Arama

TDKP - Türkiye Devrimci Komünist Partisi

Güncelleme: 26 Eylül 2007 Gösterim: 15.625 Cevap: 2
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Eylül 2007       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Türkiye Devrimci Komünist Partisi Türkiye'de faaliyet gösteren kısa adı TDKP olan yasadışı siyasi partidir. Parti 2 Şubat 1980'de İzmir'de toplanan I. (Kuruluş) Kongresi'yle kurulmuştur.

Sponsorlu Bağlantılar
Kısa tarihi
Partileşme süreci 1975-1980 yılları arasındaki süreçde yaşadı. THKO, Ekim 1978'de topladığı Konferansla Türkiye Devrimci Komünist Partisi-İnşa Örgütü (TDKP-İÖ) adını aldı. Bu inşa örgütünün amacı olarak darak partinin kurulması belirlendi. 1975 sonrası THKO dönemi, partinin ideolojik siyasal inşa dönemi olurken, 1978-1980 TDKP-İÖ dönemi partinin örgütsel çizgisinin inşa dönemi olarak tanımlanabilir.
TDKP inşa örgütü döneminde Ocak 1979'da Ocak Deklerasyonu olarak bilinen bir ajitasyon ve eylem platformu ortaya koydu. Platfom içinde yaşanılan dönemi bir geçiş dönemi olarak değerlendiriyordu. Platform Faşist diktatörlük olarak gördüğü politik sistemi ekonomik, siyasal ve çok yönlü toplumsal bir bunalımda olduğunu ve bu bunalımı geliştirmenin partinin görevi olduğunu tespit ediyordu. Bu dönemde TDKP, genel grev ve direniş çağrısı yaptı. Bu dönemdeki mevcut grevleri destekledi.
TDKP partileşme süreci dahil olmak üzere, devrimcilerin birliği sorununu önemli bir sorun olarak ortaya koymuştur. 12 Eylül darbesi öncesi özellikle Devrimci Yol ile birlikte eylemler örgütlemiştir.

Parti yapısı
Başlangıçta THKO'nun üyelik kıstasları yoktur ancak THKO Konferansında alınan kararla "partiye ancak program ve tüzüğünü kabul eden ve hayata geçiren, parti örgütlerinden birinde aktif olarak çalışan ve üyelik aidatını düzenli olarak ödeyenler üye olarak kabul edilmelidir." kararı alınmış ve partinin yukarıdan aşağıya örgütlenmesi fikri ortaya konmuştur. TDKP, üretim ve bölge esasına göre örgütlenmeyi ve hücrelerin örgütsel temel birim olduğunu savunmakta ve uygulamaktadır.
TDKP, azınlığın çoğunluğa, alt organların üst organlara, tüm örgüt ve üyelerin merkez komiteye ve kongreye tabi olduğu, üyelerin kararların alınması ve uygulanmasına aktif olarak katıldığı, yönetici organları denetleyebildiği demokratik merkeziyetçiliği örgütsel ilke olarak öngörmekte, örgüt içi demokrasinin gizlilik koşulları dikkate alınarak uygulanmasını doğru bulmaktadır.
Türkiye'deki yönetimi faşist diktatörlük olarak tanımlayan TDKP bu nedenle partinin illegal temele sahip yasal bir örgüt olarak inşa edemeyeceğini düşünür. Parti örgütünün tamemen illegal olması ve illegal örgütlerin organik bir toplamı olmasını temel alınmıştır.
TDKP, tüzüğünde "komünizm okulu" olarak tanımlanan, gençlik içinde TDKP çizgisi doğrultusunda faaliyet yürüten Türkiye Genç Komünistler Birliği (TGKB) adlı bir komsomol örgütlenmesine sahiptir. TGKB örgütsel olarak bağımsız hareket eden, ancak siyasal ve ideolojik olarak TDKP'ye bağlı bir gençlik örgütlenmesidir.

Sosyalizmin kurulması ile ilgili görüşleri
TDKP kapitalizmin egemen üretim biçimi olduğu Türkiye'de faşist diktatörlüğün hüküm sürdüğünü söylemekte, proletarya diktatörlüğünü öngörmektedir. Sosyalizme kesintisiz geçişi, bunun için proletarya önderliğinde ve önemli sosyalist görevleri de olan demokratik devrim yoluyla kesintisiz devrim ve devrimci demokratik işçi-köylü diktatörlüğünün kurulması gerektiğini savunmakta, bu dönemde köylülük ve şehir küçük burjuvazisi ile ittifak ve orta burjuvazinin tecridini gerekli görmektedir. Devrimin temel gücünün işçi sınıfı, temel yedeğinin ise köylü olduğunu ortaya koyarak, öncelikle emperyalizm, tekelci kapitalizm ve feodal kalıntıların, ulusal baskısının tasfiyesini görev edinmektedir.

