Arama

Uygarlık veya Medeniyet Nedir?

Güncelleme: 17 Nisan 2008 Gösterim: 129.618 Cevap: 4
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
23 Kasım 2006       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Uygarlık
Vikipedi, özgür ansiklopedi
Sponsorlu Bağlantılar

Uygarlık veya medeniyet, bir ülke veya toplumun veya diğer zeki canlı türlerinin, maddi ve manevi varlıklarının, düşünce, sanat, bilim, teknoloji ürünlerinin tamamını ifade eder. Uygar kelimesi, yerleşik hayata ilk geçen Türk kavimi olan Uygurlardan gelmektedir.
Medeniyet ve uygarlık kavramları çoğunlukla aynı anlamda kullanılmakla birlikte, uygarlığın daha geniş bir anlam taşıdığını ifade etmek mümkündür.
Medeniyetin, belirli bir insan topluluğu veya topluluklarının belirli bir coğrafya üzerinde ve belirli bir zaman içinde ortaya koydukları değerlerle sınırlı olmasına karşı; uygarlık kavramının, binlerce yıl devam eden gelişmeler sonunda, insan aklının, bilim ve teknolojisinin katkısı ile ortaya çıkan ve tüm insanlığın eseri ve malı olan evrenselliği sözkonusudur. Uygarlığın doğuşuna ve yükselişine Çin'den Uygur ve Orta Asya Türklerine; Hindistan'dan ve Mezopotamya medeniyetinden eski Mısır medeniyetine; Ege kıyılarındaki antik çağ sitelerinden Roma'ya; Batı Avrupa'da aydınlatma çağını yaratan, sanayi inkılabını gerçekleştiren milletlere ve nihayet Amerika ve Uzak Doğu'daki Japonlar'a kadar, tarih boyunca sayılamayacak kadar çok ülkenin ve ulusun katkısı olmuştur ve olmaya da devam etmektedir.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
23 Kasım 2006       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Medeniyet Nedir?

Sponsorlu Bağlantılar
Alm. Zivilization, Fr. Civilisation, İng. Civilisation.
Memleketleri îmâr ederek, insanları sosyal, ekonomik, kültürel ve ahlâkî yönden refah ve huzûra kavuşturmak. Medeniyet kelimesi Arapça olup, “medîne” kökünden gelmektedir ve “şehir” demektir.

Medeniyet Üzerine..
Medeniyetin çok çeşitli târif ve îzâhları yapılmıştır.

