve Buhara gibi şehirlerde yaygınlaşmasına ve buralarda da böyle okulların açılmasına öncülük etmiştir. Gaspıralı, bu maksatla Türkistan'a gelmiş; Mahmudhoca Behbudî ve Abdulla Şekurî gibi eğitimcilerle görüşmüş, Özbek, Tacik, ve Tatar çocukları için yeni, modern okullar açılması konusunda teşvik ve destekte bulunmuştur. Bu görüşmede hazır bulunan meşhur Özbek-Tacik edibi Sadreddin Aynî, bu konuda şunları yazıyor:

"Tatar cemaatinin önderlerinden İsmail Gaspıralı Bey, 1908 yılının yazında Buhara'ya geldi. Tabiîdir ki, İsmail Bey, her yerde yaptığı gibi, Buhara'da da okul meselesini ortaya attı ve bu meseleyi görüşmek üzere Buhara eğitimcilerinden birkaç kişiyi saraya çağırdı. Bu görüşmede Molla Nizam'ın evinde faaliyet gösteren okul için Çarlık idaresinden uygun bir yer istenmesi ve okulun Tatarlar ve Buharalılara da teşmil edilerek resmîleştirilmesi kararı alındı. Toplantıda bulunanlar okulun adının "İsmailiyye" olmasını teklif ettiler. Ancak, İsmail Bey bu teklifi hoş karşılamadı ve (okulun adını) “- Emir Muzafferüddin'in adına izafeten "Muzafferiyye" koymak daha uygundur” dedi. (Onun hizmetleri) sadece bu kadar değil: Rusya'da rusça ve türkçe olarak neşredilen ilk büyük gazete olan "Tercüman” gazetesini o neşretti ve bu gazetede, Çarlık Rusyası sınırları içerisinde kalan mazlum müslüman milletlerin eski tarihleri, Birunî, İbn Sina, Farabî, Uluğ Bey, Nevaî gibi büyük ilim ve edebiyat dehaları ve onların dünya kültür tarihindeki yerleri hakkında pek çok yazılar yazdı."

Gaspıralı, gazetesinde, ortaçağlarda büyük şahsiyetler yetiştirmiş Türkistan gibi büyük bir ülkenin son asırlarda cehalet ve hurafeler kıskacında inkıraza yuvarlanması, buralarda güçlü olan feodal ve emperyalistlerin zulümleri, ülkede yeni yeni başlayan uyanış hareketi, yeni eğitim ve edebiyat uğrunda yürütülen mücadele ve müslüman kadınların haklarını koruma konularında tesirli makaleler yazmıştır. Gaspıralı, zaten Türkistan'da defalarca bulunmuş ve burada edindiği izlenimleri "Buhara ve Bahçesaray", "Bahçesaray'dan Taşkent'e" (1893), "Türkistan'ın Yeni Tarihi" (1905), "Buhara'da Neler Gördüm" (1908), "Türkistan'dan Mektup" gibi makalelerinde okuyucularına aktarmıştır.Türkistan'daki Usul-i Cedid okulları onun tesiri ile kurulmuştur. Mahmud Hoca Behbudî, Tevellâ, Abdulla Evlanî, Sadreddin Aynî, Hamza ve diğerleri, "Tercüman” gazetesinin Türkistan'daki ilk okuyucuları ve takipçileri idiler. Türkistan Vilayetining Gazeti, Sada-yı Türkistan, Sada-yı Fergana gazeteleri ve Ayna dergisinde, “Tercüman”'dan iktibas edilen haber ve makaleler muntazam olarak basılıyordu.

Taşkent cedidçilerinin atası sayılan Münevver Kari, Sovyet Özbekistan'ı gazetesinin 7 Haziran 1927 tarihli sayısında bu akımı, devamlı yaygınlaştığı bir sırada, karalayarak şöyle yazmıştı:

"Cedid okullarını açanlar eski okul, medrese ve dindarların yetiştirdiği ediplerdi. Onlar yalnız İ. Gaspıralı'nın Bahçesaray'da çıkan gazetesini okudular ve okulu bu suretle mektebin ne olduğunu çok iyi anlayarak kitaplar getirdiler."

Rusya Müslümanlarının dünyasında yüz veren bu sosyal-manevî gelişmede Gaspıralı'nın hizmeti hakikaten gayet büyüktür. O, Rusya müslümanlarının hayatında yeni bir hadise olan, Usul-i Cedid'in temelini atıp "Tercüman” gazetesi ile Türkçe matbuatı başlatmıştır. Geçen asrın sonlarında, değil Rusya, Türkistan ve hatta Hive, Buhara emirliklerinde, Usul-i Cedid'in duyulmadığı bir köy bulmak çok zordu.

Misyoner N. P. Ostroumov'un müdürü bulunduğu Taşkent Öğretmen Okulu'nda 30 Ağustos 1882 tarihinde, "Rus olmayanların, müslümanların eğitimlerini hangi prensipler üzerine kurmak gerekir?" konulu bir toplantı oldu. Bu toplantıda, Türkistan genel valisi A. K. Abramov'un başkanlığında imparatorluk askerî idaresinin temsilcileri ve ruhbanlar da hazır bulunmuşlardı. Tarih ve coğrafya öğretmeni M. A. Miropiyev toplantıda bir tebliğ sunmuş ve "Gaspıralı'nın, bu tasarısın kabul etmek, yok olmak üzere olan müslümanları diriltmek, yani bağrımızda yılan beslemek olur. Müslümanların eğitimlerinin temelinde, İslamı bozmak, dinî gayreti tamamen yok etmek, dolayısıyla onları ruslaştırmak olmalıdır." (Turkestanskiy Sbornik, cilt; 361, s.; 144) mülahazasında bulunmuştu.

Kafkas Öğretmen Okulu'nun müdürü olan Semyonov, Gaspıralı'nın tasarısını destekleyenlerden son derece rahatsız olmaktaydı. Taşkent Öğretmen Okulu, 15 yıl boyunca yerli halkı kendisine çekemediği için zor duruma düşmüş ve "Bizim vazifemiz, yerlileri, okulumuzu sevmeye, saymaya ve ona inan maya mecbur etmektir. Bu bakımdan, İngilizlerin, bu sahada Hindistan'da yaptıkları bize örnek olmalıdır." demek zorunda kalmıştı.