Diğer görüşlerle ilgili yaklaşımları
TDKP Yöneltilen eleştiriler karşısında Stalin'i savunmakta, Troçki, |Hruşçev, Brejnev, Tito, Mao, Gorbaçov givi insanları revizyonist olarak tanımlamaktadır. Üç dünya teorisi'ni de benimsememiştir ve marksizm temel ilkelerini ortadoksça savunduğunu iddia ederek çoğulcu, demokratik, insancıl sosyalizm gibi önerilerini revizyonizm olarak nitelemekte, içinde kanatlara, farklı çizgilere izin vermeyen monolitik parti fikrini savunmaktadır.
tdkpnin tasviyesi(tdkp-platform broşüründen alınmıştır) KONFERANSLAR ve DEĞERLENDİRMELER
12 Eylül 1980 darbesi ve ardından Nisan 1981 faşist darbesi ile teslimiyet, yenilgi ve kriz dönemine giren TDKP çeşitli tasfiyeci grupların da katkıları ile günlük gelişmelerin ve faaliyet alanının dışına düşmesi sonucu kendisini yenileyemedi. Son derece sağlıksız koşullarda gerçekleştirilen 1991 TDKP Şubat I. Genel Konferansında ise hala sorunun tespiti ve çözümleri konusunda samimi bir yaklaşımın oluşmadığını, hala parti içinde sağ sapmaların ciddi oranda parti örgütünü sardığını görüyoruz. 1991 1. TDKP Parti Konferansı belgelerinin, sayfa 16'da işaret edildiği gibi, tasfiye edilmiş TDKP, tasfiyecilerin ve işbirlikçilerin de katkıları ile proletaryanın mücadele örgütü olmaktan çok uzaktı; eksik söylenmiş, hiç alakası yoktur olmalıydı!
"Konferansımız, faşizmin ve gericiliğin "liberalleşme" güldürüsünün... gerçekte ciddi legalist etkiler altında bulunan ilerici ve devrimci akımlar üzerinde etki yaratabileceğine ve genel olarak "ilerici" kamuoyunda bir legalizm dalgası yaratabileceğine"; bunun "Türkiye devrimci hareketi, gelişen ve gerçekte bugün de ciddi legalci zaaflar oluşturduğuna dikkati çeker. Partimiz- "legal" imkanlardan yararlanmayı reddetmeksizin, aksine bunlardan! "en iyi şekilde yararlanma çizgisi" izleyerek, bugün illegaliteyi güçlendirmeye, illegal örgütü işçi kitleleri içinde yaygınlaştırmaya, onun mücadele kapasitesini artıracak adımlar atmaya, daha da önem vermektedir."
Bu itirafın bugün çok gerçek ve yerinde olduğunu TDKP'nin tasfiyesi ile tüm kaynaklarının, 1991 Konferans Belgelerinde dikkati çekilen diğer taraftan da hazırlanan ve hayat bulan liberal-oportünist akımın tükettiği ve posası çıkarılmış olan ve bir parti isminden başka hiç bir şeyi bırakılmayan Partinin bugünkü durumundan en fazla hoşnut olan faşist diktatörlüğün ve yandaşlarının iğrenç zafer kahkahalarını MGK'nın "siyaset belgesi"nde görüyor ve duyuyoruz.
1991 I. Genel Konferansı ardından 1995 yılından itibaren tasfiyecilik, olanca ağırlığıyla partinin üstüne TDKP'nin kitle yayın organı olan Devrimin Sesi'nde yazıldığı biçimde geldi. Artık örgüt içindeki devrimci kadrolar çok büyük bir oranda tasfiye edilmiş ve tutuklanmıştı;
"Emekçi yığın hareketinin ileri doğru her atılımı doğal olarak yeni örgüt biçimlerini gündeme getirdi. Ancak bugün artık ihtiyaç haline gelen örgüt biçimi hepsinin üzerinde ve bütün hareketi her yönüyle yönetmeye yetenekli bir örgüt biçimidir. Bu biçim, hareketin açık bağımsız politik hareket olarak örgütlenmesidir. Bugünün çözülmesi gereken sorunu budur. Bu sorunu işçi sınıfı adına hareket ettiğini söyleyen birileri çözemeyeceğine göre, bu görevi omuzlayacak olanlar bizzat sınıf bilinçli öncü işçiler ve onların kendi içinden çıkardığı namuslu yöneticilerdir." (Devrimin Sesi - Temmuz, 1995 -Sayı 190) 1995 yılındaki merkezi inisiyatif olduğunu sanan ve "ancak o gün ihtiyaç haline gelen örgüt biçimi hepsinin üzerinde ve ihtiyaç haline gelen örgüt biçimi, hepsinin üzerinde ve bütün hareketi her yönüyle yönetmeye yetenekli bir örgüt" oluşturma konusunda legal-partinin hazırlıklarına "namuslu yöneticileri" ile başlanmıştır. Bütün hareketi hepsinin üzerinde ve her yönüyle yönetmeye yetenekli açık bağımsız örgütü kurabilmenin biricik şartı TDKP ve ona bağlı tüm kurumların tasfiyesi ile mümkün olabileceğini dünya devrimci hareketinin anlamayacağını sanmak gibi geri zekalıca bir yaklaşımın sonuçları, biliyoruz ki tasfiyecilerin beklediğinden daha iyi gelişti. Diğer konu; tasfiyeyi resmi olarak açıklama cesaretini bulamamalarının veya açıklayamamalarının gerekçeleri bellidir. Neden "namuslu yöneticileri" bu görevleri üstleniyor da içinizdeki, size göre "namussuz yöneticiler" de mi vardı, peki onların sizin yanınızda işi neydi?
1995 yılının varolan şartları açısından baktığımızda pek dikkat çekmeyen yukarıdaki yaklaşım bugün TDKP'nin iflas haldeki durumu ile ilişkilendirdiğimizde parti üzerine yazılan senaryo bütün açıklığıyla karşımıza çıkıyor.
Tasfiyecilik türü benzeri olaylar benzeri kararlar ile benzeri süreç 1908-12 yılları arasında Rusya'da yaşanır;
Rusya'da ki Tasfiyecilerin kararları ;
"1. Sosyal-Demokrat Partinin, sosyal-Demokrat proletaryanın kendi kendini yöneten bir örgütüne dönüşmesi, ancak, sosyal-Demokrat örgüt işçi kitlelerini her türlü açık sosyal ve siyasal faaliyete çekme süreci içinde biçimlenirse mümkün olabilir. 2. Devrim öncesi döneme kıyasla değişen sosyal ve siyasi şartlar açısından, mevcut ya da kurulmakta olan illegal parti örgütleri, kendilerini açık işçi sınıfı hareketinin yeni biçim ve yöntemlerine uydurmak durumundadırlar. 3. Sosyal-Demokrat Parti, bir bütün olarak örgütünün illegal kalmaya zorlandığı şu anda bile, Parti çalışmalarının çeşitli kısımlarını açık olarak sürdürmek ve bu amaca uygun örgütler kurmak için çaba harcamalıdır." (Örgütlenme Üzerine, Lenin, sf.:81-88, Sır Yayınları) Günümüzün tasfiyecileri ile yaklaşık yüzyıl öncesinin tasfiyecileri arasında niteliksel bir fark gözlemleyemiyoruz. Gerekçe ve nedenleri ve açılımlara dikkat edin inanılmaz derecede aynı! EMEP'çi tasfiyecilerin TGKB'nin feshini kulaktan kulağa yaymaları, TDKP'nin tasfiyesinin hiç bir zaman söylemeye cesaret edememeleri, illegal olanın yani hareketi bütün yönleriyle yönetecek EMEP'in kuruluşu ile TDKP'nin tasfiyesi anlamına geldiğinin, önünü tıkayabilmek için bol miktarda lafazanlık ve tantanalı kelimelerin arasına saklamaya çalışılarak samimiyetsizliklerinin üstünü örtmeye çalışıyorlar. Pratik mücadeledeki ilkesiz, tutarsız, işçi sınıfının mücadelesine 3-5 yağmacı nedeniyle tavır alıp, işçiler aleyhine hak gaspına yönelen kompradorlardan ve basınından hiç bir farkları kalmadığını toprak ağaları ile ittifakları ile, küçük ve orta burjuvazinin partileri olan SHP, YTP, ... gibi partilerle ittifak görüşmeleri ile ezilen sınıfların değil egemen sınıfların partisi olma yolunda emin adımlarla yürüyerek, kimliklerini en iyi kendileri açığa vuruyorlar. Tasfiyecilerin ikiyüzlülüklerine karşı en büyük darbeyi işçi sınıfının indireceğinden emin olabilirsiniz.
Ardından "Devrimin Sesi - yıl 1995 - sayı: 190 - sf.:9" TDKP'nin tasfiyesinin gerekçelerini ortaya koyulmaktadır;
"Mücadele ihtiyacı ve potansiyeli taşıyan en geniş işçi, öğrenci, köylü vd. gençlik kesimleriyle sınıf mücadelesinde, bugün ezilenlerin alternatif politik örgütü olan açık, politik harekette örgütlenmek, gençlik mücadelesinin yeni bir atılım, militan ve devrimci ruh kazandıracak, gerçekte örgütlü ve mücadeleci olmayı temsil edecektir." Yukarıda belirttiğimiz Rus tasfiyecilerin kararları ile bizim tasfiyecilerin yaklaşımlarındaki benzerlik şaşırtıcı değil mi?... Hemen ardından "Devrimin Sesi - yıl 1995 - sayı: 191 - sf.:8" TGKB'nin tasfiyesinin gerekçeleri ortaya koyulmaktadır;
"Komünist gençliğin, bugüne kadar nice bedeller ödeyerek ulaşmaya çalıştığı amaç ve hedeflere varmanın, üstlendiği görev ve işlevleri yerine getirmesinin yolu, sınıfın, halkın ve gençliğin bugünkü ihtiyaç ve olanaklarına cevap veren bir yenilenme ve dönüşümden geçmektedir, İşçi sınıfının bir parçası olan komünist gençliğin, bugün açık politik bir alternatif olarak kendini ortaya koyma yolunu tutan işçi ve halk hareketine en güçlü bir şekilde dahil olması, kendi varlık nedeninin en doğal ve gerekli sonucudur da." TGKB'nin, Emek Gençliği olarak örgütlenmesi partinin ve ona bağlı faaliyet gösteren gençlik kadro örgütünün devrimci niteliğinin reddedilmesi anlamını taşımaktadır. TDKP-İÖ-GMK'nin 1979 Temmuz ayında yapılan toplantısında aldığı karar, 2 Şubat 1980, TDKP 1. Kongre Kararlarında ifadesini şöyle bulur; "TGKB öncü örgüt değildir. Türkiye proletaryasının ve emekçi halkının ve onun gençliğinin öncüsü, partidir. Bunun anlamı şudur: Gençliği devrime kazanarak devrim için örgütleyecek ve devrim yolunda seferber edebilecek biricik güç partidir. Partinin somut ilgisi, sürekli çabası ve önderliği olmadan gençlik kazanılamaz, eğitilemez, örgütlenemez. İşçi sınıfı ve emekçi halkın olduğu gibi gençliğin de biricik öncüsü, önderi Partidir." (TDKP 1. Kongre Belgeleri, sf.: 171), yani diğer deyişle TGKB, TDKP'nin Komünizm okuludur. 1980 öncesi TDKP hareketinin en dinamik örgütü olan TGKB tüm kafa karışıklığına rağmen gençlik içerisinde geniş bir faaliyet alanı buldu ve özellikle öğrenci gençliğin devrimcileşmesinde olduğu gibi, partiye yetişmiş savaşçı hazırlamada önemli katkıları oldu. TGKB'nin kuruluş gerekçelerinden olan komünist gençlik oluşturmada komünizm okulu olarak üstüne düşenleri fazlasıyla yaparken, kadrolarının, karşı-devrim güçlerinin en ağır saldırılarına maruz kalmasına rağmen yadsınamayacak derece de başarılar elde etti. Devrimci partilerin en yoğun kadro aldıkları kurumlar kendi genç komünist devrimci örgütleridir. Bu türden işlevleri olan bir örgütün tasfiyesi, devrimci çizgiye kanalize olmuş Komünist Gençlik Örgütü ve kadrolarının devrimci niteliklerinin tasfiyesi anlamını taşır. Her zaman ve daima, işçi sınıfının kurtuluşu yolunda devrim mücadelesinde gençlik, özellikle Komünist Gençlik Örgütleri özel önem arz ederler ve dolayısı ile tasfiyesi değil aksine savaşçı özelliklerinin geliştirilmesi büyük önem arz eder.
Ardından 1996 Ekim'inde yapılan sözde II. Genel Konferans!
Günümüzde varolan oportünist-yasalcı yaklaşımların nedenleri Lenin'in deyisiyle "sımsıkı kaynaşmamış gevşek bir parti örgütü".. "üç kağıtçının, dolandırıcının ve hayının, yani parti, her önüne gelenin kendisini parti üyesi ilan ettiği" bir duruma düşürüldü. Günümüzde partinin bu duruma düşürülmesinin "gerekçeleri, aynı çevreler tarafından "TDKP 2. Genel Konferansı'nın Açıklamasıdır" adlı 20 sayfalık broşürün 14-15-16-17-18-19 sayfalarında noktası virgülüne dokunmaksızın şöyle anlatılmaktadır;
"1990'li yılların en önemli gelişmelerinden biri de; kitleler arasında mevcut rejim çerçevesinde, kendiliğinden ve tedricen de olsa, yaşam ve çalışma koşullarının iyileşebileceğine, demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılabileceğine ilişkin beklentilerin zayıflaması, geleneksel burjuva-düzen partilerinden kopuş ve yeni arayışlara yönelme sürecinin ilerlemesi, özellikle ileri işçiler arasında ayrı bir parti olarak örgütlenme eğiliminin gelişmesi ve güçlenmesi olmuştur. Bu gelişmeye karşın, ileri işçilerin ezici çoğunluğu arasında dağınıklık ve örgütsüzlük aşılamadı ve devrimci bir işçi partisinde örgütlenmesi gerçekleşmedi. Bu, hareketin istikrarlı bir gelişme ve ilerleme sürecine girememesinin ve 1992-1993 yıllarındaki durgunluğun 1994-1995 yıllarındaki canlanmaya karşın aşılamamasının ve açık işçi kitle hareketinin son 10 yılın en zayıf dönemini yaşamasının temel nedenlerden biridir." Sizler hiç bir zaman işçi sınıfı hareketini anlama yeteneğini gösteremediniz ki onları örgütleyebilesiniz. Devrimci Komünist Partisi'nde örgütlenememesinin gerekçelerini koyarken dahi son derece küçük-burjuva reformist bir "işçi örgütü" ifadesinin kullanılması, Marksist-Leninist perspektifi yitirdiğinizi ortaya koyuyor. Benzeri bir süreç 1968 hareketinin ürettiği TKP-ML hareketi içinde İbrahim Kaypakkaya ile Doğu Perinçek arasında yaşanmıştı ve gelinen noktada legalizmi savunan ve "hareketi bütün yönleriyle yönetmeye yetenekli legalist bir örgüt kuran" Doğu Perinçek şimdi devrimcilerin katilleri ile kol kola ajan-provokatör rolünü oynamaya devam ediyor. Baylar, artık devrimci işçi partilerinin modası geçti demek istiyor. O nedenle yasal partiyi,TDKP'li ve çevre kamuoyu açısından kendilerince meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Karın ağrısı burada!... "TDKP 2. Genel Konferansı'nın Açıklamasıdır" belgesine kaldığımız yerden incelemeye devam ediyoruz;
"Öte yandan, açık işçi ve emekçi kitle hareketinin, yani sıra Kürt hareketinin 1995 ortalarından bu yana yeni bir durgunluk ve dağınıklık sürecine girmesinin nedenleri, 1991-94 yılları arasındaki durgunluğun nedenlerinden bir yönüyle ayrılmaktadır. Zira söz konusu dönemde, işçi ve emekçi sınıflar ve Kürt emekçi kitleleri açısından, yaşam koşulları 1990-91 yıllarında olduğu gibi nispi bir iyileşme göstermedi, aksine daha da kötüleşti. Yani sıra, "demokrasi" kampanyaları, beklenti yaratacak ve kitle hareketini baltalayacak bir etken olamadı. Açık kitle hareketi, esas olarak kendi içinden parçalandı: Geleneksel liberal "sol" grupların ve sendika bürokrasisinin, işçi ve emekçi kitleleri umutsuzluğa sürükleyen eylem çizgisi ve anarşizan "sosyalist" akımların büsbütün çürüme sonucunda vardıkları terörün; kitle hareketini dağıtan ileri kesimlerle geriden gelen yığınlar arasındaki ilişkiyi tahrip ve politik ortamı ve kitleleri provake eden tasfiyeci bir rol oynadı. Kürt milliyetçi akımının Türk-Kürt düşmanlığı eksenine oturan ve 1991'lerden itibaren emperyalist güçler arasındaki çıkar mücadelesinin yörüngesinde yeniden şekillenen "çalışması"; Türk emekçilerini sermayenin provakatif faaliyetine açık bir pozisyona iterken, Kürt nüfus arasında da, artan hoşnutsuzluk ve bıkkınlığı umutsuzluğa dönüştüren bir etken oldu. Bu koşullar altında mücadele eden ileri işçi örgütleri, tüm bu olumsuz faktörleri etkisiz hale getirmeye ya da tahrip edici sonuçlarını en asgariye indirme yeteneği gösteremedi. Birbirini karşılıklı besleyen ve güçlendiren bu faktörler, emekçi kitlelerin düzenden kopuşları, 1995-96 yıllarında daha da derinleşmesine karşın; açık kitle mücadelesinin durgunluk göstermesine ve nüfusun alt tabakaları arasında dağıtıcı bir umutsuzluk yaşanmasına yol açtı.
Olgular ortadadır: Terörcü saldırılar, gençlik adına yapılan eylemler, 1 Mayıs'da örnekleri ve sonuçları açıkça görülen sorumsuz yağma ve saldırı eylemleri, sendikal platformlara yönelik provakatif girişimler, emekçi sendikalarındaki yeni bürokratik çöreklenme vb olgular ve bunların kitleler arasında yarattığı duygular bilinmektedir. Diktatörlük, bu türden girişim ve eylemler ve bunların emekçi sınıflar arasındaki geriletici ve moral bozucu etkilerini, kitle mücadelesi sonucu fiilen kazanılan mevzileri (örneğin kitlesel yasa-dışı gösteriler) gasp etmek, saldırıların yoğunlaştırılması ve yasaların daha da faşistleştirilmesi için kullandı." (TDKP 2. Genel Konferansı Açıklamasıdır)
Eğer egemen sınıflar hak gasplarını gerçekleştiriyorsa bunun nedeni radikal-sol grupların radikal eylem ya da faaliyetleri değil, aksine 1 - Egemenlerin; işçi sınıfının mücadele sürecinin yoğunlaşması sonucunda siyasallaşmasından ve dolayısıyla iktidarı kaybetmekten korktukları için, 2 - işçi sınıfının devrimci sürecinin geriliğidir ya da diğer deyişle işçi sınıfı partisi ve örgütlerinin sınıf içindeki örgütlü gücünün zayıflığıdır. 3 - Doymak bilmez iştahları ile arsızca saldırı, katliamlar, kan ve gözyaşı kapitalizmin en büyük besin kaynağı olduğu içindir. Sayın yasalcı - oportünist baylarımızın burada kavrayamadıkları diğer nokta; Türkiye ve dünya işçi sınıfı mücadelesinin, geçmişten bugüne devam eden gelişme sürecinde, işçi sınıfına eylemlerinde kaynaklık eden temel neden; taleplerinin ve mücadele yöntemlerinin sistem açısından yasal olup olmaması değil, aksine; taleplerinin ve mücadele yöntemlerinin işçi sınıfının kendisi için meşru olup olmamasıdır. İşte tam da bu noktada burjuva sağ bir yaklaşım karşımıza çıkıyor. Çünkü bu konuyu bildiğimiz sıradan burjuva partilerin liderlerine sorsak sanıyorum şöyle bir yanıt alırız; "yasal olmayan ve (komprador-ağa düzenini kastetmek isterler) devleti riske eden her eylem kanun dışıdır!" İşte egemen sınıfların ağzıyla ve ideolojik anlayışıyla burada buluşuyorsunuz. Biz komünistler ise meşruiyet ararız, yasallık değil. İşte sağ oportünizm ile Marksist yaklaşımın ayırt edilebileceği temel noktalardan birisi. Bahis konusu bu mantalite 27 Mayıs 1961 Anayasasına rağmen Denizleri her türlü yasadışı imkanları kullanarak idam eden anlayıştır. Burjuva parti liderlerinin yasallık anlayışı budur. Doğaldır ki egemen sınıfların meşruiyetten ne anladıkları ile işçi sınıfı ve partisinin meşruiyet anlayışı arasında antagonist sınıf çelişkilerinden kaynaklananan büyük farklar vardır. Ve bunu küçük burjuva oportünistlerin anlamasını bekleyemeyiz. Onlar ağa-patron düzeninin küçük burjuva oportünistler için biçtikleri kıyafetin kendilerine yakıştığının farkındadırlar. Küçük burjuva oportünistlerinden "İstenen şey, ("katışıksız işçi sınıfı"'nin ödevleri uğruna) işçi sınıfını, burjuva siyasetinin ve burjuva ideolojisinin sultası altına sokmaktır." (Lenin, Tasfiyecilik Üzerine, sf.:18)"
Örneklersek; yakın tarihimizde 1977, 1 Mayıs Taksim'inde insanlarımızı keklik gibi avlayanlar, yukarıda rahatsız olduğunuzu belirttiğiniz yağmacı çevreler değil aksine faşist diktatörlüğün güçleriydi! Sonraki yıllarda yasaklanmasına rağmen devrimcilerin önderliğinde gerçekleştirilen 1 Mayıs'larda yapılan eylemlerin yasal olup olmaması bizleri ilgilendirmiyor, aksine 1 Mayıs'lar işçi sınıfının BİRLİK DAYANIŞMA VE MÜCADELE GÜNÜ'dür ve meşrudur ve bunu biz işçi sınıfı olarak, yasalarınız izin verse de vermese de kutlarız.
