Arama

Türk Mimarisi

Güncelleme: 29 Mayıs 2009 Gösterim: 16.002 Cevap: 1
ThinkerBeLL - avatarı
ThinkerBeLL
VIP VIP Üye
4 Mayıs 2009       Mesaj #1
ThinkerBeLL - avatarı
VIP VIP Üye
Türk Mimarlığı (Türk Mimarisi)
MsXLabs.org & Temel Britannica
Sponsorlu Bağlantılar

Mimarlık Türklerin en eskiçağlardan beri uğraştığı sanatlardan biri­dir. Ortaya konan yapılar çok geniş bir alana yayıldığından çeşitli yerel özellikler gösterir­ler. Bu mimarlık önce Orta Asya döneminin izlerini taşır. Yapılarda göçebe yaşam biçimi­nin, Samanlık, Manicilik gibi inanışların etki­leri görülür. Bunu İslam dininin benimsenme­sinden sonra gelen ve tarımsal yerleşik yaşa­ma biçimlerinin belirlediği dönem izler. Son olarak da batılılaşma ile Sanayi Devrimi'nin etkileri bu mimarlığı yönlendirmiştir. Türk devletleri kalıcı yönetimler kurabildikleri za­man mimarlıkları da gelişmiş, özgün üslup özellikleri taşıyan ileri bir sanat düzeyine çıkmıştır.
Orta ve İç Asya'da uzun süre göçebe ve yerleşik yaşam biçimlerini birlikte sürdüren Türkler'in yerleşim yerleriyle ilgili kalıntılar vardır. Bunlar surlarla çevrili kentlerdir. İçle­rinde Manici, Budacı, bazen de Hıristiyan tapmak kalıntılarına rastlanır. Bu kentlerde yalın planlı, çoğunlukla kerpiçten ve bitişik düzende yapılmış konutlar, saraylar yer alır. Göktürkler zamanında Doğu Türkleri'nin da­ha çok göçebe yaşam biçimini seçtiği anlaşıl­maktadır. Kentler kuran Türk boyları arasın­da Uygurlar vardır. Onlardan kalan yerleşim yerlerinde Budacı tapınaklar, kuleler, kubbe örtülü mezarlar bulunmuştur.
Karluklan'ı izleyen Karahanlılar İslam dinini benimseyen ilk Türk devletini kurmuşlar­dır. Mimarlıkta onların zamanında ortaya konan bazı ilkeler, daha ileride de örnek alındıkları için önem taşır. Karahanlılar cami, medrese gibi yapılar yapmış, Türkler'e özgü bir gelenek olan mezar yapımını yaşatarak bu yapı türünün kümbet ve türbe biçimlerinde sürmesini sağlamışlardır. Bû yapılar o zaman­dan bu yana yeni biçimlerin, yapımların ilk kez uygulanarak denendiği bir alan olmuştur. Asya'ya özgü bir yapı olan kule de onların elinde minareye dönüşmüştür.
Karahanlılar döneminin en önemli mimar­lık ürünleri arasında "ribat" denen yapılar vardır. İslamlık ile birlikte ortaya çıkan ve İslam yurdunu koruma ve savunma amacı taşıyan ribatlar, sınırlarda kurulan küçük kalelerdir. Sınır ilerledikçe bu yapıların sa­vunma ve saldırı amaçlı işlevleri kalmamış, bunun yerine konaklama işlevleri yüklenmiş­lerdir. Daha ileride hankâh, zaviye, kervansa­ray, han gibi adlarla sürecek olan bu yapı türü 9.-11. yüzyıllar arasında Türkler tarafından geliştirilerek kullanılmıştır. Saray, medrese, hastane gibi yapıları da etkilediği bilinen ribatlar birer hayır kurumu niteliği de taşıdık­larından, Türkler'de İslamlıktan önce de var olan toplumsal amaçlı yapılar yapma gelene­ğinin sürmesini sağlamışlardır. Bazı yazarlara göre çok ayaklı Arap camisinden eyvanlı İran camisine geçiş bu yapılar aracılığıyla olmuş­tur. Konaklama işlevli ribatların yapımı Gazneliler ile Selçuklular zamanında da sür­müştür.
Karahanlılar'ın önemli yapılan arasında Merv yakınlarındaki Talhatan Baba (11. yüz­yıl) ile Dehistan Cuma (12. yüzyıl) camileri, Arap Ata (978), Ayşe Bibi türbeleri, Uzkent' te bulunan üç türbe, Ribat-ı Melik, Ribat-ı Şerif (1114-15), Manakeldi (11. yüzyıl) ve Day(a) Hatun kervansarayları vardır.
