Arama

İnsan Hakları Kavramı Gelişimi ve Düşünsel Temelleri

Güncelleme: 13 Mart 2017 Gösterim: 10.577 Cevap: 0
ThinkerBeLL - avatarı
ThinkerBeLL
VIP VIP Üye
13 Ekim 2009       Mesaj #1
ThinkerBeLL - avatarı
VIP VIP Üye

İnsan Hakları Kavramı Gelişimi ve Düşünsel Temelleri

  • Birleşmiş Milletler tarafından ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (Universal Declaration of Human Rights)
    • Madde 1: Her insan özgür; onur ve haklar bakımından eşit doğar. Akıl ve vicdanla donatılmış olup birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranır (Sencer, 1988:48).

  • Avrupa Konseyi tarafından ilan edilen insan haklarını ve temel özgürlükleri koruma sözleşmesi (Convention for the Protection of Human Rights and Fundamental Freedoms)
    • Madde 2: herkesin yaşam hakkı yasayla korunur. Hiç kimse, yasada ölüm cezası öngörülen bir suçu işlemesi durumunda bir mahkeme kararının yerine getirilmesi dışında amaçlı olarak yaşamından yoksun bırakılamaz (Sencer, 1988:398).
İnsan hakları kavramının temelinde elbette insan olgusu bulunmaktadır. Akıl taşıyan, düşünen ve aynı zamanda psikolojik varlık olarak insanın sırf insan olması nedeniyle doğuştan bazı haklarının varolduğu savı insan hakları düşüncesinin başlangıcı olmuştur. Her insanda temelde bir toplumsal ilişkinin sonucu olarak varlık kazanır ve yaşamını sürdürür. Hak kavramı da toplumsal yaşama geçiş ile birlikte ortaya çıkmıştır. Genel olarak hak bir kimsenin isteyebileceği, ileri sürebileceği ve kullanabileceği bir durumu belirtir. İnsanların gereksinimlerini karşılayacağını belirten devlet onların doğuştan gelme bazı hak ve özgürlükleri bulunduğunu ve bunları koruyacağını söylemiştir. Hak ve özgürlüklerinin güvende olduğunu gören insanlarda bazı sınırlamalara bu güvence karşılığında toplumsal yaşam içerisinde rıza göstermişlerdir. Hak ve yetki olguları aslında toplumsal düzeninin temelinde vardır.
Sponsorlu Bağlantılar

İnsan haklarının düşünsel temelleri çok eski dönemlere kadar götürülebilir. Ancak bu hakların bir kavram olarak biçimlenmesi 18.yüzyıldan sonra başlamıştır. Nitekim insanlar ilk olarak uzun yıllar yaşam üzerine düşünmeye başlamışlardır. Yaşamın değeri ve canlıların varoluşu, onu izleyen tüm diğer değer ve ideallerin kaynağıdır. Her insanın fizyolojik olarak değerinin yanında yaşamı geliştirici ve besleyici tüm etkinliklerden yararlanma hakkına sahip olduğu düşüncesi zaman içinde gelişip ifade edilmiştir. İnsanların tam ve tatmin edici yaşamlar sürdürerek mutlu olacakları ve tüm dünyada barış ve huzurun ancak böyle sağlanabileceği gerçeğine ulaşılmıştır. İnsan haklarının ikinci önemli düşünsel boyutu eşitliktir. Eşitlik basit ve yalın ifadesiyle her şeyin herkes için aynı olmasıdır. Eşitlik hiçbir ayrıcalığı kendi yapısı içinde barındıramaz. En küçük bir ayrıcalık ya da ilgisizliğin insan haklarının törpülenmesine neden olacağı unutulmamalıdır. İnsan ve toplumun aynı düzen içerisinde bütünleşmesini sınırlayacak ve sosyal düzenin belli bir grubun lehine olacak şekilde kurumlaşmasını sağlayacak uygulamaların karşısında olunarak toplumsal adaletin yerine getirilmesi eşitlikten anlaşılan olmalıdır. Özgürlük ise bir anlamda insan haklarının özünü oluşturmaktadır. Özgürlük insanın bütün yönleri ve boyutları ile gelişme olanaklarına kavuşabilmesidir. Nitekim uzun yıllar düşünsel boyutlarıyla ortaya konmaya çalışılan bu kavramlar Fransız İhtilali sonrası somutlaşarak bir takım belgeler aracılığıyla yazılı hukuklarda da vücuda gelmişlerdir.