O yağmaları ve yapanları savunacak ve hoş görecek değiliz tabii ki ama ne yapalım o gün yağmayı yapanlar dahil sizlerden daha da masum gerekçelerle yaptılar, en azından bildikleri yollarla faşist diktatörlüğe ve burjuvalara karşı kinlerini kusma fırsatı buldular ve en azından hortumcularla rekabet edemeyecek kadar zavallıydılar. Bunun için yasal zemin de aramadılar! Demek ki onlar işçi sınıfına sizlerden daha yakınlar.
İşçi sınıfı ve onun partisi için mücadele yöntemleri; egemen sınıfların kendi sistemlerinin belirlediği şartlarda ya da yasalar çerçevesinde değil, aksine; mücadele yöntem ve biçimleri işçi sınıfı ve onun partisinin kendileri için meşru olan zeminde ve onun gereklerine uygun olarak yürütülür.
Eğer işçi sınıfı ve emekçiler olarak haklarımızı alabilmek için yasal yollar söz konusu değilse bizler de Deniz'lerin, Mahir'lerin, İbrahim'lerin yolunu izleriz, meşru haklarımızı en meşru bir şekilde almak için son derece meşru yollarla mücadele ederiz. Burjuva-liberallerin yasaları, işçi sınıfının da meşruiyetine dayanan kendi yasaları vardır.
"TDKP 2. Genel Konferansı'nın Açıklamasıdır" belgesini kaldığımız yerden incelemeye devam ediyoruz;
"Kitle hareketindeki durgunluk mutlak bir olgu değildir. Kitle hareketinin, patlamaları da içerebilecek yeni bir yükseliş sürecine girmesinin, tüm ezilen ve sömürülen sınıfların birleşik mücadelesi olarak gelişmesinin koşulları ve işçi ve emekçi hareketini tahrip eden, geriye iten etkenlerin üstesinden gelmenin olanakları gelişmeye ve olgunlaşmaya devam ediyor. Diktatörlüğün saldırı ve baskı aygıtlarını sürekli güçlendirmesine, baskı ve terör yoğunlaştırmasına karşın, kitle mücadelesindeki düşüş ve yükselişe bağlı olarak fiilen kullanılan demokratik hakların alanı genişlemeye devam etti. Türkiye, ezilen ve sömürülen sınıfların yaşam ve çalışma koşullarının hızla kötüleştiği, acil ekonomik ve politik taleplerinden hiç birinin gerçekleşmediği, kitleler arasında hoşnutsuzluk, öfke ve mücadele eğilimlerinin geliştiği, buna karşılık egemen sınıfların ve hükümetin ekonomik ve politik saldırılarını yoğunlaştırdıkları, yeni saldırı paketlerini gündeme getirmek ve uygulamak için, en uygun anı kolladıkları bir süreçten geçiyor. Koşullar, tekelci komprador burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin başta IMF ve Dünya Bankası olmak üzere emperyalizm destekli ekonomik ve politik saldırılarının yoğunlaşacağı, tüm ezilen ve sömürülen sınıfların yaşam ve çalışma koşullarının daha da kötüleşeceği bir doğrultuda gelişmektedir. Bunun kaçınılmaz sonucu ise ezilen ve sömürülen kitleler arasında hoşnutsuzluk, öfke ve mücadele eğilimlerinin gelişmesi, ezenle ezilen, sömürenle sömürülen, yönetenle yönetilen sınıflar, emekle sermaye arasındaki çelişkilerin daha da keskinleşmesidir." Sayın edebiyatçımız burada sınıflar arasında kendiliğinden gelişen büyük sınıf mücadelesinden bahsederken maalesef Devrimcilerin görev ve sorumluluklarında dolayısı ile partinin sorumluluklarından bahsetme sorumluluğunu gösteremiyor. Öyle bir dertleri yok ki! Devam ediyoruz;
"Türkiye'de devrimle karşı-devrim, emekle sermaye, ezilen ve sömürülen sınıflarla emperyalizm ve egemen sınıflar ittifakı arasındaki mücadele henüz kesin bir hesaplaşma özelliği kazanmamış olmakla birlikte, süreç buraya doğru ilerlemektedir. Bu düz bir çizgi olarak gelişmemekte inişleri çıkışları içeren bir özellik taşımaktadır. Bütün bunlar, yığınların birleşik mücadele ve direniş cephesinin örülmesinin önem ve aciliyetini artırmaktadır. Partimiz, sağ ve "sol" oportünist gruplardan farklı olarak, birlik sorununu, "sol'un birliği" ya da "sol gruplar arasındaki bir ittifak" sorunu olarak görmemektedir. İşçi sınıfı ve hareketiyle bir bağı olmayan bu türden gruplar ve aralarındaki "birlik" ya da "ittifaklar", gerek üzerinde bulundukları platform ve gerekse de eylem çizgileriyle hareketi birleştiren ve ilerleten değil, tam tersine onu zayıflatan ve baltalayan tasfiyeci bir rol oynamaktadırlar. Partimizin birlik konusundaki temel politikası, işçi sınıfının parti birliğinin yanısıra (EMEP'in demek istiyor), geniş işçi yığınlarının mücadele birliğinin ve işçi merkezli bir Emek (ve Halk) Cephesi'nin yaratılmasıdır. Bunun bugünkü araçları ise, oluşmuş işçi platformları, sendikalar ve diğer toplumsal örgütlerdir."
Küçük burjuva aydının kibirliliği ile işçi sınıfı hareketinin tahlil ve tespitlerini yapmaya çalışınca maalesef kafa-göz kırmayı normal karşılamak gerekir ama, haddine düşmeyenlerin de bu tür yazıları yazmaması, yazanlarında "elinin hamuru ile erkek işine karışması" diye algılanır bizim toplumumuzda. İşçi sınıfı partisi için sendikalar, işçi platformları ve sınıfı temsil eden alanlar olabilir, ama hangi anlamda; ekonomik mi, siyasi mi, ideolojik mi? Sendikacıların kuyrukçuluğunu yapabilirsiniz, bu sizin işçi sınıfı deyince ne anladığınızı ortaya koyuyor. İşçi sınıfı partisi ise sınıfın içindeki çalışmalarını yapar ve örgütlerken tamamen farklı çalışır ve mücadele araçlarının hiç birini reddetmeksizin hepsini proletarya diktatörlüğünü kurmak için kullanılabilecek araçlar olarak değerlendirir. Sendikaları ise işçi sınıfının burjuva-demokratik, ekonomik mücadele aracı olarak bakar, hepsi bu. Sendikalara daha fazla yükümlülülükler yüklemek ne işçilere bir adım attırır, ne de işçilere bir şeyler kazandırır. İşçi sınıfı ise sendikaların niteliğini yaşam pratiklerinden ve deneylerinden bilirler ki, nihai anlamda güvenilmeyecek örgütlerdir sendikalar. Sorun burada, komprador-ağa devletinin devrilmesi, proletarya diktatörlüğünün kurulması ve bunun gereklerinin ideolojik, siyasal ve örgütsel olarak nasıl yerine getirileceği, üçüncüsü de pratik sorunudur! Ama sizler sadece konuşuyorsunuz, birçok iyi niyetli insanımızı çözüm getirmekten uzak anlamsız tahlilimsi şeylerle uyutuyorsunuz. Çok şey söylüyorsunuz, ama aslında dişe dokunur hiç bir şey söylemiyorsunuz. 3 Kasım seçim sonuçlarını daha sonra değerlendirdiğimizde proletarya diktatörlüğünü kurmak ya da burjuva parlamenter sistem içinde çelik çomak oynamak mı! Sorusuna yanıt arayacağız, tabii ki tasfiyecilerin anlatımıyla. Bakalım burjuva parlamenter sistemde çelik çomak oyununda ne yapmışlar?
"TDKP 2. Genel Konferansı'nın Açıklamasıdır" belgesini kaldığımız yerden incelemeye devam ediyoruz;
"İşçi sınıfının, sermayenin ve diktatörlüğün ardı arkası gelmeyen saldırılarına karşı güçlü bir mücadele cephesi yaratmada, saldırıları püskürtme ve kurtuluş yolunda ilerlemede en temel silahı partidir (yani EMEP, demek istiyor). Konferansımız, işçi sınıfının günlük hareketine; başta işçi sınıfı olmak üzere yığınların devrim için hazırlanması ve örgütlenmesine azami yardımı yapma, bunun için gerekli bütün araç ve olanaklardan sonuna kadar yararlanma yeteneğini gösterecek, işçi sınıfının uyanış içindeki ana kitlesini kucaklayan kitlesel partisinin ve komünist işçilerin çelikten disiplinine sahip örgütünün yeniden inşası görevlerine dikkat çeker." İşçi sınıfı ve onun evlatlarının ve örgütünün hiç bir "azami yardıma" ihtiyacı yoktur ve olamaz da, işçi sınıfı ve onun evlatları bilirler ki birisi bize yardım edeceğini söylüyorsa mutlaka bunda bir bit yeniği vardır. İşçi sınıfının bir üyesi ve neferi olarak şunu biliyorum, bize bizden başka hiç bir sınıf veya kesim ya da kimse yardım etmez. Bizim bir tek dostumuz vardır o da sınıfımızdır. Müttefikimiz olan diğer sınıf ve sınıfsal katmanlara gelince onlarla sadece çıkara dayalı ilişkilerimiz vardır. Proletarya diktatörlüğünü kurabilmek için, egemen patron-ağa devletini yıkmaya tamamen tüm kurumlarıyla tasfiye etmeye ve yerine sıfırdan yenisini yani "proletarya diktatörlüğünü" kurmak ve böylece egemen sınıf noktasına proletaryayı taşımayı hedefleyen işçi sınıfına, haddinizi aşıp yardım teklif ediyorsunuz ki. Birincisi; Proletaryanın partisinin "işçi sınıfına azami yardım" gibi bir yükümlülüğü olamaz, aksine kendisi zaten proletaryanın partisidir ki bu eşyanın tabiatına aykırıdır (kendi kendine yardım, komik), ikincisi; küçük burjuva çevrelerden, aydın kibirliliği ile böyle arsız bir teklif gelebilir ki, bu da sizin iddia edip sömürmeye çalıştığınız işçi sınıfı hareketi ve unsurlarını, daha ileri taşımak gibi bir derdinizin olmadığını ortaya koyuyor. Sizler işçi sınıfı için burjuva parlementerler gibi konuşuyorsunuz, sürekli hikaye anlatıyorsunuz! Emek cephesi 1986'lı yıllardan sonra İstanbul emek platformu adıyla kurmaya çalıştığımız ve sonuçlarını da aldığımız değişik bölgelerde emekçiler, demokratik kitle örgütleri, kimi siyasal partilerin temsilcileri ve sendikacıların katilimi ile oluşturulmuş geniş kitlelerle buluşmaya çalıştığımız bir süreçti ve bu gibi faaliyetleri elden gelen imkanlar çerçevesinde biz TDKP'liler önderlik etmeye çalıştık ve doğru da bir harekettir. Ama sayın vatandaşların söylediği anlamda legalist kaygılarla değil, aksine işçi ve emekçilerin seslerini daha organize bir şekilde ifade etme ihtiyacından çıkmıştır emek platformu gibi platformlar, ve üstelik yasal da değildi, çıkış nedenleri sadece meşruydu. Yasal değil.
"TDKP 2. Genel Konferansı'nın Açıklamasıdır" belgesini Sf. 17'den incelemeye devam ediyoruz;
"Tüm zayıflıklarına ve eksikliklerine karşın, gençliğe özel bir önem veren ve işçi hareketinin yönetim, bilinç, örgütlenme ve mücadele düzeyinin ilerletilmesine en azami yardımı faaliyetinin merkezine alan TDKP, başta işçi hareketi olmak üzere kitle hareketindeki yeri, ilişkileri vb. ile tüm alanlarda diğer akım ve örgütlerden ayrıldı. Devrim ve sosyalizm adına yola çıkan tüm akımlar burjuva liberalizminin ya da bireysel terörizmin yolunda ilerler, işçi hareketi karşısında tasfiyeci bir rol oynarken, partimiz, işçiler arasında faaliyet yürüten, işçi hareketini ilerletme olanağına sahip tak akım durumuna geldi." (TDKP 2. Genel Konferansı'nın Açıklamasıdır) "Tüm zayıflıklarına ve eksikliklerine karşın, gençliğe özel bir önem veren ve işçi hareketinin yönetim, bilinç, örgütlenme ve mücadele düzeyinin ilerletilmesine en azami yardımı faaliyetinin merkezine alan TDKP". Böyle bir yaklaşımı ancak gençliğin ya da genel anlamda temsil ettiğini söylediğiniz Komünist Partileri'nin yaklaşımı olamaz; gençliğe, mücadelesinin gelişimi için yardımı esas almaz, aksine, gençliği; gençliğin asıl kurtuluşu olan sosyalizm perspektifiyle örgütler. Çünkü örgüt bilir ki kendi nüveleri olan gençliğin gerçek kurtuluşu ancak Sosyalizmdedir. Hala işçi sınıfının ve emekçilerin bir örgütü olarak kendi kendisine yardımı esas alan saçma sapan bir yaklaşım söz konusu ve bu yaklaşımla da tasfiyeciler gençliğin kendisine ait örgüt olmadıklarını tıpkı yukarıdaki ifadelerinde de gördüğümüz gibi işçi sınıfına yardımı esas alan bir yaklaşımla işçi sınıfının bir örgütü olmadıklarını tüm samimiyetleri ile ortaya koyuyorlar. "TDKP 2. Genel Konferansı'nın Açıklamasıdır" belgesini kaldığımız yerden incelemeye devam ediyoruz;
"Partimiz saflarında ve çevresinde özellikle gizlilik ve güvenlik gerekçesinin ardına sığınan, işçi hareketinin ihtiyaçlarına uygun bir değişimi ve ilerlemeyi düşünce, yaşam ve çalışma tarzında gerçekleştirmeyi göze alamayan, geleneksel solun işçi hareketinden ve ihtiyaçlarından koparılmış sözde yeraltı çalışmasının temsilcisi pratik oportünizm, burjuva liberalizminin başta örgüt disiplini olmak üzere çeşitli alanlardaki yansımaları ve diğer zayıflıklar, partimizin koşullardaki ve işçi hareketindeki gelişmelere bağlı olarak, şiarlar, örgüt ve mücadele biçimleri ve yöntemleri arasındaki ilişkilerde gerekli değişiklikleri ve yenilenmeyi zamanında gerçekleştirmesini engelledi. Partimiz gerek işçi hareketindeki ilerlemenin gerekse partimizin yürüttüğü faaliyetin geliştirdiği tüm olanakları ve araçları en azami düzeyde kullanma yeteneğini gösteremedi. Bunun da ötesinde, bu olanaklar, özellikle diktatörlüğün saldırılarınının partimiz üzerinde yoğunlaştığı, bu saldırıların partinin yeniden inşası ve yenilenmesindeki gecikme sonucu etkili olma olanağı bulduğu, bu koşullarda kayıpları en aza indirmek için olağanüstü tedbirlerin alınmak zorunda kalındığı son yıllarda, örgütümüzün bünyesinde taşıdığı bu eğilimlerin ve zayıflıkların gelişme ve serpilme olanağı bulması sonucu baltalandı." (TDKP 2. Genel Konferansı'nın Açıklamasıdır) Eğer parti "saflarında ve çevresinde özellikle gizlilik ve güvenlik gerekçesinin ardına sığınan, işçi hareketinin ihtiyaçlarına uygun bir değişimi ve ilerlemeyi düşünce, yaşam ve çalışma tarzında gerçekleştirmeyi göze alamayan, geleneksel solun işçi hareketinden ve ihtiyaçlarından koparılmış sözde yeraltı çalışmasının temsilcisi pratik oportünizm" gibi sapmalar varsa bunun nedenleri; 1 - 1981 sonrası sağ sapmanın, 2 - Örgüt kadrolarının ve MK'sinin geçmişten o güne kadar bağrında varolan çelişkileri ve zafiyetlerinin zamanında tespit edilememesi, 3 - Gevşek bir parti örgütlenmesi (tıpkı Menşevikler gibi), 4 - İktidar perspektifinden yoksunluk, 5 - Partinin gelişen koşullara uygun yapılanamamasının, (siyasi, ideolojik ve örgütsel anlamda) 6 - "geleneksel solun işçi hareketinden ve ihtiyaçlarından koparılmış" olması, kopartanlar kimlerdi, hangi zihniyetin temsilcileriydiler, 7 - Belki de özellikle uzun zamanlı bir teslimiyet politikasına uygun olarak yaratılan bir ortamdı ki bu da doğrudur. Çünkü birçok bölgede birincisi; 1991 yılından sonraki tutuklamalarda partili olarak tanımlanan insanların çoğu, 12 Eylül öncesinde taraftar düzeyinde olan insanlardı, eğer gerek görülselerdi daha o zaman mücadelenin yükseldiği dönemlerde onların partiye katılmaları için gerekli çalışmalar yapılırdı. Büyük bir deneyimsizlik örneği özellikle verilmiştir bu dönemde!... İkincisi; 1991 sonrası dönemdeki çözülmeler ve karşı devrimin darbeleri merkezden gelen veya gönderilen kadrolardan kaynaklanıyordu... Gevşek parti örgütlenmesi, sınıf mücadelesini kavrayamama, ihanet içindeki kadrolar ve yasallaşma...
"TDKP 2. Genel Konferansının Açıklamasıdır", (3 sayfası boş, toplam 20 sayfa), devam ediyoruz;
"Koşullardaki değişim, başta uyanış içindeki ileri işçiler olmak üzere işçiler arasında gelişen ayrı bir sınıf olarak örgütlenme eğiliminin olgunlaşma düzeyi, partimizin bugüne kadar yürüttüğü faaliyetin birikimi ve işçi hareketindeki yeri ve etki düzeyi; hatalar ve zayıflıklar da taşısa yakın zamana kadar partimizin çalışmasını ilerleten propaganda, teşhir-ajitasyon ve örgütlenme faaliyeti yürütürken kullandığı biçimler ve araçlar arasında öngördüğü ilişkinin, örgütlerinin ve kadrolarının mevzilenmesinin eskidiğini, bir bütün olarak yenilenmesinin, gündeme gelen yeni biçimler ve araçlarla geliştirilmesinin zorunlu hale geldiğini göstermektedir. Bu değişim eski örgüt ve perspektifin korunması temelinde biçimler ve araçlar arasında yapılacak kısmi değişikliklerle başarılamazdı. Değişim, ancak ve ancak partimizin açık ya da gizli her alanda yeniden inşası, güçlerinin arınması ve yenilenmesi gündeme alınarak gerçekleştirilebilirdi. MK'nin bu perspektifle aldığı tüm kararları ve partimizin attığı pratik adımları onaylayan konferansımız partimizin yeniden inşası ve her alandaki faaliyetinin koşullardaki değişime uygun olarak yenilenmesi ile tüm parti güçlerinin kendilerini aşmada ve arınmada gösterecekleri yetenek, en önemlisi de işçi sınıfının ve gençliğin taze güçleri ile yenilenmesi ve çelikten bir disiplin ve irade arasındaki tayin edici ilişkiye dikkat çeker." (TDKP 2. Genel Konferansı'nın Açıklamasıdır) ...............
"TDKP 2. Genel Konferansının Açıklamasıdır", (3 sayfası boş, toplam 20 sayfa), Sayfa 19 (son sayfa, en son paragraf) "Örgüt, Kadın, Kültür, Gençlik, Yurt-dışı Örgütleri ve Ulusal soruna ilişkin kararlar alan Konferansımız; tüm parti örgütlerinin ve güçlerinin, ileri işçilerin, geleceğimiz olan gençliğin, TDKP 2. Genel Konferansı'nın kararlarını tam bir içtenlik ve büyük bir özveriyle uygulayacaklarına olan inancını ve güvenini belirtir." (TDKP 2. Genel Konferansı'nın Açıklamasıdır, sf.:19) "TDKP'nin 2. Genel Konferansı, parti örgütlerinin ve güçlerinin, basta işçiler olmak üzere emekçiler ve gençlik içindeki ileri parti çevrelerinin en geniş ve ileri düzeyde temsilinin ve katılımlarının sağlandığı çeşitli oturumlardan oluşan bir süreç olarak gelişti ve saptadığı gündeme uygun olarak çalışmalarını tamamladı ve tam bir irade birliğiyle sonuçlandı." (TDKP 2. Genel Konferansı'nın Açıklamasıdır - Sayfa :3 )
TDKP gibi devrimci bir partinin süreç içinde tasfiyesi ile ortaya çıkan tasfiyecilerin kurduğu EMEP'in ortaya çıkışının nedenleri, aslında 1980 karşı- devriminin saldırılarının hemen ardından TDKP-MK işbaşındayken 1. Kuruluş Kongresinde kabul edilen programdan geriye doğru arayışlara yönelinmesi ve 1981 yılında Devrimin Sesi'nde "Yeni Bir Perspektif" başlıklı broşürle, "Türkiye'de hala gerekli olan burjuva demokrasisidir. Burjuvazili ya da burjuvazisiz, ama burjuva karakteriyle bir demokrasiye ülkemiz mutlaka ulaşacaktır." yayınlandı. Bu ideolojik bulanıklığın nedeni geniş ve ciddi büyüklükte sayılabilecek bir kadro ve taraftar yoğunluğu bulunan TDKP'nin bazı geri ve ödlek önderlerinden ve ideologlarından bazılarının gelişmeleri kavrayamamaları sonucu ortaya çıkmış, sınıftan kopuk bir küçük-burjuva devrimci hareketin henüz derinleşememiş ideolojik duruşunun sonucu olarak da çözülmeler ve ihanetler başlar. Günümüzde görüyoruz ki EMEP o zamanki tanımlamaya uygun olarak bugün konumlanıyor. 1980 sonrası, 1981 Nisan darbesinin ardından dağılma sürecine giren TDKP, 1983 seçimlerinin ardından, 1984'lü yıllarda faşist diktatörlüğe doğru yüzünü dönen TDKP sistem içi çözümlere yönelerek "burjuva demokrasisi" için kolları sıvıyor, Avrupa'dakiler Ecevit ile görüşüyor, "Ecevit ile ilkeli bir ittifak yapmak için" kolları sıvadılar