İnsanlık târihi boyunca yeryüzünde iki çeşit medeniyet görülmüştür. Bunlardan biri ilâhî dinlere inanan cemiyetlerin ortaya koyduğu medeniyetler, diğeri de inançsız insan topluluklarının medeniyetleridir. Günümüzde meşhur olarak bilinen eski Hind, Asur, Mısır, Yunan ve Roma medeniyetleri, putperest toplumların dünyâ hayat anlayışlarının bir görünüşüdür. Bu toplumlarda birçok tanrıya inanılır, bu tanrılar insan gibi düşünülür, heykelleri yapılır, tapınaklarda onlara tapınılır ve saçma sapan birçok şeye inanılır, bâzı insanlara bilhassa krallara (Firavun, Nemrud, Promethe, Afrodit vs. gibi) hulûl ettiklerinden bu krallar yarı tanrı kabul edilirdi. Buna göre şekillenen günlük hayatta, insanlar: Asiller, aristokratlar, plepler, köylüler, köleler ve çeşitli isimler altında sınıflandırılır; hâkim sınıflar diğerlerini dînî, ekonomik ve beşerî bakımından sömürürler ve zulmederlerdi. Bu farklılık öldükten sonra mezarda da kendini gösterir; üstün sınıflar için piramitler, kral mezarları gibi büyük mezarlar yapılırdı. Çoğunda kadınlar ikinci sınıf insan muâmelesi görür ve bâzılarında orta malı şeklinde düşünülürdü.
Zevkleriyse Atina’daki hipodromlarda insanları çırılçıplak spor müsâbakalarına sokmak; çeşitli adlar altında tertipledikleri eğlencelerde bol bol şarap içerek her türlü çılgınlığı yapmak ve Roma’daki hipodromlarda köle yapıp “gladyatör” dedikleri insanları birbirleriyle ölümüne döğüştürmek ve günlerce aç bırakılmış arslanlara parçalattırmak vahşetiyle aynı cinsler arasında sapık münâsebetlerde bulunmak âdiliği olarak tezâhür etmiştir. Böyle cemiyetlere medenî denilemeyeceği meydandadır.
İlâhî dinlerden olan ve Avrupa başta olmak üzere, zamanla dünyânın çeşitli yerlerine yayılan Hıristiyanlık dînine bağlı olanların ortaya koydukları medeniyet ise Hıristiyan milletlerin eski inanç, örf, âdet ve anlayışlarıyla karışarak yarı putperest bir medeniyet olmuştur. Hazret-i Îsâ’nın göğe çekilmesinden çok kısa bir zaman sonra Yahûdîlerin tertip ve teşvikiyle bozulmaya başlayan Hıristiyanlık, felsefecilerin, papaların ve Avrupa krallarının müdâhaleleriyle daha çok bozulmuş, anlaşılmaz, karmakarışık merâsimlerden ibâret bir din hâline gelmiştir. Bu hâliyle papaların elindeki Hıristiyanlık, mensuplarını dâimâ ilerletecek bir dinamizmden mahrum, sosyal hayâtı düzenleyici prensiplerden uzak, insanlığı olgunlaşıp yükseltici yol ve usûllerden habersiz olarak cihanşümûl bir medeniyeti doğurucu ve besleyici olamadı. Her türlü fen bilgisinin, ziraî, sınâî, sıhhî, pedagojik ve diğer ilerlemelerin de en büyük mânisi oldu. Böylece Ortaçağ Avrupası; puthâneye döndürülmüş kiliselerle zâlim derebey ve kralların şatoları ve sarayları etrafında binbir çeşit hurâfeyle doldurulmuş kafalar; adâlet, merhamet, sevgi, saygı, cömertlik ve yardımseverlikten mahrum katı kalbler ve cehâletin kararttığı daracık ufukları içinde kaba, görgüsüz, pis ve yarı vahşî insanlarla doldu. İlim, fen, teknoloji ve teknik âletler asırlar boyunca olduğu yerde kaldı, hattâ geriye gitti. Hastalıklar çâresiz, hastalar bakımsız, fakirler ve köylüler hor ve zelil; ilim adamları, düşünen insanlar tehlikeli ve büyülü; kadınlar her türlü hakâret ve zilletin hedefi idi. Müslümanlar İspanya’yı fethederek burada bir İslâm medeniyeti kurdular. Haçlı Seferleri sonunda Avrupalılar, önce şaşkınlık ve hayranlık içinde bocaladılar. Sonra yavaş yavaş uyanarak çocuklarına Endülüs Üniversitelerinde fen bilgileri tahsil ettirmeye; İslâm âlimlerinin yazdığı fen bilgileri kitaplarını kendi dillerine çevirmeye ve Müslümanlarda gördükleri teknik âletleri yapmaya başladılar. Bu arada İslâm âlimlerini eski Yunan filozoflarının bozuk kitaplarına verdikleri ilmî, inandırıcı cevapları okuyarak içine düştükleri bataklıklardan kurtulmağa çalıştılar. Bu hal, İslâmiyetin üstünlüğü karşısında ezilen ve papazların aforoz tehdidiyle suskunluk içinde olan Avrupalıları bu defâ eski Yunan mitolojisini incelemeye, öğrenmeye sevketti. Öğrendiklerini resim, heykel, felsefe ve edebiyat eseri, müzik bestesi olarak kendilerine göre tekrar yazıp yayarak yeni bir yol tuttular. Bunlara “rönesans”, Hıristiyanlık dîninde yaptıkları yeni değişikliklere de “reform” adını verdiler.
Böylece Avrupa’da; gün geçtikçe tesiri azalan ve bir süs unsuru hâline gelen bir kilise hayâtı ortaya çıkarken, öte yandan, rûhî açıklarını tatmin için sık sık değiştirdikleri sanat ve estetik anlayışlarıyla maddî refahı hedef alan bir ilim, teknoloji ve sanâyileşme başladı. Fransızların dünyâya övündükleri Versay (Versailles) Sarayı'nda bir hamam bile yoktu. Su ve temizlik düşmanlığı, papazlardan sonra, krallarda, asillerde ve halkta da yaygındı. Hattâ papazlar yıkanmaya karşı gelerek sırtlarındaki kir kalınlığına göre birbirlerini derecelendirirlerdi. Müslüman milletlerden ve bilhassa Osmanlılardan görüp öğrendiklerini tatbik ederek, üzerinde asırlar boyu çalışıp geliştirerek bugünkü ilmî ve teknolojik seviyelerine ve ihtilâllerle yerleştirilen rejimlere ulaştılar.
Günümüz dünyâsında bir Hıristiyan medeniyetinden bahsetmek mümkün değildir. Çünkü Hıristiyanlığın, Hıristiyan denilen milletlerde bir fantazi ve tesellî kaynağı olarak kabul ettikleri üç tanrı inancı (teslis), bir süs eşyâsı olarak taşıdıkları haçlarla her türlü eğlencelerinin sembolü hâline gelmiş şarap ve kilise korolarından türemiş çılgın bir batı müziği ve bunların neticesi olarak hergün süratle artan ahlâkî çöküntüye medeniyet demek mümkün müdür?
Medeniyet tasnifleri içinde, her bakımdan mükemmelliğe erişmiş, yüksek ve bütün olgunlukları içinde bulunduran hiç kusursuz olan İslâm medeniyetidir. İslâm medeniyeti; İslâmiyetin vâzettiği îmân, îtikâd, amel ve ahlâk esasları, cemiyet hayâtı, idâre prensipleri ve dünyâ nîmetlerinden insanın yaratılış maksadına uygun olarak faydalanma erginliği ile bütün dünyâya hitâbeden, her türlü görüş, düşünce ve fikirlerin doğru ve iyi taraflarını varlığında bulunduran ve zamânı (çağları) peşinde sürükleyen, insanlık târihi boyunca yaşanmış en ileri ve parlak bir medeniyettir. Bunu iyi anlamak için İslâmiyeti doğru bilgilerle iyi öğrenmek ve tanımak şarttır.