Türk mimarlığında da konuta özgü biçimler öteki yapı türlerini etkilemiştir. Bazı yorum­lara göre göçebe çadırı olan yurtların kubbe biçimindeki örtüsü daha sonraları taş yapılar­da yinelenmektedir. Bir başka çadır biçimine de kümbetlerin sivri külahında rastlanır. Üstü düz çatı ya da beşik tonoz ile örtülü, bir yüzü açık, dikdörtgen bir niş olan eyvan, konutlar­da kullanılmış yarı kapalı bir mekândır. Ko­nuta özgü yapı öğeleri ile plan özellikleri geliştirilerek öteki yapılarda yinelenmiştir. Bu en açık biçimiyle saraylarda görülür. Gazneliler'in ortaya koyduğu yapılar günü­müze ancak yıkıntı olarak gelebildiği için onlara ilişkin bilgiler sınırlıdır. Buluntular arasında saraylar da vardır. Özelliklerinden, bunların o dönemde önemsenen bir yapı türü olduğu anlaşılmaktadır. Gazneli mimarlığının ilginç yapılarından biri de anıtsal kulelerdir.
Gazneliler'in önemli yapıları arasında Leşger-i Bazar (11. yüzyıl), Gazne'de Sultan III. Mesud (1112) sarayları, Behram Şah ile III. Mesud'un zafer kuleleri, Leşger-i Bazar Ulucamisi, Büst Kalesi, Ribat-ı Mahi (ya da Çahe, 1019) gibi yapılar bulunmaktadır.
Karahanlılar ve Gazneliler tarafından te­meli atılan mimarlık ilkeleri onları izleyen Selçuklular zamanında geliştirilmiştir. Eyvan­lı camiler bu dönemde son biçimini almıştır. Bunlar dikdörtgen planlı bir avluyu çevrele­yen revaklı duvarlardan oluşur. Avlunun dört yanında içe bakan yüksek eyvanlar vardır. Kıble yönündeki daha büyük tutularak ya da kubbe ile örtülerek belirginleştirilir. Caminin girişleri de büyük kapıları anımsatan öteki eyvanların içindedir.
Büyük Selçuklular zamanında da kervansa­rayların yapımı sürmüştür. Yüksek ve koni biçiminde külahlarla örtülmüş kümbetler ya­pılmıştır. Ayrıca kubbe örtülü, daha basıkça türbeler de vardır. Ama bu dönemde Türkler tarafından geliştirilen en önemli yapı medrese olmuştur. Daha önce genel olarak camilerde yapıldığı anlaşılan eğitimin giderek kendine özgü yapılara taşınması Selçuklular zamanın­dadır. Bu yapılarda hem din, hem devlet işlerine ilişkin bilgiler öğretilmiştir. Onlar da dikdörtgen bir avlu çevresine dizilmiş odalar­dan oluşurlar; yüksek eyvanlar bu avluya bakar. Bir ribat gibi kalın dış duvarları vardır. Selçuklular yapılarında benzersiz bir tuğla işçiliğine ulaşmışlar, yapı öğelerini ince süsle­melerle donatmışlardır.
Büyük Selçuklular'dan kalan önemli yapı­lar arasında İsfahan (1121), Zevvare (1135) ve Ardistan (1160) kentlerindeki büyük cami­ler, Sultan Sencer Türbesi (1157), Yusuf bin Kuthayir ile Mümine Hatun kümbetleri, Bağ­dat (1067), İsfahan, Rey, Merv, Belh, Herat, Hargird ve Tus kentlerindeki medreseler sayı­labilir.
Türkler konut, saray, cami, çarşı, medrese, türbe gibi yapıların yanı sıra savunma amaçlı surlar, hisar ve kaleler, köprüler, bentler, su toplamaya yarayan havuz ve sarnıçlar, depo, hamam gibi işlevleri karşılayacak yapılar da yapmışlardır. Nereye giderlerse gitsinler, yapı geleneklerini de birlikte götürmüşler, yerel etkilerle yeni bireşimler yaratmışlardır.
Bunlardan biri Hindistan'dadır. Türkler eskiçağlardan beri bu ülkeye giderek orada devletler kurmuşlardır. Bunların en tanınmışı Hint-Türk İmparatorluğu'dur. Minareleri yiv­li camiler, büyük ve süslü saraylar ortaya koyan bu imparatorluk mimarlığının doruğu bir mezar yapısıdır. Şah Cihan'ın eşi Begüm Mümtaz Mahal için yaptırdığı Tac Mahal (1650) adlı türbe, beyaz mermerin belirlediği dış görünüşü, soğan başı biçimli kubbesi, yerleşim planı, köşelerini vurgulayan minare­leri, havuzlu bahçesi, ince işçiliği ve süslemeleriyle gerçek bir başyapıttır.
İmparatorluğun yarattığı mimarlığın öteki yapıtları arasında Hümayun Türbesi (1356), Agra'da İtimadü'd-Devle Türbesi (1630), Fethpur Sileri Camisi (1574) ve Agra Camisi (1648) bulunmaktadır (bak.Tac Mahal).
Türkler İslam dinini benimsedikten sonra Yakındoğu ülkelerine gelmişler, buralarda da devletler kurmuşlardır. Mısır'da önce Tolunoğulları daha sonra da Memlûklar (Köle­menler) geleneksel yapı işlevlerini anıtsal boyutlara çıkarmalarıyla tanınırlar. Bu yapı­ların örtüsü yüksek kasnaklar üstüne kurulan sivri ya da yumurta biçimli kubbedir. Camiler çok ayaklı Arap camilerinin, medreseler de Selçuklu-İran eyvanlı medreselerinin deva­mıdır.
