Arama

Sahabeler / Peygamberimizin Arkadaşları - Sayfa 5

Güncelleme: 24 Mart 2016 Gösterim: 142.522 Cevap: 198
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
19 Nisan 2006       Mesaj #41
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ABBÂS IBN ABDULMUTTALIB
kabe3 ayet

Sponsorlu Bağlantılar

Hz. Peygamber'in amcasi. Künyesi Ebu'l-Fazl. Babasi Abdulmuttalib, annesi Nuteyle'dir. Abbas Rasûlullah'tan bir iki yas büyüktü.
Abbas, çocuklugunda kaybolmustu. Annesi onu bulunca Kâbe'nin örtülerini ipeklilerle yenilemisti. Rasûlullah çocukken annesi ölünce dedesi Abdulmuttalib'in himayesine geçtikten sonra Abbas'la çocukluklari beraber geçti. Gençliginde Hz. Abbas ticaretle ugrasip, zengin oldu. Araplar arasinda Kâbe'ye hizmet büyük bir seref sayilirdi. Kâbe hizmetleri Kureys'in ileri gelenleri arasinda bölüsülmüstü. Hz. Abbas da sikâye* görevini yapiyordu. Hac günlerinde Abbas ile kardesleri Zemzem kuyusundan su çekerek hacilara dagitirlardi. Hz. Abbas su dagitma görevini Islâm'dan sonra da sürdürdü. Peygamberimiz Veda Hacci'nda Zemzem kuyusunun basina gelip Hz. Abbas'tan su istemistir.
Hz. Abbas, Peygamberimiz (s.a.s.) Islâm'i yaymaya basladiginda tarafsiz bir tavir takinmisti. Ne iman etmis, ne de karsi koymustu. Hatta kabul etmemesine ragmen Islâm davetinde Hz. Peygamber'e yardimci olmustur. Medineliler Akabe'de Hz. Peygamber'e bey'at ettiklerinde Hz. Abbas da orada bulunmustu. Bey'at sirasinda Rasûlullah'in elini tutmus, Medinelilerle bey'atin gerçeklesmesinde önemli bir rol oynamistir. Hz. Abbas, müslüman görünmese de, ticârî ve idârî nüfûzundan Hz. Peygamber'i yararlandirmistir. Öte yandan hanimi Ümmü'l Fazl ise, ilk müslümanlardandir. Müsrikler Bedir'e giderken zorla Hz. Abbas'i da götürdüler. Hz. Abbas'in kerhen müsriklerle Bedir savasina katilmasi üzerine Rasûlullah söyle dedi:
"Abbas'a her kim rastgelirse sakin öldürmesin. O, müsriklerin zoru ile yurdundan gönülsüz çikmistir." Fakat Hz. Abbas, Bedir'de esir düstü ve Rasûlullah'in huzuruna çikarildi. Rasûlullah ona kendisi, kardesleri ve müttefiki olan Utbe b. Amr için fidye vermesini söyledi. O ise yalniz kendisi için yüz, Akil için seksen ukiyye -takriben yedi bin dirhem-altin vermekle yetindi. Ötekiler kendi mallarindan fidye verip kurtuldular. Abbas, fidyeleri verdikten sonra Rasûlullah'a söyle dedi: "Beni Kureys'in fakiri dedirtecek hâle koydun. Hayatim boyunca ötekine berikine avuç açacak hâle getirdin." Rasûlullah da cevaben: "Peki Ümmü'l-Fazl'e emanet ettigin mallar ne oldu? Buraya gelirken, 'Sayet kazaya ugrarsam iste bunlari ogullarim Fazl, Abdullah ve Kusem için sakla, seni kendimden sonra zengin birakiyorum' diyerek gösterip gömdügün altinlar ne oldu?" buyurdu. Abbas sasirdi ve "Vallahi senin Rasûlullah olduguna sehadet ederim. Bunu benden, bir de Ümmü'l- Fazl'dan baska hiçbir kimse bilmiyordu." dedi ve o anda hemen iman etti. Daha sonra Hz. Abbas Mekke'ye döndü. Müslümanligini gizledi ve Mekke'deki müslümanlari korudu; Mekke ve müsriklerle ilgili Peygamberimize haberler yolluyordu. Hz. Abbas, Mekke'nin fethinden kisa bir süre önce Medine'ye hicret etti. Hatta yolda Mekke'yi fethe gelmekte olan Hz. Peygamber ile karsilastiginda Rasûlullah ona, "Ben peygamberlerin sonuncusu, sen de muhacirlerin sonuncususun" demistir. Abbas Mekke'nin fethinden sonra Peygamber'in yaninda yer aldi; Huneyn'de Islâm ordusu dagilip çok az kisi kalmisken Abbas, Peygamberimizin atinin dizginlerini tutmus ve çagrisiyla müslümanlari çözülmekten kurtararak tekrar toplanmalarini saglamis ve savasin kazanilmasina sebep olmustur. Böylelikle onun gür sesi sayesinde büyük bir bozgun önlenmis oldu .
Hz. Peygamber, Vedâ Hutbesi'nde, "fâizin her türlüsünün ayagi altinda oldugunu ve ilk kaldirdigi fâizin amcasi Abbas'a ait olan fâiz borçlari oldugunu" söylemistir. Hz. Abbas çok zengindi ve faizle borç para veriyor, yani tefecilik yapiyordu; ancak fâizin kaldirilmasindan sonra bir daha fâiz alis-verisiyle ugrasmamistir. Bizans seferlerinde müslüman ordularin silah ve teçhizatinin mali kaynagini da Hz. Abbas karsilamistir.
Hz. Abbas'i, Rasûlullah'in vefati sirasinda hilâfet meselesiyle ugrasirken bulmanin anlami, onun, halifeligin Hâsimogullarinda kalmasini istedigi seklinde yorumlanabilir. Hz. Peygamber rahatsizlaninca Hz. Abbas, Hz. Ali'ye, "Görmüyor musun? Rasûlullah vefât etmek üzeredir. Ben Abdulmuttalib ogullarinin ölecekleri sirada yüzlerinin ne hâle geldigini bilirim. Haydi Allah Rasûlü'nün yanina gidelim de halifeligi kime birakacagini soralim. Bize birakirsa bunu bilelim. Bizden baskasina birakiyorsa kendisiyle konusalim, bize gerekli tavsiyelerde bulunsun" dedi. Hz. Ali bu teklifi reddederek, "Allah'in elçisinden bunu sorar da, o baskanligin bize ait olmadigini söylerse millet bizi hiçbir zaman baskan yapmaz, onun için ben bunu soramam" dedi.
Hz. Âise'den rivâyete göre, Rasûlullah hastalandiginda burnuna burun otu damlatildi. Hz. Peygamber ayildiktan sonra söyle dedi: "Abbas'tan baska her birinizin burnuna bu ilaç damlatilacaktir." Çünkü Abbas ilaç damlatilirken hazir degildi." Baska bir rivâyete göre, Hz. Abbas, Rasûlullah'in burnuna ilaç damlatmis, Peygamberimiz ayildiginda "Ilaci kim damlatti?" demis; Abbas'in damlattigi söylendiginde Rasûlullah (s.a.s.) Habesistan'i isaret ederek, "Bu ilaci kadinlar iste su memleket tarafindan getirdiler. Niçin bu ilaci damlattiniz?" diye sormustur. Abbas da "Biz senin zatülcenb hastaligina tutulmandan korktuk" demis. Rasûlullah da su cevabi vermis: "Allah beni bu hastalikla cezalandirmaz. Amcam hariç olmak üzere evde bulunanlarin hepsinin burnuna bu ilaç damlatilacaktir."
Hz. Abbas üç halife zamaninda da yasadi. Hicretin otuziki'nci yilinda Medine'de seksen sekiz yasinda vefat etti. Cenâze namazini Hz. Osman kildirdi. 653 yilinda öldügünde arkasinda on erkek çocuk ile bir çok kiz çocugu birakmistir. Hudeybiye barisi sirasinda Hz. Abbas'la görüsen Hz. Peygamber onun baldizi Meymûne ile evlenmisti. Hz. Abbas'in soyundan gelenler sonradan Abbâsîler devletini kurdular. Rasûlullah, amcasi Hz. Abbas'a saygi gösterir, onu övücü sözler söylerdi. "Abbas bendendir, ben de ondanim." Bir gün sarhosun biri yakalanmis götürülürken Abbas'in evine kaçmisti. Tekrar yakalandiktan sonra olay Rasûlullah'a anlatilinca o gülümsemis ve bir sey söylememisti. Rasûlullah, "Abdulmuttalib oglu Abbas, bu Kureys'in en cömerdi ve akrabalik baglarina en saygilisi" demisti. Hz. Abbas köle azâd etmeyi çok severdi. Devlet islerinde halifeler onun fikrini alirlardi. Hz. Ömer onu yagmur dualarina alir götürürdü. Dürüst, genis düsünceli, cömert, yardimsever bir sahabeydi. Nesli alabildigine çogalmistir. Buhârî ve Müslim'de ondan otuzbes hadis rivayet edilmektedir. Hz. Abbas Medine'de el-Bakî'* kabristaninda medfundur

Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
19 Nisan 2006       Mesaj #42
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
HZ. CÂBİR İBN ABDULLAH (r.anh)

Sponsorlu Bağlantılar
Cabir b. Abdullah b. Amr, b. Haram, b. Ka'b, b. Ganem, b. Seleme. Künyesi Ebû Abdullah olan Câbir Hazrec kabilesindendir.

Câbir'in babası, ikinci Akabe bey'aitinde müslüman olmuş ve Haramoğulları nakipliğine tayin edilmişti. Kâfirler Uhud gazasında onu, burnunu ve kulaklarını keserek işkence ettikten sonra şehit ettiler. Dokuz kızı vardı, bunlara Câbir baktı. Hz. Câbir babasının şehadetini şöyle anlatır: "Babam Uhud'da şehit oldu. Kız kardeşlerim bana bir deve vererek git babamızın cenazesini bu deveye yükle getir ve onu Selemeoğulları kabristanına göm dediler. Deveyi alarak gittim. Yanımda birkaç adam da vardı. Rasûl-i Ekrem babamı cihat meydanından taşıyarak aile kabristanına götürmek istediğimi haber aldılar. O, Uhud'da oturuyordu. Beni huzurlarına çağırarak dedi ki: Nefsimi elinde tutan Cenâb-ı Allah'a yemin ederim ki; Abdullah arkadaşları ile birlikte gömülecektir. Rasûl-i Ekrem'in bu sözü üzerine ben de babamı taşımaktan vazgeçtim ve onu Uhud şehitleri ile birlikte gömdüm." (Buhârî, II, 584). Rasûlullah Câbir'e, "Sana bir müjde vereyim mi? Allah babanı diriltti. Ve kendisine perdesiz doğrudan doğruya hitap etti. Halbuki şimdiye kadar hiçbir kimseye böyle hicabsız söylediği olmamıştır" buyurdu.

Babası şehit olunca ardında bıraktığı borçlarını Câbir ödeyemedi ve Rasûlullah'a giderek, "Ya Rasûlallah! Babam Uhud günü şehit olduğunda bana borç bıraktı. Alacaklılar beni sıkıştırıyorlar. Bana Yardım ediniz de borcumun bir miktarını gelecek yıla ertelesinler." dedi. Rasûlullah "Hay hay, öğleye doğru size gelir, alacaklıları görürüm" dedi. Rasûlullah Câbir'in evine gitti. O istirahat ederken Câbir onun için bir koyun kestirdi. Rasûlullah uyanınca Câbir'e "Bana Ebû Bekir'i çağır" dedi. Rasûlullah ve yanındaki ashabı yemek yediler. Yemekten sonra Rasûlullah gitmek üzere ayağa kalkınca Câbir'in zevcesi ona "Ya Rasûlallah, bana ve kocama dua et" diye yalvardı. Rasûlullah da

"Cenâb-ı Hak seni ve kocanı mağfiretine nail etsin" buyurdu. Rasûlullah daha sonra alacaklıları çağırmış ve onlardan Câbir'e mühlet vermelerini istemiş, onlar mühlet vermeyince Rasûlullah Câbir'e hurmalarını ölçüp onlara vermesini buyurmuştur. Câbir, hurmalarıyla babasının borçlarını ödedikten sonra kendisine de bir miktar hurma kalmıştır. Bunu Rasûlullah'a aktarırken karısına dönüp "Ben sana Rasûlullah'ı rahatsız etmemeni tenbih etmemiş miydim?" deyince karısı "Rasûl-i Ekrem benim evime gelir de, ben ondan bana ve kocama dua etmesini nasıl istemem?" demiştir. Câbir, "Biz, Rasûl-i Ekrem'in himmet ve imdadı ile borçtan kurtulduk" demiştir. Rivayete göre Câbir, Bedir ve Uhud savaşlarından başka bütün Cihat hareketlerine katılmıştır. Câbir, Enmar gazasında Rasûlullah'ın hayvanının üzerinde namaz kıldığını rivayet etmektedir. Hendek savaşında da Rasûlullah ile ashabının tam üç gün aç kaldıklarını, hendek kazan bazı sahabîlerin rastladıkları kayayı yerinden oynatamadıklarını nakleden Cabir şöyle der: "Rasûl-i Ekrem'e bir kaya parçasına tesadüf ettiklerini söylemişler. Hz. Peygamber de onlara "Siz bu kaya parçasının üzerine biraz su serpiniz" buyurdu. Su serpildi, sonra Rasûl-i Ekrem kazmayı eline alarak besmele çektikten sonra kazma ile kayaya üç defa vurunca kaya tuzla buz oldu. Bu sırada dikkat ettim, Rasûl-i Ekrem karnına (açlıktan) bir taş bağlamıştı."

Hz. Câbir, Sıffin vakasında Hz. Ali tarafında yer aldı. Ancak, Hz. Ali'nin şehit edilmesinden sonra Muaviye'ye bey'at etti. Ömrünün sonlarında gözleri görmez oldu. Medine'de doksanüç yaşında öldü.

Câbir, Rasûlullah'tan bin beş yüzden fazla hadis rivayet etmiştir. Etli sekizi Buhârî ve Müslim'de mevcut olup müttefekun aleyhtir. Ashab arasında Câbir İbn Abdullah isminde iki kişi daha vardır: Biri Câbir İbn Abdillah İbn Rebâh; diğeri Câbir İbn Abdillah er-Râbisî'dir. (Tezkiretü'l-Huffaz, I, 37)

Hz. Câbir'in Rasûlullah'tan önemli rivayetleri vardır. Bunlardan bazıları şöyledir: İstihâre* hadîsi: "Rasûlullah Kur'an'dan bir sure öğretir gibi (büyük küçük) işlerimizin hepsinde bize istihâre (duasını) öğreterek şöyle buyurdu. "Sizin biriniz bir işe kalben azmettiğinde o kimse farz değil (istihare niyetiyle nafile olarak) iki rekat namaz kılsın. (Namazdan) sonra şöyle dua etsin: -Ya Rab hakkımda hayırlısını bildiğin için senin dergâh-ı inâyetinden bana hayırlısını bildirmeni dilerim. Ve hayırlı olana gücün yetiştiğinden lutfundan bana güç vermeni dilerim. Ya Rab, hayırlı olanın bana gösterilmesini ve takdirini senin o büyük fazl ve kereminden dilerim. Allah'ım senin her Şeye gücün yeter, halbuki benim yetmez. Sen her Şeyi bilirsin, halbuki ben bilmem. Muhakkak sen Şuurumuzdan uzak olan her şeyi de pek yakından bilirsin. Ya Rab, bilirsin ki bildiğinde hiç şüphe yoktur Şu azmettiğim iş dinim, dünya ve âhiretim için hayırlı ise, benim için onu kolaylaştır. Sonra işlemeye kudret bahşettiğin ve bana nasip kıldığın bu işi, mübarek eyle. Yine şu azmettiğim iş dinim, dünya ve âhiretim için şer ise, bu işi benden beni de bu işten uzaklaştır. Ve hayır nerede ise o hayrı bana takdir eyle. Sonra nefsimi bu takdir buyurduğun hayır kabul etmeye razı kıl. "

Hz. Câbir "istihare eden müminin duada bu iş diye geçen yerlerde hacetini adıyla anmasını" söylemiştir.