TDKP görüşlerini, broşür gibi türden süresiz yayınların yanı sıra periyodik çıkan Merkez Yayın Organı Devrimin Sesi ve Yoldaş gibi yayınlarla yansıtmaktadır. Bunlar, gizli basılıp dağıtılan yasa dışı organlardır.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Eylül 2007       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yaşadığımız çağın dertlerinin, acılarının yanı sıra; eski, çağı geçmiş üretim tarzlarının hala devam etmelerinin sonucu olan, dünün mirası bir sürü derdi ve acıyı da, beraberlerinde getirdikleri çağımıza ait sosyal ve siyasal ilişkilerle birlikte yüklenmek zorundayız. Yalnız yaşayanlardan değil ölülerden de çekeceğimiz var.Yoldaşlar Merhaba,

Sponsorlu Bağlantılar
Geçmişte TDKP saflarında mücadele etmiş, hayli uzun zamandır da yollarını komünistlerin birliğini savunanlarla birleştirmiş birkaç devrimciyiz. Okmeydanı eylemleri bize eski partimizin nasıl tasfiye olduğunu hatırlattı. Bu nedenle geçmişteki deneyimlerimizi sizlerle paylaşmak istiyoruz.

Bugün için TDKP’den söz etmek çoğu devrimciye gereksiz gelebilir. Bu durumun özellikle devrimci mücadeleye adımlarını son birkaç yıl içinde atmış genç arkadaşlar için böyle olduğunu tahmin ediyoruz. Çoğu muhtemelen TDKP’nin adını bile duymamıştır. Sol örgütlerin internet sayfalarında gezinmekten hoşlanan kimileri de bu adı duyduğu zaman yıllardır yenilenmeyen bir web sayfasını hatırlayacaklardır. Daha uzun bir devrimci geçmişi olanlarsa TDKP ile EMEP ya da Evrensel gazetesi arasında bir ilişki kurduktan sonra yüzlerini buruşturarak soracaklar: “Bugün devrimcileri ‘bomba terörü’ benzeri manşetleriyle kınayan, CHP’yi “bizimle niye seçim ittifakı kurmadınız?” diye eleştiren, 19 Mayıs’ı 1 Mayıs’la birlikte kutlamak isteyen bir çizgiden bize ne?”

Kendime payımıza TDKP’yi ve onun tasfiye oluşunu önemsiyoruz. Önemseyişimiz kuşkusuz eski partimize, bu parti içinde mücadele etmiş nice kıymetli yoldaşımıza olan gönül bağımızla ilgili. Yusuf Metin’lerin, Erdal Eren’lerin, İmran Aydın’ların, Engin Egeli’lerin partisinin tasfiye oluşunu engelleyememenin burukluğu da var içimizde. Ama asıl neden bunlar değil yoldaşlar. Kapital’in önsözünde “Bize ne İngiliz işçilerinin öyküsünden?” diye soran Alman işçilerine bir yanıtı vardır Marx’ın: “İsimleri değiştir anlatılan senin hikayen olacak”. Sonra da Alman işçilerini uyarmayı ihmal etmez: “Bugün İngiliz işçilerinin başına gelen yarın sizin de başınıza gelecek. Buna hazırlıklı olun”. Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla misali...

TDKP, bugün devrimci dediğimiz örgütler ne kadar devrimciyse en az o kadar devrimci olan bir örgüttü. Devletin silahlı bir işçi ayaklanmasıyla parçalanmasını hedefleyen bir programı vardı. Partimizin devrimci bir politik hatta sahip olduğunun en önemli göstergelerinden biri savaş karşısındaki tutumuydu. Parti “emperyalist savaşa hazırlananlar iç savaşa da hazır olsunlar!” diyordu. Meraklısı Özgürlük Dünyası’nın 1. Körfez Savaşı sırasındaki yazılarını karıştırabilir. İşin ilginci dün TDKP’yi tasfiyecilik bugün de EMEP’i reformizmle suçlayan MLKP, TKİP, TİKB gibi akımların İkinci Körfez Savaşı sırasında “Emperyalist Savaşa Hayır!” demenin ötesine geçememesi. Bu akımlar bugün dünün TDKP’sinden daha geri durumdadır.

TDKP’nin Kürt sorununa bakışı bugünkü devrimci akımlardan daha geri değildi. Lafta da olsa Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını savunuyordu. Elbette bizim partimiz de bugün Türkiyeli sol örgütlerin neredeyse tümü gibi Misak-ı Milliciydi. Kürtler ayrılmak isterse bunda özgürdüler; ama biz gönüllü birlikten yanaydık, çünkü kurtuluş sosyalizmdeydi. Üstelik TDKP bugünkü benzerlerinden çok daha ciddi bir partiydi. Madem Kürt sorunun çözümü sosyalizmden, Kürt ve Türk emekçilerinin birleşik örgütlenmesinden geçiyordu, öyleyse Kürt ve Türk emekçilerini komünist bir partinin önderliğinde örgütlemek gerekirdi.

Parti kendisini devrimci komünist bir parti PKK’yi de küçük burjuva devrimcisi bir örgüt olarak görüyordu. Kürt emekçilerinin örgütlenmesinin küçük burjuva devrimcilerine bırakılmayacağını bilen TDKP bölgenin en karışık olduğu dönemde dahi Kuzey Kürdistan’da örgütlenme çalışmasını sürdürdü. Üstelik bunu PKK’nin koyduğu yasağa ve üyelerinin PKK tarafından gözdağı vermek amacıyla öldürülmesine karşın sürdürdü. Bu yönüyle TDKP savaş yıllarında türlü bahanelerle Kürdistan’da örgütlenme çalışma yürütmesinden kaçınan örgütlerden ayrılıyordu. Şimdi PKK demokratik cumhuriyet perspektifini savunuyor artık OHAL kalktı. Aynı örgütler nedense Kürdistan’da örgütlenme çalışmalarını hızlandırdılar!

TDKP işçi sınıfı içerisinde ciddi mevziler kazanmış bir partiydi. 1990 1 Mayısı’nda sendika bürokrasisinin hesaplarını bozacak bir örgütlülüğe sahipti. Coca-Cola’nın önünde yaşananlar hala unutulmamıştır herhalde. Üstelik TDKP sendikalarda örgütlenmeye öncelik verse de sınıfın örgütsüz kesimleri arasında yürüttüğü çalışma, 1980 sonrası için konuşuyoruz, bugüne dek aşılamamıştır. Merter’de, OSTİM’de 90’ların başında kazanılmış mevziler bunun en önemli kanıtıdır. Partinin hızla tasfiyeye koştuğu 1996’da bile Ünaldı’da kazanılan başarı da TDKP’nin sınıf içindeki bu ısrarlı çalışmasının ürünüydü. TDKP’nin sınıfla olan bağları kendisin halkçılıkla suçlayan TKİP, TİKB, MLKP’den kat be kat güçlüydü.
TDKP aynı zamanda tasfiyeciliğe karşı uzlaşmaz bir tutum sergiliyordu. Önce 1987’de sonra da Kuruçeşme sürecinde yükselen tasfiyeci dalgalar karşısında partinin takındığı tok tutumu gerek Devrimin Sesi’nde gerekse de Özgürlük Dünyası’nda izlemek mümkündü. Doksanların başında illegal dergi çıkarmak çetin bir işti. O zamanlar komünist örgütlerin yayınları kadrolara bugünkü gibi internet teknolojisi kullanarak ulaştırılmıyordu. Yasa dışı bir dergi çıkarmanız için sadece partizan kullanmayı bilmeniz değil başka bir sürü riski de göze almanız gerekiyordu. İşte Devrimin Sesi ve Denge Şoreş o koşullarda düzenli olarak binlerce ilişkiye dağıtılıyordu. Fabrikalarda, emekçi mahallelerinde silahlı bildiri dağıtımları yapıyorduk. Kısacası karikatür değil ciddi bir illegal yapı içindeydik. Açıkçası yoldaşlar, doksanların ortasına kadar herhangi bir TDKP’liye ya da GKB’liye ileride yasal bir parti bürosunda yöneticilik yapacağını söyleseydiniz sözlerinize sadece gülüp geçmezdi aynı zamanda sizi bir güzel benzetirdi. En azından biz ve çevremizdeki yoldaşlar meseleyi böyle kavrıyorduk.

İşte böyle bir partiydi TDKP. Silahlı ayaklanmayı savunan, Kürdistan’ın kendi kaderini tayin hakkını kayıtsız şartsız tanıyan, işçi sınıfı içinde örgütlenmeye kararlı ve illegal örgütün gerekliliğinin propagandasını yapan bir parti. Kısacası bugünkü karikatürleriyle karşılaştırılamayacak, parti gibi bir parti. İşte böyle bir parti tasfiye oldu. Bu partinin artıkları bugün “Bomba Terörü” diye manşetler atıyor, 19 Mayıs ve 23 Nisan’ı kutluyorlar. Artık ortada kimsenin gelip gitmediği yasal parti bürolarından başka bir şey yok. Partinin yasal müsveddesi değil yeni sendikal mevziler kazanmak TÜMTİS’i bile elinde tutamayan bir durumda şimdi. Yukarıda saydığımız nedenlerden ötürü tasfiyeciliğe karşı şerbetli olduğunu düşünen bir örgüt nasıl oluyor da bugün bu kadar pespaye duruma düşebiliyor? Sorulması gereken soru tam da bu...

“Anlatılan senin hikâyendir!” lafı tam da burada anlam kazanıyor. Zira TDKP örneği bugün her anlamda onun benzeri örgütlerdeki devrimcilere ışık tutmalı, bu devrimcilerin tasfiyeci girişimlere karşı uyanık olmasını sağlamalı. TDKP’nin nasıl tasfiye olduğunu anlamak bugün devrimci örgütte ısrar eden güçlerin bu basınca karşı daha bilinçli ve kararlı mücadele etmesini sağlayacaktır diye düşünüyoruz. Bu yazının sınırları içinde TDKP’nin nasıl tasfiye olduğunu bütün yönleriyle ele almak elbette mümkün değil. Üstelik bunun nedeni sadece sayfa sorunu değil. Bu bizim gibi birkaç devrimcinin altından kalkabileceği bir iş değil ancak TDKP’nin tasfiyesini önleyemese de devrimci örgütte ısrar eden tüm devrimcilerin çabasıyla tamamlanabilecek bir muhasebe olabilir. Bu muhasebeye elimizden gelen katkıyı sunmak boynumuzun borcu olsun.

Yeri gelmişken bugüne kadar yapılmış sözüm ona TDKP değerlendirmeleri hakkında bir-iki söz etmek gerekir. Kökeninde Arnavutlukçuluk olan tüm akımlar TDKP’nin tasfiye sürecini ele aldılar, kendilerine göre bu sürecin bir değerlendirmesini sundular. Bu değerlendirmeler üslup farklılıkları içerse de özü itibarıyle aynı tezi dile getirir: TDKP benimsediği devrim stratejisinin yanlışlıkları nedeniyle tasfiye olmuştur. Sosyalist devrimi benimseyen EKİM bu tezi elbette daha rahat savunuyordu. Demokratik devrimcilikten vazgeçmemiş MLKP ve TİKB ise daha kekeme davranıyordu. Ama öz itibariyle bütün bu akımlar TDKP’nin tasfiye olmasıyla onun popülist bir siyasi hatta sahip olması arasında bir bağ kuruyorlardı. Oysa bu tespit gerçeği yansıtmıyordu. Zira bu akımlar ne kadar popülistse TDKP de en fazla o kadar popülistti. Üstelik söz konusu olan devrimin acil görevleri olduğu zaman TDKP’yle bu akımlar arasında hiçbir farklılık da bulunmuyordu. Verili devlet aygıtı aynı şekilde parçalanıyor, yeni devlet aynı şekilde kuruluyordu. Devrimci hükümetin acil görevleri de tümüyle aynıydı. Üstelik bu programatik benzerliğin dışında popülist olarak suçlanan TDKP’nin tasfiye olmadan önce (ve hatta olduktan sonra) işçi sınıfıyla çok daha sıkı bağları vardı.

