Arama

Menkıbeler (Dini Hikaye, Öyküler) - Sayfa 3

Güncelleme: 16 Mayıs 2014 Gösterim: 390.978 Cevap: 177
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
24 Eylül 2006       Mesaj #21
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Tilki ormanda gezmektedir. Bir ağacın dalında asılı bir geyik budu görür. Açtır ama şüphelenir, dikizlemeye başlar ve görür ki bu bir tuzak: Geyik budu bir iple bombaya bağlıdır. Uzaklaşıp sotaya yatar. Biraz sonra kurt gelir, budu görür ve yatan tilkiyi de tabii, tilkiye sorar: "Napıyorsun dostum?"
Tilki cevap verir: "Hiiiç... Yatıyorum."
Sponsorlu Bağlantılar
"Burada bir but var."
"Evet, var."
"Neden yemedin?"
Tilki sakince cevap verir:
"Bugün orucum."
Kurt kendinden emin:
"Ben yiyeyim o zaman."
Tilki "Buyur afiyet olsun" der.
Kurt buda uzanır uzanmaz bir patlama, ortalık toz duman. Kurt yaralı, perişan bir halde yatarken tilki sakince budu yemeye başlar. Bunu gören kurt: "Lan hani oruçtun?"
Tilki pişkin pişkin "Biraz önce top patladı duymadın mı?" der...
Bu hikâye, Deniz Gürsoy'un Oğlak Yayınları'nın yemek serisinden çıkan yeni kitabı 'Ramazan Geldi, Hoş Geldi, Baklava Tepsisi Boş Gel(me)di'den.
Ramazan'la birlikte bütün o 'duruma göre' oruçlar, magazin iftarları, sosyalleşme sahurları, şenlikler de başlıyor. Unutmuyoruz ki Demet Akalın kocayla mercimeği fırına, Bülent Ersoy refakatinde gidilecek bir iftara rezervasyon yaptırma, Ersoy'un son dakika iptaliyle de müstakbel eşin
'E siz buyrun o zaman iftara' teklifini kabul etme suretiyle vermiştir.
Bir tane daha:
"19'uncu yüzyılın başlarında Üsküdar'da muhteşem bir konakta azledilmiş Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi'nin konağına dönemin padişahı II. Mahmut habersiz olarak iftara gitmiş. İkisi baş başa oruç açmışlar. O sırada, pilavla gelen kristal hoşaf kâseleri Padişah'ın dikkatini çekmiş. Padişah'ın kâseleri çok beğendiğini fark eden Dürrizade, hoşafın lezzeti bozulmasın diye buz parçalarını hoşafın içine attırmadığını söylemiş. Padişah yine de anlamakta zorluk çekince devamını getirmiş: "Kaseleri buzdan yaptırıp hoşafı onların içine koyduruyorum."
Aşağı yukarı iki yüzyıl önceki azledilmiş Şeyhülislam'ın gustosuna bakıyor, şimdiki dini erkâna hiç bakmıyor, kısa bir süre sessizce ağlıyoruz hep birlikte.
Gürsoy'un kitabı böyle ufak öykülerle başlıyor, iftar mönüleriyle, sonra da yemek tarifleriyle ilerliyor.
Bu ara kafayı çorbayla bozduğum için hemen o reyona baktım önce. Şafak çorbası haricinde hepsi tanıdıktı, şafağın da içerik itibarıyla adının yarattığı heyecanı bastıramadığı söylenebilir.
Halbuki bu ara alakadar olduğum çorbalardan, İsmet Sıral Creative Music Studio projesiyle de aşina olabileceğiniz Dost Kip'in Çorba da Çorba dükkânındaki Safranlı Hünkâr Çorbası mesela, bir başyapıttı.
Ramazan için en yıldızlı otellerden en garibim mahalle kafesine her yer özel iftar mönüsü hazırladı (Moğol barbeküsü yapandan da geldi, suşiciden de) bir de.
Bazısının iftariyelik sayısını artırmak için ekmek çeşitlerini bile kepekliydi, cevizliydi diye ayrı ayrı sayması, vatandaşa Prens Charles sofrası vaat ediyor maşallah. Guardian'ın haberine göre, Charles'ın masasına değişik sürelerde haşlanıp, sudan çıkarılma sırasıyla numaralandırılan yumurtalar diziliyormuş. O da yumurtaları sırayla kırıp bakıyor ve istediği kıvamda olanını bulup yiyormuş!

Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
kamyon - avatarı
kamyon
Kayıtlı Üye
27 Eylül 2006       Mesaj #22
kamyon - avatarı
Kayıtlı Üye
AHDE VEFA

Sponsorlu Bağlantılar



Hz. Ömer arkadaşlarıyla sohbet ederken, huzura üç genç
girerler. Derler ki :
-"Ey halife, bu aramızdaki arkadaş bizim babamızı öldürdü.
Ne gerekiyorsa lütfen yerine getirin." Bu söz üzerine Hz. Ömer suçlanan gence
dönerek :
- Söyledikleri dogru mu diye sorar ,

Suçlanan genç der ki :

-evet dogru.

Bu söz üzerine Hz Ömer anlat bakalım nasıl oldu diye sorar:

Bunun üzerine genç anlatmaya başlar, der ki :

-"Ben bulunduğum kasabada hali vakti yerinde olan bir insanım

ailemle beraber gezmeye çıktık, kader bizi arkadaşların bulundugu yere getirdi.

Affedersiniz hayvanlarımın arasında bir güzel atım var ki dönen bir
defa
daha bakıyor, hayvana ne yaptıysam bu arkadaşların bahçesinden
meyva
koparmasına engel olamadım, arkadaşların babası içerden hışımla
çıktı atıma
bir taş attı atım oracıkta öldü.
Nefsime bu durum agır geldi, ben de bir taş attım, babası
öldü. Kaçmak istedim fakat arkadaşlar beni yakaladı, durum bundan
ibaret"
dedi.
Bu söz üzerine Hz Ömer

- "Söyleyecek bir şey yok, bu suçun cezası idam.Madem suçunu da kabul ettin"
dedi.

Bu sözden sonra delikanlı söz alarak

-"Efendim bir özrüm var" diyerek konuşmaya başladi

- "Ben memleketinde zengin bir insanım, babam rahmetli olmadan bana
epey
bir altın bıraktı.Gelirken kardeşim küçük olduğu için saklamak
zorunda kaldim.

