Arama

Hz. Muhammed (S.A.V.)'in Hayatı - Sayfa 2

Güncelleme: 28 Mayıs 2013 Gösterim: 158.242 Cevap: 24
_aSiLPreNs_ - avatarı
_aSiLPreNs_
Ziyaretçi
6 Temmuz 2007       Mesaj #11
_aSiLPreNs_ - avatarı
Ziyaretçi
PEYGAMBERİMİZİN KADINLARA ŞEFKATİ
Sponsorlu Bağlantılar
İslâmın şefkat güneşi dünyayı aydınlatmadan önce kadınlar çok perişan haldeydiler. Başta Araplar olmak üzere, insanlık kız çocuklarını ve kadınlarını çok hor görürdü. Onları bir insan olarak kabul etmez, bir eşya gibi değer biçer, alıp satarlardı. Arapların yanında kadının hiçbir sosyal hakkı yoktu. Onları şefkat ve merhametten yoksun kıldıkları gibi, mal ve mirastan da uzak tutarlardı.

Peygamberimizin bütün insanlığı kuşatan şefkat ve merhameti kısa zamanda kadınlar üzerinde de görülmeye başladı. Onları insanların ayakları altında ezilmekten kurtararak o kadar yüceltti ki, "Cennet anaların ayakları altındadır" buyurarak, Cennete girmeyi annelerin rızalarıyla eş tuttu.

Kadınlara iyilik yapmanın, onlara şefkatli davranmanın, imanın bir alâmeti olduğunu beyan ederek bu meseleye büyük önem verdi.

"Kim Allah'a ve âhiret gününe iman etmişse, komşusuna eziyet etmesin. Kadınlara da iyiliği tavsiye ediniz. Çünkü onlar kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Kaburganın en eğri tarafı da üst tarafıdır. Onu doğrultmak istersen kırarsın. Olduğu gibi bıraktığın takdirde de daima eğri kalır. Bunun için, kadınlara her zaman iyiliği tavsiye edin" mealindeki hadis-i şerifle Peygamberimiz, kadınların hem maddî yapılarını, hem de ruhsal durumlarını ifade ederek, onlara anlayışlı davranmayı, kusur ve eğriliklerine tahammül edip sabır gösterilmesini tavsiye etti.


Peygamberimiz bizlere bu tavsiyeyi yaparken, kendisi de söylediklerini en güzel şekilde uyguluyordu. Bir ihtiyaçları olur veya bir şey öğrenmek isterlerse mü'min kadınları reddetmez, ihtiyaçlarını karşılar, sorularına cevap verir, erkeklerle hiçbir ayırım gözetmezdi.

Peygamberimizin etrafında her zaman erkek Sahabîler toplanıyor, sohbetinde bulunuyorlardı. Fakat mü'min kadınlar bu nimetten mahrumdular. İçlerinden bir temsilci seçtiler, Peygamberimize gönderdiler ve bir gününü de kendilerine ayırmasını istediler.

Peygamberimiz bu teklifi kabul etti ve hanımların dileklerini yerine getirerek, bir gününü de onlarla sohbet için ayırdı.

Peygamberimiz özellikle yaşlı kadınların kalplerini kırmaz, hatıralarını hoş tutardı. Davet ettikleri zaman reddetmezdi.

Bir seferinde Hz. Enes'in büyükannesi Peygamberimizi yemeğe davet etti. Peygamberimiz de daveti kabul ederek evlerine gitti. Kadıncağızı sevindirmek için de ona namaz kıldırmak istedi. Kendisi imamlığa geçti, Hz. Enes, büyükannesi ve kölelerinin meydana getirdiği bir cemaate iki rekât namaz kıldırdı.

Yola çıkıldığında kafilede kadınlar varsa Peygamberimiz onların rahat etmesi için her türlü tedbiri alırdı.

Bir sefer esnasında Enceşe adında Habeşistanlı güzel sesli bir köle, vezinli ve kafiyeli şiirleri makamla söylüyordu. Böylece develer daha hızlı yürüyordu. Develerin hızlı bir şekilde yürümesi üzerine kadınların rahatsız olduğunu fark eden Peygamber Efendimiz Enceşe'yi ikaz etti:


"Ey Enceşe, cam şişelerin hayvanlarını yavaş sür!"

Kadınlar zayıf ve nazik oldukları için Peygamberimiz onları cama benzetmişti. Onların incinmesine, acı duymalarına gönlü razı olmuyordu.

Peygamberimiz kendi hanımlarına da çok nazik davranır, hiçbir şekilde kalplerini kırmazdı. Başta Hz. Âişe validemiz olmak üzere bütün hanımları, Peygamberimizin evde çok sakin, halim ve mütevazı olduğunu söyleyerek, onu her yönüyle mükemmel bir aile reisi, merhametli bir koca, şefkatli bir baba olarak anlatırlar.

"Sizin en hayırlınız, kadınlarına karşı hayırlı olandır. Ben kadınlara iyi davranma bakımından sizin en hayırlınızım" buyuran Peygamberimiz, kadınlara anlayışlı davranmayı tavsiye etmektedir.

Peygamberimiz ev işlerinde de hanımlarına yardımda bulunurdu. Koyunları sağması, ev süpürmesi, elbisesini ve ayakkabılarım tamir etmesi, deveyi yemlemesi, çocuklarla ilgilenip ihtiyaçlarını görmesi, hep onun bu merhamet ve şefkatinin neticesi değil midir?

KENCISii - avatarı
KENCISii
Ziyaretçi
1 Kasım 2007       Mesaj #12
KENCISii - avatarı
Ziyaretçi
Çocuklara Şefkati
Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'in tüm insanlığa örnek olan şefkati, merhameti ve müminlere olan düşkünlüğü, çocuklara olan tavrında da çok yoğun olarak görülmektedir. Peygamberimiz (sav) hem kendi çocukları ve torunları hem de ashabının çocukları ile çok yakından ilgilenmiş, doğumlarından isimlerinin konmasına, sağlıklarından ilimlerinin artmasına, giyimlerinden oynadıkları oyunlara kadar onlar için tavsiyelerde bulunmuş, hatta bizzat yol göstermiş, ilgilenmiştir.
Sponsorlu Bağlantılar
Örneğin, Peygamber Efendimiz, kızı Hz. Fatıma (ra)'ya, her iki torununun doğumundan hemen önce"Doğum olunca bana haber vermeden çocuğa hiçbir şey yapmayın" diye tembihlemiştir. Bebeklerin doğumundan sonra ise onların beslenmelerini, bakımlarını ve nasıl korunacaklarını bizzat göstererek anlatmıştır.
Peygamberimiz (sav) ayrıca, yeni doğan bebeklere, çocuklarına, torunlarına ve ashabının çocuklarına hep dua etmiştir. Onları severken ya da onların oyunlarını izlerken, onlar için Allah'tan hayırlı ve uzun bir ömür, ilim, hikmet ve iman istemiştir. Örneğin torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'e her vesilede dua etmiş ve bu duasının, Hz. İbrahim'in Hz. İshak ve Hz. İsmail için ettiği dua olduğunu belirtmiştir.
Ashabından İbn-i Abbas (ra) çocukken Peygamberimiz (sav)'in kendisine "Allah'ım buna hikmeti öğret" diye dua ettiğini aktarır. Ashabından Enes (ra)'e ise çocukluk döneminde, Allah'ın mal ve evladını çok ve ömrünü uzun kılması ve verdiklerinin Enes (ra) hakkında hayırlı ve mübarek olması için dua etmiştir.
Peygamber Efendimiz çocukların oyununa da çok önem vermiş, hatta zaman zaman onlarla oyun oynayarak ilgilenmiştir. Hz. Peygamber (sav), "Çocuğu olan onunla çocuklaşsın" diyerek, anne babalara çocuklarını bizzat eğlendirmelerini tavsiye etmiştir. Peygamberimiz (sav) çocukların yüzme, koşu, güreş gibi oyun ve sporlarla meşgul edilmelerini de tavsiye etmiş, hatta torunlarını ve çevresindeki çocukları buna teşvik etmiştir.
Birçok sahabe, Peygamber Efendimizin çocukları nasıl sevdiğini, onlarla nasıl ilgilendiğini ve oyunlar oynadığını aktarmıştır. Bunlardan bazıları şöyledir:
Hz. Enes (ra):
"Resulullah aleyhissalatu vesselam çocuklarla şakalaşmada insanların en önde olanıydı."
El Bera (ra):
"Peygamber Sallallahu aleyhi ve sellemi Hasan omuzunda iken gördüm…"
"Peygamberimiz (sav) kızı Hz. Fatıma (ra)'ya şöyle derdi: 'Haydi şu oğullarımı (Hasan ve Hüseyin) çağır bana!' Ondan sonra o ikisini göğsüne basar, koklardı."
Ya'la İbnu Mürre (ra) Peygamberimiz (sav)'in çocuklara olan sevgisine, onlarla nasıl şakalaştığına dair şunları anlatmıştır:
"Bir grup ashab, Resulullah ile birlikte aleyhissalatu vesselam'ın davet edildiği bir yemeğe gittiler. Yolda torunu Hüseyin'e rastladılar, çocuklarla oynuyordu.
"Resulullah (sav) çocuğu görünce ilerleyip cemaatin önüne geçip onu tutmak için ellerini açtı. Çocuk ise sağa sola kaçmaya başladı. Resulullah da onu takliden sağa sola koşarak, tutuncaya kadar peşinde koştu. Yakalayınca ellerinden birini çenesinin altına diğerini de ensesine koyup öptü ve 'Hüseyin bendendir. Ben de Hüseyindenim. Kim Hüseyin'i severse Allah da onu sevsin. Hüseyin sıbtlardan bir sıbttır (torun)' buyurdu."
Hz. Enes (ra)'in bildirdiğine göre Resulullah (sav), "dünyadaki iki reyhanım" dediği torunları Hasan ve Hüseyin'i sık sık yanına çağırtıp onları koklar ve bağrına basardı.
İbnu Rebi'ati'ibni'l Haris (ra) diyor ki:
"Babam beni, Abbas (ra)'da oğlu el-Fadl (ra)'ı Resulullah'a gönderdi. Huzurlarına girdiğimiz zaman bizi sağlı sollu oturttu ve bizi öylesine sıkı kucakladı ki daha kuvvetlisini görmedik."
Resulullah (sav)çocuklara olan sevgisini gösterirken sıkça onların başlarını okşardı ve onlara hayır duaları ederdi. Örneğin Yusuf İbni Abdillah İbni Selam (ra), "Hz. Peygamber (sav) beni Yusuf diye isimlendirdi, başımı okşadı" der. Amr İbnu Hureys (ra) ise annesinin kendisini Hz. Peygamber (sav)'in huzuruna götürdüğünü, Resulullah (sav)'ın başını okşayıp bol rızka kavuşması için dua ettiğini, Abdullah İbnu Utbe (ra) de beş-altı yaşlarındayken Peygamberimiz Efendimizin başını okşayarak, zürriyeti ve bereketi için dua ettiğini hatırlayabildiğini anlatır.
Hz. Muhammed (sav)'in çocuklara gösterdiği ilgili ve sevgi dolu tavrı, Ebu Hüreyre (ra) de şu örneklerle anlatmıştır:
"Meyvenin ilk çıkanı getirildiği zaman Resulullah (sav) şöyle derdi: 'Allah'ım Bize, Medinemize, meyvelerimize, müdd ve saımıza (yani ölçeklerimize) kat kat bereket ver' diye dua ederdi. Sonra meyveyi orada bulunan en küçük yaştakine verirdi."
"Çocuğa karşı yumuşak davranmak Allah Resulü'nün adetlerindendi. Allah Resulü bir seferden döndüklerinde çocuklar kendilerini karşılarlardı. Allah Resulü de durur sahabelerine çocukları kaldırmalarını emrederdi. Onlar da çocukların kimini Allah Resulü'nün önüne kimisini terkisine bindirir ve bazılarını da kendileri bineklerine alırlardı."
"Resulullah (sav) Hz. Fatıma'nın evinin avlusuna geldi ve oturdu. 'Burada çocuk var mıdır?' diye sordu. Hz. Fatıma'nın çocuğu (Resulullah'ın torunu), süratle koşarak geldi ve Resulullah'ın boynuna sarıldı. Resulullah çocuğu öptü."
"Çocuklarla o kadar içice olmuştu ki, bir defasında yarış yapan çocukları görmüştü de, onların neşesine katılmak için birlikte koşmuştu."
Cabir İbnu Semüre (ra) de aynı konuda şunları anlatmıştır:
"Resulullah aleyhissalatu vesselam'la birlikte ilk namazı kıldım. Sonra aleyhissalatu vesselam ehline gitti. Onunla ben de çıktım. Onu bir kısım çocuklar karşıladı. Derken onların yanaklarını bir bir okşamaya başladı. Benim yanağımı da okşadı. Elinde bir serinlik ve hoş bir koku hissettim."
Kız çocuklarının doğar doğmaz öldürüldükleri bir dönemde peygamber olarak görevlendirilen Hz. Muhammed (sav), kız çocuklarını da erkek çocuklardan ayırmamak gerektiğini, kız çocuklarını öldürmenin günah olduğunu bildirmiş, ve hepsine eşit sevgi ve ilgi göstererek, topluma da güzel bir örnek olmuştur. Peygamberimiz (sav)'in kız çocuklarındaki güzel özellikleri vurguladığı sözlerinden biri şudur:
"Kız ne güzel evlattır. Şefkatli, yardımsever, munis, kutlu ve analık duyguları ile doludur."
Peygamberimiz (sav) sevgisini hem sözleriyle hem de davranışlarıyla gösterirdi. Çocuklara onları sevdiğini söylerdi.
Peygamber Efendimiz, çocuklara olan şefkatinde hiçbir ayırım gözetmezdi. Kendi çocuklarına ve torunlarına gösterdiği sevgi ve merhametin aynısını diğer Sahabî çocuklarına da gösterirdi. Halid bin Said (ra), Peygamberimiz (sav)'i ziyarete geldiğinde yanında küçük kızı da vardı. Habeşistan'da doğduğu için, Peygamberimiz (sav) ona ayrı bir yakınlık gösterirdi. Bir seferinde Peygamberimiz (sav)'in eline işlemeli bir kumaş parçası geçmişti. Hz. Halid'in kızını çağırttı ve ona verdi, sevindirdi.
Cemre o sıralar küçük bir çocuktu. Babası alır, onu Peygamberimiz (sav)'in huzuruna götürür, derdi ki: "Yâ Resulallah, şu kızım için Allah'a bereketle dua eder misiniz?" Peygamber Efendimiz Cemre'yi kucağına oturttu, elini başına koydu ve bereketle dua buyurdu.
Peygamberimiz (sav)'in yardımcısı Hz. Zeyd (ra)'in oğlu Üsame (ra) Peygamber Efendimiz ile ilgili şunları anlatmıştır:
"Resulullah bir dizine beni, bir dizine de torunu Hasan'ı oturtur; sonra ikimizi birden bağrına basar ve 'Ya Rabbi, bunlara rahmet et. Çünkü ben bunlara karşı merhametliyim' diye dua ederdi."
Bazı kimseler, Peygamberimiz (sav)'in çocuklarla oyun oynamasını, onlarla ilgilenmesini anlamıyorlardı. Bir defasında Akra bin Habis (ra), Peygamberimiz (sav)'i, Hz. Hasan'ı öperken gördü ve şöyle dedi:
"Benim on çocuğum var. Şimdiye kadar hiçbirini öpmedim." Bunun üzerine Peygamberimiz, "Merhamet etmeyene merhamet olunmaz" buyurdu."
Peygamber Efendimiz mübarek evladı Hz. İbrahim'i de, süt annesinin evinde sık sık ziyarete gider, şefkat ve merhametini göstererek, başını okşar, bağrına basardı. Peygamber Efendimizin hizmetkarı Hz. Enes (ra), ilgili bir hatırasını şöyle anlatır:
"Ben ev halkına Resul-i Ekremden (sav) daha şefkatli, daha merhametli davranan bir kimse hayatımda görmedim. İbrahim, Medine'nin Avali kısmında sütannesinin yanında bulunurken, Peygamberimiz onu görmeye gider, biz de beraberinde bulunurduk... Peygamberimiz içeri girer, oğlunu alır, öper, sonra dönerdi... Yine bir gün gittiğimizde Resulullah çocuğunu getirtti, bağrına bastı. Ona bazı sözler söyledi, onunla konuştu."
Hazret-i Ali anlatıyor:
"Peygamber Efendimiz bize ziyarete gelmişti. O gece bizde kaldı. Hasan ve Hüseyin de uyuyorlardı. Bir ara Hasan su istedi. Peygamberimiz hemen kalktı ve su kırbasından bir bardak su aldı, çocuğa verdi…"
Peygamberimiz (sav), ayrıca müminlere çocukları arasında adaletle davranmalarını hatırlatmış ve şöyle demiştir:
"Allah'tan korkun. Çocuklarınızın size itaatli olmalarını istediğiniz gibi siz de onların aralarında adaletle davranınız."
"Allah öpücüğe varıncaya kadar her hususta çocuklar arasında adaletli davranmanızı sever"
Peygamberimiz (sav) çocukların eğitilmeleri ve güzel ahlak ile terbiye edilmeleri üzerinde de durmuş ve bu konuda birçok tavsiyede bulunarak yol göstermiştir. Peygamberimizin (sav) bu konudaki sözlerinden bazıları şöyledir:
"Bir baba çocuğuna güzel ahlaktan daha üstün bir miras bırakamaz."
"Çocuğun, babası üzerindeki haklarından biri ismini ve edebini güzel yapmasıdır."
"Çocuklarınıza ikram edin ve terbiyelerini güzel yapın..."
Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav), her konuda olduğu gibi, çocuklarla ilgilenmesi, onlara gösterdiği sevgi ve şefkat ile müminlere en güzel örnektir. Peygamberimiz (sav) "Küçüklerimize şefkat etmeyen ... bizden değildir" diyerek, çocuklara gösterilen şefkatin önemini belirtmiştir.
KENCISii - avatarı
KENCISii
Ziyaretçi
26 Mart 2008       Mesaj #13
KENCISii - avatarı
Ziyaretçi
PEYGAMBERİMİZ AMCASI EBU TALİB`İN YANINDA

