Ziyaretçi
AMR İBN EL-ÂS
Hudeybiye andlaşmasından sonra müslüman olan sahabi. Amr b. el-Âs b. Vâil b. Hişâm b. Saîd b. Selhem b. Amr b. Kusay b. Ka'b b.Lüey.
Adı, Amr, künyesi Ebu Abdullah veya Ebu Muhammed'dir. Babası Âs, annesi Nâbiğa'dır. Amr'ın soyu Ka'b b. Lüey'de Hz. Peygamber (s.a.s.)'le birleşir. Kureyş kabilesinin Sehmoğullarındandır. Sözü dinlenen ve çevresini rahatlıkla etkisi altına alabilen bir kişiliğe sahipti.
Amr, müşriklerin zulmünden uzaklaşmak için Habeşistan'a hicret eden müslümanların tekrar Mekke'ye geri gönderilmesi maksadıyla Necâşi'ye gönderilen elçi heyetine başkanlık etti. Fakat müslümanları geri getiremeyince onlara karşı düşmanca davrandı. Bedir, Uhud, Hendek savaşlarında müşriklerin yanında yer alarak İslâm'a karşı savaştı.
Kureyş müşriklerinden yaşlıların ölümünden sonra müslümanlara olan kin yavaş yavaş siliniyordu. Amr, Hendek savaşından sonra da müşriklerin hareketlerinin sonuçsuz kalacağını, müslümanların galip geleceğini anladı. İçinde İslâm'a karşı bir sevgi uyanmaktaydı. Nihayet müşriklerle ilişkisinin koptuğu, Hudeybiye anlaşmasına katılmayıp, İslâm'a gönül vermeye başladığı görüldü. Amr, Hicretin 8. yılı (629) Medine'ye geldi. Hz. Hâlid b. Velid'le birlikte aynı gün Hz. Peygamber'e bey'at etti.
Mekke'nin fethinden önce Cüzam, Lahm, Kudaa, Âmile, Beliy ve Uzre kabîlelerinin bir araya gelerek Medine'yi kuşatmak amacında oldukları haberi Hz. Peygamber (s.a.s.)'e ulaştı. Resulullah, Ensâr ve Muhâcirlerden oluşan üçyüz kişilik bir kuvvet hazırladı. Bu kuvvetin başına komutan olarak Amr'ı getirdi. Beliy ve Uzre kabilelerine uğramasını, akrabalarının yardımını sağlamasını da emretti. Beliy kabilesi Amr'ın dedesi Vâil'in dayıları olurdu. Amr, Cüzamlıların yurduna vardığında onların hazırlığını ve yaptıkları yığınağı gördü. Peygamberimiz (s.a.s.)'den yardım istedi. İkiyüz kişilik takviye kuvveti gönderildi. Müşrikler, müslümanlar karşısında direnç gösteremediler, her biri bir tarafa dağıldı. Amr da ordusuyla birlikte Medine'ye döndü.
Amr, Mekke'nin fethinden sonra Suva putunu yıkması için Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından görevlendirildi. Bir müddet sonra da Umman'a gitti. Umman hükümdarına Resulullah'ın mektubunu sundu. Hükümdarın ve çevresinin müslüman olması sonucu Umman valiliğine getirildi. Zekât ve sadakaların toplanmasında, dağıtılmasından Umman hükümdarıyla çevresinden yardım gördü. Hz. Peygamber'in vefatına kadar burada kaldı.
Hz. Ebu Bekir (r.a.) zamanında zekât ödemekten kaçınanlarla savaştı. Onlara boyun eğdirdi. Bu olaydan sonra Suriye'de başlatılmış bulunan İslâmî cihat için Şam'a gitmek istediğini Hz. Ebu Bekir'e açıkladı. Hz. Ebu Bekir (r.a.) kendisinin Umman'a bizzat Allah elçisi tarafından görevlendirildiğini bildirdi. Fakat isteğinede engel olmak istemedi. Bizans ordularının Suriye'den kovulduğu, İslâm'ın bölgeye hakim kılındığı Ecnâdin, Şam ve Yermuk savaşlarında görev aldı. Filistin'in fethinde yararlıklar gösterdi. Kudüs'ü fethetti ve şehir bizzat halife Hz. Ömer (r.a.) tarafından yapılan barış antlaşmasıyla müslümanların eline geçti.
Arka arkaya yapılan İslâmî fetihler Amr'ı şevklendirdi. Amr, hareketli ve cevvâl bir insandı. Uzun uzun düşünmek pek işine gelmezdi. Çabuk karar verir, verdiği kararı da hemen uygulamak isterdi. Bu nedenle Mısır'ın İslâm hâkimiyetine alınması ve fethedilmesinin gerektiğini halife Hz. Ömer (r.a.)'a bildirdi. Hz. Ömer, müslümanların savaş yorgunu olduğunu, güçlerinin zayıfladığını belirtti. Fakat her şeye rağmen Amr, halifeyi ikna etmeyi başarıp, Mısır üzerine yürüdü. Hz. Ömer, Zübeyr b. Avvâm komutasında bir ordu hazırlayıp, takviye kuvvet olarak Amr'a gönderdi. Amr komutasındaki ordu Babilyon, Ariş ve Fustat (Kahire)'ı fethederek Mısır'ı müslümanların toprakları arasına kattı. Amr, Halifenin izniyle İskenderiye üzerine yürüdü. Uzun ve yorucu bir muhasaradan sonra Mukavkıs'la yaptığı anlaşma sonucu Kıbtîler'den yardım gördü. Nihayet İskenderiye'nin fethi gerçekleşti. Yolun açıldığını gören Amr, Merka ve Zuveyle üzerine yürüdü. Her iki şehir de haraç ve cizye vermeyi kabullendiler.
Akdeniz sahilinin ve Afrika'nın en önemli kentlerinden biri olan Trablusgarb iki aylık muhasaradan sonra fethedildi; Bu büyük fetihlerin gerçekleşmesi ve Kuzey Afrika'nın İslâmlaştırılması sonucu Amr, Hz. Ömer'in emriyle Mısır valiliğine getirildi. Hz. Ömer'in şehadetinden sonra Bizans'ın İskenderiye valisi İslâm'a karşı ayaklandı. Vali, Bizans'ın tahriklerine aldanıyordu. İskenderiye, Bizans'ın müstemlekesi idi. İmparator, İskenderiye'nin elden çıkmasını bir türlü hazmedemiyordu. Mısır'ın yerli halkı Kıbtîler, anlaşmalarına sadık kaldılar. Hz. Osman tarafından ordu komutanlığına atanan Amr'ın yardımına koştular. Bizans ordularının komutanı Manuel çarpışmalar sırasında öldürüldü. Zafer tekrar müslümanların olmuştu. Amr, Hz. Osman zamanında Mısır valiliğinden azledildi. Bu olay, Hz. Osman'la Amr'ın arasının açılmasına sebep oldu.
Hz. Ömer zamanında Amr b. el-Âs hakkında bazı şikâyetler gelmeye başlayınca, Hz. Ömer, Amr'a ağır bir mektup yazdı. Bu şikâyetler Hz. Osman zamanında da tekrarlandı. Vergi toplama meselesinde Abdullah b. Sa'ad'a müdahale ettiği ve fazla harcamada bulunduğu ileri sürüldü. Bu tür şikâyetler sonucu Amr, görevinden azledildi. Bu olaydan sonra Amr, siyaset sahnesinden çekildi. Hz. Osman'a kırgınlığına rağmen açıkça ona karşı cephe almadı. Bir müddet Filistin'de kaldı. Hz. Osman'ın şehit edildiği günlerde Filistin'de bulunuyordu.
Amr, Hz. Ali ile Muâviye'nin ihtilaflarının su yüzüne çıkması ve Cemel vak'asından sonra yeniden siyasî hayatın içine girdi. Önceleri Hz. Ali'nin Hz. Peygamber ile akrabalığı sebebiyle hilafete onun daha lâyık olduğunu ileri sürerken daha sonra Muâviye'nin yanında yer aldı. Amr'ın Muâviye tarafında yer almasının sebebinin Utbe b. Ebi Süfyan'ın aracılığı ile ona Mısır valiliğinin vaadedilmesi olduğu söylenmektedir. Hz. Ali, Muâviye'nin kendisine bey'at etmesi için elçi gönderdi. Muâviye ve Amr, Hz. Osman'ın katlini gündeme getirdiler. Hz. Ali'yi de katilleri korumakla suçladılar. Muâviye'nin bol maaş ve bahşişine tamah eden askerleri etrafında toplandılar. Şam ordusunun başkomutanlığına Amr getirildi. Şam ordusu savaşı kaybedecek duruma gelince Amr, askerlere Kur'an sahifelerinin mızrakların ucuna takılmasını ve karşı tarafa doğru fırlatılmasını emretti. O bununla Kur'an'ın hakemliğine başvurmanın gerektiğini ileri sürdü. Hz. Ali, bu işin bir aldatmaca olduğunu söyledi. Fakat çevresinde bulunanlara bunu kabul ettiremedi. Hz. Ali taraftarlarının hakemliğine Ebu Musa el-Eş'ari, Şam ordusunun hakemliğine Amr getirildi.
Amr b. el-As ile Muâviye öteden beri Araplar arasında ince fikirli kurnaz, politik meseleleri çözmekte mâhir kimseler olarak tanınırdı. Bu olayda da Amr aynı tavrı takındı. Ebu Mûsa'nın insaflı ve adil tavrından yararlanarak hakem olayından galip çıktı. Amr, ile Ebu Musa el-Eş'ari arasında müzakereler başladı:
Amr: "Sen Osman'ın mazlum ve günahsız olarak katledildiğini bilirsin. "
Ebu Musa: "Şüphesiz."
Amr: "Elbet sen Muâviye'nin ve Muâviye ailesinin Hz. Osman'a taraftar olduğunu da biliyorsun."
Ebu Musa: "Bu da doğrudur."
Amr: "Ayette 'Haklı bir sebep olmaksızın Allah'ın haram kıldığı cana kıymayın. Her kim de haksız yere öldürülürse biz onun velisine bir yetki vermişizdir. ' (el-İsrâ, 17/33) buyruluyor."
"Muâviye Kureyş'tendir. İlk müslümanlardan değildir, fakat buna ne engel var? Kendisinde birçok kâmil sıfatlar mevcuttur. Mazlum halife her zaman onu himaye ederdi. Güzel tedbir ve siyasette yeganedir. Ümmü'l Mü'minin Hz. Habibe'nin kardeşidir. Aynı zamanda vahiy kâtibi olan sahabelerdendir . "
Ebu Musa: "Amr, Allah'tan kork. Bu kadar sayıp döktüğün faziletlerin hepsi Muâviye'de mevcut değildir. Genç olması hasebiyle hilâfete lâyık değildir. Eğer hilâfet yalnız asâlet ve ünvan ile olsaydı, Ali bu işe daha çok hak sahibi olurdu. Hilâfet, takva ve fazilet sahiplerinin hakkıdır. Şeref ve ilimle olduğu takdirde elbette Ali'de bunların hepsi vardır. Osman'ın günahsız şehit olup olmaması bir delil teşkil etmez. Muâviye'nin beni tatmin etmesi yahut bana daha fazla yakınlık göstereceği de bir mesele değildir. Bunların da bir faydası yoktur. Allah için yapılan işlerde rüşvet verilmez. Abdullah b. Ömer'in de ismini ortaya atabilir misin?"
Amr: "Sen İbn Ömer'den razı isen, benim oğlum da var. Sen de onun faziletlerini biliyorsun."
Ebu Musa: "Senin oğlun böyle bir görevi isteyip istememe konusunu daha iyi bilir."
Amr: "Halife öyle bir adam olmalıdır ki, hem kendi işini idare edebilsin, hem de halk onu istesin."
Ebu Musa: "Müslümanlar bu savaştan sonra bu işin çözümünü bize bıraktılar. Allah göstermesin, bir daha böyle kargaşalık çıkmasın."
Nihayet uzun süren müzakerelerden sonra hakemler Hz. Ali ile Muâviye'yi azletmeğe ve başka birini halifeliğe getirmeye karar verdiler. İki taraf Dûmetü'l-Cendel'de toplandıktan sonra Amr, Ebu Musa'nın yaşlı olduğu için önce konuşmasını önerdi. Ebu Musa kalktı ve "Ali'yi de Muâviye'yi de hilâfetten azlettim." dedi. Ardından konuşan Amr ise sözünü büktü: "Ebu Musa Ali'yi azletti ise, ben Muâviye'yi azletmedim ve Muâviye'yi hilâfete nasbettim." Kûfeliler, Ebu Musa'nın rüşvet aldığını sanarak ona saldırmak istediler, ama Şamlılar Ebu Musa'yı kaçırdılar. Amr, Hz. Ali'ye açıkça muhalif oldu. Mısır'da Hz. Ali'nin tayin ettiği vali Muhammed b. Ebu Bekir'i kanlı bir savaştan sonra mağlûb ederek öldürdü ve yeniden Mısır'ı ele geçirdi.
Bu arada Hâriciler*, bütün yaşanan fitnelerin arkasında Muâviye, Amr ve Ali'nin olduğunu iddia ettiler. Üçünün de öldürülmesine karar verdiler. Hz. Ali şehit edildi. Muâviye yaralanarak kurtuldu. Amr da suikast günü rahatsızlanarak mescide gidememiş, onun yerine namazı kıldıran Harice şehit olmuştu. Muâviye, Amr'a şahitler önünde bir yazı imzalatarak, daima itaat etmesi şartıyla Mısır'a vali yaptı. Mısır'da bir müddet valilik yapan Amr, hicretin kırk üç veya başka bir görüşe göre ellibirinci yılında hastalandı ve ölüm döşeğine düştü. Yaptıklarına çok pişmanlık duydu. Abdullah İbn Abbas onu ziyaret ettiğinde hâlini sormuş ve o da "Ne sorarsın ibn Abbas, dünyayı az âbâd edip, dini çok harâp ettik" demiştir. İbn Şemmase de ölüm döşeğinde onu ziyaret edip ona Cennet'le müjdelendiğini hatırlattığında şöyle demiştir: "En büyük devlet ve tesellim Lâ ilâhe illallah Muhammedu'r Resulullah'tır. Ben İslâm'dan önce büyük hatalar ve günahlar işledim. Eğer müslüman olup Resul-u Ekrem'in affına mazhar olmasaydım mutlak Cehennemlik olacaktım. Allah'a binlerce hamdolsun, müslüman olma şerefine kavuştum. Resul-u Ekrem (s.a.s.)'e bey'atla dünya ve ahiretimi kazandım, Resul-u Ekrem bana 'Benden ne istiyorsun?' diye sorduğu zaman, 'Geçmiş hatalarımın affını rica ediyorum' dedim. "İslâm geçmiş günahlarından sorumlu tutmaz" buyurmuşlardı. Yalnız içimde bir ukde vardır ki, o da Resul-u Ekrem bana fazla muhabbet göstermediydi." Amr, Hz. Ali'ye karşı yaptıklarına pişman olarak öldü (43/663). Mukattam mezarlığına gömüldü. Abdullah ve Muhammed adlarında iki oğlu vardı.
Amr ibn el-Âs hareketli bir karakterdeydi. Askerdi ve ömrü savaş alanlarında geçti. İlimle ilgisi yoktu, daha çok siyasî olayların içinde yoğrulmuştu. Amr, Resulullah'tan otuz dokuz hadis rivayet etti. Bunlardan üçü müttefekun aleyhtir. Bazı meselelerde garip kıyaslarda bulundu. Meselâ gusûl abdesti almadan teyemmüm ederek namaz kılınmasına dair Zatu's-Selâsil seriyyesinde bir fetva vermiş, bunu Resulullah'a anlattığında Resulullah bu ictihadı işitince gülmüştü. Orta boylu, şişman, siyah sakallıydı. Doksanüç yıl yaşadı.
BERÂ' İBN ÂZİB
Ensar'dan olan bir sahabi. Babası Âzib olup Hâriseoğulları'ndandır. Künyesi Ebu Ammare'dir. Nesebi, Berâ' b. Âzib b. Adiy b. Ceşm b. Mecdia b. Hârise b. Haris b. Hazrec b. Amr b. Mâlik b. Evs'tir.
Hicret'ten önce müslüman oldu. Uhud savaşından itibaren bütün gazalarda bulundu. Sıffin'de Hz. Ali tarafında yer aldı. Resulullah'ın ashabından Medîne'ye ilk gelenler Mus'ab b. Ümeyr ile İbni Ummi Mektum'du. Bu zatlar Berâ'nın da bulunduğu Medineliler'e Kur'an okuyorlardı. Resulullah'ın bir gazvesine katıldı. Veda haccından önce Berâ, Hz. Hâlid b. Velid ile birlikte Yemen'e gitti. Daha sonra oraya gönderilen Hz. Ali ile geri döndü. Hz. Ali'nin hilafeti sırasında Kûfe'de bulunuyordu. Hicret'in yetmişüçüncü yılında orada vefat etti. Muhammed b. Mâlik, onun parmağında altın yüzük taşıdığını naklederek onunla olan konuşmasını anlatır:
"Herkes itiraz ederek niçin altın yüzük taktığını sorduklarında Berâ' cevaben Bir gün Resuûlullah ganimet dağıtırken elindeki altın yüzüğü bana verip, "Âl bunu, Cenâb-ı Hak ile Resulu'nüun sana taktığı bu yüzüğü parmağında taşı" buyurdular. Şimdi siz ne diye bana Rasûlullah'ın parmağıma taktığı bu yüzüğü çıkar diyorsunuz?" dedi.
Berâ, Hz. Peygamber'den üç yüzden fazla hadîs rivayet etmiştir. Bunlardan yirmiikisi Buhârî ile Müslim tarafından rivayet edilip muttefekun aleyhtir. Berâ'nın rivayetlerinden bazıları.
-Resulullah Medine'de on altı on yedi ay Beytü'l Makdis'e doğru namaz kıldı. Sonra bir ikindi namazında Kâbe'ye döndü.