Şimdi siz bu cezayı infaz ederseniz yetimin hakkını zayi
ettiğiniz için

Allah(cc) indinde sorumlu olursunuz, bana üç gün izin
verirseniz ben
emaneti kardeşime teslim eder gelirim, bu üç gün içinde yerime
birini
bulurum" der.
Hz. Ömer dayanamaz der ki :

-"Bu topluluğa yabancı birisin, senin yerine kim kalir ki?!"
Sözün burasinda genç adam ortama bir göz atar, der ki:

- "Bu zat benim yerime kalir." O zat Hz. Peygamber Efendimizin
(sav) en iyi
arkadaslarindan daha yaşarken cennetle müjdelenen Amr Ibni As' dan
baskası
değildir.

Hz.Ömer Amr'a dönerek,

- "Ey Amr, delikanliyi duydun" der.

O yüce sahabi

-"Evet, ben kefilim" der ve genç adam serbest bırakılır.
Üçüncü günün sonunda vakit dolmak üzere ama gençten bir
haber yoktur. Medine'nin ileri gelenleri Hz. Ömer'e çıkarak genc'in
gelmeyeceği, dolayısıyla Amr Ibni As'a verilecek idam yerine
maktülün
diyetini vermeyi teklif ederler, fakat gençler razı olmaz ve
babamızın kanı
yerde kalsın istemiyoruz derler.

Hz. Ömer kendinden beklenen cevabi verir der ki :
"Bu kefil babam olsa farketmez cezayi infaz ederim."
Hz Amr Ibni As ise tam bir teslimiyet içerisinde der ki :
-"Biz de sözümün arkasındayız."

Bu arada kalabalıkta bir dalgalanma olur ve insanların arasından
genç
görünür. Hz. Ömer gence dönerek derki evladım gelmeme gibi önemli
bir
nedenin vardi neden geldin?" Genç vakurla başını
kaldırır ve (günümüz insanı için pek de önemli olmayan)
"AHDE VEFASIZLIK ETTİ" demeyesiniz diye geldim der.
Hz.Ömer başını bu defa çevirir ve Amr Ibni As'a der ki :

-"Ey Amr, sen bu delikanlıyı tanımıyorsun nasil oldu onun yerine kefil oldun".
Amr Ibni As Allah kendisinden ebediyyen razi olsun, vakurla
kanımızı
donduracak bir cevap verir,

-"Bu kadar insanın içerisinden beni seçti.
"İNSANLIK ÖLDÜ "dedirtmemek için kabul ettim" der.
Sıra gençlere gelir, derler ki :

-"Biz bu davadan vazgeçiyoruz."

Bu sözün üzerine Hz Ömer :

-"Ne oldu, biraz evvel babamızın kanı yerde kalmasın diyordunuz ne
oldu da
vazgeçiyorsunuz?"der.
Gençlerin cevabıda dehşetlidir :

-"MERHAMETLİ İNSAN KALMADI" DEMEYESİNİZ DİYE ...


kamyon - avatarı
kamyon
Kayıtlı Üye
1 Ekim 2006       Mesaj #23
kamyon - avatarı
Kayıtlı Üye
HOROZLA KÖPEĞİN KONUŞMASI



Kurtların, kuşların dilinden anlayan Hazreti Süleyman aleyhisselama gelen bir adam yalvarır:
- Ne olur ey Allah'ın nebisi bana da hayvanların dilini öğret de ben de konuştuklarından anlayayım.
Süleyman aleyhisselam izin vermez:
- Olmaz, der. Sen onların konuştuklarını dinlersen sabredemezsin. Arkasındaki hikmetleri düşünemezsin.
Ne var ki adam ısrar eder. Süleyman alehisselam da adama hayvanların dilini öğretir. Sevinçle evine gelen adam çöplükteki köpekle horozun konuşmalarını dinlemeye başlar. Bir ara köpekten şu sözleri duyar. Yanındaki horoza diyor ki:
- Horoz kardeş, sen arpayla buğdayla da karnını doyurabilirsin. Biraz ötedeki taneleri yesen de ekmek kırıntılarını bana bıraksan olmaz mı, benim karnım çok açtır.
Horoz şu cevabı verir:
- Sabret köpek kardeş, yarın buraya ağanın ölen eşeğini getirip bırakacaklar, bolca et yer, karnını doyurursun.
Bunu duyan ağa hemen koşar ahırdaki eşeği alıp pazarda satar. Kendi kendine söylenerek döner:
- İyi ki hayvanların dilini öğrendim, yoksa eşek elimde ölecekti.
Ertesi gün yine kulak kabartır çöplükteki seslere. Köpek sitem etmektedir horoza:
- Hani ağanın eşeği ölecekti de ben de bolca et yiyecektim ya?
Horoz cevap verir:
- Ağanın eşeği öldü ölmesine de, satın alan zavallının elinde öldü. Ağa açıkgözlülük edip eşeği sattı. Ama üzülme, bu sefer ağanın atı ölecek. Buraya getirip bırakacaklar, bolca et yer karnını doyurursun.
Ağa yine hızla kalkar, ahıra gidip atı alarak pazara götürüp satar. Dönerken de yine söylenir:
- İyi ki hayvanların dilini öğrendim, yoksa at da elimde ölecekti.
Gelip yine merakla kulak misafiri olur:
Bu sefer köpek daha yüksek sesle sitem ediyor:
- Horoz kardeş, beni yine aldattın. Hani ağanın atı ölecekti ya?
- Ağanın atı öldü ölmesine de, sattığı zavallının elinde öldü. Üzülme der; bu sefer daha büyük bir ziyafete konacağız hep birlikte.
Köpek inanmaz:
- Hadi hadi beni yine aldatıyorsun.
Horoz kesin cevap verir.
- Hayır, aldatma falan yok. Durum kesin. Çünkü der, bu sefer ağanın kendisi ölecek, malına gelecek olan bu defa kendi canına gelecek. Arkasından yemekler yapılıp etler pişirilecek, artanını da bizlere dökecekler, ye yiyebildiğin kadar.
Ağa bunu duyunca şaşırır, sağa sola koşuşturmaya başlar, yok mu beni satın alacak biri, diye söylenir. Derken gece hastalanan ağa sabaha çıkamaz ölür.
Arkasından yapılan yemek, pişirilen etlerden artanlar çöplüğe dökülür, uzun zaman hayvanlar ziyafete konmuş olurlar. Bu sırada horoz söylenir.
- İnsanlar, keşke canıma gelecek olan malıma gelsin, diyebilselerdi de hileye başvurmasalardı.
- Bunda da bir hayır vardır, diye düşünselerdi. Bunu diyemiyorlar maalesef. Sonra da mallarına gelen canlarına geliyor, ama pişmanlık fayda vermiyor.