Hz. Câbir'in rivayet ettiği diğer hadislerden bazıları şunlardır: "Sizin biriniz farz namazı mescidinde kıldığında (dönüp evine gelerek sünnet, müstehap, kaza namazlarını evinde kılmak suretiyle) evini de namazın feyz ve bereketinden nasibdar kılsın. Cenâb-ı Hak onun namazından evinde bereket yaratır. "

"Bir kere yanımızdan bir cenaze geçmişti de Rasûlullah (s.a.s.) cenaze geçtiği için kıyam etmişti. Biz de ayağa kalktık. Ve, Ya Rasûlallah, bu bir Yahudi cenazesidir dedik. Rasûlullah, Bir cenaze gördüğünüzde (müslim olsun, kâfir olsun) kıyam ediniz. Çünkü ölüm, korkunç bir şeydir buyurdu.

"Ey Câbir dikkat et. Sana Kur'an'da nazil olan en büyük sureyi bildiriyorum. Bu, Fâtiha-i Şerîfe'dir. Zira onda her derde karşı bir şifa vardır. "

"Rasûlullah (s.a.s) zamanında biz, at eti yerdik."

"Ezan ile beraber ticaret haram olur. Hutbe (cuma hutbesi) esnasında da söz söylemek haramdır. Söz söylemek hutbeden sonra helâl olur. Ticaret de namazdan sonra helâl olur."

"Rasûlullah'ın mescidinde bir hurma kütüğü vardı. Hz. Peygamber, hutbe esnasında ona dayanırdı. Kendisi için minber yapıldığında bu kütükten gebe develerin iniltisine benzer sesler çıktığını işittik. Hz. Peygamber minberden inip de elini üzerine koyunca sustu." O sırada kütük susturulan çocuk gibi hafif hafif inliyordu. Susturduktan sonra "O, yanında edildiğini işittiği zikrullah için ağladıydı" buyurdular."

Bir defa biz Rasûl-i Ekrem (s.a.s) ile birlikte Cuma namazı kılarken Şam tarafından yiyecek yüklü bir kervan geldi. Cemaat birer birer kâfileye doğru yönelip oniki kişi kalıncaya kadar hep dağıldılar. O zaman şu ayet nazil oldu: "Onlar bir ticaret yahut bir eğlence buldular mı hemen oraya koşup dağılıyor ve seni ayakta hutbe irad ederken bırakıp savuşuyorlar. Onlara de ki, namaz ve niyazları mukabili olarak Allah katında saklı duran sevap, eğlenceden de ticaretten de daha hayırlıdır. Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır. "

"Benden evvel hiç bir kimseye verilmedik beş şey bana verilmiştir: Bir aylık yola kadar (düşmanlarımın kalbine) korku salmak ile zafere erdim. Yeryüzü bana mescid kılındı. Onun için ümmetimden namaz vakti gelip çatmış her kim olursa olsun namazını kılıversin. Ganimet bana helâl edildi. Halbuki benden evvel kimseye helâl edilmemiştir. Bana şefaat verildi. Bir de her peygamber özellikle kendi kavmine gönderilirken ben bütün insanlara gönderildim. "

"Rasûl-i Ekrem (s.a.s) efendimiz öğleni (zevâlden sonra) gündüzün sıcağında; ikindiyi henüz güneş (beyaz ve) tertemiz iken; akşamı güneş battığında; yatsıyı da gâh erken gâh geç kıldırırdı. Cemaati toplanmış bulduğunda acele eder, gecikmiş bulduğunda tehir ederdi. Sabah namazını ise onlar, yahut Rasûlullah karanlıkta kılarlardı."

"Hz. Peygamber (s.a.s) sarımsağı kastederek Her kim bu yeşillikten yerse mescidlerimize, yanımıza gelmesin buyurdu."

Hz. Câbir Medine'de ölen son sahabidir. Hadis, tefsir ve fıkıh'da önemli bir yeri vardır. Müttaki veya facir, herkesin Cehennem'e gireceğini, fakat ateşin müttakileri yakmayacağını, Allah'ın onları ateşten kurtaracağını bildirerek, Meryem suresinin on yedinci ayetinin tefsirine açıklık getirmiştir. Yine o şu hadîsi bildirmiştir: "İnsanlar Allah'ın dinine fevc fevc girdiler, ondan fevc fevc çıkacaklar. "




Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Nisan 2006       Mesaj #43
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ebû Mûsa El-Es'arî
Ebû Mûsa el-Es'arî radiyallahu anh hicrî takvimin tesbitine vesile olan bir sahabî... Kur'an-i Kerim'i bizzat Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'den ögrenerek ezberleyen bir hâfiz... Uzun yillar idarecilik yapmasina ragmen dünya malina iltifat etmeyen bir zâhid vâli...
Yemen'in Zebid sehrinde oturan, Es'ar kabilesindendir. ismi Abdullah'dir. Ebû Mûsa künyesiyle meshur olmustur. Babasi Kays, annesi Zabye binti Vehb'dir. islâm'a girisini kendisi söyle anlatir: "Biz Yemen'de iken son peygamberin geldigi ve halki islâm'a davet ettigi haberi bize ulasti. Ben ve iki agabeyim, Es'arî kabilesinden elli iki kisilik bir heyetle birlikte Rasûlullah (s.a.)'i görmek için bir gemiye binerek yola çiktik. Hava muhalefeti sebebiyle gemi bizi Habesistan'a çikardi. Orada Ca'fer ibni Ebî Tâlib (r.a.) ile bulustuk. Yeni din ve Peygamber hakkinda ondan bilgiler aldik. Ve orada müslüman olduk. Kendilerini buraya Rasûlullah'in gönderdigini söyleyen Ca'fer (r.a.) bizim de bir müddet burada kalmamizi istedi. Bizler de onlarla birlikte Habesistan'da oturduk. Daha sonra Rasûlullah (s.a.)'in müsadesiyle Habes hükümdari Necâsî bizi Medine'ye gönderdi." Bu kafilenin Medine'ye gelisi sirasinda Rasûlullah (s.a.) Hayber fethinde bulunuyordu. Efendimiz bu savasta bulunmayanlara hisse vermedigi halde Esarîlere ganimetten hisse verdi. Onlara yufka yürekli insanlar diye iltifat etti.
Ebû Mûsa Hayber'in fethinden sonra yapilan bütün gazve ve seriyyelere katildi. Huneyn Gazvesinde bozguna ugrayan düsman askerlerini takip etmekle görevlendirilen amcasi Ebû Âmir el- Es'arî kumandasindaki birlikte o da vardi. Amcasi sehid düserken kumandayi Ebû Mûsa'ya birakti. Evtas zaferini kazanan Ebû Mûsa el-Es'arî (r.a.) Medine'ye döndü. iki Cihan Günesi efendimizin huzuruna vardi. Durumu arz etti: Efendimiz her iki kumandana da duâ etti. Ebû Mûsa'ya da: "Allahim! Abdullah ibni Kays'in günahini affeyle ve kiyamet gününde ona en güzel makami ver." diye dua buyurdu.
O, Rasûlullah (s.a.) efendimiz zamaninda Yemen'in Zebid, Aden, Me'rib ve sahil taraflarinin zekâtini toplamakla görevlendirildi. Hz. Ebû Bekir (r.a.) devrinde de orada kalan Ebû Mûsa (r.a.) dinden dönen Esved el-Ansî ile mücâdele etti. Daha sonra Medine'ye döndü. Kur'an-i Kerîm'in kitap haline getirilmesinde büyük hizmetleri oldu.
O, Kur'an-i Kerim'i bizzat Rasûlullah'dan ögrenerek ezberleyen sayili sahabîlerden biridir. Güzel sesliydi. Kur'an okuyusu herkesi hayran birakirdi. Dinleyeni titretip sarsan bir sesi vardi. Evinin önünden geçerken okuyusunu isitenler onu durup dinlemeden geçemezlerdi. Bir gece Rasûl-i Ekem (s.a.) efendimiz Âise (r.anha) annemizle bir yere gidiyorlardi. Ebû Mûsa'nin evinin hizasina gelince durdular. içerden tatli tatli okuyusunu dinlediler. Okumasini bitirinceye kadar beklediler. Efendimiz sabahleyin onu görünce aksamki hadiseyi anlatti ve "Buna Davud'unkine benzer güzel bir ses verilmistir." buyurarak ona iltifat etti.
O, Resûl-i Ekrem (s.a.) efendimizin sagliginda fetva verenlerdendi. Saffan ibni Süleyman bu konuda: "Rasûlullah zamaninda Hz. Ömer, Hz. Ali, Muâz ibni Cebel ve Ebû Mûsa el-Es'arî (r. anhüm)den baskasi fetva vermezdi." diyor. Onun verdigi fetvalar küçük bir cüz hacminde idi. Kendisi fetvâ konusunda: "Gerçek, gün isigi gibi ortaya çikmadan bir hâkimin hüküm vermesi dogru degildir." derdi.
Ebû Mûsa el-Es'arî (r.a.), uzun yillar idarecilik yapti. Dünya malina hiç iltifat etmedi. O, zühd ve takvâsiyla söhret buldu. Etrafindakilere hep iki Cihan Günesi Efendimizin zamaninda yasadiklari mütevazi hayati, ihlâs ve samimiyeti, sâde yasamanin güzelligini anlatirdi. Ne olursa olsun her konuda ihlâs gerektigini, Allah Teâlâ'dan çok korktugunu söylerdi. Her an son nefesini düsünürdü. Son nefesini imanla vermek onun en büyük gayesiydi. Yakinlari onun bu haline bakar ve: "Kendine biraz acisan" derlerdi. O da söyle karsilik verirdi. "Atlar kosuya çiktigi vakit, son noktaya gelesiye kadar nasil bütün güç ve kuvvetlerini kullanirsa, ben de son nefesimi imanla veresiye kadar bütün gücümü kullanmak mecburiyetindeyim." derdi.
Onun en belirgin vasiflarindan biri de son derece hayâ sahibi olup edepli olmasiydi. Yikanirken dahi Allah Teâlâ'dan hâyâ edip karanlikta iki büklüm olarak yikandigini söylerdi. Talebelerine yumusak huylu olmayi tavsiye ederdi. Onlari Allah korkusundan aglamaya tesvik ederdi. "Aglayamiyorsaniz aglamaga gayret edin. Zira Cehennem ehli göz pinarlari kuruyuncaya kadar aglayacak. Sonra içinde gemiler yüzecek kadar kanli yaslar dökecekler" derdi.
Ebu Musa el-Es'arî (r.a.) Hz. Ömer (r.a.) devrinde Basra valiligi ve kadiligina tayin oldu. Valiligi esnasinda, Nusaybin, Dinever, Kum gibi birçok sehrin fethinde önemli hizmetleri oldu. Ahfaz ve isfahani aldi. Tüster'de iran'in meshur kumandani Hürmüzan'i esir aldi ve halifeye gönderdi. Daha sonra Hz. Ömer (r.a.) onu, Ammar bin Yâsir (r.a.)'dan bosalan Kûfe valiligine tayin etti. Hz. Osman (r.a.) devrinde de ayni vazifeye devam etti. Bu arada Kur'an ve fikih dersleri verdi. Cemel vak'asinda tarafsiz kaldi. Siffinde Hz. Ali (r.a.)'in vekili oldu. Hakem olayinda sulh için çok gayret etti. Sonunda yapilanlara üzülerek tamamiyle uzlete çekildi.
O, valiligi esnasinda hicrî takvimin tesbit edilmesine vesile oldu. islâm takvimini yazilarinda ilk defa o kullandi. Hz. Ömer (r.a.)'a bu konuda bir mektup yazarak: "Bize tarihsiz mektuplar gönderiyorsunuz." diye uyardi. Hz. Ömer (r.a.) da derhal bir sûra toplayarak hicreti tarih baslangici olarak kabul etti.
Ebû Mûsa el-Es'arî (r.a.)'in 360 hadis-i serif naklettigi ve 662 m. tarihinde vefat ettigi rivayet edilir. Vefati Kûfe'de mi?Mekke'de mi? oldugu da ihtilâflidir. Cenâb-i Hak sefaatlerine nâil eylesin. Amin.
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
20 Nisan 2006       Mesaj #44
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Âdil şâhid

Abdullah bin Selâm'ın îmân ettiğine ve fazîletine Kur'ân-ı kerîmin şu âyet-i kerîmesinin şehâdet ettiğini müfessîrler ifâde etmektedirler. Bu âyet-i kerîme meâlen şudur:

(İnkâr edenlere de ki: Eğer Kur'ân-ı kerîm Allah tarafından gönderilmiş olup da siz inanmayıp inkar ettiyseniz ve İsrailoğullarından bir şâhid Kur'ân-ı kerîmi benzerine, Tevrat'a göre bu da Allah kelâmıdır diye şehâdet edip inandı da siz yine de büyüklük taslarsınız, bana söyleyin kendinize yazık etmiş olmaz mısınız? Şüphesiz Allah zalim milleti doğru yola eriştirmez.) [Ahkâf: 10]

Tefsîr âlimlerine göre, âyetteki İsrailoğullarından bir şâhid olarak bahsedilen kimse Abdullah bin Selâm'dır. Çünkü O kendi milletine:

- Hz. Mûsâ'ya inen Tevrat'ı Allah kelâmı olarak kabûl edip de Hz. Muhammed'i ve O'na inen Kur'ân-ı kerîmi inkâr etmek zulümdür, diyerek Müslüman olmuştur.

Abdullah bin Selâm hazretleri, Yahûdî âlimi iken Müslüman olup îmân ile şereflenince, kendini tamamen İslâm dînine verdi. Yahûdilerin kendisi hakkında uydurdukları iftirâlara kulak asmadı. Kur'ân-ı kerîme dört elle sarılıp, Resûlullahı bir gölge gibi takip etmeye başladı. Peygamber efendimiz onun hakkında buyurdu ki:

- Cennetlik birini görmek istiyen, Abdullah bin Selâm'a baksın.

Bahçede gördüm

Bir gün Resûlullahın huzûruna gelip dedi ki:

- Yâ Resûlallah, rü'yâmda kendimi bir bahçede gördüm. Bahçenin içinde demirden bir direk vardı. Direğin bir ucu yerde, bir ucu gökte idi. Yukarısında bir kulp, bir çember vardı. Bana, "Haydi bu direğe çık!" denildi. Ben de "Gücüm yetmez" dedim. Bunun üzerine yanıma birisi gelerek, sırtımdaki elbiseyi çıkardı. Böylece rahatça direğin tepesine çıktım, kulpundan tuttum. "İyi tut, bırakma!" diye de tenbîh edildi. Böylece direğin kulpu elimde olduğu hâlde uyandım.

Peygamber efendimiz rü'yâsını şöyle ta'bîr etti:

- Gördüğün bahçe İslâm dînidir. Direk de İslâm dîninin direği, tevhîdidir. O kulp da sağlam olan îmândır. Sen ölünceye kadar İslâm dîni üzere yaşayacaksın!

Başka bir zamanda Peygamber efendimiz, Eshâbı ile sohbet ederken buyurdu ki:

- Şu kapıdan ilk girecek olan, Cennet ehlinden biridir.

Eshâb-ı kirâm merakla kimin gireceğini beklerken, Abdullah bin Selâm'ın girdiğini gördüler. Daha sonra bu müjdeli haberi kendisine bildirerek sordular:

- Yâ Abdullah, bu dereceye hangi amel ile ulaştın?

- Ben zayıf bir kimseydim. En kuvvetli ümidim, kalb selâmeti ya'nî kimseye karşı içimde kötülük beslememem ve boş sözleri terk etmemdir. Bundan başka beni kurtaracağından ümitli olduğum bir amel bilmiyorum.

Kibirli Cennete girmez

Abdullah bin Selâm hazretleri nefsini kötü huylardan ve isteklerden tamamen temizleyip terbiye etmişti. Kendisi zengin olduğu hâlde, ba'zan Medîne çarşısında sırtında yük taşıdığı görülürdü. Bir gün yine onu bu hâlde görenler dediler ki:

- Senin çocukların, hizmetçilerin var. Bu işleri niçin onlara gördürmüyorsun?

