Arama

Hz. Muhammed (S.A.V.)'in Hayatı

Güncelleme: 28 Mayıs 2013 Gösterim: 158.196 Cevap: 24
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
4 Ekim 2005       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
PEYGAMBERIMIZIN DOGUMU
Peygamberimiz Fil vakasından 50 gün sonra, Rebiullevvel ayinin on ikinci Pazartesi günü, tan yeri ağarırken, Mekke`de doğdu.
Sponsorlu Bağlantılar

PEYGAMBERIMIZ DOĞDUĞUNDA BAZI HADISELER VUKU'A GELDI
Peygamberimiz doğduğunda bazı hadiseler vuku'a geldi. Bunlardan bazılarını söyle sıralayabiliriz:
Peygamberimiz, anadan sünnetli ve göbeği kesik olarak doğdu. Peygamberimiz doğarken, çocukların yere düştükleri gibi düşmeyip ellerini, yere dayamış başını semaya kaldırmış olarak doğdu. Peygamberimiz doğduğu zaman, bir yıldız doğmuş ve bilginler, bu yıldızın doğduğu gece, Ahmed doğmuştur dediler. Bir çok Yahudi alimi Tevrat'tan inceleme ile peygamberimizin bu gecede doğduğunu yakınlarına bildirmişlerdir.
Peygamberimiz doğduğu gece Kisra'nin sarayından on dört şerefe yıkıldı. İranlıların, bin yıldan beri hiç sönmeden yanan Atesgedeleri sönüverdi. Save Gölünün suyu çekildi. Sema ve Vadisini su bastı. Iran Sahi, Arapların, ülkesini istila edeceğini rüyasında gördü, ve telaşa düştü.

PEYGAMBERIMIZIN BABASI HZ. ABDULLAH
Peygamberimizin babası Hz. Abdullah Kureyş'in ileri gelen delikanlılarından idi. Güzel yüzlü, iki gözü arasında peygamberlik nurunu taşıyordu. Mekke'nin bütün genç kızları onunla evlenmek için can atarlardı. Babasına o kadar itaatliydi ki babasının izinden hiç çıkmazdı. Hatta birinde babası Abdulmuttalip Allah'a dua etmiş ve "Allahım eğer bana on erkek evladı verirsen onlardan birini senin için kurban edeceğim" demiş, on evladı olunca da Allah'a verdiği sözü tutmak için oğlu Abdullah'ı kurban etmek istemiştir. Oğlu Abdullah babasına itiraz etmemiş ve boyun eğmiştir. Etraftan yapılan eleştirilerle oğlunu kurban etmekten vazgeçmiş onun yerine 100 Adet Deve kurban etmiştir.
Hz. Abdullah Hz. Amine ile evlendikten kısa bir müddet sonra gittiği ticaret kervanından dönerken yolda hastalandı. Medine'de dayısı Beni Adiy bin. Neccar'in yanında bir ay hasta aldıktan sonra vefat etti. Hz. Abdullah vefat ettiği zaman Peygamberimiz henüz Anne karnında altı aylıktı.

PEYGAMBERIMIZIN SÜT ANNEYE VERILISI
Yeni doğan çocukları süt anneye vermek; Kureyş ve sair Arap eşrafının adeti idi.
Bu da; kadınların kocaları ile daha iyi meşgul olmalarını ve çocukların da ,özellikle, havasının güzelliği, rutubetinin azlığı ve suyunun tatlılığı ile tanınan yerlerde yasayan şerefli kabileler arasında, sağlam vücutlu, sıkı etli, cesaretli yetişmelerini ve düzgün, pürüzsüz konuşmayı öğrenmelerini sağlamak içindi.
Mekke çevresinde ve Harem içinde oturan kabilelerden süt annesi olanlar, her yıl iki defa, yaz ve güz olmak üzere Mekke`ye gelirler, çocukları alıp götürürlerdi.
Peygamber efendimizi (A.S.) Ben`i Sa`d bin Bekr kabilesinden süt annesi Halime hatun götürdü.
Peygamberimizin Süt kardeşleri şunlardır:
Abdullah b. Haris Üneyse binti Haris, Şeyma binti Haris.
Peygamberimizi yetim olduğu için Arap kadınları kabul etmemiş; sadece kabilesine götürecek çocuk bulamayan Halime, eli bos gitmemesi için peygamberimizi kabul etmişti. Peygamberimizi aldıktan sonra Halime ve Ailesinin yaşam tarzı bir anda değişti.
Bunlardan bazılarını Halime'nin dilinden dinleyecek olursak Halime Hatun der ki;
" İçinde bulunduğumuz kuraklık ve kıtlık yılında hiç bir şeyimiz kalmamıştı. Ben, kır merkebimin üzerinde idim.Yanımızda, yaşlı bir devemiz vardı, bize bir damla süt vermiyordu. Üzerinde bulunduğum merkebin ağır yürümesi yol arkadaşlarımı çileden cıkartıyordu. Nihayet Mekke'ye varıp emdirilecek oğlan çocukları aramaya başladık. İçimizden hiç bir kadın Muhammed'i almak istemiyor, ondan uzak duruyorduk. Çünkü, bizler emdireceğimiz çoçuğun babasından bahise kavuşmayı ve ondan armağanlar almayı bekliyorduk.
Bir ara Muhammed'in dedesi Abdulmuttalip'le karşılaştım, bana; İsmin nedir ? diye sordu.
Halime dedim. Bana;
Ey Halime! Benim yanımda bir yetim çocuğum var onu emzirmek için Beni Sa`d kabilesi kadınlarına teklif ettim öksüz olduğu için kabul etmediler. Sen kabul eder misin ?
Ben, "Bana biraz müsaade et de kocama bir danışayım.." dedim.
Hemen kocamın yanına döndüm, ona haber verdim. Kocam izin verince Muhammed'i aldım.
Muhammed bize gelince, evimiz öyle bereketlendi ki kocamla hayretler içinde kaldik. Sütü çekilmiş olan devemizde sütler fazlaca akmaya, zayıf olan merkebimizi, yolda başka hiç bir binek hayvan geçememeğe, davarlarımıza inen süt hiç bir davara inmemeye başladı.
Peygamberin çocukluğu daha değişikti. Daha iki aylık iken, her tarafa yuvarlanmaya çalışıyordu. Üç aylık olunca ayakta durmaya çalışıyordu. Dört aylık olunca, duvara tutunup yürüyordu. Beş aylık olunca bir yere tutunmadan yürüyebiliyordu. Altı ayı tamamlayınca, yürümeyi hızlandırmıştı. Yedi aylık iken her tarafa gidebiliyor, koşabiliyordu. Sekiz aylık iken, konuşuyor, konuşulanı anlayabiliyordu. On aylık iken ok atabiliyordu. İki Yılı doldurduğu zaman, oldukça, iri ve gösterişli bir çocuk olmuştu. Onu annesine götürdük. Ama biz, Onun yüzünden gördüğümüz hayır ve bereketten dolayı, yanımızda bir müddet daha tutmaya çok istekli bulunuyorduk. "

HZ. AMINE'NIN MEDINE ZIYARETI VE VEFATI
Hz. Amine Peygamberi de yanına alarak Medine'deki Neccar oğullarından olan dayılarını ziyarete gitti. Orada peygamberle, bir ay kadar misafir oldular.
Yahudi kavmi peygamberimizi orada görünce onu devamlı kontrol edip hal ve hareketlerine dikkat ediyorlardı. Hz. Amine Yahudilerin Peygamberimiz hakkında takındıkları tavırlardan korkmaya başladı ve acilen Mekke'ye dönmek için yola koyuldular.
Hz. Amine, Mekke'ye gelirken, yolda hastalanıp Evba köyünde durakladi. Başucunda duran Peygamberimizin yüzene baktı. Sonra da söyle hitap etti:
" Ey çekilen dehşetli ölüm okundan, Allah'in lutfu ve yardımı ile yüz deve karşılığında kurtulan zatin oğlu! Allah, Seni, mübarek ve devamlı kilsin ! Eğer rüyada gördüklerim doğru çıkarsa, Sen Celal ve bol ikram Sahibi tarafından, Adem oğullarına helal ve haramı bildirmek üzere gönderileceksin ! Allah, Seni milletlerle birlikte devam edip gelen putlardan, putperestlikten de, esirgeyecek, alıkoyacaktır.
Her canlı varlık ölecektir. Bende öleceğim. Fakat temelli anılacağım. Çünkü, temiz bir oğul doğurmuş, arkamda hayırlı bir anı bırakmış bulunuyorum." demiştir.
Ve Hz. Amine Ebva'da vefat etti. Hazret-i Amine vefat ettiğinde 30 yaşlarında idi.
Dünyada, böylece babasız ve annesiz kalan Peygamberimizi, yüce Allah, hamisiz bırakmadı:
Önce dedesi Abdulmuttalib'in yanında, sonra da amcası Ebu Talib'in yanında kaldı. Peygamberimiz, sekiz yaşına kadar, dedesi Abdulmuttalib'in yanında, sekiz yaşından sonra da Amcası Ebu Talib'in yanında kaldı.

PEYGAMBERIMIZIN TICARET HAYATINA ATILISI
Kureyşliler, öteden beri ticaretle uğraşırlardı. Ticaretle uğraşmayanların ise, ellerinde hiç bir şeyleri bulunmazdı. Peygamberimizin de, Hz. Hatice hesabına ticarete başlamadan önce, ticaretle uğraştığı olmuştur. Nitekim, Said b.Ebu Saib, Islamiyetten önce Peygamberimizin ticaret ortağı idi. Peygamberimizin, ticaret yapmak için, sermayesi olmadığından, Hz. Hatice peygamberimizi ücretle tuttu ve Kureyşiler'den tuttuğu, başka bir zatı da, Peygamberimizin yanına kattı. Hz. Hatice yapacağı her sefer için, Peygamberimize, ücret olarak genç ve yiğit birer erkek deve veriyordu. Peygamberimiz, Hz.i Hatice`nin ticaret malını Şam`a götürmek için, ilk defa dört tane erkek ve genç deveye anlaştılar. Peygamberimizle kervan halkı Şam`a gitmek için yola koyuldular. Şam topraklarından Busra'ya vardıklarında peygamberimiz orada getirdiği bütün malları çok karlı bir şekilde satıp alacaklarını aldıktan sonra, Mekke'ye yardımcısı olan Meysele ile birlikte geri döndü.

PEYGAMBERIMIZIN EVLENMESI
Peygamberimiz Hz. Hatice adına ticaret yaparken, Peygamberimizdeki harikulade halleri görmüş ve yardımcısı Meysele ile Peygamberimize evlilik teklif etmişti. Peygamberimiz bu teklifi kabul ederek Kureyşliler'in en soylu kadınlarından olan Hz. Hatice ile evlendi.

PEYGAMBERIMIZIN COCUKLARI
Peygamberimizin, Hz. Hatice'den, iki erkek çocuğu, dört kız çocuğu doğmuştur. Isimleri şöyleydi: Kasim, Abdullah, Zeynep, Rukayye , Ümmü Külsüm, Fatima ve Cariyesi Mısırlı Maria`dan doğan Ibrahim`dir.

KABENIN KUREYŞILERCE YENIDEN YAPILISI VE PEYGAMBERIMIZIN HAKEMLIGI
Bir Kadın, Kabe Hareminde buhurdanlıkta Öd ağacı yaktığı sırada , buhurdanlıktan sıçrayan bir kıvılcımdan Kâbe'nin kat kat olan örtüsü tutuşup tamamı ile yanmış, bu yüzden duvarlar da her taraftan gevşeyip çatlamış bulunuyordu. Zaman, zaman sahilden gelen sel baskınları ile de Kâbe'nin tabanı ve duvarları da iyice yıkılacak duruma gelmişti.
Bunun icin, Kureysliler Kabe'nin duvarlarını onarıp sağlamlaştırmak ve üzerine de tavan çatmak istiyorlar, fakat, yıkmağa kalkarlarsa azaba ugrayabileceklerinden korkuyorlar, aralarinda meşvere ediyorlardı.
Tam bu sırada Rum tüccarlarından birisine ait olan inşaat malzemesi yüklü bir gemi Cüdde sahillerinde parcalandi, bunu fırsat bilen Kureyşliler aralarında yardımlaşarak bu batan gemiden Kabe inşaası için gerekli malzemeleri almış oldular. Ve Kâbe'nin inşaatına başladılar.
Hacerül Esved taşı yerine konulacağı zaman kabileler, birbirleriyle anlaşamadılar. Hatta işi o kadar ilerlettiler ki aralarında kavga yapmaya çok az bir zaman kaldı. Kureyşiler, bu iş üzerinde dört veya beş gece durdular. Sonra Kureyş'in yaşlılarından Ebu Ümeyye bin Mugire bir teklifte bulundu.
Teklifine göre, mescidin kapısından giren ilk kişi bu taşı koymak için hakem olacaktı. Bütün kavmin uluları bu teklifi kabul ettiler.
Tam bu sırada peygamberimiz içeri girdi, bütün Kureyşliler el çırparak El-Emin`in hakemligine razıyız dediler.
Peygamberimiz de hakemlik yaparken bütün kabilelerden birer kişi alarak Hacerul Esved-i bir beze koydurduve onu konulacak yere getirttikten sonra besmele çekerek kendi elleriyle Hacerul-Esvedi yerine koymuş oldu.

Hz. Muhammet Dönemi:
Hz. Muhammet 571'de Mekke'de doğdu.
- Amcası ile Yemen ve Suriye'ye gitti. (Ticaret amacıyla)
Mekkeliler ekonomik çıkarlarına ters düştüğü için İslamiyet'in yayılmasını engellemeye çalıştı­lar.
Hz. Muhammed ile Ebu Bekir 622'de Mekke'den Medine'ye göç etti.
Os-
İslam tarihinde bu olaya "Hicret" denir. (Hicri takviminde başlan­gıcıdır.)
Mekke'den Medine'ye göç eden müslümanlara "Muhacir" Medi-neli müslümanlara ise "Ensar" adı verildi.
- Hz. Muhammed Mekke'de İslam dinin esaslarını açıkladı.
- Medine'de ise dini yayarken İslam topluluğunun dini ve siyasi başkanı oldu. (Yasa koyucu ve komutan) (Hz. Muhammed'in din işleri ile dünya işlerini yürütmesi de Medine'ye hicretiyle başlar.)
Akabe Biatı'nı yapmıştır. (Hicret öncesi insanları islamiyete davet etti.)
Son düzenleyen Kral_Aslan; 15 Haziran 2010 22:41
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Şubat 2006       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ne bir kaçış, ne de sıradan bir göç
HİCRET
Sponsorlu Bağlantılar
Bin dört yüz yirmi altı yıldan beri, mü’minler yılları Hicret’le sayarlar. Mü’minler diyarında zaman, “Hicret’ten önce” ve “Hicret’ten sonra” diye ikiye ayrılır.
Hicrî Takvim diye bir takvimin varlığı, tek başına, Hz. Peygamberin (s.a.v.) Mekke’den Medine’ye hicretinin ne derece önem arz ettiğini anlatmaya herhâlde yeterlidir.
Hz. Peygamberin İslâm’ın on üçüncü yılında gerçekleşen on iki günlük hicreti, gerçekten tarihin akışı içinde o derece önemli bir kavşak noktasıdır ki, İslâm toplumunun 1426 yıldan beri yılları ona atıfla sayıyor olması kesinlikle yerindedir.
Hicret denilen şey, ilk bakışta, iki Mekkelinin Mekke’yi terk edip Medine’ye göç etmesi olarak gözükür gerçi. Ancak, bu göç o kadar derin sırlar, o kadar geniş ve köklü hakikatler ve o derece aşikâr mucizeler barındırır ki, on iki günlük bu yolculuk, sonraki yıllara ve yüzyıllara rengini verecektir.
Çünkü, Mekkeli o iki kişi, “herhangi bir Mekkeli” değildir. Kur’ânî tabirle, “o ikinin birincisi” (bkz. Tevbe Sûresi, 10:40) olarak Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, yine Kur’ân’ın bildirdiği üzere resûlullah, hâtemü’l-enbiya, habibullah ve rahmeten li’l-âlemîndir. Mekke’den Medine’ye, herhangi bir kişi değil, kudsî peygamberler zincirinin son ve en büyük halkası göç etmektedir. Yanında ise, on üç yıllık Mekke hayatı boyunca bir peygamberin getirdiği hakikate teslimiyetin en zirve örneğini temsil ederek “sıddîkiyet” ünvanıyla taçlanan Ebu Bekir es-Sıddîk vardır.

Hicret’te Mekke
Hz. Peygamberin en yakın sahabisi Hz. Ebu Bekir ile birlikte gerçekleşen hicret yolculuğu, terk edilen yer ve gidilen yer açısından da büyük dersler barındırır. Terk edilen yer, Kur’ân’da bizatihî Rabbimizin övdüğü bir mekân olarak Mekke’dir. İçinde Kâbe’nin bulunduğu şehirdir yani. Kâbe ki, “Beytullah” olarak da nam salan bu yapı, yeryüzünde Allah için, Onun rızası yolunda yapılan ilk bina hükmündedir. Ve Mekke, Hz. İbrahim ve İsmail başta olmak üzere birçok peygamberin hatırasını barındıran ve pek çok mucizenin tecessüm ettiği yer olan Kâbe’nin hatırına, içinde kan döküp adam öldürmenin yasaklandığı “haram belde”dir.
Gelin görün ki, yeryüzündeki bu en mübarek belde, ayrılırken Hz. Peygamberin söylediği üzere “Allah’ın arzında bu en sevgili yer” merkezinde Beytullah yer aldığı ve nice peygamberin hatırasını üzerinde taşıdığı halde şimdilerde artık şirkin egemenliğindedir. Fıtratını Fâtırına açmış bir “hanîf” ve put yapıcı Azer’in oğlu olduğu halde bir put yıkıcı olarak Hz. İbrahim’in (a.s.) hatırasıyla yüklü bu şehirde, İbrahim ve İsmail Aleyhisselâmların miras bıraktığı tevhid hakikati şirk bulaşığıyla lekelenmiş; tek bir Allah’a imanın yerine yavaş yavaş “Allah’ın en üst mertebede görüldüğü, ama nice putun da ilâhlaştırıldığı bir “ilâhlar hiyerarşisi” anlayışı, yani şirk yerleşmiştir. Mekke, bu hâliyle, “mübarek”liği lekelenmiş olsa bile hâlâ “kutsal” bir yerdir; ve Kâbe’ye ve civarına yerleştirdikleri yüzlerce putla Mekkeliler “kutsalın tacirleri”dir.