Gaspıralı, 1892 yılında müslüman okullarının ilyatı (?) tasarısıyla Türkistan genel valisi Rozenbakh'a müracat etti. Vali, projeyi inceleme ve rapor yazma işini N. P. Ostroumov ile V. P. Nalivkin'e havale etti. Bu ikili tabiî ki projeyi reddedip "Kabul edilemez!" raporunu verdiler. Ostroumov, Gaspıralı'nın yaptığı işleri, Avrupa medeniyetinin zenginliklerinden, kendi millî benliğini korumak için faydalanma şeklinde değerlendirmiş ve bundan hoşlanmamış; Gaspıralı'nın tesirinin Türkistan'ı da tutmasından korktuğunu söylemişti. Kısacası, Rozenbakh, tasarının "akim bırakılması" kararını verdi. (A. V. Pyaskovskiy, 'Revolyutsiya v Turkestane', 1905-1907. yıllar Moskova,. 1958, s. 99).

Gaspıralı 1893'te Taşkent'e geldi. Semerkand, Buhara gibi şehirlerde bulundu. Ancak, Türkistan askerî idaresi olsun, Buhara Emirliği olsun onun "Usûl-i cedid"ini pek hoş karşılamadılar.
İşler sarpa sardı. Taşkent'teki çalışmalardan bir netice çıkmadı. Yalnızca Semerkand'da bir okul açabildi. Ama Gaspıralı yolundan dönmedi. Türk boyları arasında "hocaların hocası" ve çocukların sevgilisi olarak kaldı.

Amma bütün bunlara rağmen Gaspıralı'nın taraftarları Türkistan'da sürekli arttı. Sadreddin Aynî meşhur Hatırat'ın da şunları yazıyor:

"Rus-Japon harbi başlamıştı. Buhara'ya arada bir gelen "Tercüman” gazetesi bu savaş sebebiyle daha sık ve daha çok gelmeğe başladı." (Eserler, 1963, cilt I, s. 200).

Prof. B. Velihocayev, Özbekistan Edebiyatı ve San'atı gazetesinde, 4 Kasım l988 tarihinde basılan "Aynî Telkininde Fıtrat" isimli makalesinde şöyle ilginç bir vakayı anlatmaktadır: "Abdurauf Fıtrat 1911 yılı baharında Buhara emirinin zulmünden kaçarak, İran yoluyla İstanbul'a gider. Orada okur; ve bir eser yazar. Münakaşa isimli bu eserde cedid meselesi hakkındaki fikirlerini beyan eder. İstanbul'da "Buhara Maarif-Talim Cemiyeti" adında resmî ve legal bir cemiyet kurulur ve bu cemiyet, adına uygun olarak Buhara ve Türkistan maarifinin gelişmesinde önemli bir rol oynar. Rusya'nın muhtelif İslam memleketlerinden gelen gençler de bu cemiyetin çalışmalarına katılırlar. Abdurauf Fıtrat cemiyetin kurucularından biridir. Fıtrat burada İsmail Gaspıralı'nın "Darü'r-rahat Müslümanları" eserini farsçaya çevirir ve bu çeviri, Buhara'da gençler tarafından kurulan "Kitabhane-i Ma'rifet" cemiyetinin sağladığı para ile neşredilir."Burada ilginç olan, geleceğin dünyaca meşhur türkologu Kırımlı genç Bekir Çobanzade'nin de aynı yıllarda, yani 1912-1914 yılları arasında İstanbul'da tahsilde bulunmasıdır. Çobanzade, burada Fıtrat'la tanışıp dost olmuş ve bu dostluk bir ömür boyu devam etmiştir. Kırımlı talebelerin en genci olan Çobanzade, Fıtrat'ın dikkatini çeker. Fıtrat, sohbetlerinden birinde, İstanbul'a tahsile giden Türkistanlı gençler arasında Hamza'nın da bulunduğunu bildirmektedir. Rusya'dan gelen gençler "Dilde, fikirde, işte birlik" düsturu altında konuşmakta ve Türk boylarının birleşmesini isteyen "Millet atası" Gaspıralı 'nın yolundan yürümektedirler. 1914 yılında Fıtrat Buhara'ya, Hamza Hokand'a, Çobanzade ise Kırım'a doğru yola çıkarlar. Onlar İsmail Gaspıralı Bey' in vefat haberini yolda öğrenirler.

Gaspıralı'yı en çok ilgilendiren dahilerden biri Alişir Nevaî olup; Gaspıralı bu meşhur şairin eserlerinin Türkistan'da geniş kitlelere ulaşmasında büyük bir hizmet görmüştür.

Kırım tatarları, bu büyük şairin eserleriyle tanışmaya bir kaç asır önceden başlamışlardı. Süreli bir yayın organı çıkarma hazırlığında bulunan İ. Gaspıralı, Nevaî'nin bazı eserlerini Kırım Tatarcasına aktarmıştır. Şairin en önemli eserlerinden biri sayılan Muhakemetü'l-Lugateyn bu çalışmalardan biri olarak 1882 yılında Bahçesaray'da basılmıştı. 1940'lı yıllarda Leningrad Üniversitesi'nde hoca olarak çalışan Zedla Aksakov'un, "Sovet Edebiyatı" dergisinin 1941 yılı Şubat sayısında basılan makalesinde kaydedildiği gibi Kırım Tatarları bu eseri hüsn-i kabulle karşılamışlardır.

İ. Gaspıralı, 1895 yılında Bahçesaray şehrinde, meşhur eserlerinden biri olan "Türkistan Uleması"nı neşrettirdi. Gaspıralı, bir zamanlar elden ele dolaşmakta olan bu eserinde Orta Asya'nın meşhur simaları İbni Sina, Farabî, Birunî Nevaî ve Babür hakkındaki düşüncelerini belirtmekte ve bu şahısların dünyanın tekakkisinde oynadıkları role işaret etmektedir.