- Evet bu işleri görecek kimselerim vardır. Fakat ben nefsimi denemek istiyorum. Böyle işler nefsime ağır geliyor mu, gelmiyor mu? Maksadım bunu anlamaktır. Çünkü Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde, (Kalbinde hardal tanesi kadar kibir, büyüklenme bulunan kimse, Cennete girmiyecektir) buyurmuştur. Başka bir hadîs-i şerîflerinde de, (Meyve veya herhangi bir şeyi kendi eliyle evine götüren, kibirden uzaklaşmıştır) buyurmuştur. İşte bunun için yükümü kendim taşıyorum.

Abdullah bin Selâm hazretleri, Hz. Osman'ın şehâdeti esnâsında yanında bulunuyordu. İsyâncılara dedi ki:

- Tarihte öldürülen her peygamber için yetmiş bin asker öldürülmüştür. Öldürülen her halîfe için de onbeş bin kişi öldürülmüştür. Gelin bu işten vazgeçin! Yoksa âhirette bunun cezâsını çok şiddetli olarak çekeceksiniz! Ayrıca Hz. Osman'ın üzerinizde çok hakkı vardır.

Fakat âsîler sözünü dinlemediler, ayrıca kendisine hakâret ettiler.

Hz. Abdullah hakikaten, ahlâk ve ilim ile kendini süsleyen Cennetlik insanlardan idi.

Eshâb-ı kirâmdan Mu'âz bin Cebel, 639'da Suriye taraflarında ortaya çıkan veba hastalığına yakalanmıştı. Vefât edeceği sıralarda, başucunda ağlayan talebesi Yezid bin Âmire'ye dedi ki:

- Niçin ağlıyorsun?

- Ben dünya için ağlamıyorum. İlmi senden öğrenmekteydim, bunu kaybedeceğime üzülüyorum!

Bunun üzerine Mu'âz bin Cebel buyurdu ki:

İlim kaybolmaz

- İlim benim vefâtımla kaybolmaz. Benden sonra ilmi şu dört kişiden öğren: Abdullah bin Mes'ud'dan, Abdullah bin Selâm'dan, çünkü Resûlullah onun hakkında, "O, Cennetlik olan on kişinin onuncusudur" buyurdu. Hz. Ömer'den ve Selmân-ı Fârisî'den öğren.

Abdullah bin Ömer şöyle anlatır:

Medîne'de bir takım Yahûdî topluluğu Resûlullaha gelerek dediler ki:

- Senin getirdiğin dinde recm var mıdır?

Resûlullah efendimiz de onlara sordu:

- Recm cezâsı hakkında Tevratta ne yazıyor?

- Tevratta recm cezâsı yoktur.

Abdullah bin Selâm Yahûdîlere dedi ki:

- Yalan söylüyorsunuz! Tevratta recm âyeti vardır.

Bunun üzerine Tevratı getirip açtılar. Yahûdîlerden birisi elini recm âyetinin üzerine koyarak bundan önceki ve sonraki âyetleri okumaya başladı. Abdullah bin Selâm ona:

- Elini kaldır! dedi.

O da elini kaldırınca recm âyeti göründü. O zaman Yahûdîler dediler ki:

- Ey Muhammed! Abdullah bin Selâm doğru söyledi. Tevratta hakikaten recm âyeti vardır.

Birgün Hz. Abdullah bin Selâm, Ka'b-ül Ahbâr'a şöyle bir soru sordu:

- Âlimler ilmi öğrenip zihinlerine yerleştirdikten sonra, onu oradan söküp atan nedir?

Hz. Ka'b dedi ki:

- Tama', hırs ve ihtiyaç peşinden koşmaktır.

Hırsın kaynağı

Birisi de Fudayl bin Iyâd'a dedi ki:

- Ka'b'ın bu sözünü bana izâh eder misin?

Bunun üzerine Fudayl şöyle cevap verdi:

-Tama', insanın bir şeyi araması ve mukaddes değerlerini bu uğurda fedâ etmesi demektir. Hırs ise nefsinin herşeyi istemesi, senin de onun istediklerini yerine getirmendir.

Bunun için de ona buna, kötü insanlara vb. ihtiyacın olur. İhtiyacını yerine getirenler de seni burnundan yakalamış olurlar.

Ya'nî seni emirleri altına alırlar, istedikleri yerlere sürüklerler, sen de onlara boyun eğersin.

Onlar hasta oldukları zaman, dünya sevgisinden dolayı onların ziyâretlerine gider, tesadüf ettiğin zaman kendilerine selâm verirsin.

Bu verdiğin selâmı, yaptığın ziyâreti Allah rızâsı için yapmazsın. Eğer bu kimselere ihtiyaç göstermezsen, senin için çok daha hayırlı olurdu. Bu benim sana anlattığım, yüz hadîs-i şerîf rivâyet etmekten senin için daha hayırlıdır.




arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
21 Nisan 2006       Mesaj #45
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Ebû Katâde radıyallahu anh Fâris-i Resûlullah = Rasûlullah'ın süvârisi lakabıyla meşhur bir yiğit...Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem efendimizin Zû Kared gazvesinde özel iltifatına mazhar bir cengâver...
İsmi Haris, künyesi Ebû Katâde'dir Hazrec kabilesinin Seleme koluna mensuptur. Babası Rebi İbni Beldehe, annesi Kebse binti Mazhar'dır. Ailesi, sahabî olan Sülafe binti Berrâdır. Bu zevcesinden Abdullah, Ma'bed, Abdurrahman ve Sâbit adında dört oğlu dünyaya geldi.
Ebû Katâde ikinci Akabe bey'atinden sonra müslüman oldu. Bedir'den sonraki bütün gazvelere katıldı. Onun cesaret ve kahramanlığı Zû Kared gazvesinde baskıncı müşriklerin başkanı Mes'âde ile karşı karşıya geldiğinde bâriz olarak görüldü. Bu karşılaşmayı kendisi şöyle anlatıyor:
"Medine'de bir at satın almıştım.Mes'ade atı görmüştü de bana: Ey Ebû Katâde! Bu atı niçin aldın diye sormuştu.Ben de:"Rasûlullah (s.a.)'in yanında bir cihad atı bulundurmayı istedim." demiştim. Mes'ade:"Sizi öldürmek, hiç de kolay olmayacak!" diye karşılık verince: "Bu at üzerinde seninle karşılaşmayı Allah'dan dilerim." diye cevap verdim. Zû Kared mevkiinde baskıncı müşriklere saldırdığımız zaman yüzüme bir ok isabet etti. Oku ve demiri yüzümden çekip çıkardım tekrar saldıracağım zaman bana doğru bir atlı geldi. Miğferini kaldırıp yüzünü açtı ve "Ey Ebû Katâde! İşte kavuştuk" dedi. Meğer Mes'adet'ül-Fezâri imiş. Beni önemsemeyerek, çarpışmak mı yoksa güreşmek mi?Hangisini istersin diye sordu. Ben de:Bunu sana bırakıyorum dedim. Öyle ise güreş! dedi. Hemen atından indi kılıcını bir ağaca astı. Ben de atımdan inip kılıcımı başka bir ağaca astım. Sonra karşılıklı sıçraştık. Allah Teâlâ kolaylık verdi de bir hamlede onu yere yıkıp göğsüne oturdum. O sıra başıma bir şey dokundu. Baktım ki Mes'ade'nin ağaca asılı kılıcı. Hemen uzanıp kılıcı aldım ve kınından sıyırdım. Seni sağ bırakmayacağım dedim. Mes'ade: "Ey Ebû Katâde ne olur beni öldürme! Bizim küçükler kime kalacak?" diye yalvarmağa başladı. Fakat canına kastedene acımak olmazdı. Dolayısıyla onu öldürdüm. Kaftanımı da çıkarıp üzerine örttüm. Atına bindim ilerlerken, Mes'ade'nin kardeşi oğlunun üzerime geldiğini gördüm. Onu da mızrakla sırtından vurup yere yıktım.
İslâm süvarileri baskıncı müşrikleri bozguna uğratıp geri dönerken Sevgili Peygamberimiz de Zû Kared mevkiine gelmiş ve oraya karargâh kurmuştu. İki Cihan Güneşi efendimiz Ebû Katâde'yi görünce: "Allah'ım onun saçına, derisine bereket ver. Onu zinde yaşat!" diye dua buyurdu. Ona: "Mes'ade'yi sen mi öldürdün?" diye sordu. O da: "Evet!" dedi Fahr-i Kâinat efendimiz:"Yüzüne ne oldu?" dedi. O da:"Bir ok isabet etti Ya Rasûlallah!" dedi. Şefkat pınarı efendimiz: "Yanıma yaklaş" buyurdu ve Ebû Katade'nin yarası üzerine püskürdü. Hiç bir ağrısı sızısı kalmadı. Ayrıca Mes'ade'nin atını ve kılıcını ona verdi. Resûl-i Ekrem (s.a.) efendimiz bir gün bir gece Zû Kared'de kaldı. Sabaha çıkınca"Bu gün süvarilerimizin hayırlısı Ebû Katade, yayalarımızın hayırlısı da Ebû Seleme oldu." buyurdu.
O, birçok seriyyelere iştirak etti. Hicretin 8. senesinde bir keşif kuvvetinin başında Hadre tarafına gönderildi. Burada Gatafan kabilesi oturuyordu. İkide bir müslümanların arazisine saldırıp yağma ederek rahatsız ediyorlardı. Ebû Katade (r.a.) bu kabileyi muhasara etti. Onları fenâ halde sıkıştırdı ve kaçırdı.Mallarını ganimet olarak aldı ve Medine'ye döndü. O, aynı senenin Ramazan ayında Batni Eham, Zi Hasab, Zi Merve taraflarına da gönderildi. O havalideki eşkiyayı temizleyerek huzur ve sükunû temin etti. Oradan da Mekke Fethine katıldı. Daha sonra Huneyn Gazvesine iştirak etti. Burada bir ara baş gösteren bozgun esnasında çok büyük kahramanlıklar gösterdi. Herkesin takdirini kazandı. Tebük seferinde ve Veda haccında da bulundu.
Ebû Katade (r.a.) Rasûl-i Ekrem (s.a.)'in sohbetlerinden aldığı feyz ile hayatını Allah yoluna adamıştı. Ondan 170 kadar Hadis-i şerif rivayet etmişti. Hadislerin nakil ve rivayeti konusunda çok titiz davranırdı. Bir gün oğlu Ma'bed aralarında Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu, böyle buyurdu diye konuşurlarken, babası bunları duydu. Yanlarına gelerek; "Siz ne konuştuğunuzu biliyor musunuz? Ben Rasûlullah (s.a.)'in: "Benim söylemediğimi bana atfedenler Cehennemde kendilerine yer hazırlasınlar." buyurduğunu işittim dedi.
O, islâm kardeşliğini yaşama konusunda da çok titizdi. Kardeşliği bütün canlılığıyla yaşardı. O yüksek bir ahlâkî nezâkete sahipti. Kardeşlerinin yoluna bütün malını sarfedebilirdi. Malının kıymeti yoktu. Birgün bir cenaze getirildi. Rasûl-i Ekrem (s.a.) ölenin borcu olup olmadığını sordu. İki dinar borcu olduğu söylenince karşılığında bir şey bırakıp bırakmadığını sordu. Bırakmadığı bildirilince: O halde götürünüz namazını siz kılınız buyurdu. Bunun üzerine Ebu Katâde (r.a.)derhal öne çıktı ve: "Ya Rasûlallah Onun borcunu ödemeyi ben üzerime alıyorum." dedi. Ancak bundan sonra Rasûl-i Ekrem (s.a.)efendimiz kalkıp namazını kıldırdı.
O, bir muharebede ashab-ı kiram su tedariki ile meşgul iken, kendisi Rasûl-i Ekrem (s.a.) efendimizin yanından hiç ayrılmadı. Efendimiz hayvanların üzerinde bir rahilenin içindeydi. Bir ara oturdukları yerde daldıklarından vücutları öne doğru biraz eğilmişti. Ebu Katâde yanlarına giderek vücutlarını doğrulttu. Biraz sonra mübarek bedenleri tekrar eğilmiş ve düşecek bir vaziyet almışlardı. Ebû Katâde tekrar koşarak Rasûl-i Ekrem (s.a.) efendimizi kaldırdı. "Kimsiniz" diye sordu. Ebû Katâde'yim dedim.Bunun üzerine: "Yâ Ebâ Katâde! Sen Allah'ın Resûlünü muhafaza ile meşgul oldun. Allah Teâlâ da seni muhafaza eylesin." diye duâ buyurdu.
Ebû Katâde (r.a.)bu dualar hürmetine yetmiş yaşlarında iken bile onbeş yaşında imiş gibi zinde ve diri idi. O dört halife devrini de yaşadı. Hz. Ali (r.a.) zamanında Nehrevan seferinde kumandanlık yaptı. 674 m. senesinde Küfe'de vefat etti. Cenâb-ı Hak'dan şefaatlerini niyaz ederiz. Amin.
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
21 Nisan 2006       Mesaj #46
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
HZ. ÜMM-İ ŞERİK (r.anha)

Devs’de müslüman olan Ümm-i Şerik, kendisiyle birlikte hicret edecek bir arkadaş bulamamıştı. Medine’ye giden bir yahudî ailesine katıldı. Yolculuk esnasında suyu tükendi. Yahudî ailenin yanında su vardı. Fakat yahudî, Ümm-i Şerik’e, dininden dönmedikçe su vermeyeceğini söyledi. Hanımını da, “Ona su verirsen fena yaparım” diye tehdit etti.

Hava çok sıcaktı. Güneş âdeta kavuruyordu. Bu şartlarda susuz olarak yolculuk yapmak, Ümm-i Şerik’i iyice hâlsiz düşürmüştü. Zorlukla yürüyor, zorlukla konuşabiliyordu. Bu durum yahudîyi ümitlendiriyor, Ümm-i Şerik’in biraz sonra dininden döneceğini zannediyordu.

Fakat Ümm-i Şerik imanın tadını almıştı bir kere. Dünyayı ahirete hiçbir zaman tercih etmeyecek kadar kuvvetli bir imana sahipti. Cenab-ı Hakkın mutlaka bir yerden yardım göndereceğine de inancı sonsuzdu.

Nitekim geceleyin Allaha olan teslimiyetinin peşin mükâfatını gördü. Herkesin uyuduğu bir sırada, göğsünün üzerine bir miktar suyun konduğunu hissetti. Aldı ve içti. Suya kanmıştı. Biraz sonra yol arkadaşlarını uyandırmak için seslendi. Yahudî onun sesini işitince dedi ki:

- Ben su içmiş birinin sesini duyuyorum.

Yahudî şaşırmıştı. Hanımını sıkıştırdı. Kızdı, bağırdı. Ümm-i Şerik, suyu hanımının vermediğini söyledi. Cenab-ı Hakkın lütfuna mazhar olduğunu bildirdi. Yahudî, inanmıştı. Gördüğü bu keramet karşısında kelime-i şehadet getirerek müslüman oldu.

Böylece Ümm-i Şerik, hem dininde sebat etmiş, hem de kendisini yahudî olmaya zorlayan birinin müslüman olmasına sebep olmuştu. Ayrıca cenab-ı Hakkın ihsanını kazanmıştı.

Ümm-i Şerik’in bir yağ tulumu vardı. Onunla Resulullah efendimize yağ hediye ederdi. Birgün çocukları ondan yağ istediler. Ümm-i Şerik başka yağı olmadığı için kalkıp tuluma baktı. Tulumdan yağ damlıyordu. Onlara bir miktar yağ çıkardı. Çocuklar bu yağdan bir müddet yediler.

Bir müddet sonra bir daha yağ istediler. Bu sefer tulumu ters çevirip boşalttı. Böylece yağ bitti. Ümm-i Şerik durumu Resulullah efendimize arz etti. Resulullah efendimiz ona buyurdu ki:

- Yağı boşalttın mı? Şayet ters çevirip boşaltmasaydın uzun zaman sana yetecekti.

Ümm-i Şerik, bu yağ tulumunu isteyenlere emanet olarak da verirdi. İçinde yağ yokken bir gün tulumu şişirip kuruması için asmıştı. Daha sonra baktığında tulumun içinin yağla dolu olduğunu görmüştü. Allahü teâlânın bu ikramından dolayı hamdetmişti.

Resulullaha iman etmiş ve bu uğurda birçok sıkıntıya katlanmış bahtiyar kadınlardan biri olan Ümm-i Şerik’in asıl adı Gaziyye idi. Devsoğullarındandır. Bütün sıkıntılara rağmen inancında sebat eden, Allaha teslimiyet ve tevekkülden ayrılmayan bu mübarek kadın, birkaç defa cenab-ı Hakkın lütuf ve ikramına nail olmuştu. Hayatı hakkında başka bir bilgi kaynaklarda geçmemektedir.
1








Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
21 Nisan 2006       Mesaj #47
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
fatiha2
ABDULLAH IBN MES'UD
(?- 32/652-653)
Ilk müslümanlardan, muhaddis, fakîh ve müfessir sahâbî.
Adi Abdullah, künyesi Abdurrahman'dir. Babasi Mes'ud, annesinin adi Ümm-i Abd'dir. Babasi hakkinda fazla bir bilgi yoktur. Onun, Zühreogullarindan Abd b. Hâris'in müttefIki oldugu bilinmektedir.
Abdullah, Mekke'nin fakîh âilelerinden birine mensuptu. Gençliginde Ukbe b. Ebi Muayt'in koyunlarini güderek çobanlik yapmistir. Abdullah b. Mes'ud Hz. Peygamber ile Ilk tanismasi ve karsilasmasini söyle anlatir: Ben Ukbe b. Ebi Muayt'in koyunlarini güdüyordum. Bir gün Rasûlullah (s.a.s.) ve Hz. Ebu Bekir (r.a.) yanimdan geçiyorlardi. Rasûlullah bana sütümün olup olmadigini sordu. Ben de ona çoban oldugumu ve bu koyunlarin emânet olduklarini söyledim. Bunun üzerine Rasûlullah: "Yavrulamamis ve süt vermeyen bir koyunun var mi? Bana gösterir misin?" dedi. Ben de koç yüzü görmemis bir koyun yanastirdim. Rasûlullah koyunun memesini tutup sagmaya basladi. Gerçekten yavrulamamis ve sütü olmayan bu koyundan süt sagip Ebu Bekir'e verdi. Hz. Ebu Bekir içti; sonra kabi Rasûlullah alip o da içtikten sonra koyunu saldi. " (Ibn Sa'd, Tabakat, 111, 150-151)
Iste Ibn Mes'ud o günden sonra Hz. Peygamberin yanindan ayrIlmadi.
Islâm'i kabul edenlerin altincisidir. O müslüman oldugu zaman Peygamberimiz (s.a.s.) henüz Erkam'in evine tasinmamisti.
Islâm'i kabul ettikten sonra hep Kur'ân-i Kerim ezberlemistir. Kendi ifâdesiyle hifzettigi yetmis sûreyi Hz. Peygamber (s.a.s.)'in huzurunda okumustur. Sahâbeler arasinda hiç kimse bu konuda kendisiyle rekabete girisememis, daha sonra Abdullah Kur'an'in tamamini ezberlemistir.
Ibn Mes'ud, müslüman oldugu siralarda müslümanlar Hz. Peygamber ile açiktan açiga Ibâdet edemiyor, Istedikleri yerde yüksek sesle Kur'an okuyamiyorlardi. Müslümanlarin böyle bir hareketi, müsriklerin bütün câhilî duygularini kabartir, onlari müslümanlara karsi siddetli ve canice saldirilarda bulunmaya sürüklerdi. Bunun içindir ki müslümanlar, bu gibi tehlikelerden sakinmak Isterler, müsrikleri aleyhlerinde harekete tesvik ve tahrik edecek hareketlerden kaçinirlardi. Iste bu zor günlerde Abdullah Ibn Mes'ud, Kâbe'de Kur'ân okumak Istemisti. Hz. Peygamber ve Ashâbi bunun tehlikeli bir hareket oldugunu, özellikle Mekke'de kendisini himaye edecek büyük bir âilenin bulunmadigini, müsriklerin ona karsi pervasizca hareket ederek kendisini iskenceye ugratacaklarini söylemisler, fakat Ibn Mes'ud'un iman coskunlugu bütün bunlari geçmis: "Beni, onlarin serrinden Allah korur!" diyerek kalkmis ve Kâbe'ye gitmisti.
Bu sirada Kureys müsriklerinin büyükleri toplanmis, Harem'de bir meseleyi görüsüyorlardi. Onlar konusurlarken, yüksek ve güzel bir ses besmele çekmis ve Kur'ân-i Kerîm'den Rahman sûresini okumaya baslamisti. Herkes hayret etmis ve bu cesur adamin kim oldugunu ögrenmek üzere ona yöneldiklerinde Ibn Mes'ud oldugunu görmüslerdi. Kureys'liler kizmis, bu hareketi en siddetli cezalarla karsilamak Istemislerdi. Ibn Mes'ud'u kizgin kumlara yatirip Islâm'i terketmeye davet ettiler. Fakat Ibn Mes'ud, bu ezalara zerre kadar önem vermedi. Müsrikler de iskencelerinin bir fayda vermeyecegini anlayarak onu biraktilar .
Abdullah Ibn Mes'ud (r.a.) Kureysliler'in bu haince hareketleri yüzünden hastalandi ama içinde yanan iman atesi zerre kadar sönmemis, mâneviyati asla sarsIlmamisti. Ibn Mes'ud, Ilk firsatta ayni hareketi tekrarlamis; yine Kureysliler'in toplandiklari yerlerde Allah kelâmini en yüksek sesle okuyup Hz. Peygamber'den sonra Ilk kez Kâbe'de Kur'ân okuyarak müsriklere Islâm mesajini teblig etmisti. (Ibnü 'I-Esîr, Üsdü '1-Gâbe, I I I, 256-257).
Abdullah Ibn. Mes'ud'un bu imani ve cesareti müsriklerin ona büyük düsman kesIlmesine neden olmustu. Kureys'in bu tutumu karsisinda Ibn Mes'ud (r.a.) Mekke'yi terketmeye ve hicrete mecbur kaldi ve Habesistan'a gitmek üzere çöllere düstü. Daha sonra Habesistan'dan Medine'ye hicret ederek Muaz b. Cebel'e misâfir oldu.
Rasûlullah Medine'ye gelince, ona bir yer göstererek Medine'de yerlesmesini saglamisti.
Ibn Mes'ud, bütün büyük savaslara katIlmis ve hepsinde de önemli fedâkârliklar göstermistir. Bedir savasinda, Ensâr'dan Iki genç, Ibn Mes'ud'a gelerek, kendilerine Ebu Cehil'i göstermesini Istemis, sonra da küfür ordusunun basini temizlemislerdi.
Ibn Mes'ud (r.a.) Uhud, Hendek, Hudeybiye, Hayber gazveleriyle Mekke'nin fethinde Rasûlullah ile birlikte bulundu. Huneyn gazvesindeki bozgun esnasinda Rasûlullah'in yanindan hiç ayrIlmadi. Rasûlullah onun bu fedâkârligini takdir buyurmustu. Abdullah Ibn Mes'ud, her gazada, Allah yolunda sehîd olmak gayreti ile savasan sahâbîlerdendi. Ondaki iman kuvveti, onu daima ileriye atiyor, ancak müslümanlarin zaferi ve müsriklerin yenilgisi gerçeklestikten sonra rahat ediyordu. Hz. Peygamber'in vefatindan sonra kIsa bir müddet, inzivaya çekildi. Fakat Ömer devrinde yeni fetihlere baslandigi zaman heyecani yeniden uyanan Ibn Mes'ud, cihad için Suriye cephesine gitti.
Hz. Ömer, hicrî yirminci yilda Ibn Mes'ud'u, Kûfe kadiligina tayin etti. Kadilik görevinin yani sira Beytülmâl*'in muhafazasi ile ilgilenecek, öte yandan halkin dinî egitimine de önem verecekti. Hz. Ömer bununla ilgili olarak Kûfe halkina gönderdigi mektupta söyle diyordu:
"Size Ammâr b. Yâsir'i Emir, Ibn Mes'ud'u da ögretici olarak gönderiyorum. Beytü'l-mâl'iniza da Ibn Mes'ud'u tayin ettim. Bunlarin her Ikisi de Bedir ehlindendirler. Onlari dinleyin ve onlara itaat ediniz. Ibn Mes'ud'u yanimda alikoymak istiyordum ama sizi kendime tercih ettim."
Ibn Mes'ud (r.a.), üzerine aldigi bu görevi son derece liyakat ve ehliyet ile yerine getirdi. Kûfe, mahsullerinin çokluk ve çesitliligi, gelirinin genisligiyle taninmis bir merkezdi. Onun için buranin 'beytü'l-mâl'i önemliydi . Çünkü burasi, binlerce Mücahidin tahsisâtini karsiliyordu. Horasan, Türkistan ve bunlara benzer diger yerlerde, cihada katilan müslümanlar en uzak cephelerde çarpIsan ordular, buradan teçhiz ediliyordu. Bu durum, Ibn Mes'ud tarafindan yürütülen vazifenin ne kadar zor oldugunu göstermeye yeterlidir. Ibn Mes'ud'un bu kadar mühim bir isi üstlenmesi onun ne kadar hünerli biri oldugunu gösterir.
Abdullah Ibn Mes'ud, ayni zamanda son derece zâhid ve müttakî idi. Dünyevî hiçbir zevk onu çekememisti. Bundan dolayi onun emin eline verilen bütün vazifeleri en yüksek dogrulukla yerine getirir; beytü'l-mâl'in her seyini korur ve her seyi ancak yerine, ehil ve hakki olana verirdi. Bu hususta o kadar itina ederdi ki: Bir defasinda Sa'd b. Ebi Vakkas ile arasinda bir ihtilaf oldu. Sa'd, beytü'lmâl'den bir miktar borç para almis, ödeme zamani geldiginde borcunu ödemedigini görünce, ona agir sözler söylemis ve kalbini kirmisti.
Ibn Mes'ud altmis yasindayken hastalandi. Bir gece rüyasinda Rasûlullah'i gördü. Hz. Peygamber onu davet ediyordu.
Ibn Mes'ud'un vefati yaklastigi zaman Hz. Zübeyr ile oglu Abdullah yanina gelmislerdi. Hicrî otuzIkinci yilda vefat etti. Onu Hz. Zübeyr ve oglu teçhiz ve tekfin ettiler. Sahih rivâyetlere göre cenaze namazini bizzat Hz. Osman kildirdi. Hz. Osman b. Mazun ise onu kabrine indirdi.
Ibn Mes'ud, Islâm'a girdigi günlerden beri ilimle ugrasmakla kendini göstermisti. Rasûlullah ondaki bu ilgi ve sevki sezerek: "Sen, muallim olacak bir gençsin" buyurmuslardi. Gerçekten Ibn Mes'ud her ânini ilim tahsili ile geçirmis, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in deniz gibi Ilminden yararlanmak için firsati ganimet bIlmisti.
Ibn Mes'ud, Rasûlullah'in en özel, en mahrem dostlarindan ve adamlarindandi. O, Rasûlullah'a hizmetle övünürdü. Bazen Rasûlullah'in misvakini tasir, takdim ederdi. Bazen âsasini getirirdi. Buna benzer birçok özel hizmetlerini yapardi. Ayrica o, Rasûlullah'in sirdaslarindandi. Rasûlullah'in o kadar yakinlarindandi ki, meclisine izinsiz girer, onunla konusur, emirlerini dinler ve bütün arzularini yerine getirirdi. (Ibn Sa'd, Tabakat, 111, 153).
Ibn Mes'ud, ilâhî vahyi, bizzat onu alan ve telâffuz eden Hz. Peygamber' den ögrenmistir. Bunun içindir ki o, Kur'an'i en iyi bilen, en mükemmel ezberleyen zatlardandi. Herkes onun bu husustaki bilgisini ve kabiliyetini takdir ederdi; ashâb'in hepsi, onun Kur'ân'a olan vukûfiyetini ve bundaki üstünlügünü kabul ederlerdi. (Buhâri, Fadâilu Ashâbi'n-Nebi, 37).
Ebu Ahves der ki: "Bir gün Ebu Musa'l-Es'âri'nin evinde bulunuyorduk. Orada Ibn Mes'ud'un arkadaslarindan bazi zatlar vardi. Mushaf'a bakiyorlardi. Abdullah kalkarak, Ibn Mes'ud hakkinda sunlari söyledi: "Rasûlullah'in ilâhî vahyi Ibn Mes'ud'dan daha iyi taniyan birini birakmadigi kanaatindeyim." Ebu Musa bu sözleri dinledikten sonra: "Biz bulunmadigimiz zaman o, Rasûlullah'i görür, biz kabul olunmadigimizda o, huzura kabul olunurdu" dedi.
Amr b. As'in oglu Abdullah'in meclisine devam eden Mesruk der ki: Abdullah b. Amr'a gider, konusurduk. Bir gün Abdullah Ibn Mes'ud'dan söz açildi. Abdullah dedi ki: 'Öyle bir adamdan bahsediyorsunuz ki, onu çok seviyorum, sevecegim de. Çünkü Rasûlullah onun hakkinda söyle buyurmustu: "Kur'an'i dört kisiden ögreniniz: Ibn Mes'ud'dan, Muaz b. Cebel, Übey b. Kaab ve Ebu Huzeyfe'nin mevlâ'si Sâlim'den." Rasûlullah bu açiklamasina Ibn Mes'ud ile baslamisti . " (Buhârî, Fezâilü'l Kur'ân, 8)
Ibn Mes'ud, Kur'an'in yayIlmasina, onu, Rasûlullah'dan aldigi sekilde ögretmeye çalisirdi. Öte yandan tefsir Ilminde de mühim hizmetleri olmustu. Ibn Mes'ud der ki: "Habesistan'a hicret etmeden önce, Mekke'de bulundugumuz sirada, Rasûlullah'a, namaz kilarlarken selâm verirdik, o da selâmimizi alirdi. Habesistan'dan dönüsümüzde yine ayni sekilde namaz kilarlarken selâm verdik, selâmimizi almadi. Namazini bitirdikten sonra Rasûlullah'a sebebini sordum: "Cenâbi Hak, namazda konusmayi yasakladi", buyurdular. (Ibn Hanbel, Müsned, 1, 377).
Yine Ibn Mes'ud anlatiyor: Hz. Peygamber (s.a.s.)'e söyle soruldu: "En büyük günah sunlardan hangisidir? Allah'a ortak kosmak, kendi çocugunu öldürmek, komsunun karisi ile zina etmek. " O zaman Rasûlullah'a su âyet-i kerime indi: "Onlar ki Allah ile beraber baska bir ilâha Ibâdet etmezler, Allah'in haram kildigi cana haksiz yere kiymazlar ve zina yapmazlar. Her kim de bunlari yaparsa kiyâmet günü agir cezaya çarptirilir. " (el-Furkan, 25/67).
Ibn Mes'ud kendi re'yi ile Kur'ân'i tefsir etme hususunda son derece ihtiyatla hareket ederdi. Kendisi bunu izah ederek der ki: "Mescitteydim. Orada Kur'ân'i kendi re'yiyle tefsir eden bir adami gördüm ve hemen oradan ayrildim. Bu adam: "Gögün açik bir duman ile gelecegi günü bekle, o Insanlari sarar, bu, acikli bir azaptir." (ed-Duhan, 44/10), âyetini tefsir ederken, kiyâmet gününde herkesin nefesini tikayacak ve onlari nezleye ugratacak bir dumandan söz ediyordu. Hâlbuki bir Insanin bIlmedigi bir sey için Allah bilir, demesi, onun Ilmine delâlet eder. Bu âyet-i kerime ise Kureys'in Rasûlullah'a karsi son derece siddetli davrandiklari zamanlarda inmisti.
Ibn Mes'ud, Kur'an-i Kerim'i bizzat Rasûlullah'dan ögrenenlerdendi. Onun için kiraatinde baska bir mükemmellik vardi. Rasûlullah onun kiraatinden bahseder ve onu överdi. Bir gün Mescidte Ibn Mes'ud, güzel sesle Nisâ sûresini okuyordu. Rasûlullah (s.a.s.) Hz. Ebu Bekir ve Ömer ile birlikte mescide gelmis ve onu zevkle dinledikten sonra söyle demislerdi: "Ibn Mes'ud! ne dilersen dile nâil olursun!"
Ebu Bekir'den sonra Hz. Ömer gelmis ve Rasûlullah'dan duyduklarini Ibn Mes'ud'a müjdelemek Istemisti. Ibn Mes'ud ona: "Ebu Bekir seni geçti" demisti. Hz. Ömer de: "Allah Ebu Bekir'den razi olsun, onun daha önce sana geldiginden haberim yoktu" demisti (Ibn Hanbel, Müsned, 1, 454)
Gerçekten Ibn Mes'ud'un kiraati son derece güzeldi. Rasûlullah, Kur'an'i ona talim ettikten sonra, sesinden dinlemek Isterdi. Ibn Mes'ud, bir gün Rasûlullah'a: "Biz Kur'an'i sizden okuduk, sizden ögrenmedik mi?" demis, Rasûlullah da söyle buyurmustu: "Evet ama ben Kur'an'i baskalarindan dinlemek Isterim."
Ibn Mes'ud diyor ki: "Bir gün Rasûlullah'in huzurunda Nisâ sûresinden bir bölüm okuyordum. "Her ümmetten bir sâhid getirdigimiz, seni de onlarin üzerine sâhid getirdigimiz vakit, bakalim onlarin hali nice olacak?" (en-Nisâ, 4/41). Âyeti kerimesine geldigim zaman, Rasûlullah'in gözleri yasarmisti ."
Ibn Mes'ud, Rasûlullah'a yakinligi dolayisiyla son derece genis bilgiye sahipti. "Onun, o devre ait bIlmedigi yoktu" dersek mübalâga etmis olmayiz. Bununla beraber o, asr-i saâdet'e ait rivâyetlerde son derece ihtiyatli davranirdi. Amr b. Meymun söyle der: "Abdullah ile tam bir yil kaldim. Bu müddet içinde onun 'Rasûlullah buyurdu' dedigini duymadim. Sâyet böyle bir söze baslarsa bütün vücudu ürperir ve alnindan terler akardi." (Ibn Sa'd, Tabakat, 111, 156).
Ibn Mes'ud'un talebelerine olan en büyük nasihati ve vasiyeti; Rasûlullah'in hadIsleri ni rivâyet ederken son derece dikkatli olmalariydi. O, talebelerine derdi ki: "Rasûlullah'dan bir söz naklettiniz mi, o sözün nübüvvet ve risâlet sanina en lâyik, ümmetinin hidâyetine en faydali ve takvâya en uygun olanini gözetiniz." (Ibn Hanbel, Müsned, I, 385).
Ibn Mes'ud'un, çok ihtiyatli davranmasina ve talebelerine de hadis rivâyeti konusunda sIki sIki tembihlerde bulunmasina ragmen, ondan çok hadis rivâyet edIlmistir. Üstelik o, çok rivâyetiyle taninan Muksirun* sahâbîlerden biridir. Buna ragmen Ibn Mes'ud, mutlak hadis rivâyet etmez, onun rivâyetleri çogunlukla Rasûlullah'dan ögrendigi farzlari açiklayan ve dini emirlerin kolayca anlasIlmasina yardimci olan talimatlardir. Sahih hadis kitaplari ve müsnedlerde ondan rivâyet edilen hadIsleri n toplami sekizyüzkirksekizdir. Bunlarin altmisdördünü Buhârî ve Müslim müstereken rivâyet ederler. Ayrica yirmibirini Buhârî, otuzsekizini Müslim nakletmistir. Böylece Buhârî, Ibn Mes'ud'dan toplam seksen bes, Müslim, toplam doksandokuz hadis rivâyet etmislerdir.
Ibn Mes'ud, fIkih Ilminin kurucularindan olan fakîh sahâbilerden biridir. O, özellikle Hanefi fikhinin temel tasidir. Önce de belirttigimiz gibi, o, bütün Kûfe eyaletinin kadisiydi. Onun içindir ki Ibn Mes'ud, halka, fIkih meselelerini ve içtihadlarini ögretir, bütün mürâacatlarini cevaplar ve problemlerini hâllederdi. Irak kitasinin bütün âlimleri, Ibn Mes'ud'u rehber tanirlardi. Çünkü fIkihta en çok istifâde ettikleri zat oydu. Hz. Ibn Mes'ud'un baslica talebelerinden olan Alkame b. Kays ile Esved b. Yezid, özellikle fIkih Ilmindeki derinlikleriyle söhret kazanmislardi. Bunlardan sonra 0brahim enNahàî, Kûfe fikhina genislik vermis ve Irak fakîhi ünvanini almisti. 0brahim en-Nahâî'nin bütün dayanagi Ibn Mes'ud'un içtihadlariydi. Ibn Mes'ud'un bu ilim hazinesi, en-Nahâî'den, Hammâd b. Süleyman'a intikâl etmis, ondanda 0mâm-i A'zam Ebû Hanîfe'ye geçmisti. 0mâm-i A'zam bunlari genisletmis, ilim ve ictihadiyla yaymisti. Böylece Islâm âleminin önemli bir bölümü, bunlarin Ilminden yararlanmistir.
Abdullah Ibn Mes'ud, kiyas ile muasirlarinin birçok problemlerini çözmüs, bu kaidenin yerlesmesinde son derece büyük hizmetlerde bulunmus ve böylece usul-u fIkih Ilminin ortaya çikmasina, istinbat melekesinin kuvvetlenmesine büyük katkilarda bulunmustur.
Ibn Mes'ud, bu suretle kiyas'in en önemli esaslarini tesbit etmistir.
Ibn Mes'ud'un bu önemli fikhî görüs ve içtihadlari Misirli âlim Muhammed Ravvâs Kal'aci tarafindan "Mevsû'atu Fikhî Abdullah Ibn Mes'ud " (Abdullah Ibn Mes'ud'un Fikhî Ansiklopedisi, Kahire 1984) adiyla toplanmis ve ilim hayatina kazandirIlmistir.
Hz. Ibn Mes'ud'un muasirlari ondan birçok meselelerde faydalanmislardir. Imam Muhammed b. Hasan es-Seybânî; "Ashâb içinde fIkih meselelerinde derinlik sahibi olanlar Hz. Ali, Ubey b. Ka'b, Ebu Musa el-Es'ari, Hz. Ömer, Zeyd b. Sabit ve Abdullah Ibn Mes'ud'tur" der. Imam Sa'bi: "Hz. Ömer, Zeyd b. Sabit ve Abdullah Ibn Mes'ud'un bütün ümmetin ufkunu açan fikhî meseleleri çözdüklerini ifâde eder. Zamanimin bütün âlimleri Abdullah Ibn Mes'ud'u büyük fakih bilirlerdi. Hz. Ömer onu gördükçe güler: "Bu, ilimle dolu bir zattir." derdi.
Ibn Abbas da, Ibn Mes'ud hakkinda söyle der: "Kur'ân'in en büyük tercümanidir."
Ibn Mes'ud'un ileri gelen talebelerinden biri Alkame b. Kays idi. Alkame, dimaginin tazeligi, malûmatinin genisligi ile seçkindi. Ibn Mes'ud, onun kendisinden daha çok malûmatli oldugunu söylerdi:
Ibn Mes'ud, Kûfe'de bütün talebelerine Kur'ân'i Kerim, hadîs ve fIkih okuturdu. Dersine devam edenler büyük bir halka olustururlardi. Ondan ders okuyanlar arasinda büyük söhret kazananlar da vardi. Alkame, Mesruk, Esved, Abîde, Kâdi Süreyh, Ebu Vâil bunlar arasindadirlar. Her biri büyük bir âlim olan bunlar arasinda özellikle Alkame, daima Ibn Mes'ud'u hatirlatan bir simâ olmustu. Ibn Mes'ud yola çiktigi zaman talebelerinin çogu onunla beraber hareket ederler ve ona yoldas olurlardi.
Bir gün Habbâb b. Eret, Ibn Mes'ud'un son derece genis olan ders halkasina gelmis, oraya devam eden gençlerin çoklugundan memnun olmus ve Ibn Mes'ud'a en liyakatli talebesini sormustu. Ibn Mes'ud da Alkame'yi göstermisti. Hz. Habbab, Alkame ile görüsmüs ve onun malûmatinin genisliginden çok derin bir zevk duymustu.
Ibn Mes'ud'un talebeleri, kendisini derin bir istiyakla dinlerler ve derslerini ask ve sevkle alirlardi. Baslica talebelerinden olan Sakik der ki: "Mescitte Ibn Mes'ud'u bekler, onun derse çikmasi için yolunu gözetlerdik. Bir gün biz böyle beklesirken Yezid b. Muaviye en-Nehai gelmis ve bize: 'Dilerseniz evine gidip bakayim, evdeyse alip getirmeye çalIsayim' demis ve gitmisti. Ibn Mes'ud gelmis, bize: 'Ben sizi biktirmamak için gelmedim. Rasûlullah bize vaazlarini fasila ile verirdi. Çünkü bikkinliga ugramamizi Istemezdi.' demisti."
Ibn Mes'ud, sünnet-i seniyye'ye uygun bir ahlâk sahibiydi. O, ahlâk ve yasayis tarzini bizzat Rasûlullah'dan ögrenmisti. Çünkü o, Rasûlullah'in en yakin dostlarindandi. Her zaman Rasûlullah'in yanina girer, hizmetlerini görür, ayakkabilarini çevirir, önünde yürür, yikanacagi zaman perde tutar önünde siper olurdu. Rasûlullah ona, kayitsiz sartsiz bir müsaade vermisti. Ibn Mes'ud'a: "Her zaman yanima girebilirsin, ancak benim mani olacagim zamanlar hariç" derdi. (Ibn Sa'd, Tabakat, 111, 153-154). Bunun içindir ki onun, Rasûlullah'i yegâne uyulacak Insan bIlmesi, onun her hâliyle hâllenmesi kadar tabii bir sey olamaz. Ibn Mes'ud, Kûfe'den ayrildigi hâlde ünü orada uzun zaman yasamis; herkes onun ilim ve irfaninin yani sira takvasini, iffetini, güzel huylulugunu, kalbinin rikkatini ve övgüye deger ahlâkini anmaya devam etmisti. Hz. Ali, Kûfe'ye gittigi zaman Ibn Mes'ud'un övgüye deger vasiflarla anildigini duyduktan sonra onun Kur'ân'i Kerim'e vukûfunu, helâli helâl, harami haram tanidigini, dinde fakih ve sünnette âlim oldugunu ilâve etmisti.
Abdullah Ibn Mes'ud, Ebu Umeyr adinda bir dostunu ziyaret etmek üzere çikmis, fakat evinde bulamayarak âilesine selâm göndermis ve kendisine bir miktar su verIlmesini rica etmisti. Evin hanimi, hizmetçisini komsuya göndererek su Istetmisti. Hizmetçi geciktigi için hanim ona lânet okumustu. Ibn Mes'ud hanimin hizmetçiye lânet okudugunu duymus ve evden çikmisti. Çikarken dostu Ebu Umeyr ile karsilasmisti. Ebu Umeyr "Ya Ebu Abdurrahman! Sen kendisinden kadinlarin kiskanilacagi bir adam degilsin, niçin kardesinin hanimina selâm vererek içerde oturmadin ve su içmedin?" demisti. Ibn Mes'ud'un cevabi: "Öyle yaptim fakat zevceniz ya su bulunmadigi veyahut evdeki su kâfi gelmedigi için hizmetçiyi komsuya gönderdi, hizmetçi geç kaldigi için de ona lânet okudu. Hâlbuki ben Rasûlullah'dan su sözleri duydum: "Lânet kime gönderIlmisse ona gider, ona kazIlmak Ister. Sayet buna bir yol bulamazsa: Ya Rabbi, beni falana gönderdiler, kalktim gittim, ona hulûl için bir yol bulamadim! Simdi ne yapayim? der. Cenab-i Hak da ona: Nereden geldinse oraya dön der. " Onun içindir ki, hizmetçinin bir mazereti olabilecegini düsündüm ve lânetin geri dönmesinden korktum. Buna sebep olmak Istemedim."
Bir defasinda adamin biri vefat etmis ve hiçbir hayri olmadigi söylenmisti. Ibn Mes'ud, bunu duyar duymaz, elinde bulunanlari sadaka olarak vermisti. Rasûlullah'in Ashâb'indan birçoklari, onun sünnetine yapismakla büyük bir serefe kavustular. Fakat Abdullah Ibn Mes'ud, hiçbir zaman dünyayi Istemedi. O hep ahireti gözetirdi. Hz. Ibn Mes'ud, son derece mIsafirperverdi. Kûfe'de ikâmet ettigi sirada evi hiç mIsafirsiz kalmazdi.
Ibn Mes'ud, namazlarini vaktinde kIlmaya o kadar riayet eder ki, bir kere Vali Velid b. Ukbe, Kûfe mescidinde halki bir süre bekletmisti. Ibn Mes'ud hemen kalkarak, halka namazi kildirmisti. Vali, buna üzülerek, niçin böyle yaptigini sormus ve "Mü'min'lerin emirinden bir buyruk mu aldin? Yoksa bir bid'at mi icat ettin?" demisti. Ibn Mes'ud, ona su cevabi vermisti: "Ben, mü'minlerin emirinden bir buyruk almadigim gibi, bir bid'at de icat etmedim. Fakat senin bir isin vardir, diye bizim de namazimizi geciktirmene Allah razi olmaz."
Ibn Mes'ud, Ramazan'dan baska çogu günler oruç tutar, Asûre günlerini de oruçlu geçirirdi. Abdurrahman b. Yezid der ki: "Ibn Mes'ud, günlerinin çogunu oruçlu geçirirdi. Oruca ve namaza devamdan ayrica bir zevk alirdi. Ibn Mes'ud, son derece külfetsiz bir hayat sürer, gayet basit yemeklerle beslenir, külfetsizligi ve sadeligi hayatinin düstûru bilirdi. Talebesi Alkame, bu hususta Ibn Mes'ud'un harfiyen Rasûlullah'a uydugunu söyler. Ibn Mes'ud; senelerce beytü'lmâl* idare etmis, bir gün, bir dakika da olsa adalet ve insaftan ayrIlmamistir.
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
21 Nisan 2006       Mesaj #48
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
HZ. HÜSEYİN (r.anh)

Ümm-i Hâris hazretleri anlatır:

Birgün Resulullahın huzuruna varıp, bir rüya gördüğümü ve çok korktuğumu arzettiğim zaman, buyurdular ki:

- Ne gördün?

- Sizin vücudunuzdan bir parça kestiler, benim yanıma eklediler.

- İyi görmüşsün, Fatıma'nın bir oğlu olacak ve senin yanında kalacaktır.

Bir müddet sonra, Hz. Hüseyin dünyaya geldi. Resulullah her sabah namazını kıldıktan sonra, mübarek yüzünü eshab-ı kirama çevirirlerdi. Üzüntülü kimseler yüzünü görseler, mesrur olurlardı. O gün sabah namazından sonra, yüzlerini döndürmeden, Hz. Ali'yi çağırdılar. Beraber mescidden çıktılar. Eshab-ı kiram nereye, niçin gittiklerini anlayamadılar. Tekrar dönerler diye oturdular. İkisi Hz. Fatıma'nın evine gittiler.

Peygamberimiz Hz. Ali'ye, kapıda durup, kimseyi içeri sokmamasını emretmişlerdi. Hz. Hüseyin doğmuş, melekler tebrik etmek için gelmişlerdi. Hz. Ebu Bekir duramayıp, Hz. Ali'nin evine gitti. Sonra Hz. Ömer, sonra Hz. Osman ve bütün eshab-ı kiram Hz. Ali'nin evine gittiler.

Hz. Ebu Bekir, Hz. Ali'den, Resulullahın nerede olduğunu sordu. Hz. Ali, içerde olduklarını bildirince, Hz. Ebu Bekir buyurdu ki:

- İzin verirsen, ben de gireyim.

- Allahın Resulü meşguldür.

- Benim içeri girmememi sana emretti mi?

- Hayır, yalnız dörtyüzyirmidörtbin melek geldi.

Hz. Ebu Bekir hayret edip, durdu.

Bir müddet sonra, Resulullah dışarı çıkıp, herkesin içeri girmesini emrettiler. Eshab-ı kiram içeri girdiler. Hz. Ali'nin meleklerin sayısındaki sözü söylendi. Resulullah efendimiz Hz. Ali'ye sordular:

- Meleklerin sayısını nasıl bildin?

- Melekler grup grup geliyorlardı. Herbiri bir dil ile konuşurlardı ve sayılarını bildirirlerdi.

Bunun üzerine Resulullah efendimiz buyurdu ki:

- Allah aklını ziyade etsin ya Ali!

Resulullah efendimiz Hz. Hüseyin doğduğu zaman, kulağına, (O, cennet gençlerinin efendisi, seyyididir) diye seslenmişlerdi.

Hz. Üsame bin Zeyd, bir gece Peygamber aleyhisselamı gördüğünü ve Onun, (Bunlar benim oğullarımdır, kızımın oğullarıdır. Allahım ben onları seviyorum, sen de onları sev ve onları sevenleri de sev) buyurduğunu rivayet etmektedir.

Bir defasında da, (Hüseyin benden, ben Hüseyin'denim, Allahü teâlâ Hüseyin'i seveni sever) buyurmuştu.

Allahü teâlâ Kur'an-ı kerimde, ehl-i beyte, mealen buyuruyor ki:

(Allahü teâlâ, sizlerden ricsi, yani her kusur ve kirleri gidermek istiyor ve sizi tam bir taharet ile temizlemek irade ediyor.)

Bu ayet-i kerime gelince, eshab-ı kiram sordular.

- Ya Resulallah! Ehl-i beyt kimlerdir?

O esnada, Hz. Ali geldi. Mübarek hırkasının altına aldılar. Fatıma-tüz-Zehra da geldi. Onu da yanına aldılar. İmam-ı Hasan geldi. Onu da bir yanına, sonra gelen İmam-ı Hüseyin'i de öbür tarafına alarak buyurdular ki:

- İşte bunlar, benim ehl-i beytimdir.

Bu ayet-i kerime ve ilgili hadis-i şerifler, Resulullahın iki mübarek torununu sevmenin şart olduğunu belirtmektedir.

Hz. Hüseyin buyurdu ki:

Birgün yüksek dedemin huzuruna varmıştım. Übey bin Kâb da orada idi. Bana, "Merhaba, ey Ebu Abdullah, ey göklerin ve yerin süsü" diye hitap ettiler. Übey bin Kâb hazretleri dedi ki:

- Ya Resulallah! Gökler ve yer için, senden başka süs var mıdır?

Resulullah bunun üzerine buyurdular ki:

- Beni insanlara Peygamber olarak gönderen Allahü teâlânın hakkı için, Hüseyin bin Ali, yeryüzünün merkezinin süsüdür. Ondan ziyade süs, göklerin tabakalarıdır.

Birgün Hz. Hüseyin, Resulullah efendimizin yanında idi. Annesine gitmek istiyordu. Hava yağmurlu idi. Resulullah efendimiz duâ buyurdu. Hz. Hüseyin eve gidinceye kadar, yağmur ara verdi.

Birgün Resulullah efendimiz, Hz. Hüseyin'i sağ dizine, oğlu İbrahim'i sol dizine aldı. Cebrail aleyhisselam gelip dedi ki:

- Hak teâlâ, bu ikisinden birini alacaktır. Sen birini seç!

Resulullah efendimiz buyurdu ki:

- Eğer Hüseyin vefat ederse, benim canım yandığı gibi, Ali'nin ve Fatıma'nın da canları yanar. Eğer İbrahim giderse, en çok ben üzülürüm. Benim üzüntümü, onların üzüntüsüne tercih ediyorum.

Üç gün sonra oğulları İbrahim vefat etti.

Resulullah efendimiz, Hz. Hüseyin yanına her gelişinde, onu öper ve buyururdu ki:

- Selamet ve saadet o kimseye ki, oğlum İbrahim'i ona feda ettim.

Hz. Hüseyin'in ilk çocukluğu Resulullah efendimizin derin sevgi ve şefkati içinde geçti. Ancak bu hâl, çok sürmedi. Zira Peygamber efendimiz vefat ettiler. Hz. Hüseyin, bundan sonra ilmini ve edebini babasının yanında tamamladı.

Hz. Hüseyin'in yüzü, karanlık gecede etrafını aydınlatırdı. Yaya olarak yirmibeş defa hacca gitti. Beraberindekiler bineklere binse de, kendisi binmezdi. Çok cömert idi. Buyurdular ki:

- Cömert, efendi olur; cimri, hor olur. Bu âlemde bir mümin kardeşinin iyiliğini, kendinden önce düşünen, öbür âlemde daha iyisini bulur.

Eshab-ı kiramdan Hz. Dıhye, devamlı ticaret için sefere gider gelirdi. Çok güzel yüzlü idi. Cebrail aleyhisselam çok defa Resulullahın huzuruna Dıhye şeklinde gelirdi. Birgün Cebrail aleyhisselam Fahr-i âlem hazretlerinin huzurunda bulunuyordu.

O zaman henüz küçük olan Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'den biri, Cebrail aleyhisselamı gördü. Hemen kardeşinin yanına koşarak dedi ki:

- Dıhye, dedemizin yanında oturuyor, haydi gidelim.

Koşup mescide girdiler.

Cebrail aleyhisselamın dizlerine oturdular. Ellerini Cebrail aleyhisselamın koynuna soktular. Resulullah efendimiz, torunlarının bu hareketini görünce hicâb edip, mâni olmak istedi. Cebrail aleyhisselam, Resulullahın mahcup olduğunu görünce, dedi ki:

- Ya Resulallah! Niçin sıkılıyorsunuz? Fatıma teheccüd namazını kılarken, Hak teâlâ beni gönderir, bunların beşiklerini sallardım. Böylece Hz. Fatıma rahatça namazını kılardı. Bazan da bunların anneleri namazdan sonra uyurken, bunlar ağlardı. Hak teâlâ yine beni gönderir, anneleri uyanmasın diye, beşiklerini sallardım, ağlamazlardı. Çocukların bu hareketini bana karşı edepsizlik saymayın. Bunların yanıma gelip, ellerini koynuma sokmalarında bir mahzur yoktur.

Resulullah efendimiz buyurdu ki:

- Ey kardeşim Cebrail! Şimdi bir şey yapmadılar. Daha ileri giderler endişesiyle mâni oldum. Çünkü, eshabımdan Dıhye isminde birisi vardır. Çok kere sefere çıkar. Her dönüşünde bunlara hediye getirir. Sizi Dıhye zannedip, ellerini koynunuza soktular.

Bunun üzerine Cebrail aleyhisselam, “Ya Rabbi! Beni Habibinin yanında utandırma” diye duâ etti.

Oturduğu yerden ellerini cennete uzattı. Bir yeşil salkım üzüm, bir kırmızı nar eline geldi. Hz. Hasan üzümü, Hz. Hüseyin de narı aldı. Bunları yerlerken, bir dilenci gelip dedi ki:

- Ey ehl-i beyt! O üzüm ve nardan bana da verir misiniz?

Resulullahın yüksek yaratılışlı torunları, dilenciye vermek istediklerinde, Cebrail aleyhisselam mâni olarak dedi ki:

- Ya Resulallah! O dilenci şeytandır. Cennet meyveleri ona haram iken, hile ile ondan yemek istedi.

Hz. Hüseyin hep babasının yanında idi. Babası şehit olunca, Medine'ye geldi. Yezîd'e biat etmedi. Kufeliler kendisini çağırıp halife yapmak istedi. Kardeşi Muhammed bin Hanefiyye, İbni Ömer, İbni Abbas ve daha nice eshab-ı kiram mâni oldular ise de, kabul etmeyip yetmişiki kişi ile Mekke'den Irak'a yola çıktı.

Irak valisi Ubeydullah bin Ziyad, Ömer bin Sâd kumandasında bir ordu gönderdi. Ömer, geri dönmesini bildirdi ise de, İmam kabul etmeyip harp etti. 681 yılında Muharremin onuncu günü Kerbela'da şehit oldu. Yezîd bunu duyunca, çok üzüldü. “Allah İbni Mercane'ye (ibni Ziyad'a) lanet eylesin! Hüseyin'in isteklerini kabul etmeyip de onu şehit ettirdi. Böylece beni kötü tanıttı” dedi. Hz. Hüseyin'in mübarek oğlu Zeynelabidin küçük olduğu için öldürülmedi. Kadınlar ve İmamın mübarek başı ile Şam'a gönderildi. Mübarek başı, Mısır'da Karafe kabristanında medfundur.



arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
22 Nisan 2006       Mesaj #49
arwen - avatarı
Ziyaretçi
ZEYD B. HÂRİSE



Zeyd b. Hârise b. Şurâhîl el-Kelbî. Üsâme'nin babası. Ashâbın ileri gelenlerinden olup, Resûlullah (s.a.s)'ın en çok sevdiği arkadaşlarındandır. Bu yüzden sahâbe arasında "el-hubb" diye anılırdı.

Tam künyesi: Zeyd b. Hârise b. Şurâhîl (İbn İshak'a göre, Şurahbîl) b. Kâ'b b. Abdiluzza b. Imriülkays b. Âmir b. Abdivüdd b. Avf b. Kinâne b. Bekr b. Uzre b. Zeyd el-Lât b. Rufayde b. Sevr b. Kelb b. Vebre b. Tağlib b. Hulvân b. İmrân b. Luhaf b. Kuzâa'dır (İbn Hişâm, es-Sîretü'n Nebeviyye", I, 247; İbn Sa'd, et-Tabakâtıt'l-Kilbrâ, III, 40; İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Ğâbe fı Ma'rifeti's Sahâbe, II, 281).

Kaynakların ifadesine göre; cahiliyye döneminde, Zeyd'in annesi Su'dâ, yanında oğlu olduğu halde akrabalarını ziyarete gider. Bu sırada Benî el-Kayn b. Cisr'e mensup bazı atlılar, Su'dâ'nın akrabaları olan Benî Ma'n evlerine baskın yaparlar. Zeyd'i de bu arada beraberlerinde alıp götürürler. Zeyd, bu sırada temyiz çağında bir çocuktur. Onu, Ukaz Panayırına götürüp satışa arzederler. Hz. Hatice'nin yeğeni Hakîm b. Huzâm b. Huveylid de o esnada panayıra uğrayıp Mekke'ye götürmek üzere birkaç köle satın alır. Zeyd b. Hârise de bu köleler arasında bulunmaktadır. Hakîm, Mekke'ye döndüğünde, halası Hz. Hatice kendisini ziyarete gider. O da halasına köleleri göstererek, dilediği köleyi seçip götürebileceğini söyler. Hz. Hatice de Zeyd b. Hârise'yi seçer. Daha sonra O'nu, Resûlullah (s.a.s)'e bağışlar.

Kelb kabilesine mensup bazı insanlar, hac için Mekke'ye geldiklerinde Zeyd'i görüp tanırlar, Zeyd de onları tanır. Dönüşte durumu babasına haber vererek bulunduğu yeri tarif ederler. Zeyd'in babası Hârise ile amcası Kâ'b, yanlarına fidye alarak Mekke'ye gelirler ve Resûlullah (s.a.s)'ın yanına varıp: "Ey Abdulmuttalib'in oğlu! Ey kavminin efendisinin oğlu! Sizler, Harem'in ehlisiniz, köleyi azad eder, esiri yedirirsiniz. Yanında bulunan oğlumuz için sana geldik. Bize iyilikte bulun, sana fazlasıyla fidye vereceğiz" derler.

Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.), Zeyd'i çağırtarak, kendisini istemeye gelen bu kişileri tanıyıp tanımadığını sorar. Zeyd de, bunlardan birinin babası diğerinin de amcası olduğunu söyleyerek tanıdığını ifade eder. Bu sefer Resûlullah Zeyd'e, dilerse babasıyla gidebileceğini, şayet isterse yanında kalabileceğini söyleyince, Zeyd, Resûlullah (s.a.s.)'in yanında kalmayı tercih eder. Peygamberimiz de Zeyd'i elinden tutarak Hicr denilen yere çıkarır ve: "Şahid olun, Zeyd benim oğlumdur. O bana mirasçıdır, ben de O'na mirasçıyım!" diyerek Zeyd'i evlat edindiğini ilan eder (İbn Sa'd, a.g.e., III, 40-42; İbn Hişâm, a.g.e., I, 247 vd.; el Askalânî, el-İsâbe fi Temyizi's-Sahâbe, III, 24).

Zeyd b. Hârise, Muhammed (s.a.s.)'e risalet gelinceye kadar yanında kaldı ve Resûlullah, peygamber olur olmaz O'nun risâletini tasdik edip müslüman oldu, O'nunla birlikte namaz kıldı ve: "Onları babalarının isimleriyle çağırın..." (el-Ahzab, 33/5) meâlindeki ayet nazil oluncaya kadar "Muhammed'in oğlu" diye anıldı. Bu ayet-i kerimenin nüzulünden sonra Zeyd, Zeyd b. Hârise olarak çoğalmaya başlandı (İbn Hişâm, a.g.e., I, 247; İbn Sa'd, a.g.e., III, 42; el-Askalânî, a.g.e., III, 25).

Zeyd b. Hârise, Resûlullah (s.a.s.)'ın cefakâr dostlarından biriydi. Hemen hemen tüm sıkıntılı zamanlarında O'nunla birlikteydi. Nitekim, çevre kabileleri İslâm'a davet etmek kabilinden Tâif'e giden Rasûlüllah'ı yalnız bırakmamış, Tâiflilerin attığı taşlar Peygamber (s.a.s.)'e isabet etmesin diye kendi vücudunu siper etmiş ve başından çeşitli yaralar almıştı (İbn Sa'd, a.g.e., I, 212).

Müslümanlar Medine'ye hicret etmeye başlayınca, Zeyd b. Hârise de hicret etmişti. Resûlullah (s.a.s.), hicretten sonra Medine'de, ashabı arasında kardeşlik tesis ettiğinde, Zeyd'l-e Hamza b. Abdülmuttalib'i de kardeş ilan etmişti. Bu sebepten Hz. Hamza, Uhud günü şehadet şerbetini içmeden önce Zeyd'i kendisine vâsî tayin etmişti (İbn Nişâm, a.g.e., I, 505; İbn Sa,d, a.g.e., III, 44).

Zeyd b. Hârise; Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarıyla Hudeybiye Barışı ve Hayber fethinde de bulunmuştur. Resûlullah (s.a.s.), Müreysî gazasına çıktığı zaman kendisini Medine'ye vekil olarak bırakmıştı.

Bunun yanında Zeyd, komutan olarak da çeşitli seriyyelere katılmış ve üstün başarılar göstermiştir. Bu seriyyeler; Karede, Cemûm, el-Iys, et-Tarafa, Hisma ve Ümmü Kırfa'dır. Son olarak Mute Savaşı'na iştirak etmiş ve bu savaşta şehid olmuştur.

Resûlullah (s.a.s.), sancağı ilk önce Zeyd'e vermiş ve: "Şayet Zeyd şehid olursa, sancağı Câfer alsın, O da şehid düşerse, Abdullah b. Ravâha alsın" buyurmuştur. Bu üç sahâbî de Mute günü, kahramanca savaşarak Hakk'ın rahmetine kavuşmuşlardır.

Zeyd, şehid olduğu zaman 50-55 yaşları arasındaydı.

Resûlullah (s.a.s), bu üç kahraman dostunun şehadet haberini duyunca gözyaşlarını tutamayarak ağlamış ve onlar için: "Allah'ım; Zeyd'e mağfiret et! Allah'ım; Zeyd'e mağfiret et! Allah'ım; Zeyd'e mağfiret et! Allah'ım; Câfer'e mağfiret et! Allah'ım; Abdullah b. Ravâha'ya mağfiret et!" diyerek dua etmiştir (İbn Sa'd, a.g.e., III, 45, II, 86-90 ve 128-129; el-Askalânî, a.g.e., III, 26).

Zeyd, birkaç hanımla evlenmişti ki, bunlardan biri de Zeyneb bint Cahş'tır. Bir diğeri, Ümmü Külsüm bint Ukbe. Zeyd ondan boşanıp Dürre bint Ebî Leheb ile evlendi. Sonra onu da boşayarak Hind bint el-Avuâm (Zübeyr b. el-Avvâm'ın kız kardeşi) ile evlendi. Sonunda, Peygamber (s.a.s.), Zeyd'i, dadısı ve aynı zamanda cariyesi Ümmü Eymen'l-e evlendirdi. Ashâbın ileri gelenlerinden biri olan Üsâme, işte bu hanımdan dünyaya geldi (İbn Sa'd, a.g.e., III, 45; el-Askalânî, a.g.e., III, 25).

Zeyd b. Hârise; kısa boylu, çok esmer ve basık burunlu idi (İbn Sa'd, a.g.e., III, 44).
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
22 Nisan 2006       Mesaj #50
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
HZ. FÂTIMA (r.anha)

Hz. Muhammed (s.a.s.)'in neslinin kendisiyle devam ettiği en küçük kızı. Müslümânların dördüncü halifesi "ilmin kapısı" Hz. Ali (r.a.)'ın hanımı.

Kerbela'da zulme boyun eğmeyip başkaldırı ruhunu kendisinden sonra gelen müminlere miras bırakan "cennet gençlerinin efendisi" Hz. Hüseyin (r.a.)'ın ve Kerbela'da esir edildikten sonra Kûfe sokaklarında teşhir edilen, Yezid'in sarayında yaptığı etkileyici konuşmayla halkı galeyana, Yezid'i ise dize getiren Peygamber torunu Hz. Zeynep (r.a.)'nın annesi. Hz. Peygamber'in, "Dünyadaki en iyi dört kadın şunlardır: Meryem, Asiye, Hatice ve Fâtıma" buyurduğu "âlemlerin kadınlarının ulusu". Peygamberimizin Zeyneb, Rukiyye ve Ümmü Gülsüm'den sonra dördüncü ve en küçük kızı. Doğum tarihi ihtilaflı olup (605, 609, 615) yıllarında dünyaya geldiğine dair çeşitli rivâyetler ve görüşler vardır. Hicrî II. Milâdî 633. yılda Medine'de Mescid-i Nebevî'ye bitişik odâsında vefât eden Hz. Fâtıma'nın kabri konusunda da üç değişik görüş vardır: Cennetü'l-Bakî', Akil'in evinin avlusu, Hz. Abbas'ın daha sonra yaptırılan türbesi. Ancak bugün kabul edilen yer Cennetü'l Bakî'dir.

Diğer kadınlardan her bakımdan üstün olan Hz. Fâtıma'nın birçok lâkabı vardır ki bunların herbiri onun üstün meziyetlerini tanımlamaktadır: Hz. Fâtıma'nın yüzü parlak olduğu için saf, berrak, ay gibi parlak anlamına gelen "Zehrâ"; yalnızca Hz. Meryem ve Fâtıma'ya kadınların özel hallerinden muaf tutuldukları için eşi bulunmaz anlamında "Betül"; diğer Fâtıma'lardan ayrılması için ulu anlamına gelen "Kübrâ"; oğullarıyla tanınması için "Ümmü Hasan", "Ümmü Hüseyin", "Ümmü Muhsin"; Hz. Peygamber'in kızı olduğundan dolayı "Bint-i Resul"; Bedir ve Huneyn savaşlarında bilfiil bulunduğu için "Bedir ve Huneyn Hurisi"; ağırbaşlılığı sebebiyle kadınların efendisi anlamında "Seyyid-i Nisâ"; Güzelliği ve temizliği nedeniyle "İnsanların Hurisi"; babasına çok benzediğinden ötürü babasının kızı anlamına gelen "Bint-i Ebiha"; babasına bir anne şefkatiyle düşkün olduğundan dolayı babasının annesi anlamındaki "Ümmü Ebiha"; zeki ve kavrayışlı olduğundan "Zekiyye"; bereketi, uğurlu, kuvvetli ve kutlu olduğuna işaret için "Meymune", itâatli ve alçak gönüllülüğünden dolayı "Râziyye"; ve herkes tarafından sevildiği, insanlarla olan ilişkilerinde kimseyi incitip gücendirmeyecek denli tutarlı olduğundan dolayı kendisine "Marziyye" denmiştir. En çok kullanılanı ise "Zehrâ"dır.

Hz. Peygamber'in risâletinin beşinci yılında, hicretten sekiz yıl önce Mekke'de dünyaya gelen Hz. Fâtıma'nın doğum müjdesini Resulullah şu cümleleriyle veriyordu: "İşte şimdi vahiy meleği bana geldi ve bu doğan çocuğu kutladı. Allah ona Fâtıma adını verdi." Câhiliye geleneğinde kız çocuğu büyük bir utanç vesilesi sayılıp babaların yüzünü kızartan ve bu yüzden diri diri kumlara gömüldüğü bir zamanda Hz. Fâtıma'nın doğum müjdesi aynı zamanda kadınların kurtuluş müjdesi oluyordu. Hz. Fâtıma'yı dünyaya getiren Hz. Hatice (r.a.) ile Hz. Peygamber'in soyu yedinci ataları Gâlib oğlu Lüveys'te birleşir. Annesini küçük yaşta yitiren Fâtıma diğer kardeşleri gibi babasının sonraki hanımlarını anne edindi. Ancak öz annesinin şefkatinden mahrum kalan Fâtıma ile babası arasında daha sıcak bir yakınlık doğdu. Hz. Peygamber kızına babalık yanında anne şefkatini de göstermek durumunda idi ve bunu en iyi şekilde yerine getirdi. Babasıyla Fâtıma'nın arasındaki sıcaklığın diğer nedenlerinden biri de Hz. Peygamber'in diğer çocuklarının ard arda vefât etmeleridir; Peygamberimiz diğer çocuklarının acısını, sevgi ve özlemini Fâtıma'da toplamıştı. (Ana-baba bir kardeşleri Kâsım iki, Abdullah üç, Zeynep otuz, Rukiyye yirmi bir; Ümmü Gülsüm yirmi altı yaşlarında Fâtıma'dan önce vefât ettiler). Ayrıca Hz. Peygamber'in ******n Fâtıma ile devam etmesi de babasının yanında Fâtıma'ya ayrı bir değer kazandırıyordu.

Ama Fâtıma'yı "Seyyid-i Nisâ" yapan etkenler yalnızca bunlar değildi. O kısacık ömründe İslâm kadınına örnek olacak zorlu ve çileli bir hayat sürdü.

Hz. Fâtıma çocukluğunu İslâm'ın en zayıf, müslümanların en çok ezildiği bir ortamda Hz. Hatice gibi bir annenin terbiyesi altında geçirdi. Babasının ve müslümanların çektiği acılara en az onlar kadar o da ortak oldu. Babası evden çıkıp İslâm'ı tebliğ ederken o ya endişe içinde merakla kapıda bekler ya da babasını adım adım izler ve onu kollamaya çalışırdı. Bir gün Hz. Peygamber Mescid-i Haram'a gitmiş ve oradaki topluluğa İslâm'ı anlatıyordu. Fakat karşısında bulunan câhiliye mensupları kendi düzenlerini tehdit eden bu sesi boğmak için toplanmış ve Hz. Peygamber'e her türlü hakareti yaparak saldırmışlardı. Babasının dövülüşünü bir kenardan korkuyla izleyen Fâtıma müşriklerin dağılmasından sonra kanlar içindeki babasını alıp eve götürmüş ve bir anne şefkatiyle yaralarını sarmıştı. Buna benzer nice olayların içinde pişen Fâtıma âdeta geleceğin Hz. Fâtıma'sı olmaya hazırlanıyordu. Yine bir gün Hz. Peygamber Mescid-i Haramda secde hâlindeyken müşrikler her zamanki vahşetleriyle deve barsaklarını ve işkembesini basına atarak kahkahalarla eğlenirken, Fâtıma o pislikleri kendi elleriyle temizler ve babasını alıp eve götürür. Hz. Peygamber Fâtıma'ya hem babalık hem analık yaparken Fâtıma da o zorlu ortamda hem "babasının kızı" hem de "babasının annesi" olmuştur.

Hz. Peygamber'le kızı arasındaki ilişkiler aynı zamanda yaşadıkları toplumun geleneklerini de yerle bir ediyordu. Bir defa; "Kendisine kız çocuğu müjdelendiği zaman babaların yüzleri utançtan simsiyah kesilirken", kız çocuğu oldu diye dostlarının yüzüne bakamayan babalar gizlice çöle götürüp bu çocukları diri diri toprağa gömerken Hz. Peygamber kızının doğum müjdesini alınca sevinçten yüzü aydınlanmış ve bu müjdeyi dostlarına bizzat kendisi duyurmuştur. Câhiliyede soy, mutlaka erkek çocuk kanalıyla devam ederken Hz. Peygamber'in soyu kızı Fâtıma ile devam etmiş ve yüce Allah câhiliyenin bu geleneğini bizzat Resulullah aracılığıyla yoketmiştir. Peygamberimizin oğlu Abdullah da vefat edince câhiliye mensupları "Muhammed'in soyu kesildi" diye sevinip "o artık ebter, yani soyu ke*****r" diye Peygamberimizi alaya aldıklarında onu bizzat yüce Allah savunmuş ve Peygamber'i teselli eden Kevser sûresi nâzil olmuştur: ''Biz sana kevser'i verdik. O halde namaz kıl, kurban kes. Senin şanın yücedir. Asıl ebter ise o (sana ebter diyen)dir." Buradaki "kevser"i İslâm âlimleri Peygamberimizin hadislerinden yola çıkarak "bol hayır", "sonsuz", "sayısız ümmet", "çok sahâbe", "şefaat" anlamlarında tefsir etmişler, ayrıca "kevser" kelimesiyle Hz. Fâtıma'nın kastedildiğini de bildirmişlerdir.

Hz. Peygamber kızına o kadâr şefkatli idi ki onu ellerinden ve yüzünden öperdi. Halbuki o toplumda bir babanın kızının elinden öpmesi bir yana erkek çocuklar bile öpülmezdi, ayıptı. "Benim on çocuğum var daha bir kez öpmüş değilim" diyen insanların yaşadığı bir toplumda kadını diri diri gömülmekten eli öpülen bir konuma yükselten de yine Hz. Peygamber'in getirdiği İslâm'dı.
Rasûlullah kızını anlatırken "Babasının annesi", "Baban sana fedâ olsun", "Alemlerin kadınlarının ulusu", "Fâtıma'yı hoşnut eden beni hoşnut etmiştir, onu kızdıran beni kızdırmıştır" ve, "Kızım Fâtıma'yı seven beni sevmiştir, Fâtıma'yı memnun eden beni memnun etmiştir; Fâtıma'yı üzen beni üzmüştür. Fâtıma benden bir parçadır, kim onu incitirse beni incitmiş olur, beni incitense Allah'ı incitmiştir" buyururdu.
Hz. Fâtıma Mekke döneminin tüm zorluklarına babasıyla birlikte katlandı ve Hz. Peygamber dâhil müslümanların tamamına yakını Medine'ye hicret edene kadar Mekke'den ayrılmadı. Resulullah Kûba'ya ulaştıktan sonra Hz. Ali, Hz. Ali'nin annesi ve Ümmü Eymen'den oluşan bir kafileyle Medine'ye hicret etti.

Medine'ye hicret ettikten sonra Hz. Fâtıma'yı Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve daha başka sahâbîler babasından istediler. Ancak Peygamberimiz bu istekleri nazikçe geri çeviriyor ve bekliyordu. Hz. Ali de Fâtıma'ya tâlib oldu ve Peygamberimiz kızının bu konudaki görüşünü alarak Allah'ın vahiyle izin vermesinden sonra Ali ile Fâtıma'nın evlenmelerine karar verildi. Daha sonra nikâhları da Mescid'de kıyıldı. Mehir olarak Hz. Ali'den dört yüz dirhem gümüşü uygun gören Efendimiz onun zırhı ve atından başka bir şeyinin olmadığını öğrenince zırhını satmasını söyler. Hz. Ali dört yüzseksen dirhem gümüşe zırhını satar ve bunun dört yüz dirhemi mehir olarak Hz. Fâtıma'ya verilir. Ancak Fâtıma bu mihri çok bulur; kendisine en güzel mihrin kıyamet günü İslâm ümmetinin Peygamber'in şefâatiyle affedilmesi olacağını söyler ve bu konuda dua eder. Ancak kendisi için ayrılan dört yüz dirhemi düğün masraflarına harcanmak üzere hibe eder. Nikâh mescidde Peygamberimizin bir hutbesi ile ilân edilir: "Allah'a hamd... yüce Allah evlenmeyi bir görev, adalet, ve geniş bir hayır kılmıştır. Şimdi Allahu Teâlâ bana kızım Fâtıma'yı Ali b. Ebı Tâlib'e nikahlamamı buyurmuştur. Ey ashâbım ben de sizi şâhit kılıyorum ki Ali b. Ebi Talib mevcut gelenek ve Allah'ın emriyle söyleyeceğim şeyi kabul ederse dörtyüz dirhem gümüş mehirle kızım Fâtıma'yı kendisine nikâhladım. Yüce Allah kendilerinin varlıklarını biraraya getirsin ve bunu kendilerine mübârek kılsın. Rabbim nesillerini temiz, kendileriyle çocuklarını geniş rahmetinin anahtarı, yüce hikmetinin kaynağı ve Muhammed ümmetinin güvenlik sebebi kılsın....Rabbimden kendim ve sizin için mağfiret dilerim." Hz. Ali'nin şartları kabul etmesi üzerine sâde bir törenle nikâh kıyılır ve misafirlere bal şerbeti hurma ve gül suyu ikram edilir. Daha sonra hurma, yağ ve süzülmüş yoğurttan yapılan bir de düğün yemeği verilir. Yemeğin az olmasına rağmen yedi yüz misafirin yediği halde Allah'ın bereketlendirmesi ile yetip artar.

Babasından ayrılıp Hz. Peygamber mescidine bitişik, zemini toprak eve yerleşirken çeyiz ve ev eşyası olarak şunları götürmüştü: Üç adet minder, bir halı. bir yastık iki eldeğirmeni, bir su tulumu, bir su testisi meşinden bir su bardağı, bir elek, bir havlu, bir koç postu eski bir kilim, hurma yaprağından örülmüş bir sedir, iki elbise, uzunlamasına örttüklerinde ayakları enlemesine örttüklerinde baslarını açıkta bırakan bir küçük yorgan.
Hz. Peygamber kızını evlendirmekle ondan kopmadı, ilişkileri azalmadı; yine her sabah onları namaza kaldırır, bir yolculuğa, sefere çıkacağı zaman en son vedâlaşacağı kişi Fâtıma olur; döndüğünde ise hanımlarından önce ona uğrardı. Hz. Peygamber bu yeni yuvaya çok önem veriyor; İslâm ümmetinin geleceğini bu yuvanın etkileyeceğini bilerek onları yönlendiriyor, eğitiyordu. Hz. Ali ve Hz. Fâtıma arasında işbölümünü bizzat kendisi yapmıştı.
Câhiliye geleneğinde ağır işlerde ezilen kadınların aksine Hz. Fâtıma sadece evin iç işlerinden, Hz. Ali de dış işlerinden sorumlu olacaktı.

Müslümanların çektiği sıkıntılar ve savaşlar bu aileyi de etkiliyor, Hz. Fâtıma da diğer müslümanlar gibi yarı aç yarı tok yaşıyordu; Peygamber kızı olmasından dolayı hiçbir ayrıcalığı yoktu. Hz. Ali'nin ekonomik durumu genelde iyi olmamasına rağmen Beytü'l-Mal'den haklarından fazla bir şey almadılar. Hz. Ali ticaret yapıp dünya malı biriktirme yerine Hz. Peygamber'in kâtipliğini yapıyor, İslâm ümmeti için ilim biriktiriyordu. Hz. Fâtıma ise avuçları kabarana kadar un öğütüp kendi işini kendi yapıyordu. Bu yuvada katı kurallar yoktu; Hz. Ali ev işlerinde Hz. Fâtıma'ya yardımcı oluyordu. Hz. Fâtıma da Hz. Ali'ye. Fâtıma'nın ev işlerinde çok yıprandığını gören Hz. Ali Peygamberimize gelerek bir hizmetçi verip veremeyeceğini sorduğunda Hz. Peygamber, "Ya Fâtıma, Allah'tan kork; Rabbinin farzını ifâ et; eşinin hizmetine bak. Yatağına girdiğinde otuz üç defa tesbih oku, otuz üç defa hamd et, ve otuz dört defa tekbir getir. Bunların toplamı yüzdür; bunları okuman senin için daha hayırlı olacaktır" diyerek bu isteği geri çevirdi; onlar da razı oldular.