Peygamberimiz, dedesi tarafından kendisine koruyucu olarak tayin edilen amcası Ebû Tâlib`in himâyesindeydi artık.
Ebû Tâlip son derece merhametli bir insandı. Fakat oldukça fakirdi. Mekke etrafında yayılan ve şehre getirilince sütünden faydalanılan birkaç devesinden başka bir mala ve mülke de sahip değildi. Âile efradı kalabalık olan Ebû Tâlip, haliyle geçim yönünden büyük bir sıkıntı içinde bulunuyordu.
Bütün bunlara rağmen o, dürüstlüğü ve doğru yaşayışıyla Kureyşliler tarafından sevilir, sayılır ve hürmet edilirdi. Hz. Ali, babasının bu durumunu şu ifadelerle dile getirir:
"Babam, Kureyş`in fakir, fakat ileri gelenlerinden şerefli biri idi. Halbuki, kendisinden evvel, böyle yoksul olduğu halde, kavminin ulu kişisi olmuş bir kimse gelmemiştir."
Ebû Tâlip, yaşayışı bakımından da, Cahiliye devrinin kötülük ve çirkinliklerinden uzaktı. Kureyşli müşriklerin su gibi içtikleri içkiyi o, babası Abdülmuttalib gibi asla kullanmazdı. Ebû Tâlip, her hâliyle Kâinatın Efendisini himâye edecek evsafta bulunuyordu.
Ebû Tâlip, aynı zamanda kardeşi Zübeyr`den kendisine geçen "Kâbe perdedârlığı" demek olan "Rifâde" ve "hacılara su içirme hizmeti" demek olan "Sikâye" vazifelerini de yürütüyordu. Ne var ki, fazla masraf gerektiren bu vazifelerin altından dar bütçesiyle kalkamayacağını anlayınca, üç hac mevsiminden sonra bu görevleri kardeşi Hz. Abbas`a devretmek zorunda kaldı. "Sikâye" ve "Rifâde" hizmetleri Mekke`nin fethine kadar Hz. Abbas`ın elinde devam etti. Resûlullah Mekke`yi fethettikten sonra bu görevleri yine aynı elde bıraktı.
Ebû Tâlip de, babası gibi Sevgili Peygamberimize candan bağlıydı. Peygamberimizin yetişmesine son derece dikkat gösteriyordu. Yeğenini hiç yanından ayırmazdı. Gittiği yere onu da götürür, yanıbaşına oturtur ve bir arkadaş gibi kendisiyle sohbet eder, konuşurdu.
Ebû Tâlib`in evinde onsuz sofraya oturulmazdı. Sofra hazırlandığında Peygamber Efendimiz görülmeyince, "Muhammed`im nerede, çağırın gelsin" derdi. Çünkü onun bulunduğu sofrada herkes doyarak kalkar ve yemek yine de artardı. Bulunmadığı sofralarda ise, çok kere sofradakiler doymadan yemekler bitiverirdi.68
Zaten Sevgili P eygamberimiz, tâ o zamandan beri az yiyordu. Sofrada son derece ciddi ve nimetlere hürmetkâr bir tavır içinde bulunurdu. Diğer çocuklar kurulur kurulmaz sofraya saldırırken o, büyükleri başlamadan lokmayı ağzına koymazdı. Hatta bazı kere amcası, çocuklardan rahatsız olmasın diye onun için ayrı sofra kurdururdu.69
Sevgili Efendimiz, büyüklüğünde olduğu gibi bu yaşlarda da açlıktan, susuzluktan şikâyet etmiyordu. Dadısı Ümmü Eymen bu hususiyetini şu ifadelerle dile getirir:"Resulullahın çocukluğunda ne açlıktan, ne de susuzluktan şikâyet ettiğini görmedim. Sabahleyin bir yudum Zemzem içerdi. Kendisine yemek yedirmek istediğimizde, `İstemem, karnım tok` derdi."70
Peygamber Efendimiz neşe ve hayat dolu gözlerini sabahlan pırıl pırıl parlayan temiz bir yüzle açardı.71

Peygamberimiz Amcasıyla Yağmur Duâsında
Mekke ve havalisi şiddetli bir kuraklık ve kıtlık yılı yaşıyordu. Yağmurun damlası yoktu. Yerler kup kuru ve toprak susuzluktan parça parçaydı.
Kureyşliler Ebû Tâlib`e başvurdular.
"Ey Ebû Tâlip," dediler. "Kuraklık ve kıtlıktan çoluk çocuğumuz ölmeye, hayvanlarımız kırılmaya başladılar. Ne olur, bizim için yağmur duasına çıksan!"
Ebû Tâlip teklifi reddetmedi. Ancak yalnız gidemezdi. Gitmek de istemezdi. Yanına yeğeni Nur Muhammed`i de almalıydı. Çünkü onun bereket ve ihsanlara vesile olduğunu bir çok hâdisede görmüş ve anlamıştı.
Ebû Tâlip, yeğeni ile birlikte Kâbe`ye vardı. Sırtını bu kudsî mabede dayadı, ellerini Kâinat Sultanına açtı ve yalvarmaya başladı. Nur Muhammed (a.s.m.) ise, Kâbe`nin örtüsüne yapışmış, bir parmağını da göğe doğru kaldırmıştı.
…Ve az sonra Rahman ve Rahim olan Allah`ın rahmet deryası coştu ve yağmur bardaktan boşalırcasına Mekke ve halkının üzerine döküldü. Kendilerini zorlukla evlerine atabildiler. Bir anda vadiler dolup taştı. Yüzler ve gözler sevinçle doldu.
Evet, Hz. Muhammed (a.s.m.), insanlığa maddî mânevî rahmet ve bereket getirmek, insanlığı ve dünyayı mes`ud etmek üzere vazifelendirilmişti. Daha çocukluğundan itibaren de bu ulvî ve büyük vazifenin sahibi bulunduğunun izlerini üzerinde taşıyordu.

Fatıma Hatunun Peygamberimize Sevgisi
Ebû Tâlib`in hanımı Fatıma Hatunun da Peygamber Efendimize olan sevgisi ve şefkati sonsuzdu. Onu öz evladı gibi seviyor, bakımına son derece dikkat ediyordu. Hatta, onu yedirip doyurmadan çocuklarına bakmıyor ve onlarla ilgilenmiyordu. Böylece Dürr-i Yetime, annesiz kalmış olmanın ıztırap ve hasretini hissettirmemeye çalışıyordu.
Sevgili Peygamberimiz de, Fatıma Hâtuna sevgi ve saygısında hiçbir zaman kusur etmiyordu. Ömrünün sonuna kadar da kendisine yapılan iyiliği unutmadı. Öyle ki, Fatıma Hâtun, vefât ettiğinde, "Bugün annem vefat etti" diyerek ona karşı olan sevgisini ifade etmişti. Sonra da gömleğini çıkararak ona kefen yapmış ve beraberinde kabre inerek bir müddet mezarında uzanmıştı.
Resul-i Ekremin bu hareketi, Ashabının gözünden kaçmadı. Sebebini sorduklarında, şu cevabı verdi:
"Ebû Tâlib`den sonra, bu kadıncağız kadar bana iyilik eden hiçbir kadın yoktur. Âhirette, Cennet elbiselerinden bir elbise giymesi için ona gömleğimi kefen yaptım. Kabre ısınması ve alışması için de oraya kendisiyle birlikte uzandım."72
Kim tarafından olursa olsun, kendisine yapılan iyilikleri asla unutmayan ve o iyiliklerin altında kalmayıp, birkaç misliyle mukabele eden büyük Peygamber (a.s.m.)...
Resûl-i Ekremin bu yüksek hasletinin, bu müstesna sıfatının, insanların hidâyete ermesinde büyük tesiri olduğu hayat safhaları içinde görülecektir.

Peygamber Efendimizin Koyun Gütmesi
Resul-i Ekrem Efendimiz ömr-i saâdetlerinin onuncu yılı içinde bulunuyorlardı.
Bu sırada, himâyesinde bulunduğu amcası Ebû Tâlib`in koyun ve keçilerini gütmek istediğini söyledi. Onu canı gibi seven amcası önce buna razı olmadı. Ancak Efendimizin şiddetli arzu ve ısrarı karşısında kabul etti. Fakat bu sefer zevcesi Fâtıma Hâtun bu isteğe şiddetle karşı koydu. Göz bebeklerinden daha çok kıymet verdikleri Kâinatın Efendisini yakıcı güneş altında bırakmaya gönülleri nasıl rıza gösterebilirdi?
Fakat, Fahr-i Âlem Efendimiz bu arzusunda kararlı idi. Bunun için Fâtıma Hâtunu da ikna ve razı etti.
Efendimiz, sabahları koyun ve keçileri alarak vadilerde ve tepelerde dalaştırıp otlatmaya başladı.
Böylece, hem geçim sıkıntısı içinde bulunan amcasına, hiç olamassa çoban tutma masrafından kurtarmak suretiyle yardımda bulunmuş, hem de yanlız başına yerleri ve gökleri derin derin tefekkür etme imkanı elde etmiş oluyordu. Kırda Cenab-ı Hakkın, her an tazelendirdiği yer ve gök sayfalarındaki ulvî manzaraları seyrediyor, ruhu onlardan eşşiz bir zevk ve derin bir feyz alıyordu. Üzerine aldığı bu vazife onu aynı zamanda tefessüh etmiş, bozulmuş cemiyetin yalan, hile, dolandırıcılık ve rîya ile bulaşmış hayatlarından uzak kalma imkânına da kavuşturuyordu.
Mübarek ömürlerinin bir senesini koyun gütmekle geçiren Efendimiz, nübüvvet vazifesi verildikten sonra Sahabîleriyle bir gün kıra çıkmışlardı. Merruzahran mevkiinde beraberce misvak ağacının yemişini topluyorlardı. Gönülleri kucaklayan tebessümleri arasında Sahabîlerine şöyle buyurdu:
"Siz bu yabanî yemişlerin karalarını tercih ediniz. Çünkü, onun siyahı en lezzetlisidir."
Sahabîler merak ve hayret içinde,
"Yâ Resulallah," dediler. "Bu yemişin iyisini kötüsünü çobanlar bilir. Siz de koyun güttünüz mü?"
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz yine ruhları okşayan tebessümleri arasında,
"Hiçbir peygamber yoktur ki, koyun gütmemiş olsun"73 cevabını verdiler.
Ömür defterine tatlı bir hatıra olarak kaydedilen bu koyun gütme hâdisesini yine Resul-i Zişan Efendimiz bir gün şöyle yâd edecektir:
"Musâ (a.s.) peygamber olarak gönderildi, koyun güderdi. Davûd (a.s.) peygamber olarak gönderildi, koyun güderdi. Ben de peygamber olarak gönderildim. Ben de kendi âilemin koyunlarını Ciyad`da [Mekke`nin alt tarafında bir yer> güderdim."74
Görülüyor ki, Kur`ân`da "En yüksek ahlâkın sahibi" olarak tavsif edilen Resûlullah Efendimizin henüz on yaşlarındaki gayret ve himmeti dahi boş oturmayı hoş görmemiş ve başkasına yük olmayı uygun bulmamıştır.
Şerh ve izahı ciltleri kaplayacak olan şu mübârek sözlerinde de bu bir senelik koyun gütme tecrübesinin eserini bulmak mümkündür:
"Hepiniz çobansınız. İdâreniz altında bulunanlardan mes`ulsünüz. Devlet reisi, idaresi altındakilerden mes`uldür. Kişi, çoluk çocuğunu gözetip korumakla mükellef ve bundan mes`uldür. Kadın kocasının evinden mes`uldür. Hizmetçi, efendisinin malının muhafızıdır ve bundan mes`uldür. Kişi babasının malının muhafızıdır ve bundan mes`uldür. Hepiniz idareniz altında olanlardan mes`ulsünüz."75

Eğlencelere Katılmaktan Alıkonması
Cenab-ı Hakkın hususî terbiyesi ve muhafazası altında ömür geçiren Kâinatın Efendisi Peygamberimiz, amcasının koyunlarını güttüğü sıralarda başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatmıştır:
"Ben, Cahiliye Devri insanlarının işledikleri bir şeyi iki defa yapmaya teşebbüs ettimse de, Allah, beni o işten alıkoydu. Bundan sonra Allah, beni peygamberlik vazifesiyle şereflendirinceye kadar hiçbir kötülüğe teşebbüs etmedim.
Teşebbüs ettiğim şeye gelince:
Bir gece Kureyş`ten bir gençle Mekke`nin yukarı taraflarında kendi koyunlarımızı otlatıyorduk. Ben arkadaşıma,
`Koyunlarıma bakarsan, ben de diğer arkadaşlarım gibi Mekke`ye giderek gece eğlencelerine, gece masalları toplantılarına katılmak istiyorum` teklifinde bulundum."
Arkadaşım,
`Olur, bakarım` dedi."
Bu maksatla Mekke`ye geldim. Şehrin ilk evinin yanına yaklaştığımda defler, düdük ve ıslıkların çalındığını duydum.
`Nedir bu?` diye sordum.
`Filanın oğlu, filanın kızıyla evlenmiş, onların düğünleri yapılıyor` dediler. Hemen oturup onları seyre başladım. Derken Allah, kulaklarımı tıkadı, uyuya kaldım ve ancak sabah güneşinin ışıklarıyla uyanabildim. Dönüp arkadaşımın yanına geldiğimde benden ne yaptığımı sordu.
`Hiçbir şey yapmadım` dedim ve sonra da başımdan geçeni olduğu gibi anlattım.
Bir başka gece, yine arkadaşıma aynı şekilde ricâ ettim. Ricâmı kabul etti. Yola çıkıp Mekke`ye geldiğimde, geçen sefer işittiklerimin aynısını yine işittim. Hemen orada çöküp yine seyre daldım. Derken Allah, yine kulaklarımı tıkadı. Vallahi, beni uykudan ancak güneşin sıcaklığı uyandırabildi. Uyanır uyanmaz arkadaşımın yanına vardım ve başımdan geçeni olduğu gibi anlattım. Bundan sonra Allah beni peygamberlik vazifesiyle şereflendirinceye kadar böyle şeylere teşebbüs etmedim."

68. Tabakât, 1/120
69. A.g.e., 1/119
70. Kadı İyaz, Şifâ, 1/729-730
71. A.g.e., 1/730
72. Süheylî, Ravdü`l-Ünf, 1/112; İbni Abdi`l-Berr, İstiâb, 1/369-370.
73. İbni Sa`d, Tabakât 1/125-126; Buharî, 2/247-248; Müslim, 6/125; İbni Mâce, Sünen, 2/727.
74. Tabakât, 1/126
75. Müslim, 6/8
KENCISii - avatarı
KENCISii
Ziyaretçi
26 Mart 2008       Mesaj #14
KENCISii - avatarı
Ziyaretçi
PEYGAMBERİMİZİN SÜTANNEYE VERİLMESİ

Efendisine kavuşan kâinat artık şendi.
Beşeriyetin kalbine nur ve huzur sunacak zâtı sinesinde barındıran Arabistan`ın kalbi sevincinden âdetâ duracak gibiydi.
Kâinatın eşsiz hâdisesine sahne olan Mekke, âdetâ ulvi âlemlere uçmak istiyormuşçasına heyecanlı ve mesrûrdu.
Hazret-i Âmine huzurlu ve sürurlu idi. Nurtopu yavrusu tatlı tebessümleriyle, kocasının vefât acısını bir nebze unutturduğu gibi, istikbale ümit ile bakmasını da sağlayan tek tesellî idi. Bahtiyar Âmine, şerefli yavrusunu ancak bir hafta kadar emzirebildi. Bundan sonra Ebû Leheb`in cariyesi Süveybe Hâtun Kâinatın Efendisine sütanne oldu ve onu günlerce emzirdi. 42
Süveybe Hâtun daha önce de Hazret-i Hamza`yı emzirmişti. Böylece Resûl-i Kibriya Efendimizle muhterem amcası arasında bir de süt kardeşliği bağının kurulmasına vasıta olmak gibi bir bahtiyarlık ve şerefe erişmiş oluyordu.
Kendisine yapılan iyiliklerin en küçüğünü dahi unutmayacak ve onu karşılıksız bırakmayacak kadar büyük bir fazilet ve yüksek bir vefa duygusunun sahibi olan Fahr-i Âlem Efendimiz, zâtına bir müddet süt annelik yaptığı için Süveybe Hâtunu hayatı boyunca unutmadı. Onu sık sık ziyaret eder, her gördüğünde kendisine bol ihsan, iltifat ve ikramda bulunurdu.
Evet, vefâ, Fahr-i Âlem Efendimizin dünya yüzüne getirdiği güzel ahlâkın temeli idi. Onun ter temiz, nezih hayatında vefâsızlığı ihsas eden en ufak bir davranışa rastlanamaz.
Onun fazilet ve vefa duygusundan ders alan muhterem zevceleri Hatice-i Kübrâ da evine sık sık gelip giden Süveybe Hâtun`u hürriyetine kavuşturmak için bir ara satın almak istediyse de, Ebû Leheb buna yanaşmadı. Ancak, Resûl-i Kibriya Efendimiz Medine`ye hicretinden sonra, Ebû Leheb, Süveybe`yi kendiliğinden azad etti.43
Ebû Leheb Peygamberimizin öz amcası idi. Sonraları Resûl-i Ekrem`in risâletini tasdik ve ikrar etmediği gibi, hayatı boyunca da putperestlikten vazgeçemeyerek karşısına en büyük bir düşman olarak dikilmekten geri durmadı. Bu sebeple Allah`ın lânetine mâruz kaldı ve cariyesi Süveybe Hâtunun bir tırnağı kadar değer kazanamadı. Hattâ, Süveybe Hâtun sebebiyle âhirette bir nebze lûtfa mazhar olduğu anlatılmıştır. Onu ölümünden sonra rüyâda görmüşlerdi. Cehennemin şiddetli azabı içinde feryad edip duruyordu. Kendisine sordular:
"Neden feryad ediyorsun? Neyin var?"
Ebû Leheb,
"Neyim olacak; susuzluk beni ateşten kavuruyor! Hayatımda hiçbir hayır görmedim. Sadece bir tek hayır buldum: Muhammed`i emziren Süveybe`yi âzâd ettiğim için bana da şuradan emip sulanmak imkânı bağışlandı" diyerek şehâdet parmağını gösterdi. 44
Hâdise gerçekten ibret vericidir. Kâinatın Efendisine hayatı boyunca kötülük, eziyet ve hakaret etmekten geri durmayan Ebû Leheb gibi azılı bir İslâm düşmanı, sadece onu emziren Süveybe Hâtunu âzâd ettiği için böylesine İlâhî bir kerem ve lütfa mazhar oluyor ve Cehennemde azabı bir nebze hafifliyordu. Demek ki, sadece sevgili Peygamberinin zâtına değil, zâtına hizmet etmiş olanlara yapılan iyilikleri de Cenâb-ı Hak lütuf ve keremiyle karşılıksız bırakmıyordu.
Bunun yanında, dünyada Kâinatın Efendisini kendilerine her hususta mutlak imam ve rehber kabul edip, sünnet-i seniyyesine ittiba` etmekten şeref duyan gerçek mü`minlere ebedî âlemde ne büyük ikram ve İlâhî ihsanların hazırlanmış olduğu düşünülsün.

Çocukları Sütanneye Verme Âdeti
Mekke`nin havası sıcak ve sıkıntılı idi. Çocukların körpe vücudlarına yaramazdı ve onların sıhhatli büyümelerine ve gürbüz yetişmelerine elverişli değildi. Çölde ise hava güzel, su tatlı ve temiz, hayat serbest, iklim ise mutedildi. Ayrıca çölde yaşayan bazı kabilelerin dilleri de çok daha düzgün ve pürüzsüzdü. Asliyet ve tazeliğini koruyordu. Ahlâkları da temizdi.
İşte buna binâen, o sırada Kureyş eşrafı ve ileri gelenleri daha sıhhatli ve gürbüz yetişmeleri ve ayrıca düzgün, aslına uygun Arapça öğrenip konuşabilmeleri için Mekke`nin dışında çölde yaşayan kabile kadınlarına ücretle emzirmek üzere çocuklarını teslim etmeyi bir âdet haline getirmişlerdi. Çocuk 2-3 sene, bazen daha fazla sütannenin yanında kalırdı.
Bu sebeple de yaylalarda yaşayan birçok kabile, bilhassa Sa`d bin Bekr kabilesi kadınları senede birkaç sefer kafile halinde Mekke`ye inerler ve yeni doğan çocukları emzirmek üzere yanlarına alıp tekrar yurtlarına dönerlerdi.
Mekke civarındaki kabileler arasında Sa`d bin Bekr kabilesi, bilhassa şerefte, cömertlikte, mertlik ve tevazuda ve Arapçayı düzgün konuşmakta temâyüz etmiş ve ün kazanmış bir kabileydi. Bu yüzden, Kureyş ileri gelenleri daha çok bu kabile kadınlarına çocuklarını teslim etmek isterlerdi.