Edip ve gazeteci Gaspıralı sık sık Türkistan konusunu işler. Meşhur eserlerinden biri olan Darü'r-rahat Müslümanları romanının baş kahramanı Taşkentli Molla Abbas'tır; edip kahramanının İspanya seyahatinde onu bir Fransız turist olarak gösterir. Hace-i Sibyan ders kitabindaki "İki Ulu Şair" başlıklı makalesinde de öğrencileri Puşkin ve Nevaî'nin eserleriyle tanıştırır.

Ortak bir edebî dil oluşturmak maksadıyla usanmadan çalışan Gaspıralı, Alişir Nevai'nin Türk şivelerinin inkişafındaki rolüne büyük bir değer verir. Gaspıralı, "Tercüman” gazetesinin l908 yılı 5. sayısında çıkan makalesinde edebî dil hakkında fikirlerini şöyle beyan ediyor:

"Eğitimi Denetleme Dairesi"nin tarifini yanlış buluyoruz; zira, onlar "halkın anadili milletin edebî dilidir" diyorlar. Bizim eski edebî dilimizin bir ucu Alişir Nevaî'nin dili ise, bütün şivelerin iştirakiyle oluşacak yeni dilimiz de onun ikinci bir ucudur. "Eğitimi Denetleme Dairesi" burada büyük bir yanlış yapıyor. Bu yanlışlığı, Petersburg'da dili iyi bilmeyenler yapsalar belki afvedilebilir; ama Bahçesaray, Bakû, Orenburg, Kazan vb. yerlerde böyle bir hata afvedilmek şöyle dursun tam bir cinayettir."

Tuvgan Til ve Milliy Maarif (Anadili ve Milli Eğitim) isimli makalesinde ise bu fikrini devam ettirerek şunları yazıyor :

" Tarih gösteriyor ki, daha Rusya'da eğitim öğretimin, mekteplerin olmadığı zamanlarda, Türk boyları arasında ilim ve fenn inkişaf etmiş; Türk boyları, Alişir Nevaî, Fuzulî gibi dünya çapında büyük yazarlar, şairler, İbni Sina gibi dünyaca tanınmış filozof-alimler, bilimin muhtelif sahalarında engin bilgiye sahip, kabiliyetli uzmanlar yetiştirmişlerdi. Bunu, bundan bin yıl önce yazılmış binlerce ilmî ve edebî eser de isbat etmektedir.

İbni Sina ve Alişir Nevaî devirlerinde türk milletinde yüksek bir maneviyat, hızlı bir büyüme, bilim ve edebiyatta misilsiz bir gelişme ve bir coşku vardı. Lakin sonraları, bu millet, çeşitli düşmanlar tarafından, her yönden şiddetli hücumlara, amansız mağlubiyetlere uğratıldı; bütün gelişme ve büyümesi durdu; bilim ve edebiyatta geriledi; boyları-oymakları dört bir tarafa dağıtıldı. En fenası da bu dağılmış boylar-oymaklar güçlü milletlerin baskı ve tesiri altında kaldılar. Atalarının, büyük zorluklarla, uzun bir zaman sürecinde elde ettiği kazançları hemen hemen yok olup mazide kaldı. Millet, asırlarca devam eden bir durgunluk ve cehalet uyukusuna daldı. Türk boylarının bir kısmı arap tesirine kapılıp arap dili, ruh ve düşüncesiyle yaşadı; Azerbaycan türk leri, fars şiiri ve fars ruhuyla zevk alır oldular; Kuzey türkleri yani tatarlar ise ruslarla karışıp rus tesirine kapılarak yaşamağa mecbur oldular."

Türkistan'da faaliyet gösteren misyonerlerden biri, Tuzemnaya Gazeta (Mahalli gazeti)nın redaktörü N. P. Ostroumov Kuran ve Tekakkiyat adlı kitabında (Taşkent, 1903) Gaspıralı'nın faaliyetlerine geniş bir yer ayırır: "Gaspıralı, müslüman okullarını eski arap seviyesine yükseltmek niyetini asla gizlemez; o, tatarlar için özel hayır kurumları, halk kütüp haneleri, iş yerleri açılmasını yürekten selamlar ; tatar temsilleri, bediî eserleri hakkında müsbet fikirler bildirir, ama tatarların ruslar tarafından asimile edilmelerine asla razı olmaz" diye yazar, Ostroumov. Bu fikirler, misyonerlerin Gaspıralı'nın Türk eğitim ve kültürü sahasındaki çalışmalarından hoşlanmadıklarını açıkça göstermektedir. Bu vakıayı, Türkistan'ın 1916-1917 yılları arasındaki genel valisi İ. Kurapatkin'in günlüğünde yer alan şu satırlar da doğrulamaktadır : " Biz elli yıl boyunca yerli halkı ilerlemelerin dışında, okullarından ve rus hayatından uzakta tuttuk."
Basın, Türk boylarının bu dahi şahsiyetinin hayatı, eğitim faaliyetleri ve vakitsiz ölümü hakkında yazılar, mersi yeler yayımlamıştı. Bu yazılarda Gaspıralı 'nın Rusya müslümanlarına, hususen Türkistan maarif ve matbuatına ettiği unutulmaz hizmetler anılmaktaydı. Gaspıralı'nın vakitsiz ölümü Türkistan aydınlarının kalbini şiddetli bir matem ateşi ile yakmıştı.

"Millet atası"nın vefatı hakkında ilk olarak Azerbaycan'ın sevilen evladı Neriman Nerimanov, Türkistanlı cedidçilerin önderi Mahmudhoca Behbudî, Özbek edebiyatının görkemli temsilcisi Hamza ve sırasıyla diğerleri duygularını beyan ettiler.

Mahmudhoca Behbudî, Ayna dergisinin 1914 yılı 49. sayısında basılmış olan "İsmail Bey Hazretlerinen Suhbet" (İsmail Bey Hazretleriyle Sohbet) isimli makalesinde, Gaspıralı ile İstanbul'da yaptığı görüşmelerden bahs ederek, onun hatırası önünde eğildiğini yazmaktaydı: "Ah! üstadımızı kaybettik... Kim bilir, belki de o uykudadır, rüya alemindedir. Bundan sonra üstadımızın ruhuyla sohbet ederiz."