KAYNAK: Şahin, Ahmed, Yaşanmış Örnekleriyle Aradığımız İslam, Zaman Cep Kitapları 3, Feza Gazetecilik, İstanbul 2001
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
2 Ekim 2006       Mesaj #24
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
ADALET

İstanbul'un fethinden sonra Hazreti Fatih bütün mahkümleri serbest bırakmıştı. Fakat bu mahkumların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zülüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi.
Durum Hazreti Fatih'e bildirildi. O, asker göndererek, papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Hazreti Fatih'e de anlattılar. Fatih o dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap etti:
- Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz, müslüman hakimlerin ve müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunu isbat ediniz.
Hazreti Fatih'in bu teklifi papazlar için çok cazip gelmişti. Hemen Padişahtan aldıkları tezkere ile İslam beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yerlerden biri Bursa idi... Bursa'da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar:
Bir Müslüman bir yahudiden bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta imiş. Müslümanın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş, sabah olunca da erkenden atını alıp kadının yolunu tutmuş. Fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir müddet bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine hükmederek atını alıp ahırına götürmüş. Atını alıp götürmüş ama at da o gece ölmüş.
Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan müslümanı çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş:
- Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim, sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı alırdım. Fakat ben zamanında makamımda bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine madem ki ben sebep oldum, atın ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım, deyip atın parasını müslümana vermiş.
Papazlar islam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında hayret etmişler.
Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik'e uğramış. Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar:
Bir müslüman diğer bir müslümandan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı? Hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı öbür müslümana götürüp teslim etmek ister;
- Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiata bana satmazdın. Al şu altınlarını, der.
Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir. O da şöyle söyler:
- Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar senindir dilediğini yap, der. Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya, yani mahkemeye intikal eder. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlarlar.
Kadı, her iki şahsada çocukları olup olmadığını sorar. Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu öğrenir ve oğlanla kızı nikahlayarak altını cehiz olarak verir.
Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp doğru İstanbul'a Hazreti Fatih'in huzuruna gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle derler:
- Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve biribirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Böyle bir dinin salikleri başka dinden olanlara bile bir kötülük yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz, derler. (1)
kamyon - avatarı
kamyon
Kayıtlı Üye
8 Ekim 2006       Mesaj #25
kamyon - avatarı
Kayıtlı Üye
Allahü Teâlâyı Bilir Misin?



Abdullah bin Mübarek, bir gün yolda gidiyordu. Önünde birkaç koyunla bir çoban çocuk gördü. Ona acıdı ve; "Zavallı, çocuklukta çobanlık yaparsa, büyüdükte Allahü teâlânın ibâdet ve mârifetine nasıl erişir?" dedi. Sonra kendi kendine; "Gideyim, ona Allahü teâlâyı tanımakta bir mesele öğreteyim." deyip, çocuğun yanına geldi ve:

-Evlâdım, Allahü teâlâyı bilir misin? buyurdu.

Çocuk:

-Kul nasıl sâhibini bilmez?" dedi.

-Allahü teâlâ'yı ne ile biliyorsun?

-Bu koyunlarımla.

-Bu koyunlarla, O'nu nasıl bilirsin?

-Bu birkaç koyun çobansız işe yaramaz. Bunlara su ve ot verecek, kurttan ve diğer tehlikelerden koruyucu birisi lâzımdır. Bundan anladım ki, kâinat, insanlar, cinler, hayvanlar ve canavarlar ve bu kanatlı kuşlar bir koruyucuya muhtaçtır. Bu binlerce çeşit mahlûkatı korumaya kâdir olan, Allahü teâlâdan başkası değildir. İşte bu koyunlarla Allahü teâlâyı, böylece bildim

-Allahü teâlâyı nasıl bilirsin?

-Hiç bir şeye benzetmeden bilirim.

-Böyle olduğunu nasıl bildin?

-Yine bu koyunlardan.

-Nasıl?

-Ben çobanım. Onların koruyucusuyum. Onlar benim korumam ve tasarrufumdadırlar. Onlara dikkatle bakıyorum. Ne onlar bana benzerler, ne de ben onlara benzerim. Buradan, bir çoban koyunlarına benzemezse, Allahü teâlânın elbette kullarına benzemiyeceğini anladım. Abdullah bin Mübârek:

-İyi söyledin. İlimden bir şey öğrendin mi? buyurdu.

Çocuk:

-Ben bu sahrâlarda, nasıl ilim tahsîl edebilirim, dedi.

-Peki başka ne öğrenmişsin?

-Üç ilim öğrendim. Gönül ilmi, dil ilmi ve beden ilmi.

-Bunlar nelerdir, ben bunları bilmiyorum.

-Gönül ilmi şudur ki, bana kalp verdi ve kendi mârifet ve muhabbeti yeri eyledi ki, bu kalp ile O'nu bileyim. O'nun sevdiklerine gönülde yer vereyim, sevmediklerine yer vermiyeyim ve böylelerinden uzak olayım. Dil ilmi şudur ki, bana dil verdi ve dili zikretmek, O'nun ismini söylemek yeri eyledi. Bununla O'nu hatırlatanları dile getirmeği, O'ndan bahsetmiyen sözden onu korumayı, böyle sözden uzak olmayı îmâ etti. Beden ilmi şudur ki, bana beden vermiştir ve onu kendine hizmet yeri eylemiştir. Böylece O'na hizmet olan her şeyi yaparım, hizmet olmayan şeyi ise bedenimden uzaklaştırırım.

Abdullah bin Mübârek, bunun üzerine:

-Ey çocuğum! Evvelki ve sonraki ilimler, senin bana bu öğrettiklerindir! dedikten sonra: Ey oğul, bana nasîhat ver, buyurdu.