Benî Bekr Kabilesi Kadınlarının Mekke`ye Gelişi
Resûl-i Ekrem Efendimiz Süveybe Hâtun tarafından emziriliyordu.
O sırada Sa`doğulları yurdunda o âna kadar pek az görülmüş şiddetli bir kuraklık hüküm sürüyordu. Kuraklığın netice verdiği kıtlık, kabile halkını yoksul ve perişan bırakmıştı. Öyle ki, yiyecek birşeyler bulmada bile zorluk çekiyorlardı. Develeri, koyunları zayıflamış ve sütleri kesilmişti.
Bu şiddetli kıtlık ve kuraklık yılında da Benî Bekr kadınları, emzirecek çocuk bulmak ve bu suretle bir nebze geçimlerini temin etmek maksadıyla Mekke`ye oldukça kalabalık bir kafile halinde geldiler.
Gelen kadınların biri müstesnâ hepsi kendilerine münasib birer çocuk buldular. Gariptir ki, hiçbiri yetim oluşundan dolayı Sevgili Peygamberimizi almaya yanaşmadı. Çünkü, pek fazla bir ücret ve yardıma kavuşmayacaklarını düşünüyorlardı.
Mekke`ye geç giren sadece bir kadın vardı: iffeti, temizliği, hilim ve hayâsı, yüksek ahlâk ve fazileti ile kabilesi arasında tanınmış bir kadın. Kocasıyla nöbetleşe yaşlı ve zaif merkeplerine bindiklerinden kafileden geride kalmıştı. Mekke`ye girdiğinde, yeni doğmuş Kureyş çocukları, biri müstesnâ, diğerleri önde giden Bekroğulları kadınları tarafından kapışılmıştı. Ve o, Mutlak Kudret Sahibinin kader ve hikmetiyle, emzirmek üzere kimseyi bulamadı.
Kocası Hâris de üzgündü. Arkadaşlarının hepsi varlıklı âilelerin çocuklarını aralarında paylaşmışlardı. Sadece işin zahirî bir sebebi olan gecikmek yüzünden eli boş kalan bir kendisi vardı. Solgun ve üzgün bir çehre içine gömülü bu iffetli kadın, İlâhî kaderin kendisi için çizmiş olduğu nezih programdan habersiz, Mekke sokaklarında münasib bir çocuk bulamamanın sıkıntısı içinde çaresiz dolaşıyordu.
Bir ara görünüşü ile etrafın hürmetini celbeden mûnis sîmalı yaşlı bir zât ile karşılaştı. Bu zât, Kâinatın Efendisinin dedesi Abdülmuttalib`di. Sanki birbirlerinin derdine derman olmak için dolaşıp duruyormuşlar gibi bakıştılar. Sonra da konuşmaya başladılar.
Abdülmuttalib,
"Sen neredensin?" diye sordu.
Kadın,
"Benî Sa`d kabilesi kadınlarından" cevabını verdi.
"Adın ne?"
"Halîme."
Abdülmuttalib,
"Ne güzel, ne güzel! Sa`d ve hilm, iki haslettir ki, dünyanın hayrı da, âhiretin izzet ve şerefi de buralardadır" dedikten sonra derin bir iç çekti. Arkasından da Halîme`ye,
"Ey Halîme! Yanımda yetim bir çocuk var. Onu, Sa`doğulları kadınlarına teklif ettim, kabul etmediler. Bari gel sen ona sütanneliği yap. Belki onun yüzünden bahtiyarlığa, bolluk ve berekete erersin" dedi.
Halîme beklenmedik bu teklif karşısında önce tereddüt geçirdi. Fakat yurduna eli boş dönmek istemiyordu. Bunun için tereddüdünü yendi ve teklifi içinden kabul etti. Ancak, kocasına sormadan ve ondan izin almadan cevabını izhar etmek istemedi. Hemen kocasının yanına döndü. Olup bitenleri anlattıktan sonra,
"Emzirecek çocuk bulamadım. Arkadaşlarım arasına eli boş dönmeyi de hoş görmüyorum. Vallahi, ben de gidip o yetimi alacağım" dedi.
Kocası Hâris, fikrine iştirak etti:
"Almanda bir beis yok. Belki de Allah, onun yüzünden bize bereket ve hayır ihsan eder." 45
Bunun üzerine dönüp Abdülmuttalib`in yanına geldiler. Abdülmuttalib, Halîme`yi alıp Sevgili Peygamberimizin nurlandırdığı Hz. Âmine`nin mütevazî evine götürdü.
Halîme, Efendimizin başucuna vardı. Nurtopu Efendimiz, yünden beyaz bir kumaşa sarılı, yeşil iplikten bir örtünün üstünde mışıl mışıl uyuyordu. Etraf misk gibi kokuyordu.
Halîme, hayret içinde kaldı. Nur yüzlü Efendimize ânında içi ısınıverdi. Öylesine ki, uyandırmaya bile gönlü razı olmadı.
Artık hüzün ve ıztırap bulutu Halîme`yi terk etmişti. Sevincinden uçacak gibiydi. Çocuk bulamamanın sıkıntısı içinde kıvranıp dururken, birden böylesine güzel bir yavru ile karşı karşıya gelmek, ne büyük bahtiyarlıktı.
Halîme, fazla dayanamadı. Kâinatın Efendisinin başucuna iyice yaklaştı. Yorganın ucunu hafiften kaldırdı. Pamuktan yumuşak, kar gibi beyaz, gül gibi kokan ellerinden, mübârek alınlarından sevgi ve bir anne şefkatiyle öptü. O anda Peygamber Efendimiz de gözlerini açtı ve Halîme`nin bûsesine tatlı bir tebessümle cevap verdi. Anlaşmışlardı.
Biri çocuk bulamamanın ıztırabı ile bitkin ve mahzun; diğeri, kadınlar tarafından reddedilen Nûr Yetim. Kader ikisinin de âlemini sevinçle doldurdu.

İlk Bereket
Artık Nurtopu Efendimiz, gönlünü cezbettiği Halîme`nin kucağındaydı.
Fakat bu da ne? Günlerdir zorla süt bulan göğüsler, Efendimiz emmeye başlar başlamaz derhal sütle doldu. Sanki, herbir meme bir süt çeşmesi kesilmişti birden.
Halîme şaşırdı, kocası Hâris hayretler içinde kaldı.
Sağ meme, Kâinatın Efendisinin ağzında, sol meme artık ona sütkardeşi olan Halîme`nin oğlu Abdullah`ın ağzında. Ve Kâinatın Efendisi bundan böyle hep sağ memeyi emecektir.

Devenin Memeleri Sütle Doldu
Halîme, Nur Yetimi kucağından bir an bile indirmeye razı değil. Hemen Abdülmuttalib ve Hazret-i Âmine ile vedâlaşarak Mekke`den ayrıldılar.
Âmine`nin hüznüne göz yaşları da karıştı ve âdetâ bir bulut olup Nur yavrusunun peşinden koştu.
Gece Hâris âilesi, Mekke dışında rahat bir uyku çekti.
Sabahleyin Haris develeri sağmaya koştu. Elini aldığı her meme bir süt çeşmesi oluvermişti. Hayretler içinde Halîme`ye seslendi:
"Ey Halime, bil ki, sen çok mübârek ve hayırlı bir çocuk aldın."
Halîme kocasını tasdik etti:
"Vallahî, ben de öyle olmasını ümit ediyorum." 46
Mekke artık gerilerde kalmıştı. Halîme dişi merkebinin üstünde, kucağında ise Kâinatın Efendisi vardı. O zaif, güçsüz ve arkadaşlarından geride kalan merkebe de ne oluyor? Bu ne sür`at, bu ne hızlı yürüyüş? Sanki gelişinde bindikleri merkep değildi.
Kafiledeki bütün hayvanları geçip geride bırakınca, Halîme`nin yol arkadaşları şaşırdılar ve hayretler içinde sordular:
"Ey Ebû Zueyb`in kızı! Yazıklar olsun sana. Bizi neden beklemiyorsun? Yoksa bindiğin merkep, gelirken beraberindeki merkep değil mi?"
Merkep aynı merkepti. Bir farkla, şimdi üzerinde biri vardı: Kâinatın Efendisi. Onu taşımanın şerefi, o zaif, nahif hayvanı da coşturmuştu.
Halîme arkadaşlarına cevap verdi:
"Hayır, vallahi, merkep aynı merkep; hattâ ben onu sürmüyorum bile. Kendi kendine böyle sür`atli gidiyor. Bunda bir gariplik var."47
Ne yazık ki, henüz kafiledekilerin hiçbiri bu farklılığın nereden ve niçin geldiğini bulabilme basiretine sahip değildi.
Evet, bütün bu olup bitenler, nur yüzlü yavrunun, istikbali bütün haşmetiyle kucaklayacağına açık işaretlerdi.

Peygamber Efendimiz Sa`doğulları Yurdunda
Bütün bu garipliklerden sonra Halîme ve kocası yurtlarına vardılar.
Artık, nur yüzlü Kâinatın Efendisi Sa`doğulları yurdundaydı.
O sırada Sa`doğulları beldesinde müthiş bir kıtlık ve kuraklık hâkimdi. Bereketi kesilmiş topraklar, susuz kuyu ve çeşmeler, solgun yüzler ve zâiflikten ayakta duracak mecâli kalmamış hayvanlar...
Fakat, Peygamber Efendimizin ayak bastığı hânenin manzarası birden değişiverdi. Daha önce yiyecek ot bulamayan hayvanları, şimdi tıka basa doyuveriyorlardı. Memeleri dolup taşıyor, bir Rahmet çeşmesi gibi devamlı süt akıtıyordu. Solgun yüzler yoktu artık Halîme`nin evinde.
Beldenin sâir sakinleri yine kıtlık içinde, yine sıkıntı çemberinde kıvranıyorlardı. Hayvanları hâlâ zâif, nâhif ve istenilen sütü veremiyordu. Sanki Peygamberimizi "yetim" diyerek almayanlar, maruz kaldıkları mahrumiyet içinde bırakılmakla cezalandırılıyorlardı.
Yayla halkı, gözleriyle gördükleri bu durum karşısında meraklarından çatlayacak hâle gelmişlerdi. Olup bitenlere bir mânâ veremiyorlardı. Kabahatı çobanlarında buluyorlar ve onlara çıkışıyorlardı:
"Gidin, görün bakalım. Halîme`nin çobanı koyunlarını nasıl doyurmuş? Yürürken memelerinden şıpır şıpır süt damlıyor. Kimbilir koyunlarını nerede otlatıyor? Siz de onun gittiği yere gidip koyunları orada otlatsanız ya!"
Çobanlar, efendilerinin bu çıkışlarında haksız olduklarını adları gibi biliyorlardı. Halîme`nin çobanının koyunlarını otlattığı yerin, kendilerinin otlattığı yerden hiçbir farkı yoktu. Bunun için de itiraz ediyorlardı. Ama, itirazları hiçbir fayda vermiyordu. Efendilerinin bu sefer şu sözlerine muhatap oluyorlardı:
"Peki, öyleyse sizin sürülerin koyunları açlıktan kendilerini zar zor taşıyorlar da, onunkiler neden tıka basa tok, hem de memeleri sütle dolu olarak dönüyor?"
Ne çobanlar, ne de efendileri bu soruya cevap bulamıyorlardı. Sadece birbirlerine hayret ve şaşkınlık dolu bakışlarla bakıp kalıyorlardı.
Elbette bunun bir sebebi vardı. Ve bu sebebi henüz o zaman Hz. Halîme ile kocasından başkası bilmiyordu. Çobanların gelip sebebini sormaları üzerine Halîme onlara şu cevabı verdi:
"Vallahi, bu iş ne ot, ne de otlak işidir.
Bu iş, Rabbimin sırlarından bir sırdır.
Herşey Mekke`den dönüşümüzle birlikte başladı."
Tabiî ki, çobanlar bu sözlerden pek birşey anlamıyorlardı ve meraklarından da kurtulamıyorlardı.
Yayla halkının akıl erdiremediği sır şuydu:
Kâinatın yegâne sahibi olan Allah, en sevdiği insan olan Peygamberimizi evlerine misafir etme alicenaplığını gösterdiklerinden dolayı Halîmelerin evine Rahmet hazinesinden bol bol ihsan ve ikramda bulunuyordu.
Halîme ve kocası bunun gayet iyi farkında idiler. Bu sebeple nur yavruya bambaşka bir gözle bakıyorlardı. Âdetâ onu uçan kuştan, doğan güneşten koruyorlardı. Büyük bir sevgi ve dikkat ile üzerinde titriyorlardı.

Yayla Kuraklıktan Kurtuluyor[/vb>
Sa`doğulları yaylasında aylardır hüküm süren kuraklık ve kıtlık hâlâ son bulmuş değildi. Yayla halkı her hafta kendi inanç ve geleneklerine göre yağmur duâsına çıkmaya devam ediyordu. Fakat, her seferinde de elleri boş ve mahzun dönüyorlardı.
Bir Cuma günüydü.
Kadınlı erkekli bütün kabile halkı, yanlarına aç develerini, sütsüz koyunlarını alarak bir tepenin üzerine, yine yağmur duâsında bulunmak için çıkmışlardı. Putlarına kurbanlar kestikten sonra, duâya başladılar. Yalvarmalar, yakarmalar âlemlerin Rabbine yağmur göndermesi için yapılıyordu. Saatlerce duâ ettikleri halde, yere bir tek yağmur damlası düşmedi.
Kalabalığın içinde Sevgili Peygamberimizin sütannesi Halîme ve kocası Hâris de vardı. Halîme, gözlerden sakındığı Kâinatın Efendisi yavruyu kalabalığa alıp getirmemiş, süt kardeşi Üneysi`nin yanında evde bırakmıştı.
Duânın sonuna gelinmişti. Herkes ümitsiz ve bitkindi. Artık dönmeye hazırlanıyorlardı. Bu sırada Halime`nin komşusu bir kadın, duâsını bitirmek üzere olan râhibe yaklaştı ve râhip duâsını bitirince de,
"Râhip efendi, biz bu kadar duâ ettik. Fakat bir netice alamadık. İçimizde hayırlı, uğurlu biri olsa, belki âlemlerin Rabbi duâmızı kabul ederdi" dedi.
Râhip, yaşlı kadının bu sözünden rahatsız gibi oldu ve "Biz Ona duâ ederiz, ama Onun ne yapacağını bilmeyiz. Doğruyu ve hayırlıyı ancak O bilir" diye konuştu.
Yaşlı kadın bu sefer asıl maksadını açıkça söyledi:
"Biliyorum, dedikleriniz doğru; ama benim söylemek istediğim şey başka. Bizim komşumuz Halîme`nin evinde, Mekkeli bir çocuk var. O, geldiği günden beri Halîme`nin evi bereketle dolup taşıyor. Çok hayırlı, çok uğurlu bir çocuk olarak görünüyor.
Bir de, onu buraya getirsek. Belki ayağı uğurlu gelir; onun yüzü suyu hürmetine âlemlerin Rabbi duâmızı kabul eder ve bizi yağmura kavuşturur."
Râhip önce tereddüt geçirdi. Kadın ısrar edince, Efendimizin getirilmesine razı oldu.
Yaşlı kadın Halime`yi arayıp buldu ve râhibe yaptığı teklifi kendisine anlattı.
Fikir, Halîme`nin de aklına yattı. Çünkü, nur yavrunun bereketli ve hayırlı bir çocuk olduğuna en çok kendisi şahit olmuştu. Koşarak eve vardılar. Peygamberimizi sütannesi kucakladı. Kundakladıktan sonra yakıcı güneşin tesirinden korumak için de yüzünü bir bezle kapadılar ve dışarı çıktılar.
Güneş kızgın oklarını yeryüzüne olanca şiddetiyle saplıyordu. Yerden sanki alev alev ateş yükseliyordu. Evden çıkıp biraz yürüdükten sonra, gözleri garip birşeye ilişti. Bir bulut kendileriyle beraber gidiyordu. Önce mühimsemediler. "Olabilir" diyerek yürüdüler. Fakat, bu küçük bulut kendilerini terk etmiyordu. Âdetâ onları güneşin kavurucu sıcaklığından korumak için bir şemsiye vazifesi görüyordu. İster istemez hayrete kapıldılar ve şaşırdılar. Bir taraftan da sevindiler. Artık nur yavrunun yüzünü bezle örtmeye de ihtiyaç kalmamıştı. Örtü kaldırılınca, şirin gözler sütannesine tatlı tatlı baktı. Sanki tebessümüyle, "O bulut beni gölgeliyor" der gibiydi.
Buluttan şemsiye altında yollarına devam edip, kalabalığa karıştılar. Önce yapılan tekliften rahatsız olan râhip, bu sefer onları güler yüzle karşıladı. Çünkü, o da Halîme ve arkadaşının evden çıkar çıkmaz, bir bulut tarafından gölgelendiklerini uzaktan görmüştü.
Râhip, Peygamberimizi sütannesinin kucağından aldı ve kalabalığa seslendi:
"Ey insanlar!
Bu, bulunduğu eve bereket getiren Mekkeli çocuktur.
Bu hayırlı yavruya olan sevgisi ve lütfu ile yağmur vermesi için âlemlerin Rabbine hep beraber duâ edelim."
Eller tekrar açıldı ve dudaklar yeni bir heyecanla duâya başladı.
Peygamberimiz bir nur yumağı halinde râhibin kucağında duruyordu. Râhip, bütün dikkatiyle nur saçan gözlere bakıyor ve âdetâ hal diliyle, "Bu güzel çocuğun yüzü suyu hürmetine bize yağmur ihsan et" diye Cenâb-ı Hakka yalvarıyordu.
Herkes Yüce Allah`a yalvarırken, Peygamberimizin nur saçan gözleri ümitle gökyüzüne dikildi. Râhip ise, nur yavrunun iri ve bebekleri pek siyah, güzellikte eşsiz gözlerine kendini kaptırmış ve âdetâ herşeyi birden unutuvermişti.
Artık aylardır süren hasretli ve hüzünlü bekleyişin son anları yaklaşıyordu. Peygamberimizin başı üzerindeki küçücük bulutun birden büyümeye ve ufuklara doğru yayılmaya başladığı görüldü. Kısa zamanda o küçük bulut yerini, bütün gökyüzünü kaplayan kocaman bir buluta terk etti. Duâ seslerine birden sevinç çığlıkları karıştı. Yağmurun müjdecisi bulutlar geldiğine göre, rahmetin de gelmesi yakındı. Az sonra sevinç çığlıkları ile ortalık çınladı:
"Yağmur!..
Yağmur!..
Yağmur!.."
Evet, ikaz mahiyetindeki iki haftalık bir mahrumiyet içinde kalma, Sa`doğullarının dikkatini çekmek için kâfi görülmüştü. Nur yavrunun yüzü suyu hürmetine, Sa`doğulları yurduna latîf, berrak ve tatlı yağmur damlaları Cenâb-ı Hakkın rahmet hazinesinden ahenkli ahenkli inmeye başladı. Güyâ, rahmet, tecessüm ederek damlalar suretinde yeryüzüne akıyor, ümitsiz yüzlere ümit ve tatlılık bahşediyordu. İnsanlar gibi kuraklıktan çatlak çatlak olan yeryüzü de mis gibi kokusuyla sevincini izhar ediyordu.
Yağmura kavuşan halk, aylardır devam ettikleri duâlarının kabul edilmeyip, o gün kabul edilişinin sırrını yine de bilemediler. Çünkü, o bir sırdı. Şimdilik bir sır olarak da kalacaktı. Rahmet vesîlesi, henüz bir bebekti. Ama insanlar nazarında bir bebekti. Hakikatte, o, Allah`ın ve meleklerin kendisini çok iyi tanıdıkları Allah`ın sevgili kulu, peygamberler peygamberi, iki cihanın güneşi Hz. Muhammed`di (a.s.m.).
Sa`doğulları yurdunun yüzünü güldüren rahmet, aralıklarla tam bir hafta devam etti.
Toprak yağan yağmuru iliklerine kadar içerek doydu. Otlar yeniden fışkırdı, ağaçlar yem yeşil körpe filizler verdi. Ekinler boy attı, koyunların memeleri sütle dolmaya başladı.
Yağmura kavuşanlar arasında ancak birkaçı rahmete vesîle teşkil eden sebebi bildiler. Kendi aralarında şöyle konuştular:
"Bu çocuk çok uğurlu ve hayırlı bir çocuk."
Saf ve geniş ufuklu çölde hava temiz ve güzeldi. Çocukların çabucak gelişmesine ve sıhhatli büyümelerine oldukça elverişli idi.
Sevgili Peygamberimizin büyümesi de diğer çocuklardan farklı oldu. Sekiz aylık iken konuşmaya başladı. Dokuz aylıkken konuşması oldukça düzgün ve pürüzsüzdü. Onuncu ayında ise, artık diğer çocuklarla birlikte ok atacak kadar kuvvetli ve gürbüz olmuştu.
Peygamber Efendimiz iki yaşına basınca sütten kesildi. O âna kadar, Halîmelerin ve yayla halkının üzerinde bereket, rahmet ve ihsan yağmuru hiç eksik olmadı.
Bu yaşında bile Peygamber Efendimiz, akranlarından çok farklı bir güzellik, bir sevimlilik ve üstün bir ahlâka sahipti. Bir büyük insan gibi ağır başlı ve vakûr idi.