Mekke’deki statüko duvarı
O yüzden, Hz. Peygambere Mekke’de gelen vahiy Mekkeliler başta olmak üzere insanları tevhide, yüzlerini “hanîf” olarak dine çevirmeye davet ettiğinde, Mekke direnişlerin en kötüsüyle direnmiştir. Hz. Peygamber, İbrahim Aleyhisselâm gibi, “Ben yüzümü göklerin ve yerin Fâtırına yönelttim. Ben müşriklerden değilim.” buyursa da, binlerce Mekkeli arasında on üç yıl içinde bu davete icabet eden yalnızca birkaç yüz kişi vardır. Sözlerin en güzeli olarak Kur’ân, Mekke müşriklerinin yüzlerce yıl içinde oluşturduğu statüko duvarıyla karşılaşmıştır. Mekkeliler, serbest bırakıldığında her aklı ve her kalbi etkileyeceğinden emin oldukları bu sesi boğmak için, en nihayeti, işi İlâhî vahyin elçisini öldürme planına kadar getirmişlerdir. Hicret de, tam da bu planın uygulamaya konulacağı gün gerçekleşmiştir.

Yesrib ona kucak açıyor
Merkezinde Beytullah’ın yer aldığı “haram” ve “kutsal” belde olarak Mekke’nin yüz yüze geldiği bu durumla karşılaştırıldığında, gidilen yer olarak Medine’nin durumu tam bir zıtlık arz eder. Mekke’nin Kâbe vesilesiyle sahip olduğu bu “mukaddes” konuma karşılık, o günlerin Medine’si “Yesrib” adıyla anılan orta halli bir şehir hükmündedir. Ona “kutsal”lık kazandıracak özel bir niteliği olmadığı gibi, o günün dünyasında ticareti, jeopolitik durumu, bilimsel ve kültürel konumu vs. açısından da özel bir niteliği haiz değildir. Bilakis, iki kardeş kabilenin, Evs ve Hazrec’in şehri olarak, bu iki kardeş kabile arasındaki yıkıcı savaşlar yüzünden gitgide daha da zayıflamış bir haldedir.

Hicret’le, Yesrib Medinetü’n-Nebî oluyor
Ama işte o Yesrib, bütün dünyanın karşılarında olacağını bile bile Hz. Peygambere ve Mekkeli mü’minlere yüreğini ve kapılarını açarak, bütün dünya şehirleri arasında Mekke’den sonra en şerefli konuma yükselmiştir. Hz. Peygamberin Mekke’den hicret ettiği yeni yurt olarak Yesrib, Medinetü’n-Nebî, yani Peygamberin şehridir artık ve çağlar boyu hep böyle anılacak ve Medine denilince akıllara muhakkak Hz. Peygamber de gelecektir. O Yesrib ki, Peygambere yüreğini ve kapılarını açarak, taşıyla toprağıyla mübarek bir kutsal belde haline gelmiştir.

Hicret kutsiyete kavuşma belgesidir
Hicret, terk edilen yer kadar, gidilen yer açısından da önem taşır açıkçası. Mekke’nin Hz. Peygamberi ve mü’minleri hicrete mecbur bırakan o günkü hâli, bir kutsal beldenin dahi yüreği ve aklı kirli insanlar elinde nasıl bir çöküş yaşayabileceğinin belgesi iken, Medine’nin hali sıradan bir beldenin Allah’ın resûlüne ve ona imanları uğruna yurtlarını terke razı olan mü’minlere her ne pahasına olursa olsun kucak açarak nasıl da yükselip kutsiyete kavuşabildiğinin belgesidir.

Hicret bir mucizedir
Hicret’in verdiği bir diğer ders ise, Hicret’in vakti ve şekli ile ilgilidir. Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, Resûlullah’tır. Mekke’de nazil olan Necm Sûresinde bildirildiği üzere, “kendinden konuşmayan, ona vahyedileni bildiren” bir resûl. O, hicret kararına ve hicretin vaktine de kendisi karar vermez. Hicret, Hz. Peygamberin kendi aklınca düşünüp uygulamaya koyduğu bir göç değildir. Yeri de, zamanı da Allah tarafından bildirilmiştir. Allah’ın Resûlü tarafından, Allah’ın emrettiği tarihte, Allah’ın emrettiği şekilde, Allah’ın dini adına yapılan bir göç olduğu için de, daha ilk anından itibaren, mucizeler ile gerçekleşmiştir.
Hz. Peygamberi öldürmek üzere evini sarmış Mekkelilerin kapısından çıkarken onu görememeleri, Hz. Peygamberin attığı bir avuç kumun hepsinin gözüne bir avuç kum olarak isabet etmesi, Hz. Peygamber ve Hz. Ebubekir’in sığındıkları mağarada bir güvercin ve bir örümcek tarafından korunmaları, Hz. Peygamberi Medine yolunda yakalamaya çalışan Süraka’nın atının her hamlede kuma saplanması, Ümmü Ma’bed’in sütsüz koyununun memelerini sıvazladığında o zayıf ve sütsüz koyunun memelerinin sütle dolması… Derken on iki günlük bu yolculuk, Allah’ın onun için yurdunu terk edene nasıl mucizeler bahşettiğinin; onun için varını yoğunu terk edene, kâinatın nasıl musahhar kılındığının da belgesidir.

Hicret feragattir
Ve yine Hicret, yurdundan hicret ederek Medine’ye gelen Muhâcirîn ve yurtlarını onlara açan Ensar düşünüldüğünde de kritik dersler taşır. Mekke’de kabuğunu çatlatan hakikat çekirdeğinin Medine’de kök salıp meyveye durmuşsa eğer, bunda her iki topluluğun sergilediği benzersiz adanmışlık ve feragatin büyük bir hissesi vardır. Muhacirîn’in yaptığı şey, hiç de kolay değildir.
O kadar yıldır her türlü zorluğu ve eziyeti göze alarak Mekke’de imanlarını ilan eden bu mü’minler, Mekke’de kalmanın imkânsız hale geldiği günlerde izn-i İlâhî ile Medine’ye hicret ederken, yurtlarını, evlerini, eşyalarını, akrabalarını, her şeylerini bırakarak hicret etmişlerdir. Her şeylerini bırakarak hicret eden Mekkeli Muhacirîn’e Medineli Ensar’ın mukabelesi ise, her şeylerini onlarla paylaşmak ve onların bütün geçimlerini kendi üstlerine almaktır. İslâm ağacı, işte böylesi bir karşılıklı feragat toprağında boy vermiştir.
Kur’ân’ın da övdüğü üzere “iman kardeşlerinin nefislerini kendi nefislerine tercih eden” bütün bu mü’minlerin beraberliğidir ki, Arabistan’ın Hicaz bölgesinde orta halli bir şehir olan Yesrib’i “Medine-i Münevvere” haline getirmiş; bu “nurlu şehir”de sergilenen mü’minâne yaşayışla nice ülkeler, nice toplumlar ve nice asırlar aydınlanmıştır.

Hicret bir dönüm noktasıdır
İslâm tarihinde Hicret’i dönüm noktası kılan, zamanın “Hicret’ten önce” ve “Hicret’ten sonra” diye ayrılmasına yol açan sır da zaten budur.
Bununla birlikte, daha nice dersi de içinde barındırır Hicret. Öyle ki, onun her bir anı, her bir veçhesi, her bir karesi öğretici ve aydınlıktır. Hz. Peygamberin, Hz. Ebu Bekir’in bu niyetle besliyor olduğu deveyi “hediye” olarak kabul etmeyip ücreti Medine’de ödenmek üzere “satın alması” gibi bir ayrıntısı, bir feragat şahikası olarak Hicret’in “başkaları üzerinden” değil, “kendinden feragat”le gerçekleşmesi gerektiği sırrını pekiştirir. Meselâ, Hz. Ali’nin, gece vakti mucizevî bir surette evinin kapısından müşriklere görülmeden çıkıp giden Hz. Peygamber yerine onun yatağında yatması, gecenin karanlığında veya sabahın alacakaranlığında Hz. Peygamber yerine öldürülmeye peşinen razı olmak gibi bir büyük feragatin belgesidir.
Hicret yolculuğunda kılavuz olarak Abdullah b. Uraykıt’ın, henüz iman etmemiş biri olduğu halde ağzı sıkı ve asla ihanete girişmeyen bir kişi olarak sergilediği duruşun da verdiği bir ders muhakkak vardır. Keza, Arap kavimlerinin en şereflisi olarak Kureyş İslâm’a karşı bu kadar direnirken, Hicret yolculuğunda Hz. Peygamberin kendileriyle karşılaştığı Eslemlilerin -pek itibar görmeyen kabilelerin başında yer aldığı halde- İslâm’ı kabulde gösterdiği çabukluk ve kolaylığın da bize söylediği bir şey elbette vardır.

Hicret, risalet yolundaki en kritik yolculuktur
Velhasıl, her anı ayrı bir ibret yüklü bir büyük yolculuktur Hicret. Bu dünyada yaşanmış ve yaşanacak yolculuk ve göçlerin en büyüğü odur. Çünkü, insanlığın en şereflisinin, “rahmeten li’l-âlemîn”in risalet yolundaki en kritik yolculuğudur.
Bu yolculuğun verdiği derslerin en büyüğü ise, yolculuğun daha başlarında, mağaranın önünü müşrikler doldurmuş iken Hz. Peygamberin endişelenen yol arkadaşı Hz. Ebu Bekir’e söylediği “Üzülme, Allah bizimle beraberdir.” sözünde gizlidir.
Onun, esbabın sukut ettiği o anda söylediği bu söz, onun imanındaki “eminlik” derecesinin nişanesidir. Ki, onun bu sözünün övgüyle yad edildiği Kur’ân âyeti (Tevbe Sûresi, 10:40), devamla bize şu dersi vermektedir:
“Allah böylece onun üzerine emniyet ve rahmetini indirdi, sizin görmediğiniz ordularla onu takviye etti ve kâfirlerin davasını alçalttı. Yüce olan, Allah’ın davasıdır. Allah’ın kudreti her şeye galiptir ve Onun her işi hikmet iledir.”
Evet, gerçek budur ve gerçekten, Allah hayatını Onun yoluna adayanla her daim beraberdir.

Son düzenleyen Blue Blood; 29 Eylül 2006 11:19
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
8 Nisan 2006       Mesaj #3
arwen - avatarı
Ziyaretçi
EVLILIK TEKLIFLERI
Mekke'deki zengin tüccarlardan birisi bir kadindi -Esed kabilesinden Huveylid'in kizi Hatice. Ayni zamanda hristiyan olan Varaka'nin ve kardesi Kuteyle'nin de kuzeni idi. O zamana dek iki kez evlenmisti ve ikinci kocasinin ölümünden beri kendi adina ticaret yapacak bir adam görevlendirmeyi adet edinmisti. Bunlardan biri de artik Mekke'de el-Emin (güvenilir), serefli olarak taninan Muhammed (S.A.V.)'di. Bu söhreti isekendisine emanet edilen ticaret kervanlarinin sahiplerinden yayiliyordu. Hatice, O'nu bir kölesini de yanina vererek ticaret kervaninin basina getirdi. Gidip dönene kadar yanindaki köle bir çok mucizelere sahit olmustu. Bunlari Hatice'ye anlatti, Hatice de Kuzeni Varaka'ya. Varaka "Eger bu dogruysa, Hatice, Muhammed (S.A.V.) kavmimize gönderilen peygamberdir. Uzun süreden beri bir peygamberin gelecegini biliyordum ve iste geldi."
Hz. Hatice, Hz. Muhammed (S.A.V.)'e evlilik teklifi götürdü. Hz. Muhammed (S.A.V.) maddi imkansizligini ileri sürerek "Ben böyle bir evliligi nasil yapabilirim?" dedi. Araci Nuseyfe "Orasini bana birak!" deyince Hz. Muhammed (S.A.V.) "O halde benden tarafi tamam" dedi. Gereken her sey yapildi ve aralarinda Hz. Muhammed (S.A.V.)'nin yirmi disi deve vermesi kararini aldilar.
ÇOCUKLARI VE HZ. ZEYID
Damat amcasinin evinden ayrildi ve gelinle birlikte yasamak üzere onun evine yerlesti. Hatice kocasina bir es oldugu kadar, onun en yakin arkdasi ve ideallerini ve isteklerini paylasan bir dostu idi. Acilar ve kayiplar olsa da evlilikleri çok mutlu geçiyordu. Hz. Hatice, Hz. Muhammed (S.A.V.)'e alti çocuk dogurdu, iki erkek ve dört kiz. En büyük çocuklari Kasim adinda bir oglan çocuguydu. Bundan sonra O'na Ebu'l Kasim (Kasim'in babasi) denmeye baslandi. Fakat çocuk iki yasini doldurmadan vefat etti. Ikinci çocuklari Zeyneb adinda bir kizdi, onu üç kiz çocugu daha takip etti: Rukiyye, Ümmü Gülsüm ve Fatima. Son çocuklari ise yine çok az bir süre yasayan bir erkek çocuguydu. Evlendigi gün Muhammed (S.A.V.) babasindan miras kalan sadik cariyesi Bereke'yi azat etti. Hatice ise O'na kölesi Zeyd'i hediye etti. Zeyd iyi bir ailedendi, fakat yillar önce kaçirilarak köle olarak satilmisti. Muhammed (S.A.V.)'in kölesi olduktan aylar sonra bir gün daha önce yakalayamadigi bir firsati, ailesine haber gönderme imkanini yakalamisti: Mekke sokaklarinda kendi kabilesinden adamlara rastladi. Eger onlari bir önceki yil görmüs olsaydi, duygulari çok farkli olurdu. Böyle bir karsilasmayi uzun süredir arzuluyordu, fakat simdi saskinliga düsmüstü. Rahatinin iyi oldugunu ve geri dönmek istemedigini anlatmak üzere birkaç misra yazip gönderdi. Ailesi haberi aldiginda hemen yola çiktilar ve Hz. Muhammed (S.A.V.)'e Zeyd'i kendilerine satmasini teklif ettiler. Hz. Muhammed (S.A.V.) "Birakin kendisi seçsin, eger sizi seçerse hiçbir ücret istemeden onu size veririm; eger beni seçerse, ben; beni seçen birinin üstünde karar verici degilim."dedi. Zeyd'e soruldugunda sunlari söyledi: "Senin üstüne baska adam seçecek degilim. Sen bana annem ve babam gibisin." Ailesi hayret etti.
Hz. Muhammed (S.A.V.) daha sonraki konusmalari kisa keserek onlari Kabe'ye davet etti. Hicr'de ayakta durarak yüksek sesle sunlari söyledi: "Ey burada bulunanlar, sahid olun ki, Zeyd benim oglumdur, ben onun, o da benim varisimdir." O günden sonra Zeyd, Zeyd Ibn Muhammed diye anilmaya basladi.
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
20 Nisan 2006       Mesaj #4
arwen - avatarı
Ziyaretçi
AÇIK DÂVETİN BAŞLAMASI (613-614 M)
Peygamber (s.a.s.) Efendimiz ilk üç yıl halkı gizlice İslâm'a dâvet etti. Yalnızca çok güvendiği kimselere İslâm'ı açıkladı. (62) Başta Hz. Ebû Bekir olmak üzere, Hak dini kabul etmiş olanlar da, el altından güvendikleri arkadaşlarını teşvik ediyorlardı. Bu üç yıl içinde Müslümanların sayısı ancak 30'a çıkabildi.(63) Bunlar ibâdetlerini evlerinde gizlice yapıyorlardı.
Peygamberliğin dördüncü yılında (614 M.) inen: "Sana emrolunan şeyi açıkca ortaya koy, müşriklere aldırma". (el-Hicr Sûresi, 94) anlamındaki âyet-i celile ile İslâm'ı açıktan tebliğ etmesi emrolundu. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) halkı açıktan İslâm'a dâvete başladı.
Harem-i Şerif'e gidip kendisine inen âyetleri açıktan okuyordu:
"Ey insanlar şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülk (ve hâkimiyetine) sâhip ve kendinden başka hiç bir tanrı olmayan, dirilten ve öldüren Allah'ın sizin hepinize gönderdiği Peygamberiyim. O halde Allah'a, ümmî nebiy olan Rasûlune-ki O'da Allah'a ve O'nun sözlerine inanmıştır,- imân edin, O'na uyun ki doğru yolu bulmuş olasınız..." (el-A'raf Sûresi, 158) diyerek onları İslâm'a dâvet ediyordu.
Açık dâvetin başlamasından sonra, halkla daha kolay temas edebilmek için Rasûlullah (s.a.s.), kendi evinden, Safâ ile Merve arasında işlek bir yerde bulunan "Erkam"ın evine taşındı. Bir çok kimse bu evde İslâm'la şereflendiği için bu eve "Dâr-ı İslâm" denildi.(64/1)
4- YAKIN AKRABASINI İSLÂM'A DÂVETİ
"Önce en yakın akrabanı (Allah'ın azâbıyla) korkut" (eş Şuarâ Sûresi, 214) anlamındaki âyet-i celîle inince Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), Safâ Tepesi'ne çıkarak:
"Ey Abdülmuttaliboğulları, Ey Fihroğulları, Ey Abdimenâfoğulları, Ey Zühreoğulları..." diyerek bütün akrabasına oymak oymak seslendi. Hepsi toplandıktan sonra:
-"Ey Kureyş cemâati, size "şu dağın eteğinde veya şu vâdide düşman süvârisi var. Üzerinize baskın yapacak desem, bana inanır mısınız?" diye sordu. Hepsi bir ağızdan:
-"Evet, inanırız, çünkü şimdiye kadar senden hiç yalan duymadık, sen yalan söylemezsin..." dediler. O zaman Rasûlullah (s.a.s.):
-"O halde ben size, önümüzde şiddetli bir azâb günü bulunduğunu, Alah'a inanıp, O'na kulluk etmeyenlerin bu büyüyk azâba uğrayacaklarını haber veriyorum... Yemin ederim ki, Allah'tan başka ibâdete lâyık tanrı yoktur. Ben de Allah'ın size ve bütün insanlara gönderdiği Peygamberiyim...(Rasûl-i Ekrem her bir oymağa ayrı ayrı hitâb ederek) Allah'tan kendinizi ibâdet karşılığında satın alarak, azâbından kurtarınız. Bu azâbtan kurtulmanız için, ben Allah tarafından verilmiş hiç bir nüfûza sâhip değilim..."(64/2)
-"Ey Kureyş Cemâati! Siz uykuya dalar gibi öleceksiniz. Uykudan uyanır gibi dirileceksiniz. Kabirden kalkıp Allah divânına varınca, muhakkak dünyadaki bütün yaptıklarınızdan hesâba çekileceksiniz. İyiliklerinizin mükâfâtını, kötülüklerinizin de cezâsını göreceksiniz. "O Mükâfât ebedi Cennet, cezâ da Cehennem'e girmektir..." (65) diyerek sözlerini bitirdi.
Peygamberimiz (s.a.s.)'in bu sözleri, umumi bir muhâlefetle karşılanmadı. Yalnızca Ebû Leheb:
-"Helâk olasıca, bizi bunun için mi çağırdın?" sözleriyle Rasûlullah (s.a.s.)'in gönlünü kırdı. Bunun üzerine onun hakkında:
"Ebû Leheb'in iki elleri kurusun,yok olsun. O'na ne malı ne de kazandığı fayda verdi. Alevli bir ateşe yaslanacaktır O. Boynunda bükülmüş bir ip olduğu halde, karısı da odun hammalı olarak." (Leheb Sûresi, 1-5) meâlindeki sûre-i celîle nâzil oldu.(66)

KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
23 Mayıs 2006       Mesaj #5
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
Hz. MUHAMMED (s.a.s) DOGUMU, ÇOCUKLUGU VE GENÇLIGI
Insanligi hakka ve hakikata sevkedip dünya ve ahiret saadetlerini saglamak üzere Allah Teâlâ tarafindan gönderilen peygamberlerin sonuncusu ve alemlerin rahmeti olan Peygamber Efendimiz, genellikle kabul edildigine göre 2I Nisan (12 Rabiulevvel) 571 Pazartesi günü Mekke'de dogdu. Islâm tarihi kaynaklari, Hz. Peygamber'in nesebi ta Hz. Adem'e kadar siralanan Secere tablolari ile belirlemislerdir. Bu kaynaklarda Hz. Peygamber'in yirminci göbekten atasi olan Adnan'a kadar ittifak edilmis, ancak Adnan'dan sonra verilen isimlerde bazi farkliliklar ortaya çikmistir. Ama O'nun Hz. Ibrahim'in oglu Hz. Ismail soyundan oldugunda süphe yoktur. Buna göre Adnan'a kadar Rasûlullah'in seceresi söylece siralanir: Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib b. Hâsim b. Abdümenâf b. Kusayy b. Kilâb b. Mürre b. Ka'b b. Lüeyy b. Gâlib b. Fihr b. Mâlik b. En-Nadr b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike b. Ilyas b. Mudar b. Nizâr b. Me'add b. Adnan.
Hz. Peygamber'in dogumundan iki ay kadar önce babasi Abdullah, ticarî bir seferden dönüsünde Yesrib (Medine)'de vefat etmisti. Annesi Amine, Kureys Kabilesinin kollarindan Benû Zühre'nin reisi Vehb b. Abdümenaf'in kiz idi. O siralarda Mekke esrafi, çocuklarini çölde bir süt anneye vererek emzirme âdetine sahip olduklari için Hz. Peygamber, kendi annesi Amine tarafindan ancak bir kaç kez emzirilmis, süt anneye verilinceye kadar da amcasi Ebu Leheb'in cariyesi Süveybe, O'na süt annelik yapmisti. Daha sonra Mekke'ye komsu çöllerde yasayan Hevâzin kabilesinin kollarindan Benû Sa'd'a mensup Halîme bint Ebî Züeyb, uzun süre Hz. Peygamber'e süt emzirmistir. Mekke esrafi tarafindan Mekke'nin agir ve sicak havasi çocuklarin gelisimine ve sagliklarina zararli görülüyor; ayrica hac münasebetiyle her kesimden insanla temas halinde bulunan Mekke'de arap dili, yabanci tesirler altinda kalabildiginden, fesahat ve belâgata önem veren Mekkeliler çocuklarinin dili ögrendikleri ilk yillarinin Arapçanin saf ve bozulmamis sekliyle ve olanca fesahat ve belâgatiyla ari duru konusuldugu badiyelerde geçmesini gerekli görüyorlardi. Bu bakimdan Araplar arasinda fasih Arapçalari ile ün yapmis Benû Sa'd kabilesi arasinda yaklasik ilk iki buçuk yilini geçiren Hz. Peygamber, ileride üstlenecegi ilâhî risâlet görevi için hem bedenen, hem de ruhen burada hazirlanmis oluyordu. Hz. Peygamber'in kirk yasindan itibâren yürüttügü Islâm'a davet vazifesi, kabul etmek gerekir ki, aslinda mesakkatli, yorucu, bir takim sikintilari olan mukaddes bir vazifedir. Iste bu yorucu ve mesakkatli görevi lâyikiyla yerine getirebilmek için saglam ve sihhatli bir bünyeye sahip olmak gerekiyordu. Hz. Peygamber, böylelikle çocuklugunun ilk yillarinda Mekke'nin bogucu sicak ve sitmali havasindan uzaklasmis, suyu ve havasi güzel bâdiyede saglikli bir sekilde gelisme imkânini bulmus oluyordu. Diger taraftan güzel konusmanin kitleler üzerindeki etkisi malumdur. Ileride muhtelif insan kitlelerine muhâtap olacak bir peygamberin süphesiz iyi bir dil bilgisine sahip olmasi ve dili, davasinin ugrunda en iyi sekilde kullanmasi gerekiyordu. Iste bu yönlerden Hz. Peygamber henüz çocuklugundan itibâren davet faâliyeti için hazirlaniyordu. Yalniz kendisi henüz o siralarda ileride peygamber olacagi konusunda hiç bir bilgiye sahip olmadigindan, bu hazirlanma O'nun bizzat iradesi ile ve bilerek olmayip, Cenâb-i Hakk'in yönlendirmesi, kontrol ve murâkabe altinda tutmasi seklinde cereyan ediyordu. Peygamber Efendimizin süt annesi Halime'nin yaninda iken vukû bulan "Gögsünün yarilmasi" (Serhu's-Sadr veya Sakku's-Sadr) olayini da yine davete hazirlik olarak degerlendirmek gerekir. Bu olayda Hz. Peygamber'in gögsü, görevli iki melek tarafindan yarilmis, kalbi çikarilarak Seytanin ve nefsin tasallut ve saptirmasindan arindirilmis ve Zemzem'le yikanarak tekrar yerine konulmustur. Böylece Hz. Peygamber, rûhen davete hazirlanmis oluyordu.
Serhu's-sadr olayindan sonra süt anne halime tarafindan Mekke'ye getirilerek öz annesi Amine ve dedesi Abdülmuttalib'e teslim edilen Hz. Muhammed, alti yasina kadar annesi Amine'nin yaninda kaldi. Bu siralarda Amine, Hz. Peygamber'i de yanina alarak Medine'deki akrabalarini ziyarete gitmisti. Bu vesile ile, alti yil kadar önce Medine'de ölen esinin kabrini de ziyaret etmis olacakti. Bir ay süren bir misafirlikten sonra Mekke'ye dönerken henüz Medine'den pek fazla uzaklasmadan Ebvâ denilen köyde Âmine aniden rahatsizlandi ve vefat etti; oraya da defnedildi. Artik hem yetim, hem de öksüz kalan çocugu bu yolculukta kendilerine refakat eden dadi Ümmü Eymen Mekke'ye getirip dedesi Abdülmuttalib'e teslim etti. Yasli dede, kalben büyük bir muhabbet besledigi bu yavruyu sevgi ve rahmetle iki yil bagrina basti. Abdülmuttalib'in temsil ettigi Hâsimogullarinin Mekke'deki itibâri ile Abdülmuttalib'in sahsî özellik, kabiliyet ve ahlâki faziletleri ve özellikle bir zamanlar yeri kaybolan kutsal Zemzem suyunu olgunluk devrelerinden tekrar bulup çikarmis olmasi, onun Mekke'de kendisine son derece saygi duyulan, sözüne itibâr ve itâat edilen bir reis hâline gelmesini saglamisti. Abdülmuttalib, Kâbe duvarina bitisik olarak sirf kendisine mahsus serilen minderde ve Mekke idare meclisi hüviyetini tasiyan Dâru'n-Nedve'de Mekke halkinin çesitli problemlerini dinler ve çözüm yollari arardi. Dedesi Abdülmuttalib'in yanindan hiç ayrilmayan küçük Muhammed, Dâru'n-Nedve'de yapilan idareye ve çesitli problemlere ait müzâkerelerde de dedesinin yaninda bulunuyor ve daha o yaslarindan itibaren zulmün hâkim oldugu Mekke toplumunda ortaya çikan problemleri, insanlarin dinî, idârî, iktisadî, ilmî, ictimâî yönlerden nasil bir batakligin içinde bulunduklarini yakindan görüp idrâk ediyordu.
Hz. Peygamber sekiz yasina geldigi zaman Abdülmuttalib seksen iki yasina erismisti ve yasli bünye, ugradigi hastaliklara tahammül edemeyerek bu dünyadan ayrildi. Abdülmuttalib vefatindan önce sevgili torununu ogullari arasinda, Hz. Muhammed'in babasi Abdullah'la ana-baba bir kardes olan Ebû Talib'e teslim etmisti. Artik Hz. Muhammed sekiz yasindan yirmibes yasina kadar amcasi Ebu Talib'in yaninda kalmistir.
Gelecekte peygamber olacagi hakkinda ne kendisinin ne de çevresinin kesin bir bilgisi olmadigindan, tâbiîdir ki Hz. Peygamber'in bu devrelerdeki hayati hakkinda fazla bilgimiz yoktur. Ancak sadece Hz. Peygamber'i degil, ayni zamanda diger Mekkelileri de ilgilendiren bazi olaylarda Hz. Peygamber'in aldigi yer ve oynadigi rol, kaynaklarimizda tespit edilmistir. Bu devreye ait mevcut bilgiler arasinda süphesiz önemli olanlarindan birisi, Hz. Peygamber'in Râhib Bahîrâ ile karsilasmasi meselesidir. Hz. Peygamber on iki yaslarinda iken amcasi Ebû Tâlib ile birlikte Sam'a dogru yol alan ticarî bir kervana katilmis ve kafile Sam yakinlarinda Busrâ adli bir mevkide mola verdigi zaman buradaki manastirda bulunan Bahirâ adli râhib, Islâm kaynaklarina göre Hz. Peygamber'deki özelliklere bakarak O'nun ileride çikmasi beklenilen son peygamber olabilecegi kanâatine varmisti. Müstesrikler bu olayi kendi yanli bakis açilari ile ele alarak Islâm'in dogusunda Hristiyan rûhiyâtinin etkileri oldugunu, Râhib Bahîrâ'nin dinî telkinlerinin tesirinde kalan Hz. Muhammed'in bu dinî suuru gelistirerek ileride Islâm'i ortaya attigini iddia ederlerse de, Islâmiyet'in temelini olusturan tevhid akidesi ile Hristiyanligin temeli olan teslis * inancinin aslâ bagdasamaz bir karakterde olusu, Islâm'in Hristiyanlik'da mevcut teslis düsüncesini sirk olarak kabul etmesi, bu iddiânin ne derece asilsiz ve gülünç oldugunun en açik delillerindendir (genis bilgi için bkz. Bahîrâ maddesi).
Hz. Peygamber, bu ilk seferin ardindan daha sonraki yillarda diger amcalari ile birlikte Mekke. disina yapilan bazi ticari seferlere katilmis, muhtelif bölgelerde yasayan insanlarin farklilik arzeden dinleri, örf ve âdetleri, hal ve vaziyetleri hakkinda bilgi sahibi olmustur. Peygamber Efendimizin daha sonralari Islâm'i teblig ederken bu bilgilerinden istifade etmesi tabiî olduguna göre cereyan eden bu olaylari da O'nun peygamberlige ilmen hazirlanmasi olarak degerlendirmek gerekir.
Cenâb-i Hakk'in kontrol ve murâkabesi, müstakbel peygamberi rûhen de davete hazirliyor ve cahiliye döneminin her türlü sirk ve sapikligindan, kötülük ve ahlâksizligindan uzak tutuyordu. Mekkelilerin dinî bir âyini ve bayrami olan Büvâne'ye çocukluk yillarinda amca ve halalarinin zorlamalari ile götürülen Hz. Muhammed, âdet üzere diger akrabalarinin yaptigi sekilde burada hazir bulundurulan bir puta tapmak içiri siraya girdiginde, henüz kendisine sira gelmeden ilâhi bir ikaz ile puta tapmaktan alikonulmus ve olayin hasyeti içerisinde Hz. Peygamber kisa bir bayginlik geçirmisti. Bu olaydan sonra artik akrabalari O'na putlara tapmak için her hangi bir israrda bulunmadilar. Tabîidir ki Peygamber Efendimiz çocukluk yillarindan itibâren hayati boyunca aslâ hiç bir puta tapmadigi gibi, onlar adina kurban kesmemis, putlar adina kesilen hayvanlarin etini yememis, onlar adina yemin etmemis, hatta onlarin adini dahi agzina almaktan hoslanmadigini belirtmisti.
Geçim sikintisi çeken amcasi Ebû Tâlib'e yardimci olmak için gençlik yillarinda Mekkelilere ücretle çobanlik yapan Hz. Muhammed, çobanligi sirasinda Mekke'nin dagdagali, debdebeli, sirkin hâkim oldugu havasindan uzaklasarak tabiatla karsi karsiya gelmis, bu anlarda muhakeme ve idrâk gücü geliserek herseyin yaraticisi olan Cenab-i Allah'in varligi ve birligini, O'na esler kosmanin sapiklik oldugunu iyice kavramis, karsilastigi bir takim sikinti ve mesakkatler O'nu rûhen olgunlastirmisti. Çobanlik yaptigi günlerden birisinde sürüsünü bir çoban arkadasina emanet ederek Mekke'de tertiplenen gece eglencelerini seyretmek için kirdan sehire inen Hz. Peygamber, eglence yerine gelip oturur oturmaz Cenâb-i Hakk'in kendisine verdigi bir uyku ile, içkilerin içildigi, oyunlarin oynandigi, ahlâksizliklarin yapildigi bu isret âlemini seyretmekten dahi alikonulmustu. Bir baska sefer yine böyle bir eglenceyi seyretme arzusu ayni sekilde engellenmis; artik bir daha da Hz. Peygamber böyle bir seye tesebbüs etmemis, istek de duymamisti.
Hz. Peygamber yirmi yaslarinda iken Mekkeliler ile Hevâzin kabilesi arasinda Ficâr Harbi vukû buldu. Aslinda savasabilecek bir yasta ve güçte olmasina ragmen Hz. Peygamber bu harpte sadece savas alaninin gerisine düsen oklari toplayip amcalarina vermekle yetinmisti. Böylece genellikle cephe gerisinde bulunmasina ragmen bu olayin O'nda harp taktik ve teknikleri, sevk ve komuta gibi konularda tecrübeler olusturdugu bir gerçektir. Peygamberliginden sonra dahi hatirladigi zaman bir üye olarak katilmaktan seref ve iftihar duydugunu açikça belirttigi Hilfü'l-Fudûl ise hemen bu savastan sonra gerçeklesmisti. Bu vesile ile Hz. Peygamber, cemiyet meselelerini yakînen tanimis, câhiliye toplumunda güçlünün güçsüzü nasil ezdigini, güç ve kuvvet karsisinda zâlimlerin nasil eriyip titredigini örnekleriyle görmüstü.
Yirmibes yasinda bizzat kendisinin idare ettigi bir ticaret kervani Hz. Muhammed'i Hz. Hatice ile karsilastirdi ve aralarinda gerçeklesen evlilik, Hz. Muhammed'in amcasi Ebû Tâlib'in yanindan ayrilip yeni bir aile yuvasi kurmasini sagladi. Hz. Peygamber'in bu evlilik dolayisiyla Hz. Hatice'den alti çocugu olmustu. Bunlardan dördü kiz olup Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Külsüm ve Fâtima adlarini almislardi. Bunlarin dördü de babalarinin peygamberligine erismisler ve O'na iman ederek hicret etmislerdir. Ogullari ise Kasim ve Abdullah adini tasiyordu. Hz. Peygamber'in ilk oglunun adi Kasim oldugu için kendisine Ebû'l-Kâsim künyesi verilmisti. Bazi kaynaklar bunlardan baska Hz. Peygamber'in Tayyib ve Tâhir adinda iki oglu daha oldugunu zikrederken, diger bazi kaynaklar bu son iki ismin Abdullah'in lâkabi oldugunu belirtmislerdir. Hicretten sonra dogan oglu Ibrahim ise Misirli câriye Mâriye'dendir. Hz. Peygamber'in bütün erkek çocuklari henüz küçük yaslarda vefat etmislerdi.
Hz. Hatice ile evliliginden sonra Peygamber Efendimiz ailenin geçimini ticaret yoluyla saglamaya çalismis, bazan ortaklik yoluyla, bazan müstakil olarak ticaret yapmisti Hz. Muhammed, bu ticarî muamelelerindeki dürüstlügü, dogru sözlülügü, ahde vefasi, âdil ve âlicenâb davranislari, herkes hakkinda iyimser davranip elinden gelen iyilik ve yardimi yapmasi, yoksulun, muhtacin elinden tutmasi, yakinlarina ve akrabalarina karsi gösterdigi ilgi, ahlâkî olgunluk ve rûhî üstünlükleri ile derhal temâyüz etmis, çevrede herkesin güvenip itibar ettigi, sayip sevdigi bir kisi hâline gelmisti. Bu sebeple Mekkeliler kendisine "el-Emîn = güvenilir kisi" lâkabini vermislerdi.
Hz. Peygamber'in otuz bes yasinda iken meydana gelen Kâbe tâmiri olayi ve bu olay sirasinda el-Haceru'l-Esved'in* yerine konmasi meselesinde Mekke sülâleleri arasinda çikan ve kanli bir çatismaya dönüsme temâyülü gösteren anlasmazligi herkesi memnun edecek bir tarzda ve âdil bir sekilde çözmesi, O'na duyulan güveni daha da artirmisti.
Allah'in mukaddes evi Kâbe'nin tâmiri dolayisiyla herkeste oldugu gibi Hz. Muhammed'de de dinî duygu ve heyecanlar süphesiz harekete geçmistir. Bu sebeple O'nda bu yillardan itibâren Rabbi ile basbasa kalma arzusu görülür. Bir de buna toplum içinde islenen haksizliklar, zulümler, ahlâksizliklar, din adina icrâ edilen sapiklik ve akilsizliklar eklenecek olursa, Hz. Muhammed'in böylesi câhilî bir toplumdan kendisini uzak tutarak yalniz, sessiz, sakin bir magarada bir süre uzlete çekilmesinin sebebi daha iyi anlasilir. Artik otuz bes yasindan itibâren Hz. Peygamber, belli zamanlarda özellikle Ramazan ayi boyunca Mekke'den uzaklasiyor, uzlet yeri olarak kendisine seçtigi Hira dagindaki bir magarada günlerini geçirerek Cenâb-i Hakk'in varligini, birligini, kudret ve azametini, O'nun gücü karsisinda mahlûkatin aczini ve zayifligini düsünüyor; Rab Teâlâ'nin insanlara sonsuz nimetlerini, buna karsi insanoglunun nankörlügünü, onlarin dinî, siyasî, ictimâi, ahlâkî vs. yönlerden içerisine düstükleri kötü durumlari hatirliyordu. Iste bu uzlet,günleri Hz. Peygamber'i rûhi, ahlâkî bir olgunluga götürdügü gibi tefekkür ve istidlâl melekelerini gelistirerek aklî ve ilmî bir yücelige de eristirdi.
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
8 Haziran 2006       Mesaj #6
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
HZ. MUHAMMED (S.A.S)'İN ÇOCUKLUK DÖNEMİ
1- DOĞUMU:
Hz. Muhammed (s.a.s.) Milâddan sonra 571 senesi, Fil Yılı'nda, 12 Rebiülevvel (20 Nisan) pazartesi gecesi sabaha karşı, Mekke'nin doğusunda bulunan "Hâşimoğulları Mahallesi"nde, babasından kendisine mirâs kalan evde doğdu. Arapların takvim başı olarak kullandıkları "Fil Vak'ası", Peygamberimiz (s.a.s.)'in doğumundan 52 gün kadar önce olmuştu.(18) Abdülmuttalib, torununun doğumu şerefine verdiği ziyâfette çocuğun adını soranlara:

"Muhammed adını verdim. Dilerim ki, gökte Hakk, yeryüzünde halk, O'nu hayırla yâdetsinler..." cevâbını verdi. Annesi de "Ahmed" dedi. (Muhammed, üstünlük ve meziyetleri anılarak çok çok övülüp senâ edilen; Ahmed de Cenab-ı Hakk'ı yüce sıfatları ile öven, hamdeden kimse demektir.(19) İslâm târihçileri, Peygamberimiz (s.a.s.)'in doğduğu gece bir takım olağanüstü olayların meydana geldiğini naklederler. O gece İran Kisrâsı (Hükümdarı)'nın Medâyin şehrindeki sarayının 14 sütûnu yıkılmış, mecûsîlerin İran'da Istahrâbat şehrinde bin yıldan beri yanmakta olan "ateşgede"leri sönmüş, Sâve (Taberiyye) gölü yere batmış, bin yıldan beri kurumuş olan Semâve deresi'nin suları taşmış, mecûsîlerin büyük bilgini Mûdibân korkunç bir rüya görmüş, Kâbe'deki putların yüz üstü devrildikleri görülmüştü. Gerçekten O'nun doğması ile bütün dünyada hüküm sürmekte olan cehâlet ve küfür ateşi sönmüş, putperestlik yıkılmış, zulmün baskısı son bulmuştur.

2- SOYU (NESEBİ)
Peygamberimiz Hz.Muhammed (s.a.s.)'in babası, Abdülmuttalib'in oğlu Abdullah; annesi ise Vehb'in kızı Âmine'dir. Babası Abdullah, Kureyş Kabîlesinin Hâşimoğulları kolundan, annesi Âmine ise Zühreoğulları kolundandır. Her ikisinin soyu, bir kaç batın yukarıda, "Kilâb"da birleşmektedir. Her ikisi de Mekke'lidir. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, Hz.İbrâhim'in büyük oğlu Hz. İsmâil'in neslindendir. Soyu Adnân'a kadar kesintisiz bellidir.(20) Adnân ile Hz.İsmâil arasındaki batınların sayısında neseb bilginleri ihtilâf etmişlerdir.(21) Peygamber (s.a.s.) Efendimizin soyu, çok temiz ve çok şerefli bir neseb zinciridir. Bir hadisi şerifte Rasûl-i Ekrem Efendimiz: "Ben devirden devire, (nesilden nesile, âileden âileye) seçilerek intikal eden Âdemoğulları soylarının en temizinden naklolundum, sonunda içinde bulunduğum 'Hâşimoğulları' âilesinden neş'et ettim", buyurmuştur.(22) Diğer bir hadisi şerifte bu seçilme işi şöyle anlatılmıştır. "Allah, Hz İbrâhim'in oğullarından Hz. İsmâil'i, İsmâiloğullarından Kinâneoğullarını, Kinâneoğullarından Kureyşi, Kureyşden Hâşimoğul-larını, Hâşimoğullarından da beni seçmiştir." (23) Bir başka hadis-i şerifinde de Rasûl–i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Allah beni, dâima helâl babaların sulbünden, temiz anaların rahmine naklederek, sonunda babamla annemden ızhâr etti. Âdem'den, anne-babama gelinceye kadarki nesebim içinde nikâhsız birleşen olmamıştır". (24) Hz. Muhammed (s.a.s.)'in doğumundan iki ay kadar önce babası Abdullah, Suriye seyâhatinden dönerken Yesrib (Medine)'de hastalanarak 25 yaşında vefât etmiş ve orada defnedilmişti. Peygamberimiz (s.a.s.)'e, babasından mirâs olarak beş deve, bir sürü koyun, doğduğu ev ve künyesi Ümmü Eymen olan Habeşli Bereke adlı bir câriye kalmıştır.(25)
3- HZ. MUHAMMED (S.A.S.) SÜT ANNE YANINDA
Başlangıçta çocuğu (3 veya 7 gün) annesi Âmine emzirdi.(26) Sütü yetmediği için, daha sonra amcası Ebû Leheb'in azatlı câriyesi Süveybe tarafından emzirildi.(27) Fakat Hz. Muhammed (s.a.s.)'in devamlı süt annesi Hevâzin Kabîlesinin Sa'doğlulları kolundan Halîme oldu. Mekke'nin havası ağır olduğu için, Mekkeliler yeni doğan çocuklarını çölden gelen süt annelere verirlerdi. Çöl ikliminde çocuklar hem daha gürbüz yetişiyor, hem de bozulmamış (fasih) Arapça öğreniyorlardı. Hz. Muhammed (s.a.s.)'de bu âdete göre süt annesi Halîme'ye verildi. Halîme, yetim bir çocuğu emzirmenin kârlı bir iş olmayacağı düşüncesiyle, başlangıçta tereddüt göstermişse de, daha sonra bu çocuğun evlerine uğur ve bereket getirdiğini görmüş ve O'nu öz çocuklarından daha çok sevmiştir. Süt kardeşi Şeyma da bakımında annesine yardımcı olmuştur.(28) Hz.Muhammed (s.a.s.) süt annesi ve süt kardeşleri ile sonraki yıllarda dâima ilgilenmiştir. Halîme kendisini ziyârete geldiği zaman onu "anacığım" diyerek karşılamış, altına elbisesini yayarak, saygı göstermiştir.(29) Hz. Muhammed (s.a.s.) dört yaşına kadar, süt annesinin yanında çölde kaldı. Dört yaşında Halîme çocuğu Mekke'ye götürerek annesine teslim etti. İslâm târihçileri, bu esnada "şakk-ı sadr" (göğüs açma) olayının meydana geldiğini, çocukta görülen bu gibi olağanüstü hallerin Halîme'yi endişelendirdiğini, bu yüzden çocuğu annesine teslime mecbûr kaldığını naklederler.(30)
4- MEDİNE ZİYÂRETİ
Hz. Muhammed (s.a.s.) dört yaşından altı yaşına kadar, öz annesi Âmine ile kaldı, O'nun şefkat ve ihtimâmı ile yetişip büyüdü. Altı yaşında iken, babasının Medine'de bulunan kabrini ziyâret etmek üzere, annesi ve sadık hizmetçileri Ümmü Eymen'le beraber Medine'ye gittiler. Medine'deki akrabaları Neccâroğullarında bir ay kadar misâfir kaldılar. Dönüşte, Medine'nin 23 mil güneyinde Ebvâ Köyü'nde Âmine hastalandı.(31) Henüz doğmadan babasından yetim kalmış olan Hz. Muhammed (s.a.s.) altı yaşında iken annesinden de öksüz kalıyordu. Bu acıyı bütün varlığı ile hisseden anne, oğlunu şefkat dolu gözlerle süzdü. Bağrına basıp uzun uzun öptü. Masûm yüzüne bakarak
"Her yeni eskiyecek, her fâni yok olup gidecek,
Ben de öleceğim, fakat buna gam yemem,
Namımı ebedi kılacak hayırlı bir halef bırakıyorum..." anlamına bir şiir söyledi. Bu sözlerden sonra vefât etti.(32) Annesinin ölümünden sonra çocuğu Ümmü Eymen Mekke'ye götürüp dedesi Abdülmuttalib'e teslim etti. Altı yaşından sekiz yaşına kadar, çocuğa dedesi Abdülmuttalib baktı. Abdülmuttalib seksen yaşını geçmiş bir ihtiyârdı. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz sekiz yaşında iken dedesi de öldü. Ölürken, on oğlu içinden Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimizin yetiştirilmesini, öz amcası Ebû Tâlib'e bıraktı.(33/1) Yıllar sonra, Hicret'in 6'ıncı yılı Hudeybiye Barışı dönüşünde Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz, annesinin kabrini ziyâret edip, teessürle gözyaşı döktü. Annemin bana olan şefkatini hatırlayarak ağladım, buyurdu. (33/2)
BİR GECE
Ondört asır evvel, yine böyle bir geceydi,
Kumdan, ayın ondördü bir Öksüz çıkıverdi!
Lâkin, o ne hüsrândı ki: Hissetmedi gözler;
Kaç bin senedir, halbuki bekleşmedelerdi!
Nerden görecekler? Göremezlerdi tabiî
Bir kerre, zuhûr ettiği çöl, en sapa yerdi.
Bir kerre de, mâmûre-i dünyâ, o zamanlar.,
Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi.
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!
Fevzâ bütün âfâkına sarmıştı zemînin.
Salgındı, bugün Şark'ı yıkan, tefrika derdi.
Derken büyümüş, kırkına gelmişti ki Öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!
Bir nefhada insanlığı kurtardı O Mâsum,
Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi;
Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi!
Âlemlere rahmetti, evet, şer–i mübîni,
Şehbâlini, adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünya neye sâhipse, O'nun vergisidir hep;
Medyûn O'na cem'iyyeti, medyûn O'na ferdi.
Medyûndur O mâsûm'a bütün bir beşeriyyet...
Yârab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret.
Mehmed Âkif ERSOY
II- HZ. MUHAMMED (S.A.S.)'İN GENÇLİK DÖNEMİ 1- EBÛ TÂLİB'İN HİMÂYESİ
Peygamberimizin hayâtının sekiz yaşından yirmibeş yaşına kadar olan dönemine "gençlik devresi" denilir. Bu devrede Rasûlullah (s.a.s.) amcası Ebû Tâlib'in yanında, onun himâyesi altında bulunmuştur. Ebû Tâlib, zeki ve âlicenâb bir zâtdı. Zengin olmamakla beraber, asâleti ve âlicenâplığı sebebiyle herkesten saygı görüyordu. Yeğeni Hz. Muhammed'i çok seviyor, hiç yanından ayırmıyordu.
2- SEYÂHATLERi
a) Şam Seyâhati
Mekke iklimi zirâate elverişli olmadığından, Mekkeliler ticâretle uğraşırlar, çocuklarını da ticârete alıştırırlardı. Ticâret için kervanlarla, yazın Şam'a, kışın Yemen'e seyâhet ederlerdi. Ebû Tâlip de diğer Mekkeliler gibi kervan ticâreti yapıyordu. Bir defasında Şam'a giderken, Hz. Muhammed (s.a.s.)'e amcasından ayrılmak zor geldi; kendisini de yanında götürmesini istedi. Ebû Tâlib çok sevdiği yeğenini kırmadı. O'nu da kafileyle beraberinde götürdü. Bu esnâda henüz oniki yaşındaydı. Şam'ın 90 km. kadar güneyinde Busrâ (Eski Şam) denilen kasabada "Bahîra" adında bir Hıristiyan râhibi vardı. Kasabaya uğrayan kervanlarla hiç ilgilenmediği halde, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in içinde bulunduğu kervanı karşılayarak bütün kafileye bir ziyâfet verdi. Bahîra okuduğu kutsal kitaplardan edindiği bilgilerle, Hz Muhammed (s.a.s.)'in simâsından, O'nun istikbâlini sezmişti. O'nunla konuştu. Sorular sordu. Aldığı cevâplar, kanâatini kuvvetlendirdi. Şam yolculuğunun bu çocuk için tehlikeli olacağını düşündü. Ebû Tâlib'e: -"Bu çocuk son Peygamber olacaktır. Şam Yahûdîleri içinde O'nun alâmet ve vasıflarını bilen kâhinler vardır. Tanırlarsa, ihânet ve kötülüklerinden korkulur. Bu çocuğu Şam'a götürmeyiniz..."dedi. Bu sözler üzerine Ebû Tâlib Şam'a gitmekten vazgeçti. Alışverişini burada bitirip, geri döndü.(34) Son Peygamberin geleceği ve O'nun bir çok vasıfları Tevrât ve İncil'de bildirilmişti. Bu sebeple, Yahûdî ve Hristiyan bilginleri, O'nun alâmetlerini ve vasıflarını biliyorlardı. Hicretten sonra Müslüman olan Medineli Yahûdi âlimi Abdullah İbn Selâm'ın "Tevrat'ta Hz. Muhammed (s.a.s.) ve Hz. İsa (a.s.)'ın sıfatları vardır" dediğini, "Kütüb-i Sitte" denilen altı güvenilir hadis kitabından Tirmizi'nin es-Sünen'inde rivâyet edilmiştir."(35) Gülünç Bir İddiâ Hz. Muhammed (s.a.s.)'in 12 yaşında yaptığı bu seyâhatta râhip Bahîra ile görüşmesini, bazı Hıristiyan yazarlar, Hıristiyanlığın bir zaferi gibi göstermek istemişler, Peygamberimiz (s.a.s.)'in bütün dinî esasları bu râhipten öğrendiğini iddia etmişlerdir. Bu iddia son derece gülünç ve tutarsızdır. Oniki yaşındaki bir çocuğun, İslâm gibi mükemmel bir dinin esaslarını bir kaç saatlik görüşme esnâsında öğrenmesi mümkün değildir. Bu râhip bu esasları bilseydi, kendisi tebliğ ederdi. Eğer burada böyle bir konu konuşulsaydı, kafilenin gözü önünde yapılan bu konuşma ağızdan ağıza yayılırdı. Peygamberliğini ilân ettiği zaman inanmayanlar, "bunlar Bahîra'nın sözleri" demezler miydi? Üstelik İslâmiyet, Hıristiyanların "teslis" (üçlü tanrı sistemi) inancını tamâmen reddetmiş "Tevhid inancını" getirmiştir. Görüldüğü üzere, bu iddia son derece çürük ve çirkin bir iftirâdan başka bir şey değildir.
b) Yemen Seyâhati
Hz. Muhammed (s.a.s.) 17 yaşında iken de, diğer bir ticâret kafilesi ile amcalarından Zübeyr ve Abbâs'la birlikte Yemen'e gidip gelmiştir.(36)
3- FİCÂR SAVAŞINA KATILMASI
Müslümanlıktan önce (Câhiliyet Döneminde) Araplar arasında iç savaşlar eksik olmazdı. Yalnızca "Eşhür-i hurum" denilen dört ayda savaşmak haram sayılırdı. Bu dört ayda (Zilka'de, Zilhicce, Muharrem, Receb) savaş yapılacak olursa fâcirane sayıldığı için buna "Ficâr Savaşı" denirdi. Kureyş kabîlesi ile Hevâzin kabîlesi arasında kan davası yüzünden bir savaş başlamış, dört yıl sürmüştü. Savaş, kan dökülmesi haram olan aylarda da devâm ettiği için "Ficâr Savaşı" denildi. Peygamberimiz (s.a.s.) yirmi yaşlarında iken bu savaşa amcaları ile birlikte katıldı. Fakat kimseye ok atmamış, kimsenin kanını dökmemiştir. Sâdece karşı taraftan atılan okları toplayıp, amcalarına vermiştir.(37)
4- HILFU'L-FUDÛL CEMİYETİNDE ÜYELİĞİ
Uzun süren Ficâr savaşı esnâsında Mekke'de âsâyiş bozulmuş, can ve mal güvenliği kalmamıştı. Özellikle dışarıdan mal getiren yabancıların malları yağmalanıyordu. Vâil oğlu Âs, Mekke'ye gelen Yemen'li bir tâcirin bütün malını gasbetmiş, haksız olarak elinden almıştı. Yemen'li, Ebû Kubeys dağına çıkarak uğradığı haksızlığa karşı, bütün kabîleleri yardıma çağırdı. Yemenlinin bu feryâdı üzerine Peygamberimiz (s.a.s.)'in amcası Zübeyr, Kureyşin bütün ileri gelenlerini çağırdı. Hâşimoğulları, Zühreoğulları, Esedoğulları, Temimoğulları, Abdülluzzaoğulları, Zübeyrin dâvetine icâbet ederek, Beni Temîm'den Cüd'ân oğlu Abdullah'ın evinde toplandılar."Mekke'de zulmü önlemeğe yerli-yabancı hiç kimseye karşı haksızlık ettirmemeğe" karar verdiler. Haksızlığa uğrayan kimselere yardım edeceklerine yemin ettiler. Yemenlinin hakkını Âs'tan alıp geri verdiler. Mekke'de âsâyişi yoluna koydular. Vaktiyle, Cürhümîler zamanında Fadl b. Hâris,, Fudayl b. Vedâa ve Mufaddal b. Fedâle isimlerinde üç kabîle başkanı, kabîleleri ile toplanarak,"Mekke'de zulme meydan vermeyeceğiz, zayıfların hakkını adâlet üzere alacağız..."(38) diye yemin etmişlerdi. Onların bu yeminlerine "Hılfu'l-fudûl" (Fadılllar yemini) denilmişti. Cüd'ân oğlu Abdullah'ın evinde aynı konuda yapılan yemine de bu sebeple "Hılfu'l-fudûl" denildi. Peygamberimiz (s.a.s.) 20 yaşında iken bu toplantıda amcaları ile beraber üye olarak bulundu. Bu cemiyetin çalışmalarından son derece memnun kaldığını Peygamberliğinden sonra: "İslâm'da da böyle bir cemiyete cağrılsam, yine icâbet ederim", sözleriyle ifâde etmiştir.(39)
III- HZ. MUHAMMED (S.A.S.)'İN EVLİLİK DÖNEMİ 1- TİCÂRET HAYÂTI
Bütün Mekke'liler gibi Hz. Muhammed (s.a.s.) de amcasıyle birlikte ticâret yapıyordu. Gerek çocukluğunda, gerekse ticâret hayâtında, dürüstlüğü ile tanınmıştı. Sözünde durmadığı, yalan söylediği, başkalarına zarar verecek bir davranışta bulunduğu, bir kimseyi incittiği asla görülmemiş; dürüstlüğü dillere destan olmuştu. Bu yüzden Mekke'liler O'na "el-Emîn" (her konuda güvenilir kişi) diyorlardı. O'nun bu yüksek ahlâkını öğrenen Kureyşin zengin kadınlarından Hatice, kendisine sermâye vererek ticâret ortaklığı teklif etti. Böylece Peygamber (s.a.s.) ile Hatice arasında ticâret ortaklığı başladı.
2- HZ. HATİCE İLE EVLENMESİ
Kureyşin Esed oğulları kolundan Huveylid kızı Hatice zeki, dirâyetli, şeref ve asâlet sâhibi, 39-40 yaşlarında zengin ve güzel bir hanımdı. Daha önce iki defa evlenmiş ve dul kalmıştı. Kureyşin ileri gelenlerinden pek çok isteyenler olmuş, fakat hiç biri ile evlenmemişti. Güvendiği kimselere sermâye vererek ticâret ortaklığı yapıyor, böylece servetini artırıyordu. Yüksek ahlâk ve âli-cenâblığı sebebiyle, kendisine Müslümanlıktan önce "Tâhire" denildiği gibi, sonra da "Haticetü'l-Kübra" denilmiştir. Hz. Hatice bir ticâret kafilesiyle Peygamberimiz (s.a.s.)'i Şam'a gönderdi. Kölesi Meysere'yi de hizmetine verdi. Fakat Hz. Peygamber (s.a.s.) Şam'a kadar gitmedi; malları Busra'da satarak geri döndü. Çünkü Bahîra'nın ölümünden sonra yerine geçen Râhip Nestûra da, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Şam'a gitmesini uygun bulmamıştı.(40) Üç ay kadar sonra, Hz. Muhammed (s.a.s.) beklenilenin çok üzerinde kazanç elde ederek döndü. Hz. Hatice, bu büyük insanın emniyet, dürüstlük ve gayretine hayran oldu. Daha sonra araya vasıtalar girdi; evlenmeleri kararlaştırıldı. Bu esnâda Hz.Muhammed (s.a.s.) 25, Hz Hatice ise 40 yaşlarındaydı.(41) Nikâh, Hatice'nin amcazâdesi, Varaka oğlu Nevfel tarafından Hz. Hatice'nin evinde kıyıldı. Ebû Tâlib ile Varaka birer hitâbede bulunarak, her iki âilenin üstünlük ve meziyetlerini dile getirdiler.(42) Esâsen, Hz. Peygamber (s.a.s.) ile Hz. Hatice'nin nesebleri Kusayy'da birleşir. Hz. Hatice'ye 20 dişi deve mehir verildi.(43) Nikâhtan sonra develer kesilerek dâvetlilere ziyâfet çekildi. Evlenmelerinden sonra, Hz. Muhammed (s.a.s.), Hz. Hatice'nin evine geçti. Örnek ve mutlu bir âile yuvası kurdular. Hz. Hatice, Hz. Muhammed (s.a.s.)'e derin bir saygı ve sevgi ile bağlıydı. Peygamberliğinden önce olduğu gibi, Peygamberlik devrinde de en büyük yardımcısı oldu. Yüksek ve eşsiz ruhlu bir hanım olduğunu gösterdi. Peygamberimiz (s.a.s.)'de ondan son derece memnundu. O devirde çok evlilik âdet olduğu ve bir çok teklifler aldığı ve aralarında yaş farkı da bulunduğu halde, onun üzerine evlenmedi; ölümünden sonra da onu hep hayırla andı.
3- HZ. PEYGAMBER (S.A.S)'İN ÇOCUKLARI
Peygamberimiz (s.a.s.)'in Hz. Hatice'den ikisi erkek, dördü kız olmak üzere sırasıyla, Kaasım, Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Fâtıma ve Abdullah adlarında altı çocuğu oldu. Arablarda ilk çocuğun adı ile künyelendirme âdet olduğundan Hz.Peygamber (s.a.s.)'e de "Ebü'l-Kaasım" denildi. Kaasım ile Abdullah küçük yaşta öldüler. Kızları büyüdüler. Fakat Fâtıma'dan başka hepsi de babalarından önce vefât ettiler. Yalnız Fâtıma, Peygamber (s.a.s.)'in vefâtından sonra altı ay daha yaşadı. Rasûl-i Ekrem (s.a.s), kızlarının en büyüğü Zeyneb'i Ebu'l-Âs ile evlendirdi. Ebü'l Âs, Müslüman olmadığı için, Zeyneb'in hicretine izin vermemişti. Bedir Savaşında esir düştü. Zeyneb'i Medine'ye göndermek şartı ile serbest bırakıldı. Daha sonra Müslüman olarak Medine'ye geldi. Zeyneb'i tekrar aldı.(44) Rukiyye ile Ümmü Gülsüm'ü, amcası Ebû Leheb'in oğullarından Utbe ve Uteybe ile evlendirmişti. İslâmiyetten sonra Ebû Leheb, Hz. Peygamber (s.a.s.)'e olan düşmanlığı sebebiyle oğullarına eşlerini boşamaları için baskı yaptı. Onlar boşadıktan sonra, Rasûlullah (s.a.s.) Rukiyye'yi Hz. Osman'la evlendirdi. Rukiyye'nin ölümünden sonra da Ümmü Gülsüm'ü nikâhladı. Bu yüzden Hz. Osman'a "iki nûr sâhibi" anlamına "Zi'n-nûreyn" denildi. En küçük kızı Fâtıma'yı ise Hz. Ali ile evlendirdi. Hasan ve Hüseyin, Hz. Fâtıma'nın çocuklarıdır. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in nesli, Hz. Fâtıma ile devâm etmiştir. Peygamberimiz (s.a.s.)'in Mısırlı eşi Mâriye'den de İbrâhim adlı bir oğlu olmuş, fakat Hicretin 10'uncu yılında henüz iki yaşına girmeden ölmüştür. 4- KÂBE'NİN TÂMİRİNDE HAKEMLİĞİ (605 M.)
Hz. İbrâhim ve Hz. İsmâil tarafından yapılmış olan Kâbe, geçen uzun asırlar içinde yağmur ve sel suları ile harabolmuş, tâmir edilmesi gerekmişti. Kureyşliler, Kâbe binasını yıkarak, yeniden yapmaya karar verdiler. Yardımlar toplandı, gerekli malzeme temin edildi. Hz. İbrâhim'in yaptığı temele kadar yıkarak, duvarları yeniden örmeğe başladılar. Ancak; "Hacer-i Esved"i yerine koyma sırası gelince anlaşamadılar. Kureyş'in bütün kolları, bu şerefin kendilerine âit olmasını istiyordu. Anlaşmazlık dört gün sürdü, kan dökülmek üzereydi ki,(45) Kureyş'in en ihtiyarı Ebû Ümeyye veya Huzeyfe b. Muğîre"Harem kapısından ilk girecek zâtın hakem yapılarak, onun vereceği karara uyulmasını" teklif etti.(46) Bu teklif kabul edildi. Az sonra kapıdan Hz. Muhammed (s.a.s) girmişti. Buna o kadar sevindiler ki, "el-Emîn, el-Emîn, O'nun hakemliğine râzıyız..." diye bağrıştılar.Yanlarına gelince, durumu anlattılar. Hz. Muhammed (s.a.s.), üzerine Hacer-i Esved-i koyduğu yaygının uçlarını Kureyşin ulularına tutturdu; hep berâber, konulacağı yere kadar taşıdılar. Hz. Peygamber (s.a.s.)'de taşı alıp yerine yerleştirdi. Anlaşmazlığın bu şekilde çözümlenmesi herkesi memnûn etti. Böylece büyük bir felâket önlenmiş oldu.(47) Bu olay, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in zekâ ve dirâyeti yanında, O'nun Mekkeliler arasındaki sonsuz itibâr ve güvenini de göstermektedir. Bu esnâda Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) 35 yaşında idi. Kâbe'nin tâmirinde Hz. Peygamber (s.a.s.) de bizzât çalışmış, taş taşımış, hatta bu yüzden omuzları yara olmuştu. Bir defa, amcası Abbâs'ın sözüne uyarak, taş acıtmasın diye elbisesini omuzuna topladığında vücûdu açılıverince baygın halde yere düşmüştü. Rasûlullah (s.a.s.) o andan sonra hiç üryân görülmemiştir.(48)
TheGrudge - avatarı
TheGrudge
Ziyaretçi
28 Temmuz 2006       Mesaj #7
TheGrudge - avatarı
Ziyaretçi
Hz. Muhammed'in Son Peygamber Oluşu - 1İbrahim EMİROĞLU
Peygamber, Allah ile kulları arasında elçilik yapan, Allah'ın emir ve yasaklarını, razı olup olmadığı şeyleri, din esaslarını insanlara bildiren, onlara mutluluk yollarını gösteren Allah tarafından görevlendirilmiş seçkin kuldur. Bu fonksiyonları icrâ etmek üzere gönderilen en son seçkin kul ise Hz. Muhammed (sas)'dir. Bu yazıda Hz. Muhammed'in son peygamber olduğunu ispat eden delillerden bir kısmı üzerinde genel olarak durulacaktır.
Hz. Muhammed'in son peygamber olduğu bizzat Kur'ân-ı Kerim tarafından bildirilmiştir. Buna göre Hz. Muhammed'den sonra artık peygamber gelmeyecektir. Ancak, tarih boyunca ve günümüzde bazı kişiler, bu hak inanca ters bir takım iddialar serdetmişler ve peygamberlik iddiasında bulunmuşlardır; geçmişte bunların en meşhurları arasında Esvedü'l-Ansi (v.11/632), Tuleyha b. Huveylid (v.24/644) ve Müseylime-i Kezzâb (v.12/683), gibi isimler sayılabilir.1 Daha sonra gelen bir takım sapık fırkalar içinde de Hz. Muhammed ile peygamberliğin son bulmadığını ileri sürenler olmuştur. Hatta bunlardan Sebeîler, Beyânîler, Harbîler, Muğîrîler gibi fırkalar sadece peygemberlik iddiasıyla yetinmeyip Hz. Ali, imamlar veya kendi liderleri hakkında ilâhlık iddiasında bile bulunmuşlardır.2 Bu fırkalardan Cenâhîler, Ğurâbîler, Bâbekîler, Yezîdîler, Bezîğîler, Şeyhîler, Bâtınîler, Bahâîler ve Kâdiyânîler ise ulûhiyyet iddiasında bulunmasalar da, peygamberliğin Hz. Ali'nin soyunda veya başka kişiler kanalıyla devam ettiği inancındadırlar.3
Günümüz Türkiye'sinde ve dünya coğrafyasında da Peygamberlerin kesintisiz olarak gelmesi gerektiği dolayısıyla Hz. Muhammed (sas)'den sonra da gelebileceği fikrini taşıyan bir takım kimseler bulunmaktadır. Bu ön bilgiyi müteakiben asıl konumuz olan Hz. Muhammed'in son peygamber oluşunu işlemeye geçebiliriz. Fakat bundan önce O'nun neden dolayı "en faziletli bir peygamber" olduğuna kısaca değinmek istiyoruz.
Hz. Muhammed şu özellikleri sebebiyle en üstün peygamber kabul edilmiştir.
1. Ümmetinin "en hayırlı ümmet" olması.
2. Risâletinin, bütün insanları, hatta cinleri bile kapsaması.
3. Tebliğ ettiği esasların akıl, duygu ve eylem yönleriyle insanları tatmin edecek nitelikte makul, uygun ve tutarlı olması.
4. Peygamberlerin sonuncusu olması.
5. En büyük mucizesi olan Kur'ân'ın, sağlam bir şekilde elde korunur olması.
6. Getirdiği dinî ahkamın, önceki dinî ahkamı neshetmesi.
7. Kıyamet günü bütün insanlara şahitlik etmesi.
Hz. Muhammed'in peygamberlerin sonuncusu (hâtemü'l-enbiyâ) oluşunun, Kur'ân-ı Kerim'in bazı âyetleri ve bazı hadisler temel alınarak, müslüman âlimler tarafından naklî ve aklî gerekçelere dayandırılmak suretiyle açıklandığını görmekteyiz. Bunların ikna edici olasimkesi için ilk etapta Hz.Muhammed'i peygamber olarak kabul etmek gerekmektedir. İslâm inancına göre, Hz. Muhammed'in peygamber olduğunu kabul etmek, onun son peygamber olduğunu, şeriatının evrensel ve ebedî olduğunu, onun nesh edilmeyeceğini de kabul etmek demektir.4 Çünkü ilâhî vehyin kendisine indirilenle son bulduğunu, dinin tamamlandığını, peygamberliğin kendisiyle birlikte hitama erdirildiğini bize söyleyen O'dur. Hz. Muhammed bir peygamber olduğuna ve peygamberler de yalan söylemeyeceğine göre, haber verdiği şeyler haktır ve doğrudur. Binâenaleyh Hz. Muhammed'i hem gerçek peygamber kabul edip, hem de ondan sonra peygamber geleceğine inanmak birbiriyle te'lifi kabul edilemeyecek çelişkili şeylerdir.
Kendinden önceki bazı peygamberlerin ve kutsal kitapların geleceğini önceden haber vermesi, büyük mucizeler göstermesi söyledikleri ve ortaya koyduklarıyla kendisini kabul ettirmiş olması, Hz. Muhamed'in peygamberliğinin dellilerinden bazılarıdır. Bu deliller genel olarak hissî, naklî ve aklî olarak üç grupta incelenmiştir. Ayrıca bunlar, İslâm Kültür Dünyasında, Hz. Muhammed'le ilgili olmak üzere, şemâil (dış görünüş vasıfları), hasâis (belirgin özellikleri), fazâil (üstün yönleri) ve delâil (peygamberliğinin açık delilleri) adı altında genişce işlenen konulardır.
Önce O'nun peygamberliğinin ispatı için getirilen mucizelerine bir göz atalım:
1. Hissî/Kevnî Mucizeleri: Bunlar Hz. Peygamber'in zâtı ile ilgili ve zatının dışında olmak üzere genelde iki kısımda incelenir.
a. Zâtı ile ilgili olanlar: Hz.Muhammed'in gerek fiziksel özellikleri, gerek rûhî ve ahlâkî durumu onun bir peygamber olduğunu ilk bakışta hissetmiştir. Kendisine intikal eden nübüvvet nuru, boyu, endamı, birbiriyle uyum içinde olan uzuvları, güzel ve cezbedici konuşması, vakur yürüyüşü, güven telkin eden duruşu, sempatik çehresi; yeme, içme, konuşma, uyuma ve beşeri ilişkilerindeki itidalliği, onun maddi vechesiyle ilgili olan mucizevî yönlerinden bir kısmına örnektir. Hz. Resûl'ün doğruluğu, edebi, hayası, cömertliği, hilmi, cesareti, fedâkarlığı, sabrı, kanaati, dirayeti, zekası ve diğer olumlu özellikleri konusunda insanların ittifak etmeleri de onun ahlâkî, hissî veya manevî yönüyle ilgili mucizevî kişiliğine delildir.
b. Zatının dışında olanlar: Bunlardan bir kısmı, kaynaklarda yer alan, az yemeğin çoğalması, ağaç kütüğünde inleme sesinin duyulması, ayın ikiye bölünmesi, savaşta görünmeyen güçlerin yardıma gelmesi gibi mucizeleri; bir kısmı da geçmiş peygamberlerin kendisini müjdelemesidir ki "..Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye uyanlar..."(A'râf, 7/157; ayrıca bkz. Bakara, 2/146, Âli İmrân, 3/81) âyeti bu hususa işaret eder.
2. Aklî Mucizeleri: Hz. Muhammed'den önceki peygamberlere verilen mucizeler daha ziyade, insanlığın gelişimine parelel olarak hissî veya kevnî mucizeler olmuştur. Örneğin Hz. İbrahim'in mucizeleri tabiat ilimleri, Hz. Süleyman'ınki yine tabiat ve taknoloji ile ilgili, Hz. Musa'nınki sihir, Hz. İsa'nınki ise tıp ağırlıklıdır. Bu mucizeler, ancak sınırlı bir zaman diliminde etkili olabilmiş, genellikle, peygamberlerin ölümüyle birlikte etkisini kaybetmiştir. Fakat, burada aklî mucizeye örnek olarak göstereceğimiz Kur'ân mucizesi ise, asırlar geçse de canlılığını hiç yitirmemiş, her zaman etkisini sürdüregelmiştir. Hz. Muhammed'in insanlara tebliğ ettiği Kur'ân'ın, tespit ve muhafazası, edebî yönden güçlü bir topluma gelmesi ve onlara meydan okuması, okuma-yazması olmayan ve geçmiş kitapları bilmeyen ümmî bir peygamberin elinde zuhur etmesi, anlam yönünden sağlamlığı, içerdiği hükümleri, hükümleri arasındaki tutarlılığı, uygulanabilirliği, okunuşu, ezberlenebilirliği, üslûbunun veciz ve çarpıcı/etkileyici oluşu gibi hususlar onun mucizeliğini ispatlamaktadır.
Hz. Peygamber'in, halkı dine davet etmeden evvelki, davet esnasındaki ve daveti tamamladıktan sonraki halleri, yüce ahlâkı, verdiği hikmet dolu ve isabetli hükümler; cengâverlere hücum etmesi sırasındaki kararlı, cesur ve sarsılmaz tutumu, her hal ü kârda Allah'ın kendisini koruduğuna dair beslediği güven duygusu, korkunç durumlarda bile vaziyetini değiştirmemesi... gibi hususların, peygamberlerden başkasında toplanmasının imkânsız olduğuna akıl kesinlikle hükmeder. Allah'ın bu tür kemâl ve üstün halleri, kendisine iftira edeceğini bildiği bir zatta bulundurması, sonra bu şahsı (kendisine iftira ettiği için cezalandırmadan) 23 sene ihmal etmesi, sonra onun dinini diğer dinler ve düşmanlarına karşı üstün kılması, bıraktığı eseri (ve açtığı çığırı) ölümünden sonra kıyamete kadar payidar kılması olacak şey değildir!
Kısacası bir yalancı peygamber bu kadar mükemmel bir karaktere sahip olamaz, bu kadar başarılı olamaz, bu ölçüde büyük bir hareketi başlatamaz ve yürütemez. O, bu büyük davayı semavî bir kitap sahibi olmayan ve hikmetten anlamayan bir kavim içinde ortaya atmış, (Bakara, 2/151) onlara kitabı/Kur'ân'ı ve hikmeti açıklamış, hukukî ve şer'i işleri öğretmiş, ahlâklarını mükemmelleştirmiş, halkının pek çoğunu hem ilmî, hem de amelî fazilet bakımından kemâle erdirmiş, bütün âlemi iman ve iyi amelle nurlandırmış ve Allah'ın va'dettiği gibi onun dinini öbür dinlerin tümüne üstün kılmıştır (Tevbe, 9/33; Feth, 48/28; Sâf, 61/9). Esasen resûllüğün ve nebiliğin bundan başka bir manası (ve gâyesi) de yoktur.5
"Burada şu iki noktayı önemli belirtmek gerekmektedir. Bunlardan birincisi Hz. Muhammed'in hal hareket ve sözleriyle ilgilidir. Bu kadar üstün vasıflara sahip olan sağlam karakterli bir insanın, "Ben peygamberim" şeklindeki beyanını kabul edip kendisine uymak için mucize göstermesini beklemeye bile gerek yoktur. Zaten onun sehsiyetini yakından tanıyan ve çok iyi bilen Hz. Ebu Bekir gibi basiretli dürüst ve hakperest insanlar, mucize göstermesini istemeden ona iman etmişlerdi. Hz. Peygamber'den mucize göstermesini isteyenlerin pek çoğu da iman etmişlerdi. Şu halde, Hz. Peygamberin herkese emniyet ve itimad veren güçlü şehsiyeti ve sağlam seciyesi, gösterdiği mucizelerden daha beliğ ve veciz bir şekilde O'nun Allah Resûlü olduğuna delâlet etmekteydi.
Vefatından sonra geriye bıraktığı yakın arkadaşları, İslâm devletinin sınırlarını doğuda Hindistan'a, batıda Pasifik Okyanusuna kadar genişletecek derecede akıllı, basiretli, azimli, meharetli ve hamleci insanlardı. Hz. Peygamber'in bu güçlü şahsiyet sahibi zeki insanları, kendisinin peygamber olduğuna (Allah'ın izniyle) inandırmış olması, onların kayıtsız şartsız güvenlerini kazanması ve mutlak şekilde kendisine bağlaması, bu gibi işlerin zorluğunu bilen her aklı başında insan için mucizelerin en büyüğüdür. Asırlarca başka milletlerin hakimiyeti altında yaşaya yaşaya müzminleşmiş bir aşağılık duygusuna sahip olan cahil ve bedevi bir kavmi, uzun ve şanlı bir mazisi olan İran Sasani Devletine ve Bizans İmporatorluğu'na kafa tutacak hale getirmesi, o zamanın dünyasının en güçlü iki devleti ile başarılı savaşlar yapacak bir seviyeye yükseltmesi, bu iki devletten birini kökünden, diğerini ise büyük ölçüde yıkacak bir şuur ve aksiyon seviyesine çıkarması, daha fazlasını insan aklının idraktan aciz kaldığı en muazzam mucizelerdir.
Allah, bu kadar meziyet, fazilet ve kemâle sahip kıldığı bir kimseye, Zat'ı aleyhinde bulunma ve yalan isnad etme imkânını vermez. Onu bir süre başarılı kılsa bile sonuçta rezil eder. Gerçi bazı fatihler ve cihangirler, Makedonyalı İskender ve Cengiz Han örneginde olduğu gibi, yaşadıkları zaman içinde Hz. Peygamber'in kurduğu ve halifelerinin genişlettiği devletten daha geniş sınırları olan büyük devletler kurmuşlardır. Fakat bu devletlerin ömrü kurucularının ömrü kadar olmuş, onlardan sonra parçalanmışlardı. Ayrıca Hz. Peygamber için sözkonusu olan başarı sadece devlet kurma ve fetih yapma hareketi değildir. Bundan daha önemlisi, gidilebilen ülkelerde yaşayan halk yığınlarının manen ve kalben fethedilerek yeni bir inanç sisteminin şuurlu taraftarları ve savunucuları haline getirilebilmiş olmasıdır ki diğer fatihlerde ve cihangirlerde böyle köklü bir başarı yoktur.
Önemle belirtilecek ikinci nokta ise Hz. Peygamber'in medeniyet âlemine kazandırdığı manevi değerlerdir. Çoğu cahil ve bedevi olan toplulukları eğitmek, onlara edep ve ahlâk öğretmek, dünyanın en büyük medeniyetlerinden birinin kurulmasına müsait olan zemini hazırlamak ayrı bir mucizedir. Resulüllah'ın hayatında kendisinden zuhûr eden "ellerinden su akması, az yemekle çok kişinin karnını doyuması" gibi mucizeler, sadece o zamanda yaşamış olan insanlar için delil olduğu halde, bu tür mucizeler ise her zaman delil olma niteliğini korumaktadır. İslâmın ilim, irfan, edep, ahlâk, terbiye, iman, çalışma, istikamet, medeniyet ve kültür gibi büyük önem atfettiği manevî değerleri görmezlikten gelerek veya bunlara lâyık oldukları büyük önemi vermeyerek, bazı hârikulâde hadiseler üzerinde daha fazla durmak, "mühimle meşgul olurken ehemmin faydasından (lüzumlu ile ilgilenirken daha fazla lüzumlunun verilerinden) mahrum kalmak gibi bir sonuç meydana getirmiştir. Bu hüküm en azından, bazı çevreler için doğrudur."6
3. Haberî Mucizeleri
Hz. Muhammed, herhangi bir kitap okumamış,7 eliyle yazı yazmamış,8 kimseden tarih dersi almamış olduğu halde kavmine çok hikmetli açıklamalarda bulunmuş, hayatî önem arzeden prensipler vaz' etmiş, geçmiş kavimlerin hayat hikâyelerinden bilgiler aktarmıştır. Bu durum, onun Allah katından bilgilendirildiğini gösterir. Gelecekte vuku bulacak bir takım işleri haber vermesi de Hz. Muhammed'in haberî mucizelerindendir. Onun bu tür haberleri, hem sunuş gâyesi bakımından hem nitelikleri hem de sonuçları bakımından kâhinlerin, müneccimlerin, falcıların haberlerinden farlıdır. O, bu tür bilgileri öğrenmek için herhangi bir uğraşa girişmemiş, yıldızlara bakmaya ve usturlap gibi aletlere ihtiyaç duymamış; bunlar, aşağıdaki âyet örneklerinde görüleceği gibi, Allah tarafından kendisine öğretilmiştir: "Elif, Lâm, Mîm. Rumlar (Arapların bulunduğu) en yakın bir yerde yenilgiye uğradılar, onlar bu yenilgilerinden kısa bir süre sonra gâlip geleceklerdir" (Rûm, 30/13), "Ey Muhammed! Yoksa 'Biz intikam almaya gücü yeten bir topluluğuz' mu diyorlar! O topluluk yakında bozulacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır."(Kamer, 54/44-45). "(Ey Muhammed!) Bedevilerden (seferden) geri kalmış olanlara de ki: Siz yakında çok kuvvetli bir kavme karşı sefere çağırılacaksınız. Onlarla, teslim oluncaya kadar savaşacaksınız..."(Fetih, 48/16). "Hatırlayın ki, Allah size, iki taifeden (kervan veya Kureyş ordusundan) birinin sizin olduğunu vadediyordu..."(Enfâl, 8/7 16). Hz. Muhammed'in hak ve son peygamber olduğunu gösteren bir gerekçe de, kendilerine peygamber olarak gönderilen insanların veya toplumun gerçekten bir ihtiyaç içerisinde onu beklemesidir. Onun gelişi, kavminin böyle bir isteği duymasının ve açığa vurmasının akabinde vuku bulmuştur: "Bütün güçleriyle yemin ederek eğer kendilerine bir uyarıcı gelirse, herhangi bir milletten daha çok doğru yolda olacaklarına dair Allah'a yemin etmişlerdi" (Fâtır, 35/42). "Ey Ehl-i Kitap! Peygamberlerin arası kesildiği bir sırada size elçimiz geldi. Gerçekleri size açıklıyor ki, 'Biz bir müjdeci ve uyarıcı gelmedi' demeyesiniz.."(Mâide, 5/19). "Ümmîler arasında kendilerine âyetlerini okuyan onları temizleyen, onlara Kitab'ı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O'dur."(Cum'a, 62/2). Son Peygamber Hz. Muhammed'in mucizelerinin ve ortaya koymuş olduğu delillerinin selâmeti, kendi risâletini inkâr edenlere karşı meydan okuduğu halde kendisine bir türlü cevap verilememesiyle; iddiasının selâmeti de kendisinden önceki peygamberleri tasdik etmesi, peygamber olmayanları da yalanlamasıyla sabittir. Bu bilgileri sunduktan sonra şimdi, Hz. Muhammed'in son peygamber oluşunun daha özel delillerine geçebiliriz.
I. Naklî Deliller
Bütün semavî dinlerde Peygamberlik müessesesi önemli bir inanç esasıdır. Bundan dolayı ilâhî dinlerin kutsal metinlerinde peygamberlerin gelmesi, misyonları, mücadeleleri ve nitelikleri gibi konular yanında son Peygamber (sas) ile ilgili ifadeler de yer almıştır. Şu âyetlerde, Hz. Muhammed'in, Yahudi ve Hıristiyanların kutsal kitaplarında geçtiği belirtilir: "Yanlarında Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî peygambere uyanlar (var ya), işte o peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder..." (A'râf, 7/157), "Muhammed Allah'ın Rasûlüdür. Bunun beraberindeki mü'minler de kâfirlere karşı şiddetli olup kendi aralarında şefkatlidirler. Sen onları rukû ederken, secde ederken, Allah'tan lütûf ve rıza ararken görürsün. Onların alameti, yüzlerindeki secde izi, secde aydınlığıdır. Bunlar, onların Tevrat'taki sıfatları olup İncil'deki meselleri ise şöyledir: Öyle bir ekin ki filizini çıkarmış, sonrada onu kuvvetlendirmiş derken kalınlaşmış da artık gövdeki üzerinde doğrulmuş. Öyleki ekicilerin hoşuna gider, kâfirleri de öfkelendirir. İşte böylece Allah, onlar gibi iman edip makbul ve gözel işler yapanlara bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır." (Fetih, 48/29). "Hatırla ki Meryem oğlu İsa, 'Ey İsrailoğulları! Ben size (gönderilmiş) Allah'ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim.' demişti"(Sâff, 61/6 22) âyetlerinde Hz. Muhammed'in adının ve bazı sıfatlarının Yahudi ve Hıristiyanların kutsal kitaplarında geçtiği açıkça ifade edilmiştir. Hatta şu âyette beyan edildiği gibi, onlar Hz. Muhammed'in bir takım özelliklerini dahi yakinen bilmekteydiler: "Kendilerine Kitap verdiklerimiz, o Muhammed'i, oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir kısmı, doğrusu, bile bile, hakkı gizlerler." (Bakara, 2/146).
İslâm bilginleri yukarıdaki âyetlerden ve ilgili hadislerden hareketle Tevrat ve İncil'i tedkik etmişler ve onlarda Hz. Muhammed'i gösteren açık kapalı bir çok ifadeler bulmuşlardır.9 Ancak Tevrat'ta geçen söz konusu ifadeler, Yahudiler tarafından beklenen "Mesih" ile ilgili olduğu iddia edilmiş, Hıristiyanlar ise bunların Hz. İsa'ya işaret ettiğini ileri sürmüşlerdir. İncil'de geçen kısımların da Hz. Muhammed'e değil, "Kutsal Ruh"a işaret ettiğini savunmuşlardır.10 Rahmetullah Delhî'nin belirttiğine göre Hıristiyanlar, Matta İncili'nin "Yalancı Peygamberlerden sakının; onlar koyun postuna bürünerek size gelirler, fakat iç yüzleri yırtıcı kurtlardır" mealindeki 15. âyetine dayanarak, Hz. İsa'dan sonra peygamber gelmeyeceğini öne sürmüşlerdir. Halbuki buradan böyle bir anlam çıkarılamaz. Sözonusu âyetten kastedilen, Allah tarafından gönderilmeyip kendi kendilerini peygamber diye açıklayan yalancı peygamberlerden sakınmanın gereğidir. Yoksa, Hz. Muhammed'in gelmeyeceği yolunda bir ibare mevcut değildir."11 Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Muhammed'le ilgili "Muhammed Allah'ın elçisidir..." (Fetih, 48/29), "Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de pek çok peygamberler gelip geçmiştir.." (Âli İmrân, 3/144) ve benzeri bir çok âyette12 Hz. Muhammed'den önce pek çok peygamber gelip geçtiği halde, ondan sonra yeni her hangibir peygamberin gelceğinden bahsedilmemektedir.
Bunun aksine yani Hz. Muhammed'den sonra peygamber geleyeceği ile ilgili Kur'ân-ı Kerim'de pek çok âyet bulunmaktadır. Bu âyetlerden bazıları şunlardır: "Muhammed içinizden harhangi birinizin babası değil. O, Allah'ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilendir." (Ahzab, 33/40)13, "Bugün size dininizi bütünledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım" (Mâide, 5/5). Bu âyetler, Peygamberlik müessesesinin Hz. Muhammed ile mühür (hâtem)lendiğini yani ondan sonra peygamber gelmeyeceğini, vahiy vb. nimetlerin yüce Nebi ile birlikte son bulduğunu ve dinin, onun getirdiği İslâm dini ile kemâle erdiğini açıklamaktadır
Buna göre, artık Hz. Muhammed'den sonra yeni bir peygamber gelmesine gerek kalmadığı anlaşılmaktadır. Allah, Hz. Muhammed (sas) hakkında şöyle buyurmuştur: "De ki: Ey insanlar! Doğrusu ben, göklerin ve yerin hükümranı, kendisinden başka ilâh bulunmayan, dirilten ve öldüren Allah'ın, hepiniz için gönderdiği peygamberiyim."(A'raf, 7/158), "...Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir..."(Sebe', 34/28). Bu iki âyetten de anlaşılacağı gibi, Hz. Muhammed'in bütün insanlığa elçi olarak gönderildiği belirtilmiştir. Son âyetten, Hz. Muhammed'in sadece kendi devrindeki insanlara değil, bilakis kıyamete kadar gelecek olan bütün nesillere peygamber olarak gönderildiği anlaşılmaktadır. Âyette geçen "bütün insanlar (cemi'an kâffe)" ibaresinde kastedilen "yalnızca ashap değil, onlardan sonra gelecek bütün nesiller"dir
Ayrıca, Kur'ân'daki "Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik" (Enbiya, 21/107) âyetinin anlamı Hz. Muhammed'in, insanlarla birlikte, âlemdeki bütün yaratıklar için rahmet kaynağı olmasıdır. Bu durum ise ancak onun elçilik ve peygamberliğinin evrensel olduğu ve ondan sonra başka bir peygamber göndermeye gerek duyulmadığı takdirde mümkündür. Hz. Muhammed'in son peygamber olduğunu gösteren diğer bir âyet de şudur: "Hem Allah, vaktiyle peygamberlerden "size Kitap ve hikmet vermemden sonra, sizin yanınızda bulunan kitabı tasdik edici bir peygamber geldiğinde, mutlaka ona inanıp yardımcı olacaksınız!" diye söz almıştır. Allah: "Bunu kabul ettiniz, bu ağır yükümü sırtınıza aldınız mı? dediğinde onlar: "Kabul ettik" diye kesin söz verince, Allah Teala: "Siz de şahit olun, zaten Ben de sizinle beraber şahitlik edeceğim." buyurdu."(Âl-i İmran, 3/81). Bu âyetten anlaşıldığına göre: Allah bütün ruhları yarattığı zaman onlardan ahit almıştır. Bu ahid içerisinde insanlardan, Hz. Muhammed kendi hayatları zamanında zuhur ederse ona inanmaları ve ona yardım etmeleri konusunda söz aldı.
Fakat Allah, Hz. Muhammed'in büyüklüğünü sadece bir şartlı cümleye bağlı kılmamış, rivâyetlerin bildirdiğine göre, değişik zamanlarda bunu değişik şekillerde de göstermiştir. Örneğin Mî'rac gecesinde peygemberleri Beytü'l-Makdis (Kudüs)'e topladığında Hz. Muhammed hepsine imam olmuş, namaz kıldırmıştır; ve kıyamet gününde bütün peygamberler onun sancağı (liva-i hamd) altında toplanacaklardır.14 Aynı zamanda Hz. Muhammed'in üstünlüğüne ve son peygamber olduğuna delalet eden diğer ayetler de şünlardır: "De ki: Ey insanlar, ben Allah'ın size, hepinize gönderdiği peygamberiyim"(A'râf, 7/158), "âlemleri uyarmak üzere kulu Muhammed'e hakkı bâtıldan ayırdeden Kur'ân'ı gönderen Allah yücelerin yücesidir"(Furkan, 25/1), "Seni insanlara peygamber gönderdik (Nisa, 4/79), "Ey insanlar! Peygamber Rabbinizden size gerçekle geldi; inanın bu sizin hayrınızadır"(Nisa, 4/170). "Doğru yol apaçık kendisine belli olduktan sonra Peygamberden ayrılıp, inananlardan başkasının yoluna uyan kimseyi, döndüğü yöne döndürür ve onu cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir."(Nisa, 4/115) "...dinini bütün dinlerden üstün kılmak üzere, peygamberini doğru yol ve hak dinle gönderen Allah'tır." (Tevbe, 9/13).15
Hz. Muhammedin son peygamber olduğuna doğrudan delâlet eden âyetlerin en meşhuru Ahzap sûresinin 40. âyetidir. Bu âyette Hz. Muhammed "nebilerin hâtemi" olarak zikredilmektedir. Arap dilindeki lügatlara ve tefsir kitaplarına baktığımızda buradaki "hâtem" kelimesinin "sonuncu" mânasında olduğunu görürüz. Buradaki "Hâtem" kelimesi ile Hz. Muhammed'in son peygamber olduğu belirtilmiştir ancak Kadiyânîlik mezhebi ve Behâîlik dini mensûpları, Hâtem kelimesini farklı şekilde yorumlayarak Hz. Muhammed'in son peygamber olmadığı gibi bir iddia ile bir takım hatalı, isabetsiz yorumlar yapmışlardır.16
"Hâtem" sözcüğü, Arapça'de mücevher, üzerine isim kazınmış mühür, yüzük, herşeyin sonu, bir şeyi bitiren ya da kapatan kişi mânâlarına gelmektedir.17 Bu sözcük bir kavimle ya da bir toplulukla birlikte kullanıldığında "sonuncu" anlamına gelir.18 Haliyle Ahzâb sûresindeki âyette geçen "Hâteme'n-Nebiyyîn" tabiri Hz. Muhammed'in nebilerin / peygamberlerin sonuncusu olduğunu gösterir. Arapçada hâtim sözcüğü ismi fâil olup, bitiren, sona erdiren yahut mühürleyen anlamına gelir. Hâtem ise ismi âlettir ve mühür demektir. Mühür ise bir şeyin tevsîk (vesikalandırılması, sağlam bir şekilde belgelendirilmesi) ve tasdîki (doğrulanması, onaylanması) için metnin sonuna basıldığından hem âhir (son), hem de tasdik mânâsını içerir. Bu durumda her iki okunuş da (Hâteme'n-Nebiyyîn veya Hâtimi'n-Nebiyyîn) Hz. Muhammed'in ayrı iki özelliğini vurgulamış olur. O hem peygamberlerin gelişini sona erdiren "âhir'ul-enbiyâ"dır, hem de bütün peygamberleri tasdik eden "hâtemu'n-nebiyyîn" ilâhî bir damgadır.19 Hadis literatüründe de "hâtim" kelimesinin "son" anlamında kullanıldığı. Bu kelimenin kullanıldığı bir çok hadîsten sadece ikisini örnek olarak vermemiz yeterli olacaktır: "Şüphesiz benimle benden öneceki peygamberlerin durumu şu temsile benzer. Bir adam bir ev yaptırmış, onu güzel bir şekilde tamamlamış, süslemiştir. Yalnız evin bir küşesinde bir ker***lik yer boş kalmıştır. Bu vaziyette insanlar binaya girip gezmeye başlarlar ve o eksik yeri görüp hayret ederek 'Keşke şu tek ker*** de yerine konsaydı' derler. İşte ben o boş bırakılan yeri dolduran ker*** gibiyim; ben peygamberlerin sonuncusuyum."20 İkinci hadis de şudur: "Altı haslet ile diğer peygamberlerden üstün kılındım: Cevâmiu'l-kelim (çok mânâ taşıyan sözcükler) bana verildi; (düşmanın yüreğine atılan) korkuyla bana yardım edildi; ganimet malları bana helal kılındı; yeryüzü benim için mescid ve tahûr (temiz) kılındı; yaratılmışların hepsine gönderildim ve peygamberler benimle son buldular (Hatemu'n-Nebiyyîn) İlâhi bir damgadır."21 Hz. Muhammed'in son peygamber oluşuna dair de pek çok hadisi şerif bulunmaktadır. Bu husustaki haberler tevâtüren sâbittir. Tevâtür ise, yalan söylemek üzere birleşmelerini aklın kabul edemeyeceği kadar çok sayıda bir topluluğun, her devir ve her nesilde, arada kesinti olmaksızın, nakledegeldikleri haberdir.22 II. Diğer Deliller
Hz. Muhammed'in son peygamber olduğunu rasyonel bir şekilde açıklamak ve bunu aklî delillerini göstermek her zaman mümkündür. Bu deliller maddeler halinde şöyle sıralanabilir.
1. Hz. Muhammed'in getirmiş olduğu Kur'ân, önceki peygamberlere gelen kutsal kitaplar ve sahifeler gibi tahrif edilmiş değildir. Gerek nüzûlü esnasında yazı ile tespiti ve gerekse daha sonraki nesillere aktarılması sırasında hiçbir değişikliğe uğramadığı, bütün islam araştırmacıları ve hatta bazı insaflı oryantalistler tarafından bile kabul edilmiştir... Yine Hz. Muhammed vasıtasıyla insanlara iletilen kur'ân'ın, tüm meydan okumalara rağmen23 benzer sağlamlıkta, vecizlikte ve zengin içerikte alternatif veya rakip bir karşı koyuşa muhatap olmaması da Hz. Peygamber'in getirdiğinin eşsizliğine ve bunu getirenin son peygamber olduğuna delildir.
2. Kur'ân ile birlikte Hz. Muhammed'in örnek hayatının da sağlam bir şekilde tespit edilmesi, tahrif edilmemiş olması ve yaygın ve saygın bir şekilde izlenir olması, onun son peygamber olduğunu göstermektedir.
3. Peygamber efendimizin sünnetinin günümüze kadar kesintisiz olarak büyük bir nesil tarafından kavlî ve fiilî planda aktarılmış olması da bir başka delil olarak karşımıza çıkmaktadır.
4. Mücâdele yöntemi, kişiliği, getirmiş olduğu prenspilerin evrenselliği ve uygulanabilirliği açısından da bakıldığında Hz. Muhammed'in son peygamber olduğu gerçeği ni gösteren delillerdendir.
5. Hz. Muhammed'in hem mucizeleri, hem de üstün nitelikleri bakımından diğer peygamberlerde olmayan hususiyetlere sahip olması ve cami şahsiyeti de bir başka delildir.
6. Diğer peygamberlere nazaran da onlara verilmeyen mucizelerin ona verilmesi, miraca yükselmesi, Allah'ın kendisini dost (halil) edinmesi, Ümmetini orta ümmet ve en hayırlı ümmet24 kılması, onun hayatı üzerine yemin etmesi, (Hicr, 15/72) davasında ona başarı imkânları açması,(A'lâ, 86/8) melekleri diğer peygamberlere vahiy için gönderdiği halde Hz.Muhammed'e vahyin yanısıra ona yardım için de göndermesi,(Enfâl, 8/26) nefsini yanlışa düşmekten ve unutmaktan koruması,(A'lâ, 86/6) gibi birtakım özel imkânların fiili olarak Hz. Muhammed'e verilmesi/açılması da onun peygamberlerin en üstünü ve sonucusu olduğuna delildir.
7. Tarihsel açıdan da Hz. Muhammed'in, diğer peygamberlerle karşılaştırıldığında, son Peygamber olduğunu haklı kılacak gerekçeler vardır. Sözgelimi Hz. Musa'nın şeriatı İsrailoğullarına mahsus kalmıştır. Hz. İsa'nın ki ise hayatta olan çok az kişi tarafından kabul görmüştür.25 Hz. İsa'nın tebliği, o hayatta iken geniş kitlelere ulaşamamış ve davetinin etkisi oldukça sınırlı kalmıştır. Hz. Muhammed'e gelince, onun daveti o daha hayatta iken geniş halk kitlelerine ulaşmış ve çağrısına yüzbinin üstünde kişinin icabet ettiğini görmüştür.
Makaleyi sonlandırırken Hz. Muhammed'in son peygamber olmasının beraberinde sosyal piskoloji açısından bir takım olumlu sonuçlar doğurduğu görülmüştür. Sosyal psikoloji açısından bakıldığında da Hz. Muhammed ile peygamberliğin sona erdiği inancı makul ve olumlu sonuçlar doğurmakta. İnsanlığın tekâmülü, beşer aklının gelişmesi, insan cehdinin artması ve problemlere çözüm üretmesi açısından düşünüldüğünde peygamberliğin son bulduğu fikri akla daha yatkındır. Zira "Artık bundan sonra yeni bir peygamber gelmeyecek" inancı, insanların, peygamber kanalıyla kendilerine verileni ucuzca harcamamaları, onu işleyip geliştirmeleri, o emânetin ışığında her çağda kendi problemlerine çözüm üretmeleri, zihinlerini atâletten korumaları, "Nasıl olsa peygamber gelip düzeltir!" düşüncesiyle fikri, zihni ve ameli rehâvete düşmemeleri açısından önemlidir. Şurasını da unutmamak gerekir ki, peygamberliğin Hz. Muhammed ile son bulması, ilâhî inâyet ve rahmetin kesildiği anlamına gelmemelidir. Aksine yukarıda da belirttiğimiz gibi, peygamberin bıraktığı emanete sarılarak, ortaya koyduğu ölçülere yapışarak çözüm yolları geliştirmek mümkün ve bu uğurda cehd gösterme imkanları daima açıktır.
Hz. Peygamber'in mirası (Kur'ân ve Sünnet), insanlığın asrı saadetten bu yana bütün problemleri çözdüğü gibi bundan sonra kıyamete kadarda ortaya çıkması muhtemel dinî ve dünyevî problemleri çözmeye yeterli olacaktır. q
Dipnotlar
1. Heyet, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul, 1986, C.II, s.34 vd; Üçok, Bahriye, İslâm'dan Dönenler ve Yalancı Peygamberler, s.24, Ankara, 1967. 2. El-Bağdâdî Ebu Mansûr Abdulkaahir, Mezhepler Arasındaki Farklar (el-Fark beyne"l-Fırak), Çev. Ethem Ruhi Fığlalı, s.175 vd. Ankara, 1991. 3. Bkz. El-Bağdâdî, a.g.e. s. 187192; Gazâli, Ebu Hamid Muhammed, Bâtınîliğin İç Yüzü, Çev. Avni İlhan, s.26, Ankara, 1993; Fığlalı, Kâdıyânilik (Ahmediyye Mezhebi), İzmir, 1986, s.118 vd. 4. el-Bağdâdî, Ebû Mansur Abdulkâhir İbn Tâhir, Usûlü'd-Din, s.162, Beyrut, 1401/1981. 5. Taftazânî, Sa'duddin Mesud b.Ömer, Kelâm İlmi ve İslâm Akâidi (Şerhu'l-Akâid) Çev. Süleyman Uludağ, s.298-299, İstanbul, 1991. 6. Taftazânî, a.g.e, s. 299-300 (Mütercim S. Uludağ'ın 4 nolu dipnotu) 7. "Ey Muhammed! İşte sana da buyruğumuzla Cebrâil'i gönderdik; sen Kitap nedir, iman nedir önceleri bilmezdin.."(Şûrâ, 42/52) 8. "Sen daha önce bir kitaptan okumuş ve elinle de onu yazmış değildin. Öyle olsaydı, bâtıl söze uyanlar şüpheye düşerler."(Ankebût, 29/48) 9. Müslüman bilenlere göre Hz. Muhammed'in müjdelenen son peygamber olduğuna işaret eden pasajlardan bazıları şunlardır: Tekvin, 17/20; Tesniye, 18/17; 32/21; 332; Mazmur, 45, 49; İşaya, 21/69; 42/917; 54; 60/17; 65/16; Daniel, 2/3145; Matta, 3/2; 4/17; 6/10; 10/7; 13/31-32; 20/116; 21/33-44; Luka, 9/2; 10/9; Yuhanna, 14/15-16; 15/26; 16/78, 13-14. (Aydın, Mehmed, "Beşâirü'Nübüvve", DİA, C. V, İstanbul, 1992, s.550. Ayrıca bkz. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, C. I, s. 500507, 531-532; II. 1140-1141; IV, 2298-2302). İstanbul, 1971. 10. Aydın, "Beşâirü'Nübüvve", DİA C. V, s.550 11. Rahmetullah ed-Delhî, İzhâru'l-Hakk, çev. Ömer Fehmi Ef., Nüzhet Efendi, s.650, İstanbul, 1972. 12. Bkz. Nahl, 16/36; Kasas, 28/59; Bakara, 2/31, 33, 37, 102, 125-127, 130-140, 151, 251; Âli İmrân, 3/33, 45, 52-59; Nisa, /163; En'âm, 6/42, 535, 85-86; A'raf, 7/59, 73-79; Yusuf, 12/109; Meryem, 9/12-15, 56-58; Hicr, 15/10; Lokman, 31/13; Nuh, 71/28; Yunus, 10/98; Hûd, 1/71; Sâd, 38/334, 48; Enbiya, 21/47, 51-73, 76, 83-88... 13. Âyetin yorumu ile ilgili bilgi için bkz. Sîret Ansiklopedisi, Haz. Afzalur Rahman, C. VI. s. 264-308, Çev. Kenan Dönmez, İstanbul, 1996. 14. Afzalur Rahman, a.g.e., C. VI. s.313. 15. Bu konu ile ilgili diğer âyetler için bkz. Bakara, 2/91, 97, 101; Âli İmrân, 3/31, 183-184; Nisa, 4/59-60, 69, 136, 162, 170, 174-175; Mâide, 15-16; En'am, 6/34; A'raf, 7/156-158; Enfal, 8/24; Yunus, 10/1314; Nûr, 24/51, 54, 56, 62; Ahzâb, 33/7; Sebe', 34/28, 46; Fâtır, 35/4, 31; Fussilet, 41/43; Şûrâ, 42/3; Muhammed, 47/2; Fetih, 48/17, 28; Kamer, 54/1; Vâkı'a, 56/13-14; Hadid, 57/28; Saf, 61/9; Cum'a, 62/23; Teğabün, 64/8; Mürselât, 77/16-17. 16. Bahâiler, burada geçen "hâ te me" sözcüğünün "hâtem" şeklinde fethalı olarak okunması gerektiği, böyle okunursa âyetten Hz. Muhammed'in daha önce gönderilen peygamberleri yüce makamıyla süsleyen bir yüzük, bir kıymetli taş olarak övüldüğünün anlaşılacağını; buna rağmen "hâtim" şeklinde kesreli okunursa "Hâtimü'l-Enbiya" tabirinin, resûllerin değil de nebilerin sonuncusu anlamına geldiğini ileri sürmüşlerdir. Kâdiyânilere göre de bu âyetteki "hâtem" sözcüğü "mühür" anlamına gelir ve hayet de Hz. Muhammed'in yetişkin bir oğlunun bulunmadığını ifade eder. Öyleyse onun manevi oğulları bulunmalıdır. Bunlar da onun şeriatını takip eden ve yeni bir şeriat getirmeyen peygamber (nebiler)dir. Yine onlar "hatem" sözcüğünü son değil, en üstün anlamında yorumlarlar. İhsan İlahi Zâhir, İslâm Dünyasında İngiliz Emperyalizmi-Kâdiyânilik, s. 264, Çev. Arif Aytekin, İstanbul, 1985. Bu tanışma ile ilgili daha geniş bilgi için bkz. Mehmet İlhan, Hz. Muhammed'in Son Peygamber Oluşuna Dair Kelâmî Deliller, s.57-62, D.E.Ü Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir, 1998, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi). 17. Elmalılı, a.g.e, C. VI. s.3906. 18. İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab, C.XII, s. 163-164, Beyrut, 1375/1956; Ahderî, Mustafa İbn Şemsüddîn, Ahderî Kebîr, s. 265, İstanbul, 1310. 19 İbn Manzûr, aynı yer. 20. Buharî, Menâkıb 18 (42). 21. Tirmizi, Siyer, 5 (1594). 22. Sîret ansiklopedisi'nde Hz. Muhammed'in son peygamber oluşu ile ilgili hadîsleri ve bunların değerlendirilmesini topluca görebiliriz. (bkz. a.g.e, C. VI. s. 348-387. 23. Bkz. Bakara, 2/23-24; İsra, 17/88. 24. Bkz. Âli İmrân, 3/110; Bakara, 2/143, 25. Fahru'd-Din er-Râzi, İslâm İnancının Ana Konuları (Meâlimi Usûli'ddîn), Çev. Nâdim Macit, Erzurum, 1996, s.100; Taftazâni, a.g.e, s.300.
Kaynak : Yeni Ümit dergisi, Sayı : 49
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Ağustos 2006       Mesaj #8
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
[Kur'an > Sure Bakara> Ayet 170

Onlara (müşriklere): Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, "Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız" dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?
Kur'an > Sure Bakara> Ayet 189

Sana, hilâl şeklinde yeni doğan ayları sorarlar. De ki: Onlar, insanlar ve özellikle hac için vakit ölçüleridir. İyi davranış, asla evlere arkalarından gelip girmeniz değildir. Lâkin iyi davranış, korunan (ve ölçülü giden) kimsenin davranışıdır. Evlere kapılarından girin, Allah'tan korkun, umulur ki kurtuluşa erersiniz.
Kur'an > Sure Âl-i İmrân > Ayet 20

Eğer seninle tartışmaya girerlerse de ki: "Bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allah'a teslim ettim." Ehl-i kitaba ve ümmîlere de: "Siz de Allah'a teslim oldunuz mu?" de. Eğer teslim oldularsa doğru yolu buldular demektir. Yok eğer yüz çevirdilerse sana düşen, yalnızca duyurmaktır. Allah kullarını çok iyi görmektedir.
Kur'an > Sure Âl-i İmrân > Ayet 103

Hep birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.
Kur'an > Sure Âl-i İmrân > Ayet 130

Ey iman edenler! Kat kat arttırılmış olarak faiz yemeyin. Allah'tan sakının ki kurtuluşa eresiniz.
Kur'an > Sure Nisâ> Ayet 4

Kadınlara mehirlerini gönül rızası ile (cömertçe) verin; eğer gönül hoşluğu ile o mehrin bir kısmını size bağışlarlarsa onu da afiyetle yeyin.
Kur'an > Sure Nisâ> Ayet 7

Ana-babanın ve yakınların bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır; ana-babanın ve yakınların bıraktıklarından kadınlara da bir pay vardır. Gerek azından, gerek çoğundan belli bir hisse ayrılmıştır.
Kur'an > Sure Nisâ> Ayet 19

Ey iman edenler! Kadınlara zorla vâris olmanız size helal değildir. Apaçık bir edepsizlik yapmadıkça, onlara verdiğinizin bir kısmını ele geçirmek için de kadınları sıkıştırmayın. Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız (biliniz ki) Allah'ın hakkınızda çok hayırlı kılacağı bir şeyden de hoşlanmamış olabilirsiniz.
Kur'an > Sure Nisâ> Ayet 22

Geçmişte olanlar bir yana, babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin; çünkü bu bir hayasızlıktır, iğrenç bir şeydir ve kötü bir yoldur.
Kur'an > Sure Nisâ> Ayet 23

Analarınız, kızlarınız, kızkardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları, kızkardeş kızları, sizi emziren analarınız, süt bacılarınız, eşlerinizin anaları, kendileriyle birleştiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız size haram kılındı. Eğer onlarla (nikâhlanıp da) henüz birleşmemişseniz kızlarını almanızda size bir mahzur yoktur. Kendi sulbünüzden olan oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi birden almak da size haram kılındı; ancak geçen geçmiştir. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.
Kur'an > Sure Nisâ> Ayet 119

"Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara boğacağım, kesinlikle onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar (putlar için nişanlayacaklar), şüphesiz onlara emredeceğim de Allah'ın yarattığını değiştirecekler" (dedi). Kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost edinirse elbette apaçık bir ziyana düşmüştür.
Kur'an > Sure Nisâ> Ayet 127

Senden kadınlar hakkında fetva istiyorlar. De ki, onlara ait hükmü size Allah açıklıyor: Kitap'ta, kendileri için yazılmışı (mirası) vermeyip nikâhlamak istediğiniz yetim kadınlar, çaresiz çocuklar ve yetimlere karşı âdil davranmanız hakkında size okunan âyetler (Allah'ın hükmünü apaçık ortaya koymaktadır). Şüphesiz Allah yaptığınız hayırları bilmektedir.
Kur'an > Sure Mâide> Ayet 3

Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, (taş, ağaç vb. ile) vurulup öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp ölmüş (hayvanlar ile) canavarların yediği hayvanlar -ölmeden yetişip kestikleriniz müstesna- dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal oklarıyle kısmet aramanız size haram kılındı. Bunlar yoldan çıkmaktır. Bugün kafirler, sizin dininizden (onu yok etmekten) ümit kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim. Kim, gönülden günaha yönelmiş olmamak üzere açlık halinde dara düşerse (haram etlerden yiyebilir). Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.
Kur'an > Sure Mâide> Ayet 103

Allah bahîra, sâibe, vasîle ve hâm diye bir şey (meşru) kılmamıştır. Fakat kafirler, yalan yere Allah'a iftira etmektedirler ve onların çoğunun da kafaları çalışmaz.
Kur'an > Sure Mâide> Ayet 104

Onlara, "Allah'ın indirdiğine ve Resûl'e gelin" denildiği vakit, "Babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter" derler. Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi?
Kur'an > Sure En'âm> Ayet 136

Allah'ın yarattığı ekinlerle hayvanlardan Allah'a pay ayırıp zanlarınca, bu Allah'a, bu da ortaklarımıza (putlarımıza) dediler. Ortakları için ayrılan Allah'a ulaşmıyor, fakat Allah için ayrılan ortaklarına ulaşıyor! Ne kötü hüküm veriyorlar?
Kur'an > Sure En'âm> Ayet 137

Bunun gibi ortakları, müşriklerden çoğuna çocuklarını (kızlarını) öldürmeyi hoş gösterdi ki, hem kendilerini mahvetsinler hem de dinlerini karıştırıp bozsunlar! Allah dileseydi bunu yapamazlardı. Öyle ise onları uydurdukları ile başbaşa bırak!
Kur'an > Sure En'âm> Ayet 138

Onlar saçma düşüncelerine göre dediler ki: "Bu (tanrılar için ayrılan) hayvanlarla ekinler haramdır. Bunları bizim dilediğimizden başkası yiyemez. Bunlar da binilmesi yasaklanmış hayvanlardır." Birtakım hayvanlar da vardır ki, (Allah böyle emrediyor diye) O'na iftira ederek üzerlerine Allah'ın adını anmazlar. Yapmakta oldukları iftiraları yüzünden Allah onları cezalandıracaktır.
Kur'an > Sure En'âm> Ayet 139

Dediler ki: "Şu hayvanların karınlarında olanlar yalnız erkeklerimize aittir, kadınlarımıza ise haram kılınmıştır. Şayet (yavru) ölü doğarsa, o zaman (kadın erkek) hepsi onda ortaktır." Allah bu değerlendirmelerinin cezasını verecektir. Şüphesiz ki O hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir.
Kur'an > Sure En'âm> Ayet 140

Bilgisizlikleri yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah'ın kendilerine verdiği rızkı, Allah'a iftira ederek (kadınlara) haram kılanlar, muhakkak ki ziyana uğramışlardır. Onlar gerçekten sapmışlardır ve doğru yolu bulacak da değillerdir.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Ağustos 2006       Mesaj #9
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Kur'an > Sure Bakara> Ayet 23

Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah'tan gayrı şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın.
Kur'an > Sure Bakara> Ayet 99

Andolsun ki sana apaçık âyetler indirdik. (Ey Muhammed!) Onları ancak fâsıklar inkar eder.
Kur'an > Sure Bakara> Ayet 119

Doğrusu biz seni Hak (Kur'an) ile müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Sen cehennemliklerden sorumlu değilsin.
Kur'an > Sure Bakara> Ayet 143

İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Resûl'ün de size şahit olması için sizi mutedil bir millet kıldık. Senin (arzulayıp da şu anda) yönelmediğin kıbleyi (Kâbe'yi) biz ancak Peygamber'e uyanı, ökçeleri üzerinde geri dönenden ayırdetmemiz için kıble yaptık. Bu, Allah'ın hidayet verdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı asla zayi edecek değildir. Zira Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir.
Kur'an > Sure Bakara> Ayet 185

Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'an'ın indirildiği aydır. Öyle ise sizden ramazan ayını idrak edenler onda oruç tutsun. Kim o anda hasta veya yolcu olursa (tutamadığı günler sayısınca) başka günlerde kaza etsin. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Bütün bunlar, sayıyı tamamlamanız ve size doğru yolu göstermesine karşılık, Allah'ı tazim etmeniz, şükretmeniz içindir.
Kur'an > Sure Âl-i İmrân > Ayet 3

**2** (Resûlüm!) O, sana Kitab'ı hak ve önceki kitapları tasdik edici olarak tedricen indirmiş; daha önce de, insanlara doğru yo- lu göstermek üzere Tevrat ile İncil'i ve Furkan'ı indirmiştir. Bilinmeli ki, Allah'ın âyetlerini inkar edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah, suçlunun hakkından gelen mutlak güç sahibidir.
Kur'an > Sure Âl-i İmrân > Ayet 7

Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onun (Kur'an'ın) bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab'ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek pâyeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği) ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlar.
Kur'an > Sure Âl-i İmrân > Ayet 64

(Resûlüm!) De ki: Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah'tan başkasına tapmayalım; O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman: Şahit olun ki biz müslümanlarız! deyiniz.
Kur'an > Sure Âl-i İmrân > Ayet 84

De ki: Biz, Allah'a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kub ve Ya'kub oğullarına indirilenlere, Musa, İsa ve (diğer) peygamberlere Rableri tarafından verilenlere iman ettik. Onları birbirinden ayırdetmeyiz. Biz ancak O'na teslim oluruz.
Kur'an > Sure Âl-i İmrân > Ayet 144

Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allah'a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır.
Kur'an > Sure Âl-i İmrân > Ayet 151

Allah'ın, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O'na ortak koşmaları sebebiyle, kafirlerin kalplerine yakında korku salacağız. Gidecekleri yer de cehennemdir. Zalimlerin varacağı yer ne kötüdür!
Kur'an > Sure Âl-i İmrân > Ayet 159

O vakit Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.
Kur'an > Sure Âl-i İmrân > Ayet 199

Ehl-i kitaptan öyleleri var ki, Allah'a, hem size indirilene, hem de kendilerine indirilene tam bir samimiyetle ve Allah'a boyun eğerek iman ederler. Allah'ın âyetlerini az bir paraya satmazlar. İşte onlar için Rableri katında ecirleri vardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk olandır.
Kur'an > Sure Nisâ> Ayet 41

Her bir ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onlara şahit olarak gösterdiğimiz zaman halleri nice olacak!
Kur'an > Sure Nisâ> Ayet 47

Ey ehl-i kitap! Biz, birtakım yüzleri silip dümdüz ederek arkalarına çevirmeden, yahut onları, cumartesi adamları gibi lânetlemeden önce (davranarak), size gelenleri doğrulamak üzere indirdiğimize (Kitab'a) iman edin; Allah'ın emri mutlaka yerine gelecektir.
Kur'an > Sure Nisâ> Ayet 79

Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir. Seni insanlara elçi gönderdik; şahit olarak da Allah yeter.
Kur'an > Sure Nisâ> Ayet 105

Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana Kitab'ı hak ile indirdik; hainlerden taraf olma!
Kur'an > Sure Nisâ> Ayet 113

Allah'ın sana lütfu ve esirgemesi olmasaydı, onlardan bir güruh seni saptırmaya yeltenmişti. Onlar yalnızca kendilerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler. Allah sana Kitab'ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğini öğretmiştir. Allah'ın lütfu sana gerçekten büyük olmuştur.
Kur'an > Sure Nisâ> Ayet 136

Ey iman edenler! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği kitaba iman (da sebat) ediniz. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkar ederse tam manasıyla sapıtmıştır.
Kur'an > Sure Nisâ> Ayet 162

Fakat içlerinden ilimde derinleşmiş olanlar ve müminler, sana indirilene ve senden önce indirilene iman edenler, namazı kılanlar, zekâtı verenler, Allah'a ve ahiret gününe inananlar var ya; işte onlara pek yakında büyük mükâfat vereceğiz.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Ağustos 2006       Mesaj #10
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Kur'an > Sure Bakara> Ayet 118

Bilmeyenler dediler ki: Allah bizimle konuşmalı ya da bize bir âyet (mucize) gelmeli değil miydi? Onlardan öncekiler de işte tıpkı onların dediklerini demişlerdi. Kalpleri (akılları) nasıl da birbirine benzedi? Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere âyetleri apaçık gösterdik.
Kur'an > Sure Bakara> Ayet 119

Doğrusu biz seni Hak (Kur'an) ile müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Sen cehennemliklerden sorumlu değilsin.
Kur'an > Sure Bakara> Ayet 147

Gerçek olan, Rabbinden gelendir. O halde kuşkulananlardan olma!
Kur'an > Sure Bakara> Ayet 170

Onlara (müşriklere): Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, "Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız" dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?
Kur'an > Sure Bakara> Ayet 212

Kafir olanlar için dünya hayatı câzip kılındı. (Bu yüzden) onlar, iman edenler ile alay ederler. Oysa ki, (iman edip) inkardan sakınanlar kıyamet gününde onların üstündedir. Allah dilediğine hesapsız lütufta bulunur.
Kur'an > Sure Bakara> Ayet 217

Sana haram ayı, yani onda savaşmayı soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak büyük bir günahtır. (İnsanları) Allah yolundan çevirmek, Allah'ı inkar etmek, Mescid-i Haram'ın ziyaretine mâni olmak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyük günahtır. Fitne de adam öldürmekten daha büyük bir günahtır. Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler. Sizden kim, dininden döner ve kafir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da ahirette de boşa gider. Onlar cehennemliktirler ve orada devamlı kalırlar.
Kur'an > Sure Bakara> Ayet 252

İşte bunlar Allah'ın âyetleridir. Biz onları sana doğru olarak anlatıyoruz. Şüphesiz sen, Allah tarafından gönderilmiş peygamberlerdensin.
Kur'an > Sure Bakara> Ayet 258

Allah kendisine mülk (hükümdarlık ve zenginlik) verdiği için şımararak Rabbi hakkında İbrahim ile tartışmaya gireni (Nemrut'u) görmedin mi! İşte o zaman İbrahim: Rabbim hayat veren ve öldürendir, demişti. O da: Hayat veren ve öldüren benim, demişti. İbrahim: Allah güneşi doğudan getirmektedir; haydi sen de onu batıdan getir, dedi. Bunun üzerine kafir apışıp kaldı. Allah zalim kimseleri hidayete erdirmez.
Kur'an > Sure Âl-i İmrân > Ayet 12

(Resûlüm!) İnkâr edenlere de ki: Yakında mağlup olacaksınız ve cehenneme sürüleceksiniz. Orası kalınacak ne kötü bir yerdir!
Kur'an > Sure Âl-i İmrân > Ayet 58

(Resûlüm!) Bu söylenenleri biz sana âyetlerden ve hikmet dolu Kur'an'dan okuyoruz.
Kur'an > Sure Âl-i İmrân > Ayet 61

Sana bu ilim geldikten sonra seninle bu konuda çekişenlere de ki: Geliniz, sizler ve bizler de dahil olmak üzere, siz kendi çocuklarınızı biz de kendi çocuklarımızı, siz kendi kadınlarınızı, biz de kendi kadınlarımızı çağıralım, sonra da dua edelim de Allah'tan yalancılar üzerine lânet dileyelim.
Kur'an > Sure Âl-i İmrân > Ayet 62

Şüphesiz bu (İsa hakkında söylenenler), doğru haberlerdir. Allah'tan başka ilâh yoktur. Muhakkak ki Allah, evet O, mutlak güç ve hikmet sahibidir.
Kur'an > Sure Âl-i İmrân > Ayet 63

Eğer yine yüz çevirirlerse, şüphesiz Allah, bozguncuları hakkıyla bilendir.
Kur'an > Sure Âl-i İmrân > Ayet 81

Hani Allah, peygamberlerden: "Ben size Kitap ve hikmet verdikten sonra nezdinizdekileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz" diye söz almış, "Kabul ettiniz ve bu ahdimi yüklendiniz mi?" dediğinde, "Kabul ettik" cevabını vermişler, bunun üzerine Allah: O halde şahit olun; ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim, buyurmuştu.
Kur'an > Sure Âl-i İmrân > Ayet 120

Size bir iyilik dokunsa, bu onları tasalandırır; başınıza bir musibet gelse, buna da sevinirler. Eğer sabreder ve korunursanız, onların hilesi size hiçbir zarar vermez. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.
Kur'an > Sure Âl-i İmrân > Ayet 126

Allah, bunu size sırf bir müjde olsun ve kalpleriniz bu sayede rahatlasın diye yaptı. Zafer, yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah katındandır.
Kur'an > Sure Âl-i İmrân > Ayet 139

Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz.
Kur'an > Sure Âl-i İmrân > Ayet 140

Eğer siz (Uhud'da) bir acıya uğradınızsa, (Bedir'de de düşmanınız olan) o kavim de benzer bir acıya uğramıştır. O günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz (zaferi bazen bir topluma bazen öteki topluma nasip ederiz.) Ta ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şahitler edinsin. Allah zalimleri sevmez.
Kur'an > Sure Âl-i İmrân > Ayet 146

Nice peygamberler vardı ki, beraberinde birçok Allah erleri bulunduğu halde savaştılar da, bunlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever.
Kur'an > Sure Âl-i İmrân > Ayet 164

Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkardan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.

Benzer Konular

7 Ocak 2011 / Ziyaretçi Cevaplanmış
26 Aralık 2015 / Bluesorrow Siyaset ww
22 Aralık 2011 / şebnem_ece Soru-Cevap
10 Nisan 2012 / _Yağmur_ Hz. Muhammed
23 Kasım 2006 / Misafir Türkiye Cumhuriyeti