-Ey efendi! Âlim olduğun yüzünden belli oluyor. Eğer ilmi Allah rızâsı için öğrendiysen, insanlardan istemeyi, beklemeyi kes. Yok, dünyâ için öğrenmişsen, Cennet'e kavuşamazsın, dedi.
kamyon - avatarı
kamyon
Kayıtlı Üye
12 Ekim 2006       Mesaj #26
kamyon - avatarı
Kayıtlı Üye
Beyazid-i Bistami Hazretleri


Beyazid-i Bistami Hazretleri kırk beş kez haccetmiş ve her gün bir hatme okumuş mübarek kişilerin safında yer alan kadri yüce bir zattır. Bir gün Arafat tepesinde oturuyordu. Nefsi ona şöyle fısıldadı : “Beyazid! Senin benzerin var mıdır? Kırk beş defa haccettin ve binlerce defa hatmetme bahtiyarlığına eriştin”. Bu ses onu üzdü, nefsin hala onu kendine doğru sürüklemek istediğini ve enaniyete doğru ittiğini anladı.

Derhal toparlandı ve orada bulunan mahşeri kalabalığa dedi ki: “Kim benim kırk beş defa yapmış olduğum haccı bir ekmeğe satın alır?”
Bir adam: “ben alırım” dedi ve ekmeği uzattı.

Beyazid-i Bistami Hazretleri aldığı ekmeği orada bulunan bir köpeğin önüne attı. Ve sonra işini bitirip yol hazırlığı yaparak Rum diyarına doğru yüzünü çevirdi.
Günlerce yol aldıktan sonra bir rahip ile karşılaştı. Rahip terbiyeli bir adama benziyordu. Hazretin elini tutup evine misafir olarak götürdü. Evinde ona bir oda ayırdı.

Beyazid-i Bistami Hazretleri kendisine ayrılan bu odada ibadete başladı ve kalbini herşeyden çevirip Cenab-ı Hakk’a yöneltti. Rahip her gün onun yiyeceğini, içeceğini sabah-akşam getirir önüne kor, sonra dışarı çıkardı. Bu hal bir ay devam etti. Beyazid nefsine dönerek dedi ki:
-“Ey nefis seni kırmak istiyorum, fakat sen uğursuzluğunla kırılmıyorsun...”

Tam bu sırada rahip içeri girdi ve Beyazid’e:
-“İsmin nedir?” diye sordu.
O’da:
-“Beyazid” diye cevap verdi.

Rahip:
-“Ne güzel adamsın… Keşke Mesih’in (İsa A.S.) kulu olsaydın !” dedi.

Bu söz Beyazid’e ağır geldi ve evi terk etmek isterken rahip ona seslendi:
-“Bizim burada kırk gününü tamamla, öyle git. Çünkü bizim büyük bir bayramımız var, onu görmeni arzu ediyorum. Aynı zamanda değerli bir vaizimiz var, senede bir defa bize hitap eder, birde onu dinlemeni diliyorum.”

Beyazid-i Bistami Hazretleri, onun bu teklifini kabul etti ve kırk gün kalmaya razı oldu. Kırkıncı gün olunca rahip içeri girdi ve:
-“Buyrun, ayağa kalkın, bayram günümüz geldi.”

Beyazid ayağa kalktı; Fakat rahip ona dedi ki:
-“Sen bu kıyafet ve halde nasıl bin kadar rahibin arasına girebilirsin? Doğrusu biraz endişeliyim.. Bu sebeple üzerindeki elbiseyi çıkar, şu üstlüğü giy, beline şu zinnarı bağla, İncil’i de boynuna as !” dedi

Bu teklif ona çok ağır geldi. Fakat bunda bir hikmet ve esrar, İSLAM’ın da izzet ve şerefi gizlenmiştir, onun dediğini yapayım, diye düşündü. Hemen üzerindeki elbiseyi çıkardı, onun verdiği üstlüğü giydi, beline de zünnar’ı bağladı. İncil’i de boynuna astı ve rahiple birlikte bine yakın rahibin arasına katıldı. Hiç kimse onu yadırgamadı.

Biraz ilerledikten sonra birdenbire kalabalık durdu. Rahiplerin en büyüğü ve saygıdeğeri olan zat geldi, yerine geçti. Herkes onun konuşmasını bekliyor, fakat o susuyordu. Rahipler bunun manasını anlayamadılar ve sordular:
-“Ey büyüğümüz! Neden konuşmuyorsunuz? ”

-“Nasıl konuşabilirim ki, aranızda bir Muhammedi var! … ” diye cevap verdi. Halk ve rahipler galeyana geldi ve:

-“Onu bize göster, parçalayalım!” Diye bağırdılar.
Baş rahip onlara dedi ki :
-“Hayır, yemin ederim ki söylemem, ancak bir şartla onu size tanıtabilirim. Ona dokunmayacağınıza söz veriniz!”
Bunun üzerine rahipler ve halk Muhammedi olan adama dokunmayacaklarına yemin ettiler. Baş rahip başını kaldırdı ve şöyle seslendi :
-“ALLAH için ey Muhammedi ! Ayağa kalk ve kendini göster.”

Beyazid-i Bistami Hazretleri ayağa kalktı. Baş rahip :
-“İşte bu zat, ona dikkatle bakın” dedi. Sonra Beyazid’e sordu:
-“Adın ne ?”
-“Beyazid”
-“Tahsil gördün mü ?”
-“Rabbimin öğrettiği kadar bir şeyler biliyorum.”
-“O halde bana şu hususları cevaplandır: ikincisi olmayan biri, üçüncüsü olmayan dördü, altıncısı olmayan beşi, yedincisi olmayan altıyı, sekizincisi olmayan yediyi, dokuzuncusu olmayan sekizi, onuncusu olmayan dokuzu, onbirincisi olmayan onu, onikincisi olmayan onbiri, onüçüncüsü olmayan onikiyi söyle, bunlar nelerdir ? ”

Beyazi (k.s.), baş rahibe :
-“Beni iyi dinle, cevap veriyorum: İkincisi olmayan bir, eşi-ortağı,dengi ve benzeri bulunmayan ALLAH’tır C.C., Üçüncüsü olmayan iki, gece ve gündüzdür. Dördüncüsü olmayan üç, üç talaktır (kadını boşamak). Beşincisi olmayan dört, Tevrat, Zebur, İncil, Kur’ân-ı Kerimdir. Altıncısı olmayan beş, beş vakit namazdır. Yedincisi olmayan altı, göklerin ve yerlerin yaratıldığı altı gündür. Sekizincisi olmayan yedi, yedi kat göktür. Dokuzuncusu olmayan sekiz, kıyamet günü Arş’ı taşıyacak olan sekiz melektir. Onuncusu olmayan dokuz, kadının dokuz aylık gebelik müddetidir. On birincisi olmayan on, Hazreti Musa’nın AS Şuayb Peygamber’e AS on yıl çobanlık etmesidir. On ikincisi olmayan on bir Hz Yusuf Peygamberin AS onbir kardeşidir. On üçüncüsü olmayan on iki, on iki aydır.”

