Arama

Malik Bin Enes

Güncelleme: 20 Ağustos 2013 Gösterim: 25.243 Cevap: 4
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Ekim 2005       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Mâlik B. Enes
Mâlik b. Enes b. Mâlik b. Ebi Âmir el-Asbahî. Mâliki Mezhebinin imamı, Muhaddis ve mutlak müctehid.
Sponsorlu Bağlantılar
İmam Mâlik, Medine'de doğmuştur. Onun doğum tarihi hakkında, Hicrî 90'dan 98'e kadar değişen farklı rivayetler vardır. Ancak, yaygınlıkla kabul edileni 93 (711-712) tarihinde doğmuş olduğudur (Ömer Rıza Kehhale, Mu'cemü'l-Müellifîn, Beyrut (t.y.), VIII, 168; ayrıca bk. Suyutî, rezyinü'l-memalik, 7)..
İmam Mâlik'in ailesi aslen Yemenli olup, dedesi Zû Asbah kabilesine mensup olan Mâlik b. Ebu Amir el-Asbahî, Yemen valisinden gördüğü zulüm üzerine Medine'ye gelip yerleşmiştir. Annesi de, yine Yemenli Ezd kabilesinden, Aliye binti Şüreyk el-Ezdî'dir.
İmam Mâlik'in dedesi Medine'ye yerleştikten sonra, Kureyşe mensup Benû Teym b. Murra kabilesi ile hısımlık kurarak, bu kabile mensuplarıyla dostluk (velâ) akdetmiş ve gerektiğinde onlardan yardım görmüştür.
İmam Mâlik'in ailesi, Medine'ye yerleştikten sonra ilimle meşgul olmuş, özellikle hadisleri toplamaya ve Ashab'ın fetvalarını öğrenmeye büyük önem vermişlerdi. Dedesi Mâlik b. Ebu Amir, Tâbiînin büyüklerinden olup, Hz. Ömer (r.a), Osman (r.a), Talha (r.a) ve Aişe (r.anh)'dan hadis rivayet etmiştir.
İmam Mâlik, babasından sadece bir hadis rivayet etmiştir. Bu da, babasının hadisle fazlaca meşgul olmadığını göstermektedir. Ancak amcası Süheyl hadis âlimlerinden olup, İsmail b. Cafer'in hocasıdır. Ayrıca, ez-Zuhrî de ondan ders okumuştur. Onun Nadr ismindeki kardeşi de hadis tahsil etmişti. İmam Mâlik, hadis derslerine başladığı zaman, bu kardeşinin şöhretine binaen Ahu'n-Nadr (Nadr'ın kardeşi) diye çağrılmakta idi. Daha sonra, İmam Mâlik, hadiste onu geçmiş ve kardeşi ona nisbet edilmeye başlanmıştır.
Hulefâ-ı Râşidîn devrinde Medine, Ashab'ın ileri gelen âlimlerinin bir arada bulunduğu ve ilim tahsilinin zirvesine ulaştığı bir merkez konumundaydı. Emevîler devrinde ise Medine, çoğalan fitnelerden ve idarecilerin zulmünden kaçan bir takım âlimlere sığınılacak bir yer görevi görmeye başlamıştı. Ayrıca, Tabii'nin çoğu Medine'de oturmakta, Ashab'ın rivayet ve fıkhını, etraflarını halkalayan ilme susamış talebelere aktarmakta idiler.
İmam Mâlik, kendini tamamen ilme vermiş bir aile muhitinde büyümüş ve çok canlı bir ilmî hareketliliğin yaşandığı Medine'de ilim tahsil etmeye başlamıştı. Böyle bir çevrede bulunması ona, çağın en ileri seviyesindeki alimlerden ders okuma imkânını vermişti.
İmam Mâlik önce, Kur'an-ı Kerîm'i hıfz etmiş, peşinden de hadisleri ezberlemeye başlamış ve bilhassa annesinin teşvik ve yönlendirmeleri ile Medine'nin büyük ve meşhur âlimlerinden Rabia b. Abdurrahman'ın ders halkalarına katılmıştı (Muhammed Ebu Zehra, İmam Mâlik, Terc. Osman Keskioğlu, Ankara 1984, 30).
Daha sonra o, bir şeyler öğrenebileceği bütün âlimlerin yanına gitmeye ve onlardan hadis, sahabelerin fetvaları ve fıkıh konularında istifade etmeye başlamıştı.
Yüze yakın âlimden yararlanan İmam Mâlik'in yetişmesinde, fikrî ve ilmî yapısının oturmasında, başta Abdurrahman ibn Hürmüz, Rabîa, Şıhab ez-Zührî, Ebu Zinad, Yahya b. Sa'id el-Ensârî ve Hz. Ömer (r.a)'ın azadlısı Nâfi'in büyük katkıları olmuştur.
İbn Hürmüz, hadis ve şer'î ilimlerde söz sahibi bir âlim olup, ayrıca zamanın bütün fikrî, siyasî gelişmelerini takip eden ve onların iç gerçeklerine nüfûz eden bir kültür genişliğine sahipti. O, İmam Mâlik'e çok şey öğretir ancak, maslahata uygun görmediği için bunlardan çok azını açıklamasına müsaade ederdi. İbn Hürmüz, sorumluluğundan korktuğu için, Mâlik'ten, hadislerin senedinde kendi adını zikretmemesini istemişti.
İmam Mâlik, Hz. Ömer (r.a) ile Abdullah b. Ömer'in fıkhını ve fetvalarını, Nafi'den öğrenmişti. Ebu Davud, Malik'in Nâfi'den, onun da İbn Ömer'den rivayetini senet yönünden en sağlam olanı kabul eder.
İmam Mâlik, yetişip olgunlaştıktan sonra, fıkıhta hocası olan Rabianın bazı görüşlerini tenkit etmeye başladı. Bundan sonra o, Rabianın derslerini bırakıp, Zührî'nin hadis derslerine devam etti. Ancak, onun fıkhî görüşlerinde, Rabia'nın büyük tesiri vardır.
Bundan sonra o, Zühri'nin dersi dışında evine kapanıyor, o zamana kadar kağıtlara kaydettiklerini derleyip toparlamaya çalışıyordu.
Ayrıca İmam Mâlik, Cafer-i Sadık'ın derslerini hiç bir zaman kaçırmazdı. Onun ilmine, zühd ve takvasına hayranlık duymakta idi. İmam Mâlik onun hakkında; "Abdesti olmadan hadis rivayet etmez, Hz. Peygamberin adı anılınca yüzü sararırdı" demektedir.
O, Medine'nin ilmini tamamen öğrendiğine iyice kanaat getirmeden ders vermeye başlamadı. Medine'de bulunan âlimlerin çoğunun kendisini ders verme hususunda yeterli görmesini açıklamalarından sonra güvenilir ravilerden aldığı hadisleri insanlara öğretmek, fetva soranların problemlerini halletmek ve etrafında toplaşan öğrencilere dersler vermek zorunluluğunu hissetmiştir. İmam Mâlik bu konuda şöyle söylemektedir: "Her aklına esen mescitte oturup ders veremez. Âlimlerden yetmiş kişinin beni yeterli görmesine kadar ben, ders ve fetva vermekten kaçındım". İmam Mâlik ayrıca, hocaları Zührî ve Rabia'ya, ders verip veremeyeceğini sorup olumlu cevap aldıktan sonra bu işe başlamıştır.
İmam Mâlik, derslerini Mescid-i Nebî'de vermeye başlamıştı. Ancak sonraları idrarını tutamama (prostat) hastalığına yakalanınca mescite gelmez olmuş ve derslerine evinde devam etmeye başlamıştır. O, Mescid-i Nebî'de ders okuttuğu zaman, Hz. Ömer (r.a)'in ders okuturken oturduğu yere oturmaya özen göstermiştir. Burası Resulullah (s.a.s)'in mescitte oturduğu yerdir. Ayrıca Medine'de Abdullah b. Mesud'un oturduğu evde ikamet ederek, onların hatırasını zihninde canlı tutmayı arzulamış ve Ashab'ın yaşadığı manevî atmosferi hissetmeye çalışmıştır.
İmam Mâlik'in dersleri, hadis ve fıkhî meselelerle verdiği fetvalar şeklinde cereyan ederdi. O, vuku bulmuş olaylara fetva verir ve değerlendirmelerde bulunurdu. Vuku bulmamış, farazî olaylar için kesinlikle bir görüş beyan etmezdi. Bu da İslâm hukukunun en önemli özelliğidir.
Hastalığının ilk dönemlerinde, mescite namaza gelir, sonra evine dönerdi. Bir zaman sonra namazlara gelemez olmuş, daha sonra cuma namazı için de evinden çıkamaz hale gelmişti. Bu durumunu soranlara hastalığını, ta ölüm döşeğine yatana kadar söylememiştir.
İmam Mâlik, ilimde olgunlaşıp dersler vermeye başladıktan sonra, bilgilerini daha da derinleştirmek ve farklı fıkhî görüşleri, incelikleriyle kavrayabilmek için âlimler ile ilişkisini yoğun bir şekilde sürdürmüştür. Hacca gelen âlimlerle görüşüp, onlarla ilim alışverişinde bulunurdu. O, büyük fakih Ebu Hanife ile de görüşür, onunla münazaralarda bulunurdu. Onların bu görüşmeleri gayet nezih bir şekilde cereyan eder ve herbiri diğerinin fıkıhtaki üstünlüğünü överdi. Bunun gibi o, Keys, Evza'î, Ebu Yusuf, Muhammed b. Hasan, Hammad vb. çağın seçkin âlimleri ile ilmî sohbetlerde birlikte olur, onlarla bir araya gelme fırsatı bulduğunda bunu hiç bir zaman kaçırmazdı. İmam Mâlikin yaşadığı dönem, Medine'nin ilim, inceleme ve araştırmaların odağı olduğu bir dönemdi. Bunun sebebi, Resulullah (s.a.s)'in mescidinin ve kabrinin burada bulunması dolayısıyla İslam coğrafyasının her tarafından, farklı fıkhî ekollere mensup âlimlerin, her hac mevsiminde buraya akın akın gelmeleri idi.
İmam Mâlik ayrıca, ilmini yenilemek ve asrının diğer fakihlerinin görüşlerini öğrenmek için mektuplaşma yolunu da kullanıyordu. O, görüşme imkânı olmayan uzak şehirlerdeki âlimlere mektuplar yazar, değişik konulardaki görüşlerini sorar ve kendi değerlendirmelerini onlara iletirdi.
İmam Mâlik keskin bir zekâ ve kuvvetli bir hafızaya sahipti. Bu da ona, dinlediği hadisleri kolayca ezberleme ve fıkhî konulara rahatça nüfuz edebilme imkanını sağlıyordu. Hadisleri sağlam ravilerden kusursuz olarak bellemiş olduğu halde, bir maslahat görmedikçe hadis rivayet etmezdi. Hadis nakletmenin sorumluluğu onu sıkıntıya sokar ve naklettiği her hadisi için; "Onları nakletmektense herbiri için bir kırbaç yemeyi yeğlerdim" demekte idi.
Sadece Allah Teâlâ'nın rızasını kazanmak için ilim tahsil etmiş, hayatı boyunca takva yolunu terketmemiştir. Ona göre ilim bir nurdur ve ancak huşu ve takva sahibi bir kalpte yerleşebilir. Fetva verirken yavaş hareket eder, iyice düşünür, soran kimseyi göndererek meseleyi tetkik ve tesbit ettikten sonra cevap verirdi. O fetva konusunda hiç bir şeyin kolay olamayacağı görüşünde olup, helâl ve haram ile ilgili her meselenin zor olduğunu söylerdi. Din konusunda kimseyle tartışmaya girmez, insanlar arasında kin tohumları ekeceği için bunu çok kötü bir davranış olarak değerlendirirdi.
İmam Mâlik, bedenen heybetli bir yapıya sahipti. İlim ve büründüğü takva elbisesi onun bu heybetine manevî bir yön katıyordu. Onun bakışlarından herkes etkilenir, insanlara büyüklük taslayan idareciler, valiler onun yanında küçülür ve ona saygı gösterirlerdi.
İmam Mâlik'in babası ok imalatçısı idi. Ancak, İmam Mâlik'in bu mesleği isra ettiğine dair herhangi bir bilgi mevcut değildir. Kardeşi hem hadis okur, hem de ticaretle uğraşırdı. İmam Mâlik'in de bir miktar sermayesi kardeşi tarafından çalıştırılmakta idi. Buna rağmen onun, öğrencilik yıllarında biraz maddî sıkıntı çektiği anlaşılmaktadır.
İmam Mâlik'in yaşadığı dönem fikrî ve siyasî fitnelerin zirvesine ulaştığı bir dönemdir. O, hem Emeviler, hem de Abbasiler döneminde yaşamıştır. Ömer b. Abdülaziz'i takdir eder ve onu ümmetin işlerini hakkıyla yerine getirmeye çalışan adil bir halife olarak görürdü. Ancak o, ne tahtlarını korumak isteyen hükümdarlara taraf olmuş, ne de ayaklanmalarına meşru zemin oluşturmak isteyen isyancı gruplara destek vermiştir. Her zaman gerçekleri yaymaya gayret göstermekle birlikte, anarşinin, müslüman kitleleri perişan ederek fitne ve fesadın yaygınlaşmasına sebeb olacağını düşündüğü için o, isyanları tasvip etmemiştir. Bununla birlikte gayrimeşru bir şekilde ümmetin başına gelen yöneticileri de onaylamamıştır. Bu yüzdendir ki o, bir defasında takibata uğramış ve Abbasiler'in ikinci halifesi Ebu Cafer el-Mansur'un Medine valisi tarafından kendisine işkence yapılmıştır. Buna sebeb olarak da, zorlama ile yapılan bey'atın geçersizliğine fetva vermiş olması gösterilir (Ebu Zehra, a.g.e., 77). Bu işkenceler sırasında, o kırbaçlanmış ve kolu çekilmek sûretiyle sakatlanmıştır.
Ancak daha sonra Mansur, bu olaydan haberi olmadığını ve bu işi yapan valisini cezalandırdığını söyleyerek ondan özür dilemiş, İmam Mâlik de onu bağışlamıştır (İbnü'l-İmâd el-Hanbeli, Şezerâtuz-Zeheb, Beyrut t.y., I, 290).
O, halife ve idarecilere, Hac için Medine'ye geldikleri zaman, halkın menfaatı ve selâmetini gözetip hak ve adalet üzere yürümelerini öğütler, ayrıca yüz yüze görüşme imkânı olmayanlara da mektuplar göndererek onları ıslah etmeye çalışırdı. Bununla beraber o, emir ve hükümdarlardan daima uzak durmuştur. Fakat, samimiyetine inandığı idarecileri derslerine kabul etmiştir. Harun er-Reşid bunlardan biridir. Harun er-Reşid'in İmam Mâlik'in evindeki dersler esnasında sultanların tavrıyla davranmaya kalktığında İmam Malik ona, ilmin her türlü dünya makamından üstün olduğunu ve yücelmenin ancak ilme saygıyla mümkün olabileceğini anlattığında tahtından inmiş ve öteki öğrencilerin arasında onun derslerini dinlemeye devam etmiştir (İbnu'l-İmad el-Hanbeli, a.g.e., I, 291).
İmam Malik'in hastalığı ağırlaşıp, vefat edeceğini anladığında o zamana kadar gizlediği hastalığını ve gizleme sebebini dostlarına şöyle açıklıyordu: "Eğer hayatımın son günleri olmasaydı size bildirmeyecektim. Benim hastalığım idrarımı tutamamamdır. Peygamberin mescitine tam abdestli olmaksızın gelmek istemedim. Rabbime şikayet olmasın diye de hastalığımı kimseye söylemedim" (Ebu Zehra, a.g.e., 286). İmam Malik, Hicri 179 yılında Rabiulevvel ayının on dördüncü günü vefat etmiştir. Safer ayında öldüğüne dair rivayetler de vardır. Cennetu'l-Bakî mezarlığına defnedilmiştir (Ömer Rıza Kehhâle, Mu'cemu'l-Müellifin, Beyrut, t.y, VIII, 168).
O, hem bir hadis âlimi hem de büyük bir fakihti. Onun devrinde ortaya çıkan siyasî ve itikadî fitneler halkın akaidini tehdit eder hale gelmişti. İmam Malik böyle bir ortamda, Sünnet çizgisine sımsıkı sarılarak, insanları sapıtıp delâlete düşmekten kurtarmak için var gücüyle çalışmıştır. Ona göre İslam'ı yaşamak, Resulullah'ın sünnetine ve peşinden gelen Raşid Halifelerin uygulamalarına tabi olmakla mümkündür. Medinelilerin ameli onun için uyulmaya, ahad haberden daha lâyıktır. Çünkü Resulullah (s.a.s), Medine'de yaşamış ve Medineliler, yaşayışını ona uydurmuşlardı. Dolayısı ile Medineliler'in yaşayışı Sünnetin amelî şekilde rivayetidir. Bu, onun fıkıh usulünde de açıkça görülür. Kitap ve Sünnet'ten sonra delil olarak Medineliler'in amelini alır (bk. Malikî Mezhebi Mad).
İmam Malik, imanın kalben tasdik, dil ile ikrar ve amel olduğunu söylerdi. Bu söylediklerini Kur'an'a ve hadislere dayandırırdı. Yine hakkında ayet bulunduğu için imanın artabileceğini söyler, eksilmesi hakkında susardı. Kader, büyük günah, Kur'an-ı Kerim'in mahluk olup olmadığı ve ru'yetullah konularında sahih Ehli sünnet ulemâsı ile aynı görüşleri paylaşmaktadır. Yalnız, o, Ebu Bekir (r.a), Ömer (r.a) ve Osman (r.a)'ın fazilet sıralamasındaki üstünlüklerini kabul ettiği halde, Hz. Ali (r.a) hakkında, diğer âlimlere muhalefet etmiş, onu Hulefâ-i Râşidînden saymamıştır. Buna sebeb olarak da, hilâfeti isteyenle istemeyenin bir olamayacağını gösterirdi.
İmam Malik'in fıkhı, öğrencileri tarafından hazmedilip daha onun sağlığında Mısır başta olmak üzere Kuzey Afrika'da yayılmaya başlamış, oradan da Endülüse ulaşmıştır.
İmam Malik'in ilimdeki büyüklüğü hakkında onun önünde diz çökmüş ve ilminden feyz almış büyük fakîh İmam Şafiî şöyle demektedir: "Malik, Allah Teâlâ'nın, Tabiinden sonra kullarına karşı hüccet olarak gönderdiği bir insandır" (Suphi es-Salih, Hadis İlimleri ve Hadis İstilahları, Terc. Yaşar Kandemir, Ankara 1981, 330).
Hayatı boyunca Medine'den başka bir yere gitmeyen İmam Malik, Resulullah (s.a.s)'e olan aşırı sevgi ve saygısından dolayı, Medine'de bir defa olsun at sırtında dolaşmamıştır.
Muvatta'ı:
O bir çok kitap tedvin etmiş olup, bunlar arasında en önemlisi Muvatta adlı eseridir. İmam Malik bu kitaba Hicaz'ın en sağlam ravilerinin hadislerini almaya özen gösterdi. Ayrıca sahabe sözlerine ve Tabiin fetvalarına da yer vermiştir.
Hadis külliyatı içerisinde ilk tedvin edileni Muvatta'dır. İstisnaları olmakla birlikte, bu zamana kadar çeşitli sebeplerden dolayı hadislerin yazılması tasvib edilmiyordu. Hadisler, kendilerini bu yola adamış muhaddislerin hafızalarında muhafaza ediliyordu. Ancak bir zaman sonra, bir takım insanlar, menfaatlerini veya fırkalarının haklılığını ispatlamak vb. sebeblerden dolayı hadis uydurmaya başlayınca, sahih hadislerin yazılarak tesbit edilmesi zarureti ortaya çıktı. Bu durumu Şıhab ez-Zuhri; "Doğu tarafından, duymadığımız hadisler gelmeye başlamasaydı ne bir hadis yazar, ne de yazılmasına izin verirdim" sözüyle açıklığa kavuşturmaktadır.
Ömer b. Abdülaziz, muhtemelen âlimlerle istişare ederek, hadislerin tedvin edilmesini, valilerine gönderdiği talimatlarla resmen emretmişti. O, âlimlerin ölümleriyle ilmin ve hadislerin kaybolmasından endişe etmekteydi. İlk olarak böyle bir işe girişip, Halifenin isteğini yerine getiren, İmam Malik'in hocası Şihab ez-Zûhrî olmuştur. Fakat, Ömer b. Abdulaziz, arzuladığı tedvin işinin sonuçlarını göremeden vefat etmişti.
Mansur işbaşına geçince, o da Ömer b. Abdulaziz gibi, Medine ilminin toplanıp tedvin edilerek, yazıyla muhafaza altına alınması için çalışmalar yapılmasını istedi. Ancak o, selefi Ömer b. Abdulaziz gibi bütün eyaletlerdeki ilimlerin derlenip toparlanmasını düşünmemiş, sadece Medine'deki hadislerin ve fıkhî görüşlerin tedvinini istemişti. Mansur'un böyle bir işe girişmesinin sebebi âlimlerin ölümleriyle ilmin zayi olması endişesinden kaynaklanıyordu. Onun düşüncesi tamamen idarî maksatlara yönelik olup, ülkenin her tarafındaki mahkemeleri ve yargıyı birleştirerek tevhid-i kaza'yı gerçekleştirmek istiyordu. İmam Malik onun, Medine'nin ilmini tedvin etme isteğini yerine getirdiğinde ortaya Muvatta adlı eseri çıkmıştı. Ancak İmam Malik, Mansûr'un, ülkenin her tarafındaki insanların Muvatta'a uymalarını sağlamak isteğine kesin bir tavırla karşı çıkmıştı. Bu da gösteriyor ki, onun Muvatta'ı kaleme almasının yegâne sebebi, Mansur'un bu yoldaki arzusu değildir. O, Medine'deki sahih hadisleri, sahabe sözlerini ve Tabii'nin fetvalarından tercih ettiklerini toplayarak onların unutulup gitmesini önlemek ve sonraki nesillere sağlıklı bir şekilde intikal etmesini sağlamak istemiştir. Mansûr'un isteği bu konuda ancak teşvik edici bir rol oynamış olabilir. Zira o, daha sonra gelen Mehdi'nin ve Harun er-Reşid'in, Mansur'un isteğine benzer taleplerini de aynı şekilde reddetmiştir.
İmam Malik onlara şöyle diyordu:
"Ashab-ı kiram fer'î meselelerde ihtilâf ettiler ve onlar bu ihtilâflarıyla birlikte her tarafa dağıldılar. Herkes kendine göre isabetlidir. Ulemânın ihtilâfı ümmet için bir çeşit rahmettir. Her biri kendince sahih olana uyuyor. Hepsi hidayet üzere olup, sadece Allah Teâlâ'nın rızasını istemektedirler" (Ebu Zehra, a.g.e., 218).
İmam Malik, hadisleri çok titiz bir tenkit süzgecinden geçirdikten sonra rivayet ederdi. Rivayet ettiği hadisleri sürekli araştırır; ravide bir kusur bulur veya hadis şaz çıkarsa onu hemen terkederdi. Muvatta'ı ilk yazdığında on bine yakın hadisi rivayet etmiş olmasına rağmen, her sene onu tetkik ederek bir kısım hadisleri çıkarmış, neticede Muvatta oldukça küçülmüştü. Onun bu durumunu bazı öğrencileri şöyle dile getirirlerdi; "Herkesin ilmi çoğalıp artıyor; Malik'in ilmi ise noksanlaşıp eksiliyor" (a.g.e., 221). Bu, onun ilmi naklederken ne kadar titiz davrandığını göstermektedir.
Görüldüğü gibi Muvatta'da bulunan hadisler çok sayıda hadis arasından süzülerek seçilmiştir. Bu yüzden hadis tenkidcileri ondaki hadisleri istisnalar hariç sahih kabul etmektedirler.
Muvatta'ı, Kütüb-i Sitte'nin altıncısı olarak kabul edenlere göre derece itibarıyla Sahihayn'dan sonra gelmektedir.
Ancak, bir kısım muhaddisler, ondaki mürsel hadislerin ve Tabiin fetvaları ve fıkhî görüşlerin çokluğunu ileri sürerek Muvatta'ın daha çok bir fıkıh kitabı olduğunu söylemişlerdir (Sûphi es-Salih, a.g.e., 99).
İmam Malik'in, Peygamber (s.a.s), Ashab ve Tabiinden yaptığı rivayetlerin sayısı bin yedi yüz yirmi kadardır. İbn Hacer, Muvatta'ı sahih kabul eder. İbn Hazm, Muvatta'daki beş yüz hadisin müsned, üç yüz hadisin de mürsel olduğunu ve yetmiş civarınıda da Malik'in bizzat onlarla amel ermeye terketmiş olduğu hadis âlimlerinin zayıf olarak değerlendirdiği diğer bazı hadislerin bulunduğunu söylemektedir (Ebu Zehra, a.g.e., 227).
Âlimler arasında, Muvatta'daki hadislerin sıhhat dereceleri hakkında muhtelif görüşlerin bulunmasına rağmen, Malikîler Muvatta'ın tamamının sahih olduğunu kabul etmektedirler. Zira onlar Muvatta`daki mürsel, mu'dal ve munkatı' hadisleri, muttasıl senetlere bağlamak için gayret göstermişler; senedi, Malik'in rivayetinden muttasıl olmayanları da başka sika ravilerle muttasıl olarak tesbit etmişlerdir. Onların hiç bir yolla muttasıl senet bulamadıkları hadisler sadece dört tanedir. Bu durum, İmam Malik'in mürsel, mu'dal ve munkatı, olarak naklettiği hadislerin başka tariklerle müsned olarak nakledildiklerini ve dolayısıyla Muvatta'ın sahih hadis kitaplarından biri olduğunu ortaya koymaktadır.
İmam Malik, Muvatta da beş yüz doksan kadar kimseden rivayet etmektedir. Ashabdan rivayet ettikleri, yüz seksen beşi erkek, yirmi üçü kadın olmak üzere iki yüz sekiz; Tabiinden olanlar ise, kırk sekiz kişidir.
Muvatta'ı rivayet edenler, İmam Malik'in talebeleri olup, Kadı İyad bunların altmış kişi olduklarını tesbit etmiştir (a.g.e., 229).
Bu gün elde bulunan Muvatta biri Ebu Hanife'nin talebesi İmam Muhammed'in rivayeti, diğeri de Malik'in talebesi, Endülüslü Yahya b. Leysî el-Berberî'nin rivayet ettikleri nüshalara göre basılmıştır.
Muvatta, Malikî fıkhının temel kaynağı olup, İmam Malik'in fıkıhta takip ettiği usul ondaki tertipden açıkça anlaşılmaktadır. O, Muvatta'da fıkhî bir konuyla alâkalı hadisi alır, sonra Medineliler'in o konudaki uygulamalarına temas eder, peşinden de Tabiin ve diğer fukahanın görüşlerini zikreder. Eğer bunlarda bir açıklama bulamazsa o zaman sahih olarak bildiği hadislerin ve sair fetvaların ışığı altında kendi reyiyle ictihad eder, meseleyi çözüme kavuştururdu. İmam Malik, aynı zamanda hadis ravilerini araştırıp, onların adalet, hıfz ve zabttaki durumlarını inceleyerek bir tedkik ve tenkit süzgecinden geçiren ilk kimse olma ünvanına da sahibtir (a.g.e., 219). (İmam Malik'in fıkhı ve ona isnat edilen mezheb için bk. "Maliki Mezhebi" maddesi).

Son düzenleyen Blue Blood; 11 Haziran 2007 21:38
Biyografi Konusu: Malik Bin Enes nereli hayatı kimdir.
e.said coskun - avatarı
e.said coskun
Ziyaretçi
22 Temmuz 2010       Mesaj #2
e.said coskun - avatarı
Ziyaretçi
Hz. Enes (r.a.)'in rivâyet ettiği meşhur bazı hadis-i şerifler:

Sponsorlu Bağlantılar
'Zâlime yardım, onu zulmünden alıkoymaktır.'
'İnsan sevdikleri ile beraberdir'
'Ey nas, takvânıza dikkat ediniz. Şeytan sizi aldatmasın.'
'İçinizden bir kimse, bir felâkete uğraması yüzünden, ölümü temenni etmesin; ölümü dileyecek hale gelenler; 'Ya Rabbi, hayat hakkımda hayırlı olduğu müddetçe beni yaşat, hayat hakkımda hayırlı olmadığı zaman ruhumu kabzet' desin.'
'Resul'i Ekrem efendimize dokuz yıl hizmet ettim, onun bana bir kez bile, 'şu işi yapmasaydın-da böyle yapsaydın' dediğini yahut onun benim bir işimi ayıpladığını görmedim. '

bekirr - avatarı
bekirr
VIP VIP Üye
22 Mart 2013       Mesaj #3
bekirr - avatarı
VIP VIP Üye
Malik Bin Enes (709-795)

Ebu Abdullah Malik Bin Enes, dört büyük Sünni mezhepten birinin kurucusudur. Fıkıh ilminin öncülerinden olup Ebu Hanife'yle birlikte büyük İslam fakihlerindendir. Mevcut İslam hukuk ve dini uygulamala¬rını ilk düzenleyenlerinden olup Maliki mezhebine adını vermiştir.

İslam kültürünün önemli bir unsuru da "hukuk" olarak çevrilme¬sine karşın bundan daha fazlasını ifade eden şeriattır. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de ve Hz. Muhammed tarafından sağlanan rehberlikte tezahür et¬tiği gibi, Tanrı iradesinin yansımasıdır. Tanrının iradesi ve rehberliğinin ifadesi olarak şeriat iyi bir İslam toplumu tasarısı sağlama yanında Müs¬lüman kimliği için de aslidir. Muhammed'in vefatıyla Müslümanlar'ın ne tür bir yaşam sürmeleri gerektiğine ilişkin hükümler, bir ölçüde dört Raşid (Raşidin) Halifenin (Ebubekir, Ömer, Osman, Ali) ellerine bıra¬kılmıştır. Dördüncü halifenin vefatından sonra güç, Emevi hanedanına geçer (661-750) ve bu dönemde İslam hukuku, gücün büyük bir bölü¬mü, gerektiğinde yasa koymada halifelerin elinde olsa da bir ölçüde bir kadılar sistemi şeklinde gelişmiştir. Emeviler'in Abbasi hanedanı tara¬fından yıkılışıyla, meşruiyet arayışı, şeriatın sistematizasyonundaki bir artışla sonuçlanmıştır. Teori, Tanrı iradesinin nerede ikamet ettiklerine bakılmaksızın tüm Müslümanlar için aynı olması gerektiğidir. Bundan önce bir İslam beldesindeki şer'i hüküm diğer bir bölgeninkinden fark¬lılık göstermektedir.

Sonuç olarak Tanrının iradesinin gerçekte ne olduğu, Kuranın nasıl ve ne ölçüde tefsir edilmesi gerektiği, Hz. Muhammed'in neler söyleyip yaptığı ve bu kaynakların ne kadar güvenilir olduğu, şayet Kuranda veya sünnette açıklayıcı bir hüküm yoksa hangi kaynaklara başvurulacağı ko¬nusunda ihtilaflar çıkmıştır. Âlimlerin mevcut tüm tahkik vasıtalarını kullanarak kaynakları mümkün olduğunca irdelemeleri gerekmiştir. Bu, Kuranın dikkatli bir tefsir biçiminde analiziyle başlar; bu eğilimin zir¬vesine Muhammed bin Cerir el-Taberi'nin (Ö.923) abidevi tefsiriyle ula¬şılır. Kuranın bir tür sistematik tefsiri gelişedursun, Hz. Muhammed'in söz ve fiillerinin güvenilir bir yapıda derlenmesi ise diğer önemli bir husustur. Malik'in esas ilgisi, o dönemin diğer birçok âliminde (ulema) olduğu gibi anıların kayboluşundan önce, Hz. Muhammed'in aslında neyi söylemiş olduğudur. Bu devirde birçok âlim Müslüman topraklar¬da Hz. Muhammed'i şahsen tanıyan veya O'nu tanıyanı tanıyan birileri¬ni bulma arzusuyla gezinmektedir. Buradaki kaçınılmaz sorun, yalnızca anılar bakımından değil, ayrıca yanlış beyan bakımından da bu beyan¬ların güvenilirliğini tespittir. İslam'ın ilk asrının sonlarına doğru, İslam dünyasının önemli merkezlerinde ikamet eden bir hadis ravileri (riva¬yet eden) grubu bulunmaktadır. Medine'de yaşayan Malik, Medine'nin İslam şehir devletinin merkezi olması nedeniyle Hz. Peygambere daha yakın kaynaklara ulaşmada açık bir avantaja sahip olmuştur.

Hz. Muhammed'in hadislerinin aktarılması, Kurandan başka her¬hangi yazılı bir kaynak olamayacağı fikrine kimi çevrelerden bir karşı çıkış olduğu için yazılı biçimin oluşturulması uzun sürse de başlangıç¬tan bu yana hem sözlü hem de yazılı beyanları kapsamıştır. Hadis terimi tüm hadisleri ifade için kullanılsa da, tek bir söz de hadis olarak adlan¬dırılır. (ıstılahta bir olaya ilişkin hikâye, anekdot veya öykü). Her bir hadisin iki unsura sahip olduğu varsayılır: hadisin gerçek içeriği (me¬tin) ve asıl kaynağa yani ideal açıdan bizzat Peygambere yoksa ashaba (Hz. Muhammed'in çağdaşı olanlar) veya tabiine (Hz. Muhammed'in vefatından sonraki jenerasyon) dek uzanan ravi zinciri (isnad). Örneğin Muvatta'dan alınan ve Hz. Peygamber'in bir sahabesinden rivayet edilen aşağıdaki hadis bunu açıklayacaktır:

"Malik bize el-Zuhri'nin Saîd b. el-Müseyyeb'den şöyle rivayet ettiğini bil¬dirdi:
Nüfey' Resûlullah (s.a.v.)'ın hanımı Ümmü Seleme'nin Mükatebiydi. Hür olan karısını iki talak ile boşadı. (Tekrar dönmek istediğinde) Hz. Osman bin Affan'a fetvasını sordu. O da: "O, sana haram oldu" dedi"
Burada meşhur bir hadis ravisi olan el-Zuhri'nin (Ö.742) ve şer'i me¬selelerde meşhur olan el-Müseyyeb'in (Ö.713) ravi zincirini (isnad) gö¬rüyoruz. Metin, bir mükatebe olan Nufey'e'nin halife Osman'a (Hulefa-i Raşidiriden olup aynı zamanda bir sahabedir) boşanmadaki normal prosedürün üç kez "Boş ol" ifadesini dile getirmek olduğunu düşünerek, evliliğini geri alınamaz bir şekilde bitirmemiş olduğu umuduyla müra¬caat ettiğini açıklamaktadır. Ancak Halife Osman, Nufeye'nin bir köle olması nedeniyle iki talakın da aslında yeterli olduğu görüşünü belirtir. Burada şer'i hükümlere ulaşmada kıyasın kullanımının güzel bir örneği bulunur. Çünkü bu köle kızların (dolayısıyla kölelerin) zina işleyen hür kadınlara verilen cezanın yarısını alacağını açıklayan bir ayete dayan¬maktadır. Cezanın yarıya indirilişi (üçün yarısı ona en yakın tam sayı olan iki olarak anlaşılmıştır) hür erkek ve kadınlarda geri alınamaz bir boşanmayı beraberinde getiren üç talak için uygulanmıştır. Bu durum¬da hür bir kadınla evli, köle bir erkeğin durumuyla alakalı karışıklık bulunmaktadır ve Osman bu hükmü hür bir erkeğin "yarısı" olarak be¬lirlemiştir.

Şeriat ve yöntemlerinin gelişimi, dördü, Sünni İslam'da özel bir öne¬me sahip bazı âlim ve fakihlerce geliştirilmiştir. Bu dört âlim; Ebu Ha¬nife, Malik, İbni Hanbel ve İmam Şafii'dir. Onların adıyla anılan dört mezhep, Allah iradesine dair Sünni anlayışı teşkil ederler. Bu kişilerin önemli bir biyografisi İbn Hallikan (Ö.1282) tarafından yazılmış olup eserde bu kişilere ilişkin gerçekçi bilgiler yanında, önemli anekdotlar da yer alır. Malik'le alakalı olarak kısa bir açıklama sunar: Uzun, iyi giyimli, alnında saçları hafif açılmış ve sağlıklı bir tene sahip, bıyıklı ve kır saçlı. Mukaddes Medine kentinde doğmuş, yaşamış ve vefat etmiştir. Referans aldığınız otoriteye bağlı olarak 709'dan 716'ya kadar değişiklik göster¬diği için kesin doğum tarihi de dahil yaşamının ilk dönemleriyle ala¬kalı çok az şey bilinmektedir. Kısa süren bir hastalık sonrasında 795'te vefat etmiştir. Çocukluk yıllarını kuşatan hikâyelerin birçoğu bize bu biyografilerin kaynaklarından çok, yazarları hakkında daha fazla bilgi sunar - Malik'in ana rahminde üç yıl geçirdiğini(î) anlatan bir hikâye şaşkınlık vericidir. Bir kaynak Malik'i oldukça yakışıklı olarak tanımlar¬ken diğeri onun bir şarkıcı olmak istediğini ancak hayli çirkin olduğu için ona başka meslek bulması tavsiye edildiğini belirtir. Birkaç hocası olmuştur ancak yine öne sürülen, neredeyse dokuz yüz hoca, inanılması güç bir durum olarak görülmektedir. Daha güvenilir kaynaklar, dedesi ve babasının ondan önce hadis derlediklerini belirtmektedir. Medine'de çalışırken Hanefi mezhebinin kurucusu olan Ebu Hanife'yi tanımakta¬dır. Malik'in yönetimdeki otoritelerden bağımsız kaldığı söylenir ki bu durum o dönemlerde başarılması güç bir durumdur. Güçlü Abbasi ha¬lifesi Harun el-Reşid, Hz. Peygamber'in kabrini ziyaret için Medine'ye geldiğinde Malik'le tanışır ve ondan iki oğluna eğitim vermesi için sa-rayına gelmesini rica eder. Malik şu cevabı verir, "Ey halife, ilim, yüce bir doğaya sahiptir ve herhangi bir kişinin ayağına gitmek yerine ona gidilmesini gerektirir"". Halife, Malik'i hapse atmak yerine ondan özür diler ve oğullarını sıradan vatandaşların arasında oturarak eğitim alma¬ları için Malik'in sınıfına gönderir.

Malik, kendisini Hz. Peygamber'in hadislerine adamıştır ve onları ancak dinen temiz bir haldeyken (abdestliyken) rivayet eder. Bu durum ünlü Kitabu'l Muvatta isimli bir eseri kaleme almasıyla sonuçlanır. Ona birçok eser atfedilse de doğrulukları kuşkuludur. Bununla birlikte, Mu¬vatta kendi içinde İslam hukukuna ait bir eser ortaya koymada ilk siste¬matik girişim olarak dikkat çekici bir çalışmadır. Ancak Malik, eserinin şerhini yazmamış olup zamanla kimi düzeltiler geçiren eserin günümü¬ze kadar ulaşan yalnızca dört kopyası bulunmaktadır.

Malik'in Muvattayı oluştururken asıl niyeti onun döneminde Medine'de halihazırda mevcut olan yasal ve dini uygulamaların sistem- leştirilmesidir. Bunun temeli aslen nasıl uygulandığı (amel) ayrıca yerel halk tarafından görüş birliğidir (icma olarak bilinir). Bunun yanı sıra sıkça Kurana ve Peygamberin sünnetine başvuruda bulunur. Bunun¬la birlikte tercih bakımından vurgu -Kuran istisna olarak- ihtilafların ortaya çıktığı hadislerden çok insanların icmasınadır (insanlardan kas¬tedilen eğitimli sınıftır). Bir meseleye ilişkin herhangi bir hükmün be¬lirlenemediği durumlarda, Malik bağımsız bir yargıya (rey) başvurmada kendini hür hisseder. Muvatta konularına göre bölümlere ayrılmıştır. Bu bölümlerden bazıları namaz vakitleri, tezkiye, Kuran, Cenaiz, zekât, oruç, hac, miras, evlilik, boşanma ve diyettir. Nakil bakımından, son¬raki yazarlara göre daha az kesin olmakla birlikte önemi izlenecek ve geliştirilebilecek bir model sağlanmasıdır.

Hem eseri hem de kendisi, Müslümanlar arasında büyük bir saygı ve sevgiye mazhar olmuştur. Örneğin İmam Şafii, Kurandan sonra dünya üzerinde Malik'in Muvatta sından daha makul hiçbir kitap olmadığı¬nı belirtir. Buhari ve Müslim'in büyük hadis kitaplarında Malike sıkça atıfta bulunur. Maliki mezhebinin kuruluşu, Malik'in kendisinden çok talebeleri yoluyla olmuştur. Sonraki yüzyıllarda mezhep daha çok İslam dünyasının batısında (Müslüman bir ülke olduğu dönemde İspanya da¬hil) tesir ve otorite elde etmiş, ayrıca yukarı Mısır'da da birçok bağlısı bulunmuştur. Ömrünün sonlarına doğru Malik, uzlete çekilmiş ve 85 yaşındayken 795'te vefat etmiştir.


kaynak: İslamda 50 önemli isim
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
ROSE - avatarı
ROSE
Ziyaretçi
22 Mart 2013       Mesaj #4
ROSE - avatarı
Ziyaretçi
MÂLİK BİN ENES
Msxlabs.org

Tebe-i tâbiînden olan Mâlik bin Enes, ilimle ve hadîs-i şerîf rivâyetiyle meşgûl olan bir âilede ve çevrede yetişti.Dedesi Mâlik, babası Enes, amcası Süheyl hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir. Sevgili Peygamberimizin yaşadığı ve İslâm dîninin hükümlerinin vâz edildiği zamânın en önemli ilim merkezlerinden olan Medîne-i münevverede hayat sürdü.
Böyle bir çevrede dünyâya gelen Mâlik binEnes, küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Kendi isteği ve bilhassa annesinin teşvikiyle ilim öğrenmeye başladı. Annesi en güzel elbiselerini giydirerek, sarığını sarıp; "Şimdi git, oku yaz." dedi. Oğlunu zamânın en meşhûr âlimi Râbiat-ür-Rey'in huzûruna götürdü.Râbia bin Abdurrahmân'ın derslerine devâm eden Mâlik bin Enes genç yaşta fıkıh ilmini öğrendi.SonraAbdurrahmân bin Hürmüz'ün derslerine devâm edip, ondan çok istifâde etti. Büyük bir hayranlık ve muhabbet duyduğu hocası hakkında; "İbn-i Hürmüz'ün derslerine on üç sene devâm ettim. Ondan nice ilimler öğrendim. Bunların bir kısmını hiç kimseye söylemiyorum. O, bid'at ehlini red bakımından ve insanların ihtilâf ettikleri şeyler husûsunda onların en bilgilisiydi." derdi.
İlim öğrenmek husûsunda her fedâkârlığa katlanan Mâlik bin Enes, tahsil uğruna evini dahi satmıştır. Kendisi şöyle demiştir: "Öğle vakti hazret-i Ömer'in oğlu Abdullah'ın âzâtlısı olan Nâfi'ye gider ve kapısında beklerdim. Nâfi, hazret-i Ömer'den nakledilen ilimleri ve onun oğlu Abdullah'ın ilmini biliyordu. Güneşten ve şiddetli sıcaktan korunmak için hiçbir gölge bulamazdım. Nâfi', dışarı çıkınca edeple selâm verirdim ve onu kırmadan arkasından içeri girip; "Abdullah bin Ömer şu meselelerde ne buyurmuştur?" diye sorardım. O da suâllerimi cevaplandırırdı."
Nâfî'den başka Tâbiînden olan İbn-i Şihâb ez-Zührî ve Saîd bin el-Müseyyib'den de ilim öğrendi. Kendisi şöyle anlattı: "Bir bayram günüydü. Bayram namazını kıldıktan sonra, bugün İbn-i Şihâb'ın boş vakti olur diyerek evine gidip kapısının önüne oturdum. Hizmetçisine kapıda kim var bak dediğini duydum. O da kumral yüzlü talebeniz var deyince, onu derhal içeri al demesi üzerine beni içeri aldılar. Biraz bekledim, İbn-i Şihâb yanıma gelip bana; "Herhalde evine gitmeden buraya geldin, yemek yemedin değil mi?" dedi. Daha ben hayır demeden yemek hazırlanmasını emredince; "Yemeğe, ihtiyâcım yok." diye mukâbelede bulundum. Bunun üzerine, öyleyse söyle bakalım ne istiyorsun, dedi. Bana hadîs-i şerîf öğretmenizi istiyorum efendim, deyince, kalem defter çıkar dedi. Sonra kırk tâne hadîs-i şerif rivâyet etti. Biraz daha rivâyet etmesini isteyince, şimdilik bu kadar yeter, bunları ezberleyip nakledersen sen de muhaddis olursun." dedi.
İmâm-ı Mâlik, Ehl-i beytten Câfer-i Sâdık hazretlerinden de ilim almış, onun sohbetinde bulunmuştur. Bu hususta kendisi şöyle anlatır: "Câfer bin Muhammed'e giderdim. O çok yumuşak huylu ve güler yüzlü idi. YanındaResûlullah sallallahü aleyhi ve sellem anılınca yüzü sararırdı. Meclisine uzun zaman devâm ettim. Her görüşümde ya namaz kılar ya oruçlu olur veya Kur'ân-ı kerîm okurdu. Abdestsiz hadîs-i şerîf rivâyet etmezdi. Mânâsız sözleri hiç ağzına almazdı. Haram ve şüphelilerden sakınan, dünyâya düşkün olmayan, çok ibâdet eden âlimlerdendi. Yanına geldiğim zaman yaslandığı yastığını alır, mutlaka bana ikrâm ederdi."
Mâlik bin Enes, bir gün hocası Ebü'z-Zinâd'a hadîs rivâyet ederken rastlamış ve halkasına katılmamıştır. Daha sonra hocası bizim halkamıza niçin oturmadın? diye sorunca da; "Yer dardı, oturamadım. Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem hadîsini ayakta dinlemek, edepsizlik olur diye ayakta dinlemek istemedim." cevâbını verdi.
İmâm-ı Mâlik, ilmini; İmâm-ıZührî'den, Yahyâ binSaîd'den, Muhammed ibni Münkedir'den, Hişâm bin Amr'dan, Zeyd ibni Eslem'den, Râbi'a bin Abdurrahmân ve daha birçok büyük âlimden almıştır. Üç yüzü Tâbiînden, altı yüzü de onların talebelerinden olmak üzere dokuz yüz hocadan hadîs-i şerîf aldı. AyrıcaEshâb-ı kirâmın büyüklerinden hazret-i Ömer'in, Osman'ın, Abdullah bin Ömer'in, Abdurrahmân bin Avf'ın, Zeyd bin Sâbit'in fetvâlarını ve vahyin gelişine şâhid olan, Peygamber efendimizi görüp onun hidâyet nûrundan aydınlanarak, O'ndan öğrendiklerini nakleden diğer Eshâbın fetvâlarını ve kendisinin yetişemediği Tâbiîn fetvâlarını da öğrenmiştir. Akâide dâir bilgileri ve diğer bütün ilimleri öğrenip, zamânının en büyük âlimlerinden olup; ictihâd derecesine yükselmiştir.
İlimdeki yüksek derecesi sebebiyle zamanındaki ve kendinden sonraki âlimler, Peygamber efendimizin; "Öyle bir zaman gelir ki, insanlar her tarafı ararlar, Medîne'deki âlimden daha âlim bir kimse bulamazlar." hadîs-i şerîfindeki zâtın Mâlik bin Enes olduğunu bildirdiler.
Mâlik bin Enes rahmetullahi aleyh tahsilini tamamlayıp ilimde yüksek dereceye ulaştıktan sonra ders verip, hadîs rivâyet etmeye ve fetvâ vermeye başlamıştır. Bu işe başlamadan önce de zamanında bulunan büyük âlimlerle ve fazîletli kimselerle istişâre yapıp, onların da muvâfakatını aldı. Bu hususta kendisi şöyle demiştir: "Her isteyen kimse hadîs rivâyet etmek ve fetvâ vermek için mescide oturamaz. İlim erbâbı ve mescidde itibarı olan kişilerle istişâre etmesi gerekir. Eğer onlar, kendisini bu işe ehil görürlerse o zaman oturup ders ve fetvâ verebilir. Ben, ilim sâhiplerinden yetmiş kişi, benim bu işe ehil olduğuma şâhitlik etmedikçe, mescide oturup ders ve fetvâ vermedim."
Kendisinin ehil olduğuna dâir yetmiş âlimin şahâdetinden sonra ilk önce Peygamber efendimizin mescidinde ders vermeğe başladı. Hazret-i Ömer'in oturduğu yere oturur ve Abdullah bin Mes'ûd'un oturduğu evde otururdu. Böylece onların yaşadığı yerde ve çevrede bulunurdu. İmâm-ı Mâlik de İmâm-ı Âzam gibi derslerini mescidde verirdi. El-Vâkıdî der ki: "İmâm-ı Mâlik mescide gelir, beş vakit namazda ve cenâze namazlarında bulunurdu. Hastaları ziyâret eder, gerekli işlerini görür, sonra mescide gidip otururdu. Bu sırada talebeleri etrafına toplanıp ders alırlardı. Sonra rahatsızlığı sebebiyle evinde ders vermeye başladı." İmâm-ı Mâlik'in hadîs-i şerîf dersleri ve vukû bulmuş meselelerle ilgili dersleri yâni fetvâ işleri olmak üzere iki türlü ders meclisi vardı. Günlerinin bir kısmını hadîs-i şerîf öğretmeye, bir kısmını da sorulan meselelere fetvâ vermek için ayırırdı. Derslerini evinde vermeye başladıktan sonra evinde ders için gelenlere sordururdu, eğer fetvâ için gelmişlerse dışarı çıkıp fetvâ verirdi. Sonra gidip gusleder, yeni elbiselerini giyer, sarığını sarar, güzel kokular sürünürdü. Kendisine bir de kürsü hazırlanırdı. Bundan sonra gâyet güzel bir kıyâfetle hoş kokular sürünmüş olarak, huşû içerisinde derse gelenlerin yanına çıkardı.Hadîs-i şerîf dersi bitinceye kadar öd ağacı yakılır, güzel bir koku yayılırdı. Hac mevsimi hariç, diğer zamanda, Medînelilerden isteyen herkes onun dersine gelirdi. Dersleri tamamen evinde vermeye başlayınca, hac mevsiminde dersini dinlemek isteyen o kadar çok olurdu ki, gelenleri evi almazdı. Bunun için önce Medînelileri kabûl eder, bunlara hadîs rivâyeti ve fetvâ verme işi bitince, sırasıyla diğerlerini içeri alırdı. Hasan bin Rebî' der ki: "Bir defâsında İmâm-ı Mâlik'in kapısında idim, onun çağırıcısı önce Hicazlılar içeri girsinler diye çağırdı. Onlar çıkınca Şamlılar girsin diye çağırdı. Daha sonra Iraklılar girsin diye çağırdı. Yanına giren en son ben olurdum. Ebû Hanîfe'nin oğlu Hammâd da aramızda idi." İmâm-ı Mâlik derslerinde vakar ve ciddiyet sâhibi olup, lüzumsuz sözlerden tamamen uzak kalırdı. Bu hususu, ilim tahsîl edenler için de şart koşardı. Bir talebesi şöyle dediğini nakleder: "İlim tahsil edenlere vakarlı ciddî olmak ve geçmişlerin yolundan gitmek gerekir. İlim sâhiplerinin, bilhassa ilmî müzâkereler sırasında kendilerini mizâhtan uzak tutmaları gerekir. Gülmemek ve sâdece tebessüm etmek, âlimin uyması gereken âdâbdandır."
Yine bir talebesi şöyle der: "İmâm-ı Mâlik, bizimle oturduğu zaman sanki bizden biri gibi davranırdı. Konuşmalarımıza çok sade bir şekilde katılırdı. Hadîs-i şerîf okumaya ve anlatmaya başlayınca, onun sözleri bize heybet verirdi, sanki o, bizi, biz de onu tanımıyorduk."
Tefsîr, hadîs ve fıkıh ilminde ictihât derecesinde âlim olan Mâlik bin Enes hazretleri elli sene müddetle ders ve fetvâ vermek sûretiyle, insanların müşküllerini çözmüş ve kıymetli talebeler yetiştirmiştir. Onun talebelerinin her biri memleketlerinin mürâcaat edilen âlimleri ve rehberi olmuşlardır.
Tefsîr ilmine dâir Garîbü'l-Kur'ân adlı eseriyle hadîs ilmine dâir Muvattâ adlı eseri onun bu ilimlerdeki derecesini göstermektedir. Mâlik bin Enes hazretlerinin rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden pekçoğu Kütüb-i Sitte adı verilen meşhûr altı sahîh hadîs kitabında yer almıştır.
Emevî Devletinin parlak ve çöküş devrinde, Abbâsî Devletinin kurulup geliştiği ve hâkimiyeti elde ettiği bir devirde yaşayan İmâm-ı Mâlik, çok hâdiselere şâhid olmuş, bozuk fırkalara karşı Ehl-i sünnet îtikâdını savunmuş, insanların doğru yola kavuşması husûsunda büyük hizmetler yapmıştır. Hicaz'da hadîs öğrenmede, dînî suâlleri sormada ve fetvâ husûsunda büyük bir mürâcaat mercii olan İmâm-ı Mâlik pekçok âlim yetiştirmiştir.
İlim ve fazîlette yüksek derece sâhibi olan Mâlik bin Enes hazretleri insanlara İslamiyetin emir ve yasaklarını öğretti. Dokuz yüz âlimle sohbet etti. Yüz bin hadîs-i şerîfi yazdı. On yedi yaşındayken ders vermeye başladı. Onun dersinde bulunanlar hocalarının derslerinde bulunanlardan daha çoktu.
İnsanlar, hadîs ve fıkıh öğrenmek için onun kapısında toplanırlardı. Kapıcı tutmak zorunda kaldı. Önce talebelerine, sonra halktan herkese izin verir, içeri girerlerdi. Halâya üç günde bir giderdi. "Halâda çok bulunmaktan hayâ ediyorum." derdi.
Muvattâ kitabını yazınca, kendi ihlâsından şüphe etti. Kitabı suya koydu. "Eğer ıslanırsa, bu kitap bana lâzım değildir." dedi. Hiçbir yeri ıslanmadı.
İmâm-ı Şâfiî ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbel hazretleri, Mâlik bin Enes'in sohbetinde bulunup ilminden çok istifâde etmişlerdir. Bunların İmâm-ı Mâlik'in talebesinden olması onun şeref ve üstünlüğüne en büyük vesikadır. Kendisinden daha birçok kimse ilim öğrenmiştir. Muhammed bin İbrâhim bin Dînâr, Ebû Hâşim, Abdülazîz bin Ebî Hâzım onun, dinde ictihâd sâhibi talebelerindendir. Osman bin Hakem, Abdurrahmân bin Hâlid, Muîn bin Îsâ, Yahyâ bin Yahyâ, Abdullah bin Mesleme-i Kabûnî, Abdullah bin Vehb gibi nice talebesi de bunlardandır.

Mâlik bin Enes hazretlerinin kendine has koyduğu usûle göre çıkardığı hükümlere rivâyet yolu veya Hicâz âlimlerinin yolu adı verildi. Bu yolun imâmı, İmâm-ı Mâlik'dir. Daha sonraki devirlerde onun ortaya koyduğu bu yolaMâlikî mezhebi denildi. Ehl-i sünnet îtikâdındaki müslümanlardan, amellerini yâni ibâdet ve işlerini bu mezhebin hükümlerine uyarak yapanlara Mâlikî denir.
Mâlik bin Enes hazretleri, ilim bakımından ne kadar yüksek ise, ahlâk, zühd, takvâ ve kerem bakımından da öyle yüksekti. İmâm-ı Mâlik, ilimde ve dinde çok edebliydi. Din bilgisine hürmet ve tâzimi şaşılacak derecede fazlaydı.
Mâlik bin Enes hazretleri ilmiyle amel eden yüksek bir velîydi. Buyurdu ki: "İlim öğrenmek isteyen kimsenin vakarlı ve Allahü teâlâdan korkması lâzımdır. İlim, çok rivâyet etmek değildir. İlim bir nûrdur. Allahü teâlâ bu nûru sevdiği mümin kullarının kalbine koyar." Bir defâsında da; "Eğer elimde imkân olsaydı, Kur'ân-ı kerîmi kısa aklıyla, kendi görüşüne göre tefsîr edenin boynunu vururdum." buyurdu.
İnsanlara hayırlı ve güzel işler yapmalarını tavsiye ederdi. "Kendisine hayrı olmayan kimsenin başkasına hayrı olmaz. İnsan kendisi için hayır işlemez, kendisine iyilik yapmazsa, insanlar da ona hayır ve iyilik yapmaz." buyurarak, Peygamber efendimizin; "Kişinin mâlâyânîyi (faydasız şeyleri) terk etmesi, müslümanlığının güzelliğindendir." hadîs-i şerîfini rivâyet ederdi. İnsanların her sözünün kendisinin leh ve aleyhinde olduğunu bildirerek Peygamber efendimizin; "Bir kişi bir söz söyler de o sözden dolayı Cehennem ateşine düşeceği hatırına gelmez. Bir kimse de bir söz söyler, bu sözden dolayı Allahü teâlânın kendisini Cennet'e koyacağı aklına gelmez." hadîs-i şerîfini rivâyet ederdi.
Müslümanlar arasında Allahü teâlânın rızâsına uygun sevgi ve muhabbetin bulunmasının gerektiğini bildirerek; "Müsâfeha ediniz, aranızdaki kin gider. Birbirinize hediye veriniz ki, sevişirsiniz ve aranızdaki düşmanlık gider." hadîs-i şerîfini naklederdi.
Kibirli ve kendini beğenen kimselerden hoşlanmazdı. "Bir kimse kendini övmeye başlarsa, değeri düşer." buyururdu.
İmâm-ı Mâlik hazretlerinin Peygamber efendimize karşı olan sevgi, saygı ve edebi sınırsızdı. Resûlullah efendimizin ismi anıldığı zaman, rengi değişir, yüzü sararırdı. Bu durum orada bulunanlara ağır gelirdi. Bir gün ona bu husûs söylenince, buyurdu ki: "Eğer siz benim gördüğümü görseydiniz, bu hâlimi hoş karşılardınız. Ben, Muhammed bin Münkedir'i gördüm. O hâfızların efendisi idi. Ona ne zaman bir hadîs-i şerîf sorulsa ağlamaya başlardı. Câfer bin Muhammed, güler yüzlü bir zâttı. Yanında Resûlullah anıldığı zaman yüzü sararırdı. O, Resûlullah'tan bahsettiği zaman mutlaka abdestli olurdu."
Mâlik bin Enes kendisinden nasîhat isteyen zekî ve anlayışlı bir kimseye; "Allahü teâlâdan kork. Allahü teâlânın sana lutfettiği nûru günâh işlemek sûretiyle söndürme." buyurdu.
Bir kimse gelip Mâlik bir Enes'den bâtın (kalp) ilimleriyle ilgili bilgi sordu. Mâlik bin Enes bu kimsenin suâlini hoş karşılamadı ve ona; "Bâtın ilmi zâhir ilmini öğrendikten sonra öğrenilir. Zâhirî ilimleri öğrenip onunla amel eden kimseye Allahü teâlâ bâtın ilmini açar. Bâtın ilmi ancak kalbin açık olup nûrlanması ile elde edilir." buyurup, suâli soran şahsa dönüp; "Sen açık ve zâhir olan şeylere sarıl. Bilinmeyen yollara girmekten sakın. Bildiklerinle amel et. Bilmediklerini, anlayamadığın şeyleri bırak." buyurdu.

Mâlik bin Enes hazretleri devlet adamlarına gerekli nasîhatte bulunur, hatâlarını söylemekten çekinmezdi. Ancak hiçbir sûretle kimseyi devlete karşı ayaklanmaya teşvik etmezdi. Fitne ve fesâda aslâ râzı olmazdı. Her türlü isyândan ve ona teşvikten sakınmasına, fitnelerden uzak kalmasına rağmen Abbâsî halîfelerinden Ebû Câfer Mensûr zamânında tâkibâta uğradı. "Zorla yapılan talak, talak değildir." hadîs-i şerîfini rivâyet etmesi fitne peşinde koşanlar tarafından yanlış anlaşılıp halîfeye şikâyet edildi. Halîfe, bu hadîs-i şerîfin halîfeye zorla bîat eden kimselerin bîatlarının geçerli sayılmayacağı şeklinde anlaşılıp, isyâna teşvik sayılabileceğini bildirerek bu hadîs-i şerîfi rivâyet etmemesini istedi. Mâlik bin Enes hazretleri de halîfenin emrine uyup bir kenara çekildi. Ancak fitne taraftarları boş durmayıp, yeni Medîne Vâlisi Câfer bin Süleymân'a durumu bildirdiler. Fitnecilerin tesirinde kalan Medîne vâlisi, halîfenin haberi olmadan Mâlik bin Enes'i hapsettirip kırbaçlattı. Kolu sakatlandı, omuzu çıktı. Mâlik bin Enes hazretleri yaraları iyileştikten sonra ilim öğretmeye ve hadîs-i şerîf rivâyetine devâm etti. Derslerinde fitne ve fesâdın karşısında olduğunu her vesîleyle anlattı. Mâlik bin Enes hazretlerine böyle yapılması Medîne halkı tarafından hoş karşılanmadı. Bu durumu haber alan halîfe Ebû Câfer Mensûr, büyük bir âlime yapılanların hatâ olduğunu anladı. Hac için Hicaz'a geldiğinde bir elçi göndererek İmâm-ı Mâlik'ten özür diledi ve onunla görüşmek istedi. Mâlik bin Enes halîfeyle görüşmeyi kabûl etti. Halîfe Ebû Câfer Mensûr, Mâlik bin Enes'in yanına varınca; "Olan o işi ne emrettim, ne de haberim var. Sen aralarında bulundukça Haremeyn halkı hayır içindedir. Sen onların ezâsının emânısın. Allah senin sâyende onlardan baskıyı kaldırdı. Sen olmasan onlar çabukça fitneye kapılırlar. İşkence yapanın Medîne'den Irak'a getirilmesini, dar bir yere hapsedilmesini emrettim. Sana yaptıklarının cezâsını bulacaktır." dedi. Hoşgörü sâhibi Mâlik bin Enes hazretleri; "Allahü teâlâ müminlerin emîrine sıhhat ve âfiyet versin. Makâmını yüce kılsın. Peygamber efendimize ve size yakınlığı sebebiyle ben onu bağışladım." buyurdu. Halîfe ise; "Allah sizi de af ve mağfiret buyursun." dedi. Bu hâdise, Mâlik bin Enes hazretlerinin kendisine karşı olan kimselere nasıl davrandığını gösteren bir nümûnedir.
Mâlik bin Enes hazretleri halîfelerle, idârecilerle münâsebetini kesmedi.Onlara vâz ve nasîhatlarda bulunup, hayır tavsiye etti. Âlimleri de halîfeleri ve idârecileri doğru yolu anlatmaları için teşvik etti. Onlara buyurdu ki: "Allahü teâlânın, kalbine ilim ve fıkıh koyduğu her müslümana ve her kişiye, elinde kuvvet olan idârecilerin yanına gelip onlara hayrı tavsiye etmesi, onları kötülükten sakındırması borçtur. Çünkü onlara bu vazîfenin yapılmasıyla dünyânın yüzü değişir ve fazîletli bir dünyâ doğar."
Talebelerinden biri ona; "İnsanlar senin devlet adamlarıyla çok sık görüştüğünü söylüyorlar, sana yakıştıramıyorlar." deyince, Mâlik bin Enes hazretleri; "Bunu bilerek yapıyorum. Çünkü bunu yapmasam lâyık olmayan biriyle görüşür, işleri danışırlar. Eğer onlarla gidip görüşmesem, bu şehirde Peygamberimizin sünnetlerinden işlenip, tutulan kalmaz." buyurdu.

Bir defâsında Halîfe Mehdî ona; "Bana nasîhat et." dedi. Mâlik binEnes hazretleri; "Sana Allahü teâlâdan korkmayı tavsiye ederim. Peygamber efendimizin diyârına ve O'nun komşularına lütufta ve şefkatte bulunmalısın. Çünkü Resûlullah efendimiz şöyle buyurdu: "Medîne benim hicret yurdumdu, kabrim burada, tekrar dirilmem burada olacaktır. Medîne halkı benim komşularımdır. Benim komşularımın hukûkuna riâyet etmek ümmetime borçtur. Kim onları korursa, ben kıyâmet günü ona şefâatçi olurum." Bu tavsiyeleri dinleyen Halîfe Mehdî, bizzat Medîne evlerini dolaşıp ihsanlarda bulundu. Medîne'den çıkacağı sırada Mâlik bin Enes onunla karşılaştı. Mehdî; "Dün bana yaptığın o tavsiyeyi tutacağım, eğer sağ sâlim kalırsam onları hiç unutmayacağım." dedi.
Medîne-i münevveredeki Mescid-i Nebîde hadîs-i şerîf rivâyet ediyordu. Bu mecliste halîfe Hârûnü'r-Reşîd de vardı. Mâlik bin Enes hazretleri; "Âlim ilmini umûmdan başkasına tahsis eylese, o ilimden umûm ve havas (seçilmişler) istifâde edemez." hadîs-i şerîfini rivâyet etti. Hârûnü'r-Reşîd insanlar arasında bu hadîs-i şerîfi yüksek sesle söyledi. Bunun üzerine hadîs-i şerîf okumak ve öğrenmek isteyenler, mescide koştular. Mescid tamâmen doldu.
İmâm-ı Mâlik hazretleri; "Allah için tevâzû edeni, Allahü teâlâ yükseltir." hadîs-i şerîfini rivâyet etti. Hârûnü'r-Reşîd oturduğu yüksek yerden indi. Hadîs-i şerîf dinleyen talebe ile berâber oturdu, sonra kitabı okudu. Sonra Hârûnü'r-Reşîd İmâm'a bir katır, bir deve, bir merkeb ve beş yüz altın gönderdi. İmâm altınları alıp, hayvanları geri gönderdi. Resûlullah efendimizin toprak altında bulunduğu bir yerde hayvan üzerinde nasıl gezebilirim." buyurdu. Hakîkaten Mâlik bin Enes hazretlerinin Medîne-i münevverede hayvana bindiği görülmemiştir.
İmâm-ı Mâlik hazretleri insanlara hadîs-i şerîf okuttuğu sırada bir hadîs-i şerîfi rivâyet edeceği zaman abdest alır, sarığını ve elbisesini giyer, sakalını tarar, iki rekat namaz kılar, güzel kokular sürünür, her hâliyle bedenini süsler, sonra meclisin baş tarafına vakarlı bir şekilde otururdu. Başını önüne eğerdi ve hadîs-i şerîfi okurdu. Ona böyle yapmasının sebebi sorulunca; "Resûlullah'ın hadîs-i şerîfine saygı göstermek için böyle yapıyorum. Eğer âlimler ilme karşı böyle saygı gösterirlerse, Allahü teâlâ da insanlar yanında onların derecesini yükseltir ve devlet adamlarının kalbinde heybetli ve vakarlı kılar. Ey ilim taleb etmek isteyen kimse! Sen de ilme saygı göster. Kim ilme tevâzû gösterirse, Allahü teâlâ onu yükseltir. Çünkü kim Allahü teâlâ için tevâzû ederse, Allahü teâlâ onun derecesini yükseltir." buyurdu. Kabr-i şerîfi, Cennet-ül bakî'dedir.
Mâlik bin Enes hazretleri ömrünü ilim öğrenmek, öğretmek ve insanlara İslâmiyeti anlatmakla geçirdi. 795 (H.179) senesindeMedîne-i münevverede vefât etti.
Eserleri: Muvattâ adındaki hadîs kitâbı çok kıymetlidir. Muvattâ'yı kırk senede meydana getirmiştir. Başlangıçta içinde dört bin hadîs-i şerîf varken, sonuna doğru bine indirmiştir. Âlimlerden bâzıları bunu şerh etmiştir. Bu şerhlerin en meşhûru El-Müdevvene adlı eserdir. Bu kitap, hadîs-i şerîfleri fıkhî konularına göre düzenlenip, yazılan ilk eserdir. Kitapta ayrıca İmâm-ı Mâlik'in ictihad ettiği fıkhî mevzular da bulunmaktadır. Çeşitli târihlerde basılmıştır. Biri, Yahyâ bin el-Leysi'nin rivâyeti, diğeri de İmâm-ı A'zam'ın talebesi Muhammed Şeybânî tarafından yapılan iki rivâyeti vardır. Bu eserinden başkaAbdullah bin Abdülhakîm Mısrî tarafından rivâyet edilen Kitâb-üs-Sünen adlı fıkha dâir bir eseri, kadere, kazâî hükümlere dâir ve fetvâlarını bildiren Risâle fil-Fetvâ gibi eserleri vardır.
AVUÇ AVUÇ MİSK

Ebû Abdullah Mevlâ'l-Leyseyn şöyle anlatmıştır: "Rüyâmda, Resûlullah'ı gördüm. Mescidde ayakta duruyordu, insanlar da etrafını sarmıştı. İmâm-ı Mâlik de önünde duruyordu. Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) önünde misk dolu bir kap vardı. O miskten avuç avuç alıp, İmâm-ı Mâlik'e veriyordu. O da insanlara dağıtıyordu." Bunu Ebû Abdullah'dan nakleden Matraf; "Bu rüyâyı İmâm-ı Mâlik'in ilimdeki üstünlüğüne ve sünnet-i seniyyeye bağlılığına yordum." demiştir.
Mesnâ bin Saîd el-Kesir şöyle demiştir: İmâm-ı Mâlik'in şöyle buyurduğunu işittim: "Resûlullah'ı rüyâda görmediğim hiç bir gece geçmedi. Her gece rüyâmda gördüm."

Zehebî, İmâm-ı Mâlik'i şöyle anlatır: "Uzun bir ömür, yüksek bir mertebe, parlak bir zihin, çok geniş bir ilim, keskin anlayış, sahih rivâyet, diyânet, adâlet, sünnet-i seniyyeye tâbi, fıkıhta, fetvâda kâidelerin sıhhatinde önde gelen bir zât idi. Fetvâ vermede aceleciliği sevmez, çok kere "Bilmiyorum" derdi. Ve; "İlmin kalkanı bilmiyorum demekdir." buyururdu.

Birgün Halife Hârûn Reşîd; "Yâ İmâm senin kitaplarını çoğaltıp, her yere göndereceğim. Herkesin bunlara uymasını ve senin mezhebinde olmalarını emir edeceğim." dedi. İmâm-ı Mâlik; "Yâ halîfe, hadîs-i şerîfte; "Ümmetimin âlimlerinin ihtilâfı rahmettir" buyruldu. Âlimlerin ihtilâfı, Allahü teâlânın rahmetidir. Hepsi hidâyet üzeredir. Müslümanlar bu rahmetten mahrum bırakılamaz. buyurdu" Bunun üzerine halîfe bu arzusundan vazgeçti.

HEPİNİZ ÇOBANSINIZ

Mâlik bin Enes hazretleri halîfelere ve devlet adamlarına sözlü nasîhatlardan başka, mektup yazarak da nasîhat ederdi. Halîfelerden birine şöyle bir mektup yazmıştı: Bilmiş ol ki, Allahü teâlâ sana benim nasîhatte bulunmamı nasîb etti. Bu tavsiyelerimin saâdetine vesîle olacağını umarım. Allahü teâlâ Cennet'e götüren saâdet yollarını açar. Allahü teâlâ bana ve sana merhametini ihsân buyursun. Sana yazdıklarım, Allah'ın emirlerini yerine getirmekle ve Allah'ın inâyetiyle felâha, kurtuluşa sebeb olur. Allah, sizi tebeanız için korusun. Zîrâ onların küçüğünden büyüğünden sen sorumlusun. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; "Hepiniz birer çobansınız." buyurdu. Bir hadîs-i şerîfte de; "Kıyâmette vâli getirilir. Elleri boynuna bağlanmıştır. Ancak adâleti sâyesinde eli çözülür. Serbest bırakılır." buyurdu. Hazret-i Ömer şöyle derdi: "Vallahi eğer Fırat-Dicle kıyısında bir koyunun kuzusu helâk olursa, Allahü teâlâ onu Ömer'den sorar."Hazret-i Ömer on defâ hac yaptı. Benim bildiğime göre bir haccında ancak on iki dinar harcardı. Çadıra değil, ağaç gölgesine konardı. Boynunda süt kırbası taşırdı.Çarşı pazar dolaşır, insanların hallerini sorardı. Yaralandığı zaman Eshâb-ı kirâm geldiler. Onu medh ve senâda bulundular. Onlara; "Bu gibi sözlere kapılan aldanmıştır. Eğer dünyâ dolusu altın olsa, mahşer gününün korkularından kurtulmak için onların hepsini fedâ ederim." buyurdu. Hazret-i Ömer ki her işi doğru ve adâletli, her şeyde muvaffak olmuştu. Resûlullah aleyhisselâm onu Cennet'le müjdelemişti. Bununla beraber o yine korku içinde üzerine aldığı müslümanların işlerini iyi idâre etme gayretindeydi. Hal böyle olunca başkalarının durumu nice olur. Sen, Allahü teâlâya yaklaştıran işler yaparsan, onlar yarın seni kurtarır. Seni ancak amelinin kurtaracağı o korkunç günden kork. Geçmişlerin içinden iyiler sana örnek olsun. Her işinde Allahü teâlâdan kork ve takvâya sarıl. Sana yazdıklarımı bütün zamanlarında göz önünde tut. Onlara uymayı, onlara göre hareket etmeyi kendine borç bil. Allahü teâlâdan tevfik, hidâyet ve hakikati görmeni dilerim."

İLMİN AYAĞINA GİDİLİR

Hârûn Reşîd, İmâm-ı Mâlik hazretlerinden her gün evine gelip, oğlu Emin ile Me'mun'a ders vermesini istedi. İmâm-ı Mâlik hazretleri halîfeye buyurdu ki: "Yâ halîfe, uygun olanı çocuklarınızın bizim eve gelip gitmesidir. Allahü teâlâ, sizi daha aziz etsin! İlmi aziz ederseniz aziz olursunuz; zelil ederseniz zelil olursunuz. İlim bir kimsenin yanına gitmez, o ilmin yanına gelir."
Bunun üzerine halife İmâm-ı Mâlik'ten özür diledi ve her gün çocuklarını İmâma göndererek ders aldırttı.
EDEBE RİÂYET

Abbâsî halîfesi Ebû Câfer Mensûr ile İmâm-ı Mâlik hazretleri Medîne-i münevverede Resûlullah efendimizin mescidinde bulunuyorlardı. Mensûr yüksek sesle bir şeyler söyledi. Bunun üzerine Mâlik bin Enes hazretleri; "Ey müminlerin emîri! Bu mescidde sesini yükseltme. ÇünküAllahü teâlâ Hucurât sûresi ikinci âyet-i kerîmede meâlen; "Ey îmân etmekle şereflenenler! Sesinizi Nebiyyullah'ın sesinden yukarı çıkarmayınız. O'na karşı biribirinize bağırdığınız gibi seslenmeyiniz. O'na saygısızlık gösterenlerin ibâdetleri yok olur." buyurarak bir kavmi terbiye eyledi.
Vefât ettikten sonra da Resûlullah'a hürmet hayatlarındaki hürmet gibidir." buyurdu. İmâm-ı Mâlik'in bu nasîhatlerini dinleyen halîfe Ebû Câfer Mensûr sesini yavaşlattı ve; "Ey İmâm! Resûlullah'ın huzûrunda duâ ederken kıbleye mi döneyim yoksa Resûlullah'a yönelerek mi duâ edeyim?" diye sordu. İmâm-ı Mâlik hazretleri; "Ey müminlerin emiri! Yüzünü Resûlullah'tan sallallahü aleyhi ve sellem başka tarafa çevirme. Çünkü Resûlullah efendimiz, Allahü teâlâ katında dileklerimiz için vesîlemizdir. Bundan dolayı da yüzünü Resûlullah'a dönmeli, O'nun şefâatini dilemelisin. O zaman Allahü teâlâ O'nu sana şefâatçi kılar." buyurarak; "Onlar nefslerine zulmettikten sonra gelirler, Allahü teâlâdan af dilerler. Resûlüm de onlar için istiğfâr ederse, Allahü teâlâyı elbette tövbeleri kabûl edici ve merhamet edici olarak bulurlar." meâlindeki Nisâ sûresi 64. âyet-i kerîmeyi okudu.


kaynak
Mira - avatarı
Mira
VIP VIP Üye
20 Ağustos 2013       Mesaj #5
Mira - avatarı
VIP VIP Üye
Malik bin Enez (713 Medine - 795 Medine)
MsXLabs.org & MORPA Genel Kültür Ansiklopedisi

Malikîlik mezhebinin kurucusu. Asıl adı Malik bin Enez'dir. Yaşantısı hakkında çok az bilgi vardır. İlk zamanlar Abbasoğulları ile iyi ilişkiler kurmuş, hükümdarlardan yardım görmüştür. Sonraları hükümeti destekleyen bir fetvasını, baskı altında verdiğini ileri sürüp geçerli olmadığını söylediği için zindana atılmış ve dövülerek bir kolu sakatlanmıştır. Daha sonra Abbasoğulları ile barışarak Haife Harun Reşit'ten saygı görmüştür. "El-Muvatta" (Düzeltilmiş Çığır) adlı yapıtı, İslâm fıkıh bilminin temel kitaplarındandır.

Benzer Konular

20 Aralık 2015 / The Unique Siyaset ww
15 Ekim 2015 / asla_asla_deme Dinler Tarihi
31 Aralık 2012 / nötrino Dinler Tarihi
30 Mayıs 2015 / ahmetseydi Bilim tr
9 Haziran 2015 / ahmetseydi Siyaset ww