Arama

Türkler ve İslamiyet

Güncelleme: 11 Haziran 2012 Gösterim: 64.689 Cevap: 6
taz_maniac - avatarı
taz_maniac
Ziyaretçi
27 Ekim 2005       Mesaj #1
taz_maniac - avatarı
Ziyaretçi
Türk, bütün varlığı ve heyecanı ile islamiyete koşarken hasretle beklediği dine kavuşmanın mutluluğunu yaşamıştır. "Allah'tan başka ilah yoktur" diyen, "cihad" emri ile "alplik ruhunu" besleyen, öte yandan "hak yolda" alimlerin akıttığı mürekkebi, şehid kanından daha mübarek bulan İslamiyet, kısa zamanda Türkün ruhunu keşfetmekle kalmamış, Türkü yeniden Türke buldurmuştur.

Sponsorlu Bağlantılar
S. AHMET ARVASİ

Türkleri İslamiyete Yakınlaştıran Sebepler
Türkleri İslamiyete yakınlaştıran en önemli sebep, tevhid inancı olmuştur. Allah'ın birliği inancı Türklerde çok yaygın olan bir inançtı. Din adamlarını huzuruna çağıran Mengü Kağan,
"Biz tek Tanrı'nın varlığına, onun sayesinde yaşadığımıza ve onun emri ile öldüğümüze inanıyoruz"
(Süleyman Kocabaş, Adil Türk İdaresi, s.15)
demişti.
Türklerde Allah'ın birliği inancı "Kök Tengri" (Gök-Kainat Tanrısı) olarak isimlendirilmişti. Türkler'in inançları ile islam inancı arasındaki benzerlik sadece bununla sınırlı değildi. İslamiyet öncesi Türkler ahiret gününe, öldükten sonra dirilmeye, kaza ve kadere inanırlar ve kurban keserlerdi. Zina ve eşcinsellik kesinlikle yasaktı ve hırsızlık ağır ceza ile cezalandırılırdı. (İ. Hami Danışmend, Türk Irkı Neden Müslüman Oldu, s.17) Türklerin islamiyeti kabul etmelerinde islam öncesi Türklerin inançları ile islamiyet arasındaki büyük benzerlikler önemli rol oynamıştır. Bu benzerlikleri kavradıkça islamiyete her geçen gün yakınlık duyan Türkler, Emevi Valisi'nin Horosan'da İslamiyeti yaymak için cami ve medrese açmasına hiçbir tepki göstermemiştir. Bu yakınlaşma süreci Arap Müslümanlarla Türklerin ortak düşmanları olan Çinlilere karşı omuz omuza mücadele etmesiyle doruk noktasına ulaşmıştır.

Dünya Tarihinin Dönüm Noktası
Türklerin İslam dini ve müslüman Araplarla tanışmasına vesile olan "Talas Savaşı"ndan Çin Ordusu karşısında zorlanan Müslümanların yardımına Türk süvarileri yetişmiştir. Savaşı izleyen Karluk beyinin emriyle savaş alanına giren Türk süvarileri karşısında neye uğradıklarını şaşıran Çinliler Talas Savaşı'nda yenilgiye uğramışlardır. Bu savaşın ardından islamiyet Maveraünnehr'de kalıcı hale gelmiş ve Türkler de uzun zaman Çin tehlikesinden kurtulmuşlardır.
Bölgeye adım atan Müslüman Araplar, Türklerin yüksek ahlaklarını, idarecilik ve savaştaki üstün meziyetlerini yakından tanıma imkanı bulmuşlardır. Bu savaş sonucunda, Türklerin islamiyete girmesiyle bu dinin kısa sürede bir "dünya dini" olacağı inancı doğmuştur. Türklerin müslüman Arapları, Arapların da Türkleri tanımasına neden olan "Talas Savaşı" dünya tarihi için bir dönüm noktası olmuştur.
Talas Savaşı'nın ardından kitleler halinde islam dinine geçen Türkler, iddia edilenlerin aksine hiçbir zorlama ile karşılaşmamışlardır:
"Türkler, İslamiyeti samimi olarak, kendi istekleriyle, hiçbir zorlama ve dış baskı olmaksızın kitle halinde kabul edince, tarihlerinin yeni bir devresine ayak basmış oluyorlardı; Türkler müslüman olmak suretiyle Türklüklerini kemale erdirmiş, adeta tamamlamışlardı."
(Yılmaz Öztuna, Türk Tarihinden Yapraklar, s.47)