Rahip tebessüm etti ve :
-“Doğru söyledin. Şimdi de bana, havadan ne yaratıldı, havada ne muhafaza olundu ve kim hava ile helak edildi? Bunlardan haber ver..”

-“İsa Peygamber AS havadan yaratıldı, havada muhafaza edildi. Süleyman AS Peygamberde havada muhafaza edildi. Ad kavmi de hava ile helâk edildi” diye cevap verdi. Rahip ona :

-“Doğru söyledin,” dedi ve tekrar sordu:
-“Kim ateşten yaratıldı, kim ateşte korundu ve kim ateşte helâk oldu? ”
-“İblis ateşten yaratıldı. İbrahim AS Peygamber ateşte korundu. Ebu Cehil ateş ile helâk oldu” diyerek gereken cevabı verdi.

Rahip tekrar sordu:
-“Taştan kim yaratıldı, taş içinde kim korundu ve taş ile kim helâk oldu?”

-“Salih AS Peygamberin devesi taştan yaratıldı. Ashâb’ı Kehf taş içinde korundu ve Ebrehe’nin filleri taş ile helak edildi” diye cevap verince, rahip :
-“Doğru söyledin” dedi ve tekrar sordu:

-“Alimler, Cennette dört nehir vardır, biri baldan, biri sütten, biri sudan, birisi de şaraptandır. Ayrı olan bu dört nehir aynı kaynaktan akıyormuş diyorlar, bunu açıklar mısın? Dünyada bunun örneği var mıdır? Beyazid :
-“Evet vardır. İnsanın baş kısmından dört nehir akar: Kulak yağı acıdır. Gözyaşı tuzludur. Burun suyu ayrı bir tat taşır.Ağızdan gelen su tatlıdır” diye cevap verince, rahip ona :
-“Doğru söyledin” dedi ve sormaya devam etti
-“Cennet ehli yer içer, fakat abdest bozmaz, su dökmez. Bunun dünyada bir benzeri var mıdır?” Beyazid :
-“Evet vardır, Ana rahmindeki cenin yer içer fakat dışkısı yoktur”
-“Doğru söyledin. Cennette TUBA ağacı vardır. Cennette hiçbir saray, hiçbir köşk yoktur ki bu ağacın bir dalına dokunmasın. Bunun dünyada bir örneği varmıdır?”
-“Evet, güneş sabahleyin doğunca böyle değimlidir? ”
-“Doğru söyledin. Şimdi de bana şunları cevaplandır: Bir ağaç vardır, on iki dalı bulunuyor, her dalında otuz yaprak var ve her yaprakta beş çiçek yer almıştır; bunlardan ikisi güneşe, üçü karanlığa bakar, bu ağaç nedir?”
-“Ağaç yılı temsil eder. On iki dalı oniki ayı, her daldaki otuz yaprak otuz günü, her yapraktaki beş çiçek beş vakit namazı temsil eder.”

-“Doğru söyledin. Bana şu kimseden haber ver ki; Hacca gitmiş, tavaf yapmış ve o makamlarda bulunmuştur; ama onun ne ruhu var, ne de hac kendisine vacibdir? ”
-“Nuh AS Peygamberin gemisidir.”

-“Doğru söyledin. Peki gece gelince gündüz, gündüz girince gece nereye gidiyor? ”
-“Bu sun’i bir zaman meselesidir. Güneşi doğup batması bunun ölçüsü oluyor. Geri kalanını ALLAH C.C. bilir.”

-“Doğru söyledin.”

Sorular bitince Beyazid-i Bistami Hazretleri dedi ki :
-“Muhterem rahip! Birçok sorular sordun, cevaplandırmaya çalıştım. Müsaade ederseniz benim de birkaç sorum var. Ama bir tanesiyle yetinerek sormak istiyorum”

-“Tabii, istediğin şeyi sorabilirsin!” Beyazid-i Bistami Hazretleri sordu:

-“Cennetin anahtarı nedir ? Sekiz Cennet kapısının üzerinde yazar?”

Rahip sustu, cevap vermekten çekindi. Diğer rahipler bozuldular ve:
-“Ey büyüğümüz, mağlup mu oluyorsun?” O da:
-“Hayır, mağlup olmak istemiyorum” deyince,
-“Öyle ise neden cevap vermiyorsun?” dediler.
-“Şayet cevap verirsem, benim cevabıma katılır mısınız?” deyince, hepsi birden:
-“İncil hakkı için, sana uyarız” diye söz verdiler. Rahip:
-“Dinleyin, şimdi cevap veriyorum: “Cennetin anahtarı ve kapılarının üzerinde yazılı bulunan ibare, LAİLAHE İLLALLAH MUHAMMEDÜN RASULULLAH’ dır” Bunun üzerine diğer rahipler hep bir ağızdan Kelime-i Şehadet getirip Müslüman oldular. Beyazid-i Bistami Hazretleri de onların yanında bir müddet kalıp İSLAMİYETİ öğretti ve bu sır’da böylece çözülmüş oldu.