İslâm âlimleri medeniyeti “tâmir-i bilâd, terfîh-i ibâd” şeklinde târif etmişlerdir. Bu târif kısaca: “Beldelerin îmâr edilerek insanlığın ihtiyaçlarını karşılayacak rahat ve huzur içinde yaşayacak şekle sokulması; insanların da rûh, madde, fikir ve ahlâk bakımından yükselmesidir.”
İslâmiyet, medenî insanın ve medeniyet sâhibi toplulukların îmân, ibâdet, iş, ahlâk ve cemiyet hayâtında uyması gereken her şeyi bildirmiştir. Bunlar, Allahü teâlânın bildirdikleri, Resûlullah’ın öğrettikleri, Eshâb-ı kirâmın naklettikleri ve mezhep imâmlarının açıkladıklarıdır. İnsanlığın bunaldığı her şeyin çözüm ve çâresi onların içinde mevcuttur.
Müslümanların târih boyunca kurdukları bütün medeniyetlerin kaynağı, mümtaz örneği ve rehberi, asr-ı saâdettir. O devirdeki İslâm medeniyeti sonra gelen Müslüman milletlerin daha çok benzemek için çırpındıkları ötelerin ötesindeki bir nurlu idealleri olmuştur. Araplar, Afrika kavimleri, Asya’da Gürgâniye, Harezmşahlar gibi meşhur Müslüman milletler ve Müslüman Türkler, bugün bile gıpta edilen, imrenilen medeniyetlerine bu yolla ulaşmışlardır. İslâmiyet, belli milletlere değil, bütün insanlığa her devirde en yüksek medenî seviyeye ulaşmak için lâzım olan her şeyi bildirmiştir. Bu bakımdan İslâm medeniyeti cihânşümûl bir medeniyettir. Ancak milletlerin bu cihanşümûl medeniyete ulaşma dereceleri, İslâmiyeti iyi öğrenme, doğru anlama ve İslâmiyete tam uyma derecelerine göre farklı olmuştur. Bu milletler içinde Osmanlı Türklerinin bâzı dönemlerde yükseldikleri seviye, hepsinden ileri olmuştur. Bu sebeple altı asır boyunca bütün dünyâya her şeyiyle mükemmel bir medeniyet nümûnesi göstermişler, buna da Türk-İslâm Medeniyeti adı verilmiştir. İstanbul, bu medeniyetin sembol şehri, İstanbul’da yaşayanlar da, sembol insanı olmuştur.
Günümüzde bütün dünyâ milletleri bu medeniyetin hayranlığını dile getirmekte, dünyâdaki pekçok ilim adamı, vakıf, yayınevi, araştırma teşkilâtları insanlığın günlük hayâtından en girift meselesine kadar içine düştüğü buhranlara çâre bulmak için, bu medeniyeti incelemektedir. Anlayabildiklerini başta Amerika olmak üzere, tatbik ederek ilerlemekte, sıkıntılarını azaltmaktadır. Medeniyeti, ne sâdece gelişmiş ve ileri bir teknoloji olarak ele almak ne de sanat, edebiyat, estetik duygu ve düşüncede yükselmişlik olarak kabul etmek doğru değildir. Geçmişte ve günümüzde de her iki vasfa sâhip cemiyetler vardır. Medeniyet için her iki unsurun gerektiği kadar ve ölçülü bir şekilde mevcudiyeti şarttır. İlim ve teknikte çok ileri olan memleketlere bunları ne yönde kullandıklarına bakmadan medenî demek büyük bir yanlışlıktır. Bunlar medeniyeti göstermez. Bunları medeniyet sanmak her silâhlıyı gâzi, mücâhid sanmak olur. Halbuki bunlara sâhip olan eşkiyâlık da yapabilir.
İnsanoğlu giderek dünyâyı ve tabiatı daha çok kontrol altına almakta, ancak rahatı, refahı ve huzuru sağlamak konusunda aynı başarıyı gösterememektedir. Yirminci asırda dünyânın içine düştüğü buhranın kaynağında da bu yatmaktadır. Bütün dünyâda inançların giderek unutulmaya yüz tutması sebebiyle, mânevî değerlerin zayıflaması, çeşitli buhranlara ve sıkıntılara sebep olmaktadır. Medeniyetlerin güçlenmesi ve yaygınlaşması teknolojiyle inancın birbiriyle çok iyi bir şekilde telif edilmesine bağlıdır. Maddî sahadaki gelişmeler gibi sâdece mânevî sahadaki gelişmeler de kâfi değildir. Astek medeniyeti, İspanyolların silâhlarına tahta kılıçla mukâbele etmesi sebebiyle çökmüştür. Kezâ “hamam medeniyeti” diye de tâbir edilen Roma medeniyetinin yıkılışı da ahlâksızlığı sebebiyle olmuştur. Müslümanlar, İslâmiyeti götürdükleri yerlere, İslâmiyetin gereği olan medeniyeti de berâber taşımışlar, insanlarının refah, huzur içerisinde kardeşçe yaşamasını sağlamışlardır. Bu medeniyetin bir parçası olan sanat dalında o bölgelere yollar, köprüler, hamamlar, kervansaraylar, ibâdethâneler, çeşmeler, su kanalları yapmışlardır. İslâm sanatı, Müslüman milletlerin ortaya koyduğu ortak bir sanattır. İslâmiyet, insanın dünyâ ve âhirette huzur içinde yaşamasını isterken ondaki güzellik duygularını ve sanat merâkını da ortaya çıkarır. İslâm sanatları içerisinde mîmârî, edebiyat, minyatür, kitap süsleme, tezhip, el sanatları, hüsn-i hat, ağaç ve mâden sanatları, çinicilik, kakma, oyma çok ileri gitmiştir. Müslümanlar her gittikleri yerlerde mîmârî eserler yaptırmışlardır. İspanya’daki Kurtuba Câmii, işgal altında bulunan Mescid-i Aksa Câmii, İstanbul’daki Süleymâniye, Edirne’deki Selimiye câmileri İslâm mîmârî sanatının bir şâheseridir. İslâm sanatı Emevîler zamânında başlamış, Abbâsî, Fâtimî, Eyyûbî, Memlûk, Selçuklu şeklinde gelişerek nihâyet Osmanlılın doğu sanatlarıyle batı sanatlarını sentez etmesiyle yüksek ve geniş kubbeli direksiz câmiler, yüksek kemerli köprülerle zirveye ulaşmıştır. Bugünkü modern mîmârî sanatı, Osmanlı mîmârî sanatını örnek almıştır. Osmanlı mîmârî sanatına paralel olarak Hindistan-Türk mîmârî sanatları da çok ileri gitmiştir. Şah Cihan’ın yaptırdığı Taç Mahal, bu eserlerin en muhteşemidir. İslâm dünyâsında yetişen âlimler de, birçok ilmin kurulmasına önderlik yapmışlardır. İmâm-ı Şâfiî hukuk usûlünün, İmâm-ı Muhammed devletler hukûkunun, İbn-i Haldûn târih sosyolojisinin, İbn-i Heysem fizik ve optik kısmının, Harezmî cebirin, Cezeri sibernetiğin temellerini atmışlardır. Yine yetişen binlerce âlimin yazdığı sayısız kitaplar, asırlarca ilim âlemine ışık tutmuş medeniyetin yükselmesine yardımcı olmuş hattâ Avrupa bunlara sâhip çıkmış ve kendi adamlarına mâletmiştir.