Dolayısıyla bu akımlar istedikleri kadar TDKP’nin neden tasfiye olduğunu açıkladıklarını iddia etsinler hiçbiri meselenin can alıcı kısımlarına değinen bir açıklama üretememişlerdi. Üretemezlerdi de zira hepsi küçük birer TDKP’ydi, ya da öyle olmak istiyorlardı. TDKP eleştirilerinin bu yetersizlikleri bu akımların TDKP’nin tasfiye sürecinde neredeyse sıfır etkiye sahip olmalarına yol açtı. Bildiğimiz kadarıyla bizden önce ve sonra partiyle ilişkisini tasfiyecilik eleştirisi yaparak kesen yoldaşların neredeyse hiçbiri bu akımlara yanaşmadı. Yanaşanlar da aradıklarını bulamadılar. Bu akımlara gidenler genelde partide önemli sorumluluklar almamış, dolayısıyla TDKP’yle içine gittikleri yapıyı karşılaştıracak deneyimden yoksun yoldaşlar oldu.

Oysa tasfiyeciliğin kökenlerini başka yerlerde aramak gerekir. Kendi payımıza, bunların en önemlilerinden birine, belki de en önemlisine, kısmi çıkarlarla bütünsel çıkarlar arasındaki ilişkiye değineceğiz. Tasfiyeciliği devrimci örgütten vazgeçmek ya da devrimci örgütü çözmeye, çökertmeye çalışmak olarak anlıyoruz. Tasfiyeciliği devrimci çizgide ısrar edemeyenlerin siyaseti olarak görüyoruz. Sadece komünizmin tutarlı ve sonuna kadar devrimci bir hatta konumlandığını biliyoruz. Bir partinin ya da örgütün komünist bir siyasi hattan uzaklaştığı oranda devrimciliğinin de tutarsızlaşacağı, bu tutarsızlık arttıkça da devrimci örgüte ihtiyaç duymayacağını düşünüyoruz.

Peki kimin komünist siyasete yaklaştığını kimin uzaklaştığını nasıl anlarız? Bunun için Komünist Parti Manifestosu’na başvurmak mümkün. Manifesto “Komünistler diğer işçi sınıfı partilerinden yalnız şu noktalarda ayrılırlar: 1. Değişik ülkelerin proleterlerinin, kendi milletleri içindeki mücadelelerde, bütün proletaryanın, her türlü milliyetten bağımsız, ortak çıkarlarını gösterip bunları ileri sürerler. 2) İşçi sınıfının burjuvaziye karşı verdiği mücadelenin geçmek zorunda olduğu çeşitli aşamalarında, her zaman ve her yerde, hareketin bütünün çıkarlarını temsil ederler.” diyor.

Ulusal çıkarlar karşısında uluslararası çıkarlar, kısmi çıkarlar karşısında bütünsel çıkarlar... Komünistlerin siyasi hattını böyle özetlemek mümkün. Ancak böyle bir siyasi hattı benimseyenler sonuna kadar devrimci olabilir. Zira silahlı bir işçi ayaklanmasına, burjuva düzenin toptan havaya uçurulmasına sadece herkesin kurtuluşu için mücadele ediyorsak gerek vardır. Eğer bir azınlığın kurtuluşu için mücadele ediyorsak işçi sınıfını ve ezilenleri silahlandıracak bir devrime gerek duymayız. Kimi kirli pazarlıklar ya da komplolar yoluyla bu azınlığın durumunu düzeltmek mümkündür. Bu akımların yöntemi devrim değil diplomasidir. İstediklerine muhalefet yaparak ulaşmaya gayret ederler. Ancak “kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz” şiarını benimseyenler aynı şiirde geçen “ya kölelik ya silah” şiarını da benimseyecekler bir proleter devrime ve bu devrime önderlik etmek için proleter devrimci bir örgüte ihtiyaç duyacaklardır.

Komünist siyasetten uzaklaşanlarsa tasfiyeciliğe yaklaşacaklardır. Proletaryanın bütünsel çıkarları yerine kısmi çıkarlarını, uluslararası çıkarları yerine şu ya da bu ulusal çıkarları savunanlar devrimci örgüte ihtiyaç duymayacaklardır. Dahası bu örgüt onların diplomatik manevralarına, muhalefet cephesi örme girişimlerine ve kirli pazarlıklarına engel olacaktır. O yüzden komünist siyasetten uzaklaşanlar hızla devrimci örgütten kurtulmaya çalışırlar. Menşevikler Rus işçi sınıfının ayrıcalıklı katmanlarının ve küçük burjuvalarının çıkarlarını proletaryanın çıkarlarının üstünde tutuyorlardı, İkinci Enternasyonal partileri kendi ülkelerindeki işçi aristokrasisinin çıkarlarını gözetiyorlardı. Bu kesimler bu yüzden hiçbir zaman sahici bir devrimci örgüte sahip olamadı. Komünist Enternasyonal partilerinin ilk dört kongrenin ardından bolşevizmden menşevizme kaymaları da böyle gerçekleşti. Bu partilerin hepsi “sosyalist anavatan olarak gördükleri SSCB’yi korumak” adına kendi ülkelerinde devrim yapma iddiasından vazgeçtiler. Sonuç Komünist Enternasyonal’in tasfiyesi oldu.

Hiçbir zaman Komünist Enternasyonal’in yirmi bir koşulunu karşılayan bir parti olmamasına karşın TDKP’nin tasfiyesi de böyle gerçekleşti. Parti sınıfın ayrıcalıklı katmanlarının çıkarlarını bütünsel çıkarların üstüne çıkaran bir politik hat benimsedi. Bu hattı en iyi, partinin sınıf içerisindeki çalışmasında ve ulusal karşısında takındığı tutumda gözlemek mümkündü.

Sınıf içerisinde çalışmayı savunurken sendikal mücadeleyi önemsiyorduk. “Sendikalarda çalışmayı reddedenler devrimci olamaz” diyorduk. Bu söylediklerimizde yanlış bir şey yoktu elbette. Ancak açıktan söylemesek de sendikal mücadeleyi asıl olarak sendikalarda örgütlü işçilere dayanarak yürütüyorduk. Yani aslında sınıf mücadelesinin en önemli alanı olduğunu söylediğimiz sendikal mücadelede işçi sınıfının yirmide birlik bir kesimine bel bağlıyorduk. Sınıfın diğer kesimlerinin mücadeleye sendikalı işçilerin önderliğinde katılacağını savunuyorduk. Bunun için asıl olarak gözümüzü sendikal alanda kazanılacak başarılara dikmiştik. Yukarıda bahsettiğim gibi sınıfın diğer kesimlerinin mücadelesini hiçbir zaman ihmal etmedik, hatta mitinglerde kortejimizde bulunan kalabalığın büyük çoğunluğu sınıfın örgütsüz kesimlerinden oluştu. Ama parti, politikalarını her zaman sendikaların ihtiyaçlarına göre belirledi. Parti sendikasız işçilere sendikalı işçilerin mücadelesinin bugün Türkiye’de verilen en önemli mücadele olduğunu anlatıyordu. Oysa yapılması gereken tam tersiydi. Sendikalarda sendikasız işçilerin örgütlenmesinin bugün Türkiye’de verilecek en önemli mücadele olduğunu savunmak gerekiyordu.

Parti bunu yapmadı. Aksine sendikalarda kısa zamanda kazanılacak zaferlerin peşinden koştu. İşçi sınıfının örgütsüz kesimlerine ulaşmak yerine “dürüst” ve “sınıf bilinçli” sendikacıları örgütlemeyi en önemli görevi saydı. Sendikacıların örgütlenmesi, sendikalılaşma mücadelesinin önüne geçtikçe parti devrimci bir hattan uzaklaştı. Tasfiye süreci hız kazandı.

Partinin ulusal sorundaki tutumu da buna benzerdi. Türk devletinin emperyalizme karşı bağımsızlığını savunmak, Kürdistan’ın kendi kaderini tayin hakkını savunmaktan daha önemli görülüyordu. Parti Kürt ve Türk emekçilerini bağımsız demokratik Türkiye için mücadele etmeye çağırıyordu. Bu durum tıpkı partinin sendikal politikası ve saflarındaki örgütsüz işçiler arasındaki çelişkiye benzer bir çelişki yaratıyordu. Parti bir yandan Kürdistan’da örgütleniyor ama aynı zamanda bağımsız demokratik Türkiye’yi savunuyordu. O zamanlar partinin bağımsızlık propagandası elbette bugünkü gibi milliyetçi çığırtkanlıkla değil, daha ince bir devrim ve sosyalizm vurgusuyla gerçekleştiriliyordu. Bunda kuşkusuz PKK’nin yarattığı basıncın da rolü vardı. PKK TC’ye karşı savaşırken bugünkü gibi Türk devletinin ulusal onurundan ve çıkarlarından söz etmek mümkün değildi. Parti burada da bağımsız Türkiye derken aslında ezen ulusun çıkarlarını savunuyor, bu çıkarların Kürtleri esarete mahkum etmesiyle ilgilenmiyordu. Böylelikle işçi sınıfının uluslararası çıkarlarını savunmaktan uzaklaşıyordu. Parti Türkiye’nin ulusal çıkarlarını savunmaya başladıkça bu çıkarların savunulmasıyla bağdaşan bir örgütsel hatta kaydı. Kürdistan’daki ve Türkiye’deki devrimci örgütlerden kurtuldu.

Devrimci harekette genellikle yanlış bir biçimde tasfiyeciliğin devlet terörünün en yoğun olduğu bir dönemde ortaya çıktığı düşünülür. Bu düşünce büsbütün yanlış olmasa da gerçeğin sadece bir kısmını yansıttığı için yanıltıcıdır. Tasfiyeciliğin en tehlikeli biçimleri aslında yoğunlaşmış devlet terörünün adım adım ortadan kalktığı, kitle hareketinde kimi kıpırdamaların başladığı bir dönemde boy verir. Devlet terörünün yoğun olduğu dönemlerde, ağır illegalite koşullarında örgütü terk edenler elbette vardır. Ancak bunlar devrimci örgütün asıl düşmanları değildir. Bunların kavga kaçkını olduğunu görmek zor değildir zaten. Samimi devrimciler içinden bu türden “abbas yolculara” güvenen çıkmaz. Yaptıkları ideolojik icatlara da inanan olmaz.

Türkiye’de de benzer bir durum yaşandı. Darbe rejiminin en koyu biçimde yaşandığı 1980-87 arasındaki dönemde devrimci örgütler tasfiye olmadı. Asıl tasfiye darbe rejiminin yumuşamaya başladığı ve yeni bir işçi hareketinin ilk sinyallerinin alındığı 87 sonrası dönemde başladı. Seçim dönemiyle başlayan yükseliş tüm sol akımları umutlandırdı.

Akıl hocaları hemen piyasaya çıkmaya başladı. Doğu Perinçek, Mehmet Ali Aybar, Yalçın Küçük gibi sol aydınlar olarak ortalığa düşüp yeni yükseliş döneminden, bu dönemin yarattığı olanaklardan söz etmeye başladılar. “Açık Parti” projeleri o dönemde pişirilmeye başlandı. Özellikle bugün kendisini Türkiye’yi yöneten gizli Yahudileri keşfetmeye vermiş Yalçın Küçük’ün o dönem sahip olduğu itibar görülmeye değerdi. 80 öncesinin revizyonist TİP’ini simgeleyen Yalçın Küçük bir anda “Yalçın Hoca”ya dönüşüvermişti. Yalçın Küçük kitap üstüne kitap yazıyor o dönemin liberallerine sivil toplumcularına savaş açıyordu. Murat Belge, Ahmet Altan, Latife Tekin “Yalçın Hoca”nın entelektüel şiddetinden paylarını alıyordu. Yalçın Küçük böylelikle dost görünerek önemli sayıda devrimci yapıyı etkisi altına aldı. “Yalçın Hoca”nın yörüngesine girenler ne yazık ki şu ve bu biçimde tasfiye olmaktan kurtulamadılar. Onun en iyi öğrencileriyse hocadan öğrendikleri aynı anda hem devrimcilere dost görünüp hem de devrimci düşmanlığı yapma zanaatını bugün kurucuları oldukları TKP’den sürdürüyorlar.

“Hoca”nın çıkışı görünüşte bizim gibi eti budu yerinde örgütleri etkilememişti. Hatta tam tersi bir durum söz konusuydu. Yalçın Küçükçülüğün aramızda son derece olumsuz çağrışımları vardı. Hoca’yla ilişki kurmak ayıp kabul ediliyordu. Bu suçlamalardan nasibini en fazla alansa “işini gücünü bırakıp” bizimle uğraşan EKİM’di. EKİM’in özellikle SSCB ve Komintern’in akıbetine dair yazdıklarına bakıldığında bu saptamanın doğruluğu açıkça görülüyordu. Bu tespitin doğruluğunu görmek için H.Fırat’ın Ekimler dergisinde Komünist Enternasyonal’e ilişkin yazdıklarıyla Yalçın Küçük’ün Toplumsal Kurtuluş’ta yazdıklarını karşılaştırmak yeterliydi. Ancak bizim partinin Yalçın Küçükçülükte EKİM’i sollayacağını görmek için doksanların ortasını beklemek gerekiyordu. Zira H. Fırat, muhtemelen bizim gibi Enver Hocacı akımların ideolojik basıncı yüzünden, Komintern hakkındaki saptamalarını daha ileriye götürmedi, devamını getireceğini söylemesine karşın bu konularda eline kalem almadı. Hatta bu arada EKİM partileşti, ama parti kuruluş kongrelerinden öğrendiğimize göre, bu türden “ideolojik sorunların çözümü” partili mücadele dönemine ertelendi.

Yalçın Küçük ve benzerlerinin ideolojik tahribatının bizim partide etkili olması için önemli bir toplumsal yükseliş gerekiyordu. Nitekim 89 Bahar eylemleri bu tahribatın örgütsel ve siyasi zeminde de etkisini göstermesini sağladı. Bahar eylemleri partiyi genişletti, etki alanını arttırdı. Ama bu etki asıl olarak partinin sınıf içerisinde örgütlenmesi sonucunda değil sendikacıların “partiye bağlaması” sonucunda gerçekleşti. Bahar eylemleri noktalandığında partinin çevresinde önemli miktarda orta kademe sendikacı birikmişti. Partinin işçi sınıfı içerisinde etkisi artıyordu atmasına. Ama bu etki sendikacıların vasıtasıyla gerçekleşiyordu. Bu yüzden de sendikalist bir etki olmanın ötesine geçemiyordu. Varoşlarda biriken işçi sınıfını örgütlemekse bu sendikacıların umurunda bile değildi. Önemli olan genel kurulları kazanmak, sendika içinde etkinlik kazanmak, bunun için de tabanı mutlu edecek kazanımlar koparmaktı.

Kuşkusuz diğer devrimci akımlardan bizi sendika bürokratlarının peşinde koşmakla suçlayanlar olduğunu biliyorduk. Ama bu suçlamaları ciddiye almıyorduk. Zira bizi sendika bürokratlığıyla suçlayanların peşinden koştuğu başka sendikacılar olduğunun farkındaydık. Başkanlık seçimlerinde yapılan ittifaklarsa gözümüzün önünde gerçekleşiyordu. Bizi kulisçilikle suçlayanların ellerinde olanak olduğu zaman neler yaptığını gördüğümüz için sendikacılarla kurulan sıkı fıkı ilişkiler bu sendikacılar işçilere ihanet etmediği sürece bizim için üzücü değil sevindiriciydi.

Üstelik parti sürekli devrimden sosyalizmden söz ediyor, sendika bürokratlarının ihanetini karşısına alıyordu. Bunun yanı sıra işçi sınıfının örgütsüz kesimleri içinde de mücadele veriyorduk. Dolayısıyla bizi sendikalist olmakla suçlayanları ciddiye almıyorduk. Farkında olmadığımız şey partinin politik mücadele hattını tarif ederken kime dayandığıydı. Sanayi sitelerinde sendika, sigorta, sekiz saat işgünü için mücadele ederken partinin politik mücadele hattının aslında söz konusu ayrıcalıklı işçilerin gündelik talepleriyle sınırlı olduğunu görmüyorduk. Dolayısıyla partinin sendikaların verdiği mücadeleyi merkeze alan hattının bizi açık partiye taşıyacağını öngöremezdik. Zaten o dönemde de TDKP röportajındaki bir iki satır dışında yasal partiden söz eden yoktu.

Tasfiyeciliğin etkisi kendisini asıl olarak bahar eylemlerinin ardından gelen 94 grev dalgasında belli etti. Parti bahar eylemlerinde sendikacılarla yakın bağlar kurmuş olduğu için 94 eylemlerinden beslenmekle yetinmedi aynı zamanda bu eylemlere daha etkin bir biçimde müdahale etti. Bu müdahaleler partinin sendikacılarla olan bağlarının daha da sıkılaşmasına yol açtı.

İşte tam da bu dönemin ardından İşçi Kitle Partisi broşürü çıktı. Broşür kitlesel bir işçi partisinin kurulmasının koşullarının olgunlaştığından söz ediyordu. Broşüre göre böyle bir partinin kurulması iki koşula bağlıydı. Bunlardan biri nesnel diğeri de özneldi. Nesnel koşul sınıf hareketinin yükselmiş olmasıydı. Broşüre göre 94’teki eylemler bu yükselişin kanıtıydı. Broşür bu eylemlerden Türkiye tarihinde görülmemiş kitlesellikte gerçekleşen işçi eylemleri olarak söz ediyordu. Buna ikna olmamıştık bir türlü zira bu topraklarda 15-16 Haziranların yaşandığından haberdardık, 70’lerdeki işçi eylemlerinden de haberdardık. Parti aslında bir şekilde geçmişi unutturuyor böylelikle kendi iddialarına geçerlilik kazandırıyordu.

Bu bakımdan bizim partinin yaptığı aslında tam da bugün merkez-melez akımların Seattle, Cenova eylemlerinden sonra takındığı tutuma benziyordu. Bugünkü “Okmeydanı direnişi” nasıl ölçüsüz bir biçimde abartılıyorsa 94 eylemleri de o ölçüde abartılıyordu. Bugün nasıl yeni bir dönemin başladığı ileri sürülüyorsa, dün de aynı şekilde sınıf mücadelesinde ibrenin işçi sınıfından yana döndüğü savunuluyordu.

Öznel koşulsa partinin olgunlaşmasıyla ilgiliydi. O dönem bunun doğru olup olmadığını sorgulayacak örgütsel bilgiye sahip değildik. Üstelik sürekli attığımız “Yusuf, Hüseyin Deniz! Sürüyor sürecek mücadelemiz! Yaşasın partimiz TDKP’miz!” sloganı bir şekilde bizimde partinin zaferden zafere koştuğuna inanmamıza yol açıyordu. Ama partinin aslında hiç de bizim sandığımız durumda olmadığı peş peşe yenen operasyonların ardından örgütsel mekanizmaların çökmesiyle açığa çıktı. Söz konusu operasyonların ardından parti bir türlü toparlanmadı.