rapraprap
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Ekim 2006       Mesaj #27
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ALIN TERİ
İmam Kazım (a.s) kendi tarlasında çalışmakla meşguldü. Fazla faaliyet İmamdın bütün vücundan terler akıtmıştı bu arada Ali ibni Ebi Hamza-i Bata ini geldi imamın yanına, ve o manzarayı görünce:
- Kurban olayım, niçin bu işi başkalarına bırak mıyorsun? diye sordu.
- Niçin başkalarına bırakayım? Halbuki benden daha üstün kişiler bile, daima bu gibi işlerle meşgul olmuşlardır.
- Allah'ın elçisi, Emirülmü'minin ve bütün ecdadım. Esasen tarlada çalışmak ve ziraatla meşgul olmak Peygamberlerin, peygamber vasilerinin ve Allah'ın seçkin kullarının başta gelen, en önemli adetlerinden biridir. (1)

ALLAH'IN BERATI

Rufaî tarikatına mensup müridlerden biri bir gün kendisine çok güvenerek cezbe halindeyken şöyle dua etti:
- Ya Rabbi Cehennemden azat olduğuma dair bu aciz kuluna bir belge gönder.
Aradan çok geçmedi, gök yüzünden beyaz bir kâğıt geldi. Alıp baktılar ki, kâğıtta hiçbir yazı yok. Kâğıdın geldiğini görerek sevinen o mürid, içinde bir yazı olmadığını görünce çok üzüldü, mükedder bir vaziyette durumu şeyhine anlatmak üzere kâğıdı Ahmed Rufai Hazretlerine götürdü.
Ahmet Rufaî Hazretleri kâğıdı eline alıp bakınca kendinden geçti ve şükür secdesine vararak:
- Ey bari Hûda, sana hamd ü senalar olsun. Bu zayıf kulunun müridlerinden bir kimseye böyle bir berat göndermek şerefine eriştirdin, dedi.
Müridler:
- Efendim dediler. Biz orada bir yazı görmüyoruz, siz ise bu şahsın cehennemden azat olduğunu nasıl anlıyorsunuz? dediler.
O:
- Ey benim müridlerim ve sadık dostlarım, kudret eli siyah yazmaz, siz buradaki yazıyı göremiyorsunuz, bu kâğıdın üzerindeki yazı nurdan kalemle yazılmıştır, buyurdu. (2)

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
16 Ekim 2006       Mesaj #28
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Bir gün Nemrut, İbrahim aleyhisselamı ateşe atmaya karar verir. O kadar büyük bir ateş yakar ki bu sefer kendisi ateşe yaklaşamaz. Bir mübarek zat, bakmış bir karınca ağzına su alıyor, uzaktan getiriyor ateşi söndürmek için. Fakat yaklaşamıyor, yakın bir yere bırakıyor. Evliya zat sormuş:
- Ne yapıyorsun sen?
Karınca, demiş ki:
- Sorma, Allah'ın Peygamberini yakacaklar. Ateşi söndürmeye çalışıyorum.
O zat sormuş:
- Senin bu küçük cüssenle taşıdığın bir damla su ile bu koca ateş söner mi?
- Vallahi Cenab-ı Allah herkese gücüne göre hesap sorar. Benim gücüm bu kadar.

Öbür taraftan bir yılan da devamlı ateşi körüklüyor. Demiş ki :
- Böyle ne yapıyorsun?
Yılan demiş ki :
- Bugün bayram! Bir Peygamber yanacak.
Bu da gücü nispetinde elinden gelen kötülüğü yapmaya çalışıyor.

Demek ki yüce Allah hayvanları nasıl iki grupta yaratmışsa, insanları da iki grupta yaratmış :
Birisi ateşi körükleyenler, diğeri ateşi söndürenler.
Cenab-ı Hak bizi ateşi söndürenlerden eylesin!
nazlisu - avatarı
nazlisu
Ziyaretçi
19 Ekim 2006       Mesaj #29
nazlisu - avatarı
Ziyaretçi
Hasan Can
Yavuz' a yoldaş ve sırdaş olan nedim...
Hafız Mehmet Akkoyunlu sarayının mescidine bakan kendi halinde bir müezzindir. Ancak onda öyle bir ses vardır ki, bülbüller bile imrenir. Kâh volkanlar gibi coşar, kâh akar sular gibi. O yanık Kahire aksanı ile okumaya başladı mı, dinleyenler bir hoş olur. Cemaatin gözleri dolar, yanaklardan sıcak damlalar kayar.
Şah İsmail'in fitne kaynattığı günlerde doğu Anadolu'da cinayetler, baskınlar birbirini izler, halk canından bezer. Geceleri kapı sürgüler, camlara kepenk çekerler. Havada tarifi zor bir ağırlık vardır. Hani sıkıntı, kasvet karışımı bir şey. Kargaşa gitgide büyür ve gün gelir Akkoyunluları da sarar. Öyle çok cami yıkılır ve öylesine mâsum katledilir ki, görenler haçlı geçti sanır.
İşte Yavuz'un 'İslam âlemine birlik' parolasıyla yola çıktığı demlerde Hafız Mehmet Tebriz'e gider. Büyük Veli Kemâleddin Erdebili'nin hizmetine girer.
Çaldıran zaferinden sonra Erdebili Hazretleri'nin ziyaretine gelen Sultan'ın gözü onca insan arasında Hafız Mehmed ile oğlu Hasan'a takılır. Bunlar isimsiz insanlardır, ancak yüzlerinde iç ferahlatan bir samimiyet vardır. Birden kanı kaynar ve niye öyle yapar bilemez, onları İstanbul'a davet eder. Hafız Mehmed'in işi bellidir: Müezzinlik! Hasan Can'ı ise yanına alır, nedim edinir. İlerliyen günlerde yanılmadığını görür. Bu genç sıradan biri değil, hem gönül ehli, hem âlimdir. Bir çok lisan bilir. İkisi arasında tarifsiz bir yakınlık başlar. Sırdaş, yoldaş olurlar. Hani o, beyninden geçenleri kafatasından saklayan Selim sadece ona açılır.
BEKLENEN RÜYA
Yavuz'un Mısır seferine niyetlendiği günlerdir. Evet Son Abbasi Halifesi Mütevekkilallah'ın gücü yoktur, ancak yine de onu incitmekten çekinir. İbn-i Kemâl Paşa ve Zembilli Ali Efendi, Sultanı iknaya çalışırlar. Evet bu seferin lüzumuna herkesten çok o inanır, ama yine de huzursuzdur. Yemekten içmekten kesilir, uykuyu dağıtır. Sabahlara kadar ibadet eder, buruşuk kağıtlara karışık şekiller çizer. 'Ah!' der, 'Ah bir işaret gelse.'
İşte uykusuz geçen bir gecenin ardından Hasan Cana sorar:
-Nerelerdeydin?
-Azıcık dalmışım efendim.
-Öyleyse rüyanı anlat.
-Dikkate değer bir rüya gördüğümü hatırlamıyorum.
-Olacak iş mi yani, bir insan uyusun da rüya görmesin. İyi düşün görmen lâzımdı!