Özbağlı Abdülhakîm ALTUNTOP

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
23 Kasım 2006       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Sözcük anlamıyla uygarlık (medeniyet), “bir ulusun, bir toplumun düşün ve sanat yaşamıyla eriştiği düzey, maddi ve manevi varlıkların tümü.” olarak ifade edilmektedir.
Bilindiği gibi uygarlık anlamında Batı Avrupa dillerinde kullanılan sözcük civilisatıon, doğu İslam dünyasında ise medeniyettir.
Yunan Mitolojisinde Prometheus, tanrılara karşı bir silah olarak kullansınlar diye ateşi insanlara armağan etmişti. İnsanlar da bu tanrısal gücü, Prometheus’un öcünü almada, yani insanı köle durumuna düşüren bağlardan kurtarmada, aklın ışığıyla doğayı yenmede, yeniyi, sonsuz yeniyi aramada kullandılar, kullanıyorlar da. Bu bağlamda, her yaratıcı insan bir ateş yakıcıdır. Konfüçyüs, İsa, Solon, Muhammet, Copernicus, Newton, Ganhi, Darwin, Einstein, Freud, Marx birer ateş yakıcıdır örneğin.
Her ateş yakıcı, kendinden sonraki yaratıcı atılımları için bir başlangıç noktası ve atlama tahtası olmuştur. İsa Platondan, Rönesans düşünürleri ise Eski Yunan’dan, Roma’dan ve İslamiyet’ten “ateş” almışlardır. Uygarlık, dünya yuvarlağının şurasında, burasında, zaman zaman yakılan ateşlerin, her türlü sınırlar ötesinde, birbirine eklenen alevleriyle beslenip gelişmiş ve gelişmektedir. Ancak, hiçbir ateş başlı başına yüzyılların sınavına dayanamamış, er geç sönüp geçmiştir. Göçüp giden nice uygarlıklar ve dinler bunun tanığı olmuşlardır. Her sönen ateşin ilerisinde ve ufkunda başka ateşler yanıp insanlığa yeni gelişme olanakları, yeni mutluluk yolları getirmeseydi, dünyamız birbirine sadece içgüdülerini, biyolojik özelliklerini geçiren hayvanlardan farksız güdük bir insan soyunun korkunç kalabalığıyla taşardı çoktan.
Uygarlık denilince, birbirinden iki farklı kavram anlaşılır: Bir anlamıyla uygarlık, barbarlığın karşıtı olan durumu anlatmakta olup, bu anlamda “uygar toplum” denilince, “gelişme yolunda hayli ilerlemiş, ideal ölçülere hayli yaklaşmış bir topluluk” anlaşılmaktadır.
Bir başka anlamıyla ise uygarlık, “bir toplumu başka toplumlardan ayıran, onun özgün yanını ortaya koyan, yaşam biçimlerinin, kullanılan alet ve teknolojinin, çalışma biçim ve yöntemlerinin, inançların, düşünsel ve sanatsal faaliyetlerin, siyasal ve sosyal örgütlenme biçimlerinin bütünüdür.”
Uygarlık; antropolojik olarak ele alındığında, “Bir toplumun ya da toplumların birikimli kültürü” olarak ifade edilebilir. Buradan da görüleceği üzere uygarlık; yaşamı, adeta hiçbir unsurunu dışarıda bırakmamacasına tamamen örten bir kavram, bir yaşam özelliğidir.
Her toplum kendi doğal uygarlığını yaşadığına göre; uygarlıkları birbirleri ile mukayese etmek ve hangisinin daha üstün olduğuna karar vermek, bir botanik araştırmacısının incelediği bitki türlerini güzel, çirkin diye ayırması kadar anlamsızdır.
Uygarlık, bir toplumun kendi mayasını, benlik ve kimliğini kaybetmeden, diğer ulusların da mayalarını öğrenmek, anlamak ve kullanmak uğraşıdır. Bir toplum, dünyada tek başına yaşayamaz. Diğer toplumlarla alış-veriş yapmak zorundadır. Bu alış-veriş, yalnız ticari ve sınai alanda da kalamaz. Toplumlar dünyada bağımsız yaşayabilmek için, ticaret yarışına olduğu kadar, uygarlık yarışına da katılmak zorundadırlar. Dünya topluluğu içinde, bir toplumun mayasını kaybetmeden ve özerk olarak yaşayabilmesi de, diğer toplumların "maya"larını öğrenmeyi ve bilmeyi gerektirir.
Uygarlık, dünya toplumlarının genel malıdır. Uygarlık, mayaları değişik insan toplumlarının uzun süre içinde edindikleri evrensel bilgilerinin düzenli yoldan ilerletilmesi, inceltilmesi, ve paylaşılmasıdır. İnsan beyni, gövdenin adaleleri gibi olup, belirli bir eğitimden geçmezler ise, gelişemezler. Japon örneği, benliğini kaybetmeden bir toplumun çağdaş uygarlığa yalnız ayak uydurması değil, önderlerinden biri olabilmesinin örneğini vermiş ve yolunu göstermiştir. İngilizler, çiçek hastalığına karşı aşıyı Türk’lerden 18'nci Yüzyılda öğrenerek, geliştirmiş ve bütün dünya uygarlığının malı haline getirmişlerdir. Bunun gibi, domates, hindi patates, mısır gibi yiyecek maddeleri (ve tütün), Kuzey Amerika kıtasından 1491 yılı sonrası bütün dünyaya yayılmıştır. Diğer toplumların mayalarını öğrenmek yolu ile, bir toplum uluslararası ortamda sağlıklı yaşama ve yücelme yarışına katılabilir. ABD toplumu, yoğurt mayasını ve yoğurdu günümüzden ortalama yirmi yıl önce (ticari tanıtma yolu ile) öğrenip, severek gündelik gıda maddeleri arasına katmıştır. Bu yoldan da, ABD toplumu sağlıklı ve besleyici bir yiyecek maddesine kavuşmuştur. Ancak, bu durum, ABD toplumunu Türk'e çevirmemiştir. Japonya, elektronik bilimini ikinci dünya savaşı sonrası Batı Avrupa ve ABD'den öğrenerek, bu sanayi dalında dünya önderi olmuştur. Ama, kendi mayasını, benliğini kaybetmemiş, dünya uygarlığına adım uydurmakla, Japon toplumu Amerikalı ya da Avrupalı olmamıştır.