Gerçekte, Fâtıma isteseydi çok lüks bir hayat sürebilir, bir değil birçok hizmetçisi olurdu. Müslümanlar Hz. Peygamber'in biricik kızı razı olsun, iyi bir hayat sürsün diye tüm varlıklarını onun önüne sürebilirlerdi. Ama o lüksün yerine çileyi seçti; tıpkı İslâm toplumunun diğer fertleri gibi. Fakirlere kölelere, zayıflara baktı, zenginlere değil. Hz. Fâtıma annesi Hatîcetü'l-Kübrâ'dan kalan bütün mirası İslâm yolunda Allah için Resulullah'a vermiş ve evlendiği zaman sıkıntılarla karşılaştığında da bunda hiçbir pişmanlık duymamıştı.

Hz. Fâtıma ve Ali örnek bir İslâm ailesi oluşturdular. İhtiyaçtan fazlasını elde tutmadıkları gibi ihtiyaçları olduğu halde muhtaçlara verdiler, kendileri sabrettiler. Bir elbiseleri olurdu genellikle ve onu gece yıkayıp gündüz tekrara giyerlerdi. Hatta bir defasında Hz. Fâtıma babasının yanına üzerinde kısa, başını örtse ayağı, ayağını örtse başını açıkta bırakan bir elbise ile çıkmıştı... Onun kısa yaşantısında gösterişe, giyim kuşama, eşyaya, leziz yemeklere, ayıracak zamanı olmadı. Onun ve peygamberin terbiyesinde yetişen diğer kadınlar gözünde giyim, iffeti koruyacak, tesettürü sağlayacak bir örtüden ibaretti. Hattâ tesettür farz kılındığı zaman üstlerine elbise örtmeye bulamayan kadınlar yatak çarşafları ve perdelerle tesettür emrini yerine getirdiler. Hz. Fâtımâ'nın evine normal ziyaretlerini yaptığı bir günde Hz. Peygamber bir köşede nakışlı bir örtü görür, kapıdan geri döner ve ardından Fâtıma'ya şu ikazı yapar: "Bir peygambere zevki çeken şeylerle donatılmış bir eve girmek uygun değildir" Fâtıma o örtüyü derhal kaldıracak bir daha da bu görüntüleri evine sokmayacaktır.

Hz. Fâtıma ve Ali ailesi cömert bir aile idi. Oruçlu oldukları bir günün akşamı iftar için hazırladıkları bir miktar yiyeceği sofraya koymuşken kapıya gelen bir yoksula verirler ve suyla iftar edip ertesi gün yine oruç tutarlardı.. O akşam bir yetim, üçüncü akşam bir esir gelir ve her defasında bir parça yiyeceklerini aç oldukları, canları çektiği halde yoksula, yetime ve esire yedirirler, kendileri de sadece su ile üç gün oruç tutarlar. Kur'an-ı Kerim'de İnsan suresinin şu ayetleri bu olay üzerine nâzil oldu "...İyiler de karışımı kafûr olan bir kadehten içerler; bir kaynak ki Allah'ın kulları ondan içerler, (İstedikleri yere de) fışkırtarak akıtırlar. Adaklarını yerine getirirler ve şerri salgın olan bir günden korkarlar. Yoksula, yetime ve esire sevdikleri yemeği yedirirler. 'Biz size sırf Allah rızası için yediriyoruz, sizden karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. Çünkü biz suratsız, çok katı bir gün(ün azâbın)dan ötürü Rabbimizden korkarız' derler. Allah da onları o günün şerrinden korumuş onlar(ın yüzlerin)e parlaklık ve (gönüllerine) sevinç vermiştir..."
Ayrıca Kur'an-ı Kerîm'deki şu âyetler de Hz. Fâtıma ile ilgilidir: "Ey ehli beyt, Allah ancak sizden her çeşit pisliği gidermeyi ve sizi tertemiz yapmayı dilemektedir" (el-Ahzâb, 33/33). (Bu ayet-i kerime Hz. Peygamber, Ali, Fâtıma, Hasan, Hüseyin hakkında indirilmiştir).
Kevser suresinde, "Biz sana kevseri verdik." ayetindeki "kevser"in anlamı "Fâtıma"dır. Ayrıca Hz. Peygamber, "Ben, Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin kıyâmet gününde arş'ın altında bir kubbeyiz" buyurmakta ve "Habibim, deki: 'Ben bu (tebliğimi) karşı akrabalıkta sevgiden başka bir mükâfat istemiyorum" (eş-Şûra, 42/23) âyetinde yakınlık kelimesinin kimler olduğunu soran sahâbîlere Hz. Peygamber şu cevabı vermiştir: "Ali Fâtıma ve çocuklarıdır."

Veda Haccından dönerken Gadıru Hums denilen yerde müslümanlara iki şey bıraktığını bildirdi: Biri Allah'ın kitabı Kur'an, diğeri ise..."Diğeri de ehl-i beyt'imdir. Ben ehl-i beyt hakkında sizlere Allah'ı hatırlatırım" Kendisinden sonra ehl-i beytin başınâ gelecekleri bilen Resulullah bu cümleyi üç kez tekrarlamıştı ki müslümanlar ehl-i beytine sahip çıksın, onlara yapılan zulümlere karşı dursun. Ama Kerbela'da Hüseyin'in başı mızrak ucunda taşınır, Hz. Zeynep Kûfe sokaklarında esirlerle birlikte teşhir edilirken Hum mevkiinde Resulullah'ın üç kez tekrarladığı ehl-i beyt hakkındaki sözleri unutulmuş veya kılıçların gücü karşısında fayda vermemişti.
Yine bir gün sofranın basında oturmuşken Hz. Peygamber ellerini açar: "Ey Rabbim, bunlar benim ehl-i beytimdir. Hayırlılarım, yakınlarım ve has kimselerimdir. Bunlardan senin rızana aykırı olan kötülük, günâh, şek ve şüpheleri, bütün kötülük ve şeytanın kışkırtmalarını giderip onları koru. Kötü alışkanlıklardan ve diğer gizli-açık ayıplardan tam olarak temizle." Hz. Fâtıma ehl-i beytin içinde ayrıca Rasûlullah'a en sevgili olanıydı.

Hz. Fâtıma'ya Hz. Ali de o derece değer verirdi ki dönemin şartları gereği müslüman erkekler birden fazla kadınla evlenmek durumunda kaldıklarında Hz. Fâtıma da Hz. Ali'nin diğer erkekler gibi başka bir kadınla evlenmek isteyebileceğini düşünerek, ona eğer evlenmek isterse bu konuda kendisinden yana bir problemin olmayacağını söylemiş, ısrar etmiş, Ali ise Peygamber kızının üzerine herhangi bir kadın almayı kendisine yakıştıramadığı için buna yanaşmamıştı. Hz. Fâtıma bizzat babası Resulullah'a çıkmış ve Ali'nin bir başka kadınla daha evlenmesi gerektiğini söylemiş ama Rasûlullah kızının bu isteğini geri çevirmiştir. Hz. Fâtıma İslâm'a yararlı olacağını varsayarak Hz. Ali'den kendi üzerine herhangi bir kadını almasını isteyecek derecede, fedakâr, kendi çıkarını değil ümmetin geleceğini düşünen bir örnek İslâm kadınıydı.

Hz. Ali ile evliliği vefatına kadar süren Hz. Fâtıma'nın, Hasan, Hüseyin, Muhsin, Ümmü Gülsüm ve Zeyneb adında üçü erkek ikisi kız beş çocuğu oldu. Resulullah'ın soyu Hasan ve Hüseyin kanalıyla devam etti. Çocuklarının herbirini İslâm ahlâkı ve üstün ilimle yetiştiren Hz. Ali ve Fâtıma kendilerinden sonra İslâm bayrağını dalgalandıracak Hz. Hüseyin ve Zeynep gibi fertler kazandırdılar ümmete.
Çok sevdiği babasının bu dünyadan ayrılma vakti geldiğinde babasının başucunda olduğu halde Resulullah Hz. Fâtıma'nın kulağına bir şeyler söyler. Bunun üzerine ağlamaya başlayan Fâtıma Resulullah'ın kulağına eğilip tekrar bir şeyler söylemesiyle ağlamayı keser ve gülümser. Daha sonra bu olayın nedenini anlatan Fâtıma, Hz. Peygamber'in, yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak vefât edeceğini söylediğini ve kendini tutamayarak ağladığını; ancak daha sonra ehl-i beytinden kendisine ilk kavuşacak kişinin kendisi olduğunu müjdelediğinde gülümsediğini söyler.

Hz. Fâtıma Hz. Peygamber'in vefatıyla çok sarsılmış, ancak Resul'ün vefat etmeden önce kendisine söylediği şu sözler ona moral vermişti: "Ya Fâtıma, bugünden sonra babana elem yok; ancak peygamber için yaka-yen yırtılmaz, yüze vurulmaz, senden sonra öleyim gibi sözler söylenmez; yalnız babanın İbrahim'e dediği gibi 'gözler yaş dökmede, kalp burkulmada; bu Rabbin gazâbı demiyoruz fakat ey İbrahim, senin için mahzunuz biz' diyebilirsin."
Babasının vefatından sonra Fâtıma'nın bir daha yüzünün gülmediği rivâyet edilmektedir. Bu vefat ona çok ağır gelir ve acı-içli, edebî mersiyeler okur Hz. Peygamber'in ardından: "...Varsın dünyanın doğu ve batısında bulunanlar senin vefâtım işitince ağlasınlar; neye yarar. Ben senin ayrılığının verdiği üzüntüyle yüzüme gözyaşlarından resim yaparak geliyorum. Gündüzlerim ise gecemden farksız. Gönlümde kocaman yaralar hâkim ve canım yanıyor, ruhum sızlıyor..." ve mersiyeler devam edip gidiyor.
Fâtıma babasının defniyle başından sonuna değin ilgilendi. Hatta cenaze suyu hazırlandığı sırada Resulullah'ın elbisesi üzerinde olduğu halde gusledilmesini bizzat o hatırlattı.
Daha sonra da sık sık Peygamber'in kabri basında saatlerce ağlayacak, dua edecek olan Fâtıma, Peygamber'in vefatından önce kendisine verdiği kavuşma müjdesini bekleyecekti. Ancak bu, günlük hayattan, ailevî, İslâmî, ibâdî, analık sorumluluklarından koparamıyordu onu. O yine hiç ölmeyecekmiş gibi çalışıyordu.

Fâtıma İslâm toplumuna, Peygamber'in öğretisini unutmasınlar diye vaazlar veriyordu. Peygamber'in vefatından sonra Mescid-i Nebevi'de bir hutbe verir ki, bu hutbesi onun hitâbetteki gücüne en büyük delildir. Zaten onun anlatım tarzı ve söz söyleyiş stilinin Hz. Peygambere benzediği de kaydedilmektedir. Bu hutbede hamd ve salâtü selâmdan sonra İslâmi hükümleri bir bir hatırlatan Fâtıma daha sonra Peygamber'in vefatından İslâm toplumu etkilenmesin, o tekrar eski hallerine dönme yanlışlığınâ düşmesinler diye uyarıyordu onları: "...Siz azlıktınız; dosttan yoksundunuz. O halde tasın dibinde kalan içilip tüketilecek olan bir yudumluk suydunuz. Ateş dolu bir çukurun kenarındaydınız. Aç kişinin fırsat gözetmeden, müddet beklemeden kapıp yutuvereceği bir lokmaydınız. Yanan ateşten alınmış bir kordunuz. Yabancıların ayakları altına düşmüş bir toplumdunuz. Çöldeki çukura dolmuş deve sidiği ve hayvan pisliğiyle kokuşmuş bir içimlik suydunuz. Yediğiniz, ağaçların yaprakları ve tabaklanmış keçi derisinin yağlarıydı. Aşağılık bir hale düşmüştünüz; adamların ayakları altında kalmaktan korkuyordunuz ki, Allah'ın salât ona ve soyuna olsun, Muhammed'in sâyesinde güçlüklerin belasına uğradıktan sonra Arabın kurtlarına lokma olduktan, kitap ehline tutsak düştükten sonra kurtuldunuz. Allah sizi bu sıkıntılardan kurtardı..."

Hz. Fâtıma hastalanıp yatağa düştüğünde bile İslâmî düzenin korunması için konuşuyordu. Kendisini ziyarete gelen bir kısım kadına; "...ömrüme yemin ederim ki bu yaptığınız işler gebedir, bekleyin. Bundan böyle rahatça oturun; tam inançla gitmeyi bekleyip durun. Müjde olsun size; kesip biçen kılıç geliyor, zâlimlerin her yönü kaplayan hükümleri yürüyor. Hakkınızı çarpıp almadalar, toplumunuzu darmadağın etmedeler. Size son pişmanlık gelip çatar, nice olur haliniz o zaman; ki, şimdi görmedikleriniz meydana çıkar..."
Hz. Fâtıma ile Hz. Ebû Bekir arasında Hz. Peygamber'den miras kalan Fedek arazisi yüzünden ihtilâf çıktı. Hz. Fâtıma'nın mirasın kendisine verilmesi isteğini Hz. Ebû Bekir, "Biz miras bırakmayız. Bıraktığım sadakadır. Ancak Muhammed'in ailesi bu maldan yer" hadis-i şerifini delil göstererek geri çevirir. Daha sonra Hz. Ömer bu araziyi Hz. Ali'ye verdi; Hz. Osman ise bu hurmalığı Hz. Ali'den alarak Nervan'a bağışladı. Muaviye ise bu araziyi üçe bölüp bir parçasını Hz. Osman'ın oğluna, bir parçasını Mervan'a diğer parçasını da oğlu Yezid'e vermiş; arazi ancak Ömer b. Abdülaziz döneminde gerçek sahiplerinin eline geçebilmiş ve Hz. Fâtıma'nın torunlarına iâde edilmiştir.

Hz. Fâtıma'nın hastalığının iyice arttığı bir dönemde kendisine gelen ziyaretçiler arasında Hz. Ebû Bekir de vardır ve Fedek arazisi yüzünden aralarında hafif bir kırgınlık devam etmektedir. Hz. Fâtıma Ebû Bekir'i kabul eder ve helâlleşirler. Fâtıma misafirlerinden izin alarak temizlenmek istediğini söyler, onlar ise şaşırır; çünkü Fâtıma her zaman temizdir, "Betül"dür; Kadınların özel halleri onda yoktur. Fatıma temizlenir, kokulanır giyinir ve misafirlerine dönerek; "Ben öleceğim" ...Ve son vasiyeti: "Ben şimdi öleceğim. Kimse yıkamasın beni; yıkandım. Kefenlemesinler beni; çünkü temiz elbiselerimi giydim. Ancak vasiyetim şu ki, beni kabrime babam Resulullah gibi gece defnetsinler." Bu sözlerinden sonra temiz örtüsünün üzerine, sağ elini kafasının altına koyarak yanı üzeri yatar ve kıbleye döner. Hz. Ali'ye de, "Ya Ali, benim üzerime kimsenin eli değmeden sen al götür Bakı mezarlığına göm." ...Ve Hz. Peygamber'in müjdesine kavuşur Fâtıma. Vasiyeti gereği gece Hz. Ali tarafından defnedildi. (3 Ramazan 1 1/22 Kasım 632). Cenaze namazı Hz. Ali -diğer bir rivâyette ise amcası Hz. Abbâs- tarafından kıldırılmıştır. Vasiyeti gereği Hz. Ali'nin gecenin karanlığında defnettiği yer konusunda da üç değişik rivâyet vardır: Bakî mezarlığındadır; Akil'in evinin avlusundadır; amcası Abbas için ileride yapılacak olan türbenin içindedir.





Benzer Konular

13 Ağustos 2016 / KisukE UraharA Hayali Karakterler
25 Ağustos 2009 / Misafir Mustafa Kemal ATATÜRK
20 Aralık 2012 / asla_asla_deme Hz. Muhammed
25 Aralık 2008 / volkankız Cevaplanmış
3 Mart 2011 / Misafir Soru-Cevap