Hasan Can çıkar. 'Tuhaf' der, 'Sultan bir işaret bekliyor ama ne?' Tam o sırada bir başka Hasan (Kapıcıbaşı Hasan Efendi) yaklaşır. 'Ben' der 'garip bir rüya gördüm, ama şimdi bunu nasıl anlatmalı sultana?'
Hasan Can onu adeta aparır, koparır, çıkarır Yavuz'a. Sultan 'buyur!' der, o başlar anlatmaya:
-Hünkârım akşam çadırınızın önünde nöbetteydim. Bir ara içim geçti. Ya da öyle olduğunu sanıyorum. Zira mekân aynıydı ve ben ayaktaydım. Baktım dört atlı çadıra yaklaşıyor. Hemen davrandım, önlerine çıktım. Güya 'Kimsiniz, necisiniz?' diye sorgulayıp çevirecektim onları. Ancak vuruldum sanki. Dondum kaldım. Atlar çok asildi ve yere basmıyorlardı. Süvariler hem çok heybetli, hem çok sevimliydiler. Bırakın hesap sormayı, eteklerine kapanmak, ellerini öpmek için yanıp tutuşmaya başladım. Esrarengiz ziyaretçiler hünkârımızı sordular. Çadırdan ışık sızıyordu. 'Meşgul olmalı' dedim. Öndeki 'İyi' dedi, 'Rahatsız etme. Sabahleyin geldiğimizi söylersin. Biz Server-i Kâinatın eshabındanız. Efendimiz Selim Han'a selâm söyledi ve buyurdular ki: Haremeynin hizmeti kendisine verildi!' Ve geldikleri gibi uzaklaştılar. Bir anda ufukta kayboldular. Sancakları ışıklı izler bıraktı. Tam 'bunlar kim ola?' diye düşünüyordum ki bir ses 'Nasıl tanımazsın' dedi. 'Öndeki Hazreti Ebubekir, yanındakiler, Ömer, Osman ve Ali! Radıyallahüanhüm ecmain.

Yavuz heyecanlıdır. Rüyayı tek kelimesini kaçırmadan dinler ve nedimine döner. 'Bilir misin Hasan, biz emir olunmadıkça kıpırdamayız. İşte şimdi tamam. Artık çıkabiliriz yola.'
SİNA DENEN BELA
Sina Çölü kelimenin tam mânâsı ile belâdır. Yer sarıdır, gök sarı. Güneş tepsi kadar iri, hava toz yüklüdür. Kum dağları biteviye yer değiştirir ve klavuzlar dönektir. Sonra çölün tek vahası yoktur. Molalar ayrı derttir. Sıcak kum vücudu kuşatır ama, kumun az altı yılan, çiyan kaynar. Kunduralardan akrepler çıkar. Kaypak zemin yorucudur. Dahası toplar, çadırlar, hasırlar Yerinden kıpırdamayan ağırlıklar.
İşte askerin tâkâtını zorladığı anlardan birinde Yavuz Selim atından atlar, yürümeye başlar. Eh sultanın yürüdüğü yerde, hayvanına binmek kimin haddine? Bu işe mana veremeyen vezirler önceleri susmayı dener, yutkunup dururlar. Yavuz'a tek kelime söyleyemezler ama, güçleri Hasan Can'a yeter. Fırsatını bulup çevirirler. 'Yetti gayri!' derler, 'Astırırsanız astırın, kestirirseniz kestirin! Ama itirazımız var!'
-Neye?
-Askeri yürütmenize!
Hasan Can mânâlı mânâlı güler. Önce boynu bükük, gözleri yarı kapalı yürüyen sultanı gösterir, sonra vezirlerin kulağına eğilir 'Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem yaya olarak yol gösteriyor' der, 'eğer yakışır diyorsanız, binelim atlarımıza'

İnanın imdad-ı İlahi ortadadır. Nitekim hiç olmadık şeyler olur. Orduya kara kara bulutlar gölge yapar, sahraya görülmedik yağmurlar yağar. Bu çölü 13 günde geçen ikinci bir ordu yoktur. Anlaşılan o ki, halifelik İslam'ın zinde gücüne bahş olmaktadır. Türk'e!
CEZA MI, CAİZE Mİ?
Bir gün Yavuz, Hasan Can'a 'Biliyor musun?' der, 'Bu gece Muhammed Bedahşi Hazretlerini gördüm. Beyaz bir elbise giymiş, yolculuğa hazırlanıyordu.' Hasan Can gayri ihtiyari 'Ahiret yolculuğu olsa gerek' der. Yavuz'un bu cevaba canı sıkılır. 'Sen bilmez misin?' der, 'Rüyalar tabire bağlıdır. Eğer Şeyh'e bir hal olursa gözüme gözükme!'
Çok geçmez. Muhammed Bedahşi hazretlerinin vefat haberi gelir. Sultan Halimi Çelebi'ye döner: 'Şimdi ben bu Hasan'ı cezalandırmaz mıyım?' der. Halimi Çelebi 'A be çocuk niye ağzını tutmazsın' gibilerden teessürle bakar. Lâkin Hasan Can hâl ehlidir, rahattır. 'Araştıralım efendim' der, 'Eğer benim tabirimden sonra vefat ettiyse, cezaya hazırım, ama önce vefat ettiyse sultanımız bu fakire bir caize (hediye) verse gerek'
Araştırırlar. Hasan Can haklı çıkar. Sultan çıkarır kaftanını, ona bağışlar. Dahası keseler dolusu altın verir. Hasan Can kaftanı sırtına alır, ama altınları fakir fukaraya dağıtır. Sevabını bağışlar Bedahşi Hazretlerinin nurlu ruhuna.
AKIBET HAYR
Biliyorsunuz hayatı muhteşem zaferlerle dolu olan Yavuz, genç yaşında küçücük bir çıbana boyun eğer. Son nefesini verirken Hasan Can yanındadır.
Yavuz sorar:
-Hasan bu ne hal?
-Şimdi Allah ile olacak zamandır sultanım.
-Ah be Hasan. Sen bunca zamandır, bizi kimle bilirdin?