Uygarlığı yapan nelerdir?
Uygarlıklarne denli çok olursa olsun, her insan topluluğu da uygarlığa yol açmaz. Bir topluluğun uygarlık aşamasına vardığını söyleyebilmek için, kendinde bazı koşul ve nitelikleri toplamış olması gerekir. Nedir o koşullar ve nitelikler?
Her uygarlık, belli bir iktisadi yapının biçimlendirdiği bir değerler sistemidir.Bu uygarlığa, kendine özgü bir nitelik kazandıran en önemli etmen “iktisadi yapı” dır. İktisadi yapı, insanların “doğa” ile mücadelesini ve o mücadelenin ortaya çıkardığı ilişkileri içine alır. İşte insanların üretim faaliyetlerinde kullandıkları maddesel araçlar ve teknik, bu üretim faaliyetinin doğurduğu ilişkiler, giderek bütün bunları kapsayan”üretim biçimi”, uygarlıkların tanımında önemli rol oynamakta ve giderek uygarlıkların “temel yapısını” oluşturmaktadır.
Ne var ki, bir uygarlığı oluşturan yalnızca bu olmayıp, aynı zamanda temel yapının üzerine kurulan,-bir yerde onun biçimlendirdiği, onu yansıtan-bir “değerler sistemi”dir. Bu sistem de, siyasal ve hukuksal kurumlar, din, ahlak, felsefe, edebiyat, sanat, özetle bir “kültür”ü oluşturan bütün öğeleri içermektedir.
Bunun yanı sıra din, tek başına bir uygarlık yaratamaz ama, uygarlıklarda önemli rollerden birini oynadığı da gerçektir. Fransız tarihçisi Fustel de Coulanges antik toplumu din ile açıklamaya kalkmıştır. “İsrail’in eski tarihi, kutsal bir tarihtir” derken, dinin o uygarlıkta gerçekten oynadığı büyük rolü belirtmek istemiştir aslında. Modern çağda, Batı’da, ağırlığı gitgide artan bir “laikleşme” olayı o uygarlığın niteliklerinden biri olagelmiştir. Ama her şeye karşın, bu gün bile, örneğin İtalya’da Katolikliğin, İngiltere’de, ABD.’ de ise Protestanlığın etkisi göz önüne alınmadan, o toplumların bazı olayları açıklamasız kalır.
Müslümanlığın yaygın olduğu ülkelerde, uygarlık, hemen bütünüyle, aslında bir dinin, İslamlığın damgasını taşımıyor mu? Bu ülkelerde uygarlık, bu gün de bir İslam uygarlığıdır.
Uygarlığı oluşturan diğer önemli etmen de, düşünce, sanat yaşam ve faaliyetleridir. Bu düşünce, sanat yaşam ve faaliyetlerinin biçimi ve içeriği, uygarlıkları bir birinden ayırmada çok kez en başta gelen ölçülerden biri olmaktadır.

Uygarlıklar arası etkiler ve uygarlıkların evrimi
Uygarlık (medeniyet), evrensel kültürün temel kaynağı olup, insanlığın çağdaş ölçüsünü temsil eder ve alt kültürler tarafından erişilmesi gereken bir hedefi de belirler.
Hiç bir uygarlık homojen (türdeş) değildir. Bir uygarlık, başka uygarlık ya da uygarlıklarla mutlaka ilişki içindedir. Böyle bir ilişki doğar doğmaz da, o uygarlık değişmeye başlar. İnsanlık tarihi, uygarlıklar arasındaki bu tür ilişkiler ve onların sonucu ortaya çıkan değişikliklerin tarihidir bir yerde.
İlk Çağda Asurlular, Babil uygarlığına kondular. Roma uygarlığı da aslında Yunan uygarlığının bir yetiştirmesidir. Haçlı seferlerinde de karşılaşan yalnızca ordular değil, aynı zamanda iki ayrı uygarlığın, İslam Uygarlığı ile Hıristiyan Uygarlığının bir birlerini etkilemesi ve etkileşim söz konusu idi. Ve bu karşılaşmanın Batı Uygarlığının doğuşundaki payını kim yadsıyabilir ki?
Her canlı varlık gibi, uygarlıklar da ölmektedir. İbni Haldun ve Vico Spengler, kültürlerin organizmalar gibi doğup, büyüyüp geliştiklerini ve sonunda öldüklerini belirtirler. Doğma, büyüme, gelişme ve ölüm, tüm kültürlerin zorunlu olarak geçirdikleri aşamalardır, ortak yazgılarıdır ve hiçbir kültür bu döngüsellikten kurtulamaz. Kültürler farklı olabilirler; hattâ onları belli tipler altında gruplandırmak da olanaklıdır (Spengler'de 8, Toynbee'de 24 kültür tipi sıralanır); ama her biri kendi içlerinde yukarıdaki aşamaları yaşarlar ve son aşama olarak ölürler. Tarihin karanlık sayfalarında böyle göçüp gitmiş nice uygarlıkları hatırlayalım. Büyük Fransız şairi ve yazarı Paul Valery, uygarlıkların ölümlü olduğu gerçeğini 1.Dünya Savaş’ının sonunda söylediği şu özlü sözlerle bir kez daha dile getirir: “Biz uygarlıklar, artık ölümlü olduğumuzu biliyoruz.” Ama nasıl bir ölümdür bu? Yüzyıllar ve binyıllar süresince, çeşitli uygarlıkların, kireçli topraklardaki kaynaklar gibi uzun süre kaybolduktan sonra–bir ölçüde- yeniden ortaya çıktığını görüyoruz. Örneğin tarihçiler, “Kelt uygarlığı”nın hâlâ yaşayan kalıntılarına rastlıyorlar.
Siyasal kopuşlar, büyük felaketler ve kesiklikler ötesinde, uygarlıklar, zamanda ve mekânda,-bir yığın etki ve tepki ile-varlıklarını sürdürürler: Örneğin, Batı Avrupa’da, Rönesans adı verilen “uyanış”, uzun süre ölmüş bilinen bir uygarlığın, Yunan ve Roma uygarlıklarının tekrar ortaya çıkışından başka bir şey değildir. Gerçi 15.ve 16.yüzyıllarda bir Yunan ve Roma uygarlığından söz edilemez: O yüzyıllarda Avrupa’daki uygarlık bir İtalyan uygarlığıdır, bir Fransız, bir İngiliz, bir İspanyol ... uygarlığıdır. Ama yine de antik kaynaklardan beslenmektedir bütün bunlar. Bunun gibi, yeraltı gömütleri zamanındaki Hıristiyanlığın, bir 18.yüzyıl Hıristiyanlığıyla, ya da bu günkü Hıristiyanlıkla benzeşmediğini de söyleyebiliriz.
Çağdaş İngiliz tarihçisi ve kültüroloğu Arnold Toynbee (1889-1975), “Uygarlıktan ne anlıyoruz?” sorusunu; “Uygarlıktan insan toplumlarının, Batı, İslam, Uzakdoğu ve Hint Uygarlığı diye sınıflandırılmasını anlıyoruz. Bu isimler aklımıza din, mimari, üslup ve gelenek açısından farklı şeyler çağrıştırmaktadır” diyerek cevaplamaktadır. Toynbee, tarihte devletlerden çok, uygarlığı esas almıştır. İnsanlık tarihindeki ilk uygarlık olan Sümerler’den bu yana yeryüzünde yirmi bir uygarlık ortaya çıkmıştır. Bunlardan sadece beşi günümüzde varlıklarını sürdürmektedir.
Toynbee, “Tarihin İrdelenmesi” adlı başyapıtında, uygarlıkların gelişme ve başarısında, ırk ya da coğrafi koşulların rol oynamadığı görüşünü savunur. Uygarlığı yaratan büyük ırklar değildir, insanları yaratan büyük uygarlıklardır.
Toynbee; “uygarlıkların gelişmesinde rol oynayan temel etmenin, bir toplumun karşılaştığı sorunlara verdiği cevap, daha doğrusu, ortaya çıkan sorunla ona verilen karşılık arasındaki diyalektik ilişki olduğunu” ileri sürer. Bu süreç içinde çevre koşulları zorlaştıkça, toplumun önüne çıkan sorunlar büyüyüp, onları alt etmek için verilen mücadele yoğunlaştıkça, toplum daha başarılı ve sağlıklı bir uygarlık kurar. Bunun en iyi örneği Afrika’ da görülür. Uygarlığın, doğanın zengin ve yaşamın kolay olduğu tropikal bölgelerde değil de, Nil deltasındaki bataklık ve ormanlık bölgelere yerleşip, ormanları temizleyip, bataklıkları kurutarak, sulama kanalları açan eski Mısırlılar tarafından kurulmuş olması çarpıcıdır. Bunun gibi, Çin’de de ilk uygarlık verimli topraklarda değil, Sarı Irmak’ın bataklık bölgelerinde ortaya çıkmıştır. Avrupa’da kuzeye doğru iklim koşulları sertleştikçe kurulan uygarlıklar daha sağlıklı olmuştur. Toynbee gözlemlerinde; Anadolu Selçuklu Devleti’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan bir dizi beylik arasında, sadece Osmanlılar’ın güçlü bir devlet kurabilmelerini, bu beyliğin Bizans sınırında olmasına ve sürekli mücadele etmek zorunda olmalarına bağlar.
Dış tehlikenin büyüklüğü, iç dinamizmini zamanın koşullarına göre yaratıcı biçimde kanalize etmeyi başaran toplumları sarsmaz, aksine onların güçlenmesine yol açar.
Dış tehlike, hatta askeri yenilgiler bile, devletleri yıkamadığına göre, uygarlıkların yok olmasının temel nedeni içeriden kaynaklanır. İç çelişkilerini çözemeyen, kendilerini yenilemeyen, dinamizmlerini yaratıcı yollara kanalize edemeyen, maddi üretimin temelini oluşturan fikirsel üretim gerçekleşmeyen toplumlar çözülüp, dağılmaktan kurtulamazlar. Örneğin; Bizans’ı Osmanlılar, Osmanlıları da Avrupa yıkmamıştır. Kendi iç çelişkilerini çözemeyen bu toplumlar, zaten can çekişme sürecine girmişlerdi. Aynı biçimde Sovyetler Birliği’nin dağılmasının temel nedeni, batı emperyalizmi ya da ABD ile silahlanma yarışı değil, bu ülkenin çelişkilerini çözememiş olmasıdır.
Çağımızın büyük düşünürlerinden biri olan Levi-Strauss, “ilkel” toplum ile “uygar” toplum arasında bir ilerilik ya da gerilik ayrımından söz edilemeyeceğini ortaya koymuştur. Ona göre, “ilkel insanlar, en az bizim kadar uygardırlar; değişiklik, her iki uygarlıktaki düşüncenin birbirinden farklı semboller sistemiyle dile getirilmesinedir.” Montaigne’nin dediği gibi “Aklın kurallarına uyarak barbar diyebiliriz yamyamlara ama bize benzemiyorlar diye barbar diyemeyiz.”
Kaynak: historicalsense.com
BYAYD SPEOPLE - avatarı
BYAYD SPEOPLE
Ziyaretçi
29 Haziran 2007       Mesaj #4
BYAYD SPEOPLE - avatarı
Ziyaretçi
Medeniyet nedir ?