Hamza'nın, 1988-89 arasında Fen neşriyatınca yayımlanan 5 ciltlik eserler toplamında onun Sada-i Fergana gazetesinin 22 Eylül 1914 tarihli sayısında Gaspıralı'nın vefatı dolayısıyla çıkan "Yevmü'l-vefat" isimli taziyesi ve gazetenin 28 Eylül 1914 tarihli sayısında yer alan "Mersiye"si dikkati çekmektedir. Taziye şu cümlelerle başlıyor :

"Bari yer yüzünde Tatarlargagine has imes belki bütün ehl-i İslamge beraber te'sir kılgen fürkat vechideligden matemlik bir kün yetdi, desek de, merhum ve mağfur İsmail Bek atamıznın yevmü'l-vefatı künüdür.

Özünü insan ikenliğini hakiki köz bile körgenden beri bütün Rusiya müsülmanları arasige maarif deñizini akuzmak ve taş-zarlarnı sebze-zar etmek muradide karşudagi "sedd" bolgan ba'zı nifak, gaflet ve cehalet kebi hesapsız tizilgen eñ zor kette tağlarnı yalguz özü Ferhat kebi ictihat ve gayret tişesi bile bozup tekiz kılgan zat da bu merhum ve magfur İsmail Bek hazretleri idi..."

[... Dünyada ayrılıktan kaynaklanan ve sadece Tatarları değil, bütün İslam alemini aynı şekilde etkileyen bir matem günü varsa, bu, merhum ve magfur İsmail Bey babamızın vefat ettiği gündür.

Kendisinin bir insan olduğunu kalp gözü ile gördüğünden beri, eğitim denizini Rusya müslümanları arasına akıtmak ve onların taşlık (çorak) sahalarını bir çimenliğe çevirme arzusunun karşısındaki engelleri, gaflet ve cehalet dağlarını cesaret ve gayret balyozu ile, Ferhat gibi bir başına, dümdüz eden de magfur İsmail Bey hazretleri idi... ]

Taziye şu yanık satırlarla bitiyor:

[İlahâ, illa tebarek ve teala bu atamıznıñ hakına barça müsülman balalarınıñ duası hayrların kabul etüp pâk ruhunu cennetü'l-firdevsge mihman edüp evlatlarıga sabr-i cemil ve ecr-i azim ata eylesün."

[İlahi! Bu mübarek ve muhterem babamızın hatırası hürmetine bütün müslüman çocukların hayır dualarını kabul et! Pâk ruhunu cennet bahçelerinde müsafir eyle! Geride kalanlara sabır ve takat ver! ] *

Şairin "Mersiye"si ise, yaklaşık 75 yıl kitaplarına alınmadı. Bu mersiyeyi, şair Rıza Fazıl ricamız üzerine ana dilimize aktardı. **


M E R S İ Y E
Vah, kara kün tüşdü kaydan, bağ ü bostandan cüda,
Bi-sabr dilden, çare koldan, dahr-i Lokmandan cüda,
Nur közden, tab ü tenden, derd ü dermandan cüda,
Tir yaydan, sayd candan, sine kalkandan cüda,
Gonça gülden, gül tikenden, sebze reyhandan cüda,
Nişe bostandan, sedefler abr ü neysandan cüda,
Ah, millet yetdi bu dem kaygulık, gamlık zaman,
Tegdi agzıñge helaket taşı, imdi tola kan,
Dad kıl, devr-ı felekden, batdı hurşid-i cehan,
Matem eyle, ağlasun ahvaliñe her ins ü can,
Kök sarı uçdu Mesiha cismler candan cüda,
Ya'ni, tekrar-i terakki murğ-i şeb-handan cüda,
Bade-i daniş töküldü, telh oldu ayş u kâm,
Keçe bitmey, kündüz ötmey, kaytadan sübh oldu şam
Gevher-i metleb uşaldı tapmayın kıymet tamam,
Söz-i hicran birle kaldı yar u dost u has u âm.
Boldu zulmet keçes i şem-i şebistandan cüda,
Ya'ni, daniş kişti zar boldu dehkandan cüda,
Ey felek, çarhıñ bozulsun, dad destiñden seni
Héç kişi olmasa abad destiñden seni,
Tapmasa héç kes aman, feryad destiñden seni,
Barça ilm olgusu berbad destiñden seni,
Yok ilkden bolmagan maksud dermandan cüda,
Asman mah-pâresinden arzu rahşandan cüda.
Körmedüñ dünyada millet derdiden başka huzur,
Tapdı kıble-i mevt emraziñni esrar-i zuhur,
Hidmetiñ hakkı yağsun kabr-i ecdadiñge nur,
Ecrler eylep eta cabren cemilen ol gafur,
Kılmasın hakıñda evladıñnı ihsandan cüda,
Ya'ni, daim hidmetiñni neyr u irfandan cüda.
Ah, bolduñ tığsız milletge kurban, elveda!
Bargah-i Hakga kıldıñ tuhfeni can, elveda
Ravza-i Ahmed'ge olduñ ruh-i mihman, elveda
Ta kıyamet bahr-ı rahmet senge, tufan, elveda
Olmasundaim mezarıñ nur-i Rahman'dan cüda,
Olmagıl hergiz bihiştde hur ı gılmandan cüda.

Yukarıda verilen bu dokunaklı taziyeden sonra Neriman Nerimanov'un 20 Eylül 1914 tarihinde Basiret gazetesinde neşredilen taziyesindeki şu sözler oldukça anlamladır: "Ancak, ben burada iki yol göstermek isterdim: Birincisi; İsmail Bey'in millete ettiği hizmetleri, mükemmel bir surette, anlamlı kelimelerle yazarak bunu her tarafa dağıtmak. İkincisi; İsmail Bey'in Bahçesaray'daki mezarına bir taş dikip, bu taşa şu sözleri yazmak: "Millet, senin gibi bir kahramanı unutacak olursa, kendi kendini yok etmeğe çalışıyor demektir."