Bu dönemin önemli yapılan arasında Eski Kahire'de (Fustat'da) Tolunoğlu (876-79) ve Baybars (1266) camileri ile gene Kahire'de Kalavun (1285), Sultan Hasan (1356-62) ve Kayıtbay (1474) medreseleri vardır.
Yakındoğu ülkeleri 13. yüzyılda Moğol saldırılarına uğramış, yerel egemenlikler son bulmuş, kentler yakılıp yıkılmıştır. Bu sarsın­tının geçmesinden sonra kurulan devletlerden biri Timurlular'dır. Timurlular da savaş ama­cıyla gittikleri yerlerde yıkıcılıklarıyla ünlen­melerine karşın, kendi ülkelerinde örnek bayındırlık çalışmaları yapmışlardır. Gerek taşıyıcıları (di­limli, soğan başlı kubbeler), gerekse süsleme­leri (sırlı tuğla kaplama) açısından öne çıkan yapılar arasında camiler, medreseler ve türbe­ler vardır. Genel olarak Selçuklular dönemin­de ortaya konan ilkeler sürdürülmüş, ayrıntı­larda çeşitlemelere gidilmiştir.
Timurlular'ın önemli yapıları arasında Şah Zinde Türbeleri adlı yapılar topluluğu (14.-15. yüzyıl), Timur'un Semerkant'taki, Gûr-i Emir adıyla bilinen türbesi (1405), Uluğ Bey, Tilkari ve Şir-Dar medreseleri ile bir çarşıdan oluşan Semerkant Registanı (1417) adlı yapı­lar topluluğu gösterilebilir.
Batıya doğru yolculuklarını sürdüren Türkler'in son durağı Anadolu olmuştur. Malaz­girt Savaşı'ndan sonra Selçuklu boyları Ana­dolu'ya yerleşmeye başlamıştır. Önce onlar, daha sonra da Osmanlılar Türk mimarlığının en başarılı bireşimini burada gerçekleştirmiş, dünya mimarlığı içinde önemli yeri olan başyapıtlar ortaya koymuşlardır.
Anadolu Selçuklularının mimarlığını yön­lendiren iki etken vardır: İslamlık ilke ve kurumları ile Anadolu'nun Türkleştirilmesi çalışmaları. Bu nedenle dinsel tarikatlara hizmet edenlerle eğitim yapıları önem kazan­mıştır. Türkler'e özgü bir yapı türü olan mezarların yapımı da sürmüştür. Daha sıcak Türkistan-İran iklim koşullarına uygun cami ya da medreseler başta ilk biçimlerine göre yapılırken, açık avlu giderek küçülmüş, so­nunda yerini kapalı biçimlere bırakmıştır. Buna paralel olarak Orta Asya konutlarından türetildiği düşünülen kapalı medreseler, Arap geleneğini sürdüren çok ayaklı camiler de yapılmıştır. Yapıların içinde fenerli bir kub­benin örttüğü şadırvan, eski avluyu anımsatan simgesel bir öğe olmuştur. Onların en çok önemseyerek anıtsal düzeye çıkardıkları yapı türü ise kervansaraydır. Selçuklu sultanları­nın korumacılığı altında yapılan bu konakla­ma yapıları, Anadolu Selçukluları'nın sağladı­ğı güvenlik ortamını simgeleyen anıtsal yapı­lar olarak tasarlanmışlardır.
Anadolu Selçukluları Orta Asya'nın bozkır sanatından, Sasani ve Gazneli sanatlarından aldıkları öğeleri Yakındoğu ile Anadolu'da buldukları yüksek düzeyli işçilikle birleştire­rek benzersiz bir süsleme sanatı yaratmışlar­dır. Anadolu Selçuklu mimarlığında iki yapı öğesi önemsenerek öne çıkarılmıştır: Eyvan ve taç kapı. Eyvan yarı kapalı bir mekân öğesi olarak cami, medrese, zaviye ve konutlarda kullanılmıştır. Büyük bir olasılıkla onun bir türevi olan taç kapı ise bir yapının dış yüzündeki en belirgin öğedir. Zaman zaman yapı yüksekliğini aşan boyutlardaki bu girişler süslemelerle donatılmıştır.
Anadolu Selçukluları'nın önemli yapıları arasında mimarı Ahlatlı Hürrem Şah olan Divriği Ulucamisi ve Darüşşifası (1226-29), Konya (1116-1237) ile Niğde (1123) Alaeddin camileri, Kayseri'de Huand Hatun Camisi ve Külliyesi (1238), Sivas (1193) ve Kayseri (1162) ulucamileri, Ahlat'da Erzen Hatun Kümbeti (1222), Amasya'da Halifet Gazi Türbesi (1232), Kayseri'de Döner Kümbet (1279), Ahlat'ta Ulu Kümbet (1273), Erzu­rum'da Çifte Minareli (1253), Tokat (1265) ve Sivas'ta (1271) Gök Medrese, Konya'da İnce Minareli (1260-65) ve Karatay (1251) medre­seleri, Konya-Aksaray (1229), Kayseri-Sivas (1231-36) yolları üstündeki Sultan hanları, Antalya'da Alara Han (1231), Evdir Han (1215), Şarapsa Han (1236-46), Karatay Hanı (1240), Çayhan (1278), Kayseri'deki Gevher Nesibe Hatun ve Sivas'taki 1. Keykâvus (1217) darüşşifaları sayılabilir.
Anadolu Selçukluları'nı Beylikler dönemi izler. Bu dönemde tek kubbeli cami gibi bazı gelişmeler görülürse de mimarlığa yerel etki­lerin ağır bastığı bir çoğulculuk egemendir. Bu durum Osmanlı Devleti'nin ilk yıllarında da sürmüştür. Ancak Anadolu birliği sağlan­dıktan sonra bütünlük gösteren bir mimarlık­tan söz edilebilir.
Beylikler döneminin önemli yapıları arasın­da Kastamonu'da İbn Neccar Camisi (1353), Manisa Ulucamisi (1366), Selçuk'ta İsa Bey Camisi (1375) vardır.
Osmanlı mimarlığındaki en önemli gelişme camilerin tek kubbeyle örtülmesidir. Bir süre, camiler yüklendikleri başka işlevler gereği, zaviyeli cami adı verilen ters-T planlı bir düzenlemeyle yapılmış, daha sonra tüm iç mekânı tek bir örtü altına almayı amaçlayan tek kubbeli camilere yönelinmiştir. Bu yapı değişikliğine yol açan çeşitli etkenler vardır. Bunlardan biri daha eskiden de küçük cami­lerde tek kubbenin kullanılmasıdır. Bir baş­kası Osmanlı mimarlarının Bizans yapıların­dan, özellikle de Ayasofya'dan etkilenmeleri­dir. Büyük yapı işlerine girişebilecek düzeye ulaşmaları da onların bu sorunu ele almalarını sağlamış olabilir. Osmanlı-Türk mimarlığı bu yaklaşımıyla bütün öteki Türk ve İslam mi­marlıklarından farklı bir bireşim yaratmış, onu da bütün çeşitlemeleriyle yetkin bir biçimde kullanmıştır.
Klasik Osmanlı üslubu merkezdeki kubbe­nin önce mihrap yönünde, sonra da hem giriş, hem mihrap yönünde yarım kubbelerle des­teklenmesiyle başlar. Bunu dört yana da yarım kubbeler ekleme izler. Kubbe dört, altı ya da sekiz ayak üstüne oturur. Klasik döne­min en büyük adı Mimar Sinan'ın bile zaman zaman bunların birinden birini denediği, en iyi çözümü araştırdığı gözlenmektedir. Başya­pıtı Selimiye'de (1575) ise çapı 31 metreyi geçen kubbe sekiz ayak üstüne oturtulmuştur. Selimiye, kubbenin hem iç, hem dış mimarlı­ğa egemen kılındığı az sayıdaki anıtsal yapı örneklerinden biri olması nedeniyle ilginç bir yapıttır.
Osmanlılar da medrese, sıbyan okulu, kü­tüphane, kervansaray, han, özellikle kent içi hanı, hamam, çarşı ve bedesten, bimarhane, darüşşifa, tabhane, imaret (ya da aşevi) gibi öteki yapı türlerini de uygulamışlardır. Su ile ilgili yapılara da önem verilmiştir. Köprü, bent, suyolu gibi mühendislik yapıları yanın­da çeşme, sebil, şadırvan gibi yapılar ortaya konmuştur. Bu sonuncular Osmanlı-Türk ba­rok ve rokokosu adı verilen ve batı mimarlı­ğından etkiler taşıyan süsleme ağırlıklı üslu­bun benimsenip yaygınlaşmasına yardımcı ol­muşlardır. Mezar yapısı yapma geleneği tür­belerle sürdürülmüştür. Külliyeler hayır amaçlı toplumsal hizmet merkezleri olmuştur.
Osmanlı-Türk mimarlığının anıtsal camiler­den sonra yaratmış olduğu en önemli yapı tü­rü konuttur. "Türk evi" olarak da bilinen bu yapılar Anadolu'da ve Balkanlar'da yer alır. Kendine özgü modüler plan çeşitlemeleri olan, ahşap yapım yöntemlerini kullanan, alt katlarda kapalıyken üstte cumbalarla, pencerelerle açılan, kafes gibi çevre denetleyici öğeleri, yerli dolap gibi iç donanımları bulu­nan konutlar, özenli işçilik ve süslemeleriyle en az Japon evleri kadar özgün yapılardır. Kırsal yaşama biçiminin sonucu olan bu evler kentlere de uyarlanmış, konak, köşk, kasır, yalı, saray gibi daha gelişmiş türlerin temeli olmuştur.