Feodal Devrim

Önce medeniyetler kavramını tanımlayalım : İnsanların tarih boyunca kurduğu ve birbiriyle çatışan medeniyetler hangileridir ? İnsan topluluklarının yaşam biçimlerini fark edilir derecede değiştiren iki devrim, medeniyet var insanlık tarihinde. Birisine 'Neolitik Revolution', neolitik devrim adı veriliyor. İnsanların milattan önce 8-9 bin yıl önce şehirlere yerleşmesiyle başlıyor , ehlileştirilen hayvanlarının tarımda kullanılması, şehir köy farklılaşması, ondan gelen işbölümü, yönetim ve yazının bulunması gibi çok hatırı sayılır değişimler yaşanıyor.İşte medeniyet , uygarlık denen şey budur.Bu medeniyetin coğrafyası bellidir .Güneyden başlayarak kuzeye ve batıya yayılan bir medeniyet. Feodalite dediğimiz , köylülük dediğimiz şey. Önce Hitit,Sümer,Pers,Mısır,Yunan sonra Roma ardından da Osmanlı imparatorluğu, bu medeniyetin imparatorluklarıdır.Dünyanın her yerinde bu devrim yaşanmıştır ve 8-9 bin sene sürmüştür.Bu medeniyetler binlerce yıl içinde farklı bilgi ve sermaye birikimleri yaratmışlardır .Burada İmparatorluklar döneminde zengin olan burjuva sınıfı ,endüstri devrimini yaratacak sermaye birikimini yaratabilmiştir .Msn Demon