Peygamberimizin Annesine Getirilişi
Süt çocuklarını geri verme mevsimi gelip çattı. Bununla birlikte Efendimiz üzerinde kol kanat geren, onu öz evlâdından daha fazla seven Halîme`nin de gönlünü bir hüzün bulutu kapladı. Çünkü, ondan ayrılacaktı. Çünkü Nur Muhammed`in Cennet`i hatırlatan gül kokusundan uzak kalacaktı.
Fakat Mekke`ye getirilip annesine teslim etmekten başka çaresi de yoktu. Öyle yaptılar. Nur Muhammed`i alarak Mekke`ye geldiler ve annesine gönül gözyaşları arasında teslim ettiler.
Sütannenin âlemi hüzünle, gerçek annenin dünyası ise sevinçle dolu idi. Biri öz yavrusuna kavuşmanın saâdetini yaşıyor, diğeri ondan ayrılmanın ateşinde tutuşup yanıyordu.
O anda Sütanne Halîme`ye, sanki bir ilham geldi ve yalvarırcasına, bütün samimiyetiyle şu teklifi yaptı:
"Ne olur, oğlumu biraz daha yanımda bırakamaz mısınız? Hem ben, ona Mekke vebâsının bulaşmasından da korkuyorum."48
Bu teklif ve arzu samimi idi. Sanki cümleler dudaklardan değil, gönülden kopup gelmişti. Aziz anne Âmine, bu riyasız ve candan yalvarışa karşı koyamadı ve bir müddet daha ciğerpâresinin Sa`doğulları yurdunda kalmasına razı oldu.

Peygamberimiz Yine Benî Sa`d Yurdunda
Halime muradına ermişti. Arzusunun kabul edilişinin sonsuz hazzı içinde Efendimizle birlikte tekrar yurduna döndü. Kâinatın Efendisi, artık süt kardeşi Abdullah`la birlikte kuzuları gütmeye de çıkıyordu. Kuzular, onun tatlı tebessümlerine melemeleriyle cevap veriyorlardı.Peygamber Efendimizin gözleri hep göklerde idi. Sanki orada birşeyler keşfedecekmiş gibi dikkatli ve ibretli bakıyordu. Sanki bir el uzanacak ve onu ulvî âlemlere alıp götürecekmiş gibi bekliyordu. Bu arada gözlerden kaçmayan bir garip hâdise vardı: Peygamber Efendimizin başı üzerinde çoğu zaman bir bulut geziyor ve onu güneşten koruyordu. artık gözler ondaydı. Dillerde onun güzelliği, gönüllerde tatlı sevgisi vardı. Konuşulan onun dürüstlüğü, terbiyesi ve ağırbaşlılığıydı. Akranları da onun tatlı arkadaşlığına erişmek için âdetâ yarış ediyorlardı. İşte Sevgili Peygamberimiz Sa`doğulları yaylasında günlerini böylesine huzurlu ve sevinçli geçiriyordu.

Peygamber Efendimizin Göğsünün Yarılması
Kuşluk güneşinin her tarafa pırıl pırıl hayat saçtığı bir güzel bahar günüydü.
Nur yüzlü Efendimiz süt kardeşi Abdullah`la beraber evlerine yakın çayırlıkta kuzularını otlatıyordu. Bir ağacın altında çimenden yem yeşil halının üzerine oturmuş, tatlı tatlı konuşuyorlardı. Bir müddet sonra da Abdullah ağacın serin gölgesinde uykuya daldı.
Kâinatın Efendisi ise, oturduğu yerden kâinatı kuşatan eşsiz güzelliklerin Yaratıcısını düşünmeye koyuldu. Bu sırada kuzular yayıla yayıla epeyce uzaklaşmışlardı. onları geri çevirmek için Peygamberimiz, Abdullah`ın yanından ayrıldı. Bir müddet gittikten sonra, karşısına beyaz elbiseli iki kişinin çıktığını gördü. İkisi de güler yüzlü ve sevimli idiler. Birinin elinde içi karla dolu altın bir tas vardı. Nur yüzlü Efendimizin yanına usulca yaklaştılar. Onu tutup İlâhî bir halı gibi duran yem yeşil çimenlerin üzerine uzattılar. Efendimizde ne ses, ne seda, ne de telâş vardı. Bu güler yüzlü, bu temiz sîmalı ve bu sevimli insanların kendisine kötülük yapmayacağını biliyordu.
Ağacın serin gölgesinde uyumakta olan Abdullah bu sırada uyandı. Manzarayı görünce olanca hızıyla telâşlı telâşlı eve vardı. Gördüğü manzarayı anne ve babasına anlattı. Heyecan ve telâşlarından, evlerinden nasıl çıktıklarının farkında bile olmayan Halîme ile kocası, bir anda Peygamberimizin yanına vardılar. Fakat, Abdullah`ın anlattıklarından eser yoktu. Ortalıkta kimseler görünmüyordu. Zira, gelenler memur edildikleri vazifelerini bir anda bitirip, gözden kaybolmuşlardı. Sadece ayakta duran Kâinatın Efendisinin benzi uçuktu ve hafiften gülümsüyordu.
Fazlasıyla telâşa kapılan Halîme ve kocası,
"Ne oldu sana yavrucuğum?" diye sordular.
Kâinatın Efendisi şunları anlattı:
"Yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu bir tas vardı. Beni tuttular, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan pıhtısı çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizledikten sonra ayrılıp gittiler."49
Aradan yıllar geçecek, kendilerine peygamberlik vazifesi verilecekti. Birgün Sahabîlerden bazıları,
"Yâ Resulallah, bize kendinizden bahseder misiniz?" diyecekler; Resûlullah da,
"Ben babam İbrâhim`in duâsıyım. Kardeşim İsâ`nın müjdesiyim. Annemin ise rüyâsıyım. O, bana hâmile iken Şam saraylarını aydınlatan bir nurun kendisinden çıktığını görmüştü" dedikten sonra, bahsi geçen hâdiseyi de şöyle anlatacaktır:
"Ben, Sa`d bin Bekroğulları yanında emzirilip büyütüldüm. Birgün süt kardeşimle birlikte evlerimizin arkasında kuzuları otlatıyorduk. O sırada yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu bir altın tas vardı. Beni tuttular, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan parçası çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizlediler."50
Bu hâdise ile Peygamber Efendimizin mübârek kalbi, İlâhî bir nur ve Cenâb-ı Hak tarafından bir sekînet ve bir ruh ile genişletilmiş oluyordu. Aynı zamanda Resûlullah Efendimizin nefsi o yaşından itibaren kudsî duygular ve İlâhî nurlar ile te`yid edilerek, her türlü vesvese ve şüpheden temiz hale getiriliyordu. Burada şunu da hatırlatmak gerekir ki, kalb sadece çam kozalağı gibi bir et parçası olarak düşünülmemelidir. O, bir lâtife-i Rabbaniyedir. Meseleye ışık tutması bakımından Bediüzzaman Hazretlerinin kalb ile ilgili şu açıklamasını da nazarlara arzetmekte fayda vardır:
"Kalbden maksad, sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir lâtife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma`kes-i efkârı, dimağdır. Binâenaleyh, o lâtife-i Rabbaniyeyi tazammun eden o et parçasına kalb tabirinde şöyle bir letâfet çıkıyor ki; o lâtife-i Rabbaniyenin insanın mâneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir. Evet, nasıl ki, bütün aktar-ı bedene mâü`l-hayatı neşreden o cism-i sanev berî, bir makine-i hayattır; ve maddî hayat onun işlemesiyle kaimdir; sekteye uğradığı zaman cesed de sukuta uğrar. Kezâlik o lâtife-i Rabbaniyye a`mâl ve ahvâl ile canlandırır, ışıklandırır; nur-u îmânın sönmesiyle mahiyeti, meyyit-i gayr-ı müteharrik gibi bir heykelden ibaret kalır." 51
Anlaşılan odur ki, maddî kalbin îmân, ilim, hikmet, şefkat gibi mâneviyat ile yakın alakası vardır. Aynı şekilde, maddî temizliğin de mânevî temizlik ile münasebeti mevcuttur. Bu itibarla Resûl-i Ekrem Efendimizin maddî kalbinin yıkanıp temizlendikten sonra ilim, hikmet, İlâhî nur ve feyizlerle doldurulmasını akıldan uzak görmemek lâzımdır.52

42. Tabakât, 1/108; Ensâb, 1/42
43. Tabakât, 1/108
44. Tabakât, 1/108
45. Sîre, 1/171-172; Tabakât, 1/110-111
46. Sîre, 1/172; Tabakât, 1/111; Taberî, 2/127
47. Sîre, 1/173; Taberî, 2/127
48. Sîre, 1/173; Tabakât, 1/112; Taberî, 2/127
49. Sîre, 1/174; Tabakât, 1/112; Taberî, 2/128
50. Sîre, 1/175; Taberî, 2/128
51. Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü`l-İ`câz, s. 79
52. Bkz: Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur`ân Dili, 8/5911-5915
nünü - avatarı
nünü
Ziyaretçi
12 Haziran 2008       Mesaj #15
nünü - avatarı
Ziyaretçi
Peygamberimiz Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'in Fedakar Ahlaki

Allah rizasi icin birlik icinde hareket etmek, muminlerin zorluklar karsisinda basari elde etmesinde onemli bir imani sirdir. Muslumanlarin tarih boyunca yasadiklari olaylara baktigimizda da zorluk ve sikintilarin hep bu sekilde asilabildigini goruruz. Basta Allah'in tum insanlara ornek kildigi Peygamberimiz Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) ve sahabeler olmak uzere, Muslumanlar bu ahlaki en guzel sekilde yasamis, gosterdikleri ustun tesanud ve fedakarlik ornekleriyle Islamiyet'in ve Kuran ahlakinin tum dunyaya yayilmasina vesile olmuslardir.

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), gonderildigi musrik toplumu, o gune kadar yasadiklari sapkin inanclarini terk etmeye ve yalnizca bir olan Allah'a kulluk etmeye cagirmistir. Resul-u Ekrem Efendimiz, bu tebligi sirasinda cok buyuk zorluklarla karsilasmistir. Islam ahlakinin toplumda yayginlasmasinin kendi menfaatlerini zedeleyecegini dusunen musrikler, Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'e ve inananlara karsi birlik olmus, ellerindeki tum imkanlari kullanarak buyuk bir mucadele yurutmuslerdir. Atalarinin sirk dinini degistirmeyi kabul etmemis, Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'e tuzaklar kurmaya yeltenmislerdir. Resulullah'tan nefislerine uygun ayet getirmesini istemis, O'nu oldurmeye, yasadigi yerden surmeye ya da tutuklamaya kalkismislardir. Allah'in Resulu'nun tebliginin insanlar uzerindeki etkisini onleyebilmek icin, Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'e delilik, buyuculuk, akil yetersizligi, dogru sozlu olmamak, sairlik gibi asilsiz iftiralarda bulunmuslardir. Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) inkarcilarin sozlu ve fiili olarak yaptiklari tum bu iftira ve saldirilara karsi cok ustun bir sabir ve tevekkul gostermis, onlara hep Kuran ahlakiyla karsilik vermistir. Allah'in indirdigini hicbir degisiklige ugratmadan, hic kimsenin cikarini hesap etmeden, sadece Allah'tan korkup sakinarak hareket etmistir. Yapilan tum tehditlere, baskilara ve cikarilan zorluklara ragmen, dini teblig etmeye devam etmistir. Inkarcilara karsi verdigi bu mucadelenin yani sira, beraberindeki Muslumanlarin her turlu sorumlulugunu da birinci dereceden kendisi ustlenmistir. Onlari bir yandan tehlikelerden korurken, bir yandan da din ahlakini teblig ederek cevresindeki tum insanlari egitmistir.

Kuskusuz Resulullah'in bu ustun ahlaki, tum Muslumanlar icin cok onemli bir ornektir. Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in, en zor sartlarda iken bile oncelikle dinin menfaatlerini, Muslumanlarin rahatini, guvenligini ve huzurunu on planda tutmasi, O'nun sahip oldugu ustun fedakarlik anlayisini gostermektedir. Savaslarin en kizistigi, Allah'in Muslumanlari aclik, yokluk, hastalik gibi sikintilarla denedigi bir ortamda Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Muslumanlara karsi cok buyuk duskunluk gostermis, onlari merhamet ve sefkatle koruyup kollamistir.

Sahabeler de Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'in bu ustun fedakarlik anlayisini kendilerine ornek alip, maddi manevi her konuda ustun bir ahlak sergilemislerdir. Bu fedakarlik ruhuna dayanan birlik ve beraberlikleri sonucunda buyuk bir kuvvet elde etmis, Allah'in rahmetiyle inkar edenlere ve musriklere karsi buyuk zaferler kazanmislardir. Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) doneminde cok kucuk bir topluluk olan Muslumanlarin sayisi giderek buyuk bir yukselisle artmis, Islamiyet tum Arap Yarimadasina yayilmistir.

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) herseyden once nefsinden yana buyuk fedakarliklarda bulunmus, iman edenlerin dunya ve ahiret menfaatleri icin kendi nefsinden feragat etmistir. Kuskusuz Islam ahlakini yeni ogrenmekte olan kimselerin egitimi, cogu zaman buyuk ozveriler gerektirmistir. Kuran'in cesitli ayetlerinde gerek Bedevi olarak adlandirilan gocebe kimselerin gerekse de kalpleri imana henuz yeni isinmakta olan kisilerin cahilce tavirlarindan bahsedilmektedir. Kuran'da yer alan bu ayetlerden bazilari soyledir:

Bedeviler, dedi ki: "Iman ettik." De ki: "Siz iman etmediniz; ancak "Islam (Musluman veya teslim) olduk deyin. Iman henuz kalplerinize girmis degildir. Eger Allah'a ve Resûlu'ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hicbir seyi eksiltmez. Suphesiz Allah, cok bagislayandir, cok esirgeyendir." (Hucurat Suresi, 14)

Bedeviler inkar ve nifak bakimindan daha siddetlidir. Allah'in elcisine indirdigi sinirlari bilmemeye de onlar daha 'yatkin ve elverislidir.' Allah bilendir, hukum ve hikmet sahibidir. (Tevbe Suresi, 97)

Cevrenizdeki bedevilerden munafik olanlar vardir ve Medine halkindan da nifaki aliskanliga cevirmis olanlar vardir. Sen onlari bilmezsin, Biz onlari biliriz. Biz onlari iki kere azaplandiracagiz, sonra onlar buyuk bir azaba dondurulecekler. (Tevbe Suresi, 101)

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) cevresindeki insanlarin cahilce tavirlarina daima en guzel sekilde, Kuran ahlakiyla karsilik vermistir. Kuran'da Resulullah'in bu ustun ahlaki soyle bildirilmektedir:

Ve suphesiz sen, pek buyuk bir ahlak uzerindesin. (Kalem Suresi, 4)

Andolsun, sizin icin, Allah'i ve ahiret gununu umanlar ve Allah'i cokca zikredenler icin Allah'in Resûlu'nde guzel bir ornek vardir. (Ahzab Suresi, 21)

Bir insanin cevresindeki kimselerin kimi zaman cahillikten, kimi zaman ise art niyet, kotu ahlak ya da zalimlikleri nedeniyle sergiledikleri bozuk tavirlara karsi sabir gosterebilmesi, tum bunlara en guzel ahlak ile karsilik verebilmesi buyuk bir fedakarlik ornegidir. Ozellikle de kisinin hakli oldugu, hakkinin yendigi, haksizliga ugradigi durumlarda bu hakkindan vazgecebilmesi buyuk bir ustunluktur. Kimi zaman cahillik icerisinde olan kimseler, bu ustun ahlaki takdir edemeyebilir ya da farkina bile varamayabilirler. Ancak bu ahlaki yalnizca Allah'in rizasini kazanabilmek icin yasayan derin iman sahipleri, affetmenin, sabir gostermenin, alttan almanin nefse en zor geldigi durumlarda bile nefislerinden feragat ederler. Resul-u Ekrem Efendimiz de cevresindeki insanlarin kotu niyetli tavirlarina karsi, Allah rizasi icin kendi nefsinden yana fedakarlik gostermis, daima onlari dogru olana tesvik edip islah etme yolunu tercih etmistir. Allah, Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in muminlere karsi olan bu duskunlugunu, fedakarligini ve guzel ahlakini ayetlerde soyle bildirmektedir:

Allah'tan bir rahmet dolayisiyla, onlara yumusak davrandin. Eger kaba, kati yurekli olsaydin onlar cevrenden dagilir giderlerdi. Oyleyse onlari bagisla, onlar icin bagislanma dile ve is konusunda onlarla musavere et. Eger azmedersen artik Allah'a tevekkul et. Suphesiz Allah, tevekkul edenleri sever. (Al-i Imran Suresi, 159)

Andolsun size, icinizden sikintiya dusmeniz O'nun gucune giden, size pek duskun, mu'minlere sefkatli ve esirgeyici olan bir elci gelmistir. (Tevbe Suresi, 128)

Sozlesmelerini bozmalari nedeniyle, onlari lanetledik ve kalplerini kaskati kildik. Onlar, kelimeleri konulduklari yerlerden saptirirlar. (Sik sik) Kendilerine hatirlatilan seyden (yararlanip) pay almayi unuttular. Iclerinden birazi disinda, onlardan surekli ihanet gorur durursun. Yine de onlari affet, aldiris etme. Suphesiz Allah, iyilik yapanlari sever. (Maide Suresi, 13)

Hazreti Aise'den rivayet edilen bir hadis-i serifte Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in bu guzel ahlaki "…Resullullah baskalarini nefsine tercih ederdi." sozleriyle ifade edilmistir. Hazreti Huseyin'den rivayet edilen bir hadis-i serifte ise alemlere rahmet olarak gonderilen Resulullah Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in fedakar ahlaki soyle anlatilmaktadir:

Babama Resullullah'in oturusunu sordum, soyle buyurdu: "Allah Resulu ancak zikir uzerine otururlardi. Belli yerleri kendisine tahsis etmedigi gibi, boyle yapmaktan insanlari da sakindirirdi. Bir meclise vardiginda, nerede meclis bitmisse (bos yer var ise) o noktada oturur ve sahabilere de boyle davranmalarini emrederdi. Kendisiyle oturan herkese payini verirdi. Onunla oturan hic kimse, Resullullah'in katinda kendisinden daha ustunu oldugu kanaatine varmazdi. Kim Resullullah ile oturursa veya bir ihtiyacini Hazreti Peygamber'den almak icin kendisine giderse, Hazreti Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) ona karsi sabreder, o Peygamberi birakip gidici olurdu. Kim Hazreti Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'den bir ihtiyacini isterse ya o ihtiyaci yerine getirir veya tatli soz soyleyerek onu geri gonderirdi. Onun guler yuzu, guzel ahlaki, o insanlari zengin kilmisti.

Bir baska hadis-i serifte Rabbimiz'in yuksek ahlak bagislamis oldugu Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'in bu ustun tavri soyle anlatilmaktadir:

Yezid et-Teymi soyle anlatiyor: Huzeyfe'nin yanindaydim. Bir kisi Huzeyfe'ye, "Eger ben Peygamber zamanina yetisseydim onunla beraber savasir ve buyuk bir metanet gosterirdim" dedi. Huzeyfe ona "Sen mi oyle yapacaktin? Allah'a yemin ederim ki, Ahzab gunu Hazreti Peygamber'le beraberdim. Siddetli ruzgar ve korkunc bir soguk vardi. Hazreti Peygamber "Bir kisi yok mudur ki, musriklerden bir haber getirsin de kiyamet gunu benimle beraber bulunsun." Sonra Hazreti Peygamber haber getirmem icin beni gonderdi. Gidip Kureys'in durumunu ogrendikten sonra Resullullah'a vardim. Dusmanin yanindan dondukten sonra yine eskisi gibi titriyordum. Resullullah'a haberi verdim. Resullullah abasini bana giydirdi. Aba sirtindaydi ve onunla namaz kiliyordu. Ve sabaha kadar Hazreti Peygamber'in abasi altinda uyudum.

Gosterdigi bu essiz ahlakin yani sira Resul-u Ekrem Efendimiz, Kuran'in "De ki: "Suphesiz benim namazim, ibadetlerim, dirimim ve olumum alemlerin Rabbi olan Allah'indir." (Enam Suresi, 162) ayetinde bildirildigi sekilde, tum hayatini, malini, canini Allah'a adamisti. Islam ahlakinin tum insanlar arasinda yayginlasmasi, huzur, baris ve sevgi ahlakinin hakim olmasi icin maddi ve manevi tum imkanlarini ortaya koymustu. Bu ugurda her turlu zorluga buyuk bir sevk ve teslimiyetle talip olmustu.

Islami kaynaklara gore, Resul-u Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) uc sene kadar teblig faaliyetlerini gizliden gizliye surdurmus, tebliginde son derece ihtiyatli davranmistir. Bu donemde pek cok kisi Muslumanligi kabul etmis ve Islamiyet giderek guc kazanmistir. Uc senenin sonunda ise Allah'in emri uzerine Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) peygamberligini ve Islamiyet'i, Kureysli kabilelerin her birine ayri ayri acikca ilan etmistir. Kureysli musrikler eziyet ve dusmanliga yeltenerek Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in davetine karsi cikmislardir. Ona karsi amansiz bir mucadeleye girmis, ellerindeki butun imkanlari kullanarak bu mubarek insani etkisiz hale getirmeye calismislardir. Bunun icin ise mumkun olan her turlu eziyet ve hatta suikast yontemlerine basvurmuslardir. Basta Ebu Leheb ve karisi Ummu Cemil, Ebu Cehil olmak uzere, Kureys kabilelerinin onde gelenleri Resulullah'i durdurabilmek icin buyuk mucadeleler vermislerdir.

Ancak Islamiyet'in yayilmasini onleyebilmek icin baslattiklari tum girisimler sonucsuz kalmistir. Bu durum Mekkeli musrikleri ve kavmin onde gelenlerini oldukca rahatsiz etmistir. Aleyhteki tum cabalarina ragmen Muslumanlarin sayisi gun gectikce artmis ve Islamiyet, Mekke disindaki kabileler tarafindan da kabul gormeye baslamistir. Hazreti Omer, Hazreti Hamza gibi onde gelen kimselerin de Muslumanlarin safina katilmasi ve bu yolla Islam'in giderek guclenmesi bu kimseleri oldukca tedirgin etmistir. Yaptiklari iskencelerle, siddet gosterileriyle kimseyi dininden ceviremediklerini, Islamiyet'in yayilmasini engelleyemediklerini gormuslerdir. Bu durumda yeni bir yontem arayisina gitmis ve Muslumanlari baski ve boykot yontemleriyle durdurmaya calismislardir. Ittifakla aldiklari boykot kararlarina gore Muslumanlarla ve onlari koruyan kabilelerle ticari hicbir munasebette bulunulmamasina karar vermislerdir. Bu karara gore onlara hicbir sey satilmayacak ve onlarin mallarindan hicbir sey alinmayacakti.

Kabe duvarina yazili olarak astiklari bu kararlar kisa surede tum Mekkeliler tarafindan uygulamaya gecirilmistir. Bu kati boykot nedeniyle Muslumanlar topluca bir yere tasinarak birarada yasamaya baslamislardir. Musrikler, boykota ugrayanlarin toplandiklari mahalleye neredeyse hicbir gida malzemesi sokmuyorlardi. Sadece Hac mevsiminde disari cikip alisveriste bulunmalarina izin veriyorlardi. Ancak bu durumda da kose baslarinda durarak onlara bir sey aldirmamak icin ellerinden gelen her turlu engellemeyi yapiyorlardi. Kimi zaman Muslumanlara mal satmamalari icin saticilari tehdit ediyor, kimi zaman ise saticilarin tum mallarini satin alarak Muslumanlarin alabilecekleri bir sey birakmiyorlardi. Mekke'ye yiyecek getiren kervanlari sehrin disinda karsilayip cesitli vaatlerle onlari Muslumanlar aleyhinde kiskirtiyorlardi.

Bu donemde boykota ugrayan Muslumanlar, disaridan fazla bir sey alamadiklarindan kisa surede siddetli bir aclik ve kitlikla karsi karsiya kaldilar. Bu donemde Resul-u Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), amcasi Ebu Talip ve Hazreti Hatice boykota ugrayanlarin ihtiyaclarini giderebilmek icin tum mal varliklarini harcadilar. Tam uc sene suren bu boykot ile olusturduklari sikinti, aclik ve kitlik ortamina ragmen, inkar edenler yine de Islamiyet'in yayilmasini onleyemediler. Resul-u Ekrem Efendimiz bu agir sartlar altinda, buyuk fedakarliklarla teblig gorevini en guzel sekilde yerine getirmisti.

Uc senenin sonunda Kureysli ileri gelenler boykotu cesitli sebeplerle sona erdirmek durumunda kaldilar. Ancak Muslumanlar aleyhinde caba harcamaktan vazgecmediler. Bu donemde Mekke'nin sozu dinlenen isimlerinden biri olan ve Muslumanligi kabul etmemesine ragmen, Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'i ilk gunden itibaren koruyup destekleyen amcasi Ebu Talip ve Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in hanimi Hazreti Hatice'nin vefati Kureyslilerin cesaretlerinin daha da artip harekete gecmelerine neden oldu. Ebu Talip'in konumu nedeniyle o zamana dek Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'e yonelik bir girisiminde bulunmaktan cekinen Kureys'in onde gelenleri, bu durumun ortadan kalkmasini firsat bildiler. Peygamber Efendimizin tebligini durdurabilmek ve Muslumanlarin dinlerini yasabilmelerini engelleyebilmek icin her turlu zulum, baski, iskence, tehdit ve eziyet yontemine basvurdular.

Islam'in tebliginin onuncu yilinda Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), giderek artan bu sozlu ve fiziksel baskilar karsisinda Mekke disindaki bir topluma seslenmeye karar vermistir. Hazreti Zeyd bin Harise ile birlikte Arabistan'in onemli bolgelerinden biri olan Taif'e giderek oradaki Sakif kabilesini Islamiyet'i kabul etmeye ve onlari Kureys musriklerine karsi Muslumanlari korumaya davet etmistir. Taif'te kaldigi on gun boyunca kabilenin ileri gelenlerine Islam'i anlatmistir. Ancak Lat adli buyuk bir puta tapinan Taifliler arasinda Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in tebligine uyan olmamistir. Resulullah, kentin onde gelen isimleriyle tek tek konusmus, ama bu kimselerin cehalet, kibir ve dusmanlik icerisinde oldugunu gormustur. Resulullah buradaki insanlarin Hazreti Zeyd bin Harise ve kendisine karsi yonelttikleri sozlu ve fiili saldirilara karsi sabretmistir.

Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), her an olum, iskence, aclik ve surgun gibi tehditler altinda yasayan Mekke'deki Muslumanlari, bu zor sartlardan kurtarmak icin her yolu denemistir. O donemin zor kosullari altinda, rivayetlerde bildirildigi uzere, yuruyerek Taif'e gitmesi ve buradaki putperest insanlara dogru yolu gosterebilmek icin elinden gelen herseyi yapmasi Resulullah'in ustun ahlakinin tecellilerindendir. Nitekim burada da, rivayetlerde anlatildigi uzere bu cahil insanlarin cesitli eziyetleriyle karsi karsiya kalmistir. Ancak Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Islamiyet'in yayilmasi ve Muslumanlarin guvenlige kavusmasi icin tum bunlari goze almis, fedakarlikta tum Muslumanlara ornek olmustur.

Peygamberimiz Mekke'ye donusunde Kureyslilerin Muslumanlara baskilarini siddetlendirdiklerini gormus ve Islamiyet'i diger kabilelere teblige devam etmistir. Hac mevsiminde Mekke cevresinde konaklayan ya da yilin belirli donemlerinde kurulan panayirlari gezmeye gelen Arap kabileleriyle gorusmus, Kuran'i anlatarak onlari Islam'a davet etmistir. Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bu donemde de pek cok zorlukla karsilasmis, ama Allah rizasi icin tum bunlara guzel bir sabir ve tevekkulle karsilik vermistir. Resulullah'in Islam'a cagirdigi kabileler kimi zaman Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'e dusmanca tavirlarla karsilik vermislerdir. Ancak Resulullah bu zor sartlar altinda da tebligine devam etmistir. Resul-u Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) tebligini yaparken, Ebu Leheb gibi musriklerin aleyhte yuruttukleri faaliyetlere de karsi koymak durumunda kalmistir. Ayni donemde Ebu Leheb de Mekke cevresine gelen kabilelerle gorusup, Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) hakkinda iftira dolu sozler soyleyerek onlari etkilemeye, Resulullah'in tebligini dinlemelerine engel olmaya calismistir.

Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'in peygamberliginin 11. senesinde Medine'den gelen alti kisilik bir kafile Peygamber Efendimizin tebliginin vesilesiyle Musluman olmuslardir. Kabileleri tarafindan sevilen ve soz sahibi olan bu kisiler Medine'ye donduklerinde akrabalarini da Islam'a davet etmis ve kisa surede Islamiyet Medine'de genis olcude yayilmistir. Bu tarihten sonraki iki Hac mevsiminde tekrar kafileler halinde Mekke'ye Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'le gorusmeye gelen Medineliler, Allah'in Resulune baglilik ve itaat sozu vermislerdir. Medinelilerin Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'e biat ettigini duyan Mekkeli musrikler ise, Muslumanlara olan baskilarini daha da artirarak, Mekke'yi iman edenler icin yasanmaz hale getirmeye calismislardir. Bu donemde Allah'tan gelen vahiy uzerine Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) Mekkeli Muslumanlara Medine'ye hicret edeceklerini bildirmistir. Mekkeli musrikler, Muslumanlarin Medine'deki muminlerle birleserek buyuk bir guc elde edecekleri endisesiyle, Muslumanlarin hicret etmelerine de engel olmaya calismislardir. Kimilerini tutuklayip iskence etmis, kimilerinin de "yollarini keserek" onlara zorluk cikarmak istemislerdir.

Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah'in emri gelene kadar Hazreti Ebubekir ve Hazreti Ali ile birlikte Mekke'de bir sure daha kalmistir. Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'in Allah'in Ilahi korumasi altinda oldugundan gafil olan Ebu Cehil, Ebu Leheb ve inkar edenlerin diger onde gelenleri, pek cok defa deneyip basarisiz olduklarini gordukleri halde, Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'e karsi fiili bir saldiri daha duzenlemeye karar vermislerdir. Bu amacla Kureys'in her kabilesinden guclu birer kisi secilmis ve bu kisilerin Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'e karsi hep birlikte bir tuzak hazirlamalarina karar verilmistir. Boylece her kabilenin olaya dahil olacagini ve bu yuzden Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in kabilesinin bu duruma karsilik veremeyecegini dusunmuslerdir. Allah Kuran'da Peygamber Efendimize hazirlanan bu tuzagi soyle bildirmektedir:

Hani o inkar edenler, seni tutuklamak ya da oldurmek veya surgun etmek amaciyla, tuzak kuruyorlardi. Onlar bu tuzagi tasarliyorlarken, Allah da bir duzen (bir karsilik) kuruyordu. Allah, duzen kurucularin (tuzaklarina karsilik verenlerin) hayirlisidir. (Enfal Suresi, 30)

Ancak Resulullah, ayetten de anlasildigi uzere, puta tapan musriklerin tum girisimlerinden oldugu gibi, Allah'in yardimiyla bu tuzaktan da korunmustur. Bu olayin ardindan Hazreti Ebubekir ile birlikte Medine'ye dogru yola cikan Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'e yeni bir tuzak daha kurulmus, Mekke'nin onde gelenleri Resulullah'in arkasindan O'nu bulabilmek icin silahli kisiler gondermislerdir. Ancak Allah'in Ilahi korumasiyla Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'e kurulan bu tuzak da bosa cikmistir. Allah Kuran'da Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'in icerisinde bulundugu bu durumu soyle bildirmistir:

Siz O'na (peygambere) yardim etmezseniz, Allah O'na yardim etmistir. Hani kafirler ikiden biri olarak O'nu (Mekke'den) cikarmislardi; ikisi magarada olduklarinda arkadasina soyle diyordu: "Huzne kapilma, elbette Allah bizimle beraberdir." Boylece Allah O'na 'huzur ve guvenlik duygusunu' indirmisti, O'nu sizin gormediginiz ordularla desteklemis, inkar edenlerin de kelimesini (inkar cagrilarini) alcaltmisti. Oysa Allah'in kelimesi, Yuce olandir. Allah ustun ve gucludur, hukum ve hikmet sahibidir. (Tevbe Suresi, 40)

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'i durdurmak icin kurulan tuzaklar elbette ki bu kadarla sinirli kalmamistir. Ebu Leheb, Ummu Cemil ve Ebu Cehil gibi musriklerin onde gelenleri hemen her firsatta Resul-u Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'e zorluk cikarmaya, ona eziyet vermeye calismis ve pek cok kere oldurme girisiminde bulunmuslardir. Allah'in Resulu'ne ve hak dine karsi cirkin cesaret gosteren bu kimseler hakkinda Allah ayetlerde soyle bildirmistir:

Ebu Leheb'in iki eli kurusun; kurudu ya. Mali ve kazandiklari kendisine bir yarar saglamadi. Alevi olan bir atese girecektir. Esi de; odun hamali (ve) Boynuna bukulmus bir ip (baglanmis) olarak. (Mesed Suresi, 1-5)

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bir yandan putperest kavminin bu tavirlarina karsi mucadele ederken bir yandan da guzel ahlakiyla, fedakarligi, kararliligi ve teslimiyeti ile cevresindeki tum Muslumanlara ornek olmustur. Hadis-i seriflerde Resulullah'in ustun ahlaki ve comertligi soyle bildirilmektedir:

Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) hayir islerinde insanlarin en comerti idi. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) hayir yonunden esmekte olan ruzgardan bile daha comertti.

Kendisinden bir sey istenildigi zaman asla "yoktur" demezdi ve kendisinden istenilen hicbir seyi esirgemezdi.

"Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) insanlarin en comerdi, en cesuru ve secaatlisiydi."

Ebu Zerr bana sunlari soyledi: "Ey kardesimin oglu! Ben Hazreti Peygamber'in yanina gitmistim. Elimden tutarak bana "Ey Ebu Zerr! Uhud Dagi kadar altin ve gumusum olsa olmeden once bir kiratini dahi birakmaksizin Allah yolunda infak etmeyi isterdim" buyurdular.

Diger bir hadis-i serifte ise Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in Hazreti Aise'ye soyle buyurdugu rivayet edilmektedir:

"Mali toplayip da harcama hususunda cimri davranma ki Allah rizkini senden keser, saklayip elinde infak etmeksizin tutma ki Allah da senden meneder."

Bir baska hadiste ise Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in bu konudaki ustun ahlaki soyle anlatilmaktadir:

Aise (radiyallahu anha)'ya dedim: "Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) aile efradinin icinde nasil idi?" Cevap verdi: "Insanlarin en yumusagi, insanlarin en comerdi idi. Guleryuzlu ve tebessum sahibi idi..."

Muslumanlara ustun ahlakiyla en guzel sekilde ornek olan Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), bir hutbesindeki sozleriyle muminleri comertlige soyle tesvik etmistir:

Bir hutbesinde Allah'a hamdu senalar ettikten sonra; "Ey insanlar! Iyi biliniz ki Allah Teala sizlere din olarak Islam'i secmistir. Islaminizi comertlik ve guzel ahlakla susleyiniz. Bilmenizi isterim ki, comertlik koku cennette, dallari ise dunyada bulunan bir cennet agacidir. Icinizden comertlik edenler o dallardan birine yapismis olup, bu dal onu cennete goturecektir. Cimrilige gelince, o da koku cehennemde, dallari ise bu dunyada bulunan bir agactir. Ki cimrilik yaparak kendi dallarindan birine tutunani cehenneme goturur." Daha sonra Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) iki kez; "Allah yolunda comert olun" buyurdular.
ÖmÜrCeK - avatarı
ÖmÜrCeK
Ziyaretçi
14 Kasım 2008       Mesaj #16
ÖmÜrCeK - avatarı
Ziyaretçi
KABENIN KUREYŞILERCE YENIDEN YAPILISI VE PEYGAMBERIMIZIN HAKEMLIGI

Bir Kadın, Kabe Hareminde buhurdanlıkta Öd ağacı yaktığı sırada , buhurdanlıktan sıçrayan bir kıvılcımdan Kâbenin kat kat olan örtüsü tutuşup tamamı ile yanmış, bu yüzden duvarlar da her taraftan gevşeyip çatlamış bulunuyordu. Zaman, zaman sahilden gelen sel baskınları ilede Kâbenin tabanı ve duvarları da iyice yıkılacak duruma gelmişti.
Bunun icin,Kureysliler Kabenin duvarlarını onarıp sağlamlaştırmak ve üzerinede,tavan çatmak istiyorlar,fakat, yıkmağa kalkarlarsa azaba ugrayabileceklerinden korkuyorlar,aralarinda meşvere ediyorlardı.
Am bu sırada Rum tüccarlarından birisine Ait olan inşaat malzemesi yüklü bir gemi Cüdde sahillerinde parcalandi,bunu fırsat bilen Kureyşliler aralarında yardımlaşarak bu batan gemiden Kabe inşaası için gerekli malzemeleri almış oldular.Ve Kâbenin inşaatına başladılar.
Hacerül Esved taşı yerine konulacağı zaman kabileler ,birbirleriyle anlaşamadılar. Hatta işi okadar ilerlettiler ki aralarında kavga yapmaya çok az bir zaman kaldı. Kureyşiler, Bu iş üzerinde, dört veya beş gece durdular. Sonra Kureyşin yaşlılarından Ebu Ümeyye b. Mugire bir teklifte bulundu;
Teklifine göre ,mescidin kapısından giren ilk kişi bu taşı koymak için hakem olacaktı. Bütün kavmin uluları bu teklifi kabul ettiler.
Tam bu sırada peygamberimiz içeri girdi, bütün kureyşliler el çırparak El-Emin`in hakemligine razıyız dediler.
Peygamberimiz de hakemlik yaparken bütün kabilelerden birer kişi alarak Hacerul Esved-i bir beze koydurdu,ve onu konulacak yere getirttikten sonra besmele çekerek kendi elleriyle Hacerul-Esvedi yerine koymuş oldu.
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
30 Temmuz 2009       Mesaj #17
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Hz. Muhammed (S.A.V.)'in Hayatı

Hz. Peygamber’in İbadet Hayatı Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Peygamber hakkında "ve sen el-bette yüce bir ahlâk üzeresin" (el-Kalem 68/4) buyurulmakta ve bu yüce ahlâka eriştirilen sevgili Peygamberimiz yine Kur'ân-ı Kerîm'de bize "en güzel örnek" (el-Ahzâb 33/21) olarak tanıtılmaktadır.Hiç kuşkusuz Hz. Peygamber her hususta olduğu gibi ibadet hayatı hususunda da inananlar için en güzel örnektir.

Yüce Allah Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Peygamber'e hamd, tesbih, secde, ibadet, kulluk, ibadette sabır gibi hu-suslarda bazı emir ve yükümlülükler vermiş (bk. en-Nahl 16/98-99; Meryem 19/65; Hûd 11/123; Tâhâ 20/14), ayrıca bazı ibadetlere işaretle Resûl-i Ekrem'den onları yerine getirmesini istemiştir. Meselâ namazla ilgili tâlimat içeren âyet meâlleri şöyledir:
"Ey Muhammed! Kitaptan sana vahyolunanı oku. Namaz kıl; muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve fenalıktan alıkor" (el-Ankebut 29/45).
"Ey Muhammed! Onların dediklerine sabret; güneşin doğma-sından ve batmasından önce Rabbini hamd ile tesbih et. Gece saatlerinde ve gündüzleri de tesbih et ki, Rabbinin rızâsı-na eresin" (Tâhâ 20/130).
"Ehline namaz kılmasını emret, kendin de onda devamlı ol" (Tâhâ 20/132).
Kevser sûresinde ise "Öyleyse Rabbin için namaz kıl, kurban kes" (108/2) buyurularak namazla kurban bir arada zikredilmiştir.
Şüphesiz ki bu ve benzeri âyetlerde Hz. Peygamber’in şahsında bütün müslümanlara yönelik bir kısım emir ve tavsiyeler bulunmaktadır. Nitekim diğer pek çok âyet-i kerîmede de namaz, bütün müminleri kapsayacak tarzda bazan tek olarak, çoğu yerde de zekâtla birlikte emre-dilmiştir (bk. el-Bakara 2/110, 183-184; en-Nisâ 4/77; et-Tevbe 9/71; en-Nûr 24/56).
"Ey bürünüp sarınan (resulüm), kalk ve (insanları) uyar. Sadece Rabbini büyük tanı, kalbini tertemiz tut. Kötü şey-leri terke devam et" (el-Müddessir 74/1-5) meâlindeki â-yetlerin nüzûlünden sonra Hz. Peygamber, Cebrâil'in ta-rifiyle abdest alıp namaz kılmış, daha sonra Hz. Hati-ce'ye de abdest aldırıp namaz kıldırmıştır. Bu dönemde namaz, sabahın erken ve akşamın geç vaktinde olmak üzere günde iki vakitte ikişer rek‘at olarak kılınırdı.
İlk namazda Cebrâil, sabahleyin Kâbe civarında Hz. Peygamber'e imamlık yapmış, daha sonra namazlar Hz. Peygamber'in imâmetiyle devam etmiş, hemen ilk gün akşam vaktine cemaat olarak Hz. Hatice, ertesi gün Hz. Ali katılmıştır. Hz. Ali, akşamleyin amca oğlu Hz. Peygamber ile yengesi Hz. Hatice'yi namaz kılarken görmüş, davete uyarak ertesi gün o da büyük bir çocuk iken cemaate ka-tılmıştı. Daha sonra Zeyd b. Hârise ve Hz. Ebû Bekir bunlara eklenmiştir.
Risâletin ilk döneminde alenî namaz kılınamıyordu; Hz. Peygamber, Hz. Ali'yi de yanına alarak Mekke dışında dağ aralarında namaz kılıp dönüyordu. Diğer müslümanlar da öyle yapıyorlardı. Bir defasında Sa‘d b. Ebû Vakkas dağ arasında müşriklerin takibine, alay ve tazyikine mâruz kalınca eline geçirdiği bir deve çene kemiği ile birinin başını yarmış ve "Allah yolunda ilk kan akıtan kişi" diye anılmıştı. "Ey Muhammed! Artık, sana buyurulanı açıkça ortaya koy, müşriklerden yüz çevir" (el-Hicr 15/94) meâlideki âyet nâzil olduktan sonra açık davet başlamış, böylece Kâbe ve civarındaki yerlerde namaz da kılınır olmuştu. Ancak bu durum kıyasıya bir mücadeleyi gerektiriyordu. Meselâ, bir defasında Hz. Ebû Bekir'in de ıs-rarıyla müslümanların Kâbe önünde topluca namaz kılma gayreti müşriklerin hücumuyla önlenmek istendi. Bu olay-da Hz. Ebû Bekir dahil bazı müslümanlar ölümden döndü-ler. Kezâ Hz. Ebû Bekir'in evinin avlusunda namaz kılıp, Kur'an okumasının engellenmesi de bu zamanlara rastlar. Peygamberliğin altıncı yılında önce Hz. Hamza, daha son-ra Hz. Ömer'in müslüman olmasıyla Kâbe'de iki saf olarak ilk defa açıkça ve topluca namaz kılındı.
"Ey örtünüp bürünen (resulüm)! Birazı hariç geceleri kalk namaz kıl..." (el-Müzzemmil 73/1-4) âyetleri ile gece namazı farz kılındı. Bir süre sonra indirilen âyetle (el-Müzzemmil 73/20) sorumluluk hafifletilerek gece nama-zı ümmet-i Muhammed için nâfileye dönüştürüldü. Zaten gelişmeyi takip eden yıl yani peygamberliğin on birinci yılında Mi‘rac gecesinde beş vakit namaz farz kılındı. Mi‘racı takip eden günlerde Cebrâil gelip Hz. Peygamber'le birlikte beş vakit namazı bir gün ilk vakitlerin-de, ikinci gün ise son vakitlerinde kılmış ve namaz va-kitlerinin başlangıç ve sonunu açıklamıştır (Müslim, “Mesâcid”, 176, 179).
Ayrıca "Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nâfile olmak üzere namaz kıl..." (el-İsrâ 17/79) âyeti ile Hz. Peygamber'den gece namazı kılması istenmiştir.
Yakınları, Hz. Peygamber'in hayatı boyunca gece nama-zına devam ettiğini rivayet ederler. Hatta gece namazına olan bu itinası dolayısıyla bazı sahâbîlerin "Allah se-nin geçmiş ve gelecekteki günahlarını bağışladığı halde bu kadar zahmete niye katlanıyorsun?" diye sorduğu, Hz. Peygamber'in de "Şükreden bir kul olmayayım mı?" cevabını verdiği rivayet edilir (Tirmizî, “Şemâil”, 44; Müsned, IV, 251).
Peygamberimiz gecenin başlangıcında yatsı namazını kılar yatardı. Üçte birlik süre içinde uyanır ve teheccüdü kılar, müteakiben vitir namazını kılar, sonra tekrar yatar ve sabah ezanında çabucak kalkar, abdest alır, sünnetini evinde kılar, farzı için camiye giderdi.
Hz. Peygamber teheccüde ilk başlayanlara, bıkkınlık gös-termemeleri için iki rek‘atla başlamalarını tavsiye ederdi. Kendisi 8 veya 12 rek‘at kılardı.
Bir defasında Hz. Âişe: "Şayet geceleyin uyanamayıp da vitri geçirirseniz durum ne olur?" deyince Hz. Peygamber ona: "Benim gözlerim uyursa da kalbim uyumaz, zama-nı gelince uyanır, önce teheccüdü sonra vitri kılarım" ce-vabını vermişti (Tirmizî, “Şemâil”, 45).
Hz. Peygamber teheccüdden sonra sabah yakın ise din-lenmek üzere, uzak ise uyumak üzere tekrar yatardı. Bun-lardan da anlaşılıyor ki Hz. Peygamber'in teheccüd ve vitir için kalktığı saat bazan gecenin ilk üçte biri geçtikten sonraki zamandı, bazan gecenin ortası, bazan da sonuna doğru idi.
Hz. Peygamber tarafından ilk cuma namazı Kubâ'dan Me-dine'ye giderken Sâlim b. Avf oğulları yurdunda Rânûnâ vadisinde hicretin 1. yılında kılındı, ilk cuma hutbesi de orada irad edildi.
Hz. Peygamber ramazan ayında iki gece evinden camiye çıkıp cemaate imam olarak teravih kıldırmış, ama üçüncü gün halk beklese de, teravihi cemaatle kılmak farz kılı-nır endişesiyle camiye çıkmamıştır. Ramazan gecelerinde 4+4+3 tarzında yatsıdan ayrı olarak on bir rek‘at namaz kıldığı rivayet edilir. Bunun son üç rek‘atı vitirdir.
Hz. Peygamber ilk bayram namazını hicretin 2. yılı Şevvalin birinci gününde kılmış ve cemaate kıldırmıştır.
Hz. Peygamber namaza çok düşkündü, onu dinin direği olarak nitelendiriyordu (Tirmizî, “Îmân”, 8; Müsned, V, 231, 233). Namaz onun gözünün nuru idi (Nesâî, “İşretü'n-nisâ”, 1; Müsned, III, 128, 199, 285). O, namaz kılarken sanki dünyaya veda eder, âhiret âlemine dalardı (İbn Mâce, “Zühd”, 15; Müsned, V, 412).
Hz. Âişe, Hz. Peygamber'in ahlâkının Kur'an olduğunu ve Mü'minûn sûresinin ilk on âyetinde bu ahlâkın sıra-landığını belirtiyordu. O sûreye bakıldığı zaman hemen ilk iki âyette kurtuluşa eren müminlerin, namazlarında huşû içinde oldukları (bk. el-Mü’minûn 23/1-2) belirtili-yor. Hz. Peygamber Kur'an emrine uyarak namazlarını huşû üzere kılıyor, müslümanların da bu şekilde kılmalarını istiyordu. Esasen Hz. Peygamber kullukta ve ibadette ihsan esasından bahsediyordu. İhsan, Allah'ı görüyormuş-çasına ibadet etmekti (Buhârî, “Îmân”, 37; Müslim, “Îmân”, 17; Tirmizî, “Îmân”, 4).
Hz. Peygamber'in farz namazlara ilâve olarak değişik zamanlarda nâfile namazlar da kıldığı, bu namazların İslâm âlimlerince daha sonra, Hz. Peygamber'in devamlı kılıp kılmadığına veya tavsiye ederken kullandığı üslûba göre sünnet (müekked ve gayr-i müekked), müstehap ve âdâb gibi isimlerle anıldığı bilinmektedir. Bu nâfileler gece içinde rek‘at sayısı pek belirgin olmayan teheccüd nama-zı, sabah namazında 2 rek‘at, güneş doğduktan bir süre sonra 2 rek‘at, kuşluk vakti 4 rek‘at, öğleden önce 4, sonra 2 rek‘at, ikindiden önce 4, akşamdan sonra 2, yat-sıdan önce 4, sonra 2 rek‘at namaz idi. Akşamdan sonra 6 rek‘at evvâbîn namazını da genelde kılardı. Seferden döndüğünde ise mescidde 2 rek‘atlık bir namaz kılardı.
Hz. Peygamber’in kıldığı nâfile namazların bu sayı-lanlardan ibaret olmadığı, onun değişik vesilelerle çe-şitli nâfile namazlar kıldığı bilinmektedir. Oğlu İbrâ-him'in toprağa verildiği gün güneş tutulmuştu. Bunun İbrâhim'in ölümüyle bir ilgisi olmadığını, Allah'ın ka-nunu olarak cereyan ettiğini belirttikten sonra mescidde cemaatle birlikte 2 veya 4 rek‘at küsuf namazı kıldı. 4 rek‘at olarak tesbih namazı kılardı. Sevinçli gelişmeler olduğunda şükür secdesine kapanırdı. Zira Cenâb-ı Allah "Öyle ise siz beni ibadetle anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın bana nankörlük etmeyin! Ey iman eden-ler! Sabır ve namazla Allah'tan yardım isteyin. Çünkü Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir" (el-Bakara 2/152-153) buyuruyordu. Nâfile namazları evlerde kılmayı tavsiye ederdi. Yüce Allah'ın namaz kılınan eve hayır, rahmet ve bereket ihsan edeceğini müjdelerdi.
O kulluk şuuru en yüksek seviyede bir insandı, ihsan üzere (Allah'ı görüyormuşçasına) ibadet edilmesi gerekti-ğini biliyor ve ümmetine bunu tavsiye ediyordu. İman, ibadet, ahlâk (davranışlar) bütünlüğüne devamlı işaret ederdi. Çünkü imanın anlam ve lezzetini, onu ibadet ve güzel davranışlarla desteklediğinde yakalayabilirdi. Sosyal hayattaki bilinçli duyarlılık, Allah korkusu ve takvâ da böyle oluşurdu. Müminler günlük hayatlarında iman ve ibadet ölçüleriyle yaşamalıydılar. Hz. Peygamber öyle iman etti, öyle ibadet etti, öyle yaşadı. Onun tas-viriyle namaz, bir kimsenin evinin önünden akan bir ır-makta günde beş defa yıkanmasının bütün kirleri arıttığı gibi, mümini hata ve günahtan, gizli ve açık çirkinlik-lerden temizlerdi (Buhârî, “Mevâkýt”, 6; Tirmizî, “Edeb”, 80). Zaten Kur'an'da da namazın kötülük ve çirkinliğe engel olduğu bildirilir (el-Ankebût 29/45).
Hz. Peygamber geceleri ihyaya çok önem verirdi. Çünkü Cenâb-ı Allah şöyle buyuruyordu: "Şüphesiz ki gece kalkı-şı, (kalp ve uzuvlar arasında) tam bir uyuma ve sağlam bir kıraate daha elverişlidir. Zira gündüz vakti, sana uzun bir meşguliyet var. Rabbinin adını an. Bütün varlığınla O'na yönel" (el-Müzzemmil 73/6-8).
Gece namazında kıyamda uzun sûreleri okuduğu olurdu. Bunlar Bakara, Nisâ, Âl-i İmrân gibi sûreler olup, rükû ve secdeleri de uzun tutardı. Âyetlerin derin anlamları üzerinde düşünürdü. Namazların peşinden sık sık veciz dualar yapar, Allah Teâlâ'yı zikreder, bol bol tövbe ve istiğfar ederdi.
Peygamber Efendimiz cenaze namazı da kıldı ve kıldır-dı. Kendisi hayatta iken ölmüş pek çok kadın ve erkek müslümanın cenaze namazına katılmıştır. Uhud Savaşı’nda Hz. Hamza'nın cesedi civarına diğer şehidler de sıralanmış ve Peygamberimiz yetmiş kere cenaze namazı kılmıştı. Mescid-i Nebî'yi Allah rızâsı için her gün süpürüp te-mizleyen siyahî bir müslüman ölmüş ve bir gece toprağa verilmişti. Rahatsız edilmemesi gayesiyle geceleyin Peygamberimiz’e haber verilmemişti. Daha sonra bunu öğrenen Resûl-i Ekrem, o kişinin mezarına gidip onun için mağfi-ret dileğinde bulundu. Oğlu İbrâhim'in cenazesinde de bulundu ve mezarın düzgün örtülmesi hususunda müslümanları uyardı. Çünkü mezardaki bir oyuk ölüye de-ğil, ama dirinin gözüne zarar verirdi. Diri olan, uygun bir görüntüyü severdi ve Allah yapılan bir işin en iyi yapılmasından hoşnut olurdu.
Hz. Peygamber namazlarını en üstün bir kulluk şuuruy-la eda etmiş, ashabına da öğretmiş, ashabın Hz. Peygamber'den kılınışını öğrenip aktardığı namazlar günümüze kadar gelmiştir. İnananlara düşen de aynı kulluk şuuruna ererek namazları eda etmeye çalışmak olmalıdır.
Hz. Peygamber bir defasında attan düştü. Hurma kütü-ğüne çarptığı için ayağı yarıldı, sağ yanı sıyrılıp e-zildi. Bu hadise üzerine yaklaşık bir ay kadar namazla-rını oturarak kıldı. Diğer sağlıklı zamanlarında hep ayakta kılardı. Yine vefatına yakın zamanlarda, kamu işlerinden yorgun düştüğü günlerin gecelerinde teheccüdü oturarak kıldığı bilinmektedir. Son hastalığında Hz. Ebû Bekir'in kıldırdığı namaza oturarak uymuştu. Bu, onun cemaatle namaza ne kadar önem verdiğini göstermektedir. Hz. Peygamber'in sağlığında, cemaate müslüman erkekler geldiği gibi isteyen müslüman hanımlar da gelerek Mescid-i Nebî'de arka saflarda cemaate iştirak edebili-yorlar ve namazdan sonra Hz. Peygamber'in nasihatlerini dinleyebiliyorlardı. Hatta bu nasihatleri daha yararlı düzeyde götürebilmek için hanımların başvurusu üzerine haftanın belirli bir gününde ve belirli bir saatte sırf hanımlar, mescidi dolduruyorlar ve Hz. Peygamber'i din-leme imkânını buluyorlardı.
Ramazan orucu hicrî 2. yılda farz kılındı ve sahâbe Hz. Peygamber’le birlikte dokuz yıl ramazan orucu tutma bahtiyarlığını yaşadı. Hicretten sonra Medine'de yahudilerin aşure orucu tuttuğunu gören Resûl-i Ekrem; "Biz bunu tutmaya daha lâyıkız" diyerek adı geçen orucu vâcip kılmıştı. Sonra ramazan orucunun farziyetini bil-diren âyetler (bk. el-Bakara 2/183-185) gelince müslümanlardan aşure orucu mecburiyeti kaldırıldı ve aşure orucu bundan sonra isteyenin tutabileceği bir nâ-fileye dönüştü.
Hz. Peygamber farz olan ramazan orucuna önem verirdi. İftarda acele edilmesini, sahurda ise imsake uzanan geç vakte kadar yemeyi tavsiye ederdi (Müslim, “Sıyâm”, 48-50). Sahur yemeğinde bereket olduğunu söyler, Ehl-i ki-tap’la müslümanlar arasındaki farkın sahur yemeği oldu-ğunu ifade ederdi (Müslim, “Sıyâm”, 46). Ümmetine, ibadet, tövbe ve istiğfar için ramazan gecelerinin önemli bir fırsat olduğunu söyler ve müslümanları ramazan gecelerini ihyaya teşvik ederdi. Oruç kötülüklere karşı bir kalkandı; zararlı söz, düşünce ve davranışlardan korurdu. Oruçlu olmak bilinci kişiyi hep hayır ve iyi-liklere yöneltirdi.
Ashabın bildirdiğine göre Hz. Peygamber, insanların en cömerdi idi. Bilhassa ramazanda Cebrâil ile karşılaş-tığı zaman mutluluğuna ve cömertliğine sınır olmuyordu. Ramazan gecelerinde Cebrâil Hz. Peygamber'le buluşup nöbetleşe Kur'an (mukabele) okurlardı. Resûlullah Cebrâ-il ile buluştuğunda insanlara rahmet getiren rüzgârdan daha cömert, daha faydalı olurdu.
Hz. Peygamber, ramazanın genellikle son on gününde itikâfa girerdi. Hz. Âişe'nin bildirdiğine göre Resûlullah ramazanda son on gün girince geceleri ihya eder, ailesini ibadet için uyandırır, ibadete daha çok önem verir, diğer vakitlere nisbetle daha çok ibadet eder ve müslümanlara da bunu tavsiye ederdi (Müslim, “İ-tikâf”, 7).
Hz. Peygamber, bin aydan daha hayırlı (bk. el-Kadr 97/3) olan Kadir gecesinin ramazanın son on gününde ve tekli gecelerde aranmasını tavsiye etmiştir (Müslim, “Sıyâm”, 208, 212).
Hz. Peygamber ramazan ayı dışında nâfile oruç da tu-tardı. Üsâme b. Zeyd'in nakline göre Peygamberimiz en çok nâfile orucu şâban ayında tutardı. Bunun hikmeti sorulunca Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: "Ey Üsâme, şâban ayı, recep ile ramazan arasında değerli bir aydır. Halk bunun faziletinden habersizdir. Şâban ayında işlenen ameller âlemlerin Rabbi olan Cenâb-ı Allah'ın huzuruna yük-seltilir. Ben de sâlih amellerimin bu ay içinde Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna yükseltilmesinden haz duyarım" (Tirmizî, "Şemâil”, 50-51).
Sahâbeden yapılan nakillere göre Hz. Peygamber her ayın başında üç gün oruç tutardı. Bu üç günü bazan ayın ortasına, bazan da sonuna getirdiği olurdu. Haftanın pazartesi ve perşembe günleri çoğunlukla oruçlu olurdu. Bazan bir ayın bir haftasının cumartesi, pazar ve pazar-tesi, diğer ayın o haftasının çarşamba, perşembe günle-rini oruçlu geçirirdi (Tirmizî, “Şemâil”, 51).
Hz. Peygamber'in bazan iki oruç arasında iftar etme-den visâl orucu tuttuğu da olurdu. Ama herkesin gücünün bir olmadığını söyleyerek ashabını bundan menederdi.
Hz. Peygamber aşure orucunu da tavsiye etmiş, kezâ receb, zilkade, zilhicce ve muharrem aylarında üç gün oruç tutulmasını öğütlemiştir. Bu üç günün muharrem a-yındaki uygulaması aşuredan önceki gün, aşure günü ve aşureden sonraki gün şeklindeydi. Bilindiği gibi aşure günü muharremin 10. günüdür. Bu konuda Hz. Peygamber'den nakledilen şu hadis çok ilginçtir: "Ramazan orucundan başka en faziletli oruç Allah'a izâfeten şereflendirilen (yani şehrullah olan) muharrem ayında tutulan oruçtur..." (Müslim, “Sıyâm”, 202). Ayrıca Hz. Peygamber ramazan çık-tıktan sonra şevval ayında altı gün oruç tutar ve müslümanlara tavsiye ederdi. O, bu konuda şöyle buyurur: "Her kim ramazan orucunu tutar ve buna şevvalden altı gün daha oruç tutup onun ardından gönderirse o kişi bütün sene-yi oruçlu geçirmiş gibi olur" (Müslim, “Sıyâm”, 204).
İslâm'da kurban, Hz. İbrâhim'in geçirdiği imtihanlar-dan sonra yüce Allah'ın ihsan ettiği koçun kurban edil-mesini hatırlatan bir ibadettir. Hz. Peygamber kurban keserek bu ibadeti ifa etmiş, "babanız İbrâhim'in sünne-ti" dediği kurban ibadetini hem kendisi yerine getirmiş, hem de ümmeti kanalıyla günümüze kadar yaşatılmasına vesile olmuştur. Kesilen kurbanın etinden kendisi ve ailesi yer, dost ve arkadaşlarına ikram eder, ihtiyaç sahiplerine gönderirdi. Kurban etinden yenilenin değil başkalarına ikram edilenin kalıcı olduğunu da sık sık tekrarlardı.
Zekât hicretten sonraki yıllarda farz kılınmıştır. Hz. Peygamber şahsen zengin değildi, ancak toplanan ze-kât mallarını mümkün mertebe hiç bekletmeden ve gecelet-meden gerekli yerlere ve ihtiyaç sahiplerine dağıtırdı. Ehl-i beyt, zekât mallarından yararlanamazdı. Dolayısıy-la Hz. Peygamber ömrü boyunca zekât gelirlerinden yarar-lanmamış, hâne halkını da yararlandırmamıştır. Ancak o, hediye kabul eder, kendisine getirilen hediyeye hediye ile mukabelede bulunurdu. Hz. Peygamber inananları ze-kâtlarını vermeye ve zekât dışında da infak ve tasadduka davet ederdi. Zira bu, diğerkâmlık duygularını gelişti-riyordu. Veren gönül hazzı, alan da eksiklerini karşıla-yacağı için gönül huzuru hissediyordu. Hz. Peygamber hiçbir malın ihtiyaç fazlası kısmını elinde ve evinde tutmaz, infak ederdi; komşularına ve muhtaçlara gönde-rirdi.
Hac, hicretin 9. yılında farz kılındı (bk. el-Hac 22/26-29). O yıl Hz. Ebû Bekir hac emîri tayin edilerek haccın esaslarını uygulamalı olarak insanlara gösterdi. Hz. Peygamber ise farz olan ilk ve son haccını hicretin 10. yılında gerçekleştirdi. Hac günlerinde Arafat'ta Zilhiccenin 9. günü irad edilen hutbenin başlangıcında, ashabı ile bir daha görüşememe ihtimalinden bahisle ebe-diyete intikalinden önce vedalaştığı için bu hacca "Vedâ haccı" denilmiştir. Yine dinin kemale ve tamama erdiğini bildiren âyet (bk. el-Mâide 5/3) o günlerde nâzil olduğu için bu hacca "haccetü'l-kemâl ve't-temâm" haccın hü-kümlerini sözle tebliğ edip amelî olarak gösterdiği için "haccetü'l-belâğ", farz olan haccın ifası olduğu için "haccetü'l-İslâm" gibi isimler de verilmiştir.
Farklı rivayetler olmakla birlikte Hz. Peygamber'in hicretin 7. yılında Hudeybiye umresi, 8. yılında Mekke fethi günü ifa edilen umre, aynı yıl Huneyn ve Tâif se-ferini müteakip gerçekleştirilen umre ve 10. yılda Vedâ haccı sırasında ifa edilen umre olmak üzere dört umre yaptığı bilinmektedir.
Ashaptan görgü şahitlerinin verdiği bilgiye göre Hz. Peygamber Kur'an okumayı ve Kur'ân-ı Kerîm'i başkası okurken dinlemeyi çok severdi. O, Kur'an okurken kelime-ler gayet açık bir şekilde anlaşılıyordu, medlere riayet ediyordu, bazan yüksek sesle, bazan da içinden sessizce okuyordu; sesi sadası gayet güzeldi. Sesli okurken sesi-ni sadece etrafında ve odada bulunanların duyabileceği şekilde yükseltirdi. Tatlı ve yumuşak bir sesi olan Hz. Peygamber etkileyici bir okuyuşa sahipti. O, Kur'an o-kurken dinleyenleri bir vecd kaplar ve kendilerini sanki başka bir âlemde hissederlerdi. Tegannide aşırı gitmezdi; sunilikten uzak, tabii bir okuyuşu vardı.
Hz. Peygamber ibadetlerinde devamlı idi. Terketmez, ara vermez, sürekli yapardı. Ömrü boyunca hiçbir zaman ibadetlerini bırakmadı. Ashabına da en hayırlı ibadetin devamlı yapılanı olduğunu söylerdi (Buhârî, “Savm”, 52, “Teheccüd”, 7, 18, “Îmân”, 32; Müslim, “Müsâfirîn”, 31).
Hz. Peygamber ibadetin veya dinî bir hükmün aslını koruma kaydıyla her konuda müslümanlar için hep kolay olanı tercih etmiştir. Dolayısıyla zorlaştırmamak, müj-delemek, soğutmamak onun uyguladığı ve önerdiği bir prensip idi. Her konuda olduğu gibi ibadette de itidali esas alır, aşırılıktan uzak olmayı tavsiye ederdi. Zira aşırılık helâk sebebiydi (Buhârî, “Rikak”, 18; Müslim, “İlim”, 4; İbn Mâce, “Zühd”, 20). Ümit ile korku arasında olmak kulluk âdâbının gereğiydi. Bu nedenle, müslümanların ümitsizliğe düşmesini de, yaptıkları iba-detlere aşırı güvenmelerini de uygun görmemiştir.
İbadetlerde kulluk bilincinin diri tutulmasına önem verir, kişilerin ibadet etme gayretiyle ağır yükler al-tına girmesine razı olmazdı. Bir defasında sahâbeden birinin oruç adadığı ve oruç gününde cuma hutbesinde ayakta durmayı, dışarıda gölgelenmemeyi ve konuşmamayı da kastettiği söylenince Hz. Peygamber bunu doğru bulma-dı; o kişinin hutbede oturmasının, gölgelenmesinin ve konuşmasının daha uygun olacağını, orucunu bu şekilde tamamlarsa makbul sayılacağını hatırlattı (Buhârî, “Eymân”, 31; Ebû Dâvûd, “Eymân”, 19). Nitekim Allah Teâlâ da "Allah sizin için kolaylık istiyor, zorluk istemiyor" (el-Bakara 2/185) buyuruyordu.
Hz. Peygamber'in cemaatle ibadet esnasındaki bazı uy-gulamaları da ibadetin özünü zedelememek kaydıyla cemaa-te karşı tam bir müsamaha içinde olduğunu gösteriyor. Meselâ cemaatle namaz esnasında saflarda annesiyle bir-likte bulunan bir çocuğun ağlamasını duyunca kısa bir sûre okuyarak rükû ve secdeye giderdi. Çünkü namaz uza-dıkça annenin zihni çocuğun ağlayışına takılıp kalacak-tı.
Hz. Peygamber'in bilhassa nâfileleri kılarken, torun-larının omuzuna tırmanıp oyun oynamalarına engel olmama-sı da onun hem çocuk sevgisini hem de ibadetlerde müsa-mahakâr davranmasını gösterir.
Ashaptan Abdullah b. Amr son derece zâhid bir zat i-di. Her gün oruç tutuyordu, her gece hatmediyordu; bu yüzden de yeni evli olduğu halde hanımından uzak duru-yordu. Durum Hz. Peygamber'e intikal edince onu çağıra-rak meseleyi araştırdı. Bu sahâbenin daha fazla sevap kazanma gayretiyle böyle davrandığını anlayınca da ona, böyle yapmasının yanlış olduğunu, vücudunun ve ailesinin de üzerinde haklarının bulunduğunu söyleyip her ayda üç gün oruç tutmasını ve ayda bir de Kur'an'ı hatmetmesini tavsiye etti. Bundan fazlasına gücünün yeteceğini söyle-yip daha fazla ibadet etmek için izin istediğinde de ona gün aşırı oruç (savm-ı Dâvûd) tutmasını, haftada bir de Kur'an hatmetmesini önerdi (Müslim, “Sıyâm”, 185-193). Yüce Allah kulun ibadetinden usanmaz, ama kul hastala-nır, yoğun işe mâruz kalır, ihtiyarlayıp güçten düşer ve yüklendiği yoğun ibadetlerin ifasında zorlanabilirdi. Nitekim de öyle oldu. Yaşlılık yıllarında Abdullah b. Amr'ın, Hz. Peygamber'in gösterdiği kolaylıklardan ya-rarlanmamanın sıkıntısını çektiği söylenir (Buhârî, “Fezâilü'l-Kur'ân”, 34; Müslim, “Sıyâm”, 35).
Sonuç olarak Hz. Peygamber en üstün kulluk şuuruyla ibadetlerini ifa etmiş, Allah'ın rızâsını her zaman ön planda tutmuş; iman, ibadet ve davranış bütünlüğü ile ümmetine örnek olmuş, sosyal hayatta dinî duyarlılığa dikkat etmiş, uygun ibadet telakkisini yaygınlaştırmış, ifrat ve tefritten, aşırılıktan uzaklaştırmış; çevresin-de, yüce Allah'a ibadeti en derin haz bilen duyarlı bir sahâbe kitlesi oluşturmuştur.
Bize düşen, bu mânevî mirasın ilk uygulayıcılarını iyi öğrenmek, anlamak, anladıklarımızı uygulamak ve en uygun yorumlarla günümüze taşımaktır.
Biz bu cildi, Resûl-i Ekrem'in hicretin 10. yılında yaptığı hac esnasında irad ettiği Vedâ hutbesiyle, Hz. Peygamber'e, onun ailesinin güzide fertlerine ve ashabı-na salâtü selâmla bitirmek istiyoruz. Bu hutbe özelde müslümanlara, genelde ise bütün insanlığa İslâm'ın ev-rensel mesajını duyuran, insanların kardeşliğini ve e-şitliğini, temel hak ve hürriyetlere sahip olduğunu vur-gulayan önemli bir belgedir.
İki cihan peygamberi Resûl-i Ekrem, hicretin 10. yı-lında hac ibadeti esnasında Arafat'ta, 100.000’den fazla müslümana hitaben şöyle buyurdular:
Ey İnsanlar!
Sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, bu seneden sonra si-zinle burada belki de bir daha hiç buluşamayacağım.
İnsanlar! Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mukaddes bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, na-muslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korun-muştur.
Ashabım! Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hal ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vur-mayasınız.
Bu vasiyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildir-sin! Olabilir ki bildirilen kimse, burada bulunup doğrudan işitenden daha iyi anlayarak muhafaza etmiş olur.
Ashabım!
Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin! Fai-zin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Lâkin borcunuzun aslını vermeniz gerekir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah'ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Câhiliye’den kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım faiz de Abdülmuttalib'in oğlu (amcam) Abbas'ın faizidir.
Ashabım!
Câhiliye devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldı-rılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdülmuttalib'in to-runu (amcazadem) Rebîa'nın kan davasıdır.
İnsanlar!
Bugün şeytan, sizin şu topraklarınızda yeniden tesir ve hâkimiyetini kurmak gücünü ebedî surette kaybetmiştir. Fa-kat siz, bu kaldırdığım şeyler dışında, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız.
İnsanlar!
Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Tanrı emaneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız, onların aile yuvasını sizin hoşlanmadığınız hiçbir kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer razı olmadığınız herhangi bir kimseyi aile yuvanıza alırlarsa, onları te’dib edebilirsiniz. Kadınların da sizin üzeriniz-deki hakları, meşrû bir şekilde, her türlü yiyim ve giyim-lerini temin etmenizdir.
Müminler!
Size bir emanet bırakıyorum ki ona sıkı sarıldıkça yolu-nuzu hiç şaşırmazsınız. O emanet Allah'ın kitabı Kur'an'dır.
Müminler!
Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman müslümanın kardeşidir, böylece bütün müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz helâl değildir. Meğer ki gönül hoşluğu ile kendisi vermiş olsun.
Ashabım!
Kendinize de zulmetmeyiniz. Kendinizin de üzerinizde hakkı vardır.
İnsanlar!
Cenâb-ı Hak her hak sahibine hakkını (Kur'an'da) vermiş-tir. Vârise vasiyet etmeye lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğin-de doğmuşsa ona aittir. Zina eden için mahrumiyet vardır. Babasından başkasına ait soy iddia eden soysuz, yahut efendi-sinden başkasına intisaba kalkan nankör, Allah'ın gazabına, meleklerin lânetine ve bütün müslümanların ilencine uğrasın! Cenâb-ı Hak, bu gibi insanların ne tövbelerini ne de adalet ve şahadetlerini kabul eder.
İnsanlar!
Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?
"–Allah'ın elçiliğini ifa ettin, vazifeni yerine getir-din, bize vasiyet ve öğütte bulundun, diye şahadet ederiz" cevabını verdiler.
Bunun üzerine Hz. Muhammed:
Şahit ol yâ Rab! Şahit ol yâ Rab! Şahit ol yâ Rab! dedi (İbn Hişâm, II, 350; Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, I, 542-544).

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
KnocKout - avatarı
KnocKout
Ziyaretçi
22 Ağustos 2009       Mesaj #18
KnocKout - avatarı
Ziyaretçi
Sevgili Peygamberim 1.0

Peygamber Efendimizin (Sallallahu aleyhi ve sellem) Hayatı

DOWNLOAD SEVGİLİ PEYGAMBERİM
piskopat41 - avatarı
piskopat41
Ziyaretçi
14 Mart 2011       Mesaj #19
piskopat41 - avatarı
Ziyaretçi
HZ. MUHAMMED'İN HAYATI


Hz. Muhammed 571 yılında Mekke şehrinde dünyaya geldi. Babasının adı ABDULLAH, annesinin adı AMİNE dir. Hz. Muhammed küçük yaşta önce babasını daha sonra da annesini kaybetti. Önce dedesi ABDÜLMUTTALİB, o da ölünce amcası EBU TALİB in yanında kaldı. Amcası ile beraber ticaretle uğraştı. Küçük yaşından itibaren çevresinde doğruluğu, güvenirliliği ile ün kazandı. Kendisi çevresindeki insanlar gibi putlara hiç ilgi duymuyor, sık sık HİRA dağına çıkıp yalnız kalıyordu.

Yine böyle bir zamanda Hira mağrasında düşünceler içerisinde iken vahiy meleği Cebrail ilk vahyi getirdi. (Yaradan Rabbi!nin adı ile oku!-Alak Süresi). Bu şekilde Hz.Muhammed'in peygamberlik süreci başlamış oldu. Hz. Muhammed'e ilk inanan Hz.Hatice, Hz.Ali, Hz.Ebu Bekir, ve Hz. Zeyd oldu. Ancak yeni gelen din (İslam) Mekkeliler tarafından hiç hoş karşılanmadı. Çünkü İslam dini kendi dinleri putperestlik ile hiç benzeşmiyordu. Atalarının dinine büyük bir bağlılık duyan Araplar Hz.Muhammed'e ve yeni dine şiddetle karşı geldiler. Bu karşı gelme zamanla Müslümanlara karşı şiddete dönüştü. Bunun üzerine Hz.Muhammed Müslümanlara hicret (göç) emrini verdi. 615 yılında Müslümanlar önce Habeşistan'a baskılar artınca da 622 yılında Mekke'yi terk ederek Medine şehrine hicret (göç) ettiler. Hicret 'ten sonra Medine İslamiyet'in merkezi durumuna geldi

Hz.Muhammed'in Ahsa Valisi El-Münzire gönderdiği mektup

BEDİR SAVAŞI (624)

Nedeni: Mekkelilere ait bir ticaret kervanı Müslümanlarca ele geçirilmek istenmişti. Bu şekilde Müslümanların Hicret esnasında Mekke'de bıraktıkları malların karşılığı alınacaktı. Bu durum iki tarafı karşı karşıya getirdi.

Sonuçları:
  1. Bedir savaşı Müslümanların kazandığı ilk askeri zaferdir.
  2. Müslümanların kendilerine olan güvenleri artmıştır.
  3. Şam ticaret yolu Müslümanların eline geçmiştir.
  4. Mekkeli esirlerden okuma-yazma bilenler 10 Müslüman'a okuma-yazma öğretme karşılığında serbest bırakıldılar.
Kaynakwh webhatti.com: smiley
UHUD SAVAŞI (625)

Nedenleri:

Mekkelilerin Bedir savaşının intikamını alma istekleri.

Mekkelilerin Medine şehrine doğru gelmeleri üzerine iki taraf Uhud dağı eteklerinde karşı karşıya geldiler. Savaşın başlangıcında Müslümanlar üstün iken Peygamber tarafından görevlendirilen okçuların yerlerini terk etmeleri savaşın kaybedilmesine yol açmıştır.

Sonuçları:
  1. Mekkeliler savaştan galip gelmelerine rağmen kesin bir sonuç elde edemediler.
  2. Okçuların yerlerini terk etmeleri savaşın kaybedilmesine yol açmıştı. Bu durum Peygamberin emirlerine uymanın ne kadar önemli olduğunu gösterdi.
HENDEK SAVAŞI(627)

Nedenleri:
  1. Uhud savaşından sonra Medine 'den çıkarılan Yahudilerin Mekkelileri sürekli kışkırtmaları.
  2. Mekkelilerin Müslümanlara kesin bir darbe vurma istekleri.
Kalabalık bir ordu ile harekete geçen Mekkelilere karşı Medine şehrinin savunulmasına karar verildi. Salman-ı Farisi adında bir İranlı Müslüman'ın önerisi ile şehrin etrafına hendekler kazıldı. Mekkeliler bu hendekleri aşamadılar ve bir sonuç alamadan geri döndüler.

Sonuçları
  1. Bu savaş Mekkelilerin Müslümanlar üzerine yaptıkları son saldırı olmuştur. Bundan sonra Müslümanlar saldırı, Mekkeliler savunma konumuna geçmiştir.
  2. Medine çevresindeki bir çok Arap kabilesi Müslüman olmuştur.
HUDEYBİYE BARIŞI(628)

628 yılında Müslümanlar Mekke'de bulunan Kabe'yi ziyaret etmek istediler.Mekkeliler bu durum karşısında tedirgin oldular ve ziyarete izin vermek istemediler. Bunu üzerine taraflar arasında Hudeybiye Antlaşması imzalandı.
  1. Her iki taraf istedikleri kabileler ile ittifak yapabilecekler. Ancak askeri yardım yapmayacaklardı.
  2. Müslümanlar o yıl Kabe'yi ziyaret etmeyecekler,ertesi yıl ziyaret yapacaklar.
  3. Müslüman olan Mekkeli gençler ailesinin izni olmadan Medine'ye alınmayacak, Mekke'ye sığınanlar ise geri verilmeyecekti.
  4. Barış on yıl süre ile geçerli olacaktı.
ÖNEMİ: Bu antlaşma ile Mekkeliler Müslümanları hukuken tanımış oldular.

HAYBER'İN FETHİ (629)

Hayber'de yaşayan Yahudiler Müslümanlar aleyhine işler yapıyorlar, İslam'ı kötülüyorlardı. Bunun üzerine Buranın fethine karar verildi. Hayber kalesi Yahudilerden alındı.

ÖNEMİ : Hayber'in fethi ile Şam ticaret yolunun kontrolü Müslümanların eline geçmiş ve güvenliği sağlanmıştır.

MUTE SAVAŞI (629)

Müslümanlar ile Bizanslılar arasında yapılan ilk savaştır. Çok kalabalık olan Bizans ordusu karşısında Müslümanlar bir sonuç elde edemediler.

MEKKE'NİN FETHİ (630)

Mekkelilerin Hudeybiye Barışını bozmaları üzerine Mekke'nin fethine karar verildi. Mekke şehri hiçbir karşı koyma görmeden kısa sürede ele geçirildi. Mekke'nin fethi ile Arap yarımadasının tamamı kısa sürede Müslümanların kontrolüne girdi.

HUNEYN SAVAŞI (631)

Mekke'nin fethinden sonra İslam'ı benimsemeyen Arap kabileleri Mekke'nin dışında toplandılar. Müslümanlar ve Putperest Arap kabileleri arasında yapılan bu savaşı Müslümanlar kazandı ve ardından Ta'if şehri de kuşatıldı ancak alınamadı. Bir süre sonra Ta'if halkı kendi istekleri ile Müslüman oldular.Kaynakwh webhatti.com: smiley

TEBÜK SEFERİ (631)

Bizans İmparatoru Heraklius'un büyük bir ordu ile Arabistan'a geldiği haberi üzerine Hz. Muhammed Tebük' e doğru sefere çıktı. Ancak haberin doğru olmadığı anlaşıldı. Tebük Seferi Hz. Muhammed'in son seferi olmuştur.

Hz.Muhammed son bir kez Mekke'de kalabalık bir Müslüman kitlesine VEDA HUTBESİNİ söyledi. 632 yılında Medine'de vefat etti. Hz.Muhammed vefat ettiği yere gömüldü. Medine şehrindeki peygamberimizin bu mezarına "Ravza-i Mutahhare" denir.
22ersu2000 - avatarı
22ersu2000
Ziyaretçi
12 Mayıs 2011       Mesaj #20
22ersu2000 - avatarı
Ziyaretçi
Hz. Muhammed (s.a.v)in hayatı (özet)

Babası: Abdullah, Kureyş Kebilesin’den, Haşimoğulları Soyun’dan. (Abdülmuttalib’in oğlu)
Annesi: Âmine, Kureyş Kabilesin’den, Zühreoğulları Soyu’ndan. (Vehb’in kızı)
Dedesi (Büyükbabası): Abdülmuttalip, Mekke’nin ileri gelenlerinden. Zemzem Suyu’nun kaynağını yeniden yaptırmıştır.

Doğumu: 20 Nisan 571 Pazartesi günü sabaha karşı Mekke’de doğdu. Ay takvimine göre Rebîul’evvel ayının 12. gecesidir. Efendimiz’i sevgiyle ve şefaatini dileyerek andığımız doğum günündeki geceye Mevlid Kandili denir.

Doğduğu gece meydana gelen olaylar:

1) Kâbe içindeki putlar yıkıldı.

2) Mecûsîlerin bin yıldır söndürmeden taptıkları ateşleri söndü.

3) İran’daki kisranın sarayından 14 burç yıkıldı.

Adı: Muhammed: Çok çok övülen, çok övülmüş, güzel huyları olan kişi demektir. Bu ismi O’na Dedesi Abdülmuttalip vermiştir. Umarım O’nu yerde halk, gökte Hak över demiştir. Diğer isimleri Ahmed, Mustafa’dır.

Süt Annesi: Halime, Sa’doğullları Kabilesin’nden fakir bir kadındır. Kocasının adı Hâris, Peygamberimiz’in süt kardeşi (ablası) olan kızının adı Şeyma’dır.

Peygamberimiz(s.a.s.) sekiz aylıkken konuşur, iki yaşına bastığında da gösterişli bir çocuk olur.

Dört yaşına kadar süt annesi Halime’nin yanında kaldı.

Beş yaşına bastığında annesi Âmine’ye teslim edildi.

Altı yaşında iken annesiyle beraber babasının kabrini ziyaret etmek ve dayılarıyla tanışmak için Medine’ye gitti. Dönüşte annesi Âmine, Ebvâ denilen kasabada hastalandı ve henüz kervan yola koyulmadan da vefat etti. Hizmetçileri Ümmü Eymen O’nu alarak Mekke’ye getirdi ve dedesi Abdülmuttalib’e teslim etti.

Sekiz yaşına kadar dedesi Abdülmuttalib’le kaldı.

Abdülmuttalip ölüm döşeğindeyken sevimli torununu, merhamet ve şefkatine çok güvendiği fakir oğlu Ebu Talib’e emanet etti.

GENÇLİĞİ

On iki on üç yaşlarında iken amcası Ebu Talip’le bir ticaret kervanına katılıp Suriye’ye yola çıktı. Busra denen yerde Bahira adında bir papaz O’nun son peygamber olacağını verdiği cevaplar ve sırtında bulunan et beni şeklindeki iki kürek kemiği arasında bulunan nübüvvet mühründen (peygamberlik mührü) anladı. Suriye (Şam)’deki Yahudilerden endişe eden Ebu Talip, alış-verişi Busra’da yaparak Mekke’ye döndü.

Muhammedü’l-Emin: Hiç yalan söylemediği için ve doğruluktan ayrılmadığı için güvenilir Muhammed anlamındaki bu lâkapla çağırılmaya başlandı.

On yedi yaşında iken Güney’e Yemen tarafına bir ticaret kervanıyla gitti ve ticareti öğrendi.

EVLİLİĞİ VE PEYGAMBER OLANA KADAR GEÇEN HAYATI

Yirmi beş yaşında iken amcası Ebu Talip ve Hz. Hatice’nin kölesi Meysere’nin aracılığıyla iki kez evlilik yapmış ve her defasında kocası ölmüş olan güzel ve gösterişli bir kadın olmasından öte çok güzel ahlâkı olan kırk yaşındaki Hz.Hatice ile evlendi.

Hz. Hatice’den 2’si erkek, 4’ü kız toplam 6 çocuğu oldu. Bu çocukların isimleri kızları Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Zeynep, Fâtıma; oğulları Kâsım, Abdullah’tır.

Yedinci çocuğu olan oğlu İbrahim, Habeşistan Kralı Necâşî’nin kendisine hediye ettiği cariye (bayan köle) Mısırlı Maria’dan olmuştur.

Kızı Hz. Fâtıma, Efendimiz (a.s.)’dan 6 ay sonra vefat eder. Evli veya bekâr olarak değişik yaşlarda ölen diğer 6 çocuğu kendisinden önce ölür.

Hz. Fâtıma, Ebu Talip’in oğlu Hz.Ali ile evlenir ve Hz.Hasan ve Hz.Hüseyin dünyaya gelir. Bugün Efendimiz’in soyu kızı Hz. Fâtıma’dan devam etmektedir.

Kâbe’de bulunan ve Haceru’l-Esved (Kara Taş) denen taşı yerine koymada ihtilâfa düşen insanlara hakemlik yaptı. Buna Kâbe Hakemliği denir. Bugün Kâbe’nin içinde yer aldığı camiye de Mescid-i Haram denilmektedir.

Hılfü’l-Fudûl (Erdemliler Birliği)’e katılarak bir mazlumun hakkını bir zalimin elinden alan insanlarla çalıştı.

PEYGAMBERLİĞİ

Mekke yakınındaki Nur Dağı’nda Hira Mağara’sında 610 yılının Ramazan ayında ilk vahiy geldi ve son peygamber olduğu kendisine müjdelendi. Kur’an, Kadir Gecesi indirilmeye başlandı.

Korkmuş, ürpermiş ve heyecanlanmış olduğu halde evine döndü. Hz. Hatice ilk inanan kişi oldu.

İlk Müslümanlar: 1) Eşi Hz.Hatice 2) Çocuk yaştaki Hz.Ali 3) Yakın arkadaşı Hz.Ebu Bekir 4)Hürriyetine kavuşturduğu (âzatlı) kölesi Hz. Zeyd 5) O zaman köle olan Hz.Bilâl-i Habeşî.

İslâm’a davet önce gizli gerçekleşti, sonra yakın akrabalarını İslâm’a davet etti.

Açık davet başlayınca işkenceler de başladı. Ammâr’ın annesi Sümeyye ve babası Yâsir işkencelere maruz kaldılar ve İslâm’ın ilk şehitleri oldular.

Peygamber Efendimiz’in kendisine inananlara ders verdiği, beraber ibadet ettiği, bu şekliyle İslâm’ın ilk medresesi (üniversitesi) sayılan ev Mekke’de Erkam bin Ebi’l-Erkam’a aitti.

İslâm’a inanan 40. müslüman Hz. Ömer oldu.

Habeşistan kralı Necâşî müslümanları iyi karşıladı ve gizlice de müsüman oldu. (Müslüman olarak da öldüğü için, Efendimiz tarafından Medine döneminde gıyabî cenaze namazı kılındı.

Müşrikler peygamberliğin 7. yılında Peygamberimiz, müslümanlarla ve akrabalarıyla olan bütün ilişkilerini kesme yani boykot kararı aldılar. Onlarla konuşmadılar, ticaret yapmadılar, onları şehrin kenar bir mahallesine sürdüler. Önemli kararları Kâbe duvarına astıkları için bu kararı da Kâbe’nin duvarına astılar. Üç yıl sonra boykot metninin böcekler tarafından yenildiğini görünce korktular ve boykotu kaldırdılar. Ancak sıkıntılarla geçen bu üç yıl Efendimiz’in sevgili eşi Hz.Hatice başta olmak üzere müslümanları çok zorda bıraktı. Hz.Hatice rahatsızlanarak vefat etti. Daha sonra da İslâm’ı kabul etmemekle beraber sevgili yeğenini bir an olsun yalnız bırakmayan Ebu Talip öldü. Oğlu Kâsım da aynı tarihte öldü. Tarihte bu yıla Hüzün Yılı denir.

İnsanları Allah’ın dinine davet etmek için yardımcısı Zeyd ile gittiği Tâif şehrinde taşlandı.

Bir gece Mescid-i Haram’dan alınıp Mescid-i Aksa’ya götürüldü ve Rabbi’nin huzuruna göğe çıkarılarak Mirac denilen hadiseyle biraz olsun rahatlatıldı.

Medine’den Mekke’ye gelenlere İslâm’ı anlattı ve ilk yıl 6 kişi müslüman oldu. Ertesi yıl peygamberliğin 12. yılında gelen 12 kişilik bir grup, Mekke yakınlarında bir vadide gizlice buluşup müslüman oldu ve O’na ömür boyu sahip çıkacaklarına söz verdiler. Söz verme demek olan bu biata, Birinci Akabe Biatı (söz verme, sözleşmesi) denir.

Mus’ab bin Umeyr’i Medine’ye hoca olarak gönderdi. Peygamberliğin on üçüncü yılında Medine’den Mus’ab’ın gayretleriyle müslüman olan 75 kişi geldi ve Peygamberimiz’e bağlılıklarını ilân ettikleri İkinci Akabe Biatı gerçekleşti. Efendimiz’i ve bütün müslümanları Medine’de koruyacaklarına söz verdiler.

HİCRETİ

Mekke’de işkenceler artınca Mekkeli Müslümanlar Medine’ye hicret etti. Peygamberimiz de yatağına Hz. Ali’yi yatırarak yanında bir rehber ve Hz.Ebu Bekir ile birlikte 622 yılında Medine’ye hicret etti.

622 milâdî yılı, Hicrî takvimin başlangıcı kabul edildi.

Medine’ye hicret ederken Sevr Mağarası’na sığındı. Mağaranın ağzına bir örümceğin ve güvercinin yuva yapması onları müşriklerden korudu.

Kuba beldesine geldiğinde küçük bir mescit yaptırdı ve cuma namazı kıldırdı. Kuba Mescidi yapılan ilk camidir.

Medine’de, bugün kabri İstanbul’da Eyüp ilçesinde bulunan Ebu Eyyüb el-Ensarî’nin evinde 7 ay kaldı.

Mekkeli hicret eden müslümanlara muhacir, Medineli yardım eden müslümanlara da ensar denilmiştir. Mekkelilerle Medineliler arasında muâhat denilen ve tarihte bir benzeri daha olmayan kardeşlik gerçekleşmiştir.

Medine’de ilk iş olarak kendisinin de inşaatında bizzat çalıştığı bir cami yaptırdı. Daha sonra yenilenen ve bugün kabrinin de içinde yer aldığı caminin adı Mescid-i Nebî veya diğer adıyla Mescid-i Nebevî’dir.

Mescid-i Nebî’nin bitişiğinde Peygamberimiz’in evinin yanında kendilerine Ashab-ı Suffa denilen Mekke’den gelen gençlerin bulunduğu suffa yani odalar da bulunuyordu. Bu genç sahabîler Kur’an ve sünneti yazıyorlardı. İhtiyaçları zengin Müslümanlar tarafından giderilen bu gençlerin tek işi ilim öğrenmekti.

Peygamberimiz Medine’de kurduğu İslâm Devleti’nin başkanıydı.

Allah’a ve Peygamberi’ne kalbiyle iman etmediği halde diliyle iman ettiğini söyleyen ve iki yüzlü anlamında kendilerine münafık denilen insanlar da Medineliler arasında bulunuyordu. Münafıklar Hz. Ayşe’ye iftira da attılar ve bu olaya ifk hadisesi denir.

Namaz kılınırken önceleri bugün Filistin devletinin sınırları içinde yer alan Mescid-i Aksa’ya dönülürdü. Gelen bir âyetle müslümanların yeni kıblesi Kâbe oldu.

Peygamberlerin peygamberliklerini ispatlamak için gösterdiği olağanüstü olaylara mucize denir ve Efendimiz mucizelerinden biri olan ve şakk-ı kamer denilen Ay’ın ikiye bölünmesi mucizesini gerçekleştirmiştir.

Aşere-i mübeşşere (müjdelenen on kişi) denilen ve dünyada iken cennetle müjdelenenlerin isimlerini açıkladı.

624 yılında müşriklerle müslümanlar arasında olan, Peygamberimiz’in de katıldığı ilk savaş Bedir Savaşı’dır. İslâm Dini’nin en büyük düşmanı olma konusunda sembolü olan Ebu Cehil bu savaşta öldürülmüştür.

625 yılında müslümanların müşrikler karşısında zor anlar yaşadığı, onlarca şehit verdikleri ilk kanlı savaş Uhud Savaşı’dır. Hz.Hamza, daha sonra müslüman olacak olan Vahşî tarafından bu savaşta şehit edilmiştir.

Hudeybiye Anlaşması 628 yılında gerçekleşti.

On bin kişilik bir orduyla 630 yılında Mekke’nin fethi gerçekleşti.

Rum (Bizans) Kralı Heraklius, Habeş Kralı Necaşî, İran Kisrası Hürmüz ve Mısır, Gassan, Yemame gibi bazı devlet başkanlarına İslâm’a davet mektubu gönderdi.

Yüz bin kişinin katıldığı, ölümüne yakın tarihte gerçekleşen ve ömrünün ilk ve son haccı olan Veda Haccı’nı yaptı. Veda Hutbesi diye bilinen meşhur hutbesini de burada okudu ve müslümanlara Allah’ın kitabı olan Kur’an’ı ve hadis de denilen sünnetini bıraktığını söyledi.

Peygamberimiz’i sağlığında gören ve O’nun sohbetine katılmış, acı ve sevinçleri paylaşmış olan müslümanlara sahabe, sahabî veya ashab denmektedir. Hz. İsa’ya sağlığında inanan on kişiye de havarî denilmektedir.

Genç komutan Üsame bin Zeyd’in komuta ettiği bir orduyu Bizans üzerine gönderdi.

8 Haziran 632 pazartesi günü öğleye doğru 63 yaşındayken (miladî yıla göre 61 yaşında) Medine’de Mescid-i Nebî’nin bitişiğinde bulunan Hz.Âişe’nin odasında vefat etti. Hz.Ömer, kim Muhammed öldü derse onu kılıcımla parçalarım diye üzüntüsünü dile getirdi. Orada yıkanıp cenaze namazı kılındıktan sonra yine aynı odada defnedildi. Türbesi aynı yerdedir. Bu sırada Bilâl-i Habeşî ezan okumuştur.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.

Benzer Konular

7 Ocak 2011 / Ziyaretçi Cevaplanmış
26 Aralık 2015 / Bluesorrow Siyaset ww
22 Aralık 2011 / şebnem_ece Soru-Cevap
10 Nisan 2012 / _Yağmur_ Hz. Muhammed
23 Kasım 2006 / Misafir Türkiye Cumhuriyeti