Osmanlı Devleti gücünü yitirmeye başla­yınca başta askerlik olmak üzere çeşitli alan­larda Avrupa ülkelerinin uyguladığı yöntem­ler benimsenmeye başlanmıştır. "Batılılaşma" olarak adlandırılan bu süreç mimarlığı da et­kilemiştir. Özellikle 19. yüzyılda, Osmanlı uy­ruklu olan ve bir bölümü dışarıda eğitim gör­müş Ermeni kökenli mimarlar ile doğrudan dışarıdan getirtilen yabancı mimarlar mimar­lık ortamına egemen olmuşlardır. Bu dönem­de yapılan büyük kışlalar, okullar, köşkler, konaklar, saraylar bu mimarlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Onların Avrupa'da moda olan biçimleri bazen bilinçsizce aktarmaları ya da kendilerine özgü bir İslam mimarlığı yo­rumuna yönelmeleri mimarlıkta bazı uyum­suzluklara ve bozulmalara yol açmıştır. Yüz­yılın sonlarında süslemeci Art Nouveau (Yeni Sanat) üslubunun etkileri de bunlara katılmıştır.
Osmanlı mimarlığının ürettiği önemli yapı­lar arasında Bursa'da Yıldırım Camisi (1395), Yeşil Cami (1419), Edirne'de Eski Cami (1404-14), Üç Şerefeli Cami (1437-47), İstan­bul'da mimarı Hayreddin Ağa olan II. Bayezid Camisi (1505), Mimar Sinan'ın yapıtların­dan İstanbul'da Şehzade Camisi (1547), Sinan Paşa Camisi (1556), Süleymaniye Külliyesi (1557) sayılabilir. Sedefkâr Mehmed Ağa Sul­tan Ahmed Camisi'ni (1616) yapmıştır. Da-vud Ağa'nın başladığı Yeni Cami'yi (1598-1674) Mustafa Ağa bitirmiştir. İstanbul'daki Nuru Osmaniye (1755) ile Nusretiye (1826) camileri gibi yapılar Osmanlı-Türk barok üs­lubuna örnektirler. İstanbul Aksaray'daki Valide Sultan Camisi (1871), Cihangir Camisi ve daha sonra yıkılan Karaköy Camisi 19. yüzyıl yapılarıdır.
Osmanlılar tarafından yapılan öteki önem­li yapılar arasında İstanbul'daki Anadolu (1395) ve Rumeli (1452) hisarları anılabilir. Fatih Sultan Mehmed tarafından 1470'lerde yapımına başlandıktan sonra 19. yüzyıla ka­dar kullanılan Topkapı Sarayı'nda çeşitli dö­nemlerde yapılmış köşkler vardır. Safranbo­lu, Kula gibi kentler ise Türk evinden örnek­lerin günümüze kaldığı yerlerdir. 19. yüzyılda yapılan Dolmabahçe (1853) ve Çırağan (1871) sarayları, Kuleli Kışlası (1871), Maçka Silah-hanesi (1862) ve Taşkışla (1860) Ermeni kö­kenli Balyan Ailesi'nden gelen mimarlar tara­fından yapılmış yapılardır.
19. yüzyıl yeni işlevlerin ortaya çıktığı bir dönemdir. Postane, tren istasyonu, vapur is­kelesi gibi iletişim ve ulaşım yapılan, fabrika gibi üretim yapıları bu dönemde Türk mimar­lığına girmiştir. İşhanları, pasajlar ortaya çık­mış, eğitim, sağlık, alışveriş gibi geleneksel işlevler değişime uğramıştır. Bunlara demir, çelik, çimento, beton, betonarme, cam, alü­minyum gibi sanayi yöntemleriyle üretilen çağdaş yapı gereçleri, onları kullanan yeni ya­pım yöntemleri katılmıştır. Bütün bunlar mi­marlık alanında yeni yaklaşımlar gerektirmiş­tir. Türkiye'de çağdaş anlamda mimarlık eği­timi 1883'te kurulan Sanayi-i Nefise Mekte-bi'nde (daha sonra Güzel Sanatlar Akademi­si, bugün Mimar Sinan Üniversitesi) verilme­ye başlanmıştır. Bu okulu bitiren mimarlar hem yabancı mimarların etkisine karşı dura­cak, hem de yeni mimarlık işlevlerini çözecek düşünceler bulmak zorunda kalmışlardır.
20. yüzyıl başında Türk mimarlığı "Birinci Ulusal Mimarlık Akımı" adı verilen bir yakla­şımın içinde görülür. Bu akıma bağlı mimar­lar klasik Osmanlı mimarlığının yarattığı bi­çimleri yeni işlevlerde uygulamaya çalışarak ulusal bir mimarlık yaratmayı amaçlamışlar­dır. İstasyon, işhanı, okul, otel gibi yapılarda kemerli pencereler, kubbeler, geniş saçaklar, bakışık düzenlemeler, süsleme öğeleri gibi iş­levden, yapımdan ya da yapı gereçlerinden kaynaklanmayan biçimler kullanılmıştır. Batı mimarlık akımlarından ve Ziya Gökalp’ın Türkçülük düşüncelerinden etkilenen bu mi­marlık anlayışı, seçmeci yaklaşımına karşın düşünsel temellere dayandırılan ilk Türk mimarlık akımı olması nedeniyle önem taşır.
19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başlarında ya­pılan Sirkeci (1890) ile Haydarpaşa (1906-09) garları Alman mimarlar tarafından tasarlan­mıştır. Haydarpaşa Tıbbiye Mektebi (1903, daha sonraki Haydarpaşa Lisesi, bugün Mar­mara Üniversitesi Tıp Fakültesi) İtalyan kö­kenli Alexandre Valaury ile Raimondo d'A-ronco'nun yapıtıdır. Birinci Ulusal Mimarlık Akımı mimarlarından Kemaleddin Bey İstan­bul'da 4. Vakıf Hanı'nı, Harikzedegân Evleri'ni (daha sonra Türk Hava Kurumu Teyyare Apartmanları, bugün Ramada Oteli), Bos­tancı ve Bebek camilerini, Ankara'da da Gazi Eğitim Enstitüsü'nü (1926, bugün Gazi Üni­versitesi Eğitim Fakültesi); Vedat (Tek) Bey İstanbul'da Büyük Postane'yi, Ankara'da Halk Fırkası Kulübü'nü (1922; 1924'ten sonra İkinci Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1960'tan sonra CENTO Merkezi, 1981'den sonra Cumhuriyet Müzesi), Ankara Palas Oteli'ni (1926; bugün Devlet Konukevi); Mimar Arif Hikmet (Koyunoğlu) Bey de Ankara'daki Et­nografya Müzesi (1925-28) ile Türkocakları Genel Merkezi'ni (1924-30; sonra Ankara Halkevi, daha sonra Üçüncü Tiyatro, bugün Devlet Resim ve Heykel Müzesi) yapmışlardır.
Cumhuriyetin kurulması mimarlık çalışma­larını da etkilemiştir. Osmanlı Devleti'ni anımsatacak bir mimarlık yaklaşımı olduğu için Birinci Ulusal Mimarlık anlayışı gözden düşmüş, bir süre sonra dâ yerini akılcı-işlevci mimarlık düşüncelerine bırakmıştır. Bunların özelliği yapıların biçimlendirilmesinde işlevle­re öncelik vermek, yalın, akılcı ve ekonomik bir mimarlık yaratmaktır. Cumhuriyet döne­minde çağdaş yapı gereçleri hızla yayılmış, ye­ni makineler kullanan yapım yöntemleri uy­gulanmaya başlanmıştır. Türkiye, tarihinin hiçbir döneminde yaşamadığı bir yapı üretimi ve bayındırlık çalışmasına sahne olmuştur. Tuğla, betonarme gibi gereçler, düz çatı, ge­niş pencere, çok katlı yüksek yapı gibi biçim­ler ve iskelet yapım yöntemleri mimarlığın dış görünüşünü değiştirmiştir. Zaman zaman II. Dünya Savaşı sırasında kendini gösteren "İkinci Ulusal Mimarlık Akımı" gibi seçmeci, tarihsel yinelemeci düşünceler çıkmışsa da, bunlar yerlerini bir süre sonra daha geçerli evrensel ilkelere bırakmışlardır.
Cumhuriyet döneminde de önemli yapılar üretilmiştir. İlk dönemde ağırlık verilen yöne­tim yapılarını eğitim ve sağlık yapıları izlemiş­tir. Çok sayıda üretim, ulaşım, iletişim yapısı üretilmiştir, bu günümüzde de sürmektedir. Geleneksel mimarlığın bilmediği spor, kültür, eğlence, dinlence yapıları onlara katılmakta­dır. Değişen çalışma ve alışveriş gereksinme­leri yeni yapı türleri getirmiştir. Dinsel yapıla­ra mimarlık açısından verilen önem azalmış, yeni biçimlerin araştırılmasından çok Osmanlı klasik mimarlığına öykünen kalıplaşmış tip cami tasarımlarının uygulanması yeğlenmiştir. Önemli bir mimarlık konusu olan konut yapımı, kırsal kesimde olduğu gibi kentlerde de kendi evini kendi yapanlar (gecekonducu­lar) ya da yap-satçılar elinde olduğundan ço­ğunluk niteliksiz yapılardan oluşmaktadır. Mimarların etkili olabildiği yerlerde ise başanlı uygulamalara rastlanmaktadır. Çağdaş yaşam medrese, kervansaray gibi bazı geleneksel yapılan tümüyle ortadan kaldırmış, buna karşı­lık en önemli örneği cumhuriyetin kurucusu Atatürk için yapılan Anıtkabir'de görüldüğü gibi, anıtmezar yapma geleneği bu dönemde de sürmüştür. Tasarımı Emin Onat ile Orhan Arda tarafından yapılan Anıtkabir (1941-53), Türk mimarlığıyla daha eski Anadolu yapı sa­natı biçimlerini çağdaş bir uygulamada kay­naştırmaya çalışan önemli bir yapıttır (bak. Anıtkabir).
Cumhuriyetin kurulmasından sonra üreti­len yapılar arasında Şevki Balmumcu'nun Ankara'daki Sergievi (1933-34). Seyfî Arkan' m gene aynı yerdeki Belediyeler (bugünkü İller) Bankası (1936-37) vardır. İstanbul Üni­versitesi Fen ve Edebiyat Fakülteleri (1944), Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi (1943) Emin Onat ile Sedat Hakkı Eldem tarafından tasarlanmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında çağrılı olarak Türkiye'ye gelen ve eğitim gö­revleri de yüklenen yabancı mimarlardan Clemens Holzmeister Ankara'da Cumhurbaş­kanlığı Köşkü'nü (1930-32), Bakanlıklar Site-si'ni (1930-35), Türkiye Büyük Millet Meclisi' ni (1938-60); Ernst Egli (1893-1974) Musiki Muallim Mektebi'ni (1928; sonra Devlet Konservatuvarı), İsmet Paşa Kız Enstitüsü'nü (1930; bugün Zübeyde Hanım Kız Teknik Okulu), Bruno Taut (1880-1938) da gene An­kara'daki Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'ni (1937) yapmışlardır.
Daha sonraki dönemlerde yapılan yapılar arasında Altuğ ve Behruz Çinici'nin Orta Do­ğu Teknik Üniversitesi Kampusu ile içindeki yapılar (1960-70), Doğan Tekeli ve Sami Si-sa'nın İstanbul'daki Manifaturacılar Çarşısı (1966), Turgut Cansever ile Ertur Yener'in Ankara'daki Türk Tarih Kurumu (1967), Ay­dın Boysan'ın Karamürsel'deki İpek Kâğıt Fabrikası (1970), Sedat Hakkı Eldem'in İs­tanbul'da Zeyrek'teki Sosyal Sigortalar Kuru­mu (1972), Cengiz Bektaş'ın Ankara'daki Türk Dil Kurumu (1978), Hayati Tabanlıoğ-lu'nun İstanbul Yeşilköy'deki Atatürk Hava­limanı Uluslararası Terminali (1983), Ragıp Buluç'un Ankara'daki Atakule çarşı, seyir kulesi ve döner lokantası (1989) sayılabilir. Türk mimarları yurtdışında da yarışmalar kazanmış, yapılar yapmışlardır. Bunların önem­lilerinden biri tasarımı Vedat Dalokay tara­fından yapılan Pakistan'daki Islamabat Kral Faysal Camisi'dir.
Günümüz Türk mimarlığının ortak üslup özellikleri taşımayan bir görünümü vardır. Hatta belli bir kargaşa içinde olduğu bile söy­lenebilir. Ama bu çağdaş toplumlara özgü ço­ğulculuğun doğal sonucudur. Günümüzün mi­marlığı biçimsel birörnekliği aramaktan çok, her yapıyı kendine özgü çözümler gerektiren bir sorunlar kümesi olarak görmek eğilimin­dedir. Çağdaş Türk mimarlığının altından kalkması gereken daha büyük boyutlu sorun­ları da vardır. Hızlı nüfus artışı, serbest piyasa ekonomisi, siyasal ödünler gibi etkenler sağ­lıksız kentleşmeye, çirkin yapılaşmaya, çevre kirlenmesine yol açmıştır. Kentlerin tarihsel dokusu, sulan, yeşil alanları, kültür varlıkları yok edilmektedir.
Örnekleri bugün çeşitli ülkelerin sınırları içinde kaldığından Türk mimarlığını dar bir alanda bütünlüğüyle algılama olanağı yoktur. Ama zaman ve yer içindeki bu dağılmışlık, yayılmışlık yanıltıcıdır, çünkü bu mimarlığın bir bütünlüğü, sürekliliği vardır. Onu ilkel ya­pı sanatlarıyla karşılaştırmak, bulunduktan ülkelerin ya da İslam kültürünün değişik or­tamlardaki yaratılan içinde görmek doğru de­ğildir. Özellikle Osmanlı Devleti döneminde bu mimarlık İslam yapı sanatına yeni bir yo­rum getirdiği gibi onun dışındaki başka mi­marlıkları da etkileyecek düzeye ulaşmıştır. Bunun en belirgin örneği kubbenin içte mekânları, dışta da kütleleri belirleyici bir yapı öğesi durumuna getirilmesidir. Osmanlı-Türk mi­marlığı geleneksel yapıda geniş açıklıkların geçilebilmesini sağlayan kubbeyi en önemli biçim öğesi durumuna getirmiş, bu düşünceyi klasik dönemden sonra da kubbelerin kasnak üstünde yükseltilmesi türünden çeşitlemeler dışında büyük değişiklik yapmadan uygula­mıştır.
Türk mimarlığı yığma yapım yöntemlerini, geleneksel yapı gereçleri olan taşı, tuğlayı, ahşabı büyük bir ustalıkla kullanmıştır. Bu başarıyı yalnız anıtsal mimarlık yapıtlarında değil, köprü, suyolu, savunma yapısı gibi mü­hendislik yapılarında da göstermiştir. Kare planlı bir alt yapıdan daire planlı kubbe örtü­ye geçerken açık kalan köşeleri kapamaya ya­rayan belli başlı üç geçiş öğesinden birini, Türk üçgenlerini, adının da gösterdiği gibi Türk yapı sanatçıları bulmuş ve uygulamışlar­dır. Bugün de çağdaş yapım yöntemleri, çağ­daş yapı gereçleri başarıyla kullanılmaktadır. Bu mimarlığın gelişmemiş bir yanı kuramsal çalışmaların yok denecek kadar az olmasıdır. 20. yüzyıla gelinceye kadar mimarlar, mimar­lığın ne olduğunu, ne olması gerektiğini eleş­tirel bir biçimde tartışan yapıtlar ortaya koy­mamışlar, yapılan işleri belirten kitaplar yaz­makla yetinmişlerdir. Cumhuriyetin kurulma­sı ve Atatürk'ün önderliğinde başlayan yeni­leşme hareketleri bu sorunun çözülmesine de katkıda bulunmuştur. Yeni Türk alfabesinin benimsenmesi, eğitim seferberliği türünden girişimler bu alanda da kitapların yazılması­na, geleneksel Türk mimarlığının tanımadığı bir iletişim biçimi olan uğraşı dergilerinin ya­yınlanması gibi girişimlere yol açmıştır. Türk mimarlığı, günümüze kalan örneklerinin de gösterdiği gibi, yetkin bir sanat, saygın bir uğ­raş olmuştur. Bu uğraş günümüzde de, ulusal ve evrensel değerleri göz önünde tutarak yeni bir anlayış içinde ürün vermeyi sürdürmek­tedir.

Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
29 Mayıs 2009       Mesaj #2
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
Türk Mimarisi deyince neredeyse Dünya mimarlık literatürünün %30'unu kapsayacak bir birikim çıkar karşımıza... Orta Asya'da kurulmuş ilk Türk devletlerinden günümüze kadar geçen süreçte Türk Mimarisi gelişerek ve farklılaşarak bugüne kadar gelmiştir. İlk Türk devletleri ile gelişmeye başlayan Türk Sanatının geniş uygulamaları Karahanlılar döneminde görülmüştür. Karahanlı Türklerinin mimari eserlerinde geometrik motifli kuşaklar, birbirini kesen sekizgenler hakimdir. Türk mimarlığındaki eyvanlı (üç yönü kapalı ve genellikle tonoz örtülü mekan) medreselerin, türbelerin ve kervansarayların ilk örneklerine Karahanlı Türklerinde rastlanır. Ayrıca günümüzde İran’ın övündüğü eserlerin hemen tamamı Türkler tarafından yapılmıştır. Türkler Anadolu’ya geçtikten sonra da pek çok yenilikler yapmışlardır. İran bölgesinde daha çok tuğla kullanırken, Anadolu’da taş kullanmışlardır.

Sponsorlu Bağlantılar
Ayrıca bugün Anadolu'nun tamamına baktığımızda malzemenin mimarimizdeki etkisini de görürüz. Örneğin Karadeniz Bölgesi'nde ahşap malzeme baskın olarak kullanılmışken Orta Anadolu'da kerpiç ve taş malzeme hakimdir. Bunun yanında Anadolu coğrafyası Türk Mimari örneklerinin en zengin biçimde bulunduğu yer olup, Beylikler döneminden 1. ve 2. Ulusal Mimarlık dönemlerine kadar geçen süreçte bizi bu konuda çok iyi aydınlatmaktadır.

Mimari kazanımlarımızın en büyük meyvelerinden biri ise Türk evidir. Plan şeması itibariyle Türk evi Orta Asya Türkleri'nin topak ev ve kıl çadır uygulamaları ile doğmuştur ve Safranbolu evleri ile en üst noktaya ulaşmıştır. Ancak son 30 yıldır bu kültür de en azından uygulama anlamında yok olma yolunda ilerlemektedir. Bu konu yazmakla bitmez...

Oktay Aslanapa'nın ''Türk Sanatı'' ve ''Osmanlı Mimarisi''
Doğan Kuban'ın ''Selçuklu Çağında Anadolu Sanatı''
Cengiz Bektaş'ın ''Türk Evi''
Sedad Hakkı Eldem'in ''Türk Mimari Eserleri'' önerebileceğim kaynaklar...


Alıntıdır

ѕнσω мυѕт gσ ση ツ

Benzer Konular

18 Mart 2009 / ThinkerBeLL Mimarlık
28 Nisan 2014 / _Yağmur_ Mimarlık
28 Nisan 2014 / _Yağmur_ Mimarlık