Halbuki partinin kendisi hakkındaki iddiaların kofluğunu görmek için örgütsel bilgilere sahip olmak gerekmiyordu. Bunun için TDKP’nin niye bir türlü ikinci kongresini toplamadığını sormak yeterli olmalıydı. İkinci kongresini toplayacak durumda olmayan bir parti nasıl olur da atılımlar yaptığını iddia edebilirdi? Bugün TDKP’yle aynı damardan beslenen diğer akımlara baktığımız zaman bu tutumun bizim partiye özgü olmadığını görüyoruz. Mesela TDKP’yi yıllar yılı kongre toplamamakla eleştiren EKİM (tüzüğünde parti iki yılda bir en üst organ olan kongreyi toplar diye yazan) TKİP oldu olmasına ama aradan geçen altı yıla karşın ikinci kongresini toplamadı. Aynı durum tüzüğünde parti kongresini üç yılda bir toplar demesine karşın üçüncü kongresini altı yıl sonunda toplayan MLKP için de geçerli. Kuşkusuz sınıf mücadelesinin ateş hattında bulunan devrimcilerin içinden geçtiğimiz gericilik döneminde düzenli kongre toplayacak bir örgütsel kapasiteye sahip olmaması son derece anlaşılır bir durum. Devrimcilerin örgütsel zaaflarını kamuoyuna duyurmak, kamuoyu önünde tartışmak istememeleri de aynı derece anlaşılır. Asıl anlaşılmaz olan bu akımların söz konusu zaaflar gün gibi ortadayken gün geçtikçe gelişip serpildiklerinin propagandasını yapmaları. Bu tür tutumlar bize TDKP’nin kendisiyle ilgili kof iddialarını anımsatıyor.

Açık parti broşürünün yayınlandığı dönemde kitle eylemlerinin giderek arttığı doğruydu. Ama partinin bu eylemlere müdahale kapasitesi giderek azalıyordu aslında. Bugün baktığımızda aslında o dönemde müdahale ettiğimizi düşündüğümüz eylemlerde bile aslında partinin değil sözümona bizim örgütlediğimiz sendikacıların müdahale ettiğini görüyoruz. Zira müdahale hattının partinin eski çizgisiyle hiçbir ilişkisi yoktu. Ama EMEP’in bugünkü çizgisine olan yakınlığı gittikçe artıyordu. Böylelikle bizim inisiyatifimizle değil düzen güçlerinin inisiyatifiyle gerçekleşen eylemleri kılıf olarak kullanan parti zayıflayışımızı ört bas ediyordu.

2004 1 Mayısı’nın ardından bizim on yıl önce takındığımız tutumların benzerlerini tekrar gözlemek mümkün. Devrimci akımların büyük bir çoğunluğu yine 1 Mayıs’taki bölünmenin kendi basınçları ve müdahaleleri sonunda gerçekleştiğini düşünüyorlar. NATO karşıtı eylemlere damgalarını vurduklarını ileri sürüyorlar. Böylelikle ses getiren eylemlerin kuyruğuna takılmayı bu eylemlere önderlik etmek olarak sunuyorlar. Kısa vadede taze devrimcileri avutmaya yarayan bu türden ninnilerin aslında devrimci örgütün altını oyan bir tutum olduğunu tecrübelerimizle öğrendik.

Bizim gibi proletaryanın partisinin illegal olması gerektiğini, yasal mücadelenin yasa dışı mücadeleye tabi olduğunu belleyerek yetişmiş bir kuşağın işçi kitle partisi ismini taşıyan bir yasal partiye ısınması pek kolay olmadı. Olamazdı da zaten çünkü diğer açık partilerin tümünü yasalcı oportünistler diye karşımıza alıyorduk o zamana kadar. İllegal parti işin elifbasıydı. Üstelik hiçbirimiz kendimizin de açığa çıkacağını düşünmüyorduk. O güne kadar legal alanda çalışanların birkaç istisna dışında, genellikle işe yaramaz unsurlar olduğu kanısındaydık. Kıdemli bir devrimcinin esas olarak açık alanda çalışmaya başlamasını söz konusu yoldaşın “rütbesinin düşmüş” olmasına veriyorduk. Dolayısıyla kendimizi hiçbir zaman açık alanda çalışacak birisi olarak görmüyor, bulunduğumuz organlarda sorumluluklarını yerine getiremeyen arkadaşlara “yakında işçi kitle partisinde çalışırsın” diye takılıyorduk.

Ancak bugünden bakınca tasfiyecilerin de boş durmadığını görüyoruz. “Hayatın her alanına müdahale etme” bahanesiyle bir kültür sanat dergisi çıkarılmaya başlandı önce. Dergiye baktığımızda “işçiler bu derginin nesini okuyacak?” diye soruyorduk. Sonra derginin asıl olarak işçi sınıfını değil yazarçizer takımını ve sanat dostlarını örgütlemek için çıkarıldığını anladık. Bununla eş zamanlı olarak açılan kültür merkezi de aynı amaca hizmet ediyordu. Biz “ille de bir kültür merkezi kurulacaksa bu niye bir varoşta kurulmaz?” diye sorduğumuz zaman “Taksim merkezi bir yer” yanıtını alıyorduk. Bugün kimin için merkezi olduğu daha iyi görülüyor. Bu tür mekânlar devrimcileri yasalcılığa alıştırmanın ilk adımı olarak kullanıldı.

Bundan daha önemlisi tasfiyeciler görünüşte illegalite bahanesiyle iş yapmayan örgüt asalaklarına yönelik savaş açarken aslında profesyonel devrimciliğe yönelik bir karalama kampanyası açmışlardı. Görünüşte asalaklar karalanıyordu ama aslında ihtilalci bir örgütü ayakta tutan fedakar kadrolar asalaklıkla suçlanıyordu. Bu kadrolar apolitik, doktriner, sekter olmakla eleştiriliyordu. Bu kadroların pratik mücadelenin ihtiyaçlarına yanıt veremediği, kitabi oldukları söyleniyordu. Tasfiyeciler “işçi olmak”, “halk önderi olmak”, “proleterleşmek” gibi kavramlar kullanarak aslında dar pratikçiliği teşvik ediyorlardı. Devrimci politika yapmada ısrar edenler ya “küçük burjuva devrimciliğiyle” çoğu zaman da “dönemin önceliklerini kavrayamamak”la eleştiriliyordu. Bu eleştirilerin ardından işçi sınıfı içinde yıllarca mücadele etmiş nice yoldaşımızla yollarımız ayrıldı. Asalaklıkla suçlanan bu kadroların ayrılığı ne hikmetse partinin daha saf bir parti olmasına değil daha da zayıflamasına yol açtı.

Sonra bir gün GKB feshedildi. Fesh belgesi yine profesyonel devrimciliğe yönelik bir küfürname niteliğindeydi. Belli bir süre sonra da aslında hepimizin açık partide çalışacağımızı fark ettik. Buna direnen ilişkilerini devretmeyen yoldaşlar oldu. Çoğu güç bela ikna edildi. Kimi yoldaşlar küsüp örgütten ayrıldılar. Ama dediğim gibi pek azı başka partilere gitti. “TDKP’nin üstüne gül koklamama” gibi bir niyetleri yoktu. Ama var olan yapıların kendilerine farklı bir perspektif sunmadığı da açıktı.

O dönemde dışarıdan da bizim partiyi tasfiyecilikle eleştirenlerin sayısı artıyordu. Bu eleştirilerin doğru olduğunu seziyorduk ama yine de kulak vermek istemiyorduk. Dahası bizim hakkımızda bunları yazan devrimcileri karşımıza alıyor, bizi karalamakla suçluyor, propaganda özgürlüklerini kısıtlıyorduk. Siyasi olarak yanıt veremediğimiz bu devrimcilerin söylediklerinden etkilenen genç yoldaşlaraysa hep aynı şeyleri söylüyorduk: “Bunların işi gücü yok bizimle uğraşıyorlar.” Şimdi, dün bizim TDKP’ye yönelik kapsamlı eleştiri kampanyaları düzenleyen devrimcilerin bugün KöZ karşısında takındıkları tutuma bakınca acı acı gülümsemeden edemiyoruz. Bizi devrimci eleştiriye açık olmamakla, kendilerini yok saymakla eleştiren bu yapılar şimdi aynı tutumları bize karşı takınıyorlar. Bize “işiniz gücünüz bizimle uğraşmak” diyorlar. Geçmişte biz de böyle derdik ama bunu inandığımız için değil söyleyecek laf bulamadığımız için söylerdik. Üstelik dün devrimci hareketin TDKP’ye yönelttiği eleştiriler çok daha apolitik, çok daha zorlama eleştirilerdi. Bu eleştirilerde içerik değil mantık oyunları ve belagat öne çıkıyordu. KöZ’ün politik çizgisini benimsememizi sağlayan faktörlerden biri de KöZ’ün eleştirilerinin politik içeriği oldu. Bugüne kadar KöZ sayfalarında çıkmış her polemik öyle eften püften ayrımlar üzerinde değil sahici politik ayrımlar üzerinde duruyordu. Bizi KöZ’ün arkasında durmaya iten de işte bu politik tutum oldu. Bizim bu tutuma beslediğimiz güven oldu.

Biz partiden hemen ayrılamayanlardan çıktık. Ayrılan arkadaşların gerekçelerine saygı duyuyorduk ama diğer yandan da bizi parti içerisinde bu oportünistlerle baş başa bırakmalarından dolayı öfkeleniyorduk. İçeride kalıp savaşmak mücadele etmek lazımdı. Oysa hem arkadaşların küskün tutumu hem de bizim içeride kalıp mücadele etme azmimiz yanlıştı. Arkadaşların ayrılması doğruydu. Ama küsmeleri yanlıştı. Bizim mücadele etmemiz doğruydu. Ama içeride kalmamız yanlıştı. Arkadaşlar niye oradasınız diye sorduğunda “Ne yapalım? Nereye gidelim?” diye cevap veriyorduk. Biz açık partideydik çünkü işçi sınıfı buradaydı.

Rosa Luxemburg genelde troçkistler tarafından bayraklaştırıldığından bizim gelenekten gelenler arasında pek sevilmez. Ama o zamanlar kullandığımız “en kötü örgüt örgütsüzlükten iyidir” lafının da Rosa Luxemburg’dan kaynaklandığını bilmiyorduk. Bu lafın devrimci bir parti yaratma iradesinden yoksun olanlar tarafından kullanıldığını fark etmemiştik. Ölümü düşünüp sıtmaya razı oluyorduk aslında. Oysa yasal parti içerisinde illegal bir partiyi koruma ya da yaratma mücadele verilmezdi. Ayrılıp dışarıdan müdahale etmek gerekirdi. Zira içeride kaldığımız sürece örgüt yıkıcılığı yapmama adına parti içindeki diğer devrimcilerle buluşamadık. Böylelikle tasfiyecilerin zemininde tasfiyecilere karşı mücadele ediyorduk. Elbette kaybedecektik.

Partiyse sürekli kitle mücadelesinin yükselişinden söz ediyor, açıldıkça açılıyordu. Kendi payımıza bu açılmada yaşanan dönüm noktasının Metin Göktepe’nin cenazesi olduğunu düşünüyoruz. Metin’in cenazesi bizim parti sloganları attığımız, parti adına yazılamalar yaptığımız son eylemdi. Yürüyüşteki kalabalık gerçekten etkileyicidi. On binlerce kişi Yenibosna’dan Atışalanı Mezarlığı’na kadar yürüdü. “Metin Yoldaş Yaşıyor, Parti Savaşıyor!” sloganları da son kez orada atıldı. Sonraki günlerde parti Metin’in yoldaş değil gazeteci olduğunda karar kıldı. Ellerindeki yasal parti bayraklarıyla “partimiz TDKP’miz” sloganı atan tuhaf bir kitleydik aslında.

Biz Metin’in komüniste yakışır bir biçimde gömüldüğünü düşünüyor, içimizdeki bütün sıkıntılara karşın kendimizi avutmaya çalışıyorduk. Metin’i değil de partiyi gömdüğümüzü nereden bilelim.

Metin’in davaları için Afyon’a gelip giderken her seferinde içimiz daha da sızlıyordu. Her davada daha liberal bir tutum takınılıyordu. Önce mahkeme salonuna girmekten vazgeçtik. Sonra bizi salondan gitgide daha fazla uzaklaştırdılar. Biz bu liberal tutumları kıyasıya eleştiriyorduk. O zamanlar dışarıdan diğer devrimci akımların bizim bu dava karşısındaki tutumumuza gıpta ettiklerini nerden bilelim. Biz politik hattımız liberalleşiyor diye feryat ederken, bizi dışarıdan seyredenler “Metin’in davasını kamuoyuna mal etmede başarılarımıza imreniyormuş.” Başta bu tutumları bizimle konuşan devrimcilerin politik eksikliğine kendi siyasetlerini iyi bilmemelerine veriyorduk. F-Tipleri saldırıları ya da diğer faili meçhul cinayetler karşısında bizim partiye rahmet okutan liberal tutumlar bu akımların da aslında bizden farksız olduğuna iyice ikna ediyordu bizi.

Metin’in görkemli cenazesinden itibaren parti sahneden silindi. Hepimiz iyice EP’li olduk. Başta EP içinde de TDKP’li gibi davranıyorduk. Hatta bizi yasalcılıkla suçlayanlara biz yasal değil açık partiyiz diyorduk. Meşruiyetimizi devletin yasalarından değil işçi sınıfıyla olan bağlarımızdan aldığımızı söylüyorduk. Bu iddianın ne kadar ciddi olduğu Anayasa Mahkemesi’nin açtığı kapatma davasından sonra ortaya çıktı. “Sokakta kurduk sokakta savunacağız!” sloganlarıyla Ankara’ya aktık. Bizi kıstıran polisten iyi bir dayak yemiştik ama mücadeleye devam edeceğimizi düşünüyorduk. Oysa tersi oldu bir daha böyle bir eyleme kalkışmadık.

Sonrası bilinen hikâye... EMEP herkesin gözü önünde bugünkü çizgisine geldi. 1996 sonrasında partide iki büyük kopma gerçekleşti. Birincisi EMEP’lilere adres olarak EKİM’i gösteriyordu. İkinci grupsa partinin gerçek çizgisine sahip çıkmayı öneriyordu. Ancak her iki grup da başarılı olamadı. Zira yukarıda belirttiğimiz nedenlerden ötürü EKİM’in dar örgütsel yapısı partililer için bir çekim merkezi olamazdı. EKİM’in politik hattı da “sosyalist devrim” sözü dışında partininkinden farksızdı. Hele EKİM’in bu kadar yıl bekledikten sonra çıkışındaki iddialarının hiçbirini karşılamadan parti olduğunu iddia etmesi saflarımızda iyice güvensizlik yarattı. Partinin gerçek çizgisine sahip çıkmayı önerenlerse bugünkü durumun bu çizginin mantıksal sonucu olduğunu görmüyorlardı. Nihayetinde her iki girişim de başarısızlıkla sonuçlandı.

İfade özgürlüğünün bulunmadığı dönemlerde düşüncelerini bir masal gibi anlatmak ardından da “Burada yazılanların gerçekle hiçbir ilişkisi yoktur. Tüm bunlar masaldır, hayal ürünüdür” demek pek sık kullanılan bir yöntem. Peki ya ortada devletin açıktan uyguladığı bir sansür değil de devrimcilerin kendilerine uyguladıkları bir otosansür varsa? Herkes tasfiyeciliğe doğru ilerliyorsa fakat kimse bundan söz etmiyorsa ne yapmak gerekir? Kendi payımıza bu anlattıklarımın masal, daha doğrusu kabus, olmasını isterdik. Ama ne yazık ki yoldaşlar, anlattıklarımızın tümü gerçek. Gerçek olsa bile en azından bir kez tekrarlanmasını isterdik. Ancak görünen o ki süreç aynı yönde bir kez daha ilerliyor.

Dün biz kültür merkezleri kültür dergileriyle hayatın her alanına müdahale etmek istiyorduk. Bugün devrimci akımların Taksim’deki Kadıköy’deki ve diğer merkezi yerlerindeki bürolarının sayısını bilen yok.

Dün biz sınıfın bir kesiminin mücadelesinin yükselişini sınıf mücadelesinin yükselişinin kanıtı olarak sunuyorduk. Bugün de sendikaların, üniversite öğrencilerinin çıkışından medet umup kitle hareketinin yükseldiği tespitinde bulunanlar artıyor.

Dün biz yükselen mücadele yeni ihtiyaçlar dayatıyor bu ihtiyaçlardan biri de açık partidir diyorduk. Bugün yükselen hareketi bahane ederek yeni örgütlenme biçimleri arayanların sayısı artıyor. Herkes yasal dernekler, platformlar kuruyor.
Dün biz asalaklığa karşı kampanya başlatıp aslında profesyonel devrimciliği gözden düşürüyorduk. Bugün sözümona doktrinerliğe, apolitik devrimciliğe karşı kampanyalar yine revaçta.

Dün elimizde yasal bayraklar “yaşasın partimiz” diye sloganlar atıyorduk. Bugün yine yasal platformların bayraklarını elinde tutup sahici partinin sloganlarını haykıranları gözlemek mümkün...

TDKP komünist bir parti değildi. Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinde ifade bulan Bolşevizm geleneğine bağlı bir parti değildi hiçbir zaman. Aksine ortaya çıkışından beri menşevik anlayışla bezeli bir programatik ve siyasi hattı oldu. Tutarlı bir devrimci hattı da olmadı hiçbir zaman. Ama bugünkü karikatürlerinden çok daha sağlam temellere kurulmuş, çok daha ileri bir partiydi. Benimsediği siyasi hattın çürüklüğü bu sağlam temellerin hepsinin teker teker çatırdamasına yol açtı. Geriye bugünkü moloz yığını kaldı. Bir de internet sitesi elbette...

TDKP’nin kendisine benzeyen akımlardan daha önce tasfiye olması TDKP’nin zayıflığından değil savunduğu politikaların çok daha cüretkâr bir takipçisi olmasından ötürüydü. Söz konusu akımların geçmişteki TDKP karşısındaki dezavantajları bu akımların tasfiyeci dalgalar karşısında daha korunaklı kılmıştır. Ancak TDKP de korunaklı olduğunu düşünüyordu. Zaten bu yüzden TDKP’nin tümüyle tasfiye olması yılları aldı. Oysa tasfiyeciliğe karşı duyarlı bir taban ve örgütsel lafızlar tasfiyeci süreci yavaşlatsa da durduramaz. Olsa olsa bu sürecin daha sancılı geçmesini, ağır aksak ilerlemesini sağlar.
Ölülerin arkasından konuşulmaz derler. Ama Marx’ın da dediği gibi sadece yaşayanlardan değil ölülerden de çekeceğimiz var. TDKP’nin ölüsü bile peşimizi bırakmıyor. TDKP’nin kendisini nasıl tasfiye ettiğini unutanlar (daha doğrusu unutturanlar) tasfiyecilik yolunda yürüyüşlerini bu yolu sanki ilk kez onlar keşfediyormuş gibi heyecanla pazarlıyorlar. Devrimcilere gittikleri yolun orijinal bir yol olmadığını, en azından TDKP tarafından yıllar önce yüründüğünü hatırlatmayı görevimiz olarak kabul ediyoruz.

Ancak tasfiyeci dalgayı püskürtmek için tasfiyecileri ve onların peşinden gidenleri uyarmak yeterli değil. Tasfiyeciliğe karşı mücadele ancak her türlü oportünizmden kendisini arındırmış devrimci bir partinin yaratılmasıyla mümkün. Bu partinin yaratılması yolunda sorumluluklarının bilincinde olanlar öne çıktıkça tasfiyecilik bir kader olmayacak. Bu ve benzeri mektupların yazılmasına gerek kalmayacak.

Bizim öykümüz de böyle işte sevgili yoldaşlar. Öykümüzün bugün kitle eylemlerinin gürültüsü içinde tasfiyeciliğe koşar adım ilerleyen örgüt ve partilerdeki devrimci güçlere ibret olmasını diliyoruz. Devrimci örgütte, devrimci politikada ısrar edenlere sorumluluk alın, öne çıkın diyoruz.