- Yatarken abdest alıp sağ tarafa yat ve de ki: "İlâhî, kendimi sana teslim ettim. İşimi sana bıraktım. Arkamı sana dayadım. Çünki ümidim de sendedir, korkum da. Senden sığınacak yer varsa o da sensin. Senden kurtulacak yer varsa yine sensin. İlahi, indirdiğin kitabına, gönderdiğin peygamberine iman ettim. " Şayet o gece ölürsen fıtrat üzere ölürsün. "
-" Şu yedi şeyi yap: Cenazeyi mezara kadar izle, hastayı ziyaret et, davete icabet et, mazluma yardım et, yemini kabul et, selâmı karşıla, aksırana dua et. "
CÂBİR İBN ABDULLAH (602 ?- 696)
Sahabi. Cabir b. Abdullah b. Amr, b. Haram, b. Ka'b, b. Ganem, b. Seleme. Künyesi Ebû Abdullah olan Câbir Hazrec kabilesindendir.
Câbir'in babası, ikinci Akabe bey'aitinde müslüman olmuş ve Haramoğulları nakipliğine tayin edilmişti. Kâfirler Uhud gazasında onu, burnunu ve kulaklarını keserek işkence ettikten sonra şehit ettiler. Dokuz kızı vardı, bunlara Câbir baktı. Hz. Câbir babasının şehadetini şöyle anlatır: "Babam Uhud'da şehit oldu. Kız kardeşlerim bana bir deve vererek git babamızın cenazesini bu deveye yükle getir ve onu Selemeoğulları kabristanına göm dediler. Deveyi alarak gittim. Yanımda birkaç adam da vardı. Rasûl-i Ekrem babamı cihat meydanından taşıyarak aile kabristanına götürmek istediğimi haber aldılar. O, Uhud'da oturuyordu. Beni huzurlarına çağırarak dedi ki: Nefsimi elinde tutan Cenâb-ı Allah'a yemin ederim ki; Abdullah arkadaşları ile birlikte gömülecektir. Rasûl-i Ekrem'in bu sözü üzerine ben de babamı taşımaktan vazgeçtim ve onu Uhud şehitleri ile birlikte gömdüm." (Buhârî, II, 584). Rasûlullah Câbir'e, "Sana bir müjde vereyim mi? Allah babanı diriltti. Ve kendisine perdesiz doğrudan doğruya hitap etti. Halbuki şimdiye kadar hiçbir kimseye böyle hicabsız söylediği olmamıştır" buyurdu.
Babası şehit olunca ardında bıraktığı borçlarını Câbir ödeyemedi ve Rasûlullah'a giderek, "Ya Rasûlallah! Babam Uhud günü şehit olduğunda bana borç bıraktı. Alacaklılar beni sıkıştırıyorlar. Bana Yardım ediniz de borcumun bir miktarını gelecek yıla ertelesinler." dedi. Rasûlullah "Hay hay, öğleye doğru size gelir, alacaklıları görürüm" dedi. Rasûlullah Câbir'in evine gitti. O istirahat ederken Câbir onun için bir koyun kestirdi. Rasûlullah uyanınca Câbir'e "Bana Ebû Bekir'i çağır" dedi. Rasûlullah ve yanındaki ashabı yemek yediler. Yemekten sonra Rasûlullah gitmek üzere ayağa kalkınca Câbir'in zevcesi ona "Ya Rasûlallah, bana ve kocama dua et" diye yalvardı. Rasûlullah da
"Cenâb-ı Hak seni ve kocanı mağfiretine nail etsin" buyurdu. Rasûlullah daha sonra alacaklıları çağırmış ve onlardan Câbir'e mühlet vermelerini istemiş, onlar mühlet vermeyince Rasûlullah Câbir'e hurmalarını ölçüp onlara vermesini buyurmuştur. Câbir, hurmalarıyla babasının borçlarını ödedikten sonra kendisine de bir miktar hurma kalmıştır. Bunu Rasûlullah'a aktarırken karısına dönüp "Ben sana Rasûlullah'ı rahatsız etmemeni tenbih etmemiş miydim?" deyince karısı "Rasûl-i Ekrem benim evime gelir de, ben ondan bana ve kocama dua etmesini nasıl istemem?" demiştir. Câbir, "Biz, Rasûl-i Ekrem'in himmet ve imdadı ile borçtan kurtulduk" demiştir. Rivayete göre Câbir, Bedir ve Uhud savaşlarından başka bütün Cihat hareketlerine katılmıştır. Câbir, Enmar gazasında Rasûlullah'ın hayvanının üzerinde namaz kıldığını rivayet etmektedir. Hendek savaşında da Rasûlullah ile ashabının tam üç gün aç kaldıklarını, hendek kazan bazı sahabîlerin rastladıkları kayayı yerinden oynatamadıklarını nakleden Cabir şöyle der: "Rasûl-i Ekrem'e bir kaya parçasına tesadüf ettiklerini söylemişler. Hz. Peygamber de onlara "Siz bu kaya parçasının üzerine biraz su serpiniz" buyurdu. Su serpildi, sonra Rasûl-i Ekrem kazmayı eline alarak besmele çektikten sonra kazma ile kayaya üç defa vurunca kaya tuzla buz oldu. Bu sırada dikkat ettim, Rasûl-i Ekrem karnına (açlıktan) bir taş bağlamıştı."
Hz. Câbir, Sıffin vakasında Hz. Ali tarafında yer aldı. Ancak, Hz. Ali'nin şehit edilmesinden sonra Muaviye'ye bey'at etti. Ömrünün sonlarında gözleri görmez oldu. Medine'de doksanüç yaşında öldü.
Câbir, Rasûlullah'tan bin beş yüzden fazla hadis rivayet etmiştir. Etli sekizi Buhârî ve Müslim'de mevcut olup müttefekun aleyhtir. Ashab arasında Câbir İbn Abdullah isminde iki kişi daha vardır: Biri Câbir İbn Abdillah İbn Rebâh; diğeri Câbir İbn Abdillah er-Râbisî'dir. (Tezkiretü'l-Huffaz, I, 37)
Hz. Câbir'in Rasûlullah'tan önemli rivayetleri vardır. Bunlardan bazıları şöyledir: İstihâre* hadîsi: "Rasûlullah Kur'an'dan bir sure öğretir gibi (büyük küçük) işlerimizin hepsinde bize istihâre (duasını) öğreterek şöyle buyurdu. "Sizin biriniz bir işe kalben azmettiğinde o kimse farz değil (istihare niyetiyle nafile olarak) iki rekat namaz kılsın. (Namazdan) sonra şöyle dua etsin: -Ya Rab hakkımda hayırlısını bildiğin için senin dergâh-ı inâyetinden bana hayırlısını bildirmeni dilerim. Ve hayırlı olana gücün yetiştiğinden lutfundan bana güç vermeni dilerim. Ya Rab, hayırlı olanın bana gösterilmesini ve takdirini senin o büyük fazl ve kereminden dilerim. Allah'ım senin her Şeye gücün yeter, halbuki benim yetmez. Sen her Şeyi bilirsin, halbuki ben bilmem. Muhakkak sen Şuurumuzdan uzak olan her şeyi de pek yakından bilirsin. Ya Rab, bilirsin ki bildiğinde hiç şüphe yoktur Şu azmettiğim iş dinim, dünya ve âhiretim için hayırlı ise, benim için onu kolaylaştır. Sonra işlemeye kudret bahşettiğin ve bana nasip kıldığın bu işi, mübarek eyle. Yine şu azmettiğim iş dinim, dünya ve âhiretim için şer ise, bu işi benden beni de bu işten uzaklaştır. Ve hayır nerede ise o hayrı bana takdir eyle. Sonra nefsimi bu takdir buyurduğun hayır kabul etmeye razı kıl. "
Hz. Câbir "istihare eden müminin duada bu iş diye geçen yerlerde hacetini adıyla anmasını" söylemiştir.
Hz. Câbir'in rivayet ettiği diğer hadislerden bazıları şunlardır: "Sizin biriniz farz namazı mescidinde kıldığında (dönüp evine gelerek sünnet, müstehap, kaza namazlarını evinde kılmak suretiyle) evini de namazın feyz ve bereketinden nasibdar kılsın. Cenâb-ı Hak onun namazından evinde bereket yaratır. "
"Bir kere yanımızdan bir cenaze geçmişti de Rasûlullah (s.a.s.) cenaze geçtiği için kıyam etmişti. Biz de ayağa kalktık. Ve, Ya Rasûlallah, bu bir Yahudi cenazesidir dedik. Rasûlullah, Bir cenaze gördüğünüzde (müslim olsun, kâfir olsun) kıyam ediniz. Çünkü ölüm, korkunç bir şeydir buyurdu.
"Ey Câbir dikkat et. Sana Kur'an'da nazil olan en büyük sureyi bildiriyorum. Bu, Fâtiha-i Şerîfe'dir. Zira onda her derde karşı bir şifa vardır. "
"Rasûlullah (s.a.s) zamanında biz, at eti yerdik."
"Ezan ile beraber ticaret haram olur. Hutbe (cuma hutbesi) esnasında da söz söylemek haramdır. Söz söylemek hutbeden sonra helâl olur. Ticaret de namazdan sonra helâl olur."
"Rasûlullah'ın mescidinde bir hurma kütüğü vardı. Hz. Peygamber, hutbe esnasında ona dayanırdı. Kendisi için minber yapıldığında bu kütükten gebe develerin iniltisine benzer sesler çıktığını işittik. Hz. Peygamber minberden inip de elini üzerine koyunca sustu." O sırada kütük susturulan çocuk gibi hafif hafif inliyordu. Susturduktan sonra "O, yanında edildiğini işittiği zikrullah için ağladıydı" buyurdular."
Bir defa biz Rasûl-i Ekrem (s.a.s) ile birlikte Cuma namazı kılarken Şam tarafından yiyecek yüklü bir kervan geldi. Cemaat birer birer kâfileye doğru yönelip oniki kişi kalıncaya kadar hep dağıldılar. O zaman şu ayet nazil oldu: "Onlar bir ticaret yahut bir eğlence buldular mı hemen oraya koşup dağılıyor ve seni ayakta hutbe irad ederken bırakıp savuşuyorlar. Onlara de ki, namaz ve niyazları mukabili olarak Allah katında saklı duran sevap, eğlenceden de ticaretten de daha hayırlıdır. Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır. "
"Benden evvel hiç bir kimseye verilmedik beş şey bana verilmiştir: Bir aylık yola kadar (düşmanlarımın kalbine) korku salmak ile zafere erdim. Yeryüzü bana mescid kılındı. Onun için ümmetimden namaz vakti gelip çatmış her kim olursa olsun namazını kılıversin. Ganimet bana helâl edildi. Halbuki benden evvel kimseye helâl edilmemiştir. Bana şefaat verildi. Bir de her peygamber özellikle kendi kavmine gönderilirken ben bütün insanlara gönderildim. "
"Rasûl-i Ekrem (s.a.s) efendimiz öğleni (zevâlden sonra) gündüzün sıcağında; ikindiyi henüz güneş (beyaz ve) tertemiz iken; akşamı güneş battığında; yatsıyı da gâh erken gâh geç kıldırırdı. Cemaati toplanmış bulduğunda acele eder, gecikmiş bulduğunda tehir ederdi. Sabah namazını ise onlar, yahut Rasûlullah karanlıkta kılarlardı."
"Hz. Peygamber (s.a.s) sarımsağı kastederek Her kim bu yeşillikten yerse mescidlerimize, yanımıza gelmesin buyurdu."
Hz. Câbir Medine'de ölen son sahabidir. Hadis, tefsir ve fıkıh'da önemli bir yeri vardır. Müttaki veya facir, herkesin Cehennem'e gireceğini, fakat ateşin müttakileri yakmayacağını, Allah'ın onları ateşten kurtaracağını bildirerek, Meryem suresinin on yedinci ayetinin tefsirine açıklık getirmiştir. Yine o şu hadîsi bildirmiştir: "İnsanlar Allah'ın dinine fevc fevc girdiler, ondan fevc fevc çıkacaklar. "
EBÂN B. SAİD B. el-AS
İsmi; Ebân, Nesebi; Ebân b. Said b. el-Âs b. Ümeyye b. Abdişems b. Abdimenâf b. Kusay b. Kilâb b. Mürre b. Ka'b b. Lüeyy el-Kuraşî.
İslâm'dan önce Ebân'ın ailesi iki zümreye ayrılmış ve bu iki zümre arasında ihtilâf çıkmıştı. Ailesi İslâm'a karşı aşırı muhalif olanlardandı. Kardeşleri Halid ile Amr İslâm ile müşerref olmuşlardı. Ebân ise bunların müslüman olmalarından dolayı çok hiddetlendi (Üsdü'l-Ğâbe, I, 35). "Keşke Zaribe'de ölmüş olsa idim de, Amr ile Halid'in dine iftira ettiklerini görmeseydim" meâlinde bir şiir de söylemiş ve bu konudaki üzüntü ve kızgınlığını dile getirmişti.
Ebân, Bedir gazvesinde müslümanlara karşı savaşan müşriklerle beraberdi. Kardeşleri Ubeyde ve Âs müslümanlarla savaşırken muhârebede ölmüşlerdi; fakat Ebân ölmemişti (el-İsâbe, I, 10).
Hudeybiye sulhu sırasında Rasûlullah (s.a.s.), Hz. Osman'ı Kureyş ileri gelenleriyle görüşmek üzere Mekke'ye elçi olarak göndermişti. Hz. Osman, müzâkere için Mekke'ye gittiği zaman Ebân'ın misâfiri oldu. Ebân Osman'ın muhâfazasını üzerine aldı. Gerçekten o, Hz. Osman'ı çok severdi (el-İstilâb, I, s.35).
Ebân, müslüman olmadan önce Rasûlullah (s.a.s.)'a muhâlif olanların başındaydı. Bununla beraber bu yeni din ve Rasûlullah (s.a.s.)'ın peygamberliği hakkında da araştırma yapıyordu. Ebân, Kureyş'in ileri gelen tüccarlarından biri idi. Sık sık o sıralar ticaret ve ilim merkezi olan Şam'a giderdi. Yine bir seferinde Ebân, Şam'da bir rahiple karşılaştı. Onun Kureyş'ten olduğunu anlayan rahip, bu kabileden Cenâb-ı Hak tarafından görevlendirilen şahsın çıkacağını ve Allah yolunda İsa ve Musa'nın yolunu takip edeceğini ona bildirdi. Bunun üzerine Ebân, bu zâtın isminin ne olacağını sordu. Rahip; "Muhammed" dedi. Ayrıca eski eserlerde ve semâvi kitaplarda gönderilecek olan peygamberin bazı özelliklerini okuduğunu ona anlattı.
Ebân bu sözleri dinledikten sonra rahibe; "Saydığın bu hususların hepsi o zatta mevcuttur" dedi. Rahip bu zâtın bütün Arap ülkelerinde iktidarı elde ettikten sonra iktidarının bütün dünyayı saracağını söyledi. Şunu da ilâve etti: "Sen memleketine geri döndüğün zaman bana İslâm hakkında malumat ver. Ona git, benden selam söyle ve hürmetlerimi bildir".
Ebân, Mekke'ye geri döndüğü zaman artık değişmişti. İslâm'a, müslümanlara karşı eski hali kalmamış, muhâlefeti tamamen kalkmıştı (Üsdü'l-Ğâbe, 1, 36).
Bir müddet böyle devam ettiği halde, Ebân hâlâ Atalar dininin hürmetini, rakiplerinin tavrını düşünerek konuştuğu rahibin söylediklerini de bir tarafa bırakmıştı. Fakat bütün bunlara rağmen Ebân, Hakk'ın câzibesine daha fazla dayanamayarak Hayber'den önce İslâmiyet'le müşerref oldu (el-İstiâb, 1, 35). Müslüman olduktan kısa bir müddet sonra da hicret etti.
Rasûlullah (s.a.s.) Ebân'ı müslüman olduktan sonra bir seriyye'nin emirliğine getirerek, Necid tarafına gönderdi. Hz. Ebân bu seriyyeden zaferle döndü, fakat Hayber fethine katılamadı. Hz. Ebû Hureyre bu sırada Habeş muhâcirleriyle Medine'ye varmıştı. Hz. Ebân ve Hz. Ebû Hureyre Hayber ganimetlerinden istifade edememişti. Bunun üzerine her ikisi de bu ganimetlerden faydalanmak için Rasûlullah (s.a.s.)'e maruzatta bulundular. Fakat o sırada orada bulunanlardan bazıları bunların Hayber gazasında bulunmadığını söylediler. Ebân üzüldü. Fakat Rasûl-i Ekrem her ikisine de iltifatta bulundu (Buhârî Kitâbü'l-Meğazî, Cazvetu Hayber). Ebân Necid seriyyesinde muvaffak olduğundan dolayı başka seriyyelerin de emirliğine tâyin edildi.
Hz. Eban, bundan sonra Rasûlullah (s.a.s.)'ın emriyle deniz ve kara işlerinin idaresine ve vergilerinin tahsiline tâyin edildi. Rasûlullah (s.a.s.)'ın vefâtına kadar da bu görevde kaldı. Vefâtıyla birlikte de geri döndü (el-İstiâb, 1, 36).
Rasûlullah (s.a.s.)'ın vefâtından sonra Hz. Ebû Bekir'e genel bir bey'at yapılmıştı. Fakat sayıları sınırlı bazı kimseler bey'at etmedi. Bunların arasında Ebân da vardı. Fakat bütün Hâşimoğulları bey'at edince artık onun bey'at etmesine mazeret kalmamış, o da bey'at etmişti. Hz. Ebû Bekir, hilâfette iken Rasûlullah'ın tâyin ettiği emir ve görevlileri azletmedi. Hz. Ebân'ın da vazifesinin başına dönmesini rica etti. Fakat Hz. Ebân kabul etmeyip şöyle dedi: "Rasûlullah (s.a.s.)'den sonra başka herhangi bir kimsenin teklifini kabul etmem." Bunun yanında ise bazı rivâyetlerde Hz. Ebû Bekir'in ısrarı üzerine Yemen valiliğini kabul ettiği rivâyet edilmektedir (Üsdü'l-Ğabe, I, 37).
Hz. Ebân'ın vefâtı ihtilâflı olmasına rağmen kuvvetli bir rivâyette Hz. Ebû Bekir'in hilâfeti zamanında Ecnâdin muhâberesinde şehid olduğu söylenmektedir.
EBÛ ZERR el GIFÂRÎ (ö.31/651 52)
İlk müslümanlardan, sahâbî Ebû Zerr, Benû Gıfâr kabilesine mensub olup doğum tarihi bilinmemektedir. H. 31 (M. 651/652) yılında Mekke ile Medine arasında bir yer olan er-Rebeze'de vefât etmiştir.