Endüstri Devrimi

İkincisi ise endüstri devrimidir . İngiltere’den başlayarak Avrupa’ya sonra da Amerika kıtasına yayılan medeniyet. Endüstri devrimi köylerde yaşayan nüfusu şehirlere taşımıştır. Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçilmiştir. Yani makineler ortaya çıkmıştır. Birkaç yüz insanın bir ayda yaptığı işi bir günde yapan makinalar ortaya çıkmıştır.Tarım toplumunda görülmeyen yeni yönetim biçimleri,üretim ilişkileri ortaya çıkmıştır. Feodal yapıdaki sanayileşemeyen toplumlar örneğin Osmanlı İmparatorluğu,Hindistan,Çin,Afrika endüstrileşen toplumların gücü karşısında duramamışlardır(7). İşte medeniyetler çatışması esasında budur . Feodal medeniyetle endüstri medeniyetinin çatışması sonucunda imparatorlukların bir çoğu yıkılmıştır.Birinci dünya savaşı bunun en belirgin göstergesidir.Birinci dünya savaşında imparatorluklar yok edilmiştir.Feodal tarıma dayalı medeniyetin geçerliliği artık kalmamıştır .Onun yerine endüstri toplumları güçlenmiştir.İngiltere ‘nin bütün bir yüzyıl dünyaya hakim olduğu 19. Yüzyıl endüstri devriminin dünyaya yayılmasın örnekleriyle doludur.Askeri ve ekonomik gücü elinde bulunduran İngiltere yüz yıl boyunca tüm dünyaya hükmetmiştir.
sedat sencan - avatarı
sedat sencan
VIP VIP Üye
17 Nisan 2008       Mesaj #5
sedat sencan - avatarı
VIP VIP Üye
Uygarlıktan bahsedilirken genellikle yazı,yönetim,hukuk,kentler,sanat,madencilik,bilim ve bunlar gibi bir takım ögelerin karmaşık bir bütünlüğünden söz edilir.Konuya bu açıdan bakılınca,uygarlığın kökeni için bu tip ögelerin ne olduğu ve nereden kaynaklandığı sorgulanır.Bazı bilim adamları ise uygarlığın gelişmesinde bu ögelerden herhangi birisinin daha önemli olduğunu düşünerek çalışmalarını onun üzerinde yoğunlaştırmıştır.Örneğin bir bilim adamı metalurjinin uygarlığın gelişmesinde önemli yer tuttuğunu kabul ederse,en eski uygarlıkları tunç devri adı altında sınıflandırır.Veya uygarlığın gelişmesinde yazının çok önemli olduğunu düşünür ve yazı kullananları uygar toplum,yazı kullanmayanları ise ilkel toplum olarak birbirinden ayırır.Bir başkası ise kentleri ön plana çıkarır ve kent devrimi dediği olayı uygarlığın tanımında kullanır.
Sıhhatli bir uygarlık tanımlaması yapabilmek için yukarıda sıralanan ögelerin hiçbiri tek başına yeterli değildir.Örneğin tek başına metalurjiyi ölçü olarak ele alırsak doğru sonuçlara ulaşamayız.Nitekim maden işçiliği bazı yörelerde uygar toplumların gelişmesinden önce ortaya çıkmıştır.Üstelik hem Amerika’da hem de birçok bölgede hiçbir zaman teknolojik bir öneme kavuşmamıştır.Yazının kullanılması da böyledir.Niteliği ne olursa olsun Sümerlerde yazı toplumun önemli bir özelliği idi.Ama bugünkü Peru’nun bulunduğu bölgedeki eski uygarlıklarda bir yazı sistemi yoktu.Aynı şekilde kentleşme de eski uygarlıkların vazgeçilmez bir ögesi olmamıştır.Hem eski Mısır’da hem de Orta Amerika’da bulunan kentler,kent özelliğinden çok törensel merkez işlevini görüyordu.
Uygarlığın tanımında tek tek ögelerin ele alınmasının yanlış olduğunu belirtmekle beraber,onların önem sıralamasını yapmamızın bir sakıncası yoktur.Bu bağlamda siyasal örgütlenmenin uygarlığın kurulmasında çok etkili bir öge olduğunu söyleyebiliriz.Siyasal örgütlenmenin en belirgin modeli ise devlettir.Gerçekten devlet, hem toprak hem de nüfus olarak büyük olan toplumların sosyal ve ekonomik faaliyetlerini düzenleyen yeni ve güçlü bir araçtı.Kentleri,tapınakları ve sulama kanallarını inşa etmek,düzenleyici bir otorite olmadan o dönemde mümkün değildi.Hele ticareti örgütlemek,fetih savaşlarını yürütmek,zanaat işlerini desteklemek gibi işler kabile toplumlarının başaracağı işler değildir.Aynı şekilde madenlerin bulunmasını,arıtılmasını ve dökülmesini gerçekleştirmek te niteliği ne olursa olsun bir devletin varlığını gerektiriyordu.
Piramitlerin yapımı, incelenmesi gereken bir konudur.Aslında eskiden yapılmış olan anıtların büyüklüğü,bunların yapımı için uygulanan örgütlenmeyi kanıtlamaz.Zira bunların yapımında hem zaman süreci olarak hem de işgücünün niceliği olarak değişik oranlar kullanılmış olma ihtimali vardır.Örneğin az sayıda insan ile birkaç kuşak boyunca bir anıt inşa etmek mümkündür.Veya çok sayıda insan kullanarak ta kısa sürede aynı iş bitebilir.Mısır piramitlerinin çok sayıda insanın çalışmasıyla yapıldığı anlaşılmıştır.Büyük piramitlerin hepsi Mısır uygarlığının ilk dönemlerinde tamamlanmıştı.Bu işin başarılmasındaki en etkili unsurun,o zamanlar için yeni olan devletin işgücü ve mali gelirler üzerindeki denetim gücü olduğunu söyleyebiliriz.
Eski veya çağdaş olması fark etmez,siyasal anlamıyla devlet,zor kullanan bir örgüttür.Aynı zamanda bu zor kullanımın yasal hakkını kendi tekelinde tutan bir yönetim grubunu barındırır.Ancak devletle toplum arasındaki ilişki her zaman bir tartışma konusu olmuştur.Olmaya da devam edeceği bellidir.Her karmaşık ilişkide sorunların çözümü için o ilişkinin zaman süreci içindeki başlangıcına gidilerek basit olan modeli ele alınır.Bu konuda da devlet örgütünü ilk kez kurmuş olan toplumları incelemek gerekir.Kabile ortamından doğrudan doğruya devlet çıkmamıştır.Yani kabile bir gün kendi düzeninde iken ertesi gün uyandığında devlet düzenine geçmiş değildir.Genellikle babadan oğula geçen şefliğin yürürlükte olduğu bir sistemde sınıf ayırımı oluşmuştu.Şefin otoriter yönetimi altında toplumun ekonomik yaşamı merkezi bir özellikteydi.Gene de şefler,merkezi otoriteyi temsil etmelerine rağmen zor kullanma hakları yoktu ve henüz kral sayılmıyorlardı.Bu hiyerarşik toplumun evrimi ile devlet oluşmuştur.