Ancak, vefa borcunun bu şekilde ödenmesini önleyen bazı engeller ortaya çıktı. Yirminci asrın başlarında, halkı cehaletten kurtarmaya, onu aydınlık bir yola çıkarmaya çalışan ve bunun yolunu da eğitimde bulan İsmail Bey'in ideallerini benimsemiş aydınların faaliyetleri devrimden hemen sonraki yıllarda yanlış değerlendirildi. Okullardaki eğitimi Usul-i Cedid yani modern tarzda kurmak isteyenler "burjuva ideolojisinin yardakçıları" olmakla suçlandılar. Edebiyatta bu yolu tercih edenler "burjuva edebiyatçıları" damgasını yediler. Daha sonra da "Ceditçi" damgasını taşıyan edebiyatçılara "milletçi" (:ırkçı, faşist! B. Orak) suçunu isnad etmek çok kolay oldu. Böylece de "şahsı putlaştırma" devri kurbanlarının listesi tamamlandı. Gerçi, otuzlu yıllarda, hakikat ve adalet, "cedidizm"in burjuva ideolojisi m******* taşımadığı, "kapıtalizmin gelişmesi için çalışanlar"ın aslında parlak bir gelecek için çalıştıklarını gösterdi, ama biraz sonra başlayan savaş İ. Gaspıralı'nın milletinin ana yurdundan sürülmesine sebeb oldu. Öz evladının mezarına bir baş taşı dikmekten bile mahrum bırakılan millet, aradan yaklaşık elli yıl geçtikten sonra ancak vatanına dönmeğe başladı. Büyük milletimizin, adı yaklaşık altmış yıldır tarih kitaplarından silinen atasının mezarına inşallah, artık bir baş taşı dikilir, onun daha henüz gün yüzü görmemiş eserleri mirasçılarına iade edilir.

Eminim ki, bütün Türk boyları, böyle mutlu günleri bizimle birlikte kutlarlar; öz atalarına saygı gösterirler. Gaspıralı'nın Türkistan'daki faaliyetleri hakkında ilk çalışmaları yapan ve bu merasimde bunları bize sunan görkemli Özbek alimleri Salih Kasımov, Begali Kasımov, Şerali Turdıyev ve değerlerinin isimleri de hürmete anılır.

Ulu atamızın vasiyeti olan "Dilde, fikirde, işte birlik" düsturuyla, halklarımızı birleştirme yolunda; inşallah büyük kazançlar elde ederiz.



</SPAN>
</SPAN>
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Mayıs 2006       Mesaj #39
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bir problem çözmek için kullanabileceğimiz yeni bir yöntem var sanırım. Bu yöntemin aşamaları bir 'Hedef Belirlemek', hedefimizle ilgili 'Bilgi Toplamak', hedefimizle ilgili insanlarla 'Empati Kurmak', bu insanları amacımıza doğru 'Harekete Geçiricileri Bulmak', 'Alternatif Senaryolar Planlamak' ve 'Sistemi Uygulamak' olarak sıralanabilir.

Diyelim ki, hedefimiz, belirli bir mağazadan beğendiğimiz bir çift ayakkabıyı almak ve onu üzerindeki fiyattan daha ucuza almak istiyoruz. Daha sonra bu hedefle ilgili bir araştırma yapıyoruz ve ayakkabının üç ayrı mağazada aynı fiyata, 50 YTL'ye satıldığını görüyoruz. Bundan sonra bu mağazalardan biri ile kıran kırana bir pazarlık yapıyoruz ve ayakkabının fiyatını 40 YTL'ye indirtiyoruz. Ancak biz ayakkabıyı bundan da ucuza, mümkünse 38 YTL'ye indirmek istiyoruz. Ayakkabıyı 40 YTL'ye vermeye razı olan dükkandan düşünmek için bir saat kadar süre istiyoruz ve bu teklifi geçerli kılmaları için bunu dükkanın kartının arkasına yazmalarını istiyoruz. Daha sonra ayakkabının modeli ve indirimli fiyatı olan kart ile diğer mağazalardan birine gidiyor ve oradan da ayakkabıyı indirimli almak istiyoruz. Ancak onların da en çok indiği fiyat 40 YTL oluyor. Ardından cebimizdeki kartı çıkarıyor ve diyoruz ki: “Neden sizden alayım, A mağazası da bu fiyata veriyor.” Ancak bu mağazadaki satıcı kararlı çıkıyor ve biz üçüncü mağazaya gidiyoruz. Yine aynı şeyler yaşanıyor. Pazarlığın sonucunda onlar da 40 YTL'ye iniyorlar ve biz kartı yeniden çıkartıyoruz. Bu sefer, onlara 37 YTL'ye inecek olurlarsa alacağımızı söylüyoruz. Onlar en çok 1 YTL ineriz, 39 yaparız diyorlar ve biz ısrar ediyor ve ayakkabıyı 38 YTL'ye alıyoruz.
Şimdi yukarıdaki örneği analiz edelim: Hedef 38 YTL'ye bir ayakkabı almak.
Problem çözmenin bilgi toplama aşaması, ayakkabının satıldığı mağazaları bulmaktır.
Mağazadaki satıcılar hangi şartlar altında bu ayakkabıyı 40 YTL'nin altına düşmeyi düşünürler sorusu, mağazadaki satıcıyla empati kurma aşamasıdır. İnsanları yazılar, sözlerden daha çok harekete geçiriyorlar. Bir satıcıya “Ya şu dükkânda bu kadara veriyorlar” deseniz, sözünüze itibar etmiyorlar; ama o dükkânın kartını gösterirseniz harekete geçiyorlar. Herkesin harekete geçiricisi farklıdır; ama bu örnekte yazılı kart dükkân sahibini harekete geçiriyor. Problem çözmenin senaryo planlama aşaması, işler planladığı gibi gitmeyecek olursa ne yapılacağını içerir. İkinci dükkândaki satıcı kartı görmesine rağmen indirim yapmayınca farklı bir üçüncü dükkâna gitmek farklı bir senaryoya sahip olmaktır. O durumda başka müzakere teknikleri de devreye sokulabilirdi. Bütün bunları planlamanın tamamı ise problemi çözmek için bir sistem kurmaktır.
Başka bir örnek daha verelim. Ancak bu sefer analizi size kalsın. Arzu, çalıştığı Rus şirketindeki işinden ayrılmış ve yurda dönmüştür ve iş aramaktadır. Kendine çalışmak için bir şirket seçer. Modarana isimli şirket özel bir kumaş üretmektedir. Arzu, bu şirket ve ürettiği kumaş hakkında bilgi toplar. Yerli yabancı sektör dergilerini okur ve bir Rus dergisinde Modarana'nın ürettiği kumaşın Rusya'da şu sıra çok popüler olduğunu öğrenir. Buna rağmen Modarana'nın Rusya'ya hiç ihracatı olmadığını da ihracatçı birliklerinden tespit eder. Arzu, “Benim gibi Rusça bilen ve Rus pazarında deneyimli birini almaları için, Modarana'nın yöneticilerini ne harekete geçirir diye kendi kendine sorar. Ardından Modarana'nın ürettiği cinsten kumaşları Rusya'da satın alan bir Rus şirketine bu kumaşların Modarana'da çok uygun koşullarda satıldığını ve Modarana'nın e-posta adresini bildirir. Ruslar, Rusça bir e-posta atarlar Modarana'ya. Aynı gün Arzu da Modarana'ya iş başvurusu yapar. Yöneticiler, daha iş görüşmesi sırasında Ruslara bir teklif yazdırırlar Arzu'ya. Daha sonraki görüşmelerde koşullarda anlaşan iki şirket ticarete başlarlar. Modarana'da Arzu'yu işe alarak onun Rusça ve Rus piyasa bilgisinden yararlanırlar.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Mayıs 2006       Mesaj #40
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
vedud