İnsan haklarıyla ilgili ilk düşüncelerin eski Yunan ve Roma da gündeme geldiği ve o dönemin düşünürlerince ele alındığı görülmektedir. Bu dönemde insanı her şeyin temelinde yer alan görüşlerin gelişmesine rağmen, bunların o dönemin toplumlarında gerçekleştiğini söyleyebilmek olanaksızdır. Katı bir devlet anlayışının hakim olduğu o dönemlerde tüm insan ilişkileri ve toplumsal olgular devlet yönetiminin egemenliği altında gelişiyordu. Ortaçağ da ise yeni bir dönem başlamış ve devletin sınırsız hukuk sistemi yavaş yavaş ortadan kalkmıştır. Ortaçağ tam bir özgürlük dönemi olmamakla beraber yinede insanların kişilik kazandığı bir ortamı hazırlamıştır. Ortaçağlarda siyasi yapıyı feodal düzen oluşturmaktadır. Böyle bir düzende halk yöneticilere karşı hizmet ve sadakatle yükümlüyken, yönetenlerde onların can ve mal güvenliğinden sorumluydular. Bu dönemde din olgusu da giderek ön plana çıkmış ve dinsel ilkelerin devlet yönetimlerini etkisi altına aldığı gözlenmiştir. Tek tanrılı dinlerin giderek ön plana çıkması ve dinsel etkilerin devlet yönetimlerinde hissedilmesiyle insanlarında bazı hak ve özgürlüklere sahip olduğu gerçeği yavaş yavaş belirmeye başlamıştır. Dinin getirdiği hükümler sayesinde insanlar sahip oldukları hakları devlete karşı ileri sürebilir duruma gelmişlerdir. Devlet yöneticilerinin, yönettikleri halkla tanrı katında eşit oldukları, yönetici olmanın bir ayrıcalık olmadığı gerçeği dile getirilmeye başlanmıştır. Böylece hükümdarlar, egemenlik haklarını kilise aracılığı ile tanrıdan aldıkları için dinin denetimine razı olmuşlardı.

O dönemde insan haklarıyla ilgili kazanımlarını genel olarak kralın yetkilerinin kısıtlanması dolayısıyla da halkın özgürlüklerinin artması yönünde olduğu bilinmektedir. Bu çağlardaki antlaşmaların en önemli örneğini hiç kuşkusuz 1215 tarihli İngiliz Büyük Şartı (Magna Charta Libertatum) oluşturmaktadır. 63 madde içeren şartta, kişinin can ve mal güvenliğine sahip olduğu belirtilerek, bunlar kralın keyfi müdahalelerine karşı korunmuştur. Şartta ayrıca, kişiye keyfi yakalama ve ceza takibine karşı korunma gibi somut bir takım haklar da tanınmışsa da, bunları uygulamada etkin bir şekilde gerçekleştirebilecek mekanizmalar kurulamamıştır. Buna rağmen, büyük şart, kralın yetkilerini kısıtlayan ve kişi hak ve özgürlüklerin sınırlarını genişleten ilk adım olarak insan hakları alanında ilk ve en önemli belgelerden biri sayılmaktadır.

15. yüzyıldan sonra batı dünyasında olan bilimsel, ekonomik ve siyasal durgunluk, haçlı seferleriyle elde edilen bilimsel ve teknik gelişme ile hareketlenmeye başladı. Bilim adamlarının gözlem ve deneye yönelmesi, olayların akıl yoluyla sorgulanmaya başlaması tüm toplumsal düzene hakim olan dininde sorgulanması beraberinde getirdi. Tüm bu gelişmeler daha sonra birbiri ardına gelişecek düşünsel dönüşüm süreçlerine hareket verecek olan Rönesans'ın doğmasına neden oldu. Rönesans'ta ilk hamleyi bilim başlatmış, aklın değeri yeniden keşfedilmiş, bu özellik de akıl ile duyguyu birleştiren güçlü bir sanat akımı doğurmuştur. Bu gelişme içinde değişen devlet yapıları, Reform hareketinin getirdiği aydınlanma, devlet ve siyaset felsefesine de yansımış, sözü geçen alanda çeşitli düşünceler ileri sürülmüş, modern insan hakları ve özgürlük kavramlarına geçiş sağlanmıştır (Mumcu, 1992:43). Bu düşünsel dönüşüm süreçleri sonrası gerçekleşen Fransız İhtilali ise belki de tüm dünya için atılan önemli bir adım olmuştur. İnsan haklarının ülke sınırları gözetilmeksizin bütün dünyada geçerli olduğu şeklindeki evrensel insan hakları anlayışı, Fransız İhtilali sonucu yerleşmiştir. Bu ülkede yapılan temel hak ve özgürlüklerin geniş bir şekilde yer aldığı anayasal düzenlemeler, Avrupa'nın diğer ülkelerini de çok derinden etkilemiş ve çığ gibi yayılmıştır. İnsan hakları alanında adım adım gerçekleşen bu gelişmeler sonucu ilk kez İngiltere’de, 1689 tarihli temel haklar bildirisi, daha sonra 1776 tarihli Virginia İnsan Hakları Bildirisi ve Amerikan Bağımsızlık Bildirisi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirilerinde, insanların doğal, evrensel ve devredilemez haklarının olduğu dile getirilmiş ve bu hakların devletlerin anayasalarına girme süreci başlamıştır.

Anayasal denetim mekanizmalarıyla güvence altına alınmaya başlanan insan hakları, bu yüzyıldan sonra tam anlamıyla gelişerek bugünki modern insan hakları anlayışına zemin hazırlamıştır. Nitekim 20.yüzyıl insan haklarının ulusal sınırların dışına çıkarak evrenselleştiği bir dönem olmuştur. Bu dönem insan haklarının, devletler için sadece ahlaki bir yükümlülük olmaktan çıkıp, siyasi bir anlam ve içerik kazandığı bir dönem olmuştur. İnsan haklarının uluslararası arenadaki bu sarsıl maz yerini almasında yarım yüzyılda gerçekleşen iki dünya savaşının etkisi de önemli roller oynamışlardır. Yaraları bugün bile sarılamayan bu savaşlar, milyonlarca insanın ölümü ve sakat kalmasıyla, insanın değeri ve onuruna yakışmayan olaylara meydan vermesi sonucu tüm dünyada barışın sağlanması insan hakları ve özgürlüklerine gereken saygının gösterilmesi uğrunda uluslararası bir bilincinde doğmasına neden oldu. İnsan hakları ve özgürlükleri konusunda savaş sonrasındaki çabaları iki kesime ayırmak gereklidir.