Bütün Ülkelerin Komünistleri birleşin..




vatan devlet bölünmez.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Eylül 2007       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
T D K P 2. GENEL KONFERANSI'NIN AÇIKLAMASI

Türkiye



TDKP'nin 2. Genel Konferansı, parti örgütlerinin ve güçlerinin, başta işçiler olmak üzere emekçiler ve gençlik içindeki ileri parti çevrelerinin en geniş ve ileri düzeyde temsilinin ve katılımlarının sağlandığı çeşitli oturumlardan oluşan bir süreç olarak gelişti ve saptadığı gündeme uygun olarak çalışmalarını tamamladı ve tam bir irade birliğiyle sonuçlandı.
Konferansımız, dünyadaki ve Türkiye'deki çok yönlü gelişmelere bağlı olarak, partimizin bir dönemeç noktasına geldiği, ideolojik-politik, örgütsel-pratik tüm alanlardaki çalışmasını yenileyerek geliştirmesinin ve taşıdığı zaaflardan arındırmasının ertelenemez bir özellik kazandığı ve partimizin, bu doğrultuda taktik platformunu, pratik örgütsel çalışmasını yenilemeye ve ilerletmeye yöneldiği, buna karşılık diktatörlüğün partimize yönelik saldırılarını yoğunlaştırdığı koşullarda gündeme geldi ve gerçekleşti.
  • Partimizin 1. Genel Konferansı'ndan bu yana;
  • Uluslararası durum ve gelişme doğrultusunu,
  • Uluslararası durumla bağlantı içinde, ülkemizdeki gelişmeleri, ve
  • Partimizin ideolojik-politik, pratik-örgütsel tüm alanlarda yürüttüğü faaliyeti merkezine alan bir gündemle toplandı.
Konferansımızın, ele aldığı sorunlara ilişkin olarak vardığı belli başlı sonuçlar şunlardır:
Uluslararası alanda:
Partimizin 1. Genel Konferansı, proletaryanın ve ezilen halkların devrimci hareketinin, 1950'li yılların ikinci yarısında girdiği yenilgi sürecinden çıkamadığı ve tahrip edici sonuçlarının bütün yalınlığıyla ortaya çıktığı ve bu sürecin devam ettiği, emperyalizmin ve dünya gericiliğinin güçlerini ve olanaklarını birleştirerek çok yönlü bir saldırı kampanyası yürüttüğü, ancak, emperyalist-kapitalist sistemi zayıflatan, genel bunalımını derinleştiren etkenlerin de geliştiği bir geçiş sürecinde toplanmıştı.
1. Genel Konferansımızın toplandığı 1990 Şubat'ından bu yana, uluslararası alanda yaşanan sürecin temel özelliğini; emperyalist-kapitalist sistemin temel çelişkilerinin giderek keskinleşmesi, genel bunalımının derinleşmesi, bunun da ötesinde genel bunalımının yeni bir aşamsına doğru, yeni bir savaşlar ve devrimler, köklü alt-üst oluşlar dönemine doğru yol aldığını gösteren olguların ve verilerin gelişerek belirginleşmesi oluşturmaktadır.
Partimizin 1. Genel Konferansından sonraki süreçte;
a- Revizyonizm destekli burjuva-emperyalist propaganda tarafından, sosyalizmin iflası, devrim ve sosyalizm mücadelesinin kesin yenilgisi olarak yansıtılan, SSCB'nin başında bulunduğu kapitalist-emperyalist blokun çözülme ve dağılma süreci tamamlandı. Bu ülkelerde, sermayenin ve burjuvazinin egemenlik sisteminin ve kapitalist sömürünün, deforme edilmiş sosyalist biçimlerle örtülmemiş, çıplak ve en yalın biçimleri ve yöntemleri toplumsal yapının tüm alanlarında egemen oldu.
b- 1960'lı yıllardan sonra dünyanın tek sosyalist ülkesi olan Arnvutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti'nde sosyalizm yıkıldı ve kapitalizm yeniden inşa edildi. Dünya işçi sınıfı ve ezilen halkların devrimci hareketinin, 1950'li yılların ikinci yarısında aldığı darbe ve uğradığı ağır yenilginin tahrip edici sonuçları bütün yalınlığıyla ortaya çıktı. Uluslararası plandaki devrimci mevziler ve dayanaklar da kaybedildi. Bu dönem aynı zamanda, dünya işçi sınıfının ve ezilen halkların devrimci hareketinin dibe vurduğu en zayıf dönemi oldu.
Yukarıdaki gelişmeler, emperyalizmin ve dünya gericiliğinin, işçi sınıfına ve ezilen halklara, devrim ve sosyalizm mücadelesine karşı yürüttüğü çok yönlü saldırıya ve demagojik kampanyaya yeni bir ivme kazandırdı. Kapitalizmin üstünlüğü ve kesin zaferi ilan edildi. Bu zafer, dünya işçi sınıfının ve halkların uğradığı yenilginin içteki dayanağı olan revizyonizm ve burjuva sosyalizmi tarafından da kutsandı.
SSCB'nin başında bulunduğu emperyalist blokun dağılması, Arnavutluk'ta sosyalizmin yıkılması ve proletaryanın ve halkların son mevzilerini de yitirmesi ve hareketin dibe vurması, devrim ve sosyalizm mücadelesinin kesin yenilgisi, kapitalist sistemin temel çelişkilerinin aşılması, uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının ve sınıf mücadelelerinin sona ermesinin, evrensel uyum, barış ve refah döneminin başlangıcı olamazdı ve olmadı da. Emperyalizmin ve dünya gericiliğinin, proletaryanın ve halkların devrimci hareketine tarihin en ağır darbesini vurduğu; tarihsel hareketin yenilgi ve gerileme sürecine girdiği 1950'li yılların ikinci yarısından bu yana geçen sürede, devrim ve sosyalizmin zaferinin maddi temeli zayıflamak bir yana, öncesiyle kıyaslanamayacak düzeyde gelişmeye ve olgunlaşmaya devam etti.
Emperyalizmin ve dünya gericiliğinin yürüttüğü demagojik propagandada temel aldığı SSCB'nin başında bulunduğu ülkeler blokunun çok yönlü bir bunalım sürecine girerek dağılması, şu ya da bu emperyalist devlete ve tekelci gruba bazı olanaklar sağlasa da, emperyalist sisteme geçici bir süre için de olsa soluklanma olanağı sağlamadı. Tersine, emperyalist-kapitalist sistemin genel bunalımını derinleştirecek çok yönlü gelişmelere yol açan bir etken oldu. SSCB'nin ve başında bulunduğu blokun dağılmasıyla birlikte;
- Kapitalist dünyanın, dünya hakimiyeti için mücadele eden ve başında birer süper devletin bulunduğu iki kampa bölünmesi ve emperyalist devletler ve tekeller arasındaki ilişkilerin ve ittifakların bu bölünme ve mücadele temelinde şekillenmesi süreci sona erdi. Emperyalist devletler ve tekeller arasındaki güçler dengesi ve ilişkileri alt-üst oldu. Egemenliği sıçramalı gelişme sonucu sarsılan ve sarsılmaya devam eden ABD, kapitalist dünyanın tek süper gücü olma özelliğini korumasına karşın, doğuda Japonya, Batı Avrupa'da Almanya ve Fransa, dünyanın yeniden paylaşımı için mücadele eden belli başlı emperyalist odaklar olarak ortaya çıktı. Olgular, SSCB'nin yıkıntıları üzerinde yeniden toparlanan Rusya'nın bunlara eklenme doğrultusunda ilerlediğini ve emperyalist devletler ve uluslararası tekelci birlikler arasında dünyayı paylaşım mücadelesinin daha da karmaşıklaşarak şiddetleneceğini göstermektedir.
- Burjuva-revizyonist çevrelerin ileri sürdüğü gibi 'Batı blokuna katılma' bu ülkelerin girdabına kapıldıkları çok yönlü bunalımın aşılmasına, dünya kapitalist ekonomisinde yeni bir atılımın unsuru olabilecek, istikrarlı bir ilerleme ve gelişme sürecine girmelerine yol açmadı. Aksine, bu ülkelerde bunalım derinleşerek, toplumsal bir çözülme ve kaosa doğru ilerlerken, üretici güçler tahrip oldu, tüm yeraltı ve yerüstü kaynakları ve toplumsal zenginlikleri, batılı emperyalist devletler ve tekeller tarafından yağmalandı.
Kapitalist dünyanın savaşların, sınıf mücadelelerinin olmadığı, evrensel uyum, barış ve ilerleme dönemine gireceğini ilan eden emperyalist propagandanın mürekkebi bile kurumadan Körfez Savaşı patladı. Başta SSCB'nin etki ve nüfuz alanı olan bölgeler olmak üzere, Adriyatik'ten başlayıp Balkanlar ve Kafkaslar'dan geçerek Orta-Asya'ya kadar uzanan ve Orta-Doğu'ya ve Afrika'ya kadar genişleyen geniş bir alan, emperyalist devletlerin ve tekellerin kışkırttığı, gerici dinsel, ulusal, hatta kabile savaşlarının birbirini izlediği bir arenaya döndü.
Burjuva-emperyalist çevrelerin iddialarının tam aksine, dünya kapitalist ekonomisi istikrarlı bir büyüme ve ilerleme sürecine girmedi. Kapitalist dünya ekonomisinin, istikrarsız ve dengesiz gelişme süreci derinleşirken, ortalama büyüme hızı beşer yıllık dilimler itibariyle ele alındığında yükselmek bir yana düşmeye devam etti. Ülkeler arasında farklılıklar olmakla birlikte, devrevi krizler ve durgunluklar arasındaki süre kısalır, kriz ve durgunluk dönemleri uzarken, tahrip edici sonuçları daha da ağırlaştı. Bu gerçek, burjuva-emperyalist çevreler tarafından da artık yadsınmamaktadır.
Dünya işçi sınıfı ve ezilen halkların mücadelesindeki düşüş ve gerileme, emperyalizmi, saldırılarını dizginlenmemiş bir saldırıya doğru ilerletme yönünde cesaretlendirdi. Sıklaşan ve tahrip edici sonuçları ağırlaşan devrevi krizler ve durgunluk, aynı şekilde şiddetlenen rekabet ve dünyayı paylaşım mücadelesi, bu saldırıya yeni özellikler kazandırdı. Emperyalist devletler ve tekeller ve bütün ülkelerdeki dayanakları, giderek sıklaşan ve ağırlaşan devrevi krizlerin ve ekonomideki durgunlukların, şiddetlenen dünyayı paylaşım mücadelesinin ve tekeller arası rekabetin yüklerini işçi sınıfının ve halkların sırtına yıkmak için ekonomik-politik saldırılarını dünya ölçeğinde;
a- Sadece geri ülkelerin değil, ileri ancak küçük ve zayıf ülkelerin de, uluslararası mali sermayenin sınırsız sömürü ve egemenlik alanı haline gelmelerine, yeni sömürgeci yöntemlerle tipik sömürge kıskacına alınmalarına,
b- Geri ülkelerin yanısıra, ileri ülkeler proletaryasının ve emekçilerinin tüm ekonomik, politik ve sosyal haklarının ve kazanımlarının gaspına doğru genişlettiler.
Sömürünün yoğunlaşması, mutlak yoksullaşma ve hak gaspları, geri ülkelerin yanısıra, en gelişmiş kapitalist ülkeler işçilerinin ve emekçilerinin de yaşamının bir parçası haline geldi.
Sadece geri ülkelerde değil, kapitalizmin örnek ülkeleri, barış, refah ve uyum toplumları olarak yansıtılan en ileri kapitalist ülkelerde de, sermayenin yoğunlaşan ekonomik ve politik saldırıları, giderek kötüleşen yaşam ve çalışma koşulları, işçiler, gençlik ve diğer ezilen ve sömürülen tabakalar arasında hoşnutsuzluk, öfke ve mücadele eğilimlerini geliştirdi. İşçi ve emekçi hareketindeki durgunluk ve sessizlik yerini, Fransa, İtalya, Belçika, İspanya, Almanya örneklerinde açıkça görüleceği gibi, son yarım yüzyılın en kitlesel ve birleşik direnişlerine, sokak gösterileri ve yürüyüşlerle birleşen grev ve genel grevlere doğru ilerleyen yeni bir canlanmaya bıraktı. Olgular, dünya işçi sınıfının nicel ve nitel olarak en gelişmiş bölüklerini oluşturan ileri ülkeler proletaryasının saflarında yeni bir hareketlenme ve uyanışın geliştiğini göstermektedir.
Uluslararası Komünist Hareketin saflarında, emperyalizmin ve dünya gericiliğinin, güçlerini ve olanaklarını birleştirerek kapsamlı yeni bir saldırı kampanyasını başlatarak sürdürdükleri koşullarda gelişen ideolojik, politik, örgütsel çok yönlü kaos ve dağınıklık yerini, uluslararası bir hareket olarak yeniden örgütlenme, zayıflıklarını aşma sürecine bıraktı. Partimizin de bir parçası olduğu Uluslararası Komünist Hareket, 1993'te Batı Avrupa'da, 1994 yılında Kito'da, 1995 yılında Paris'te gerçekleştirdiği toplantılarla saflarındaki dağınıklığı aşma doğrultusunda pratik adımlar attı.
Proletaryanın ve ezilen halkların hareketindeki canlanmayla birlikte, burjuva, küçük-burjuva sosyalizminin, kapitalizmin kesin zaferini ve üstünlüğünü açıkça ilan eden revizyonizmin kalıntılarının, iflas etmiş olan teorik ve pratik-örgütsel platformlarını yenileyerek, işçi sınıfına ve halklara yeniden dayatma ve uluslararası bir hareket olarak örgütlenme girişimleri yoğunlaştı. Konferansımız, dünya proletaryasının ve ezilen halkların devrimci hareketinin, tarihinin en büyük zaferlerinin hemen ardından en ağır yenilgisini almasının içteki dayanağı ve sorumlusu olan bu akımların yoğunlaşan girişimlerine ve bu akımlara karşı mücadelenin taşıdığı öneme dikkat çeker.
Partimizin uluslararası durum ve gelişme doğrultusuna ilişkin tezlerini onaylayan Konferansımız:
- Bir dönemin kapandığı, yeni bir dönemin başladığı;
- Emperyalist-kapitalist sistemin, yeni bir istikrar ve atılım dönemine, güç toplama dönemine değil, yeni bir kaos, çatışmalar ve istikrarsızlıklar dönemine, şu ya da bu cephede, en zayıf halka ya da halkalarda yarılma doğrultusunda ilerleme sürecine girdiği;
- Bu sürecin, genel olarak ekonomik, politik, toplumsal yönleri, özel olarak da ülkelerdeki yansımaları bakımından dengesiz, gelişme seyri açısından da inişleri ve çıkışları içeren bir süreç olarak ilerleyeceği gerçeğinin altını çizer.
Uluslararası durumdaki değişimin, ülkemiz üzerindeki çok yönlü etkileri, ülkemiz devrimi, işçi sınıfı mücadelesi açısından yol açtığı sonuçlar ve gündeme getirdiği görevler üzerinde duran Konferansımız, şunlara özel dikkat çekmiştir:
Bilim ve teknikteki devrimin ve sermayenin uluslararasılaşmasının eriştiği düzey temelinde ekonomik, politik, askeri vb. tüm alanlarda, emperyalist zincirin halkalarını oluşturan ülkeler arasındaki ilişkilerin günümüzde kazandığı boyut, özel olarak da ülkemizin emperyalizme her alanda artan bağımlılığı ve kapitalist gelişme düzeyi gözönüne alındığında, uluslararası durum ve gelişme doğrultusu diğer ülkelerin yanısıra ülkemizdeki ekonomik, politik, ideolojik tüm süreçler üzerinde yüzyılımızın ilk yarısıyla kıyaslanamayacak düzeyde bir etkide bulundu ve bulunmaya devam edecektir.
Günümüzde emperyalist zincirin halkalarını oluşturan ülkeler arasındaki ekonomik, politik, kültürel tüm bağlar yüzyılımızın ilk yarısıyla kıyaslanamayacak düzeyde ilerlemesine ve halkalar birbirine daha çok bağlanmasına karşın, ülkeler arasındaki gelişme düzeyi farklılıkları ve tekelci aşamada sıçramalı gelişmelere yol açan dengesiz ve eşit olmayan gelişme süreci devam etti. Emperyalist-kaptalist sistemin bütününde yaşanan süreç, sistemi oluşturan halkaların farklı düzeyde etkide bulundukları bir bileşke olarak teşekkül ederken, her ülkede yaşanan süreç farklı özellikler taşımakta ve sistemin bütününde yaşanan süreçten farklı düzeylerde etkilenmektedir.
Ülkemiz, genel bunalımı derinleşen, genel bunalımının yeni bir aşamasına doğru yol alan emperyalist-kapitalist sistemin bir parçası, emperyalist zincirin halkalarından biridir. Diğer halkalarda olduğu gibi Türkiye'de de, sadece proleter sosyalist devrimin değil, yarı yolda takılıp kalmayan gerçek bir halk devriminin -ki sosyalizme kesintisiz geçişi hedeflemesi ve proletarya önderliği böyle bir devrimin zorunlu koşuludur-, proletaryanın ve halkların kurtuluş mücadelesinin zaferi aynı zamanda, emperyalist zincirin halkalarından birinde parçalanması, emperyalizmin yenilgiye uğratılmasıdır. Dünya gericiliğinin başlıca dayanağı olan emperyalizm, devlet iktidarını elinde tutan tekleci burjuvazi ve büyük toprak sahipleri ittifakı ile birlikte ülkemiz devriminin, işçi sınıfının ve diğer ezilen sınıfların kurtuluş mücadelesinin önündeki başlıca engeldir. Bu nedenle, emperyalist-kapitalist sistemin genel bunalımının derinleşmesi, genel bunalımının yeni bir aşamasına doğru yol alması;
- Ülkemiz devriminin, işçi sınıfının ve emekçilerin kurtuluş mücadelesinin ve bunun mevcut koşullarda zorunlu ön aşaması olan anti-emperyalist demokratik devrimin zaferinin önündeki engellerin zayıflaması,
- Ülkemiz proletaryasının ve devriminin uluslararası müttefiklerinin ve dayanaklarının güçlenmesi,
- Uluslararası durumun ve etkenlerin Türkiye üzerinde mevcut toplumsal sistemin ekonomik, politik, ideolojik her alanda güçlenmesi ve istikrarı yönünde değil, zayıflaması ve istikrarsızlığın derinleşmesi yönünde etkide bulunduğu ve bulunacağı anlamına gelmektedir.
Proleter dünya devriminin uluslararası temeli günümüzde daha çok olgunlaşmasına ve gelişmiş olmasına karşın, dünya proleter devriminin yeni bir atılımı, emperyalizmin en zayıf halkasında ya da halkalarında yarılmasıyla başlayacak ve ilerleyecektir. Türkiye, emperyalist-kapitalist sistemin genel bunalımının yeni bir aşamasına doğru ilerlemesine yolaçan etkenlerden ve olgulardan en fazla etkilenen ve gelecekte de etkilenecek olan halkalarından biridir. Konferansımız, ülkemizin jeo-politik konumu nedeniyle özel bir önem kazanan bu gerçeğin altını çizer ve ulusal dar görüşlülüğün yol açacağı tehlikeli sonuçlara dikkat çeker.
Türkiye:
1. Genel Konferansımızdan bu yana uluslararası alanda çok yönlü gelişmelere yol açan değişiklikler, başta ABD olmak üzere emperyalizmin ve ülkemizdeki uzantıları egemen sınıfların sözcülerinin ileri sürdüğü gibi, Adriyatik'ten başlayıp Balkanlar ve Kafkaslar'dan geçerek Orta-Asya'ya kadar uzanan ve Orta-Doğu'ya doğru genişleyen yeni olanakların doğmasına yol açmadı ve Türkiye'nin uluslararası ilişkilerini ve durumunu güçlendiren bir rol de oynamadı. Aksine Türkiye açısından istikrarsızlık unsurlarını geliştiren bir rol oynadı. Aşağıdaki olgular ve gelişmeler bunu açıkça göstermektedir:
- Dünyanın, başında ABD ve SSCB'nin bulunduğu iki emperyalist bloka bölündüğü ve emperyalist devletler ve tekelci birlikler arasındaki ilişkilerin, iki blok arasındaki dünya hakimiyeti mücadelesine göre şekillendiği koşullarda, aralarındaki rekabete karşın, Türkiye batılı emperyalist blokun desteğini alan ileri bir karakoldu. Ancak SSCB'nin ve başında bulunduğu blokun dağılması, emperyalistler arası güçler ilişkisinin alt-üst olması ve dünya hakimiyeti için mücadele eden yeni mihrakların oluşmasıyla birlikte, bu durum değişti. Ekonomik, mali, askeri ve politik her bakımdan dünya hakimiyeti için mücadele eden emperyalist mihraklardan birinin kesin bir üstünlük sağlamadığı Türkiye, emperyalist devletler ve uluslararası tekelci birlikler arasında egemenlik mücadelesinin şiddetlendiği ülkelerden biri haline geldi. Askeri ve mali bakımdan ABD'ye ve onun denetimindeki uluslararası kuruluşlara, dış ticaret ve dolaysız sermaye yatırımları bakımından Batı Avrupa'ya bağımlı olma, öte yandan da Rusya'nın toparlanması, egemen sınıfların hangi emperyalist mihraka ne ölçüde uşaklık edeceklerine ilişkin açmazlarını artırmaktadır.
- Dünya hakimiyeti için mücadele eden emperyalist devletler ve uluslararası tekelci birlikler açısından Türkiye, sadece yeraltı ve yerüstü zenginlikleri, pazarı ve ekonomik potansiyeli açısından önem taşımamaktadır. Türkiye, Balkanlar, Kafkaslar ve Orta-Doğu'nun kesiştiği ve bu bölgelere hakim olmak, etki ve nüfuz alanlarını genişletmek açısından önem taşıyan bir jeo-politik konumda bulunmaktadır. Balkanlar, Kafkaslar ve Orta-Doğu ise, taşıdığı büyük ekonomik potansiyel, pazar vb. özelliklerinin yanısıra, başta zengin petrol yatakları olmak üzere, yeraltı ve yerüstü kaynakları açısından emperyalist devletler ve uluslararası tekelci birlikler için dün olduğu gibi bugün de büyük önem taşımaktadır. Bu bölgeler dünyanın, emperyalistler arası güçler ilişkisindeki değişimden en çok etkilenen, paylaşım mücadelesinin şiddetlendiği, yeni bir paylaşımın konusu bölgeler haline geldiler ve bugün de bu özelliği taşımaktadırlar.
- Türkiye jeo-politik konumunun yanısıra, ekonomik ve askeri potansiyeli ve gücü bakımından da, yeni bir paylaşımın konusu olan bu bölgelerin en büyük ve güçlü ülkeleri arasında yer almaktadır.
- Türkiye'nin de içinde yeraldığı bu bölgelerin bir özelliği de; birarada ve iç-içe bulunan farklı ulusal ve dinsel topluluklar arasındaki sorunların çözülmemiş olması, yerel burjuva - feodal gruplar arasındaki çıkar çatışmaları ve egemenlik mücadeleleriyle daha da karmaşık bir özellik kazanmasıdır. Başta Kürt ulusal sorunu olmak üzere, ulusal ve dinsel sorunların çözülmediği ülkelerden biri de Türkiye'dir. Dün olduğu gibi bugün de, emperyalist devletler ve uluslararası tekelci birlikler, etki ve nüfuz alanlarını genişletmek ve güçlendirmek, rakiplerini zayıflatmak için bu çelişmeleri ve çatışmaları kullanmaktadırlar.
1990'lı yıllar Türkiye'yi çevreleyen ülkeler ve bölgeler açısından, istikrar değil istikrarsızlık unsurlarının geliştiği yıllar oldu. Orta-Doğu, Balkanlar ve Kafkaslar; emperyalist devletler ve tekeller arası yeniden paylaşım mücadelesinin şiddetlendiği, yerel burjuva gruplar arası çelişmelerinin emperyalist devletler ve tekeller tarafından kullanıldığı ve kışkırtıldığı, gerici ulusal savaşların, burjuva gruplar arasındaki egemenlik savaşlarının birbirini izlediği, dünyanın en istikrarsız bölgeleri haline geldi. Bütün veriler ve olgular, bu bölgelerdeki paylaşım mücadelesinin devam ettiğini ve edeceğini, Rusya'nın toparlanmasıyla birlikte bu mücadelenin yeni özellikler kazanarak daha da karmaşıklaşacağını, istikrarsızlığın süreceğini göstermektedir. Türkiye, süren ve sürecek olan bu kaosun ve çatışmaların girdabına sürüklenen ve merkezinde olan ülkelerden biridir.
Egemen sınıfların tarihsel-kültürel bağlara dayanarak belli başlı emperyalist devletlerin, uluslararası mali sermaye gruplarının ve tekellerinin taşeronluğunu, aracılığını yaparak yeni olanaklara kavuşma üzerine inşa ettikleri sözde emperyalist planlarının ve girişimlerinin sonucu tam bir iflas ve hüsran oldu. Bu girişim ve planlar, yeni olanaklar sağlamak bir yana, Körfez Savaşı, Yugoslavya ve Kafkaslar örneğinde de açıkça görüldüğü gibi kayıplara (Körfez Savaşı sonrası Arap ülkeleriyle ticaretin düşmesi gibi), yeni yüklere (askeri harcamaların artması) ve egemen sınıfların karşı karşıya oldukları açmazların ve sorunların ağırlaşmasına yol açtı.
Ekonomik, askeri, politik vb. her bakımdan emperyalizme bağımlı ve giderek daha bağımlı hale gelen Türkiye, bazı 'sol' çevrelerin özellikle diktatörlüğün akıl hocalığına soyunan strateji uzmanlarının da ileri sürdüğü gibi; SSCB'nin ve blokunun dağılmasıyla birlikte oluşan yeni uluslararası koşullarda, bölgesinde bağımsız bir rol oynayamazdı. Sadece ve sadece dünya hakimiyeti için mücadele eden şu ya da bu emperyalist mihrakın maşası olarak belli bir rol oynayabilirdi ve bugüne kadar da bu rolü oynadı. Başta ABD olmak üzere emperyalistler; Balkanlar, Kafkaslar ve Orta-Doğu'da etki ve nüfuz alanlarını genişletmek için mücadele eden büyük devletler, bir yandan Türkiye'deki etkilerini artırmak için mücadele ederlerken diğer yandan da, bölgedeki çıkarlarına ve bu çıkarların belirlediği politikalarına uygun bir rol oynaması için Türkiye üzerindeki baskılarını yoğunlaştırıp, teşvik ettiler. Türkiye'nin bu rolü oynamasının, özellikle ABD emperyalizminin tercihlerine ve saldırgan politikasına uygun bir dış politika izlemesinin belli başlı sonuçları şunlar oldu:
- Politik ve askeri bakımdan bağımlı olduğu ve uşaklığını yaptığı ABD ile ilişkilerinde ambargoya varan sorunlar yaşamasının yanısıra, diğer emperyalist mihraklarla ilişkilerinde sorunlar çıkmasından ve onların yeni tehditlerinden de kurtulamadı.
- Belli başlı emperyalist devletler ve tekelci birlikler arasında keskinleşen paylaşım mücadelesinin girdabına daha çok girmek zorunda kaldı.
- Bölge ülkeleriyle ilişkilerinin daha da istikrarsızlaşmasından, komşularıyla ilişkilerinin kötüleşmesinden ve tecrit olmaktan kaçınamadı.
- Dış politikanın anti-ulusal , emperyalizm yanlısı niteliği yoğunlaştı ve çıplak gözle görülür hale geldi.
Konferansımız, egemen sınıfların ve onların faşist diktatörlüğünün, ülkemizi bölgedeki emperyalistler arası dalaşmaların girdabına çeken, ABD emperyalizminin bölgedeki çıkarlarına ve tercihlerine uygun olarak şekillenen dış politikasına ve bu politikaya karşı mücadelenin önemine dikkat çeker.
Ekonomik durum:
Bölgesinde başta ABD olmak üzere emperyalizmin en sadık dayanağı olma rolünü oynayan ve buna uygun bir dış politika izleyen egemen sınıflar, içte de, cılız bir anti-emperyalist devrim olan Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın sağladığı kazanımların son kalıntılarının tasfiyesine, ülkenin her alanda emperyalist devletlerin ve tekellerin sınırsız egemenlik ve sömürü alanı olmasına yönelik bir politika izlediler.
Gümrük duvarları ve diğer koruyucu önlemler kaldırılırken, devlet işletmelerine, tarıma sağlanan sübvansiyonlar aşağı çekildi. Emperyalist tekellerin kar transferlerinin ve dolaylı / dolaysız yatırımlarının önündeki son engeller de tasfiye edildi. Ülke ekonomisinin, IMF ve Dünya Bankası'nın yönetiminde, tipik sömürge ekonomisi doğrultusunda gelişmesi 1990'lı yıllarda da devam etti. Tarımdaki yıkım derinleşir, bağımsız bir ekonominin temeli olan sınırlı sayıdaki sanayi işletmesi, emperyalist tekellere devredilir, devredilmeyenler de teknolojinin yenilenmemesi, yeni yatırımların yapılmaması sonucu sönmeye terkedilirken, ticari sektörde de emperyalist tekellerin denetimi ve egemenliği güçlendi.
1990'lı yıllar, istikrarlı bir büyüme, en ileri ülkelere yetişme ve geri kalmışlık zincirini kırma yılları olarak ilan edilmesine karşın ekonomi, 1. Genel Konferansımızdan bu yana geçen 5 yıl içinde de, kısa süreli canlanma ve büyümeyi izleyen küçülme ve durgunluk sürecinden çıkamadı. Bu süreçten çıkmak bir yana, son 5 yılda ortalama büyüme hızı 1980'li yılların birinci ve ikinci beşer yıllık ortalamalarına göre düşerken, istikrarsız ve dengesiz gelişme daha da derinleşti. Ekonomisi 1994 yılı başlarında mali sektörde ve birkaç ay gibi kısa sürede başta ticaret ve sanayi olmak üzere tüm sektöre hızla yayılan ve 1980'li yıllar bir yana son yarım yüzyılın, sonuçları itibariyle de en ağır ekonomik krizi sürecine girdi. Ekonomi, krizin tüm yüklerinin işçi sınıfının ve tüm ezilen ve sömürülen yığınların sırtına yıkmasına da bağlı olarak 1995 yılında tekrar canlanma ve büyüme sürecine girmekle birlikte, bütün veriler, ekonominin yeni bir krize doğru ilerlediğini göstermektedir.