Geçen yıl New York’ta Saint John Katedrali’nde kıldırdığı cuma namazından sonra dünya gündemini sarsan Amerikalı “kadın imam” Tempo Dergisi’nin bir organizasyonu ile birkaç gündür Türkiye’de.

Tempo’dan sevgili Ebru Timur, Virginia Commonwealth Üniversitesi İslam Araştırmalar Kürsüsü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Emine Vedud’la özel bir röportaj yapma teklifini getirdiğinde memnuniyetle kabul ettim. Cuma günü Yeditepe Üniversitesi’nde vereceği konferans sonrasında kendisine soru yöneltebilmem için bir saatlik bir zaman ayrıldığı için değişik kategorilerde iki sayfalık bir soru listesi hazırladım. Sadece örtü ve namaza değil, Amerika ölçeğinde din-devlet ilişkilerine de eğilmek istedim. Kendisinin bir bilim insanı, bir aktivist, bir anne, bir kadın, bir Müslüman olarak portresini çizmeye niyetlendim.

Vedud, ne yazık ki Yeditepeli öğrencilerin pek ilgisini çekmemişti, İnan Kıraç Salonu’nda birkaç öğrenci vardı sadece, çok sayıda öğretim görevlisinin dışında medya tam kadro oradaydı. Emine Hanım içeri girdiğinde bazı öğretim üyeleri kendi aralarında, pembe soket çorap, dümdüz, boyasız siyah ayakkabı, çiçekli fistan üstü hırka, biri bone niyetine takılmış iç içe iki eşarptan oluşan kıyafetini çok beğendiklerini söylediler birbirlerine.
Konferans sonrası panele geçildi. İlk soru bir erkek öğretim üyesinden geldi. Emine Hanım, “Kadınların özgürleştirilmesini başınızdaki örtüyle nasıl savunabiliyorsunuz?” sorusuna tepki gösterdi ve örtülerini birer birer çıkarıp, Afrikalı ataları gibi ince ince örülmüş siyah saçlarını ortaya serdi ve haziruna “Cennet ve cehennem arasında 45 inçlik bu bez parçasını mı görüyorsunuz? Aşın bunları artık.” dedi. Vedud’un bu jesti başta Mütevelli Heyeti Başkanı Bedrettin Dalan olmak üzere bütün öğretim görevlilerince coşkuyla alkışlandı. Ben içimden,





“Anlamadılar espriyi, kadın onları protesto ediyor, onlar kendisini alkışlıyorlar.” diye düşünürken bilim heyeti kendisine teşekkürler yağdırdı.

“Atatürk burada olsa ne kadar mutlu olurdu.” dediler. Fakat sevinçleri uzun sürmedi. Vedud, yeterince görüntü alındığına kanaat getirince örtülerinden birini yeniden bağladı. Yanında oturduğum kadın öğretim üyeleri “Aaa, oldu mu şimdi, niye kapatıyorsun tekrar?” diye vahvahlandılar.

Vedud aynı hareketi öğle yemeği sırasında da yapmış. İki gündür onu izleyen foto muhabirleri onun durmadan aç-kapa yaptığını, bunu bir şov haline getirdiğini söylediler. Vedud, konferansta geçmişte dört yıl boyunca yüzünü de örttüğünü, örtüsünü evine yabancı erkek misafirler geldiği zaman da taktığını belirtti. Benden önce CNN Türk’e çarşıya pazara giderken başını açtığını ifade etmiş, geçen yıl Tempo’ya verdiği röportajda ise şöyle demişti:

“Evde türban takmıyorum. Zengin biri olsaydım ve yanımda erkek çalışanlar olsaydı, onların yanında da takmazdım. Eskiden çok muhafazakârdım. Akademisyen olduktan sonra muhafazakârlığı bıraktım.”

Olabilir, bence hiçbir mahzur yok. Belki bir süre sonra şu an muhafaza ettiği başka şeyleri de bırakacaktır. Mesela bir gün başörtüsünü tamamen çıkaracaktır. Hatta, başı açık olarak bir cemaate imamlık yaparken göreceğizdir onu. Her durumda amenna. Kafa karışıklığı herkesin hakkıdır. Seçim özgürlüğüne tamamen inanmış, seçimini örtüsüzlükten yana koyan biriyim. Örtünmenin dinî bir zorunluluk olmadığına inanan Emine Hanım’ı bu düşüncesi yüzünden eleştirecek de değilim. Ama örtü, dinî bir zorunluluk olarak kabul edilsin ya da edilmesin bir kadının Müslüman olduğunun simgesidir. Bu, başı açıkların Müslüman olmadığını göstermiyor elbette; ama eğer bir kadın kendini “ilerici, feminist Müslüman’ım” diye kodluyorsa, dinde reformun öncüsü olarak konuşuyor, açıkça “cinsiyet cihadı yapıyorum” diyorsa, bu cihad “ilerici olmayan, geleneksel Müslümanlara” karşı açıldığına göre, en azından sözüne kulak verilmesi için onlar gibi görünmek zorunda. Yani o simgeye teknik olarak ihtiyacı var. Ha! Örtü öyle zengin bir simge ki, ara sıra da “şekle takılmayın, öze gelin” babından şov yapma fırsatı veriyor insana.
Kur’an’ın ruhuna aykırı bir şekilde dinin, kadın aleyhine yorumlandığı bir gerçektir ve erkeklerin de hayrına mücadele edilesi bir durumdur. Ancak bu konuda bir liderin peşine takılacaksam, onda önce tutarlılık ve samimiyet ararım. “Aşın bunları aşın” diye kahramanca bir eda ile örtüsünü açtığında “Bravo, işte budur” diye alkışlanırken zevkten dört köşe olup bu alkışları kabul edeceğine iki damla gözyaşı dökseydi ve “Durun, alkışlamayın. Bu hüzün verici bir an. Bana örtümü açtıran şey, sizin dar görüşlülüğünüz. Ben bu siyah-beyaz mantığı yıkmak için açtım başımı” diyebilseydi daha inandırıcı olurdu. Oysa ne yaptı cinsiyet cihadcısı Vedud? Başını açabilme özgürlüğünü yaşayabildiği Türkiye’ye davet edilmekten duyduğu memnuniyeti ifade ederken gözleri nemlendi, dudakları titredi. Foto muhabirleri gözü yaşlı kadın imam fotoğrafını atlamamak için sahnenin önüne doluştu. Ne yazık ki imamın yaşları, gözpınarlarında hapis kalmıştı, dışarı salınamadı.
Madem 14 asır sonra gelen bir kadın imamdır, madem feminist bir liderdir, dininin aşkına kadınlara adalet peşindedir, flaşlar birbiri ardınca patlarken “Seçimleri başlarını kapatmaktan yana olan Türk hemcinslerime üniversitede bilim yapmayı yasaklayan anlayışın beni derin bir şekilde yaraladığını hatırlamanızı isterim. Benim şu anda başımı açmam, sizleri memnun etmek için değil, seçim özgürlüğünün kutsallığını vurgulamak içindi. Başım kapalı olduğu halde bana bu kürsüden seslenme ayrıcalığı tanıdınız. Bu beni bir yandan sevindiriyor, ama bir yandan da eziyor. Cihadını yaptığım cins ayrımcılığının terk edileceği umudunu korumak istiyorum” diye konuşabilseydi, Müslüman oluşunda rolü olduğunu açıkladığı Martin Luther King’in ünlü “Bir rüyam var” başlıklı nutkundan bir alıntı yapabilseydi, önce aslını okuyup ardından baş örtme özgürlüğü kısıtlanan ülkelere özgü bazı değişikliklerle yeniden ifade etseydi, deseydi ki mesela:
“Şu anın getirdiği güçlük ve engellere rağmen bir rüyam var benim. Gün gelecek insanlık ayağa kalkıp kendi inancını gerçek anlamda yaşayacak. Gün gelecek örtülüler ve örtüsüzler kardeşlik sofrasında birlikte oturacaklar. O zaman adaletsizliğin ve baskıların sıcağıyla çölleşmiş her ülke bir özgürlük ve adalet vahasına dönüşecek. Bir rüyam var. Bir gün kadınlar örtüleriyle değil karakterlerine göre değerlendirilecek bir dünyada yaşayacaklar. Örtülülerle örtüsüzler el ele yürüyecekler. Ahenksiz bağırtıları bu inanç sayesinde bir kardeşlik senfonisine dönüştüreceğiz...” Demedi. Canı sağ olsun. Röportaja geçtik. Bu duygularımı ifade ettim. Beni bir kere daha kanattı: “Ne yapsaydım daha fazla? Göbek dansı mı? Gerçi onu da yapmayı seviyorum. Mısır’da öğrenmiştim.”
Bunu söyledikten sonra bu konuları tartışmanın bir yararı olmadığını, çok yorulduğunu, devam etmek istemediğini belirterek elimi sıktı ve arkasını dönüp uzaklaştı. İçim yangın yerine döndü. Örtünün dışında soramadığım sorulara kana kana yanamadım. Onun kişisel yorumlarının ABD hükümetlerinin bütün İslam ülkelerinde görmeyi istediği anlayışla hangi noktalarda ayrıştığı, ABD bütün dünyaya reform servisi yaparken, onun cihad projesinin medeniyetler çatışmasının bir parçası olmaması için ne tedbir aldığı, tarihe ilk kadın imam olarak geçmeden önce, meydan okuyuşunun sembollerini seçmede aceleci davranıp davranmadığı, bir Protestan kilisesinde, kameralar önünde imamet yapmanın bir şov olarak algılanıp samimiyetine gölge düşebileceğini öngörüp göremediği, bir bilim insanı olarak bambaşka bir kişilik kumaşı isteyen imamlığa heves edişini “davet ettiler, kıramadım” diyerek nasıl izah edebildiği, İslam’ın değiştirmeyi, esnetmeyi düşündüğü başka kuralları olup olmadığı, Kur’an’a erkek bakışını reddederken karşısına kadın bakışı koymasının aynı ölçüde tehlikeli bir yaklaşım olabileceğini düşünüp düşünmediği, “Kur’an’daki kadın sesini arıyorum” derken ruhun cinsiyetinin olmadığını soramamışım ne gam!. Hiç değilse bana göbek dansı yapmak zorunda kalmadı. Böylece Vedud’un 400 yıl önce köle olarak ABD’ye getirilen atalarının ruhunu da taciz etmemiş oldum.


Boş salona konuştu

Prof. Dr. Emine Vedud’un önceki gün Yeditepe Üniversitesi’nde verdiği konferans ilgi görmedi. Mütevelli heyet başkanlığını Bedrettin Dalan’ın yaptığı Yeditepe Üniversitesi’ndeki ‘İslam’da kadın ve reform’ konulu konferans öğrencilerin dikkatini çekmedi. 1500 kişilik salonda Amerikalı ‘kadın imamı’ yaklaşık 80 kişi dinledi. Vedud’u dinlemeye gelenlerin çoğu Yeditepe’deki öğretim görevlileri ve medya mensuplarıydı. Konferansta katılımcıların sorularını cevaplayan Vedud, ‘Başınızdaki başörtüsü ile kadının özgürlüğünü nasıl değerlendiriyorsunuz?’ şeklindeki soruya başörtüsünü çıkararak cevap verdi. Vedud “Cennet ile cehennem arasında 45 cm’lik bu bezi mi görüyorsunuz. Aşın bunları artık aşın!” diye tepkide bulundu.

Başörtüsünü çıkarmak benim için bir mesele değil

Babanız Metodist bir papazdı. Müslüman olmaya karar verdiğinizde onunla bir çatışma yaşadınız mı?
Babam ilk ruhani öğretmenim. Ben babamın bir kadın vücudunda oturmuş şekliyim. Babam bana “Anlayabildiğin kadar gerçeği yaşa.” derdi. 14 yaşındayken eğitim nedeniyle ailemden ayrıldım. Babamdan daha fazla eğitim gördüm, dünyanın değişik yerlerindeki çok değişik dinî uygulamaları öğrenme fırsatı buldum. 1972 yılı şükran günü Müslüman oldum. (19 yaşında) Babam iki yıl sonra öldü. Son iki yılını çok hasta geçirdiği için onunla bu konuda derin felsefi tartışmalara giremedim. Babamın benim hakkımda nasıl bir anlayışla öldüğünü bilemiyorum, en azından Allah’a inandığımı biliyordu.
Ailenizde sizin dışınızda Müslümanlığı seçen oldu mu?
Hayır. Hâlâ da aileme çok yakınım.
Eşiniz ve çocuklarınız ne işle meşguller?
Kendi isteğimle iki kez boşandım. Son otuz yılımı iki evliliğimden doğan çocuklarıma hasretmiş durumdayım. Beş çocuğum var. Yetişkin durumda ve mükemmel insanlar. Şanslılar ki İslam’ın onlar için bir seçenek olduğunu biliyorlar ve kendi bilinçleriyle seçtiler zaten.
Biraz evvel sizi dinlerken içim acıdı. Sizin dışınızda hiçbir Türk bilim kadını, örtüsüyle bu kürsüye çıkamazdı. Sizin dinlenebilmeniz de başların açık olması şartına bağlıydı. Öğrenci ve öğretim üyesi olmadıkları halde sizi dinlemeye gelen insanların başörtüleri açtırıldı. Konuşmanızda adalete bu kadar vurgu yaparken, bu adaletsizliğe de dikkat çekmenizi, büyük bir jestle “aşın bunu” diyerek başınızı açtığınızda alkışlanırken “Alkışlarınız beni hüzünlendirdi” demenizi bekledim.
Sizi hayal kırıklığına uğrattığım için üzgünüm. Örtüyü kendi seçimimle taktığımı vurguladığımı zannediyorum. Başörtüsü takmayan insanlarla bazı konularda hemfikir olmayabiliriz; ama başka konularda hemfikir olabiliriz.
Başörtüsünün bir seçim olduğuna ben de inanıyorum. Ama cinsiyet, din ve eşitsizlikler üzerine çalışan ve yaptığı hareketler, yazdığı kitaplarla, “ilerici İslam’ın” sembolü olmuş bir kadından, üniversitelerdeki kapanma yasağına değinmesini beklemese miydim?
İnsanların benden ne beklediğini bilmiyorum. Tutumumu örtüyü hem takarak hem de çıkararak gösterdim. Başka ne yapmamı bekliyorsunuz, göbek mi atayım? Aslında göbek atmak da hoşuma gidiyor, Mısır’da öğrendim bunu.
Başınızı bazen açıp bazen kapamanız psikolojik olarak sizi nasıl etkiliyor, kimlik bunalımı yaşıyor musunuz?
Otuz yıldır uyguladığım şey başörtümü daima takmak, evin içinde bile. Bir erkek misafir geldiği zaman bile takmak. Halk arasına çıktığımda da başörtümü takarım. İnsanlara başörtüsünün kendi seçimim olduğunu anlattığım halde, anlamadıklarını görünce, esnek davranmaya, gerektiğinde çıkarmaya başladım. Kendimi hissettiğim rahatlık derecesine göre başörtümü takıyorum ya da açıyorum. Bu paradoksun getirdiği şizofreniden tamamen uzaklaşıp tam bir uyum seviyesine gelmiş durumdayım.
Bugün kürsüden önce, öğle yemeğinde de başınızı açtınız...
Çünkü rektör dahil olmak üzere Türkiye’de herkes büyük bir obsesyon içinde. Onu aşmak yani bunu takmanın benim için çok büyük bir mesele olmadığını anlatmak için açtım.
Demin ‘Göbek dansı mı yapsaydım?’ dediniz. Göbek dansı yapmanıza gerek yoktu. Şunu diyebilirdiniz: Karşımda seçimleri benim gibi başlarını örtmek olan insanları da görmek isterdim. Tek bir cümle yeterdi, bu adaletsizliğin farkında olduğunuzu gösteren...
Orada örtülü iki kadın vardı.
Öyle mi? Ben görmedim. Kural olarak üniversitenin kapısından içeri öğrencinin annesi bile olsa örtülü giremez. Bu tartışmayla bir yere varamayız. Çok yoruldum. Devam etmeyeceğim...

Benzer Konular

9 Mayıs 2014 / Ziyaretçi Soru-Cevap
12 Nisan 2007 / kompetankedi Edebiyat
2 Aralık 2009 / Misafir Soru-Cevap