Devletin sosyal ve ekonomik yaşamı düzenleyen siyasal bir örgüt olarak ortaya çıkışındaki temel etkenlerin ne olduğunu belirlemeye çalışan birkaç tane kuram vardır.Bunlardan bir tanesi fetih kuramıdır.Buna göre bir toplum öteki toplumun topraklarını eline geçirir ve galipler egemen sınıf olarak devlet örgütünü kurar.Ancak tarihi inceleyen araştırıcılar,karmaşık toplumların fetihlerden önce de varolduğunu görmüşlerdir.Ya fetheden ya da fethedilen veya herikisi birden zaten devlet özelliği ağır basan karmaşık toplumlardı.Bu konuda göz önünde tutulması gereken nokta,fetih savaşlarının yeni topraklar,ilave insan ve ekonomik kaynaklar elde etme isteğidir.
Bazı kuramlar, devletin oluşumunu ve gelişimini belirleyen etkenler arasında ticareti ön planda tutarlar.Eski dönemlerde ana ticaret yollarının kesiştiği belli bölgeler vardı.Buralarda değişik toplumlardan gelen tüccar toplulukları sık sık bir araya geliyorlardı.Ancak bunların arasında ortak bir kültür olmadığı gibi toplumsal kurumları da birbirlerinden farklıydı.İşte bu topluluklar işlerini yürütebilmek için bir otoriteye ihtiyaç duymuşlardı.Kendi aralarında kurdukları bu otoriter kurum zamanla gelişecek ve devlet haline gelecektir.Bu kuramın çelişkili bir temeli olduğu için kabul edilmesi olanaksızdır.Zira uzun yol ticareti sadece devleti olan toplumlarca gerçekleştirilebilen bir eylemdir.
Tarımda sulama sisteminin önemini vurgulayan bilimadamları,kendine özgü bir modeli olan yönetim şekli ile ırmak vadileri arasında ilişki kurmuşlardı.Çin’de Sarı Irmak,Hindistan’da İndus,Mezopotamya’da Dicle ve Fırat,Mısır’da Nil,ve başka bölgelerdeki ırmakların kıyılarında hem sulama işleminin hem de taşkınları önleme tedbirlerinin bir örgüt tarafından yönetilmesi gerektiğinden yola çıkıyorlardı.Bu örgüt ise, kitlesel işgücü sağlayan ve denetleme işini düzenleyen devlettir.Eski uygarlıklar döneminde sulamanın yaşamsal olarak çok önemli olduğu tartışılmaz bir gerçektir.Ancak sulama işleri devlet kuruluşunun nedeni değil,tam tersi devlete bağlı bir olaydır.Yani sulama işleri ancak bir devlet tarafından organize edilebilir.Nitekim büyük sulama sistemleri,kabile toplulukları tarafından yapılabilecek olan küçük sistemlerin devletçe birleştirilmesi ile ortaya çıkmıştır.
Tarımda sulama sisteminin önemini vurgulayan bilimadamlarının bir örneği de Çin uygarlığıdır.Çin’de sulama yoluyla yılda birkaç kez ürün alınır.Böylece tarım dışı sınıflar için yiyecek sağlanmış olur.Bu sistemin işleyebilmesi için merkezi otorite gücüne sahip olan bir örgütün sulama işlerinin devamını sağlaması gerekir.Oluşacak sel baskınlarına karşı baraj yapımı da önemlidir.Bu hizmetleri sağlayacak işçilerin çalışması böyle bir otorite sayesinde olabileceği için devlet oluşmuştur.Ancak birtakım eski uygarlıklarda bu tip sulama tesislerinin varlığına ilişkin bir kanıt bulunamamıştır.
Devletin kökenlerini araştıran kuramlardan bir diğeri sınırlar üzerinde durur ve tarımın gelişmesi ile nüfus artışını birlikte inceler.Zengin kaynakları içeren bölgeler çöl,dağ veya deniz gibi coğrafi engellerle çevrilmiştir.Bu doğal yapıların korumasında kalan toplumlar siyasal evrime daha yatkındır.Bu kuramı önerenlere göre böyle alanlarda tarımsal üretim nüfusun artmasına neden olur.Böylece kaynaklar üzerindeki rekabet,ekonomik savaşa dönüşür.Yenilgiye uğrayanlar galiplere boyun eğer.Toplumsal evrimin bu aşamasında şeflikler belirir.Çatışmanın daha da ilerlemesi devletin kurulması ile sonuçlanır.
Uygar toplumun kökenini fazladan üretimde görenler de vardır.İhtiyaçların dışında yapılan fazla üretim,toplumu besin üreticisi ve besin dışı madde üreticisi olarak ikiye ayırır.Besin dışı üretim daha çeşitli mal üretiminin hammaddesini oluşturduğu için bu tip tarımla uğraşanların gelişme süreci hızlanır.
Devletin kökenini açıklamaya çalışan bütün kuramların asıl noktası, basit bir toplumdan karmaşık bir hiyerarşik topluma geçişin nasıl olduğudur.İlkel toplumların başlıca ekonomik yapısı tarımdır.Sosyal yapılarını ise eşit bireyler oluşturur.Böyle bir sosyo ekonomik yapıya sahip olan toplumların devlet şeklinde örgütlenmiş toplumlara dönüşmesi,bazı kollarının çıkmaz sokaklarla biten yollarda ilerlemesine benzer.Eşitlikçi toplumların çoğu ya doğanın elverişsiz olması nedeniyle ya da gereken sosyal dönüşümü gerçekleştiremedikleri için yok olup gitmişlerdir.
KAYNAK:
The Joy of Knowledge Encyclopaedia

Benzer Konular

12 Temmuz 2015 / brayn Cevaplanmış
24 Ekim 2013 / Misafir Cevaplanmış
8 Ocak 2016 / _KleopatrA_ X-Sözlük
1 Ekim 2009 / Ziyaretçi Soru-Cevap