Enflasyon oranı, dış ve iç borçlar, toplam yatırımların artış oranı, dış ticaret ve ödeme dengeleri gibi temel ekonomik göstergeler 1980'li yıllarla karşılaştırıldığında, olumlu değil, olumsuz yönde gelişti. Ekonomi, iç ve dış borçların faiz ve ana taksitlerinin, ancak yeni borçlanmayla ve devlet işletmelerinin emperyalist tekellere ve yerli işbirlikçilerine yok pahasına peşkeş çekilmesiyle sağlanan gelirlerle ödenebildiği bir mali iflasın eşiğinde bulunuyor. Toplam yatırımlar içinde de üretken yatırımların payı hızla düşerken, rantiye gelirler hızla büyümeye devam ediyor.
Şehir ve kır yoksullarının yanısıra, ekonominin tüm sektörlerinde orta ve küçük işletmelerin de durumu hızla kötüleşti ve bu süreç devam ediyor. Başta sanayi ve tarım olmak üzere, ekonominin tüm sektörlerinde küçük ve orta işletmelerin bir bölümü iflasa sürüklenirken, ayakta kalabilenler üzerinde de tekellerin, mali sermayenin boğucu boyunduruğu daha da yoğunlaştı. Büyük toprak sahiplerinin ve tarım burjuvazisinin etkisinde gelişiyor olsalar da, Adıyaman, Bursa, Malatya ve Muğla'daki köylü hareketleri, küçük ve orta mülk sahipleri arasında da hoşnutsuzluk ve öfkenin kabardığını, henüz yaygınlaşmamış ve süreklilik kazanmamış olmakla birlikte, mücadele eğilimlerinin geliştiğini ve diktatörlüğün, emperyalizm ve egemen sınıflarının bu tabakalar arasındaki toplumsal temellerin sarsıldığını göstermektedir. Bu, içinden geçmekte olduğumuz sürecin (önümüzdeki dönemde daha da gelişecek olan) özelliklerinden biridir. Henüz bütün sonuçları ortaya çıkmamış olan AB ile gümrük birliğine girilmesi, IMF ve Dünya Bankası programlarının uygulanması, küçük ve orta mülk sahibi tabakalar arasındaki yıkımı ve emperyalizmin, tekellerin boğucu baskısını daha da artıracaktır.
Kürdistan'da başta köyler olmak üzere yerleşim merkezlerinin yakılması ve boşaltılması bir yandan tarım ve hayvancılıktaki yıkımı derinleştirir, köylülüğün durumunu daha da kötüleştirirken, diğer yandan da köyden şehre göçe yeni bir ivme kazandırdı. Başta Kürt köylüleri olmak üzere milyonlarca emekçi, işsizliğin, yoksulluğun kol gezdiği ve geleceğe ilişkin hiçbir güvencenin bulunmadığı büyük şehirlere göç etmek zorunda kaldı. İşsizler ordusu ve yarı-proleter kitleler, Türkiye tarihinde görülmemiş bir hızla büyüdü ve bu süreç devam ediyor.
1989 grev ve gösterileriyle yeni bir ivme kazanan işçi hareketindeki yükselişle birlikte gerçek ücretlerde sağlanan artış, yüksek enflasyon karşısında hızla aşınarak gerçek ücretlerin ve gelirlerin sonraki süreçte düşmesine yol açtı. Geçici ve kısa süreli dalgalanmalar olmakla birlikte; işçilerin, tüm emekçilerin gerçek ücretleri ve gelirleri, 1990'lı yıllarda düştü. 1994 yılı bu bakımdan da bir dönemeç oldu. 1994 krizinden bu yana geçen iki yıl, son yarım yüzyılda gerçek ücretlerde en hızlı düşüşün yaşandığı, ezilen ve sömürülen sınıfların yaşam ve çalışma koşullarının en hızlı kötüleştiği yıllar olma özelliği taşımaktadır.
Türkiye kaçınılmaz hale gelen yeni bir ekonomik kriz ve yeni saldırılar sürecine, emekçilerin, tüm ezilen ve sömürülen sınıfların yaşam ve çalışma koşullarında nispi de olsa bir iyileşmenin sağlandığı bir dönemin ardından değil, son yarım yüzyılın en hızlı mutlak yoksullaşma sürecinin yaşandığı bir dönemin ardından girmektedir. Bu, içinden geçmekte olduğumuz sürecin ve önümüzdeki dönemin en önemli ayırdedici özelliklerinden biridir.
Politik durum:
1990'lı yıllar, egemen sınıfların ve faşist diktatörlüğün kitle temelinin, sosyal temelinin zayıfladığı, uluslararası ilişkiler ve durumunun yanısıra ülke içinde de karşı karşıya olduğu açmazlarının derinleştiği ve sorunların arttığı yıllar oldu. Aşağıdaki olgular ve gelişmeler bunu açıkça göstermektedir:
1990'lı yıllarda da, demokratikleşme ve liberalleşme demogojilerine karşın, demokratik hak ve özgürlüklerin tanınması (ve bunun bir unsuru olan Kürt ulusal sorununun çözülmesi) ve yasal, anayasal güvence altına alınması doğrultusunda bir adım atılmadığı gibi, baskı ve terör daha da yoğunlaştırılıp yaygınlaştırıldı. Diktatörlüğün saldırı ve baskı aygıtları sürekli güçlendirildi ve yetkileri artırıldı. Tüm kurum ve kuruluşlarıyla parlamentonun, burjuva demokrasisinin gerçekleşmesinin bir aracı olmadığı, aksine, halkları aldatma, faşist diktatörlüğe demokratik bir görünüm verme ve perdeleme işlevine sahip, kukla bir kurum olduğu daha da açığa çıktı. Burjuva-düzen partileri arasındaki dalaşmalar da giderek şiddetlenirken, siyasal partileri, hükümeti ve parlamentosuyla 'temsili' kurumlar, tarihinin en itibarsız döneminden geçiyor.
Burjuva düzen partileri arasındaki dalaşmaların şiddetlenmesi, kitlelerin dikkatini gerçek sorunlardan uzaklaştırmak için kullanılmasına karşın, kirli çamaşırların, yolsuzlukların, çok yönlü yozlaşma ve çürümenin kısmen de olsa açığa çıkmasına yol açan bir gelişmedir.
1990'lı yıllarda, burjuva-düzen partileri arasındaki güçler ilişkisi değişti ve TBMM'nin işlemez hale gelmesine kadar ilerleyebilecek, hükümet krizlerini ve yeni erken seçimleri sürekli gündemde tutacak bir özellik kazandı. Tüm kısıtlamalara ve anti-demokratik seçim yasasına karşın, son seçimden de, burjuva-düzen partilerinden hiç biri emperyalizmin ve egemen sınıfların özlemini duydukları güçlü ve istikrarlı bir hükümetin kurulmasını sağlayacak bir güç ve kitle desteğiyle çıkamadı. Düzen karşıtı bir söylem ve dinsel motifler kullanarak oy oranını artıran RP de dahil, burjuva-düzen partilerinden hiç biri, kitleler arasında kabaran hoşnutsuzluk ve öfkeyi yatıştıracak ve gericiliğin tüm güçlerini emperyalizmin ve egemen sınıfların halka saldırı politikası etrafında birleştirebilecek bir kitle desteğine ve gücüne sahip olma özelliği taşımamaktadır.
Tüm kurum ve kuruluşlarıyla parlamentonun yetkileri ve ülke politik yaşamındaki rolü ne kadar sınırlanmış olursa olsun, yukarıdaki gelişmeler egemen sınıfları ve diktatörlüğü zayıflatan, açmazlarını artıran bir rol oynamaktadır. Ancak bu olgular, kendi başına, emperyalizmin ve tekelci burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin egemenlik araçlarını, politik hakimiyetini felce uğratan, sarsan bir gelişme olma özelliği de taşımamaktadır. Çünkü gerçek ya da fiili yönetim bir yana, Türkiye'de siyasal partileri, hükümetleri ve diğer kurum ve kuruluşlarıyla mevcut parlamento, görünürde bile ülkeyi yöneten bir güç değildir. Emperyalizm, tekelci büyük burjuvazi ve büyük toprak sahipleri ve onlarla birleşmiş, kaynaşmış ve içiçe geçmiş olan generaller, polis şefleri ve militarist-bürokratik cihazın diğer yönetici kurumlarının oluşturduğu oligarşi ülkeyi sadece pratikte, fiilen değil görünürde de yöneten gerçek güçtür. Konferansımız bu gerçeğin altını çizerken, parlamentodaki ya da burjuva-düzen partileri arasındaki dalaşmaları ve güçler ilişkisindeki değişimi, politik krizin, devrimci bir durumun göstergesi ya da temel unsurlarından biri olarak ele almanın tam bir parlamenter ahmaklık olduğuna dikkat çeker.
Emperyalizmin ve egemen sınıfların temel egemenlik aracı olan devletin, ordu ve polis gibi temel aygıtlarının işlemez hale gelmesine yol açacak bir gelişme ve parçalanma olmamasına karşın, çok yönlü bir çürüme ve klikler dalaşması gelişmektedir. Patlayan skandalların, yolsuzlukların, rüşvetin, ortaya çıkan çetelerin ve mafya gruplarının bir ucu muhakkak polis ve orduya dayanmakta ve bu artık saklanamamaktadır. Başta polis olmak üzere, sürekli yeni birlikler ve düzenlemelerle güçlendirilen, sınırsız yetkilerle donatılan diktatörlüğün saldırı aygıtlarının dizginsiz terörü ve ardarda patlayan skandallar, kitlelerin kendi öz tecrübeleriyle bu kurumların ve devletin gerçek işlevini görme sürecini hızlandırmakta, kitlelerin uyanış içindeki kesimleri arasında, bu kurumlara ilişkin gerici ön yargıların yıkılmasına yol açmaktadır. Yaşam koşulları hızla kötüleşen memurların alt kesimleri arasında hoşnutsuzluk ve öfkenin kabarması, bürokrasinin üst tabakalarından ayrı bir güç olarak örgütlenmelerinin ilerlemesi, memur hareketinin gelişmesi ve işçi hareketiyle birleşmeye doğru eğilim göstermesi; polis ve orduyu kapsamamakla birlikte devlet aygıtındaki çözülmenin bir belirtisi ve diktatörlüğü zayıflatan bir etken olması bakımından da önem taşımaktadır.
1990'lı yılların en önemli gelişmelerinden biri de; kitleler arasında mevcut rejim çerçevesinde, kendiliğinden ve tedricen de olsa, yaşam ve çalışma koşullarının iyileşebileceğine, demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılabileceğine ilişkin beklentilerin zayıflaması, geleneksel burjuva-düzen partilerinden kopuş ve yeni arayışlara yönelme sürecinin ilerlemesi, özellikle ileri işçiler arasında ayrı bir parti olarak örgütlenme eğiliminin gelişmesi ve güçlenmesi olmuştur. Bu gelişmeye karşın, ileri işçilerin ezici çoğunluğu arasında dağınıklık ve örgütsüzlük aşılamadı ve devrimci bir işçi partisinde örgütlenmesi gerçekleşmedi. Bu, hareketin istikrarlı bir gelişme ve ilerleme sürecine girememesinin ve 1992-93 yıllarındaki durgunluğun, 1994-95 yıllarındaki canlanmaya karşın aşılamamasının ve açık işçi kitle hareketinin son 10 yılın en zayıf dönemini yaşamasının temel nedenlerinden biridir.
Öte yandan, açık işçi ve emekçi kitle hareketinin yanı sıra Kürt halk hareketinin, 1995 ortalarından bu yana yeni bir durgunluk ve dağınıklık sürecine girmesinin nedenleri, 1991-94 yılları arasındaki durgunluğun nedenlerinden bir yönüyle ayrılmaktadır. Zira sözkonusu dönemde, işçi ve emekçi sınıflar ve Kürt emekçi kitleleri açısından, yaşam koşulları 1990-91 yıllarında olduğu gibi nispi bir iyileşme göstermedi; aksine daha da kötüleşti. Yanı sıra, 'demokrasi' kampanyaları, beklenti yaratacak ve kitle hareketini baltalayacak bir etken olamadı. Açık kitle hareketi, esas olarak kendi içinden baltalandı:
Geleneksel liberal 'sol' grupların ve sendika bürokrasisinin işçi ve emekçi kitleleri umutsuzluğa sürükleyen eylem çizgisi ve anarşizan 'sosyalist' akımların büsbütün çürüme sonucunda vardıkları terörizm, kitle hareketini dağıtan, ileri kesimlerle geriden gelen yığınlar arasındaki ilişkiyi tahrip ve politik ortamı ve kitleleri provoke eden tasfiyeci bir rol oynadı. Kürt miliyetçi akımının Türk-Kürt düşmanlığı eksenine oturan ve 1991'lerden itibaren emperyalist güçler arasındaki çıkar mücadelesinin yörüngesinde yeniden şekillenen 'çalışması', Türk emekçilerini sermayenin provokatif faaliyetine açık bir pozisyona iterken, Kürt nüfus arasında da, artan hoşnutsuzluk ve bıkkınlığı umutsuzluğa dönüştüren bir etken oldu. Bu koşullar altında mücadele eden ileri işçi örgütleri, tüm bu olumsuz faktörleri etkisiz hale getirme ya da tahrip edici sonuçlarını en asgariye indirme yeteneğini gösteremedi. Birbirini karşılıklı besleyen ve güçlendiren bu faktörler, emekçi kitlelerin düzenden kopuşları, 1995-96 yıllarında daha da derinleşmesine karşın açık kitle mücadelesinin durgunluk göstermesine ve nüfusun alt tabakaları arasında dağıtıcı bir umutsuzluk yaşanmasına yol açtı.
Olgular ortadadır: Terörcü saldırılar, gençlik adına yapılan eylemler, 1 Mayıs'ta örnekleri ve sonuçları açıkça görülen sorumsuz yağma ve saldırı eylemleri, sendikal platformlara yönelik provokatif girişimler, emekçi sendikalarındaki yeni bürokratik çöreklenme vb. olgular ve bunların kitleler arasında yarattığı duygular bilinmektedir. Diktatörlük, bu türden girişim ve eylemleri ve bunların emekçi sınıflar arasındaki geriletici ve moral bozucu etkilerini, kitle mücadelesi sonucu fiilen kazanılan mevzileri (örneğin kitlesel yasadışı gösteriler) gaspetmek, saldırıların yoğunlaştırılması ve yasaların daha da faşistleştirilmesi için kullandı.
Kitle hareketindeki durgunluk mutlak bir olgu değildir. Kitle hareketinin, patlamaları da içerebilecek yeni bir yükseliş sürecine girmesinin, tüm ezilen ve sömürülen sınıfların birleşik mücadelesi olarak gelişmesinin koşulları ve işçi ve emekçi hareketini tahrip eden, geriye iten etkenlerin üstesinden gelmenin olanakları gelişmeye ve olgunlaşmaya devam ediyor.
Diktatörlüğün saldırı ve baskı aygıtları sürekli güçlendirilmesine ve baskı ve terör yoğunlaştırılmasına karşın, kitle mücadelesindeki düşüş ve yükselişe bağlı olarak fiilen kullanılan demokratik hakların alanı genişlemeye devam etti. Türkiye, ezilen ve sömürülen sınıfların yaşam ve çalışma koşullarının hızla kötüleştiği, acil ekonomik ve politik taleplerinden hiçbirinin gerçekleşmediği, kitleler arasında hoşnutsuzluk, öfke ve mücadele eğilimlerinin geliştiği, buna karşılık egemen sınıfların ve hükümetin ekonomik ve politik saldırılarını yoğunlaştırdıkları, yeni saldırı paketlerini gündeme getirmek ve uygulamak için en uygun anı kolladıkları bir süreçten geçiyor. Koşullar, tekelci büyük burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin, başta IMF ve Dünya Bankası olmak üzere, emperyalizm destekli ekonomik ve politik saldırılarının yoğunlaşacağı, tüm ezilen ve sömürülen sınıfların yaşam ve çalışma koşullarının daha da kötüleşeceği bir doğrultuda gelişmektedir. Bunun kaçınılmaz sonucu ise ezilen ve sömürülen kitleler arasında hoşnutsuzluk, öfke ve mücadele eğilimlerinin gelişmesi, ezenle ezilen, sömürenle sömürülen, yönetenle yönetilen sınıflar, emekle sermaye arasındaki çelişmelerin daha da keskinleşmesidir.
Türkiye'de devrimle karşı-devrim, emekle sermaye, ezilen ve sömürülen sınıflarla emperyalizm ve egemen sınıflar ittifakı arasındaki mücadele henüz kesin bir hesaplaşma özelliği kazanmamış olmakla birlikte, süreç buraya doğru ilerlemektedir. Bu düz bir çizgi olarak gelişmemekte, iniş ve çıkışları içeren bir özellik taşımaktadır.
Bütün bunlar, yığınların birleşik mücadele ve direniş cephesinin örülmesinin önem ve aciliyetini artırmaktadır. Partimiz, sağ ve 'sol' oportunist gruplardan farklı olarak, birlik sorununu, 'solun birliği' ya da 'sol gruplar arasındaki bir ittifak' sorunu olarak görmemektedir. İşçi sınıfı ve hareketiyle bir bağı olmayan bu türden gruplar ve aralarındaki 'birlik' ya da 'ittifaklar', gerek üzerinde bulundukları platform ve gerekse de eylem çizgileriyle, hareketi birleştiren ve ilerleten değil, tam tersine onu zayıflatan ve baltalayan tasfiyeci bir rol oynamaktadırlar. Partimizin birlik konusundaki temel politikası, işçi sınıfının parti birliğinin yanı sıra, geniş işçi yığınlarının mücadele birliğinin ve işçi merkezli bir Emek (ve Halk) Cephesi'nin yaratılmasıdır. Bunun bugünkü araçları ise, oluşmuş işçi platformları, sendikalar ve diğer toplumsal örgütlerdir.
İşçi sınıfının, sermayenin ve diktatörlüğün ardı arkası gelmeyen saldırılarına karşı güçlü bir mücadele cephesi yaratmada, saldırıları püskürtme ve kurtuluş yolunda ilerlemede en temel silahı partidir. Konferansımız, işçi sınıfının günlük hareketine, başta işçi sınıfı olmak üzere yığınların devrim için hazırlanması ve örgütlenmesine azami yardımı yapma, bunun için gerekli bütün araç ve olanaklardan sonuna kadar yararlanma yeteneğini gösterecek, işçi sınıfının uyanış içindeki ana kitlesini kucaklayan kitlesel partisinin ve komünist işçilerin çelikten disipline sahip örgütünün yeniden inşası görevlerine dikkat çeker.
1. Genel Konferansından bu yana partimizin bütün alanlarda yürüttüğü faaliyeti değerlendiren Konferansımızın vardığı başlıca sonuçlar şunlardır:
TDKP, dünya proletaryasının ve ezilen halkların devrimci hareketinin 1950'li yılların ikinci yarısında aldığı yenilginin tahrip edici sonuçlarının bütün yalınlığıyla ortaya çıktığı, yenilgi ve gerileme sürecinin devam ettiği, emperyalizmin ve dünya gericiliğinin saldırılarını yoğunlaştırdığı ve proletaryanın ve halkların devrimci hareketinin dibe vurduğu 1980'li yılların sonları ve 1990'lı yılların başlarında da, proletaryanın kurtuluşu davasına sadık kaldı ve bu davadan sapmadı. Partimiz, emperyalizmin ve burjuvazinin ve bütün ülkelerdeki dayanaklarının kazandığı zaferin ve proletaryanın ve halkların, devrim ve sosyalizm mücadelesinin uğradığı yenilginin geçici niteliğine ve emperyalist kapitalist sistemin tam da kesin zaferini ilan ettiği dönemde genel bunalımının derinleştiğine ve bunun da ötesinde yeni bir aşamasına doğru ilerleme sürecine girdiğine dikkat çekti. Ülkemizde ve dünyada emperyalizmin ve burjuvazinin her türden revizyonizmin yoğunlaşan saldırıları ve baskıları altında, sahtesi ve gerçeğiyle devrim ve sosyalizm adına ortaya çıkan tüm akımların, örgütlerin ve partilerin sarsıntı geçirdiği, dağıldığı ya da parçalandığı bir dönemde TDKP, saflarında sarsıntıya, emperyalizmin ve sermayenin sosyalizm maskeli uzantısı akımların ortaya çıkmasına olanak tanımadı. Tam da çok yönlü saldırıların ve baskıların yoğunlaştığı bir süreçte, Şubat 1990'da toplanan 1. Genel Konferansı'nda tam bir irade birliğiyle, emperyalizmin ve her türden revizyonizmin çok yönlü saldırısına karşı mücadele etme, dünya proletaryasının tüm tarihsel kazanımlarını savunma, işçi sınıfının tam ve kesin kurtuluşu gerçekleşene kadar mücadele etme kararı aldı ve bunu uyguladı. Parti saflarında ve çevresinde ortaya çıkan burjuva, küçük burjuva sınıf dışı eğilimlere karşı mücadele etti ve onların partiyi yolundan saptırma girişimlerinin gelişmesine olanak tanımadı. Hatalarından ve pratiğinden dersler çıkararak, sadece ülkemiz işçi sınıfına karşı değil dünya işçi sınıfına karşı yükümlülüklerini yerine getirmek için de içtenlikle mücadele etti.
Tüm zayıflıklarına ve eksikliklerine karşın, gençliğe özel bir önem veren ve işçi hareketinin yönetim, bilinç, örgütlenme ve mücadele düzeyinin ilerletilmesine en azami yardımı faaliyetinin merkezine alan TDKP, başta işçi hareketi olmak üzere kitle hareketindeki yeri, ilişkileri vb. ile tüm alanlarda diğer akım ve örgütlerden ayrıldı. Devrim ve sosyalizm adına yola çıkan tüm akımlar burjuva liberalizminin ya da bireysel terörizmin yolunda ilerler, işçi hareketi karşısında tasfiyeci bir rol oynarken, partimiz, işçiler arasında faaliyet yürüten, işçi hareketini ilerletme olanağına sahip tek akım durumuna geldi.
Partimiz saflarında ve çevresinde özellikle gizlilik ve güvenlik gerekçesinin ardına sığınan, işçi hareketinin ihtiyaçlarına uygun bir değişimi ve ilerlemeyi düşünce, yaşam ve çalışma tarzında gerçekleştirmeyi göze alamayan, geleneksel solun işçi hareketinden ve ihtiyaçlarından koparılmış sözde yeraltı çalışmasının temsilcisi pratik oportunizm, burjuva liberalizminin başta örgüt disiplini olmak üzere çeşitli alanlardaki yansımaları ve diğer zayıflıklar; partimizin koşullardaki ve işçi hareketindeki gelişmelere bağlı olarak, şiarlar, örgüt ve mücadele biçimleri ve yöntemleri arasındaki ilişkilerde gerekli değişiklikleri ve yenilenmeyi zamanında gerçekleştirmesini engelledi. Partimiz gerek işçi hareketindeki ilerlemenin gerekse partimizin yürüttüğü faaliyetin geliştirdiği tüm olanakları ve araçları en azami düzeyde kullanma yeteneğini gösteremedi. Bunun da ötesinde, bu olanaklar, özellikle diktatörlüğün saldırılarının partimiz üzerinde yoğunlaştığı, bu saldırıların partinin yeniden inşası ve yenilenmesindeki gecikme sonucu etkili olma olanağı bulduğu, bu koşullarda kayıpları en aza indirmek için olağanüstü tedbirlerin alınmak zorunda kalındığı son yıllarda, örgütümüzün bünyesinde taşıdığı bu eğilimlerin ve zayıflıkların gelişme ve serpilme olanağı bulması sonucu baltalandı.
Koşullardaki değişim, başta uyanış içindeki ileri işçiler olmak üzere işçiler arasında gelişen ayrı bir sınıf olarak örgütlenme eğiliminin olgunlaşma düzeyi, partimizin bugüne kadar yürüttüğü faaliyetin birikimi ve işçi hareketindeki yeri ve etki düzeyi, hatalar ve zayıflıklar da taşısa yakın zamana kadar partimizin çalışmasını ilerleten propaganda, teşhir-ajitasyon ve örgütlenme faaliyetinin, bu faaliyeti yürütürken kullandığı biçimler ve araçlar arasında öngördüğü ilişkinin, örgütlerinin ve kadrolarının mevzilenmesinin eskidiğini, bir bütün olarak yenilenmesinin, gündeme gelen yeni biçimler ve araçlarla geliştirilmesinin zorunlu hale geldiğini göstermektedir. Bu değişim eski örgüt ve perspektifin korunması temelinde biçimler ve araçlar arasında yapılacak kısmi değişikliklerle başarılamazdı. Değişim, ancak ve ancak partimizin açık ya da gizli her alanda yeniden inşası, güçlerinin arınması ve yenilenmesi gündeme alınarak gerçekleştirilebilirdi. MK'nin bu perspektifle aldığı tüm kararları ve partimizin attığı pratik adımları onaylayan konferansımız, partimizin yeniden inşası ve her alandaki faaliyetinin koşullardaki değişime uygun olarak yenilenmesi ile tüm parti güçlerinin kendilerini aşmada ve arınmada gösterecekleri yetenek, en önemlisi de işçi sınıfının ve gençliğin taze güçleri ile yenilenmesi ve çelikten bir disiplin ve irade arasındaki tayin edici ilişkiye dikkat çeker.
İşçi sınıfının devrimci partisi, faşist diktatörlüğün hüküm sürdüğü Türkiye gibi ülkeler bir yana, en demokratik ve istikrarlı burjuva cumhuriyetlerinde de faaliyetinin ve işçi hareketinin geleceğini güvence altına almak için sağlam bir yeraltı örgütüne ve temeline sahip olmak zorundadır. Demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılmadığı ve yasal anayasal güvence altına alınamdığı ülkemizde, işçi sınıfının devrimci partisi, sadece hareketin geleceği açısından değil, bugününü ve işçi hareketine en ileri düzeyde yardım etme ve etkide bulunmanın yasalarla kısıtlanmamış ve sınırlanmamış devrimci bir çizgide gelişmesini güvenceye almak açısından da sağlam ve sürekli güçlenen bir yeraltı örgütüne ve temeline sahip olmak zorundadır.
Açık ve yasal olanaklardan sonuna kadar yararlanma ve bu alandaki çalışmayı güçlendirmenin yanı sıra, devrimi hazırlama ve örgütleme faaliyetinin kesintisizliği ve başarısının güvencesi olarak, hareketin ihtiyaçlarına yanıt verecek özelliklere sahip bir illegal örgütlenmenin yeniden inşası ve güçlendirilmesi, bugünün temel öneme sahip bir diğer görevi durumundadır. İhtiyaç olan, işçi hareketinden kopuk, onun ihtiyaçlarına cevap vermekten uzak, kendi kendinin nedeni ya da 'amacı' haline gelmiş, yozlaşmış bir sözde illegal örgüt değil, işçi hareketine ve örgütlerine yüzlerce, binlerce bağla bağlı, dayanıklı, mümkün bütün araç ve olanaklardan yararlanma ve karşı devrimin azgınlaşan saldırıları karşısında da devrim ve sosyalizm mücadelesini örgütleme ve yönlendirme yeteneğine sahip bir illegal örgüt ve illegal çalışmadır. Başta partimizin örgütlü güçleri olmak üzere sınıfın bilinçli kesimlerinin önündeki en önemli görevlerden biri de, yasal olanaklardan en azami ölçüde yararlanırken yasadışı çalışmada yetkinleşmek ve yasadışı örgütü güçlendirmek, sınıfın uyanış içindeki kitlesinin yasadışı örgütte örgütlenmesini teşvik etmek ve örgütlemektir.
Geleneksel 'sol'un bugün tümüyle tasfiyeci bir platformda bulunan sağ ve 'sol' kanatlarının savundukları gibi, yasal ve yasadışı örgütlenme ve çalışma, biri diğerini dıştalayan ya da birbirinin alternatifi olan değil, tam tersine, aynı amaca bağlanmış tek bir çalışmanın birbirini tamamlayan ve güçlendiren farklı yönlerinin bir birliğidir. İşçi hareketinin bilinç, örgütlenme ve mücadele düzeyi bakımından ilerlemesinin bugünkü görevlerine, en etkili araçları ve biçimlerine dolayısıyla da, işçi hareketine sırt çevirerek; işçi hareketinin ilerlemesine yardım edilmeyeceği gibi, sağlam ve sürekli güçlenen bir yeraltı örgütü ve temeli de inşa edilemez.
Konferansımız, fabrika ve işletmeleri temel alan devrimci bir çalışmanın örgütlenmesi ve ilerletilmesi temelinde, işçi sınıfının açık-yasal (ekonomik-siyasal) alandaki örgütlenmesine azami desteği vermenin ve güçlendirmenin, buralarda en enerjik biçimde çalışmanın yanısıra ve bunun bir parçası olarak, işçi sınıfının mücadelesinin ilerletilmesi ve örgütlenmesinin en etkili araçlarından birisi olan açık işçi basınını desteklemenin ve güçlendirmenin, onu günlük çalışmada en etkin bir biçimde kullanmanın önemine dikkat çeker.
Örgüt, Kadın, Kültür, Gençlik, Yurtdışı Örgütleri ve Ulusal soruna ilişkin kararlar alan Konferansımız, tüm parti örgütlerinin ve güçlerinin, ileri işçilerin, geleceğimiz olan gençliğin, TDKP 2. Genel Konferansı'nın kararlarını tam bir içtenlik ve büyük bir özveriyle uygulayacaklarına olan inancını ve güvenini belirtir.

Türkiye Devrimci Komünist Partisi (TDKP)

Benzer Konular

20 Ağustos 2014 / Ziyaretçi Soru-Cevap
24 Ağustos 2009 / asla_asla_deme Sosyoloji
15 Ocak 2013 / _Yağmur_ Sosyoloji
21 Şubat 2013 / Efulim Sosyoloji
3 Haziran 2011 / ener Sosyoloji