TÜRK MİLLETİ'NE VERİLEN ŞEREFLİ GÖREV
Müslümanlığın korunması gibi şerefli bir görevi yüce Allah Türk Milleti'ne nasip etmiş, milletimiz de bu uğurda temiz kanlarını akıtarak, canlarını seve seve vererek görevini yerine getirmiştir. Türklerin İslamiyet davasına sahip çıkmaları sonucunda ortaya son derece değerli bir İslam kültür ve medeniyeti çıkmıştır. Bu kültürün oluşmasıyla ilimde, sanatta birçok değerli eserler meydana getiren alimler ve sanatkarlar yetişmiştir. Örnek vermek gerekirse;
-Müslümanlığın temiz inançlarının savunucusu ve İtikad'da Maturidi Mezhebinin kurucusu Ebû Mansur Maturidi,
-Peygamberimizin mübarek sözlerinin toplandığı ünlü "Sahih-i Buhari" kitabını meydana getiren Muhammed b. İsmail Buhari,
-Büyük İslâm düşünürü ve bilgini İmam-ı Gazali,
-Tüm dünyada tanınan İslam düşünürü Mevlâna Celaleddin-i Rumi.
Bunlar, Türk Milleti'nin yetiştirdiği çok sayıda büyük din bilgininden sadece birkaçıdır.
Bizlere kütüphaneler dolusu çok kıymetli eserler bırakan ve adlarını burada sayamayacağımız pek çok Türk bilgini vardır. "Türk dilini öğreniniz, çünkü Türklerin çok zaman sürecek bir hâkimiyetleri vardır." Kaşgarlı Mahmud
Savaşlar ve göçler sonucunda dünyaya yayılan Türkler, pek çok farklı kültür ve inanca sahip halk ile tanışmıştır. Ancak, Türkler asıl kimliğini Müslümanlık ile bulmuş ve asırlar boyunca Müslümanlığın koruyuculuğunu ve bayraktarlığını yapmıştır.
Orta Asya'dan, güneye ve batıya doğru göç eden Türk boylarından bir kısmı İran'a yakın bölgelere, bir kısmı da İran'da Sasani İmparatorluğu engeli ile karşılaşınca Hindistan'a doğru yönelmişlerdir.
Sasani İmparatorluğu, Türkler ve Müslümanlar arasında bir engeldi. Bu engel Arap ordularının Yermuk (634), Kadisiye (635) ve Nihavend (641) savaşlarının ardından İran'ı ele geçirmeleriyle ortadan kalkmıştır. Zaten bu civarda yerleşik bulunan Türkler, Araplar ile önceleri savaş halinde bulunmuş olsalar bile, Talas savaşında (751) Araplar ile birlikte Çinlilere karşı savaşmışlardır. Savaş sonrasında Çin'in Orta Asya'dan çekilmesiyle bölgeye Araplar hâkim olmuşlardır. Bu tarihten itibaren de Türkler Müslümanlığı tanımaya başlamışlardır. Bu yakınlaşmaların sonucunda gelişen siyasal, ekonomik ve kültürel ilişkiler Türkler arasında Müslümanlığın yayılmasını iyice hızlandırmıştır. Maveraünnehir'in Buhara, Semerkant, Fergana ve Curcan gibi büyük Türk şehirleri, İslâm kültür ve uygarlığının önemli merkezleri haline gelmeye başlamıştır. O zamana kadar sadece askeri alandaki üstünlükleriyle nam salmış olan Türkler, artık Müslümanlığa katkı sağlayacak duruma gelmişlerdir.
Türklerin Araplar ile yakınlaşması sonucunda Maveraünnehir bölgesindeki Türkler hızla Müslümanlığı kabul ediyorlardı. İtil Bulgarlarının hükümdarı Almış, Bağdat Abbasi Halifesin'den din adamı ve askerlik teknolojisi bilen insanlar (kale yapımı için) istemişti. Onuncu asrın başlarında onlara bir Müslüman heyeti geldi. O sırada Hazar Hanları Museviliği, Uygurlar mani dinini, Doğu Avrupa'ya giden Türkler ise Hırıstiyanlığı kabul etmişlerdi. İtil (Volga) Bulgar Milleti ilk Müslüman Türk Milleti oldu. Cuma hutbelerinde "Allah'ım, Bulgar il-teberini (hükümdar) doğru yola götür" deniyordu. Hükümdar, babası Müslüman olmadığı için onun adını anmak istemedi, onun yerine Abdullah adını kullandı. Bulgar Türkleri o sırada eski örf ve adetlerini, bazıları İslâm'a uymasa da, devam ettiriyorlardı. Müslümanlığın şartlarını yerine getirme konusunda çok ciddi idiler. Bunlar aynı zamanda Müslüman olmayan komşu Türk ülkelerine karşı gaza yapıyorlardı. Nitekim Başkurt Türkleri o sırada Hıristiyan olacakken Bulgarlar bunu engellemişlerdir.
Maveraünnehir bölgesinde Müslüman Türk nüfusu gitgide artıyordu; bazı şehirleri, mesela Farab'ın, nüfusu çoğunlukla Müslüman olmuştu. Buralarda yaşayan Türkler mal ve paralarının çoğunu gazaya ve cihada ayırıyor, "putperest" dedikleri soydaşlarını Müslüman etmek üzere onların ülkelerine akın eden gazileri besliyorlardı. Aynı dönemde göçebe Karluk ve Oğuz boylarının kitleler halinde Müslüman oldukları görülüyordu. Müslüman nüfusun arttığı Türk şehirlerinde İslâm medeniyeti de ilk büyük meyvelerini vermeye başlamıştı; buralarda büyük alimler ve zahidler yetişiyordu.
Türklerin Müslümanlığa girmeleri uzun zaman içinde ve yavaş yavaş devam etmiş, X. yüzyılda ise çok büyük hız kazanmıştır.
Araplar Maveraünnehr'e geldikleri zaman Türklerin yüksek ahlâki meziyetlere, büyük bir idarecilik ve askerlik yeteneğine sahip olduklarını görmüşlerdi. Türklerin şöhreti uzak İslâm diyarlarına kadar yayılıyor, herkes Türklerden bahsediyordu. Müslümanlar arasında, Türkler Müslümanlığa girdikleri takdirde artık hiçbir gücün İslâm'a karşı çıkamayacağı inancı doğmuştu. Pek çok kişi de vaktiyle Hazreti Muhammed'in Türklerle ilgili övgülü ve müjdeli sözler söylediğini rivayet ediyordu.
Arap edebiyatçıları ve tarihçileri de Türkler hakkında övgü dolu şeyler yazmışlardır. Bunlardan biri olan Cahiz, 'Türklerin Faziletleri' adlı kitabında şöyle diyor:
"Savaş sanatı Türk'e bilgi, tecrübe, siyaset ve sâir yüksek vasıflar kazandırmıştır. Türk daima sözünde durur ve hile bilmez. Türk Hakanı hileyi sadece savaşta da olsa yapmak zorunda kaldığını üzülerek belirtir ve iki yüzlü olanları daima en kötü insan sayar... Arap ordularını Türkler kadar titreten başka bir Millet yoktur. Türkler daima soylarıyla iftihar ederler, vatanlarına ve dillerine çok bağlıdırlar. Düşmanları esir alınca onlara iyilik ve ikram eder, alicenablık gösterirler."
IX. Yüzyılın ortalarında artık Abbasi ordularında çok sayıda Türk vardı. Abbasiler birçok Türk'ü İslâm-Bizans sınırına yerleştirerek, onları Hıristiyanlara karşı İslâm dünyasının sınır bekçileri yaptılar. Böylece Türkler, Selçuklu akınından çok önceleri Anadolu'ya gelmiş ve oralarda yerleşmiş oluyorlardı. Battal Gazi Destanı işte bu sınır gazisi akıncı Türkler devrinden kalma bir destandır.
Türklerin İslâm dinini oldukça kısa sürede kabul ettikleri kesindir. Türkler tarih boyunca çeşitli dinlere girmişler; Buna rağmen Müslümanlık dışındaki dinlere girenler Türklüklerini koruyamamışlardır. İslâm dini son hak din olduğu için ve emrettiği güzel ahlak da Türk'ün millî yapısına en uygun yapı olduğu için, Türkler kitleler hâlinde bu dini kabul etmişler ve Türklüklerini korumuşlardır.

Son düzenleyen NeutralizeR; 19 Temmuz 2006 09:08
taz_maniac - avatarı
taz_maniac
Ziyaretçi
10 Kasım 2005       Mesaj #2
taz_maniac - avatarı
Ziyaretçi
Müslüman Olmayan Türklerin Akibeti
Türkler islamiyeti kabul etmeselerdi hiç şüphesiz tarihteki milletler mezarlığına gömülürlerdi. İslamiyeti kabul etmeden çeşitli uzakdoğu dinlerinin etkisi altında kalan Türkler, bu dinlerden olumsuz şekilde etkilenmiştir.
Sponsorlu Bağlantılar
İslamiyeti kabul etmeyen Türk boyları, tarih boyunca milli kültürlerini kaybetmeye mahkum olmuşlardır. Nitekim Budizmi tercih eden Tabgaçlar, Museviliği Hazarlar bugün Türklüklerini tamamen kaybetmişlerdir. Allah'ın insanlığa son mesajı olan Kuran'ın yolunu izleyen hiçbir türk boyu benliğini kaybetmemiştir.
Türklerin İslamiyeti kabulünden çok önce M.S 375 yılında Avrupa'ya ayak basan ilk Türkler olarak tarihe geçen Hunlar, siyasi ve askeri açıdan uzun yıllar kendinden söz ettirmiş ancak çeşitli uzakdoğu dinlerinin etkisi altında kaldıkları için Türklüklerini kaybetmişlerdir. Büyük bir kısmı Hristiyanlaşan bu Hun Türkleri sosyal asimilasyona uğrayarak milli varlıklarını kaybetmişlerdir. Dün olduğu gibi bugün de Müslüman olmak ve islamiyetin gereklerine uygun bir yaşam sürmek Türk Milleti'nin varlık şartı olarak önemini korumaktadır. (Süleyman Kocabaş, Adil Türk İdaresi, s.17)


Türklerin İslam Dünyasındaki Liderliği
İslamiyeti kabul eden Türkler "İlahi Kelimetullah" davası uğruna tüm dünyaya Türk-İslam adalet ve hoşgörüsünü götürmekle kalmamış, hakimiyeti altında 30'dan fazla din ve ırktan insanı koruyup kollamayı kendisine vazife bilmiştir.
Türkler İslam dünyasının önderlik görevini ilk olarak Selçuklu Devleti zamanında kazanmışlardı. Selçuklu devleti ve onun mirası üzerine korulan Osmanlı Devleti, sınırları içerisinde olsun ya da olmasın islam ülkelerine yapılan saldırıları kendi ülkesine yapılan bir saldırı olarak kabul ediyordu. Yavuz Sultan Selim Mısır'da hüküm süren Memlüklü Devleti'ne son vermesi üzerine islam dünyasının önderliği manevi olarak da Türklere geçti ve tüm islam dünyasının başkenti İstanbul oldu.
Mısır'ın ardından Kuzey Afrika ülkeleri de birer birer Osmanlı sınırlarına dahil edildi. İspanyol işgaline uğrayan Cezayir'e çıkarma yapan Barbaros Hayrettin Paşa bölge halkının sevgi gösterileriyle karşılandı. Türklerin Cezayir'e adım atışıyla birlikte İspanyolların ve İspanyollarla işbirliği içerisinde bulunan Cezayirli yöneticilerin halka yapmış oldukları zulüm son buldu.Cezayir'le birlikte Tunus, Fas, Libya, Irak, Körfez Ülkeleri ve Yemen'de Osmanlı topraklarına dahil edildi.
Türkler hakimiyeti altındaki topraklarda hiçbir zaman emperyalist bir yaklaşım içerisinde olmadı. Özellikle halkı müslüman olan ülkelerdeki insanlar, her alanda Türklerle eşit haklara sahipti. Arap halkları İslamiyete yapmış oldukları hizmetlerden dolayı Osmanlı Sultanlarına ve Türklere büyük sempati duyuyorlar ve "kavmi necip" olarak isimlendiriyorlardı. 4. yüzyıl Türk idaresi altında yaşayan Araplar, her türlü iç ve dış saldırıya karşı güven içinde bir yaşam sürdüler.
19. asırda bölgedeki doğal kaynaklara göz diken Batı ülkelerinin kışkırtmalarıyla Arap ülkelerinde esen bağımsızlık rüzgarı iddia edilenin aksine huzur ve güven ortamı sağlamadı. "Türkler Arap ülkelerinde sömürgecidir" iddiasıyla Arapları kışkırtılan Batılı güçler, 2. Dünya Savaşı sonuna kadar bu ülkeleri emperyalist çıkarları doğrultusunda kullanmışlardır.

nobody34 - avatarı
nobody34
Ziyaretçi
14 Ocak 2006       Mesaj #3
nobody34 - avatarı
Ziyaretçi
Türklerin İslamiyeti nasıl kabul ettikleri ve inanç yönünden etkilendikleri alimleri açıklayan bir not. Belki ilk defa Maturidi'nin ismini duyacaksınız ama bu zat türklerin müslüman olmasında en etikili alimdir.

İslam dini, evrenselliği açısından yalnızca bir kavme mahsus bir din değildir. O, 10. yy.da İslam’a girmeye başlayan Türk milletinin tefekkürüne, bin yıldan beri biçim veren bir dindir. İslam’ın sunduğu evrensel mesajı, her millet kendine has bir şekilde ruh yapısına adapte etmektedir.
Bakara Suresi’nin 178. ayetine göre, İslam Dini Kur’an’a aykırı düşmeyen örf ve adetleri kabul etmektedir. Buna dayanarak şu söylenebilir: Milletlerdin örf ve adetleri dinin ana hükümlerine ters düşmüyorsa, bir ölçüde İslami sayılabilir. Bu tarz örf, söz konusu ayete göre, aynı zamanda İslam hukukunun kaynaklarından da biridir. Dil, sanat, musiki, güzel sanatlar, vs. de bu bakış açısı içinde/ İslam’a aykırı olmadığı sürece, milletlerin İslamlaşmasının sonrasında da toplum hayatında varlığını sürdürür. Bu durumda Müslüman da olsalar, milletlerin yaşamları arasında bir derece farklılıklar olur. Bunu evrensellik içinde değerlendirmek gerekir. Yani İslam’da tek tiplilik yoktur. İşte sosyolojik açıdan “Türk Müslümanlığı” kavramı böyle bir zemine oturur ve sosyolojik bir meşruiyet kazanır. Burayı somut örneklerle açalım: Mesela, ramazan davulu, yatır ziyaretleri ve yatır mekanlarında kurban kesmek, türbe yapmak, kandil kutlamaları, mevlit okutmak… ümmet içinde sadece Türklere hastır. Bu da Türklerin Müslümanlığının diğerlerine göre bir derece farkını oluşturmaktadır. Farklı mezhepler ve meşrepler, bu zeminde neşet etmiştir. Türkler ise İtikatta Maturidi, amelde Hanefi, tasavvufi bir Müslümanlığı yaşamışlardır.
Türk Müslümanlığı tabiriyle kastettiğimiz şudur: Yesevi- Maturidi- Hanefi çizgisindeki İslam anlayışı. Bunu şöyle açalım:
  • Türkler müslümanlığı, Hace Ahmet Yesevi’nin tasavvufi propagandasıyla tanımışlar ve kabul etmişlerdir. Türklerde tarih boyuncada sufi tarzı İslam devam etmiştir. Nakşibendilik ve Bektaşilikte Yesevilikten kaynaklanmış olan hareketlerdir. Anadolu’da yaşayan ve Anadolu insanı tarafından sevilen Yunus Emre, neredeyse Maveraünnehir’de yaşamış olan Ahmet Yesevi’nin kopyasıdır diyebiliriz. Mevlana ve Hacı Bektaş’ı da bu silsileye dahil edebiliriz. Türk halkı bu zatların çevresinde kümelenmiş ve gerek Selçuklu gerekse Osmalnı’da tarikatlar çok etkindirler. Mesela Selçuklular döneminde ticareti ellerinde tutan Ahiler, Osmanlı döneminde de varlıklarını sürdürdüler. Osmanlı askeri olan Yeniçeriler Bektaşi tarikatı mensubuydular, gibi. Sultanlarında mutlaka yakın olduğu sufi büyükleri vardı. Anadolu’nun İslamlaşması, Yesevi’nin gönderdiği sufi savaşçılar/ Alperenler eliyle gerçekleşmiştir. Yesevi hikmetleriyle, Yunus ilahileriyle Türk halkındaki İslami duyguları beslemekte, kökleştirmekteydiler. Bunların öğretilerinde, insan sevgisi ve insana hizmet, nefse düşmanlık temel belirleyici iki vasıftı. Söz konusu zatlar ve talebeleri, tekkelerde kapalı hayat yaşamıyorlar ticarette, askerlikte, eğitimde aktif rol alıyorlardı. Amaçları, kamil insan yetiştirmek ve mükemmel bir toplum kurmak idi. Nitekim, bunu da başarmışlardı. Halka hizmet Hakk’a hizmet anlayışı esas idi.
  • İtikat, inanç esaslarını ifade eden bir kavramdır. Neye, nasıl inanılacağıyla ilgilidir. Türklerin itikadi mezhebi Maturidiliktir. İmam Maturidi tefsirci ve kelam alimidir. Metodu akılcı, felsefi (semantik metod)dir. Devrindeki ehli sünnete hücum eden fikir akımlarını, akılcı delilerle tek tek çürüterek İslam’a büyük hizmeti dokunmuştur. İmam Maturidi’nin mezhebi İslam’daki diğer hak mezhep olan/ ehli sünnet olan, Eşarilikten farklıdır. Ve zaten Eşariliği daha ziyade Araplar benimsemiştir. Fark şudur: Eşariliğe göre Maturidilik daha akılcıdır. Ayrıca Maturidilikteki Allah’ın zat ve sıfatları anlayışı “vahdeti vücut” fikrine varmakta idi ki; bu da tasavvufla paralellik arz etmekteydi. Bu şu anlama gelir: Din- ilim, dünya- ahiret ayrılığı, fert- cemiyet ayrılığı yoktur. Toplumsal sistem buna göre şekillenmekteydi. Kainat Allah’ın kitabı olarak görülüyor; Bilimsel faaliyetler aynı zamanda ibadet gibi telakki ediliyordu. Din / ilim çatışması yoktu. Zaten İslam medeniyetinin yetiştirdiği büyük dahiler, hep bu anlayışın egemen olduğu dönemlerde ortaya çıkmışlardır. Bu dünya, ahiretin tarlası olarak görülüyor; burada ekilenin orda biçileceği kabul edilmek bir yana yaşanıyordu. Fert cemiyete, cemiyette ferde feda edilmiyordu; karşılıklı destekleme ve hizmetler yürütülüyordu. Toplum gemiye benzetiliyordu; gemi batarsa fertte tehlikeye girer inancı vardı ve yaşanıyordu. Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için düşüncesindeki gibi.
  • Hanefilik ise Türklerin ameli/ fıkhi alandaki mezhebidir. Fıkıh yani amel ibadetlerle, eylemlerle, ahlakla, hukukla ilgilidir. Kısacası, toplumsal davranışları belirleyen zemindir. Bu noktada, Maturidi ile Hanefi birbirinin devamı niteliğindedir. İmamı Azam Ebu Hanife de Maturidi gibi akılcı/ akla önem atfeden bir alimdir. Yani meselelerin çözümünde vahiy ve sünnetin yanında örf ve aklıda kullanmaktadır.
Türk Müslümanlığı, özet olarak sufizm içerikli, akılcı, yenilikçi, atılımcı, reaksiyoner değil aksiyoner bir yaşam tarzdır. Onda fert, hem kendiyle hem toplumla barışıktır. Ehli sünnet çizgisindeki orta yoldur ve ümmet içinde sadece Türklere hastır. 9. ve 16.yy.arasında Türklerin dünya üzerideki siyasi hakimiyetine paralel olarak varlığını sürdüren bu yaşama tarzı yozlaştırılmaya başladığında, Türk- İslam medeniyeti de çöküşe geçmiştir. Yani çöküşün temelinde bahsettiğim bu zihniyet dönüşümü yatmaktadır. Batı, rönesansını kendi öz kaynaklarına dönerek; tendi öz kaynaklarını temel alarak yapmış ve yükselişe geçmiştir. Türk – İslam medeniyetinin tekrar yükselişe geçmesi de kendi öz kaynaklarıyla barışmasıyla, kendi öz kaynaklarını temel almasıyla gerçekleşecektir. Bu, kendini bulma, kendine dönme mücadelesidir.
Allah, milletimizin yardımcısı olsun.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 0 üye beğendi.
Son düzenleyen nobody34; 14 Ocak 2006 22:09
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
14 Nisan 2006       Mesaj #4
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Türkler ve İslâm, Türklerin İslâmiyet’i seçtiği asırlardan bu yana, birbiriyle et–tırnak mesabesinde olmuş ve çok yerde Türk kelimesi Müslüman kelimesiyle eş manâlı olarak kullanılır hale gelmiştir. İslâmiyet’i kabûl etmeyen Türkler, zamanla Türklüklerinden de çıkmış, Türkler İslâmiyet’e kale ve bayraktar olurken, İslâm da Türkler için koruyucu bir sera fonksiyonu görmüştür. Yer yer Türklere ve Türkiye’ye yeni referanslar arandığı günümüzde bu meseleye tarihî açıdan kısaca bakmakta fayda mülâhaza ediyoruz.

Bir Mukayese
Türklerin, medeniyet kurmuş en büyük milletlerden biri olduğuna tarih şahiddir. Objektif, hattâ bir dereceye kadar Türkçü tarihçi ve sosyologların bu konuda vardıkları hüküm şudur: Türklerde millî birliği kuran unsurlar arasında din, dilden hiç de geri kalmamıştır. Türkler Müslüman olmasaydı, değişik isimlerle kavimler halinde dağılıp gidebilirlerdi; nitekim daha önce çeşitli dinlere girip birbirlerine düşman olmuşlardı. İlk defa Müslümanlık bütün Türkleri bazı istisnalar hariç topyekün içine alacak kuvveti gösterdi ve Türkler Müslüman olduktan sonra kuvvetli birlikler teşkil ettiler. (Güngör, 16)
Gerçekten de Türkler, Müslüman oluncaya kadar, girip çıkmadıkları din kalmamıştır denecek ölçüde pek çok dine girmiş çıkmış (Öztuna, 1:83), bu dönemde önemli devletler kurmuş, fakat bu devletlerin hiç biri Türkleri büyük ölçüde de olsa birleştiremediği gibi, tarihî açıdan çok büyük önem arz edici olmamıştır. Bunun da ötesinde, Müslümanlaşmayan Türkler, neticede Türklüğünü de kaybetmiş ve başka dinler, başka milletler içinde eriyip gitmişlerdir. Meselâ, 865’e kadar bir Türk devleti olan Bulgar Hanlığı ve bir Türk kavmi olan Tuna Bulgarları, bu tarihten sonra, Hıristiyan oldular ve Slavlaşmaya başladılar. Bu Slavlaşma bir asır içinde tamamlandı. 1000 senesinden evvel Bulgarlar arasında Türkçe artık unutulmuş ve Bulgar Türkleri bir slav halkı olmuştu. Bunlar, bugünkü Bulgarları teşkil etmiştir (Öztuna, 1:203). Aynı şekilde, 12’nci asırdan sonra artık Peçeneklerden de bahsedilmemektedir. Üç asır doğu Avrupa’da mühim rol oynamasına rağmen Peçenekler, yerleşik hayata geçememiş ve muntazam bir devlet kuramamışlardır (Öztuna, 1:221). Peçeneklerden boşalan kuvvet muvazenesinde Kumanlar onların yerini almış, fakat Macaristan’a girip, uzun zaman Macar Ovası’nda kalarak, neticede Macarlaşıp gitmişlerdir (Öztuna, 1:223).
Tarihin, coğrafî genişlik bakımından belki en geniş imparatorluğu olan Moğol İmparatorluğu’nun hikâyesi de, farklı değildir. Öztuna’ya kulak verelim:
“Japonya ve Hindistan dışında bütün Asya, bütün Doğu Avrupa, Viyana’ya kadar Orta Avrupa, Trakya’ya kadar Balkanlar, Moğol hakimiyetine düştü. Okyanusya ile Almanya arasında kesiksiz uzanan bu muazzam imparatorluk, bütün tarihteki devletlerin mutlak şekilde en genişidir. Kubilay zamanında büyük Moğol Kağanlığı 44 milyon km2 bir toprağa sahip bulunuyordu. O zamanki dünyanın 64 milyon km2 kadar olduğu hatırlanırsa, dünyanın üçte ikisinin ve dünya nüfusunun üçte ikisinden fazlasının Moğol idaresinde birleştiği anlaşılır. Onun zamanında Fransa’da 10, İngiltere’de 2 milyon nüfusun yaşadığı hatırlanmalıdır. Marco Polo, Kubilay hakkında; “Hz. Âdem’den beri yeryüzüne gelmiş en büyük ve en zengin hükümdar.”
der.
“Hulâgu’nun Bağdat’ı, Şam’ı, Musul’u, Halep’i fethettiği 1258 yıllarında ağabeyi Kubilay, Tonkin’in merkezi Hanoy’u fethediyordu. Bu iki kardeşin amca oğulları Batu da, bir kaç yıl önce Balkanlar’ı, Macaristan’ı, Çekoslavakya’yı, Lehistan’ı fethetmiş, Breslau’ı almış, Viyana’ya gelmiş, Adriyatik’e dayanmıştı. Breslau ile Cava arasındaki mesafenin kuş uçuşu 10.000 kilometreden fazla olduğu hatırlanırsa, gerçekleştirilen fütuhatın azameti kavranabilir.
Bununla beraber, Moğol İmparotorluğu’nun tarihteki mevkii, Türk–Osmanlı İmparatorluğu derecesinde büyük değildir. Çünkü az zamanda dağılmış, ayrıldığı dört imparatorluktan üçü (Müslümanlaşarak) Türkleşmiş ve bu saydığımız üç muazzam siyasî teşekkkül derecesinde devamlılık gösterememiştir. (1:243)

“Ve, Cengiz’den sonra Moğol İmparotorluğun’un dört şubesinden üçünün İslâm dinini ve Türk dilini ve kültürünü kabûlünü müteakip, artık Müslüman olmayan, hele Şaman dinine sâlik Türkler, ehemmiyetsiz bir ekalliyet halinde, Uzak Doğu’nun, Sibirya’nın ıssız ülkelerinde idamei hayat edebilmişlerdir.” (Öztuna, I:140)