Ebû Zerr (r.a)'in ismi ve babasının adı hakkında kaynaklarda çeşitli isimler zikredilmektedir. Bazı eserlerde isminin Cündüb b. Cenâde b. Seken, bazı eserlerde Seken b. Cenâde b. Kavs b. Bevaz b. Ömer olarak zikredilmektedir. Bazı eserlerde ise Cündüb b. Cenâde b. Kays b. Beyaz b. Amr olarak zikredilmektedir. Bu sonuncusunun daha doğru olması muhtemeldir. Zira annesinin künyesi Ümmü Cündüb'dür (İbnü'l-Esir, Üsdül-Gâbe, Vl, 99-101).
Hz. Cündüb b. Cenâde'nin künyesi Ebu Zerr'dir. İslâm tarihinde isminden ziyade bu künyesi ile meşhur olup bununla anılmaktadır. Lâkabı ise Mesîhu'l-İslâm'dır. Bu lâkabı ona Hz. Muhammed (s.a.s) bizzat vermiştir. Ebû Zerr el-Gifârî'nin kabilesi ve ailesi genellikle câhiliye devrinde yol kesmek, kervanları soymak ve eşkıyalık yapmakla tanınırdı. Ebû Zerr, cesareti ve atılganlığı ile o kadar büyük bir şöhret yapmıştı ki, ismini duyan, olduğu yerde korkudan titrerdi.
Genç yaştaki Ebû Zerr hazretleri bir gün, birdenbire değişerek mesleğini bırakıp haniflerden oldu. İslâm'ın henüz zuhur etmediği bir zamanda Allah yolunu tuttu. Öyle ki, etrafındakilere, "Allah'tan başkasına ibadet edilmez. Putlara tapmayınız, onlardan hiçbir şey istemeyiniz!" demeye başladı. Böylece hak yolunu bulmuş ve lebbeyk demişti. Bu husustaki ifadesine göre, müslüman olmadan üç yıl evveline kadar kendine mahsus bir şekilde Allah'a ibadet ettiğini ifade etmiştir.
Ebû Zerr (r.a.), İslâm daha duyulmadan hakkın dâvetine cevap veren ve ruhen iman eden büyük sahâbîlerden biridir.
Ebû Zerr hazretlerinin İslâm ile müşerref olması başlı başına bir olaydır. Şöyle ki: .
-Bir gün, Gıfâroğulları kabilesine mensub bir kişi, Mekke'den kendi kabilesine döndüğünde doğru Ebû Zerr'e gitti ve Mekke'de bir zatın zuhur edip kendisinin peygamber olduğunu iddia ederek insanları yeni bir dine dâvet ettiğini ve Cenâb-ı Hakkın vahdâniyeti hakkında halka talimatta bulunduğunu haber verdi. Ve bu işi tahkik etmesini ilâve etti. Kabiledaşının vermiş olduğu bilgileri dikkatle dinleyen Hz. Ebû Zerr, karşısındakinin sözleri bittikten sonra:
"Cenâb-ı Hakka yemin ederim ki, bu zat, iyilikleri öğrenmeleri ve kötülüklerden sakınmaları için halka nasihatler yapmaktadır" dedi.
Bu konuşmadan kısa bir süre sonra Ebû Zerr Mekke'ye gitti. Bu sırada Hz. Muhammed'in Mekke'deki durumu çok kritik olduğundan, ashabı onu büyük bir titizlikle koruyor ve bulunduğu yeri hiç kimseye açıklamıyorlardı. Ebû Zerr Hz. Peygamber'i kime sorduysa bir cevap alamadı. Çaresiz Kâbe'ye gitti. Zemzem suyundan içerek biraz rahatladı. Tekrar Hz. Peygamber'i aramaya çıktı. Yine kimseden bir cevap alamadı. Bu arada tesadüfen karşısına çıkan Hz. Ali'ye sordu ise de yine bir cevap alamadı. Birkaç gün böyle geçti.
Nihâyet kendisinin Rasûlullah'ın nübüvvetini ve onu aradığı hususu Rasûlullah'a bildirilince önce şekli şemâili ve durumu tetkik edildi. Sonra zararsız bir kimse olduğu anlaşılınca Hz. Ali vasıtasıyla Hz. Peygamber'e götürüldü. Rasûlullah ile yaptığı kısa bir konuşma ve görüşmeden sonra kelime-i şehâdet getirerek İslâm'a girdi. Artık bu günden itibaren bütün kuvvet ve kudretiyle bütün aşk ve şevkiyle, bütün cesaret ve şecâatiyle İslâm'ı yaymaya ve öğretmeye başladı. Ebû Zerr (r.a.) kardeşi Uneys (veya Enis'in) de İslâm'a girmesini sağladı. Kabilesinde de İslâm'a dâvet faâliyetlerine girişti ve birçoğu onun eliyle müslüman oldu. Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden sonra meydana gelen Bedir, Uhud, Hendek ve diğer gazvelere katıldı. Tebük gazvesinde İslâm ordusu hazırlandığı zaman Ebû Zerr gecikmiş; devesinin bitkinliğine rağmen Rasûlullah'ın ardından yürüyerek Tebük seferine katılmıştı. Mekke fethi sırasında kendi kabilesinin sancaktarlığını yapmıştır. Ebû Zerr (r.a.) tabiaten fakir, zâhid ve inzivâyı seven bir sahâbî idi. Dünyaya hiç değer vermezdi. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.s.) kendisine Mesîhu'l-İslâm lâkabını takmıştı. Nitekim Ebû Zerr (r.a.), Rasûlullah'ın irtihâlinden sonra bu lâkaba uygun olarak dünya ile alâkasını tamamen keserek inzivâya çekildi. Medine'nin bağı bahçesi onun için bir harabeden başka birşey değildi. Hele Hz. Ebû Bekir (r.a.) de vefât edince Ebû Zerr (r.a.) tamamen içine kapandı. Yüreğindeki acılara tahammül edemez hale geldi. Medine'den ayrılıp Şam'a yerleşti.
Hz. Osman (r.a.) devrinde fetih hareketleri oldukça genişlemiş ve bu yüzden fethedilen bölgelerin gelenekleri de İslâm'a etki etmeye başlamıştı. Bunun neticesi olarak emirler, sâdelikten ayrılarak dünyevî bir yaşantının içerisine girmişlerdi. Saraylar, köşkler, konaklar yapılmaya. Hizmetçiler tutularak işler onlara gördürülmeye başlanmıştı. Rasûlullah'ın, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer devrinin sâdeliği unutulmuştu. Bu sâdeliği unutmayanlardan birisi de Ebû Zerr (r.a.) idi. O, sâde yaşayışını sürdürmekte ısrâr ediyordu. Mal ve servet biriktirme hırsı yoktu. Debdebeli bir hayat tarzını seçenlere gereken ikazları yapıyor; bu durumun onlara kötülükten başka birşey vermeyeceğini, bir gün bunların hesabının sorulacağını söylüyordu. Ve sık sık delil olarak: "Altın ve gümüş depo edip Allah yolunda sarfetmeyenlere elim azabı müjdele..." meâlindeki âyeti okuyordu. Hz. Muâviye ve emirlerinin yaşantılarını sürekli eleştiriyordu. Bu yüzden Şam'da fesat çıkardığı iddiasıyla Ebû Zerr (r.a.), Hz. Osman (r.a.)'a şikâyet edildi. Hz. Osman, Ebû Zerr'i Medine'ye çağırdı. Hz. Ebû Zerr Medine'ye geldikten sonra Hz. Osman'a, "Benim dünya malına ve dünya metama ihtiyacım yoktur!" diye haber gönderdi. Hz. Ebû Zerr'in Medine'ye gelişi halk üzerinde büyük bir tesir ve hayret icra etti. Fakat Ebû Zerr, Medine'de fazla kalmayarak Mekke civarında bulunan Rebeze mevkiine giderek oraya yerleşti. Onun bu hareketini Hz. Osman da tasvib etti. Hz. Osman ona birkaç koyun ve bir deve verip bunlarla geçimini sağlamasını söyledi.
Medine'de âsiler Hz. Osman aleyhine faâliyetlerde bulundukları zaman Ebû Zerr'i bu işe karıştırmak istedilerse de bir kenara çekilip âsilere bu fırsatı vermedi. Ebû Zerr, Rebeze'de çok sıkıntılı günler geçirdi. Evi harab olmuş, sırtında elbise kalmamıştı. Ailesi elbiseden bahsettikçe, o "bana elbise değil, kefen lâzım" diyordu. Nihâyet hastalandı. Öleceğini anlayan eşi, kefeni dahi olmadığını söyleyerek ne yapacağını ve kendisini nasıl defnedeceğini hem düşünüyor ve hem de Ebû Zerr'e düşüncesini açıklıyordu. O ise yattığı hasta yatağından biraz doğrularak eşine, üzülmemesini, Mekke tarafından bir kâfile gelmedikçe ölmeyeceğini, zira bu kâfile ile gelen bir gencin kendisine kefen getireceğini anlatıp arada sırada hanımına "Bak bakalım, ufukta toz bulutu görüyor musun" diyordu.
Nihâyet H. 31 (M. 651-652) yılında bir gün ufukta bir kervan gözüktü. Kervan konakladıktan kısa bir süre sonra Hz. Ebû Zerr dâr-ı bekâ'ya göçtü. Ensâr'dan bir genç gelip onu kefenledi ve cenaze namazını kıldırarak Rebeze'ye defnetti (Hayreddin Zirikli, el-A'lâm, II, 140).
Uzun boylu, esmer, geniş omuzlu ve saçları beyazlaşmış haliyle Hz. Ebû Zerr bir âbide gibi idi. Vefâtında geriye harab bir ev ile üç koyun ve birkaç keçiden başka birşey bırakmadı.
Ebû Zerr (r.a.), ashâb tarafından "ilim deryası" sıfatıyla vasıflandırılmıştı. Çünkü bilgi edinmek için Hz. Peygamber'e sık sık sorular sorardı. İman, ihsan, emir, nehy, iyilik ve kötülük hakkında ne varsa hepsini Rasûlullah'a sorarak öğrenmişti. Her hareket ve işinde Resûl-i Ekrem'e tâbi olduğunu gösterirdi. Gayet kanaatkâr olup basit ve sâde yaşardı. Âbid, zâhid idi. Hakkı söylemekten çekinmez ve korkmaz idi. Ebû Musa el-Eş'âri'yi ise yaşayışından dolayı çok severdi ve ona, "Sen, benim kardeşimsin" derdi.
Ebû Zerr (r.a.), yaratılıştan hak sever bir sahâbî idi. Ümmet arasında meydana gelen fitne ve fesatlara karışmaktan son derece sakınırdı. Hz. Osman'a muhâlif olmasına rağmen, etrafın sıkıştırmasına mukâbil bitaraf kalmıştır. Hz. Osman'a ve Hz. Muâviye'ye muhâlif olarak tanınırdı. Fakat bütün bu muhâlefetlerine rağmen onlara karşı gelmedi. Kendisine arzu etmediği birşey teklif edildiği zaman, zâhidlere mahsus bir edâ ile ve güler yüzle, hoş sohbetliğini de ileri sürerek reddederdi. Ebû Zerr, pek az sayıda fetvâ vermiştir. Zira bu hususta çok titiz davranırdı. Ancak haklı bir meselede halifeye karşı gelmekten çekinmezdi. Hz. Ebû Zerr'in oğlu, sağlığında vefât etmişti. Geriye yalnız bir eşi ve bir kızı kalmıştı (M. Asım Köksal, İslâm Tarihi, Mekke Devri, s.177-180).
EBÛ EYYUB EL-ENSÂRÎ (ö.52/672)
Medineli müslümanlardan ve hicret sırasında Hz. Peygamber'i evinde misafir eden sahâbî.
Ebû Eyyûb Hâlid b. Zeyd el-Ensarî en-Neccârî (r.a.); Ensâr'ın Hazrec kabilesinin Neccâroğulları koluna mensup olup, annesi Zehra binti Sa'd'dır. Abdülmuttalib'in vâlidesi tarafından Rasûlullah'la akraba olan Ebû Eyyûb, ikinci Akabe bey'atında hazır bulunmuş, Rasûlullah'a iman etmiştir (İbn İshâk, İbn Hişâm, es-Sîre, II, 100; İbn Sa'd, et-Tabakat, III, 484; İbn Abdülberr, el-İstiâb, IV, 1606; İbnü'l-Esir, Üsdü'l-Gâbe, VI, 25; ez-Zehebî, Siyer A'lâmü'n-Nübelâ, II, 288).
Medine, müslümanlar için emin bir yer olduktan sonra Mekke'de Rasûlullah (s.a.s.) ile birkaç müslüman kalmıştı. Rasûlullah da hicret yolculuğuna çıkınca bunu haber alan Ebû Eyyûb her gün Medine'ye yakın Hire ad verilen yerde onun yolunu gözlerdi. Nihâyet Rasûlullah görününce bütün Neccar'lıları toplayarak Rasûlullah'ı karşıladı. Bütün müslümanlar Rasûlullah'ı kendi evlerinde misafir etmek istiyordu. Bunun üzerine Rasûlullah devesini serbest bıraktı. Kusva adlı bu deve Ebû Eyyûb'un evinin önünde çöktü. Ebû Eyyûb bu olayı şöyle nakletmiştir: "Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) evimizin alt katına yerleşmişti. Ben de üst kattaki odada idim. Bir gün yukarıdan yere bir miktar su dökülmüştü. Suyun tavandan sızarak Rasûlullah'ın üzerine gelmemesi için suyu bir bez parçası ile kurutmaya çalıştık. Bunun üzerine Rasûlullah'ın yanına inip dedim ki: 'Ya Rasûlallah, senin bulunduğun bir yerin üstünde bulunmak bize yakışmaz, yukarıdaki odaya teşrif etmez misiniz?' Rasûlullah o günden sonra üst kata çıktı" (Müslim, Sahih II, 192). Ebû Eyyûb ile zevcesi Ümmi Eyyûb Rasûlullah'ın yemeğini hazırlardı. Bir gün soğanlı bir yemeği Rasûlullah yemeyip, "Onu yiyemedim, çünkü bu yemekte soğan olduğunu gördüm, ben ise soğandan hoşlanmam; fakat siz isterseniz yiyin onu yemekte bir sakınca yoktur'' demiş, Ebû Eyyûb da, "Ya Rasûlallah, sizin hoşlanmadığınız şeyden biz de hoşlanmayız" demiştir (Müslim, Sahih, II, 198).
Rasûlullah, Ensâr ile Muhacirler arasında gerçekleştirdiği "kardeşlik" olayında Ebû Eyyûb'e kardeş olarak Hz. Mus'ab b. Umeyr'i seçmiştir. Ebû Eyyûb'un evinde yedi ay kalan Rasûlullah'a Medine'de mihmandarlık yapan Ebû Eyyûb, Bedir, Uhud, Hendek ve diğer bütün gazvelerde Rasûlullah'ın yanında İslâm cihad hareketlerine katılmıştır (İbn Sa'd, et-Tabakat, 485; Hâkim, el-Müstedrek, III, 458; ez-Zehebî, A'lâmü'n-Nübelâ, 290).
Rasûlullah'ın vefâtından sonra da bütün gazâlarda yer almıştır. Hz. Ali'nin hilâfeti döneminde onunla birlikte Hâricilere karşı savaşmıştır. Hz. Ali'nin Medine'deki kaymakamı olan Ebû Eyyûb'un Halid ve Muhammed adlı iki oğlu, Umre adında bir kızı vardı. Hz. Ali (r.a.) devrinden sonra Muaviye zamanında Mısır'a gitti. Mısır valisi bir akşam namazına geç kalmıştı. O zaman namaz konusunda çok titiz davranan her sahâbî gibi Ebû Eyyûb şöyle demiştir: "Rasulullah'ın, 'Ümmetim akşam namazını yıldızların gökyüzünü kaplamasına kadar tehir etmedikçe hayır üzeredir, fıtrat üzeredir' dediğini duymadın mı? " "Duydum" diyen Ukbe'ye, "O halde neden akşam namazını geciktirdin?" diye sormuş; çok meşgul olduğunu söyleyen Ukbe'ye şöyle demiştir: "Senin bu yaptığını görerek, halkın Rasûlullah da böyle yapardı zehâbına düşmesinden endişe ederim" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 147).
Rasûlullah (s.a.s.) İstanbul'un fethini ashâbına anlatıp, "İstanbul elbette fetholunacaktır; onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 335) diye müjdelemiştir. Hicrî 52. yılda Muaviye oğlu Yezid kumandasındaki müslümanlar İstanbul'u kuşattılar. İslâm akîdesinin dünyanın dört bir yanına yayılması husûsunda çok canlı ve diri bir gayrete sahip olan müslümanlar İstanbul'un fethi ve İslâm devletinin sınırlarına dahil olmasını şiddetle arzuluyorlardı. Hz. Ebû Eyyûb el-Ensârı bu seferin hazırlanması için çok çalışmış ve sefere karşı çıkanlara öğütlerde bulunmuştu. Uzun bir yolculuk yapan Ebû Eyyûb yaşının çok ilerlemesinden dolayı İstanbul'a yaklaştıkları bir sırada hastalanmış, Yezid'e, öldüğü takdirde cenazesinin hemen gömülmeyerek ordunun varacağı en ileri noktaya kadar götürülmesini ve o yerde gömülmesini vasiyyet etmişti. Burada defnedilen Ebû Eyyûb müslümanların İstanbul'da bir sembolüdür. İstanbul, ashab devrinden başlamak üzere defalarca muhâsara edilmiş, nihâyet bu şehri fethetmek 1453 yılında Fatih'e nasip olmuştur. Ebû Eyyûb'un ölüm döşeğinde şu hadisi rivâyet ettiği zikredilir; "Bir insan Cenâb-ı Hakk'a bir ortak koşmaksızın ruhunu teslim ederse, Allah onu cennete koyar."