Bunların ilki daha global (toptan, bütünsel) olan BM'in başını çektiği çabalardan, diğeri ise Avrupa devletlerinin kendi aralarında gösterdikleri çalışmalardan oluşmaktadır (Mumcu, 1992:98). Bu çabalar sonucu ilk kez Birleşmiş Milletler tarafından 1948 yılında ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirisi'ni, 1950 yılında vrupa Konseyi'nin ilan ettiği İnsan Haklarını ve Temel Özgürlüklerini Koruma Avrupa Sözleşmesi izlemiştir. Bu belgelerde insanlığın yüzyıllardır ulaşmaya çalıştığı tüm insanların özgür, onurlu ve haklar yönünden eşit doğdukları, bu haklardan herkesin ırk, cinsiyet, din, dil, maddi durum ve doğuş biçimi gibi nedenlerle bir ayrıma tabi tutulmaksızın yararlanmaları gerektiği gerçekleri ifade edilmiştir. Kuşkusuz bu iki belge modern insan hakları doktrinin uygulamaya yönelik en temel kaynakları olarak günümüzde hala geçerliliği olan belgelerdir. Bu bildirilerin önemi kavrandıkça temel metinlerde kısa cümleler halinde ifade edilen hükümleri açan ve üye devletlerin iç hukuklarına aktarabilecekleri yeni bildiri, sözleşme gibi metinler imzalanmıştır.

Bu sözleşmelere ve bildirilere imza atan devletler insan haklarıyla ilgili herhangi bir ihlalde bazı yaptırım ve müdahaleleri de kabul etmiş oluyorlardı. Böylece insan hakları geçerliliği uluslararası belgelerle kabul edilen ve tüm dünyanın onayladığı bir zaferle günümüze kadar olan yolculuğunu tamamlamıştır. Bu yeni bildiriler sonucu demokratik toplumlarda kişilere tanınan özgürlükler veya haklar; pozitif statü hakları, negatif statü hakları ve aktif statü hakları olarak üçe ayrılmıştır. Negatif statü hakları, kişinin devlet tarafından dokunulamayacak, kişinin özel alanının (inanç, düşünce özgürlüğü, kişi güvenliği gibi) sınırlarını çizen özgürlüklerdir. Bu haklar devlete negatif bir tutum, karışmama görevi yükler. Bu haklara aynı zamanda klasik haklar, devlet üstü haklar ya da temel haklar da denilmektedir. Pozitif statü hakları ise, vatandaşın devletten olumlu bir davranış hizmet ve yardım isteme haklarıdır (sağlık, eğitim, çalışma, sosyal güvenlik gibi). Bu haklara aynı zamanda sosyal haklar ya da devletçe tanınan haklar da denilmektedir. Aktif statü hakları ise, referandum seçme seçilme yollarıyla bireylerin toplum yönetiminde söz sahibi olma, kararlara katılma yetkisi veren, siyasi haklar da denilen haklardır.

Görüldüğü gibi insan haklarının tarihsel süreç içerisinde adım adım geldiği bugünki noktasından tek bir geri adımı bile felaket olarak nitelenebilir. Eski dönemlerde bir çoğu hayal olarak kabul edilen bir çok özgürlük ve hakkın bugün yasalarla koruma altında olduğunu bilmek sevindiricidir. Fakat yaşadığımız yüzyılda her şeyin yolunda olduğunu söylemekte bir yanılsamadan ibaret olacaktır. Küreselleşme sürecinde sermayenin giderek daha az elde toplanması, mülksüz, işsiz ve geçim araçlarından yoksun bırakılan kitlelerin yoksulluk ve açlığa terk edilmesi, dünya polisliğine soyunan sözde büyük devletlerin istedikleri ülkeleri çeşitli gerekçelerle sömürmeleri endişe ve korku içinde izlenmektedir. Bütün insanlığın daha iyi, güzel ve mutlu bir dünya için bu düzenin devamı için çalışanlara ortak bir tavır ve tepki koyabilmesi aklın, bilginin ve özgür düşüncenin önderliğinde olacaktır.


Derlemedir

Son düzenleyen perlina; 13 Mart 2017 16:28
Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!

Benzer Konular

30 Haziran 2016 / Misafir Psikoloji ve Psikiyatri
7 Temmuz 2012 / kompetankedi Hukuk
18 Eylül 2017 / ThinkerBeLL Hukuk
4 Ekim 2014 / Misafir Soru-Cevap
19 Aralık 2012 / misafir Soru-Cevap