Türk Tarihinin En Büyük İnkılâbı
Türklerin Müslüman oluşu, Türk tarihinin en önemli hadisesi, insanlık tarihinin de en önemli hadiselerinden biridir. Bunun tarihi, genellikle 10. asırdan, daha geride 751 Talas Savaşı’ndan başlatılırsa da, Buhari, Müslim ve Tirmizî gibi en büyük Hadis imamlarının Maveraünnehir kökenli olduğu hatırlanırsa, bu tarih daha öncelere de kaydırılabilir. Nitekim, son İran Sâsânî şehinşâhı III. Yezdicerd, 642 Nihavend mağlubiyetinden sonra imparotorluğunu kaybedince, Merv’e gelip Batı Göktürk hakanı Tulu Kağan’a sığınmış, daha sonra Horasan’ı alan Müslümanlar, Emevîler çağında Amuderya’yı geçip Mâverâünnehr’e girmişlerdi. 710–716 arasında Emevî umumî vali ve başkumandanı Kuteybe ibn Müslim, Mâveraünnehr’in hemen tamamını Türkler’den almış ve Semerkand, Buhara gibi büyük merkezler, İslâm devletine katılmıştı. Buralarda yaşayan Türkler, İslâm hakimiyetini kabûl etmişler ve neticede Türkler arasında ilk Müslüman olma vakaları başlamıştır (Öztuna, 1: 88).
Çinlilerin Müslümanlara karşı giriştiği Talas meydan muharebesinde Arap Müslümanlarla Türkler silah arkadaşlığı yaptılar ve bu, 7. asrın iki büyük fâtih milleti arasında büyük bir psikolojik yakınlaşma meydana getirdi. Bu tarihten itibaren İslâm, Türkler arasında sulh yoluyla yayılmaya durdu. Bu tedricî nüfuz ve yayılışlar sayesindedir ki, kaynaklar 960 yılında 200.000 çadır halkı gibi büyük bir göçebe kitlesinin İslâm dinini kabûl ettiğine dair mühim bir hadiseyi bildirmişlerdir (Turan, 239).
Karahanlılardan Satuk Buğra Han’ın “Abdülkerim” adını alarak 920 yıllarına doğru İslâm dinini kabul etmesiyle, Türk tarihinin mukadderatı değişti ve bu hadise, Türk tarihinde tam bir dönüm noktası teşkil etti (Öztuna, 135). Artık Türklerin yüzleri İslâm dünyasına dönmüştü. Burada mağlûbiyete uğrayan Çin ise iç buhranlara düşerek, bir daha Orta Asya’ya ve Türklere müdahalede bulunamadı (Turan, 219).
Bu âna kadar Türkler, etrafı yüksek dağlarla çevrili bozkırlardan ve çöllerden oluşan bir kara ülkesi halkıydı. Müslüman olduktan sonra yüzünü batıya, sürekli batıya çeviren Türkler, denizlere açılmaya ve kurdukları cihan devletleriyle dünya çapında bir millet olmaya yöneldiler.
1040’ta Karahanlılar, Kaşgar ve Semerkand’da idi. Bu tarihte Selçuklular, Gazneliler’e karşı Dandanakan zaferini kazandılar. Bu zafer, Türk tarihinin İstanbul’un fethi ve Malazgirt’ten sonra en mühim hadisesidir. 1000 yıl kapalı kıtalarda dolaşan Türkler, Dandanakan’la bir hamlede açık denizlere inmişler (Öztuna, 1:383) ve Büyük Türk Hanlığı tacı, Selçuklular’a geçince, artık Türk İmparotorluğu, bir Yakın Doğu devleti olmuştur. 1071 yılı ise, Malazgirt zaferi ve Anadolu’nun fethinin başlangıç yılıdır. 3 yıl sonra 1074’te Türkiye devleti kurulmuş ve başkent olarak İznik şehri seçilmiştir. Bu yüzyıl, Türk tarihi hesabına baş döndürücü olmuştur (Öztuna, 138).
Moğol istilasıyla ağır bir darbe alan İslâm ağacı, Türklerin Müslüman olmasıyla birlikte yeni ve oldukça muhteşem bir sürgün verdi. O kadar ki, bugün İslâm tarihi ve İslâmTürk tarihi sanki 19 ve 20’nci asırlardan ibaretmiş gibi, gözümüzü bu geçmişimize kapayıp, son iki asırdaki gerilememizin vebalini İslâm’a yıksak da, tarihin apaçık şahid olduğu bir gerçek vardır ki, 1774’te Ruslar karşısında aldığı mağlûbiyetle Türk–Osmanlı devleti, dünyanın en büyük devleti olma sıfatını kaybedinceye kadar, kısa bir Moğol devri hariç, tam 11,5 asır cihanın en büyük gücü şu veya bu Müslüman devleti olmuş ve çok kere bu müddet içinde dünyanın 2., 3., 4. güçlü devletine de yine Müslümanlar sahip bulunmuştur (Öztuna, 1:326). Bunun sırrını Nureddin Topçu, şöyle açıklar:
“Ruhî hayatımızın zirvesi, dinî tasavvurların dünyasıdır. İslâm dininin, milletimizin kuruluşunda en büyük rolü oynadığını biliyoruz. Türk’ün Müslüman olması, maddî hayattan ruhî hayata geçiş diye vasıflandırılabilir. Böyle bir gidiş, insanın tabiî ilerleyişidir. Gayesi ruha kavuşmak olan dinî hareket, yalnız ibadetler halinde görülen disiplinli bazı hareketlere münhasır değildir. O, mü’minin bütün hayatına yayılmıştır. Gerçek dindarın hareketi ibadet, sözü dua, bakışı rahmet, beraberliği kuvvettir. Bu hale ulaşabilme, duyulardan akla, akıldan kalbe ve ilhama yükselme sayesinde mümkün oluyor. Bu hayatta, tecrübe, akla dayanmış bir merdivendir. Akıl ise, kanadı aşk olmak şartıyla, kalbe ve ilhama yükseltici kuvvettir.” (Topçu, 133)

İslâm’ın Dönüştürücülüğü
İslâm, kendisini kabul eden fertleri ve toplumları, çok kısa zamanda değiştirme gücüne sahiptir. 23 sene gibi çok kısa bir zaman içinde, âdetlerine son derece bağlı, alabildiğine mutaassıp, acımasız, her bakımdan geri bir çöl topluluğundan, Kıyamet’e kadar bütün insanlara ilim, maneviyat, muamele, ahlâkî değerler gibi hayatın her sahasında rehberlik yapacak bir Sahabe toplumunu çıkarması, İslâm’ın eşsiz mucizesidir. Bunun gibi İslâm, kendisini kabûl eden diğer toplumları da aynı şekilde değiştirmiştir. Meselâ, Isaac Taylor, İslâm’ın kişiler üzerindeki tesiri konusunda Church Congress of England (İngiltere Klise Kongresi)’da yaptığı konuşmada şunları söylemiştir:
“İslâmiyet kabul edildiği zaman putperestlik, totemizm, çocukları öldürme, büyücülük hemen kaybolur. Kirliliğin yerini temizlik alır ve İslâm’ı kabul eden kişi, şahsî bir şeref, haysiyet ve kendine güven duygusu kazanır. Hayasızca yapılan danslar, oyunlar ve cinsler arası ahlâksız münasebetler sona erer; kadının iffeti, kabul edilen bir fazilet halini alır. Çalışkanlık, tembelliğin yerine geçer ve keyfîlik yerini kanuna bırakır. Düzen ve temkin yerleşir. Kan davalarıyla, hayvanlara ve kölelere kötü muamele yok olur. İslâm, batıl inançlarla her türlü tefessühü silip süpürmüştür. İslâm, boş polemiklere karşı bir baş kaldırmadır. Kölelere ümit, insanlığa kardeşlik ve temel insan fıtratına tanıma getirmiştir.. İslâm’ın yerleştirdiği faziletler edeb, nefse hakimiyet, temizlik, iffet, adalet, metanet, cesaret, cömertlik, misafirperverlik, dürüstlük ve sabırdır.. İslâm, Müslümanlar arasında tam bir kardeşlik ve eşitlik vaz’eder. Kölelik, İslâm inancının bir parçası değildir. Çok kadınla evlilik şartlara bağlıdır ve zor bir iştir. Kaide olmaktan ziyade, sadece bir istisnadır. Musa [as] onu yasaklamamış, Davud [as] uygulamış, İncil de açıkça men’ etmemiştir. Muhammed [sas] ise, onu sınırlandırmış ve belli şartlara bağlamıştır. Müslümanlar, Allah’ın iradesine teslimiyetleri, nefse hakimiyetleri ve iffet, doğruluk ve İslâm kardeşliği sayesinde kendilerini taklitle çok şeyler kazanacağımız bir model oluşturmuşlardır. İslâm, Hıristiyan dünyanın üç baş belâsı olan sarhoşluk, kumar ve fuhşu ortadan kaldırmıştır. İslâm, medeniyet adına Hıristiyanlıktan çok daha fazla şey ortaya koymuştur.” (İzzetî, 335–36)

Yabancı Gözlemcilere Göre Müslüman–Türk Toplumu
İslâm, Türk tarihinde, bugün Türkiye’de yaşayan hiç kimsenin hayal edemeyeceği bir toplum meydana getirmiştir. Onun ancak son ve yıkılış dönemine yetişmiş Mehmet Akif, Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar gibi yazar ve şairlerimizin bazı kesitlerini sunduğu bu toplum hakkında batılı seyyah ve gözlemciler şunları yazıyordu:

Halkın ve toplumun karakteri
“Türkler, çok dindar ve merhametlidirler. Büyük saygı besledikleri padişahlarına son derece sâdık ve itaatkârdırlar. Türkler, birbirleriyle pek münakaşa etmezler. Şehirde askerler de dahil, kimse silah taşımaz. Pek az kavga ederler, düello nedir bilmezler... Gerçekten halis Türkler şarap içmezler... Çok sayıda oyunları vardır ama, parasız oynarlar... Türkler, az yerler, ne çok çeşitli, ne de çok nefis yemeklere düşkündürler... Kötü taraflarına gelince, çok izzeti nefis sahibidirler; kendilerini bütün milletlerin fevkinde görürler. Yeryüzünün en cesur ve asil kavmi olduklarına inanırlar...
“Türkler, her sahada intizamı o kadar severler ki, onu korumak için hiç bir şey yapmaktan çekinmezler... Her türlü eşya makul fiyatlara satılır. Mal satanların tartılarını kontrolle tavzif edilmiş memurlar her gün satıcıları kontrol ederler. Eğer terazisi hileli olan veya pahalı satan bir satıcıya tesadüf ederlerse, derhal değnek cezasını infaz ederler ve ayrıca tazminata da mahkûm ederler...” (Monsieur de Thevenot, Relation d’un Voyage Fait Au Levant, Paris 1665, s: 111, 126; nakl: Yabancılara Göre Eski Türkler, 7, 9)
“Türkler oyun oynamayı çok istihkâr ederler. Para kazanmak için oynayan bir adam, yani kumarbaz onların nazarında hırsızdan da âdi bir mahlûktur. Türkler dansı, kendileri için insanlık şeref ve haysiyetlerini lekeleyen, insanın en bayağı ve iptidâî taraflarına hitap eden basit bir maharet telâkki ederler.” (Porter, 32, nakl: Eski Türkler, 144)
“İnsan, paşadan küçük bir bakkala kadar bütün Türklerin aynı okulda yetişmiş, aynı asâlet mertebesine sahip büyük senyörler olduklarını zanneder... İstanbul halkı, yeryüzünün en medenî ve en dürüst halkıdır. İstanbul’da sokak kavgalarına, maksatsız dolaşan serserilere, dedikoducu kadınlara, herhangi bir fuhuş belirtisine, yüz kızartacak hiçbir harekete rastlamak mümkün değildir. Bütün yüzler, eller ve ayaklar tertemizdir. Yırtık elbiselere nâdiren rastlanır. Ama kirli olanlarına hemen hiç rastlanmaz. Hiç bir tarafta haylaz ve dilenci güruhuna tesadüf edilmez. Her tarafta muhtelif içtimâî sınıfların birbirlerine, karşılıklı saygı duydukları müşahade edilir.” (Reclus, 165, nakl: Eski Türkler, 6667)

“Birbirlerine karşı dürüst ve müşfiktirler. Yemek yerken kaç kere yanlarından geçen bir fakiri çağırıp doyurduklarını gördüm. Biz, bunu yapmazdık. Bir menfaat elde etmek yahut göze girmek için asla dalkavuklukta bulunmazlar. Hürmetkâr, cesur, ciddi ve sadedirler. Kimseye hakaret etmek istemezler. Az ve öz konuşurlar. O kadar dürüst ve namusludurlar ki, başka türlü olunabileceğini düşünmediklerinden ve herkesi kendileri gibi sandıklarından daima aldatılırlar. Türklerde sonsuz bir iyilik, şefkat ve sadelik hazinesi, güzel olan her şeye karşı köklü bir saygı ve zayıfa karşı derin bir merhamet mevcuttur.” (Garanville Murray, nakl: Eski Türkler, s: 79, 84, 85)

Kadın ve aile
“Sokakta bir kadına rastlayan erkek, bakmak yasak edilmiş gibi başını çevirir. Bir Türk için hiddetlenip kadına el kaldırmak kadar ayıp bir şey yoktur.” (Porter, nakl: Eski Türkler, 81)

“İranlılarda görülen gösterişe Türklerde rastlanmaz. Türkler arasında çelimsiz ve hastalıklara nâdiren rastlanır. Kanaatkâr ve sâde bir hayat sürmek onları böyle sıhhatli tutmaktadır. Türk, hiç bir zaman aldatmaz. Namuslu, iffetli, doğru sözlüdür. Yakınlarına çok bağlı olan Türk, elinde bulunan her şeyi onlarla paylaşır, karşılığında da hiç bir şey talep etmez. Türk, aile içinde âdil ve müşfiktir. Türk, umûmiyetle aile ve izdivaç bağlarına Avrupalılardan çok daha hürmetkârdır... Evin içinde mutlak hâkim olan kadın, daima müşfik ve mültefit bir muamele görmektedir... Türklerdeki fıtrî iyilik, tesir sahasını hayvanlara kadar teşmil etmekte ve meselâ bir çok bölgelerde eşeklere haftada iki gün dinlenme izni verilmektedir.” (Elisee Reclus, Nouvelle Geographie Universelle, “La Terre et Les Hommes,” 1884, c:9, s: 543, nakl. Eski Türkler, 4446)

İdareye saygı ve ordu
“Türklerde yalancılık, cinâyet ve hilekârlık yoktur. Padişahlarına tahtta kaldıkları müddetçe itaat ettikleri gibi, ALLAH’a da hiç bir engizisyona ihtiyaç olmadan mü’min ve mutidirler.” (Lord Byron, La Crise de O’rient’de, Paris 1907, nakl: Eski Türkler, 76)

“Türkler, hükümdarlarına derin bir hürmet beslemelerine ve ondan bahsederken çok nazik ifadeler kullanmalarına rağmen, çok kere onunla serbestçe konuşmakta, şikâyetlerde bulunup gerek padişahı gerekse vezirlerini haksızlık yaptıkları takdirde tenkit etmekten çekinmemekte.... ve hattâ baskı ve tahakküm ifrata vardırıldığı takdirde, isyanlara bile tevessül etmekten kaçınmamaktadırlar.” (Porter, nakl: Eski Türkler, 189)

“1832’de Arnavutluk, Manastır, Makedonya, Bulgaristan, Sırbistan’ı dolaştım. Bilhassa batı ve kuzey taraflarında Padişah ve Sadrazam’dan bahsederken ‘Allah, ömrümün on senesini alıp onunkine eklesin’ demeyen pek az köylüye rastladım.” (Eski Türkler, s:127)

“1526’da 200.000 kişi (Mohaç’a giden ordu) ekilmiş tarlalara ayak basmadan ve bir tek ot koparmadan yaya olarak imparotorluğu bir baştan öbür başa katetmiştir.” (J. Michelot, nakl: Eski Türkler, 90)

“Sükûn, intizam, ordugâhlarındaki temizlik, lüzumunda ceza vermek gibi müeyyidelerle desteklenen itaat, uzun yürüyüşlere, az gıdaya razı olmak, savaşa karşı iştiyak, muharebede şevk, disiplindeki mükemmeliyet, nefsi kontrol, gayeye sadakat: bütün bunlar, Türk askerlerinin mucizevî hasletlerinden bazılarıdır.” (Eski Türkler, 175)

“Türkler, bizim askerlerimize göre üç sebepten dolayı üstündürler. Komutanlarına derhal itaat ederler. Savaşırken hayatlarını hiçe sayarlar; uzun müddet arpa ve su ile iktifâ ederek ekmek, su istemezler ve şarap içmekten nefret ederler. (Eski Türkler, 176)

Hoşgörü
“Fâtih bir millet olan Türkler, idâreleri altındaki çeşitli milletleri Türkleştirmeye çalışmamış, onların din ve âdetlerine saygı göstermişlerdir. Romanya için Rus ve Avusturya idaresi yerine Türk idaresi altında yaşamak bir talih eseri olmuştur. Zîra aksi taktirde bugün Romen milleti diye bir millet olmayacaktı.” (Popescu Ciocanel, La Crise de O’rient, Paris 1907, nakl: Eski Türkler, 79).

Muhteşem medeniyet
“Binâenaleyh Evliyâ Çelebi’nin 17. asır sonunda Ankara şehrinde 170 çeşme, 3000 kuyu, 76 câmi ve en büyüğü 3.000 dervişi barındıran Hacı Bayram olmak üzere 15 kadar zâviye tespit etmesinde şaşılacak bir şey yoktur. Yine Ankara’da Evliyâ Çelebi’ye göre, 200 hamam, 70 bahçeli saray, 6.600 ev, Kur’ân’ı ezbere bilen 2.000 kadar kız ve erkek çocuk ve ayrıca şerh ve tefsir edebilecek 1.000 kadar genç mevcuttur.” (Reclus, 193, nakl: Eski Türkler, 71)

“İstanbul’un büyük caddelerinin birinden geçiyoruz... Yol bizi, camilere, köşklere, minarelere, kubbeli çeşmelere, altın ve arabesk yazılarla süslü padişah türbelerine götürüyor. Her taraf mimarî şaheserleri, su şırıltıları, âhenkli bir mûsikî gibi hisleri kucaklayan ve ruha neşe veren serinlikteki gölgelerle dolu... Buradan padişahların kendi adına yaptırdıkları camilere varılıyor. Bunların her biri, caminin muhteşem kubbesi yanında hemen hemen silikleşen medrese, hastahane, kütüphâne, dükkân ve hamamlardan mürekkep küçük bir şehir teşkil etmektedir... Burada artık güzellik duygusundan çok daha derin ve çok daha kudretli bir şey hissetmeye başlıyoruz. Bize başka bir düşünce ve duygu dünyasının mermerden örülmüş muhteşem bir medeniyetin ifadesi gibi görünen bize yabancı ve karşı bir milletin, bize düşman bir îmânın iskeletini temsil eden ve zarif sütunlarının azametli diliyle, bizimkinden apayrı bir ALLAH’ın önünde eğilen, ecdadımızın titrediği bir halkın zaferini ilân eden bu âbideler, bu eserler, insana korku ve kuşku ile karışık bir hürmet telkin ederler.” (Reclus, 149, nakl: Eski Türkler, 7374)

Ana kaynak
“Avrupalılar, ahlâkî ve dînî peşin hükümlere kapılmasalar, Kur’ân–ı Kerim’in amelî hayatla sıhhatli bir felsefenin mükemmel bir imtizâcını teşekkül ettirdiğini, O’nun metafizik ve mücerret bir fazileti değil, beşeri hayata tam mânâsıyla intibâk ettirilebilecek bir fazileti talim eden bir kitap olduğunu teslime mecbur olurlardı. Eğer bütün insanlar Kur’ân’ın ahkâmına tam mânâsıyla riayet ederek yaşasalardı, bütün örf ve âdetlerin âhenkli bir şekilde muvâzelendirildiği altın çağın geri geldiğini görürdük.” (Reclus, 173, nakl: Eski Türkler, 68.)

Müslüman–Türk toplumu hakkında batılı seyyah ve yazarlarca ifade edilen bütün bu meziyetler, Türk karakteri ile İslâm’ın âhenkdâr kaynaşmasının, İslâm’ı samimî kabulün ve hayata hayat yapmanın meyveleri idi. Öyle inanıyorum ki, yarının tarihine de aynı kaynaşma ve aynı samimî kabûl yön verecektir.

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 0 üye beğendi.
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
5 Ağustos 2006       Mesaj #5
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Türkler'in Müslümanlığı kabulü bu milletin kaderi üzerinde de son derece önemli bir yer işgal geder. Yeni bir din veya medeniyetin kabulü, cemiyette inanış, düşünüş ve yaşayış gibi çeşitli bakımlardan meydana getirdiği değişiklik ve gelişmeler dolayısıyla bir milletin tarihinde en önemli bir hadise olma özelliğini daima korumaktadır. Böyle bir değişiklikle milletlerin varlıklarını koruduğu, yeni bir iman ve hızla ileri bir seviyeye eriştiği veya bunun tam aksine milli bünyelerinin sarsıldığının, hatta milli benliklerini kaybettiklerinin örneklerine tarihte sık sık rastlanmaktadır. Din değiştirmenin bir milletin hayatında meydana getirdiği değişikliklerin Türk tarihinde açık olarak görebiliriz.
Türkler Müslüman olmadan önce gerek Türkistan'da ve gerekse yayıldıkları ülkelerde Budizm, Maniheizm, Musevilik, ve Hıristiyanlık gibi dinleri kabul etmişlerdir. Ancak bu dinleri kabul kısmen olmuş ve büyük Türk kitlesi kendi Gök-Tanrı dinlerine bağlı kalmışlardır. Türklerin kısmen de olsa kabul ettikleri bu dinlerin ortaya koyduğu nizam, onların töre ve yaşayışlarına uymadığı için, kısa zamanda onların milli benliklerini kaybetmelerine sebep olmuştur.
Gök Türk Hakanı Bilge Kağan, vezir'i Tonyukuk'tan bir Budist mabedinin yapılmasını istediği zaman bu Bilge vezirin ona verdiği "Savaşı ve hayvan etini yemeği yasaklayan ve miskinlik telkin eden bu dinin kabulu Türkler için felaket olur" cevabı bu husustaki ileri görüşünü ve endişesini bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır.
İslamiyetin kabulü Türklere yeni bir ruh ve kuvvet vermiş, Asya steplerinden Avrupa içlerine kadar uzanan sahalarda büyük ve uzun ömürlü devletlerin kurulmasında başlıca sebep olmuştur. Bunlardan daha önemlisi İslam dininin ortaya koyduğu nizam ile Türk töre ve yaşayışı birbirine uyduğu ve birbirini tamamladığı için Türkler milli varlıklarını devam ettirmişlerdir.
İslam dinini kabul eden Türk boylarından hiçbirisi, diğer dinleri kabul eden Macarlar, Bulgarlar, Hazarlar ve Peçenekler gibi milli varlıklarını kaybetmemişlerdir. Diğer bir ifade ile dünyanın çeşitli ülkelerine dağılmış olan Türk Milleti varlığını İslam dini sayesinde koruyabilmiştir. İslamiyetin bu müsbet tesiri, devlet idaresinden sanata kadar toplum alanının her alanında kendisini göstermiş, ilham kaynağı olmuş ve ölümsüz eserlerin meydana gelmesini sağlamıştır.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
27 Aralık 2010       Mesaj #6
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Türkler İslâmiyet'i kılıç zoruyla değil, kendi rızalarıyla kabul etmişlerdir. Şüphesiz bu dini seçmelerinin en önemli sebebi, eski Türk inancı ve anlayışı ile İslâmiyet arasında birçok benzerlik bulunmasıdır:

1- Eski Türk dini, Gök-Tanrı inancı adıyla bilinmektedir. Bu inanışa göre Türkler, İslâmiyet'teki gibi tek bir Allah'a inanıyor ve O'na Tanrı (Tengri) diyorlardı. İslâmiyet'te Esmâ-i hüsnâ denilen Allah'ın sıfatlarından bazıları, eski Türk inancında da mevcuttu .

2- Ahiret ve ruhun ölmezliği, her iki inançta da mevcuttu. Türkler cennet için uçmağ (uçmak), cehennem için tamu sözünü kullanmaktaydı.

3- İslâmiyet'te olduğu gibi Gök Tanrı inanışında da Tanrıya kurban sunuluyordu.

4- İslâmiyet'teki gaza ve cihât ile Türklerin dünya üzerinde töreyi hâkim kılmak için yaptıkları savaşlar benzer mahiyettedir. İslâm anlayışına göre savaş sonunda elde edilen ganimet helâldir.
Türklerde ise aynı şekilde yağma geleneği vardır.

5- İslâmiyet'in telkin ettiği ahlakî kurallar, Türk anlayışına da uygun düşmektedir.
buz perisi - avatarı
buz perisi
VIP Lethe
11 Haziran 2012       Mesaj #7
buz perisi - avatarı
VIP Lethe
Türklerin İslâmiyet'e Hizmetleri

Türklerin İslâmiyet'i kabul etmeleri hem İslâm âlemi hem de dünya tarihi açısından büyük sonuçlar doğurmuştur. Türkler, karışıklık içinde bulunan İslâm dünyasının koruyuculuğunu üstlendiler. Selçuklular, Abbasi halifelerini himaye ettiler.
Batıda Haçlı Seferleri'ne, doğuda Moğol akınlarına karşı Türkler tarafından set oluşturuldu. Böylece İslâm dünyası dağılmaktan kurtulmuştur. Bin yıla yakın bir süre Türkler, İslâmiyet'in bayraktarlığını yapmıştır.
Gazneli Mahmud'un Hindistan'a kadar yaptığı seferler neticesinde İslâmiyet Hindistan'a kadar ulaşmıştır. Böylece yakın dönemlerde kurulan Pakistan ve Bangladeş'in temelleri atılmıştır. Osmanlı döneminde ise Türkler Balkanlara yerleştiler. Arnavutlar, Bosna-Hersekliler (Boşnaklar) bu dönemde Müslüman oldular.
Türklerin İslâmiyet'e hizmetleri sadece siyasî ve askerî alanla sınırlı kalmamıştır. Devlet idaresi ve askerî yapılanmada bütün İslâm dünyasını etkileyen Türkler, İslâm medeniyetinin gelişmesinde de inkâr edilemez hizmetlerde bulunmuşlardır. Bilim, sanat ve edebiyat alanında İslâm rönesansı, Türklerin katkıları ve sağladıkları huzur ve emniyet sayesinde gerçekleşmiştir. Dolayısıyla İslâm dininin ve medeniyetinin, dar Arap ve Fars çevresine sıkışıp kalmayarak, evrensel hâle gelmesi yine Türkler sayesinde mümkün olmuştur, demek yanlış olmaz. Meselâ, Selçuklu veziri Nizamülmülk tarafından Bağdat'ta kurulan Nizamiye Medreseleri (1066 ), öyle büyük bir üne sahip oldu ki, bu medreseler İslâm medreselerinin ilk örneği olarak kabul edilmişti. Halbuki Samanoğulları ve Gazneliler devrinde de medreselerin bulunduğu bilinmektedir. Ancak Nizamiye Medreseleri dinî bilimler yanında müspet ilimlerin de okutulduğu ilk medreseler olmakla, modern üniversitelere öncülük etmiştir.
Abbasiler zamanında başlayan eski Yunan ve Helen medeniyetlerine ait eserler ve felsefe akımlarının çevirileri, Türk hâkimiyeti devresinde zirveye ulaşmış idi. Böylece İslâm medeniyetinde büyük gelişmeler olmuştur. Batıda unutulmuş olan Yunan ve Helen medeniyeti, Haçlı Seferleri sayesinde İslâm medeniyeti ile birlikte tekrar Avrupa'ya taşınmıştır. İslâm medeniyetinin öncüleri durumunda olan Türk bilginler bütün dünya tarafından tanınmış ve eserleri yüzyıllarca bilime rehberlik etmiştir. Bu Türk bilginlerinin en ünlüleri Farabi, Birunî ve İbni Sina'dır.

Oğuzların Karaçuk (Farab) şehrinde doğan Farabi (870 -950), matematik, fizik, astronomi vb. konularda 160 kadar kitap yazmıştır. Ancak onu asıl önemli kılan Helen felsefesinin akılcı, mantığa dayalı yönüyle İslâm düşüncesini kaynaştırdığı felsefe alanındaki çalışmaları olmuştur. Aristo'nun düşüncelerini en iyi açıklayan kişi olduğundan "Muallim-i Sâni" (İkinci öğretmen). adıyla anılmıştır. Eserlerinin çoğunun Lâtinceye çevrildiği batıda "Al-farabıus" adıyla bilinmektedir. İhsâ'ül -Ulûm isimli eseriyle bilimleri ilk kez sınıflandıran Farabi aynı zamanda Öklit geometrisini de açıklamıştır .
Farabî'nin düşüncelerinden etkilenen İbni Sînâ (980-1037), çeşitli konularda 220 civarında eser vermiş diğer ünlü bir Türk bilginidir. Avrupa'da "Avicenna" adıyla bilinmektedir. Felsefe ve müspet bilimlerle uğraşan İbni Sina asıl ününü tıp alanında kazanmıştır. "El-Kanun fi't-Tıb" adlı eseri Lâtinceye çevrilmiş ve yüzlerce yıl ders kitabı olarak okutulmuştur.

Birûnî (973 -1051), Harzemşahların sarayında yetişti ve Gazneli Mahmud'un himayesine girdi. Matematik, geometri, tıp ve coğrafya gibi alanlarda 113'ten fazla eser veren Birûnî'nin asıl başarısı astronomi dalındadır. Yıldızların yüksekliğini, açılarını ölçen hassas aletler geliştirdi. Dünya çekirdeğinin çapını sadece 15 kilometrelik yanılmayla 6338.8 km olarak tespit etmiştir. Yazdığı astronomi kitabı, dünyanın ilk astronomi ansiklopedisi olarak kabul edilmektedir.
Farabî ve İbni Sina'nın açtığı yoldan birçok Türk âlim ilerlemiştir. Felsefe dalında; El-Harezmî, Şehristânî ve tasavvufun öncülerinden Gazali, İbni Rüşd, Fahreddin Razi, geometride Abdurrezzak Türkî, trigonometri'nin kurucularından Abdullah el-Baranî ilk akla gelenlerdir .
Selçuklu Sultanı Melikşah İsfehan ve Bağdat'ta birer rasathane kurdurarak, İranlı ünlü matematikçi ve astronom Ömer Hayyam'ı buralarda görevlendirdi. Ömer Hayyam'ın da içinde bulunduğu bazı bilim adamları, Melikşah adına güneş yılına dayanan Celâlî veya Takvim-i Melikşâh adlarıyla anılan bir takvim hazırladılar.
Sanat ve mimarlık alanlarında da Türk-İslâm devletleri zamanında büyük gelişme görülmektedir. Türk-İslâm kültürü ve sosyal hayatına uygun olarak gelişen mimarlığın en önemli örnekleri cami, medrese, kervansaray, imaret, darüşşifa (hastane) vb.dir. İlk Türk-İslâm mimarî örneği, Tolunoğlu Ahmed tarafından Kahire'de yaptırılan Tuluniye Camisi'dir ve bugün dahi varlığını korumaktadır.
Türkler tarafından geliştirilen kubbe, kemer ve sütun biçimleri, Orta Asya yaşantısı ve çadır kültürünün, İslâm mimarîsine yansıtıldığı yeni bir mimarî üslûbu getirmiştir. Özellikle tekke, kümbet, cami ve medrese gibi yapılarda, Türk mimarî üslûbunun eşsiz örnekleri görülür.
Yazı, cilt, çini, minyatür sanatları ile seramik, dokumacılık, taş ve maden işçiliği vb. alanlarda Türkler eşsiz örnekler vermişlerdir. İslâmî anlayışa uygun düşmemekle beraber heykel ve kabartma sanatını devam ettirmişlerdir. Örneğin birçok yapıda hayvan figürleri kullanılmış, Sultan Tuğrul bastırdığı madalyona kabartma resmini koydurmuştur. Müzik alanında da Türkler yenilikler getirmişlerdir. Farabî müzik üzerine iki eser yazmış ve bunlar dünya müzik tarihine geçmiştir. Eserinde ses ve müziğin fizik temellerini inceleyerek, ses perdesinin özelliklerini ilk defa ortaya koymuştur. Saraylardaki nevbet (bando), Osmanlı askerî mehterine örnek olmuştur. Ayrıca bazı tarikatlerin yaptıkları dinî müzik ve rakslar, Türk tasavvuf musikisinin ve semahların özünü oluşturmuştur.

In science we trust.

Benzer Konular

5 Ocak 2015 / Mystic@L Mustafa Kemal ATATÜRK
2 Kasım 2012 / Misafir Osmanlı İmparatorluğu
5 Ekim 2013 / Misafir Soru-Cevap
14 Eylül 2006 / Misafir Taslak Konular
28 Aralık 2015 / Misafir Taslak Konular