Kişiliği, Ahlâkı, Fazileti
Ebû Eyyûb'un fazîlet ve kemâl itibariyle yüksek bir makamı vardı. Rasûlullah'ın eğitiminden geçmiş bir sahâbî olarak onun sünnetine çok önem verir, bir yanlışlık gördüğünde doğrusunu anlatır, hemen sünnetin uygulamasına çalışırdı. İslâm ordusu İstanbul'u kuşattığında hastalanan Ebû Eyyûb, o hâliyle bile Allah Rasûlünden şu hadisi nakletmiştir: "Kostantiniyye surunun dibine sâlih bir kişi gömülecektir." Umarım ki o kişi ben olayım (İbn Abd Rabbîh, el-Ikdü'l Ferîd, II, 213). Ordu komutanı Yezid Ebû Eyyûb'un tabutunu askerlerin ortasına almış, askerler de çarpışmalarda bu tabutu koruyarak ilerlemişlerdir. İstanbul surlarını korumakta olan Bizans kumandanı bu garib durumu görünce, "Bu nedir?" diye sormuş, Yezid de, "Bu bizim peygamberimizin sahâbisidir. Bize senin ülkende içerilere doğru götürülüp gömülmesini vasiyyet etti. Biz de onun bu isteğini yerine getireceğiz. " Bizans kumandanı: "Sen ne akılsız adamsın. Sen dönüp gidince biz onu köpeklere yem ederiz." Yezid: "Eğer onun kabrini açtığınızı veya cesedine birşey yaptığınızı duyacak olursam ben de bütün Suriye'de öldürmedik hıristiyan, yıkmadık kilise bırakırsam bu ölüye ikramıma sebep olan zat-ı Peygamber'i (s.a.s.) inkâr etmiş olayım." Bunun üzerine kumandan şöyle demiştir: " Ben onun kabrini elimden geldiğince koruyacağımâ Mesih hakkı için söz veriyorum." Surların dışında defnedilen Ebû Eyyûb'un kabrinin üzerinde sonradan bir kubbe yapılmış ve bu mübarek adamın kabri müslümanların ve hıristiyanların saygı gösterdikleri bir yer olarak korunmuştur. Ebû Eyyûb el-Ensari hazretleri, Hayber savaşından dönülürken Rasûlullah'ın çadırının çevresinde kendiliğinden bütün gece nöbet tutmuş, Rasûlullah onun için, "Allah'ım, beni koruyarak gecelediği gibi, sen de Ebû Eyyûb'u koru" diye dua etmiştir (İbn İshâk, İbn Hişâm, es-Sire, III 354-355).
Habib b. Ebî Sâbit'in naklettiğine göre, Ebû Eyyûb el-Ensârı Muaviye'ye gidip borçlu olduğundan yakınarak yardım istedi. Muaviye ona yardım etmedi. Ebû Eyyûb, Muaviye'ye, "Rasûlullah'ın 'Benden sonra iş başındakilerden bencillik göreceksiniz' diye buyurduğunu işittim" dedi. Muaviye, "Peygamber efendimiz bunu söylerken size de bir tavsiyede bulunmadı mı?" dedi. Ebû Eyyûb, "Sabretmeyi tavsiye etti" dedi. Muaviye, "O halde siz de sabrediniz" deyince Ebû Eyyûb ona, "Vallahi bundan sonra senden hiçbir istekte bulunmayacağım" diyerek Hz. Ali'nin Basra valisi İbn Abbâs'a gitmiş ve İbn Abbâs evini ona tahsis ettiği gibi yirmi bin dirhem para vermişti (Kenzü'l-Ummâl, VII, 95). İmam Ahmed'den yapılan bir nakle göre Ebû Eyyûb şöyle demiştir: ''Kim Allah'a ortak koşmadan ölürse, cennete gider" (el-Bidâye, VIII, 59).
Ebû Eyyûb, savaş meydanında İslâm askerlerini aşıp Rumlara tek başına saldırır, Rumların içine kadar ilerler ve geri dönerdi. Herkes onun kendini tehlikeye attığını söylediğinde de, "kendimizi tehlikeye atmak düşmana hücum etmek değil, asıl tehlike mallarımızın bakımı ile uğraşıp cihadı terketmektir" demiştir (Beyhâki, IX, 99; İbn Kesir, I, 228).
Sâlim b. Abdullah'ın rivâyetine göre, Abdullah b. Ömer, onun düğününe Ebû Eyyûb'u da çağırmış; Ebû Eyyûb, Sâlim'in evinin duvarlarının yeşil perdelerle süslenmiş olduğunu görünce, "Siz de mi duvarlarınıza perde asıyorsunuz" demiş, Abdullah b. Ömer de, "Ya Eba Eyyûb, kadınlarla başa çıkamadık" diye cevap vermiş; bunun üzerine Ebû Eyyûb "Pek çok kimse kadınlarla basa çıkamasa da senin başa çıkamayacağını ummazdım. Ben ne sizin evinize girer, ne de yemeğinizi yerim" demiştir (Kenzü'l-Ummâl, VIII, 63).
Peygamber efendimizden şunu rivâyet etmiştir:
''Müslüman kişinin kardeşi üzerinde yerine getirmesi gereken altı hakkı vardır. Bunlardan birini yapmadığı zaman, altı hakkından birini yerine getirmemiş olur: 1- Ona rastladığında selâm vermesi, 2- Onu yemeğe çağırdığı zaman dâvetine icâbet etmesi, 3- Aksırdığı zaman ona dua etmesi, 4- Hastalandığı zaman ona uğraması, 5- Öldüğü zaman cenazesinde bulunması, 6- Kendisinden nasihat ve yol göstermesini istediği zaman ona yol göstermesi" (Buhâri, el-Edeb, 134).
İstanbul muhasarası sırasında şehid olan Ebû Eyyûb el-Ensârı bugün İstanbul'un Eyüp ilçesindeki Eyüb Sultan Camii avlusunda bulunan türbesinde yatmaktadır. Kabri ile ilgili olarak, (bk. Taberî, Târih, III 2324 ibnü'l-Esir, Üsdü'l-Ğabe, V, 143; Hâfız Huseyn b. Haccı, Hadîkatü'l Cevâmî, I, 243) adlı kitaplarda sözedilmektedir. Türbesi yıllarca müslümanların ziyaret yeri olmuştur; bugün de halk Ebû Eyyûb'un türbesini büyük kalabalıklar halinde ziyaret eder. II. Mahmud, Topkapı Sarayı hazinesindeki Hz. Peygamber'e âit kutsal eşyadan "Kadem-i Şerif"i bu camiye koydurtmuştur .
EBÛ MUSA EL-EŞ'ARÎ (ö.44/666 ?)
Sahâbî. Hz. Ali ile Muâviye arasındaki savaşta meşhur "hakem olayı"nda hakemlik yapan Ebû Musa el-Eş'ari, Yemenlidir. Asıl adı Abdullah'tır. Ailesi ile birlikte Rasûlullah'ı görmeden Yemen'deyken iman etmiştir. Rasûlullah'ın yanına gelmek üzere Yemen'den yola çıkan Ebû Musa, Habeşistan'a gitmiş ve orada Ca'fer b. Ebî Tâlib ve diğer müslümanlarla buluşmuştur. Medine'ye ulaştıklarında Hayber'in fethi tamamlanmıştı. Rasûlullah Ebû Musa'ya harbe katılmış gibi ganimetten pay vermiştir (İbnü'l-Esir, Üsdü'l-Ğâbe, II, 30, 235, 245).
Ebû Musa el-Eş'arî, Mekke'nin fethine ve Huneyn gazasına katılmıştır. Huneyn gazasından sonra Rasûlullah, Evtas vâdisinde toplanan Havazin kabilesini dağıtmaya Ebû Âmir'i gönderdi. Buradaki çarpışmada yaralanan ve sonra şehid olan Ebû Âmir görevini Ebû Musa'ya devretmişti. Ebû Musa bunu Rasûlullah'a bildirdiği zaman Rasûlullah Ebû Âmir için dua etmişti. Ebû Musa kendisi için de dua etmesini söylediğinde Rasûlullah, "Ya Rabbi, Abdullah b. Kays'ın kusurlarını affet ve onu kıyamet günü güzellikle kabul buyur" diye dua etmişti.
Hicrî 9. yılda Tebük gazası vuku buldu. Ebû Musa ve arkadaşları bu savaşa katılmak için Rasûlullah'tan deve istediklerinde Rasûlullah onlara deve satın aldı.
Tebük seferinden sonra Rasûlullah, Ebû Musa'yı Muaz b. Cebel ile birlikte Yemen'e tebliğe gönderdi. Onları yollarken şöyle dedi: "Kolaylaştırınız güçleştirmeyiniz; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz. Sarhoşluk veren herşey haramdır; içkiden menediniz" (Buhâri, Cihad, 164; Meğazî, 60;
Müslim, Cihad, 5). Yemen'in iki tarafında Muaz ile Ebû Musa İslâm'ı tebliğ ettiler ve sonra buluştukları noktada aralarında bir mürtedin öldürülmesi konusunda şu tartışma geçti: Muaz: "Ya Abdullah, Kur'an'ı nasıl okuyorsun?" Ebû Musa: "Gece ve gündüz azar azar okuyorum. Yani Kur'ân'dan okumak istediğimi bir hamlede okumuyorum. " Muaz da şöyle dedi: "Ben gecenin başında uyuyorum, uykumu aldıktan sonra uyanıyorum ve Allah'ın kitabından okuyacağımı okuyorum."
Yemen'de tebliğ görevini tamamlayan Ebû Musa, Vedâ Haccı'na katıldıktan sonra Medine'de yerleşti. Yemen'de ortaya çıkan Esvedu'l-Ansı adlı yalancı peygamber yüzünden oraya geri dönmediği anlaşılmaktadır. Hz. Ömer devrinde Hadramut'a gitti. Orada emirlik yaptı, ancak Irak'ın fethine çıkan İslâm ordusuna katılmak için emirliği bırakıp, orduya katıldı. Nusaybin'in fethiyle görevlendirildi ve burayı fethetti (Taberî, Târih, 2506). Sonra, Hz. Ömer onu Basra valiliğine tâyin etti. Valiliğinin ilk döneminde Menâzır ve Susi illerini fethetti, İslâm devletine karşı isyan eden Hürmüzan'ı yendi. Hürmüzan'ın kalesi Huzistan'daydı. O müslümanlara buradan saldırıyordu. Buranın sarayları ve muazzam kaleleri vardı. Hürmüzan isyan ettikten sonra kaleyi tahkim edip, İranlıları müslümanların aleyhinde kışkırtmıştı. Ebû Musa ile onun ordusu Suster'de karşılaştılar. Muhârebeyi müslümanlar kazandı ve Hürmüzan, kalesine çekildi. Hürmüzan Hz. Ömer'e teslim olmak şartıyla Medine'ye gönderildi (Taberî, 2518). Suster'den sonra Cünd-i Sabur ilini de teslim alan Ebû Musa, Huzistan'ı emin bir yer haline getirdi. İranlılar Huzistan'ı kaybettikleri için intikam almak istedilerse de, Nihavend meydan savaşı diye meşhur muhârebede müslümanların karşısında yenilgiye uğradılar. Fethedilen yerlerin taksimi meselesinde Basra ile Kûfe arasındaki anlaşmazlık sonucu Hz. Ömer toprakları eşitçe paylaştırmış, ancak Kûfe valisi Ammar'ı azlederek, Ebû Musa'yı Kûfe'ye tâyin etmiştir. Kûfelilerin ondan şikâyeti üzerine Ebû Musa tekrar Basra valiliğine getirildi. Kûfelilerin Ebû Musa'yı Hz. Ömer'e şu şekilde şikayet ettikleri zikredilmektedir: "Harp esirlerini karşılıksız tahliye etmektedir. Devlet ve hükümet işlerini Ziyad b. Ebih'e vermiştir. Hâtie adlı şâire binlerce dirhem dağıtmıştır. Evinde Ukayle adlı kadını en mükemmel yemeklerle beslemekte, ona halkın yediğini yedirmeyerek büyük masraf yapmaktadır. "Bunları soruşturan Hz. Ömer, hiçbirinin doğru olmadığını öğrenince Ebû Musa'yı görevine iâde etti. Hicrî 23. yılda Ebû Musa İsfahan'ın fethine yardım etti, Basra'nın susuzluğunu gidermek için 'Ebû Musa Kanalı' diye bir kanal yaptırarak şehrin su problemini halletti. Hz. Ömer şehid edildikten sonra yerine geçen Hz. Osman zamanında altı yıl daha Basra valiliği yaptı. 29 hicrî yılda halkın şikâyeti üzerine Hz. Osman onu azletti ve yerine Abdullah b. Âmir'i atadı. Daha sonra H. 34 yılında Kûfe'ye tayin edildi. Kûfe çok karışık bir şehirdi, fitne ve fesadla doluydu. Ebû Musa burada halkı Rasûlullah'ın sünnetine dâvet etmesine rağmen, Hz. Osman şehid edildikten sonra fitneler büyüyünce müslümanlar iki kampa ayrılmışlardı. Hz. Ali, oğlu Hz. Hasan'ı Ebû Musa'ya yollayıp yardım istedi. Ebû Musa Hasan'a şöyle dedi: "Rasûlullah'tan duydum: 'Öyle bir fitne kopacak ki, o zaman oturan ayakta durandan, ayakta duran yürüyenden hayırlıdır' diyordu." Ammâr, Ebû Musa'ya "Herhalde bu hadisi yalnız Ebû Musa biliyor" diye dil uzatınca, Ebû Musa söyle konuştu: "Ey insanlar, fitne çok fena birşeydir. Fitne karnı aç, haris ve obur bir canavardır. Ben size emrediyorum. Kılıçlarınızı kınlarına sokunuz. Evlerinize çekiliniz. Biliniz ki, ben sizin iyiliğinizi istiyorum; siz de benim iyiliğimi isteyiniz. Ben sizi aldatmıyorum; siz de beni âldatmayınız. Bana itaat ediniz, dininizi de dünyanızı da kurtarırsınız. Bu fitnenin ateşinde onu, o ateşi yakanlar yanar." Fakat kimse onu dinlemedi. Ardından Cemel ve Sıffîn'de müslümanlar arasında kanlı çarpışmalar yaşandı ve hakem olayı * meydana geldi.
Hakem olayında, hâdise ve çatışmaların dışında kaldığı için Hz. Ali'nin temsilcisi olarak tayin edildi. Aslında Hz. Ali (r.a.), onun hakem olmasına karşıydı, ancak kendisine tâbi olanlar Ebû Musa'da ısrar edince, o da kabul etti. Ebû Musa'nın savunduğu görüş, fitnede iki tarafın da haksızlığı ve Hz. Osman'ın mazlum olarak katledildiği idi. Ebû Musa, Abdullah b. Ömer'in devlet başkanlığına getirilmesini önerdi. Ancak Muâviye'nin hakemi Amr b. el-Âs bunu kabul etmedi. Ebû Musa, hilâfetin şûra ile, yani halkın seçimine bırakılması ile olmasını istediği zaman iki taraf da bu teklifi kabul etti. Ali ile Muâviye'yi görevden azleden Ebû Musa, halkın serbest iradesiyle halifeliğe yeni birinin seçileceğini sanıyordu. Oysa bilindiği gibi fitne tekrar ortaya çıkmıştı (37/657). Ebû Musa'nın hakem olayında sonuna kadar ümmetin çıkarı doğrultusunda hareket ettiği görülmektedir. Amr b. Âs, Ebû Musa'nın kararına uymamış, onu aldatarak fitneyi tekrar körüklemiştir. Ebû Musa bu olaydan sonra Mekke'ye dönerek inzivâya çekilmiştir.
Ebû Musa bir rivâyete göre Mekke'de, diğer bir rivâyete göre Kûfe'de vefât etti. Hicrî 42 veya 44, senelerinde vefât ettiği zikredilir (Tezkiretü'l-Huffâz, I, 21). Hastalığı sırasında feryad eden zevcesine Rasûlullah'ın bağırıp çağırarak ağlamayı yasakladığını hatırlatmıştır (Müslim, 1, 18-19). Vasiyeti şöyledir: "Cenazemi süratle götürünüz. Peşimden kimse gelmesin, mezarımda vücudumla toprak arasına birşey konmasın. Kabrimin üstüne bir türbe yapmayınız. Kadınlar içinde saçını-başını yolarak ağlayanları uzaklaştırınız. Bunu Rasûli Ekrem'den naklediyorum" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 397).
Ebû Musa, valilik görevinde bulunmasına rağmen daima fakirlik içinde yaşamıştır (İbnü'l-Esir, 111, 143). Ebû Musa ilmin yayılmasına ve değer kazanmasına özellikle önem vermiş, halkı ilme teşvik için hutbe okumuştur. Rasûlullah'a en yakın olanlardan biriydi ve ondan birçok şeyler öğrenerek başkalarına aktarmıştır. Rasûlullah zamanında fetvâ vermek için icâzet aldığı söylenir (Tezkiretü'l-Huffâz, I, 21). Ebû Musa güzel sesiyle Kur'an okurken herkesi büyüler, Rasûlullah onu dinlerdi (İbn Sa'd, Tabakat,, IV/I, 80). Ebû Musa aynı zamanda muhaddistir. Üçyüzaltmış civarında hadis rivâyet etmiştir. Buhâri ve Müslim elli hadisini müşterek nakleder. Ebû Musa hayatında her zaman Rasûlullah'ı örnek almıştır. Gördüğünü veya duyduğunu aynen tatbik etmek istemiştir. Takvâya son derece önem veren Ebû Musa, hayâ ve temizliğe bilhassa düşkündü. "Hayâ imandan bir şubedir" demiştir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 415). Hiçbir zaman servete, mala-mülke itibar etmedi. Ümmetin hayır ve menfaatinden başka bir şey düşünmedi. Fitnelerin dışında kalmak istedi. Cemel ve Sıffîn muhârebelerinin dışında kâldı. Fitneye karışan kardeşi Ebû Rahm'e şöyle demiştir: "Rasûlullah'tan şöyle dediğini duydum: 'İki müslüman kılıçları ile karşılaşacak olurlar da biri diğerini katlederse ikisi de cehennemlik olur'' (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 403). Oğlu Ebû Bürde bir gün aksırdığında babasının kendisine "Yerhamükellah" dememesinin sebebini şöyle anlatır: "Babam, Peygamber efendimiz'den, 'Herhangi biriniz aksırdığı zaman eğer elhamdülillah derse ona yerhamükellah deyin, demezse siz de yerhamükellah demeyin ' diye buyurduğunu duydum" (Buhâri, Edeb, 137). Kalabalık bir cemaati vardı. Onlara Kur'ân dersi verirken şöyle derdi: "Kur'ân öyle bir şeydir ki, ona uyarsanız sizin için ecir, uymazsanız ağırlık ve yük olur. O halde ona uyunuz, o size uymasın. Zira Kur'ân kendisine uyanları cennete götürür, uymayanları da yüzüstü cehenneme sürükler" (el-Hılye, 1, 257).
Sponsorlu Bağlantılar
Adı, Amr, künyesi Ebu Abdullah veya Ebu Muhammed'dir. Babası Âs, annesi Nâbiğa'dır. Amr'ın soyu Ka'b b. Lüey'de Hz. Peygamber (s.a.s.)'le birleşir. Kureyş kabilesinin Sehmoğullarındandır. Sözü dinlenen ve çevresini rahatlıkla etkisi altına alabilen bir kişiliğe sahipti.
Amr, müşriklerin zulmünden uzaklaşmak için Habeşistan'a hicret eden müslümanların tekrar Mekke'ye geri gönderilmesi maksadıyla Necâşi'ye gönderilen elçi heyetine başkanlık etti. Fakat müslümanları geri getiremeyince onlara karşı düşmanca davrandı. Bedir, Uhud, Hendek savaşlarında müşriklerin yanında yer alarak İslâm'a karşı savaştı.
Kureyş müşriklerinden yaşlıların ölümünden sonra müslümanlara olan kin yavaş yavaş siliniyordu. Amr, Hendek savaşından sonra da müşriklerin hareketlerinin sonuçsuz kalacağını, müslümanların galip geleceğini anladı. İçinde İslâm'a karşı bir sevgi uyanmaktaydı. Nihayet müşriklerle ilişkisinin koptuğu, Hudeybiye anlaşmasına katılmayıp, İslâm'a gönül vermeye başladığı görüldü. Amr, Hicretin 8. yılı (629) Medine'ye geldi. Hz. Hâlid b. Velid'le birlikte aynı gün Hz. Peygamber'e bey'at etti.
Mekke'nin fethinden önce Cüzam, Lahm, Kudaa, Âmile, Beliy ve Uzre kabîlelerinin bir araya gelerek Medine'yi kuşatmak amacında oldukları haberi Hz. Peygamber (s.a.s.)'e ulaştı. Resulullah, Ensâr ve Muhâcirlerden oluşan üçyüz kişilik bir kuvvet hazırladı. Bu kuvvetin başına komutan olarak Amr'ı getirdi. Beliy ve Uzre kabilelerine uğramasını, akrabalarının yardımını sağlamasını da emretti. Beliy kabilesi Amr'ın dedesi Vâil'in dayıları olurdu. Amr, Cüzamlıların yurduna vardığında onların hazırlığını ve yaptıkları yığınağı gördü. Peygamberimiz (s.a.s.)'den yardım istedi. İkiyüz kişilik takviye kuvveti gönderildi. Müşrikler, müslümanlar karşısında direnç gösteremediler, her biri bir tarafa dağıldı. Amr da ordusuyla birlikte Medine'ye döndü.
Amr, Mekke'nin fethinden sonra Suva putunu yıkması için Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından görevlendirildi. Bir müddet sonra da Umman'a gitti. Umman hükümdarına Resulullah'ın mektubunu sundu. Hükümdarın ve çevresinin müslüman olması sonucu Umman valiliğine getirildi. Zekât ve sadakaların toplanmasında, dağıtılmasından Umman hükümdarıyla çevresinden yardım gördü. Hz. Peygamber'in vefatına kadar burada kaldı.
Hz. Ebu Bekir (r.a.) zamanında zekât ödemekten kaçınanlarla savaştı. Onlara boyun eğdirdi. Bu olaydan sonra Suriye'de başlatılmış bulunan İslâmî cihat için Şam'a gitmek istediğini Hz. Ebu Bekir'e açıkladı. Hz. Ebu Bekir (r.a.) kendisinin Umman'a bizzat Allah elçisi tarafından görevlendirildiğini bildirdi. Fakat isteğinede engel olmak istemedi. Bizans ordularının Suriye'den kovulduğu, İslâm'ın bölgeye hakim kılındığı Ecnâdin, Şam ve Yermuk savaşlarında görev aldı. Filistin'in fethinde yararlıklar gösterdi. Kudüs'ü fethetti ve şehir bizzat halife Hz. Ömer (r.a.) tarafından yapılan barış antlaşmasıyla müslümanların eline geçti.
Arka arkaya yapılan İslâmî fetihler Amr'ı şevklendirdi. Amr, hareketli ve cevvâl bir insandı. Uzun uzun düşünmek pek işine gelmezdi. Çabuk karar verir, verdiği kararı da hemen uygulamak isterdi. Bu nedenle Mısır'ın İslâm hâkimiyetine alınması ve fethedilmesinin gerektiğini halife Hz. Ömer (r.a.)'a bildirdi. Hz. Ömer, müslümanların savaş yorgunu olduğunu, güçlerinin zayıfladığını belirtti. Fakat her şeye rağmen Amr, halifeyi ikna etmeyi başarıp, Mısır üzerine yürüdü. Hz. Ömer, Zübeyr b. Avvâm komutasında bir ordu hazırlayıp, takviye kuvvet olarak Amr'a gönderdi. Amr komutasındaki ordu Babilyon, Ariş ve Fustat (Kahire)'ı fethederek Mısır'ı müslümanların toprakları arasına kattı. Amr, Halifenin izniyle İskenderiye üzerine yürüdü. Uzun ve yorucu bir muhasaradan sonra Mukavkıs'la yaptığı anlaşma sonucu Kıbtîler'den yardım gördü. Nihayet İskenderiye'nin fethi gerçekleşti. Yolun açıldığını gören Amr, Merka ve Zuveyle üzerine yürüdü. Her iki şehir de haraç ve cizye vermeyi kabullendiler.
Akdeniz sahilinin ve Afrika'nın en önemli kentlerinden biri olan Trablusgarb iki aylık muhasaradan sonra fethedildi; Bu büyük fetihlerin gerçekleşmesi ve Kuzey Afrika'nın İslâmlaştırılması sonucu Amr, Hz. Ömer'in emriyle Mısır valiliğine getirildi. Hz. Ömer'in şehadetinden sonra Bizans'ın İskenderiye valisi İslâm'a karşı ayaklandı. Vali, Bizans'ın tahriklerine aldanıyordu. İskenderiye, Bizans'ın müstemlekesi idi. İmparator, İskenderiye'nin elden çıkmasını bir türlü hazmedemiyordu. Mısır'ın yerli halkı Kıbtîler, anlaşmalarına sadık kaldılar. Hz. Osman tarafından ordu komutanlığına atanan Amr'ın yardımına koştular. Bizans ordularının komutanı Manuel çarpışmalar sırasında öldürüldü. Zafer tekrar müslümanların olmuştu. Amr, Hz. Osman zamanında Mısır valiliğinden azledildi. Bu olay, Hz. Osman'la Amr'ın arasının açılmasına sebep oldu.
Hz. Ömer zamanında Amr b. el-Âs hakkında bazı şikâyetler gelmeye başlayınca, Hz. Ömer, Amr'a ağır bir mektup yazdı. Bu şikâyetler Hz. Osman zamanında da tekrarlandı. Vergi toplama meselesinde Abdullah b. Sa'ad'a müdahale ettiği ve fazla harcamada bulunduğu ileri sürüldü. Bu tür şikâyetler sonucu Amr, görevinden azledildi. Bu olaydan sonra Amr, siyaset sahnesinden çekildi. Hz. Osman'a kırgınlığına rağmen açıkça ona karşı cephe almadı. Bir müddet Filistin'de kaldı. Hz. Osman'ın şehit edildiği günlerde Filistin'de bulunuyordu.
Amr, Hz. Ali ile Muâviye'nin ihtilaflarının su yüzüne çıkması ve Cemel vak'asından sonra yeniden siyasî hayatın içine girdi. Önceleri Hz. Ali'nin Hz. Peygamber ile akrabalığı sebebiyle hilafete onun daha lâyık olduğunu ileri sürerken daha sonra Muâviye'nin yanında yer aldı. Amr'ın Muâviye tarafında yer almasının sebebinin Utbe b. Ebi Süfyan'ın aracılığı ile ona Mısır valiliğinin vaadedilmesi olduğu söylenmektedir. Hz. Ali, Muâviye'nin kendisine bey'at etmesi için elçi gönderdi. Muâviye ve Amr, Hz. Osman'ın katlini gündeme getirdiler. Hz. Ali'yi de katilleri korumakla suçladılar. Muâviye'nin bol maaş ve bahşişine tamah eden askerleri etrafında toplandılar. Şam ordusunun başkomutanlığına Amr getirildi. Şam ordusu savaşı kaybedecek duruma gelince Amr, askerlere Kur'an sahifelerinin mızrakların ucuna takılmasını ve karşı tarafa doğru fırlatılmasını emretti. O bununla Kur'an'ın hakemliğine başvurmanın gerektiğini ileri sürdü. Hz. Ali, bu işin bir aldatmaca olduğunu söyledi. Fakat çevresinde bulunanlara bunu kabul ettiremedi. Hz. Ali taraftarlarının hakemliğine Ebu Musa el-Eş'ari, Şam ordusunun hakemliğine Amr getirildi.
Amr b. el-As ile Muâviye öteden beri Araplar arasında ince fikirli kurnaz, politik meseleleri çözmekte mâhir kimseler olarak tanınırdı. Bu olayda da Amr aynı tavrı takındı. Ebu Mûsa'nın insaflı ve adil tavrından yararlanarak hakem olayından galip çıktı. Amr, ile Ebu Musa el-Eş'ari arasında müzakereler başladı:
Amr: "Sen Osman'ın mazlum ve günahsız olarak katledildiğini bilirsin. "
Ebu Musa: "Şüphesiz."
Amr: "Elbet sen Muâviye'nin ve Muâviye ailesinin Hz. Osman'a taraftar olduğunu da biliyorsun."
Ebu Musa: "Bu da doğrudur."
Amr: "Ayette 'Haklı bir sebep olmaksızın Allah'ın haram kıldığı cana kıymayın. Her kim de haksız yere öldürülürse biz onun velisine bir yetki vermişizdir. ' (el-İsrâ, 17/33) buyruluyor."
"Muâviye Kureyş'tendir. İlk müslümanlardan değildir, fakat buna ne engel var? Kendisinde birçok kâmil sıfatlar mevcuttur. Mazlum halife her zaman onu himaye ederdi. Güzel tedbir ve siyasette yeganedir. Ümmü'l Mü'minin Hz. Habibe'nin kardeşidir. Aynı zamanda vahiy kâtibi olan sahabelerdendir . "
Ebu Musa: "Amr, Allah'tan kork. Bu kadar sayıp döktüğün faziletlerin hepsi Muâviye'de mevcut değildir. Genç olması hasebiyle hilâfete lâyık değildir. Eğer hilâfet yalnız asâlet ve ünvan ile olsaydı, Ali bu işe daha çok hak sahibi olurdu. Hilâfet, takva ve fazilet sahiplerinin hakkıdır. Şeref ve ilimle olduğu takdirde elbette Ali'de bunların hepsi vardır. Osman'ın günahsız şehit olup olmaması bir delil teşkil etmez. Muâviye'nin beni tatmin etmesi yahut bana daha fazla yakınlık göstereceği de bir mesele değildir. Bunların da bir faydası yoktur. Allah için yapılan işlerde rüşvet verilmez. Abdullah b. Ömer'in de ismini ortaya atabilir misin?"
Amr: "Sen İbn Ömer'den razı isen, benim oğlum da var. Sen de onun faziletlerini biliyorsun."
Ebu Musa: "Senin oğlun böyle bir görevi isteyip istememe konusunu daha iyi bilir."
Amr: "Halife öyle bir adam olmalıdır ki, hem kendi işini idare edebilsin, hem de halk onu istesin."
Ebu Musa: "Müslümanlar bu savaştan sonra bu işin çözümünü bize bıraktılar. Allah göstermesin, bir daha böyle kargaşalık çıkmasın."
Nihayet uzun süren müzakerelerden sonra hakemler Hz. Ali ile Muâviye'yi azletmeğe ve başka birini halifeliğe getirmeye karar verdiler. İki taraf Dûmetü'l-Cendel'de toplandıktan sonra Amr, Ebu Musa'nın yaşlı olduğu için önce konuşmasını önerdi. Ebu Musa kalktı ve "Ali'yi de Muâviye'yi de hilâfetten azlettim." dedi. Ardından konuşan Amr ise sözünü büktü: "Ebu Musa Ali'yi azletti ise, ben Muâviye'yi azletmedim ve Muâviye'yi hilâfete nasbettim." Kûfeliler, Ebu Musa'nın rüşvet aldığını sanarak ona saldırmak istediler, ama Şamlılar Ebu Musa'yı kaçırdılar. Amr, Hz. Ali'ye açıkça muhalif oldu. Mısır'da Hz. Ali'nin tayin ettiği vali Muhammed b. Ebu Bekir'i kanlı bir savaştan sonra mağlûb ederek öldürdü ve yeniden Mısır'ı ele geçirdi.
Bu arada Hâriciler*, bütün yaşanan fitnelerin arkasında Muâviye, Amr ve Ali'nin olduğunu iddia ettiler. Üçünün de öldürülmesine karar verdiler. Hz. Ali şehit edildi. Muâviye yaralanarak kurtuldu. Amr da suikast günü rahatsızlanarak mescide gidememiş, onun yerine namazı kıldıran Harice şehit olmuştu. Muâviye, Amr'a şahitler önünde bir yazı imzalatarak, daima itaat etmesi şartıyla Mısır'a vali yaptı. Mısır'da bir müddet valilik yapan Amr, hicretin kırk üç veya başka bir görüşe göre ellibirinci yılında hastalandı ve ölüm döşeğine düştü. Yaptıklarına çok pişmanlık duydu. Abdullah İbn Abbas onu ziyaret ettiğinde hâlini sormuş ve o da "Ne sorarsın ibn Abbas, dünyayı az âbâd edip, dini çok harâp ettik" demiştir. İbn Şemmase de ölüm döşeğinde onu ziyaret edip ona Cennet'le müjdelendiğini hatırlattığında şöyle demiştir: "En büyük devlet ve tesellim Lâ ilâhe illallah Muhammedu'r Resulullah'tır. Ben İslâm'dan önce büyük hatalar ve günahlar işledim. Eğer müslüman olup Resul-u Ekrem'in affına mazhar olmasaydım mutlak Cehennemlik olacaktım. Allah'a binlerce hamdolsun, müslüman olma şerefine kavuştum. Resul-u Ekrem (s.a.s.)'e bey'atla dünya ve ahiretimi kazandım, Resul-u Ekrem bana 'Benden ne istiyorsun?' diye sorduğu zaman, 'Geçmiş hatalarımın affını rica ediyorum' dedim. "İslâm geçmiş günahlarından sorumlu tutmaz" buyurmuşlardı. Yalnız içimde bir ukde vardır ki, o da Resul-u Ekrem bana fazla muhabbet göstermediydi." Amr, Hz. Ali'ye karşı yaptıklarına pişman olarak öldü (43/663). Mukattam mezarlığına gömüldü. Abdullah ve Muhammed adlarında iki oğlu vardı.
Amr ibn el-Âs hareketli bir karakterdeydi. Askerdi ve ömrü savaş alanlarında geçti. İlimle ilgisi yoktu, daha çok siyasî olayların içinde yoğrulmuştu. Amr, Resulullah'tan otuz dokuz hadis rivayet etti. Bunlardan üçü müttefekun aleyhtir. Bazı meselelerde garip kıyaslarda bulundu. Meselâ gusûl abdesti almadan teyemmüm ederek namaz kılınmasına dair Zatu's-Selâsil seriyyesinde bir fetva vermiş, bunu Resulullah'a anlattığında Resulullah bu ictihadı işitince gülmüştü. Orta boylu, şişman, siyah sakallıydı. Doksanüç yıl yaşadı.
BERÂ' İBN ÂZİB
Ensar'dan olan bir sahabi. Babası Âzib olup Hâriseoğulları'ndandır. Künyesi Ebu Ammare'dir. Nesebi, Berâ' b. Âzib b. Adiy b. Ceşm b. Mecdia b. Hârise b. Haris b. Hazrec b. Amr b. Mâlik b. Evs'tir.
Hicret'ten önce müslüman oldu. Uhud savaşından itibaren bütün gazalarda bulundu. Sıffin'de Hz. Ali tarafında yer aldı. Resulullah'ın ashabından Medîne'ye ilk gelenler Mus'ab b. Ümeyr ile İbni Ummi Mektum'du. Bu zatlar Berâ'nın da bulunduğu Medineliler'e Kur'an okuyorlardı. Resulullah'ın bir gazvesine katıldı. Veda haccından önce Berâ, Hz. Hâlid b. Velid ile birlikte Yemen'e gitti. Daha sonra oraya gönderilen Hz. Ali ile geri döndü. Hz. Ali'nin hilafeti sırasında Kûfe'de bulunuyordu. Hicret'in yetmişüçüncü yılında orada vefat etti. Muhammed b. Mâlik, onun parmağında altın yüzük taşıdığını naklederek onunla olan konuşmasını anlatır:
"Herkes itiraz ederek niçin altın yüzük taktığını sorduklarında Berâ' cevaben Bir gün Resuûlullah ganimet dağıtırken elindeki altın yüzüğü bana verip, "Âl bunu, Cenâb-ı Hak ile Resulu'nüun sana taktığı bu yüzüğü parmağında taşı" buyurdular. Şimdi siz ne diye bana Rasûlullah'ın parmağıma taktığı bu yüzüğü çıkar diyorsunuz?" dedi.
Berâ, Hz. Peygamber'den üç yüzden fazla hadîs rivayet etmiştir. Bunlardan yirmiikisi Buhârî ile Müslim tarafından rivayet edilip muttefekun aleyhtir. Berâ'nın rivayetlerinden bazıları.
-Resulullah Medine'de on altı on yedi ay Beytü'l Makdis'e doğru namaz kıldı. Sonra bir ikindi namazında Kâbe'ye döndü.
- Yatarken abdest alıp sağ tarafa yat ve de ki: "İlâhî, kendimi sana teslim ettim. İşimi sana bıraktım. Arkamı sana dayadım. Çünki ümidim de sendedir, korkum da. Senden sığınacak yer varsa o da sensin. Senden kurtulacak yer varsa yine sensin. İlahi, indirdiğin kitabına, gönderdiğin peygamberine iman ettim. " Şayet o gece ölürsen fıtrat üzere ölürsün. "
-" Şu yedi şeyi yap: Cenazeyi mezara kadar izle, hastayı ziyaret et, davete icabet et, mazluma yardım et, yemini kabul et, selâmı karşıla, aksırana dua et. "
CÂBİR İBN ABDULLAH (602 ?- 696)
Sahabi. Cabir b. Abdullah b. Amr, b. Haram, b. Ka'b, b. Ganem, b. Seleme. Künyesi Ebû Abdullah olan Câbir Hazrec kabilesindendir.
Câbir'in babası, ikinci Akabe bey'aitinde müslüman olmuş ve Haramoğulları nakipliğine tayin edilmişti. Kâfirler Uhud gazasında onu, burnunu ve kulaklarını keserek işkence ettikten sonra şehit ettiler. Dokuz kızı vardı, bunlara Câbir baktı. Hz. Câbir babasının şehadetini şöyle anlatır: "Babam Uhud'da şehit oldu. Kız kardeşlerim bana bir deve vererek git babamızın cenazesini bu deveye yükle getir ve onu Selemeoğulları kabristanına göm dediler. Deveyi alarak gittim. Yanımda birkaç adam da vardı. Rasûl-i Ekrem babamı cihat meydanından taşıyarak aile kabristanına götürmek istediğimi haber aldılar. O, Uhud'da oturuyordu. Beni huzurlarına çağırarak dedi ki: Nefsimi elinde tutan Cenâb-ı Allah'a yemin ederim ki; Abdullah arkadaşları ile birlikte gömülecektir. Rasûl-i Ekrem'in bu sözü üzerine ben de babamı taşımaktan vazgeçtim ve onu Uhud şehitleri ile birlikte gömdüm." (Buhârî, II, 584). Rasûlullah Câbir'e, "Sana bir müjde vereyim mi? Allah babanı diriltti. Ve kendisine perdesiz doğrudan doğruya hitap etti. Halbuki şimdiye kadar hiçbir kimseye böyle hicabsız söylediği olmamıştır" buyurdu.
Babası şehit olunca ardında bıraktığı borçlarını Câbir ödeyemedi ve Rasûlullah'a giderek, "Ya Rasûlallah! Babam Uhud günü şehit olduğunda bana borç bıraktı. Alacaklılar beni sıkıştırıyorlar. Bana Yardım ediniz de borcumun bir miktarını gelecek yıla ertelesinler." dedi. Rasûlullah "Hay hay, öğleye doğru size gelir, alacaklıları görürüm" dedi. Rasûlullah Câbir'in evine gitti. O istirahat ederken Câbir onun için bir koyun kestirdi. Rasûlullah uyanınca Câbir'e "Bana Ebû Bekir'i çağır" dedi. Rasûlullah ve yanındaki ashabı yemek yediler. Yemekten sonra Rasûlullah gitmek üzere ayağa kalkınca Câbir'in zevcesi ona "Ya Rasûlallah, bana ve kocama dua et" diye yalvardı. Rasûlullah da
"Cenâb-ı Hak seni ve kocanı mağfiretine nail etsin" buyurdu. Rasûlullah daha sonra alacaklıları çağırmış ve onlardan Câbir'e mühlet vermelerini istemiş, onlar mühlet vermeyince Rasûlullah Câbir'e hurmalarını ölçüp onlara vermesini buyurmuştur. Câbir, hurmalarıyla babasının borçlarını ödedikten sonra kendisine de bir miktar hurma kalmıştır. Bunu Rasûlullah'a aktarırken karısına dönüp "Ben sana Rasûlullah'ı rahatsız etmemeni tenbih etmemiş miydim?" deyince karısı "Rasûl-i Ekrem benim evime gelir de, ben ondan bana ve kocama dua etmesini nasıl istemem?" demiştir. Câbir, "Biz, Rasûl-i Ekrem'in himmet ve imdadı ile borçtan kurtulduk" demiştir. Rivayete göre Câbir, Bedir ve Uhud savaşlarından başka bütün Cihat hareketlerine katılmıştır. Câbir, Enmar gazasında Rasûlullah'ın hayvanının üzerinde namaz kıldığını rivayet etmektedir. Hendek savaşında da Rasûlullah ile ashabının tam üç gün aç kaldıklarını, hendek kazan bazı sahabîlerin rastladıkları kayayı yerinden oynatamadıklarını nakleden Cabir şöyle der: "Rasûl-i Ekrem'e bir kaya parçasına tesadüf ettiklerini söylemişler. Hz. Peygamber de onlara "Siz bu kaya parçasının üzerine biraz su serpiniz" buyurdu. Su serpildi, sonra Rasûl-i Ekrem kazmayı eline alarak besmele çektikten sonra kazma ile kayaya üç defa vurunca kaya tuzla buz oldu. Bu sırada dikkat ettim, Rasûl-i Ekrem karnına (açlıktan) bir taş bağlamıştı."
Hz. Câbir, Sıffin vakasında Hz. Ali tarafında yer aldı. Ancak, Hz. Ali'nin şehit edilmesinden sonra Muaviye'ye bey'at etti. Ömrünün sonlarında gözleri görmez oldu. Medine'de doksanüç yaşında öldü.
Câbir, Rasûlullah'tan bin beş yüzden fazla hadis rivayet etmiştir. Etli sekizi Buhârî ve Müslim'de mevcut olup müttefekun aleyhtir. Ashab arasında Câbir İbn Abdullah isminde iki kişi daha vardır: Biri Câbir İbn Abdillah İbn Rebâh; diğeri Câbir İbn Abdillah er-Râbisî'dir. (Tezkiretü'l-Huffaz, I, 37)
Hz. Câbir'in Rasûlullah'tan önemli rivayetleri vardır. Bunlardan bazıları şöyledir: İstihâre* hadîsi: "Rasûlullah Kur'an'dan bir sure öğretir gibi (büyük küçük) işlerimizin hepsinde bize istihâre (duasını) öğreterek şöyle buyurdu. "Sizin biriniz bir işe kalben azmettiğinde o kimse farz değil (istihare niyetiyle nafile olarak) iki rekat namaz kılsın. (Namazdan) sonra şöyle dua etsin: -Ya Rab hakkımda hayırlısını bildiğin için senin dergâh-ı inâyetinden bana hayırlısını bildirmeni dilerim. Ve hayırlı olana gücün yetiştiğinden lutfundan bana güç vermeni dilerim. Ya Rab, hayırlı olanın bana gösterilmesini ve takdirini senin o büyük fazl ve kereminden dilerim. Allah'ım senin her Şeye gücün yeter, halbuki benim yetmez. Sen her Şeyi bilirsin, halbuki ben bilmem. Muhakkak sen Şuurumuzdan uzak olan her şeyi de pek yakından bilirsin. Ya Rab, bilirsin ki bildiğinde hiç şüphe yoktur Şu azmettiğim iş dinim, dünya ve âhiretim için hayırlı ise, benim için onu kolaylaştır. Sonra işlemeye kudret bahşettiğin ve bana nasip kıldığın bu işi, mübarek eyle. Yine şu azmettiğim iş dinim, dünya ve âhiretim için şer ise, bu işi benden beni de bu işten uzaklaştır. Ve hayır nerede ise o hayrı bana takdir eyle. Sonra nefsimi bu takdir buyurduğun hayır kabul etmeye razı kıl. "
Hz. Câbir "istihare eden müminin duada bu iş diye geçen yerlerde hacetini adıyla anmasını" söylemiştir.
Hz. Câbir'in rivayet ettiği diğer hadislerden bazıları şunlardır: "Sizin biriniz farz namazı mescidinde kıldığında (dönüp evine gelerek sünnet, müstehap, kaza namazlarını evinde kılmak suretiyle) evini de namazın feyz ve bereketinden nasibdar kılsın. Cenâb-ı Hak onun namazından evinde bereket yaratır. "
"Bir kere yanımızdan bir cenaze geçmişti de Rasûlullah (s.a.s.) cenaze geçtiği için kıyam etmişti. Biz de ayağa kalktık. Ve, Ya Rasûlallah, bu bir Yahudi cenazesidir dedik. Rasûlullah, Bir cenaze gördüğünüzde (müslim olsun, kâfir olsun) kıyam ediniz. Çünkü ölüm, korkunç bir şeydir buyurdu.
"Ey Câbir dikkat et. Sana Kur'an'da nazil olan en büyük sureyi bildiriyorum. Bu, Fâtiha-i Şerîfe'dir. Zira onda her derde karşı bir şifa vardır. "
"Rasûlullah (s.a.s) zamanında biz, at eti yerdik."
"Ezan ile beraber ticaret haram olur. Hutbe (cuma hutbesi) esnasında da söz söylemek haramdır. Söz söylemek hutbeden sonra helâl olur. Ticaret de namazdan sonra helâl olur."
"Rasûlullah'ın mescidinde bir hurma kütüğü vardı. Hz. Peygamber, hutbe esnasında ona dayanırdı. Kendisi için minber yapıldığında bu kütükten gebe develerin iniltisine benzer sesler çıktığını işittik. Hz. Peygamber minberden inip de elini üzerine koyunca sustu." O sırada kütük susturulan çocuk gibi hafif hafif inliyordu. Susturduktan sonra "O, yanında edildiğini işittiği zikrullah için ağladıydı" buyurdular."
Bir defa biz Rasûl-i Ekrem (s.a.s) ile birlikte Cuma namazı kılarken Şam tarafından yiyecek yüklü bir kervan geldi. Cemaat birer birer kâfileye doğru yönelip oniki kişi kalıncaya kadar hep dağıldılar. O zaman şu ayet nazil oldu: "Onlar bir ticaret yahut bir eğlence buldular mı hemen oraya koşup dağılıyor ve seni ayakta hutbe irad ederken bırakıp savuşuyorlar. Onlara de ki, namaz ve niyazları mukabili olarak Allah katında saklı duran sevap, eğlenceden de ticaretten de daha hayırlıdır. Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır. "
"Benden evvel hiç bir kimseye verilmedik beş şey bana verilmiştir: Bir aylık yola kadar (düşmanlarımın kalbine) korku salmak ile zafere erdim. Yeryüzü bana mescid kılındı. Onun için ümmetimden namaz vakti gelip çatmış her kim olursa olsun namazını kılıversin. Ganimet bana helâl edildi. Halbuki benden evvel kimseye helâl edilmemiştir. Bana şefaat verildi. Bir de her peygamber özellikle kendi kavmine gönderilirken ben bütün insanlara gönderildim. "
"Rasûl-i Ekrem (s.a.s) efendimiz öğleni (zevâlden sonra) gündüzün sıcağında; ikindiyi henüz güneş (beyaz ve) tertemiz iken; akşamı güneş battığında; yatsıyı da gâh erken gâh geç kıldırırdı. Cemaati toplanmış bulduğunda acele eder, gecikmiş bulduğunda tehir ederdi. Sabah namazını ise onlar, yahut Rasûlullah karanlıkta kılarlardı."
"Hz. Peygamber (s.a.s) sarımsağı kastederek Her kim bu yeşillikten yerse mescidlerimize, yanımıza gelmesin buyurdu."
Hz. Câbir Medine'de ölen son sahabidir. Hadis, tefsir ve fıkıh'da önemli bir yeri vardır. Müttaki veya facir, herkesin Cehennem'e gireceğini, fakat ateşin müttakileri yakmayacağını, Allah'ın onları ateşten kurtaracağını bildirerek, Meryem suresinin on yedinci ayetinin tefsirine açıklık getirmiştir. Yine o şu hadîsi bildirmiştir: "İnsanlar Allah'ın dinine fevc fevc girdiler, ondan fevc fevc çıkacaklar. "
EBÂN B. SAİD B. el-AS
İsmi; Ebân, Nesebi; Ebân b. Said b. el-Âs b. Ümeyye b. Abdişems b. Abdimenâf b. Kusay b. Kilâb b. Mürre b. Ka'b b. Lüeyy el-Kuraşî.
İslâm'dan önce Ebân'ın ailesi iki zümreye ayrılmış ve bu iki zümre arasında ihtilâf çıkmıştı. Ailesi İslâm'a karşı aşırı muhalif olanlardandı. Kardeşleri Halid ile Amr İslâm ile müşerref olmuşlardı. Ebân ise bunların müslüman olmalarından dolayı çok hiddetlendi (Üsdü'l-Ğâbe, I, 35). "Keşke Zaribe'de ölmüş olsa idim de, Amr ile Halid'in dine iftira ettiklerini görmeseydim" meâlinde bir şiir de söylemiş ve bu konudaki üzüntü ve kızgınlığını dile getirmişti.
Ebân, Bedir gazvesinde müslümanlara karşı savaşan müşriklerle beraberdi. Kardeşleri Ubeyde ve Âs müslümanlarla savaşırken muhârebede ölmüşlerdi; fakat Ebân ölmemişti (el-İsâbe, I, 10).
Hudeybiye sulhu sırasında Rasûlullah (s.a.s.), Hz. Osman'ı Kureyş ileri gelenleriyle görüşmek üzere Mekke'ye elçi olarak göndermişti. Hz. Osman, müzâkere için Mekke'ye gittiği zaman Ebân'ın misâfiri oldu. Ebân Osman'ın muhâfazasını üzerine aldı. Gerçekten o, Hz. Osman'ı çok severdi (el-İstilâb, I, s.35).
Ebân, müslüman olmadan önce Rasûlullah (s.a.s.)'a muhâlif olanların başındaydı. Bununla beraber bu yeni din ve Rasûlullah (s.a.s.)'ın peygamberliği hakkında da araştırma yapıyordu. Ebân, Kureyş'in ileri gelen tüccarlarından biri idi. Sık sık o sıralar ticaret ve ilim merkezi olan Şam'a giderdi. Yine bir seferinde Ebân, Şam'da bir rahiple karşılaştı. Onun Kureyş'ten olduğunu anlayan rahip, bu kabileden Cenâb-ı Hak tarafından görevlendirilen şahsın çıkacağını ve Allah yolunda İsa ve Musa'nın yolunu takip edeceğini ona bildirdi. Bunun üzerine Ebân, bu zâtın isminin ne olacağını sordu. Rahip; "Muhammed" dedi. Ayrıca eski eserlerde ve semâvi kitaplarda gönderilecek olan peygamberin bazı özelliklerini okuduğunu ona anlattı.
Ebân bu sözleri dinledikten sonra rahibe; "Saydığın bu hususların hepsi o zatta mevcuttur" dedi. Rahip bu zâtın bütün Arap ülkelerinde iktidarı elde ettikten sonra iktidarının bütün dünyayı saracağını söyledi. Şunu da ilâve etti: "Sen memleketine geri döndüğün zaman bana İslâm hakkında malumat ver. Ona git, benden selam söyle ve hürmetlerimi bildir".
Ebân, Mekke'ye geri döndüğü zaman artık değişmişti. İslâm'a, müslümanlara karşı eski hali kalmamış, muhâlefeti tamamen kalkmıştı (Üsdü'l-Ğâbe, 1, 36).
Bir müddet böyle devam ettiği halde, Ebân hâlâ Atalar dininin hürmetini, rakiplerinin tavrını düşünerek konuştuğu rahibin söylediklerini de bir tarafa bırakmıştı. Fakat bütün bunlara rağmen Ebân, Hakk'ın câzibesine daha fazla dayanamayarak Hayber'den önce İslâmiyet'le müşerref oldu (el-İstiâb, 1, 35). Müslüman olduktan kısa bir müddet sonra da hicret etti.
Rasûlullah (s.a.s.) Ebân'ı müslüman olduktan sonra bir seriyye'nin emirliğine getirerek, Necid tarafına gönderdi. Hz. Ebân bu seriyyeden zaferle döndü, fakat Hayber fethine katılamadı. Hz. Ebû Hureyre bu sırada Habeş muhâcirleriyle Medine'ye varmıştı. Hz. Ebân ve Hz. Ebû Hureyre Hayber ganimetlerinden istifade edememişti. Bunun üzerine her ikisi de bu ganimetlerden faydalanmak için Rasûlullah (s.a.s.)'e maruzatta bulundular. Fakat o sırada orada bulunanlardan bazıları bunların Hayber gazasında bulunmadığını söylediler. Ebân üzüldü. Fakat Rasûl-i Ekrem her ikisine de iltifatta bulundu (Buhârî Kitâbü'l-Meğazî, Cazvetu Hayber). Ebân Necid seriyyesinde muvaffak olduğundan dolayı başka seriyyelerin de emirliğine tâyin edildi.
Hz. Eban, bundan sonra Rasûlullah (s.a.s.)'ın emriyle deniz ve kara işlerinin idaresine ve vergilerinin tahsiline tâyin edildi. Rasûlullah (s.a.s.)'ın vefâtına kadar da bu görevde kaldı. Vefâtıyla birlikte de geri döndü (el-İstiâb, 1, 36).
Rasûlullah (s.a.s.)'ın vefâtından sonra Hz. Ebû Bekir'e genel bir bey'at yapılmıştı. Fakat sayıları sınırlı bazı kimseler bey'at etmedi. Bunların arasında Ebân da vardı. Fakat bütün Hâşimoğulları bey'at edince artık onun bey'at etmesine mazeret kalmamış, o da bey'at etmişti. Hz. Ebû Bekir, hilâfette iken Rasûlullah'ın tâyin ettiği emir ve görevlileri azletmedi. Hz. Ebân'ın da vazifesinin başına dönmesini rica etti. Fakat Hz. Ebân kabul etmeyip şöyle dedi: "Rasûlullah (s.a.s.)'den sonra başka herhangi bir kimsenin teklifini kabul etmem." Bunun yanında ise bazı rivâyetlerde Hz. Ebû Bekir'in ısrarı üzerine Yemen valiliğini kabul ettiği rivâyet edilmektedir (Üsdü'l-Ğabe, I, 37).
Hz. Ebân'ın vefâtı ihtilâflı olmasına rağmen kuvvetli bir rivâyette Hz. Ebû Bekir'in hilâfeti zamanında Ecnâdin muhâberesinde şehid olduğu söylenmektedir.
EBÛ ZERR el GIFÂRÎ (ö.31/651 52)
İlk müslümanlardan, sahâbî Ebû Zerr, Benû Gıfâr kabilesine mensub olup doğum tarihi bilinmemektedir. H. 31 (M. 651/652) yılında Mekke ile Medine arasında bir yer olan er-Rebeze'de vefât etmiştir.
Ebû Zerr (r.a)'in ismi ve babasının adı hakkında kaynaklarda çeşitli isimler zikredilmektedir. Bazı eserlerde isminin Cündüb b. Cenâde b. Seken, bazı eserlerde Seken b. Cenâde b. Kavs b. Bevaz b. Ömer olarak zikredilmektedir. Bazı eserlerde ise Cündüb b. Cenâde b. Kays b. Beyaz b. Amr olarak zikredilmektedir. Bu sonuncusunun daha doğru olması muhtemeldir. Zira annesinin künyesi Ümmü Cündüb'dür (İbnü'l-Esir, Üsdül-Gâbe, Vl, 99-101).
Hz. Cündüb b. Cenâde'nin künyesi Ebu Zerr'dir. İslâm tarihinde isminden ziyade bu künyesi ile meşhur olup bununla anılmaktadır. Lâkabı ise Mesîhu'l-İslâm'dır. Bu lâkabı ona Hz. Muhammed (s.a.s) bizzat vermiştir. Ebû Zerr el-Gifârî'nin kabilesi ve ailesi genellikle câhiliye devrinde yol kesmek, kervanları soymak ve eşkıyalık yapmakla tanınırdı. Ebû Zerr, cesareti ve atılganlığı ile o kadar büyük bir şöhret yapmıştı ki, ismini duyan, olduğu yerde korkudan titrerdi.
Genç yaştaki Ebû Zerr hazretleri bir gün, birdenbire değişerek mesleğini bırakıp haniflerden oldu. İslâm'ın henüz zuhur etmediği bir zamanda Allah yolunu tuttu. Öyle ki, etrafındakilere, "Allah'tan başkasına ibadet edilmez. Putlara tapmayınız, onlardan hiçbir şey istemeyiniz!" demeye başladı. Böylece hak yolunu bulmuş ve lebbeyk demişti. Bu husustaki ifadesine göre, müslüman olmadan üç yıl evveline kadar kendine mahsus bir şekilde Allah'a ibadet ettiğini ifade etmiştir.
Ebû Zerr (r.a.), İslâm daha duyulmadan hakkın dâvetine cevap veren ve ruhen iman eden büyük sahâbîlerden biridir.
Ebû Zerr hazretlerinin İslâm ile müşerref olması başlı başına bir olaydır. Şöyle ki: .
-Bir gün, Gıfâroğulları kabilesine mensub bir kişi, Mekke'den kendi kabilesine döndüğünde doğru Ebû Zerr'e gitti ve Mekke'de bir zatın zuhur edip kendisinin peygamber olduğunu iddia ederek insanları yeni bir dine dâvet ettiğini ve Cenâb-ı Hakkın vahdâniyeti hakkında halka talimatta bulunduğunu haber verdi. Ve bu işi tahkik etmesini ilâve etti. Kabiledaşının vermiş olduğu bilgileri dikkatle dinleyen Hz. Ebû Zerr, karşısındakinin sözleri bittikten sonra:
"Cenâb-ı Hakka yemin ederim ki, bu zat, iyilikleri öğrenmeleri ve kötülüklerden sakınmaları için halka nasihatler yapmaktadır" dedi.
Bu konuşmadan kısa bir süre sonra Ebû Zerr Mekke'ye gitti. Bu sırada Hz. Muhammed'in Mekke'deki durumu çok kritik olduğundan, ashabı onu büyük bir titizlikle koruyor ve bulunduğu yeri hiç kimseye açıklamıyorlardı. Ebû Zerr Hz. Peygamber'i kime sorduysa bir cevap alamadı. Çaresiz Kâbe'ye gitti. Zemzem suyundan içerek biraz rahatladı. Tekrar Hz. Peygamber'i aramaya çıktı. Yine kimseden bir cevap alamadı. Bu arada tesadüfen karşısına çıkan Hz. Ali'ye sordu ise de yine bir cevap alamadı. Birkaç gün böyle geçti.
Nihâyet kendisinin Rasûlullah'ın nübüvvetini ve onu aradığı hususu Rasûlullah'a bildirilince önce şekli şemâili ve durumu tetkik edildi. Sonra zararsız bir kimse olduğu anlaşılınca Hz. Ali vasıtasıyla Hz. Peygamber'e götürüldü. Rasûlullah ile yaptığı kısa bir konuşma ve görüşmeden sonra kelime-i şehâdet getirerek İslâm'a girdi. Artık bu günden itibaren bütün kuvvet ve kudretiyle bütün aşk ve şevkiyle, bütün cesaret ve şecâatiyle İslâm'ı yaymaya ve öğretmeye başladı. Ebû Zerr (r.a.) kardeşi Uneys (veya Enis'in) de İslâm'a girmesini sağladı. Kabilesinde de İslâm'a dâvet faâliyetlerine girişti ve birçoğu onun eliyle müslüman oldu. Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden sonra meydana gelen Bedir, Uhud, Hendek ve diğer gazvelere katıldı. Tebük gazvesinde İslâm ordusu hazırlandığı zaman Ebû Zerr gecikmiş; devesinin bitkinliğine rağmen Rasûlullah'ın ardından yürüyerek Tebük seferine katılmıştı. Mekke fethi sırasında kendi kabilesinin sancaktarlığını yapmıştır. Ebû Zerr (r.a.) tabiaten fakir, zâhid ve inzivâyı seven bir sahâbî idi. Dünyaya hiç değer vermezdi. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.s.) kendisine Mesîhu'l-İslâm lâkabını takmıştı. Nitekim Ebû Zerr (r.a.), Rasûlullah'ın irtihâlinden sonra bu lâkaba uygun olarak dünya ile alâkasını tamamen keserek inzivâya çekildi. Medine'nin bağı bahçesi onun için bir harabeden başka birşey değildi. Hele Hz. Ebû Bekir (r.a.) de vefât edince Ebû Zerr (r.a.) tamamen içine kapandı. Yüreğindeki acılara tahammül edemez hale geldi. Medine'den ayrılıp Şam'a yerleşti.
Hz. Osman (r.a.) devrinde fetih hareketleri oldukça genişlemiş ve bu yüzden fethedilen bölgelerin gelenekleri de İslâm'a etki etmeye başlamıştı. Bunun neticesi olarak emirler, sâdelikten ayrılarak dünyevî bir yaşantının içerisine girmişlerdi. Saraylar, köşkler, konaklar yapılmaya. Hizmetçiler tutularak işler onlara gördürülmeye başlanmıştı. Rasûlullah'ın, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer devrinin sâdeliği unutulmuştu. Bu sâdeliği unutmayanlardan birisi de Ebû Zerr (r.a.) idi. O, sâde yaşayışını sürdürmekte ısrâr ediyordu. Mal ve servet biriktirme hırsı yoktu. Debdebeli bir hayat tarzını seçenlere gereken ikazları yapıyor; bu durumun onlara kötülükten başka birşey vermeyeceğini, bir gün bunların hesabının sorulacağını söylüyordu. Ve sık sık delil olarak: "Altın ve gümüş depo edip Allah yolunda sarfetmeyenlere elim azabı müjdele..." meâlindeki âyeti okuyordu. Hz. Muâviye ve emirlerinin yaşantılarını sürekli eleştiriyordu. Bu yüzden Şam'da fesat çıkardığı iddiasıyla Ebû Zerr (r.a.), Hz. Osman (r.a.)'a şikâyet edildi. Hz. Osman, Ebû Zerr'i Medine'ye çağırdı. Hz. Ebû Zerr Medine'ye geldikten sonra Hz. Osman'a, "Benim dünya malına ve dünya metama ihtiyacım yoktur!" diye haber gönderdi. Hz. Ebû Zerr'in Medine'ye gelişi halk üzerinde büyük bir tesir ve hayret icra etti. Fakat Ebû Zerr, Medine'de fazla kalmayarak Mekke civarında bulunan Rebeze mevkiine giderek oraya yerleşti. Onun bu hareketini Hz. Osman da tasvib etti. Hz. Osman ona birkaç koyun ve bir deve verip bunlarla geçimini sağlamasını söyledi.
Medine'de âsiler Hz. Osman aleyhine faâliyetlerde bulundukları zaman Ebû Zerr'i bu işe karıştırmak istedilerse de bir kenara çekilip âsilere bu fırsatı vermedi. Ebû Zerr, Rebeze'de çok sıkıntılı günler geçirdi. Evi harab olmuş, sırtında elbise kalmamıştı. Ailesi elbiseden bahsettikçe, o "bana elbise değil, kefen lâzım" diyordu. Nihâyet hastalandı. Öleceğini anlayan eşi, kefeni dahi olmadığını söyleyerek ne yapacağını ve kendisini nasıl defnedeceğini hem düşünüyor ve hem de Ebû Zerr'e düşüncesini açıklıyordu. O ise yattığı hasta yatağından biraz doğrularak eşine, üzülmemesini, Mekke tarafından bir kâfile gelmedikçe ölmeyeceğini, zira bu kâfile ile gelen bir gencin kendisine kefen getireceğini anlatıp arada sırada hanımına "Bak bakalım, ufukta toz bulutu görüyor musun" diyordu.
Nihâyet H. 31 (M. 651-652) yılında bir gün ufukta bir kervan gözüktü. Kervan konakladıktan kısa bir süre sonra Hz. Ebû Zerr dâr-ı bekâ'ya göçtü. Ensâr'dan bir genç gelip onu kefenledi ve cenaze namazını kıldırarak Rebeze'ye defnetti (Hayreddin Zirikli, el-A'lâm, II, 140).
Uzun boylu, esmer, geniş omuzlu ve saçları beyazlaşmış haliyle Hz. Ebû Zerr bir âbide gibi idi. Vefâtında geriye harab bir ev ile üç koyun ve birkaç keçiden başka birşey bırakmadı.
Ebû Zerr (r.a.), ashâb tarafından "ilim deryası" sıfatıyla vasıflandırılmıştı. Çünkü bilgi edinmek için Hz. Peygamber'e sık sık sorular sorardı. İman, ihsan, emir, nehy, iyilik ve kötülük hakkında ne varsa hepsini Rasûlullah'a sorarak öğrenmişti. Her hareket ve işinde Resûl-i Ekrem'e tâbi olduğunu gösterirdi. Gayet kanaatkâr olup basit ve sâde yaşardı. Âbid, zâhid idi. Hakkı söylemekten çekinmez ve korkmaz idi. Ebû Musa el-Eş'âri'yi ise yaşayışından dolayı çok severdi ve ona, "Sen, benim kardeşimsin" derdi.
Ebû Zerr (r.a.), yaratılıştan hak sever bir sahâbî idi. Ümmet arasında meydana gelen fitne ve fesatlara karışmaktan son derece sakınırdı. Hz. Osman'a muhâlif olmasına rağmen, etrafın sıkıştırmasına mukâbil bitaraf kalmıştır. Hz. Osman'a ve Hz. Muâviye'ye muhâlif olarak tanınırdı. Fakat bütün bu muhâlefetlerine rağmen onlara karşı gelmedi. Kendisine arzu etmediği birşey teklif edildiği zaman, zâhidlere mahsus bir edâ ile ve güler yüzle, hoş sohbetliğini de ileri sürerek reddederdi. Ebû Zerr, pek az sayıda fetvâ vermiştir. Zira bu hususta çok titiz davranırdı. Ancak haklı bir meselede halifeye karşı gelmekten çekinmezdi. Hz. Ebû Zerr'in oğlu, sağlığında vefât etmişti. Geriye yalnız bir eşi ve bir kızı kalmıştı (M. Asım Köksal, İslâm Tarihi, Mekke Devri, s.177-180).
EBÛ EYYUB EL-ENSÂRÎ (ö.52/672)
Medineli müslümanlardan ve hicret sırasında Hz. Peygamber'i evinde misafir eden sahâbî.
Ebû Eyyûb Hâlid b. Zeyd el-Ensarî en-Neccârî (r.a.); Ensâr'ın Hazrec kabilesinin Neccâroğulları koluna mensup olup, annesi Zehra binti Sa'd'dır. Abdülmuttalib'in vâlidesi tarafından Rasûlullah'la akraba olan Ebû Eyyûb, ikinci Akabe bey'atında hazır bulunmuş, Rasûlullah'a iman etmiştir (İbn İshâk, İbn Hişâm, es-Sîre, II, 100; İbn Sa'd, et-Tabakat, III, 484; İbn Abdülberr, el-İstiâb, IV, 1606; İbnü'l-Esir, Üsdü'l-Gâbe, VI, 25; ez-Zehebî, Siyer A'lâmü'n-Nübelâ, II, 288).
Medine, müslümanlar için emin bir yer olduktan sonra Mekke'de Rasûlullah (s.a.s.) ile birkaç müslüman kalmıştı. Rasûlullah da hicret yolculuğuna çıkınca bunu haber alan Ebû Eyyûb her gün Medine'ye yakın Hire ad verilen yerde onun yolunu gözlerdi. Nihâyet Rasûlullah görününce bütün Neccar'lıları toplayarak Rasûlullah'ı karşıladı. Bütün müslümanlar Rasûlullah'ı kendi evlerinde misafir etmek istiyordu. Bunun üzerine Rasûlullah devesini serbest bıraktı. Kusva adlı bu deve Ebû Eyyûb'un evinin önünde çöktü. Ebû Eyyûb bu olayı şöyle nakletmiştir: "Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) evimizin alt katına yerleşmişti. Ben de üst kattaki odada idim. Bir gün yukarıdan yere bir miktar su dökülmüştü. Suyun tavandan sızarak Rasûlullah'ın üzerine gelmemesi için suyu bir bez parçası ile kurutmaya çalıştık. Bunun üzerine Rasûlullah'ın yanına inip dedim ki: 'Ya Rasûlallah, senin bulunduğun bir yerin üstünde bulunmak bize yakışmaz, yukarıdaki odaya teşrif etmez misiniz?' Rasûlullah o günden sonra üst kata çıktı" (Müslim, Sahih II, 192). Ebû Eyyûb ile zevcesi Ümmi Eyyûb Rasûlullah'ın yemeğini hazırlardı. Bir gün soğanlı bir yemeği Rasûlullah yemeyip, "Onu yiyemedim, çünkü bu yemekte soğan olduğunu gördüm, ben ise soğandan hoşlanmam; fakat siz isterseniz yiyin onu yemekte bir sakınca yoktur'' demiş, Ebû Eyyûb da, "Ya Rasûlallah, sizin hoşlanmadığınız şeyden biz de hoşlanmayız" demiştir (Müslim, Sahih, II, 198).
Rasûlullah, Ensâr ile Muhacirler arasında gerçekleştirdiği "kardeşlik" olayında Ebû Eyyûb'e kardeş olarak Hz. Mus'ab b. Umeyr'i seçmiştir. Ebû Eyyûb'un evinde yedi ay kalan Rasûlullah'a Medine'de mihmandarlık yapan Ebû Eyyûb, Bedir, Uhud, Hendek ve diğer bütün gazvelerde Rasûlullah'ın yanında İslâm cihad hareketlerine katılmıştır (İbn Sa'd, et-Tabakat, 485; Hâkim, el-Müstedrek, III, 458; ez-Zehebî, A'lâmü'n-Nübelâ, 290).
Rasûlullah'ın vefâtından sonra da bütün gazâlarda yer almıştır. Hz. Ali'nin hilâfeti döneminde onunla birlikte Hâricilere karşı savaşmıştır. Hz. Ali'nin Medine'deki kaymakamı olan Ebû Eyyûb'un Halid ve Muhammed adlı iki oğlu, Umre adında bir kızı vardı. Hz. Ali (r.a.) devrinden sonra Muaviye zamanında Mısır'a gitti. Mısır valisi bir akşam namazına geç kalmıştı. O zaman namaz konusunda çok titiz davranan her sahâbî gibi Ebû Eyyûb şöyle demiştir: "Rasulullah'ın, 'Ümmetim akşam namazını yıldızların gökyüzünü kaplamasına kadar tehir etmedikçe hayır üzeredir, fıtrat üzeredir' dediğini duymadın mı? " "Duydum" diyen Ukbe'ye, "O halde neden akşam namazını geciktirdin?" diye sormuş; çok meşgul olduğunu söyleyen Ukbe'ye şöyle demiştir: "Senin bu yaptığını görerek, halkın Rasûlullah da böyle yapardı zehâbına düşmesinden endişe ederim" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 147).
Rasûlullah (s.a.s.) İstanbul'un fethini ashâbına anlatıp, "İstanbul elbette fetholunacaktır; onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 335) diye müjdelemiştir. Hicrî 52. yılda Muaviye oğlu Yezid kumandasındaki müslümanlar İstanbul'u kuşattılar. İslâm akîdesinin dünyanın dört bir yanına yayılması husûsunda çok canlı ve diri bir gayrete sahip olan müslümanlar İstanbul'un fethi ve İslâm devletinin sınırlarına dahil olmasını şiddetle arzuluyorlardı. Hz. Ebû Eyyûb el-Ensârı bu seferin hazırlanması için çok çalışmış ve sefere karşı çıkanlara öğütlerde bulunmuştu. Uzun bir yolculuk yapan Ebû Eyyûb yaşının çok ilerlemesinden dolayı İstanbul'a yaklaştıkları bir sırada hastalanmış, Yezid'e, öldüğü takdirde cenazesinin hemen gömülmeyerek ordunun varacağı en ileri noktaya kadar götürülmesini ve o yerde gömülmesini vasiyyet etmişti. Burada defnedilen Ebû Eyyûb müslümanların İstanbul'da bir sembolüdür. İstanbul, ashab devrinden başlamak üzere defalarca muhâsara edilmiş, nihâyet bu şehri fethetmek 1453 yılında Fatih'e nasip olmuştur. Ebû Eyyûb'un ölüm döşeğinde şu hadisi rivâyet ettiği zikredilir; "Bir insan Cenâb-ı Hakk'a bir ortak koşmaksızın ruhunu teslim ederse, Allah onu cennete koyar."
Kişiliği, Ahlâkı, Fazileti
Ebû Eyyûb'un fazîlet ve kemâl itibariyle yüksek bir makamı vardı. Rasûlullah'ın eğitiminden geçmiş bir sahâbî olarak onun sünnetine çok önem verir, bir yanlışlık gördüğünde doğrusunu anlatır, hemen sünnetin uygulamasına çalışırdı. İslâm ordusu İstanbul'u kuşattığında hastalanan Ebû Eyyûb, o hâliyle bile Allah Rasûlünden şu hadisi nakletmiştir: "Kostantiniyye surunun dibine sâlih bir kişi gömülecektir." Umarım ki o kişi ben olayım (İbn Abd Rabbîh, el-Ikdü'l Ferîd, II, 213). Ordu komutanı Yezid Ebû Eyyûb'un tabutunu askerlerin ortasına almış, askerler de çarpışmalarda bu tabutu koruyarak ilerlemişlerdir. İstanbul surlarını korumakta olan Bizans kumandanı bu garib durumu görünce, "Bu nedir?" diye sormuş, Yezid de, "Bu bizim peygamberimizin sahâbisidir. Bize senin ülkende içerilere doğru götürülüp gömülmesini vasiyyet etti. Biz de onun bu isteğini yerine getireceğiz. " Bizans kumandanı: "Sen ne akılsız adamsın. Sen dönüp gidince biz onu köpeklere yem ederiz." Yezid: "Eğer onun kabrini açtığınızı veya cesedine birşey yaptığınızı duyacak olursam ben de bütün Suriye'de öldürmedik hıristiyan, yıkmadık kilise bırakırsam bu ölüye ikramıma sebep olan zat-ı Peygamber'i (s.a.s.) inkâr etmiş olayım." Bunun üzerine kumandan şöyle demiştir: " Ben onun kabrini elimden geldiğince koruyacağımâ Mesih hakkı için söz veriyorum." Surların dışında defnedilen Ebû Eyyûb'un kabrinin üzerinde sonradan bir kubbe yapılmış ve bu mübarek adamın kabri müslümanların ve hıristiyanların saygı gösterdikleri bir yer olarak korunmuştur. Ebû Eyyûb el-Ensari hazretleri, Hayber savaşından dönülürken Rasûlullah'ın çadırının çevresinde kendiliğinden bütün gece nöbet tutmuş, Rasûlullah onun için, "Allah'ım, beni koruyarak gecelediği gibi, sen de Ebû Eyyûb'u koru" diye dua etmiştir (İbn İshâk, İbn Hişâm, es-Sire, III 354-355).
Habib b. Ebî Sâbit'in naklettiğine göre, Ebû Eyyûb el-Ensârı Muaviye'ye gidip borçlu olduğundan yakınarak yardım istedi. Muaviye ona yardım etmedi. Ebû Eyyûb, Muaviye'ye, "Rasûlullah'ın 'Benden sonra iş başındakilerden bencillik göreceksiniz' diye buyurduğunu işittim" dedi. Muaviye, "Peygamber efendimiz bunu söylerken size de bir tavsiyede bulunmadı mı?" dedi. Ebû Eyyûb, "Sabretmeyi tavsiye etti" dedi. Muaviye, "O halde siz de sabrediniz" deyince Ebû Eyyûb ona, "Vallahi bundan sonra senden hiçbir istekte bulunmayacağım" diyerek Hz. Ali'nin Basra valisi İbn Abbâs'a gitmiş ve İbn Abbâs evini ona tahsis ettiği gibi yirmi bin dirhem para vermişti (Kenzü'l-Ummâl, VII, 95). İmam Ahmed'den yapılan bir nakle göre Ebû Eyyûb şöyle demiştir: ''Kim Allah'a ortak koşmadan ölürse, cennete gider" (el-Bidâye, VIII, 59).
Ebû Eyyûb, savaş meydanında İslâm askerlerini aşıp Rumlara tek başına saldırır, Rumların içine kadar ilerler ve geri dönerdi. Herkes onun kendini tehlikeye attığını söylediğinde de, "kendimizi tehlikeye atmak düşmana hücum etmek değil, asıl tehlike mallarımızın bakımı ile uğraşıp cihadı terketmektir" demiştir (Beyhâki, IX, 99; İbn Kesir, I, 228).
Sâlim b. Abdullah'ın rivâyetine göre, Abdullah b. Ömer, onun düğününe Ebû Eyyûb'u da çağırmış; Ebû Eyyûb, Sâlim'in evinin duvarlarının yeşil perdelerle süslenmiş olduğunu görünce, "Siz de mi duvarlarınıza perde asıyorsunuz" demiş, Abdullah b. Ömer de, "Ya Eba Eyyûb, kadınlarla başa çıkamadık" diye cevap vermiş; bunun üzerine Ebû Eyyûb "Pek çok kimse kadınlarla basa çıkamasa da senin başa çıkamayacağını ummazdım. Ben ne sizin evinize girer, ne de yemeğinizi yerim" demiştir (Kenzü'l-Ummâl, VIII, 63).
Peygamber efendimizden şunu rivâyet etmiştir:
''Müslüman kişinin kardeşi üzerinde yerine getirmesi gereken altı hakkı vardır. Bunlardan birini yapmadığı zaman, altı hakkından birini yerine getirmemiş olur: 1- Ona rastladığında selâm vermesi, 2- Onu yemeğe çağırdığı zaman dâvetine icâbet etmesi, 3- Aksırdığı zaman ona dua etmesi, 4- Hastalandığı zaman ona uğraması, 5- Öldüğü zaman cenazesinde bulunması, 6- Kendisinden nasihat ve yol göstermesini istediği zaman ona yol göstermesi" (Buhâri, el-Edeb, 134).
İstanbul muhasarası sırasında şehid olan Ebû Eyyûb el-Ensârı bugün İstanbul'un Eyüp ilçesindeki Eyüb Sultan Camii avlusunda bulunan türbesinde yatmaktadır. Kabri ile ilgili olarak, (bk. Taberî, Târih, III 2324 ibnü'l-Esir, Üsdü'l-Ğabe, V, 143; Hâfız Huseyn b. Haccı, Hadîkatü'l Cevâmî, I, 243) adlı kitaplarda sözedilmektedir. Türbesi yıllarca müslümanların ziyaret yeri olmuştur; bugün de halk Ebû Eyyûb'un türbesini büyük kalabalıklar halinde ziyaret eder. II. Mahmud, Topkapı Sarayı hazinesindeki Hz. Peygamber'e âit kutsal eşyadan "Kadem-i Şerif"i bu camiye koydurtmuştur .
EBÛ MUSA EL-EŞ'ARÎ (ö.44/666 ?)
Sahâbî. Hz. Ali ile Muâviye arasındaki savaşta meşhur "hakem olayı"nda hakemlik yapan Ebû Musa el-Eş'ari, Yemenlidir. Asıl adı Abdullah'tır. Ailesi ile birlikte Rasûlullah'ı görmeden Yemen'deyken iman etmiştir. Rasûlullah'ın yanına gelmek üzere Yemen'den yola çıkan Ebû Musa, Habeşistan'a gitmiş ve orada Ca'fer b. Ebî Tâlib ve diğer müslümanlarla buluşmuştur. Medine'ye ulaştıklarında Hayber'in fethi tamamlanmıştı. Rasûlullah Ebû Musa'ya harbe katılmış gibi ganimetten pay vermiştir (İbnü'l-Esir, Üsdü'l-Ğâbe, II, 30, 235, 245).
Ebû Musa el-Eş'arî, Mekke'nin fethine ve Huneyn gazasına katılmıştır. Huneyn gazasından sonra Rasûlullah, Evtas vâdisinde toplanan Havazin kabilesini dağıtmaya Ebû Âmir'i gönderdi. Buradaki çarpışmada yaralanan ve sonra şehid olan Ebû Âmir görevini Ebû Musa'ya devretmişti. Ebû Musa bunu Rasûlullah'a bildirdiği zaman Rasûlullah Ebû Âmir için dua etmişti. Ebû Musa kendisi için de dua etmesini söylediğinde Rasûlullah, "Ya Rabbi, Abdullah b. Kays'ın kusurlarını affet ve onu kıyamet günü güzellikle kabul buyur" diye dua etmişti.
Hicrî 9. yılda Tebük gazası vuku buldu. Ebû Musa ve arkadaşları bu savaşa katılmak için Rasûlullah'tan deve istediklerinde Rasûlullah onlara deve satın aldı.
Tebük seferinden sonra Rasûlullah, Ebû Musa'yı Muaz b. Cebel ile birlikte Yemen'e tebliğe gönderdi. Onları yollarken şöyle dedi: "Kolaylaştırınız güçleştirmeyiniz; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz. Sarhoşluk veren herşey haramdır; içkiden menediniz" (Buhâri, Cihad, 164; Meğazî, 60;
Müslim, Cihad, 5). Yemen'in iki tarafında Muaz ile Ebû Musa İslâm'ı tebliğ ettiler ve sonra buluştukları noktada aralarında bir mürtedin öldürülmesi konusunda şu tartışma geçti: Muaz: "Ya Abdullah, Kur'an'ı nasıl okuyorsun?" Ebû Musa: "Gece ve gündüz azar azar okuyorum. Yani Kur'ân'dan okumak istediğimi bir hamlede okumuyorum. " Muaz da şöyle dedi: "Ben gecenin başında uyuyorum, uykumu aldıktan sonra uyanıyorum ve Allah'ın kitabından okuyacağımı okuyorum."
Yemen'de tebliğ görevini tamamlayan Ebû Musa, Vedâ Haccı'na katıldıktan sonra Medine'de yerleşti. Yemen'de ortaya çıkan Esvedu'l-Ansı adlı yalancı peygamber yüzünden oraya geri dönmediği anlaşılmaktadır. Hz. Ömer devrinde Hadramut'a gitti. Orada emirlik yaptı, ancak Irak'ın fethine çıkan İslâm ordusuna katılmak için emirliği bırakıp, orduya katıldı. Nusaybin'in fethiyle görevlendirildi ve burayı fethetti (Taberî, Târih, 2506). Sonra, Hz. Ömer onu Basra valiliğine tâyin etti. Valiliğinin ilk döneminde Menâzır ve Susi illerini fethetti, İslâm devletine karşı isyan eden Hürmüzan'ı yendi. Hürmüzan'ın kalesi Huzistan'daydı. O müslümanlara buradan saldırıyordu. Buranın sarayları ve muazzam kaleleri vardı. Hürmüzan isyan ettikten sonra kaleyi tahkim edip, İranlıları müslümanların aleyhinde kışkırtmıştı. Ebû Musa ile onun ordusu Suster'de karşılaştılar. Muhârebeyi müslümanlar kazandı ve Hürmüzan, kalesine çekildi. Hürmüzan Hz. Ömer'e teslim olmak şartıyla Medine'ye gönderildi (Taberî, 2518). Suster'den sonra Cünd-i Sabur ilini de teslim alan Ebû Musa, Huzistan'ı emin bir yer haline getirdi. İranlılar Huzistan'ı kaybettikleri için intikam almak istedilerse de, Nihavend meydan savaşı diye meşhur muhârebede müslümanların karşısında yenilgiye uğradılar. Fethedilen yerlerin taksimi meselesinde Basra ile Kûfe arasındaki anlaşmazlık sonucu Hz. Ömer toprakları eşitçe paylaştırmış, ancak Kûfe valisi Ammar'ı azlederek, Ebû Musa'yı Kûfe'ye tâyin etmiştir. Kûfelilerin ondan şikâyeti üzerine Ebû Musa tekrar Basra valiliğine getirildi. Kûfelilerin Ebû Musa'yı Hz. Ömer'e şu şekilde şikayet ettikleri zikredilmektedir: "Harp esirlerini karşılıksız tahliye etmektedir. Devlet ve hükümet işlerini Ziyad b. Ebih'e vermiştir. Hâtie adlı şâire binlerce dirhem dağıtmıştır. Evinde Ukayle adlı kadını en mükemmel yemeklerle beslemekte, ona halkın yediğini yedirmeyerek büyük masraf yapmaktadır. "Bunları soruşturan Hz. Ömer, hiçbirinin doğru olmadığını öğrenince Ebû Musa'yı görevine iâde etti. Hicrî 23. yılda Ebû Musa İsfahan'ın fethine yardım etti, Basra'nın susuzluğunu gidermek için 'Ebû Musa Kanalı' diye bir kanal yaptırarak şehrin su problemini halletti. Hz. Ömer şehid edildikten sonra yerine geçen Hz. Osman zamanında altı yıl daha Basra valiliği yaptı. 29 hicrî yılda halkın şikâyeti üzerine Hz. Osman onu azletti ve yerine Abdullah b. Âmir'i atadı. Daha sonra H. 34 yılında Kûfe'ye tayin edildi. Kûfe çok karışık bir şehirdi, fitne ve fesadla doluydu. Ebû Musa burada halkı Rasûlullah'ın sünnetine dâvet etmesine rağmen, Hz. Osman şehid edildikten sonra fitneler büyüyünce müslümanlar iki kampa ayrılmışlardı. Hz. Ali, oğlu Hz. Hasan'ı Ebû Musa'ya yollayıp yardım istedi. Ebû Musa Hasan'a şöyle dedi: "Rasûlullah'tan duydum: 'Öyle bir fitne kopacak ki, o zaman oturan ayakta durandan, ayakta duran yürüyenden hayırlıdır' diyordu." Ammâr, Ebû Musa'ya "Herhalde bu hadisi yalnız Ebû Musa biliyor" diye dil uzatınca, Ebû Musa söyle konuştu: "Ey insanlar, fitne çok fena birşeydir. Fitne karnı aç, haris ve obur bir canavardır. Ben size emrediyorum. Kılıçlarınızı kınlarına sokunuz. Evlerinize çekiliniz. Biliniz ki, ben sizin iyiliğinizi istiyorum; siz de benim iyiliğimi isteyiniz. Ben sizi aldatmıyorum; siz de beni âldatmayınız. Bana itaat ediniz, dininizi de dünyanızı da kurtarırsınız. Bu fitnenin ateşinde onu, o ateşi yakanlar yanar." Fakat kimse onu dinlemedi. Ardından Cemel ve Sıffîn'de müslümanlar arasında kanlı çarpışmalar yaşandı ve hakem olayı * meydana geldi.
Hakem olayında, hâdise ve çatışmaların dışında kaldığı için Hz. Ali'nin temsilcisi olarak tayin edildi. Aslında Hz. Ali (r.a.), onun hakem olmasına karşıydı, ancak kendisine tâbi olanlar Ebû Musa'da ısrar edince, o da kabul etti. Ebû Musa'nın savunduğu görüş, fitnede iki tarafın da haksızlığı ve Hz. Osman'ın mazlum olarak katledildiği idi. Ebû Musa, Abdullah b. Ömer'in devlet başkanlığına getirilmesini önerdi. Ancak Muâviye'nin hakemi Amr b. el-Âs bunu kabul etmedi. Ebû Musa, hilâfetin şûra ile, yani halkın seçimine bırakılması ile olmasını istediği zaman iki taraf da bu teklifi kabul etti. Ali ile Muâviye'yi görevden azleden Ebû Musa, halkın serbest iradesiyle halifeliğe yeni birinin seçileceğini sanıyordu. Oysa bilindiği gibi fitne tekrar ortaya çıkmıştı (37/657). Ebû Musa'nın hakem olayında sonuna kadar ümmetin çıkarı doğrultusunda hareket ettiği görülmektedir. Amr b. Âs, Ebû Musa'nın kararına uymamış, onu aldatarak fitneyi tekrar körüklemiştir. Ebû Musa bu olaydan sonra Mekke'ye dönerek inzivâya çekilmiştir.
Ebû Musa bir rivâyete göre Mekke'de, diğer bir rivâyete göre Kûfe'de vefât etti. Hicrî 42 veya 44, senelerinde vefât ettiği zikredilir (Tezkiretü'l-Huffâz, I, 21). Hastalığı sırasında feryad eden zevcesine Rasûlullah'ın bağırıp çağırarak ağlamayı yasakladığını hatırlatmıştır (Müslim, 1, 18-19). Vasiyeti şöyledir: "Cenazemi süratle götürünüz. Peşimden kimse gelmesin, mezarımda vücudumla toprak arasına birşey konmasın. Kabrimin üstüne bir türbe yapmayınız. Kadınlar içinde saçını-başını yolarak ağlayanları uzaklaştırınız. Bunu Rasûli Ekrem'den naklediyorum" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 397).
Ebû Musa, valilik görevinde bulunmasına rağmen daima fakirlik içinde yaşamıştır (İbnü'l-Esir, 111, 143). Ebû Musa ilmin yayılmasına ve değer kazanmasına özellikle önem vermiş, halkı ilme teşvik için hutbe okumuştur. Rasûlullah'a en yakın olanlardan biriydi ve ondan birçok şeyler öğrenerek başkalarına aktarmıştır. Rasûlullah zamanında fetvâ vermek için icâzet aldığı söylenir (Tezkiretü'l-Huffâz, I, 21). Ebû Musa güzel sesiyle Kur'an okurken herkesi büyüler, Rasûlullah onu dinlerdi (İbn Sa'd, Tabakat,, IV/I, 80). Ebû Musa aynı zamanda muhaddistir. Üçyüzaltmış civarında hadis rivâyet etmiştir. Buhâri ve Müslim elli hadisini müşterek nakleder. Ebû Musa hayatında her zaman Rasûlullah'ı örnek almıştır. Gördüğünü veya duyduğunu aynen tatbik etmek istemiştir. Takvâya son derece önem veren Ebû Musa, hayâ ve temizliğe bilhassa düşkündü. "Hayâ imandan bir şubedir" demiştir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 415). Hiçbir zaman servete, mala-mülke itibar etmedi. Ümmetin hayır ve menfaatinden başka bir şey düşünmedi. Fitnelerin dışında kalmak istedi. Cemel ve Sıffîn muhârebelerinin dışında kâldı. Fitneye karışan kardeşi Ebû Rahm'e şöyle demiştir: "Rasûlullah'tan şöyle dediğini duydum: 'İki müslüman kılıçları ile karşılaşacak olurlar da biri diğerini katlederse ikisi de cehennemlik olur'' (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 403). Oğlu Ebû Bürde bir gün aksırdığında babasının kendisine "Yerhamükellah" dememesinin sebebini şöyle anlatır: "Babam, Peygamber efendimiz'den, 'Herhangi biriniz aksırdığı zaman eğer elhamdülillah derse ona yerhamükellah deyin, demezse siz de yerhamükellah demeyin ' diye buyurduğunu duydum" (Buhâri, Edeb, 137). Kalabalık bir cemaati vardı. Onlara Kur'ân dersi verirken şöyle derdi: "Kur'ân öyle bir şeydir ki, ona uyarsanız sizin için ecir, uymazsanız ağırlık ve yük olur. O halde ona uyunuz, o size uymasın. Zira Kur'ân kendisine uyanları cennete götürür, uymayanları da yüzüstü cehenneme sürükler" (el-Hılye, 1, 257).