Yavuz'un konuşmaya mecâli yoktur. Mushaf-ı şerifi işaret eder. Hasan Can o berrak sesiyle Yasin-i Şerif'e başlar. Yine volkanlar coşar, sular akar. Sultanın yüzünde huzurun izleri hâlelenir. Sonra latif bir tebessüm yayılır. Koca sultan ayan beyan güler, belki de ilk kez böyle güler...
'Nasıl bre?'
Mısır seferine çıkacakları gün kayıkla Üsküdar'a geçerler. Nedendir bilinmez Sultan, yoldaşına takılır. 'Hasan Can kahvaltı yaptın mı?'
Hasan Can cevap verir 'Beli (evet) sultanım!'
-Yumurta seversin değil mi?
-Beli sultanım!

Aradan yıllar geçer. Yollar, muharebeler, insanlar, şehirler... Nihayet Mısır seferi biter, İstanbul'a gelirler. Şimdi yine sandaldadırlar. Ama bu kez yönleri Sarayburnu'nadır. Sultan ansızın Hasan Can'a döner 'Nasıl bre?'
Cevap ışık hızıyla gelir: 'Rafadan sultanım!'
Birlikte düşünmek, beraber hissetmek... 'Hemhâl olmak' denilen şey bu olsa gerek.

Hasan Can Hazretleri Bursa Yeşil Türbe haziresinde medfûndur.

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
19 Ekim 2006       Mesaj #30
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Yusuf aleyhisselam, iftira yüzünden zindanda iken Mısır hükümdarı bir rüya görmüştü. Korku ile uykusundan uyanıp; Ben rüyamda 7 semiz ineğin 7 zayıf ineği yediğini ve 7 yeşil başak, 7 de kurumuş başak gördüm. Eğer rüya tabiri biliyorsanız, bu rüyamı tabir edin dedi. Onlar, Biz böyle rüyaları tabir edemeyiz dediler. Hz. Yusuf ile zindanda kalan şerbetçi, Hz. Yusuf’un rüya tabir ettiğini hatırlayarak; Ben bu rüyayı tabir ettireceğim dedi. Hz. Yusuf’un yanına gitti. Mısır hükümdarının rüyasını anlatıp tabirini istedi.

Hz. Yusuf, “7 sene bolluk, sonra 7 sene kıtlık olacak. Bollukta saklayın, kıtlıkta bunları yersiniz. Bolluk senelerinde çok ekip, ekinleri sapları ile beraber, başakları ile ambarlara koymalısın. Bu şekilde ekinler bozulmadan kalır, hem de saplar hayvanlarınız için yem olur. Halka da, ekinlerinden ihtiyaçları kadarını yemelerini, geriye kalanını saklayıp korumalarını emretmelisin. Bu yiyecekler kıtlık senelerinde sizin ve çevredeki insanların ihtiyaçlarını karşılayacaktır” dedi.

Hz. Yusuf’un tavsiyelerini beğenen hükümdar; Mısır’ın hazinelerinin idare işini Hz. Yusuf’a bıraktı. Yani onu maliye nazırı yaptı. O da gerekli tasarruf ve iktisat yolunu tuttu. 7 bolluk senesinden sonra 7 kıtlık senesi geldi. Her taraftan tahıl almak üzere insanlar gelmeye başlamıştı.

Bu olaylardan bir müddet sonra Yemen’e çok şiddetli bir sel gelir, ağaçları kökünden söker, binaların yıkılmasına sebep olur. Sular çekildikten sonra eski bir mezarın açıldığı görülür. Ortaya bir kadın cesediyle büyük bir servet çıkar. Kitabedeki yazı okunduğunda, bu cesedin Himyeri hükümdarlarından birinin kızı olan Tace adındaki bir kadına ait olduğu anlaşılır. Tace’nin cesedinin boynunda 7 inci gerdanlık, kollarında 7 kıymetli altın bilezik, ayaklarında mücevherli 7 halhal ve on parmağın 7 sinde muhteşem mücevher yüzüklerin bulunduğu görülür. Ayrıca baş tarafında çok kıymetli eşya ile doldurulmuş hazine gibi bir tabut parladığı da dikkatlerden kaçmaz. Bu tabutun ön kısmında ki levhada yazılı olanlar ilgi çekicidir.

Hitabede şunlar yazılı idi:
Ben hükümdarın kızı Tace’yim. Memleketimizde müthiş bir kıtlık çıktığı için, tahıl getirtmek üzere, birkaç adamımı, Mısır maliye nazırı olan Yusuf aleyhisselama yolladım. Epey bir zaman geçtiği halde gönderdiğim adamlar gelmeyince, adamlarımızdan bazılarına bir kantar (50 kilo kadar) gümüş verip herhangi bir yerden bununla bir kantar un alıp getirmesini istedim. Onlar da bulamadılar. Nihayet bir kantar altın verip tekrar gönderdimse de, yine bulamadıklarından, incileri öğütüp yemekten başka çare bulamadım. Fakat o da beni besleyemediği için, büyük bir servet içinde açlıktan ölümle yüz yüze kaldım. Benim bu acıklı hâlimi işitenler, gerekli dersi almalı, servetine güvenmemeli, gerekli iktisat yolunu tutmalıdır. Tarihte altının da, incinin de, geçmediği durumlar varsa da, benden başka dünyada hangi kadın bu kadar muhteşem ziynetler içinde ölmüştür?

Hazineler bu kadına fayda etmediği gibi, ahirette de para pul geçmeyecektir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Üzerinde kul hakkı olan, ölmeden önce ödeyip helalleşsin! Çünkü ahirette altının, malın değeri olmaz. O gün, hak ödeninceye kadar, kendi sevaplarından alınır, sevapları olmazsa, hak sahibinin günahları buna yüklenir.) [Buhari]

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
2 Ekim 2006 / Misafir Din/İlahiyat
26 Ocak 2007 / Misafir Din/İlahiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar