Arama

Atatürk'ün Anıları

Güncelleme: 3 Aralık 2011 Gösterim: 434.528 Cevap: 67
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Kasım 2005       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Atatürk'ün anılarının yer aldığı konudur.

Sponsorlu Bağlantılar

*****
Sakal...

Atatürk Amasya ziyaretinde.Vali konağında yörenin ileri gelenleri ile sohbette. Bir ara tam karsısında oturan birine takılır gözleri. Yaşı ellinin üzerinde bu adam beline kadar inen sakalıyla Atatürk'ün dikkatini çeker. Ata, yanındaki valinin kulağına eğilip sorar;
- Kimdir bu?
Vali yanıt verir:
- Efendim kendisi Şıh'tır. Yörede çok hatırlısı vardır.
Atatürk Şıh'ı yanına çağırır ve;
- Bak baba, imanın ölçüsü sakalın boyunda değildir. Şunu rica etsem de en azından Peygamber efendimizinki gibi kısaltsan der ve eliyle de boyun altı hizasını gösterir.
Şıh:
- "Emrin olur Paşam" diyerek yerine çekilir.
Aradan zaman geçer, bir aksam Atatürk Amasya'daki Şıh'ı hatırlar ve Vali'yi telefonla arayıp durumu sorar. Vali nasıl söyleyeceğini bilememekle birlikte, Şıh'ın sakal boyunda en küçük bir kısalma bile olmadığını aksine kimselere el sürdürmediğini anlatır. Atatürk telefonu kapatır, kağıdı kalemi eline alır ve az sonra nazırını çağırıp, yazdığı yazıyı Amasya Valiliği'ne tebliğ etmesini ister. Ertesi gün Amasya'dan bir haber gelir ki Şıh Efendi Ata'yı görmek üzere Ankara'ya yola çıkmış...
Şıh gelir, Ata'nın karsısına çıkar. Sakal tamamen kesilmiş, sinekkaydı bir tıraş olunmuş, saçlar kısaltılmış, kılık kıyafet bastan sona değiştirilmiş, bambaşka bir görünüme bürünülmüştür. Atatürk'ün mesai arkadaşları bu değişimi anlayamaz ve Ata'ya sorarlar;
- Aman Paşam, o Şıh ki sakalına el dahi sürdürmezdi, siz ne ettiniz de kökünden kesmesini sağladınız?
Ata gülümser, sonra da yanındakilere dönüp;
- Dün aksam Amasya Valiliği'ne bir yazı gönderdim ve Şıh'ı Afyon'a vali atadığımı bildirdim.
der.
Ardından da yeni bir yazı hazırlayıp nazırına bu yazıyı da Şıh'a vermesini söyler. Yazıda söyle yazmaktadır;
- İnancın ölçüsünün sakalda olmadığını anladığına sevindim. Valilik meselene gelince, bugün koltuk uğruna kırk yıllık sakalından vazgeçebilen yarın başka şeyler için milletinden bile vazgeçebilir. Seni böyle bir ikileme mahkum bırakmayalım. Kal sağlıcakla...


*****
Kurtdereli...
Atatürk, ünlü güreşçi Kurtdereli'ye ödül olarak 1000 liralık bir İş Bankası çeki veriyor. Altını Kemal Atatürk diye imzalıyor, zaten çeklerde resmi de var. Pehlivan çeki İş Bankası' na götürüyor; kendisine 1000 lirayı ödüyorlar. Muazzam bir para.
Ama Kurtdereli hala bekliyor. "Ne bekliyorsun pehlivan?" diye sorduklarında çeki beklediğini söylüyor.
"Parayı aldın, çek bizde kalacak" diyorlar.
"O zaman alin 1000 liranızı, verin çekimi" diyor. "Onda Atatürk'ümün imzası var." Ve parayı iade edip Atatürk imzalı çeki sevgiyle cebine yerleştirerek gidiyor.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Kasım 2005       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Berç Keresteciyan
Mustafa Kemal ve arkadaşları İstanbul'dan Samsun'a hareket etmek için son hazırlıklarını yürütüyordu. Gecenin geç saatlerinde, Mustafa Kemal in üç yıl önce kiraladığı ve bugün müze olarak kullanılan Şişli’dekı evinin kapısı çalındı. Gelen kişi, Saadeddin Ferid (Talay) idi. Saadeddin Ferid Bey, Mustafa Kemal in bir gazete aleyhine açtığı davaya bakan avukattı. Mustafa Kemal kapıda onu görünce, davayla ilgili bir konuda görüşme yapmak için geldiğini sandı. Fakat Saadeddin Bey, bambaşka bir haberi bildirmek için gelmişti. Getirdiği haber son derece önemliydi: İngilizler, Bandırma Gemisi’ni Karadeniz’de batıracaklar.
Sponsorlu Bağlantılar
Mustafa Kemal, bu bilginin doğruluğunu saptayabilmek için kaynağını öğrenmek istedi:
-Kimden öğrendiniz, bu bilgiyi?

diye sordu.
Saadeddin Bey, bilginin kaynağına olan güveniyle yanıt verdi:
-Berç Keresteciyan Efendi den, efendim
Mustafa Kemal yine sordu:
-Siz kendisini tanır mısınız?
Saadeddin Bey in Şahsen tanımıyorum, fakat ismen biliyorum, yanıtından sonra Mustafa Kemal bu kez, bu kişinin güvenilir biri olup olmadığını sordu.
Saadeddin Bey, bu soruyu ise şöyle yanıtladı:
-Kendisi Osmanlı Bankası müdürüdür ve aynı zamanda Hilâl-i Ahmer (Kızılay) ikinci başkanıdır, dedi. Hilâl-i Ahmer Başkanı Hamit Bey e sordum. Bana, kişiliğinin, doğasının ve ahlakının son derece düzgün olduğunu söyledi. Sizin avukatınız olduğumu duyunca bana geldi ve kaynağını belirtmeden şu bilgileri verdi: Mustafa Kemal Paşa’nın bindiği vapur boğazdan çıktıktan sonra batırılacak. Bu görevin torpidoya mı denizaltına mı verilmesi bile araştırıldı. Ben de bunları duyduktan sonra Hilâl-i Ahmer Başkanı Hamit Bey e sordum, kendisini nasıl tanıdığını.
Mustafa Kemal, arkadaşının getirdiği bu önemli bilgiyi değerlendirdi. Samsun a gitmek üzere bindiği Bandırma Gemisi hareket ettikten sonra kaptan köşküne çıktı ve kaptana, Bu andan sonra geminin komutanı benim ve siz benim komutam altındasınız dedikten sonra geminin rotasını değiştirmesi ve kıyıya olabildiğince yakın yeni bir rota izlemesi buyruğunu verdi.
Ermeni asıllı Berç Keresteciyan bu bilgiyi vermeseydi, Mustafa Kemal ve arkadaşlarını Samsun a götüren Bandırma Gemisi, İstanbul Boğazı’ndan çıkıp, Karadeniz e açıldıktan bir süre sonra, büyük bir olasılıkla torpillenmiş ve batırılmış olacaktı.
Berç Keresteciyan, Türkçenin ilk Etimolojik Sözlüğü’nü hazırlayan dilci Bedros Keresteciyan’ın oğluydu. Kızılay ikinci başkanı olarak onun, Kurtuluş Savaşı’nda yaptığı üstün hizmetleri, bugün de zaman zaman takdir ve hayranlık duygularıyla anılmaktadır. Ordunun gereksinim duyduğu kimi araç gereçleri zaman zaman tıbbi malzeme ve ilaç sandıkları içinde cepheye ulaştırması, ayrıca bir kahramanlık örneği olarak da kuşaklardan kuşaklara anlatılmaktadır.
Mustafa Kemal, 1934 yılında emekli olan Berç Keresteciyan’ın kahramanlığını ve hizmetlerini hiçbir zaman unutmadı. Ülkesinin bu yurtsever evladını, doğum yeri olan Afyonkarahisar’dan milletvekili adayı gösterdi ve onun, milletinin vekili olarak TBMM ne girmesini sağladı. TBMM de ilk gayrimüslim (Müslüman olmayan) milletvekili olan Berç Keresteciyan’a Mustafa Kemal, soyadı yasası çıktığında Türker soyadı vererek ona, kendinin ve ulusunun teşekkürlerini bildirmiş oldu.

***
Garabed Tombalyan
Mustafa Kemal Şam’da erlerin mektuplarını okuyup yazan bir askerden çokça söz edildiğini duydu. Okur yazar ve yardımsever bu askeri çağırıp onla tanıştı. Aksaraylı Garabed Tombalyan’dı. Garabed babası Kaspar’a çekmişti. Babası Gürün lüydü. Sıkıntısı olan herkesin yardımına koştuğu için lakabı Kaspar yapar olmuştu. Oğlunu Konya da kolejde okutmuş ardından askere göndermişti. Mustafa Kemal, Garabed Tombalyan ile tanıştıktan sonra onu yanına aldı.
Bir gece Mustafa Kemal çadırda uyuyordu. Garabed Tombalyan uyanıktı. Nöbetçiler “Ayak sesleri var!” diye uyarıda bulunmaya kalmadan üç kişi saldırıya geçti. Elinde bıçakla çadırı yırtmaya çalışanın üstüne atılan Garabed Tombalyan saldırganla boğuştu. Kolundan yaralandı. Saldırı bertaraf edildi. Mustafa Kemal Garabed Tombalyan’a teşekkür etti. Bir süre sonra Mustafa Kemal, Garabed Tombalyan’ı Halep’e para götürmekle görevlendirdi. Yolda silahlı saldırıya uğrayan gruptan bir asker öldü. Garabed Tombalyan paraları alarak Şam’a geri dönüp getirdi, Mustafa Kemal’e teslim etti. Mustafa Kemal Şam’dan ayrılıncaya değin bu sadık askerini yanından ayırmadı. Halep’e yerleşen Garabed Tombalyan, Atatürk ün ölümünü duyunca çok üzüldü. Yakınlarına Atatürk ile ilgili anılarını anlattı. Bir ay sonra öldü.

***
Agop Martayan
Agop Martayan, Robert Koleji, New York Bilim Ödülü alarak bitirdiği hafta askere alınmış, yedek subay olarak önce Diyarbakır’a, sonra Kafkas Cephesi’ne gönderilmişti. Büyük kahramanlıklar gösterdiği cephede yaralandı ve madalyayla ödüllendirildi. Daha sonra da, azınlık subaylarına yönelik önlemler çerçevesinde Güney Cephesi ne gönderildi. Halep e asker gözetiminde varan Agop otele giderken yolda tutsak İngiliz askerlerle karşılaştı. Hintli bir Albay Agop’a, salçalı yemekleri yiyemediklerini, kendilerine kuru gıdalar verilmesini söyledi ve ondan, bu isteğini Türkçe ye çevirmesini istedi. Agop, tutsak Hintli albayın bu isteğini yerine getirdikten sonra gittiği otelde gece yarısı, casusluk yaptığı suçlamasıyla gözaltına alındı.
Komutana hesap vermek üzere iki asker gözetiminde Şam’daki birliğine gönderildi. Şam da huzuruna çıkarıldığı komutan Mustafa Kemal’di.
Mustafa Kemal, Agop’la ilgili raporu okuduktan sonra, biraz hayranlıkla, biraz da merakla Agop’a sordu:
-Nasıl oldu da kaçmadın? dedi. Kolaylıkla kaçabilirdin...
Agop, Kafkas Cephesi’nde aldığı madalyasını işaret etti:
-Bu vatan için kan dökmüşüm, bu madalya sahte değildir, dedi. Kafkas Cephesi’nden kaçmayan her halde Şam sokaklarından kaçacak değildir. Emir buyurun süngüyü çıkarsınlar.
Askere Süngüyü çıkar buyruğu veren Mustafa Kemal, genç subaya bir öğüt verdi:
-Halep'te seni tutuklayan komutanını kötülüyorsun ama o haklıydı, dedi. Seni de anlıyorum. Gençsin, yedek subaysın, daha askeri kanunları okumamışsın, bilmiyorsun. Şunu bilmelisin ki, tutsaklarla temas etmek yasaktır.
Mustafa Kemal, Agop’un yanında taşıdığı kitabı gördü ve ilgilendi. Latin harfleriyle yazılı Türkçeyi ilk kez o kitapta görüyordu.
Agop’a, tabancasını, belgesini verdi ve “Şam’ı biliyor musun?” diye sordu. Agop “Şam’ı çok iyi bilirim” deyince Mustafa Kemal ona bu kez, özel bir izin verdi.
-O halde git, şehri biraz gez, ondan sonra gel, dedi.
Agop’un belgesi elindeydi. İstese, bu belgeyle firar edebilirdi. Tam kapıdan çıkarken, Mustafa Kemal onu geri çağırdı:
-Gel bakalım senin üstün başın perişan, dedi. Bu perişan giysilerle Şam’ı gezmek olmaz.

Cebinden kartını çıkardı, bir not yazdı, kartı Agop’a uzattı ve gerekli yere vermesini söyledi. Kartta şu yazı vardı:
“Bu mülazım efendiyi giydiriniz ve tabldotumuza dahil ediniz.”
Aradan yıllar geçti. Sofya Üniversitesi’nde çalışan Agop adlı bir bilim adamının, İstanbul’da yayımlanan Ermenice Arevelk gazetesinde Türk Yazıtları’nın 1200. Yıldönümü başlıklı bir yazı dizisi yayımlandı. Bu yazı dizisi, dil devrimi hazırlıkları içinde olan Mustafa Kemal’in dikkatini çekti. Yazıları okudukça, yazarının kendisine hiç de yabancı gelmediğini duyumsadı. Yıllar önce Şam da casus diye karşısına getirilen Ermeni yedek subayı geldi gözlerinin önüne. Yazarın fotoğrafını görmek istedi. Eşinin annesinin evini bilen bir kişi gitti, oradan aldığı Agop’un bir fotoğrafını getirdi. Mustafa Kemal fotoğraftaki Agop’u hemen tanıdı. Bu Agop Şam da bana casus diye getirilen Agop’un ta kendisi dedi ve onun adını, Dil Kurultayı’na katılacak bilim adamları listesine yazdırdı.
Mustafa Kemal’in çağrısı üzerine Sofya’dan gelen Agop ve eşi, İstanbul da çiçeklerle karşılandı. Zaman yitirilmeden Agop, Dolmabahçe Sarayı’na götürüldü. Mustafa Kemal yıllar sonra görüştüğü Agop’a hak ettiği konumu sağladı. Onun danışmanı, sözcüsü ve yapıtlarını düzenleyen biri oldu. Dil konusunda yoğun tartışmaların yapıldığı anlarda yanı başlarında duran karatahtanın önünde açıklamaları hep Agop yaptı. Bu yüzden soyadı devrimi ile birlikte Atatürk Dil konularını açıklar anlamında ona Dilaçar soyadı verdi. Ölüm döşeğindeyken Atatürk ün görmek istediği kişilerin başında Agop Dilaçar geliyordu. Atatürk çok ağır hastaydı. Ona bir vasiyette bulundu:
-Arkadaşlara selam... Sakın... Dil çalışmalarını... Gevşetmeyiniz... dedi.
Agop Dilaçar tüm yaşamını, Atatürk ün bu vasiyetini yerine getirmek için çalışarak değerlendirdi.

***
İğneciyan
Mustafa Kemal in İstanbul’daki dostları arasında İğneciyan adında bir Ermeni vardı. Mustafa Kemal Çanakkale’den döndükten sonra İğneciyan, Mustafa Kemal in Şişli deki evini sık sık ziyaret ederdi. Türkçe Sözlük konusunda çalışmalar yapan İğneciyan oldukça da zengindi. Mustafa Kemal, maddi sıkıntıya düştüğünde ona yardım da etmişti.
Mustafa Kemal Anadolu ya geçince İğneciyan tutuklanıp Malta’ya sürgün edildi. Servetine, tüm mallarına el konuldu. Malta’dan döndükten sonra üzerindeki elbiseden başka hiçbir şeyi olmayan bir yoksul adamdı artık İğneciyan. Apartmanları ve köşkü elinden gittiği için kızıyla birlikte Yedikule de bir gecekonduya sığındı.
Yıl 1927... Mustafa Kemal Anadolu ya geçtikten yıllar sonra ilk kez İstanbul’a geldi. Bunu duyan İğneciyan eski dostunu görmek ve uğradığı haksızlığın düzeltilmesi için Dolmabahçe Sarayı’na gitti. Kapıda nöbetçiye,

-Ben, Gazi’nin eski dostuyum, onu görmek istiyorum, dedi.
Nöbetçi, adını ve soyadını sordu, daha ayrıntılı bilgi istedi.
-Adım İğneciyan’dır dedi. Gazi’nin eski dostuyum, arkadaşıyım.
Nöbetçi baştan aşağı İğneciyan’ı süzdü. Kılık kıyafetine baktı. Söylediklerini inandırıcı bulmadı, onu geri çevirdi. İğneciyan birkaç kez daha geldi Dolmabahçe Sarayı’na ama her gelişinde çeşitli gerekçelerle atlatıldı.
Fakat yılmadı. Bir gün kızıyla birlikte yeniden Dolmabahçe Sarayı’nın önüne geldi. İnsanlar toplanmışlardı sarayın çevresinde. Motor sesleri, polislerin koşuşturmaları ve halkın coşkusu birbirine karışıyordu. Bu hareketlilik, Mustafa Kemal’in bir gezi için saraydan çıkacağının belirtisiydi. Polisler, İğneciyan ve kızına çevreden uzaklaşmalarını söylediler. Bu sırada Mustafa Kemal kapıdan çıkmış otomobiline binmek üzereydi. İğneciyan’ın kızı ok gibi fırlayıp insanların oluşturduğu etten duvarın arasından sızarak Gazi’nin yanına kadar varabildi.
Genç kızın telaşlı durumu, Mustafa Kemal in dikkatini çekti:
- Kim bu kız? dedi.
Çevredekiler şaşkın ve suskundu. Mustafa Kemal in sorusunu, küçük kız kendi yanıtladı:
-Ben İğneciyan’ın kızıyım, Gazi Hazretleri dedi.
Gazi birden durdu ve küçük kıza merakla sordu:
- Baban nerede? dedi. Hani, baban? Nerede?
Küçük kız biraz da ezik bir sesle yanıtladı bu soruyu:
-Dışarıda bekliyor, dedi. İçeri sokmuyorlar, sizin yanınıza yaklaştırmıyorlar...
Mustafa Kemal’in buyruğuyla İğneciyan içeri alındı. İki dost, yıllar sonra birbirine kavuştuğunda Mustafa Kemal, ne durumda olduğunu sordu İğneciyan’a. O da başına gelen tüm olayları ve kendisine yapılan tüm haksızlıkları tek tek anlattı. Mustafa Kemal’in gözleri doldu.
-Böyle bir haksızlık karşısında kayıtsız kalınamaz, dedi ve İğneciyan’ın anlattığı olayların en ince ayrıntısına değin araştırılması buyruğunu verdi.
Yapılan araştırma ve inceleme sonucu İğneciyan’ın haklı olduğu, tüm mallarının elinden haksız yere alındığı anlaşıldı. El konulan tüm malları kendisine geri verildikten sonra ayrıca, bir de maaş bağlandı. İğneciyan eski günlerinin huzuruna kavuştu.
Bu olayın ardından 11 yıl geçmişti. Yıl 1938 Kasım’ının 10’uydu. Mustafa Kemal’in ölüm haberi, İğneciyan’a da çok ağır gelmiş, onu yatağa düşürmüştü.
-Bakalım nasıl dayanacağım, ne kadar dayanacağım bu acıma? dedi kızına ve ancak iki gün dayanabildi. 12 Kasım 1938 tarihinde de, İğneciyan yaşamını yitirdi.


Kaynak: Bütün Dünya

İşte arkadaşlar , Atatürk’ü etkileyen dört Ermeni vatandaşımızın hikayesi.
Şimdi Atatürk’ümüzün “Ne mutlu Türküm” diyene sözünü daha iyi anlıyorum. Önemli olan ırk ve kan değil, o milletin evladı gibi hissetmektir. Bunu anlayan ve anlamayan tüm arkadaşlara yukarıdaki ibret öyküsünü bir daha okuyup, iyi düşünmelerini tavsiye ederim.

Son düzenleyen ThinkerBeLL; 22 Mayıs 2011 14:31
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
19 Aralık 2005       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
TÜRKLERE NE ÖĞRETİLEMEZ

"İngiliz kralı VIII. Edward İstanbul'a Atatük'ü ziyarete geldiği zaman, Atatürk kendisine bir akşam ziyafeti vermişti. Ziyafetten önce,
-"Bana İngiltere sarayında verilen ziyafetler ne şekilde olur, onu bilen birisini, yahut bir aşçı bulunuz!" dedi.
Ve nihayet bu sofra merasimini bilen bir zattan öğrenerek sofrayı o şekilde düzene koydular. Akşam kral sofraya oturunca kendisini kral sarayında zannederek memnun oldu. Atatürk'e dönerek:
- "Sizi tebrik eder ve teşekkür ederim. Kendimi İngiltere'de zannettim." diyerek memnuniyetini bildirdi.
Sofraya hep Türk
garsonlar hizmet etmekte idi. Bunlardan biri heyecanlanarak, elindeki büyük bir tabakla ani bir sekilde yere yuvarlandı. Yemekler de halılara dağıldı.
Misafirler utançlarından kıpkırmızı kesildiler. Fakat Atatürk Kral'a:
- "Bu millete her şeyi öğrettim, fakat uşaklığı öğretemedim!"
dedi. Bütün sofradakiler Atatürk'ün bu sözlerine hayran kaldilar. Atatürk garsona da "vazifene devam et" emrini verdi.
Son düzenleyen CynthiA; 22 Aralık 2005 21:53
Kral_Aslan - avatarı
Kral_Aslan
VIP MsXTeam
20 Ocak 2006       Mesaj #4
Kral_Aslan - avatarı
VIP MsXTeam
Atatürk'ün Anıları

"Atatürk Duygusuz Bir İnsandı Diyenlere İthaf Olunur"
Gazi Çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına rasladık. Atatürk attan inerek bu ihiyar kadının yanına sokuldu.
- Merhaba nine
Kadın Ata'nın yüzüne bakarak hafif bir sesle;
- Merhaba dedi.
- Nereden gelip nereye gidiyorsun? Kadın şöyle bir duralayıp,
- Neden sordun ki, dedi. Buraların sabısı mısın? Yoksa bekçisi mi?
Paşa gülümsedi.
- Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin?
Kadın başını salladı.
- Tabii söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey, otun güç bittiği, atın geç yetişdiği kavruk köylerinden birindeyim. Bizim mıhtar bana bilet aldı trene bindirdi, kodum Angara'ya geldim.
- Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni?
- Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da.... Benim iki oğlum gavur harbinde şehit düştü. Memleketi gavurdan kurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa. Bende gün demeyip mıhtara anlatınca, o da bana bilet alıverip saldı
Angaraya, giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte ağşamdan belli böyle kendimi ordan oraya vurup duruyom bey.
- Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı?
Kadını birden yüzü sertleşti.
- Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki... O bizim vatanımızı gurtardı. Bizi düşmanın elinden kurtardı. Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoruz. Şunun bunun gavur dölünün köpeği olmaktan onun
sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü görmek, ona sağol paşam! Demek için düştüm. Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşayı bulacağım yeri deyiver. Atatürk'ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden belliydi. Bana dönerek,
- Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır... Benim köylüm, benim vefalı Türk anamdır bu. Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum anacığım dedim, sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor.
Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere fırlatıp, Atatürk'ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu. İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü atanın ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk'e uzattı;
- Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm.
Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi.

Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi;
"Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin. Sonra köyüne götürün. Giderken de kendisine üç inek verin benim armağanım olsun."



Bir milletin kaderine hükmeden büyük komutan, devlet adamı, tanrı'nın Türk ulusuna bir lütfu; Mustafa Kemal ATATÜRK

Türkiyem

Baska ulkelerin filmlerindeki kahramanlik hikayelerini, sinema veya TV de izleyenlerin agladiklarini ve hislendiklerini gordum. Bunun en buyuk nedeni notalarin vucudumuza yaptigi akil almaz sihir. Ve sonra dusundum ki , eger bu hikayelerde boyle tepkiler veriyorsa izleyiciler, bugun bu topraklarda ozgurce yasayabilmemizi borclu oldugumuz kendi atalarimiza ait olan ve 100 yillar boyu eserlerimize kaynak olabilecek , Kurtulus Savasimizin, Turk ordusunun sehit ve gazilerinin kahramanlik hikayelerinin, guclu bir muzik esliginde sunumuna nasil bir tepki verirdi. Ve bir gece yarisi sabahin ilk isiklarina kadar calistim, bu projeyi hazirladim. "Yuzyilin lideri Ataturk"...[/quote]
Alıntı


O zaman arkaniza yaslanin ve bu genc yurekten kopan notalarin sihirine birakin kendinizi....(Emir Cerman)


.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 8 Mart 2016 03:36
Hayatın ne anlamı var.. Yanımda sen olmayınca....
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
23 Ocak 2006       Mesaj #5
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
"Türk Kendi Düşer, Kendi Kalkar!."

Fransızlarla Hatay meselesine dair anlaşma yapıldığı günlerden biriydi. Hatay'dan dönüşünde Eskişehir'de kaldı. Şereflerine Orduevi'nde bir şölen verildi. Eskişehirli bir genç aradı ve buldu. Ona Fransa hakkında bir şeyler yazdırdı ve okuttu. Bunda Fransızların savaşacak durumda olmadıklarından bahsediliyordu.
Son derece heyecanlı ve neşeliydi. Yendi, içildi. Milli oyunlara başlandı. Ata'mız bir aralık büsbütün coştu. Zeybek havasına kendini kaptırdı. Ayağa kalkarak oynamaya başladı. Coşkunluğu o dereceyi bulmuştu. Dizini yere vururken bir aralık sendeledi. Halk onu kucaklayıp kaldırmak istedi. İşaretle onları durdurdu ve :

- Türk kendi düşer, kendi kalkar !...... diyerek zemberek gibi yerinden fırladı.

Türk'ü ondan daha iyi kimse anlayamadı, anlatamadı.........
Son düzenleyen Blue Blood; 23 Ocak 2006 15:05
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Ocak 2006       Mesaj #6
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Futbol Nasıl Oynanır?" Büyük ATATÜRK’ün futbolla ilgili bir anısını en yakın arkadaşlarından Kılıç Ali’nin oğlu olan, devrinin ünlü futbolcusu Gündüz KILIÇ yıllar sonra kaleme aldığı ve bir gazetede yayınlanan yazısında tatlı bir üslup içinde şöyle dile getirmiş. ATATÜRK yakın arkadaşı Kılıç Ali’nin evine bir ziyaret için uğradığında, evde başka kimse bulunmadığı için Gündüz KILIÇ tarafından ağırlanmıştı. Bundan sonrasını rahmetli Gündüz KILIÇ’tan nakledelim.

.....ATATÜRK şerbetini yudumlarken 'Gel şöyle oturda seninle konuşalım biraz' dedi ve bana karşısındaki koltuğu gösterdi. Oturdum ama inanın içimin yağları eridi.İşin asıl zor tarafının bundan sonra başlayacağını hissediyordum. Çünkü ATATÜRK’ün özellikle gençlere değişik zeka soruları sorarak onları imtihan etmekten pek hoşlandığını biliyordum. Mahçup olma korkusu bütün benliğimi sarmıştı. Fakat çok şükür sorduğu soru korktuğum türden olmadı.

O sıralarda Milli futbol takımımız Halk Evleri Takımı adı altında Rusya’da 5-6 maç yapmıştı. Maçların çoğunda fena sonuçlar alınmıştı. Yaşımın pek genç olmasına rağmen, ben de kadroya alınmıştım. Ülkesinde olup biten her şeyle ilgilenen ATATÜRK’ün Rusya yenilgileri de gözünden kaçmamıştı.

İlk sorusu 'Neden yenildiniz?' oldu. Kem küm ederek bir şeyler söylemeye çalıştım. ATATÜRK pek üstelemeden ikinci sorusunu sordu. 'Peki bu yenilgiler seni çok üzdü mü?' dedi. Son derece üzüldüğümü anlatmaya çalışırken, bir el hareketiyle beni susturup kendi konuştu: 'Dünyada yenilmeyen kimse, yenilmeyen ordu, yenilmeyen takım, yenilmeyen kumandan yoktur. Yenildikten sonra üzülmekte tabiidir. Ancak, bu üzüntü insanın maneviyatını yok edecek, onu çökertecek seviyeye varmamalıdır. Yenilen hemen toparlanmalı, kendini yeneni yenmek için olanca gücüyle, azmiyle çalışmalıdır' dedi.

Sonra futbolun nasıl oynandığını anlatmamı istedi. Hemen kağıt kalem aldım, oyun sahasını çizerek o zamanki deyimiyle, müdafileri, muavinleri ve muhacimleri yerlerine yerleştirip onların görevlerini ve ana kaideler ile hedeflerini anlattım. ATATÜRK, 'Yahu desene bizim harp oyunları gibi, sizin işde strateji bilgisi ve kurmay kafası ister' diye önemser önemser başını salladı."

Rahmetli Gündüz KILIÇ’ın bu anısı ATATÜRK’ün futbol hakkındaki düşündüklerini bize öğretmesi bakımından değer ve önem taşıyor.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
buioaquila - avatarı
buioaquila
Ziyaretçi
29 Nisan 2006       Mesaj #7
buioaquila - avatarı
Ziyaretçi
KİTAP OKUMAK
“Bir gün Atatürk, tarihle ilgili bir kitap okuyordu. Öylesine dalmıştı ki, çevresini görecek hali yoktu. Bir sürü yurt sorunu dururken devlet başkanının kendini kitaba vermesi Vasıf Çınar’ın biraz canını sıkmış olacak ki Atatürk’e şöyle dediğini duydum :
“- Paşam,tarihle uğraşıp kafanı yorma. 19 Mayısta kitap okuyarak mı Samsun’a çıktın?”
Atatürk, Vasıf Çınar’ın bu içten yakınmasına gülümseyerek şöyle karşılık verdi :
“- Ben çocukken fakirdim.İki kuruş elime geçince bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydı, bu yaptıklarımın hiçbirini yapamazdım...” (Atatürk’ün Uşağı CEMAL GRANDA)

HERKESİ DİNLEMEKTEN ZEVK ALIRIM
Yakınlarından biri sorar:
“-Sanki ihtiyacınız varmış gibi herkesin düşüncesini bu kadar gayretle sorup anlamanızdaki amaç nedir? Size ne yararı olabilir ?
“- Ne düşündüğünü anlamaya çalıştığım kimselerin düşünceleri benimkilerin aynısı ise alâ... Düşüncelerim daha güç kazanmış olur. Yok, eğer benimkinin aynı değil de farklı ise gene mükemmel, fena mı? Ben de çeşitli fikirler elde etmiş olurum. Aynı zamanda kendimi her iki durumda da kazançlı kabul ediyorum. Dikkat ettim. Bazen hiç olmadık adamlardan çok şeyler öğrenmişimdir. Hiçbir kanıyı küçük görmemek gerekir. En sonunda kendi düşüncemi uygulasam bile, herkesi ayrı ayrı dinlemekten zevk alırım...”
(Atatürk’ten Yazılanlar, MUHTEREM ERENLİ)


DEVRİM İLKELERİNE BAĞLILIK
Meclis kürsüsünden sesleniyor:
“Alacağımız kararlarda halkın eğilimlerini elbette göz önünde tutacağız. Kesinlikle bu eğilimlere karşı hareket etmeyeceğiz. Fakat, eğer ilkelerimiz söz konusu ise, başımızı veririz, ilkelerimizden ödün vermeyiz...”
Hem büyük bir devrimci olmak, hem de tam anlamıyla demokratik bir meclis çalışması yapabilmek dünyada görülmemiştir. Bu yüzden, devrimin önüne çıkan engeller kararlılıkla aşılmıştır. Bu da kimilerinin onu diktatör diye tanımlamasına yol açmıştır.


ADAM OLMAK DEMEKTİR
CHP’nin kuruluş günleri. Parti tüzüğü tartışılıyor. Sarıklı bir milletvekili sert eleştirilerde bulunur. Ve :
“ Bu asrî (çağcıl,çağdaş) kelimesi de ne demektir ?” deyince;
Mustafa Kemal, başkanlık kürsüsünden öne eğilir ve seslenir :
“ Adam olmak demektir, hoca. Adam olmak..!”


BAYRAK ULUSUN ONURUDUR
10 Eylül 1922. M.Kemal İzmir’dedir. Dinlenmesi için hazırlanan konağa girerken önüne serilmiş Yunan bayrağını görür.
Bu nedir ?”
“Yunan Bayrağı paşam. Bu eve yerleşen Yunan kralı Konstantin,bu taşlığa serilen Türk bayrağını çiğneyerek geçmişti.”
“O, hata etmiş. Ben bu hatayı tekrar edemem. Bayrak, bir ulusun onurudur. Ne olursa olsun yerlere serilemez ve çiğnenemez.”


SÜNGÜLERİN PARLADIĞI YERDE
Yunan Başkomutanı Trikopis, tutsak alınarak M. Kemal’in yanına getirilir. M.Kemal hal hatır sorduktan sonra :
“Eğer, sonuna kadar görevinizi yaptığınıza inanıyorsanız vicdanınız rahat olsun” diyerek nasıl tutsak olduğunu öğrenmek ister.
urumu özetleyen Trikopis :
“Sonunda öyle oldu ki tüfeklerin bile işlemediği bir duruma düşürüldük.O zaman karşımızda süngüler parıldamaya başladı.Arkamız, önümüz, her yerimiz süngü... Böylece iş bitmişti...”
Dedikten sonra sorar:
“Peki, siz savaşı nereden yönetiyordunuz ?”
M.Kemal, dalgın,düşünceli yanıtlar :
“İşte tam o süngülerin parladığı yerde,askerlerin yanındaydım.”


TÜRK ASKERİ
1928 Ağustos’unun son günleri. M.Kemal, Yeni Harfler Komisyonu toplantısından çıkarken yanına gelenler Büyük Utku’nun (30 Ağustosun) yıldönümünü kutlarlar. Onlara şöyle der :
“Zaferi kazanan ben değilim.Bunu, asıl tel örgüleri aşan, savaş alanında can veren, yaralanan, düşmanın üzerine atılarak Akdeniz yolunu Türk süngülerine açan kahraman askerler kazanmıştır. Ne yazık ki, onların her birinin adını Kocatepe’nin sırtlarına yazmak olanağı yoktur. Fakat, hepsinin ortak bir adı vardır : Türk Askeri. Kutlamalarınızı onların adına kabul ediyorum...”


HOCA OLMAK
1923 yılının şubat ayındaki bir konuşmasından:
“Büyük dinimiz,çalışmayanın insanlıkla ilgisi olmadığını bildiriyor. Kimileri çağdaş olmayı dinsiz olmak sanıyorlar. Böyle sananların amacı müslümanların dinsizlere tutsak olmasını istemek değil de nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın. Hoca olmak, sarıkla değil, beyinledir...”


BİR TÜRK DÜNYAYA BEDELDİR
Atatürk,ün kimi sözleri kasıtlı olarak başka amaçlarla kullanılmıştır. Örneğin, Çankırı’da askerlerin koğuşlarını gezerken “Bir Türk, on düşmana Bedeldir” yazısını görür. Askere moral olması için yazılan bu yazının anlamını genç subaya sorar. O da “öyledir “ deyince Atatürk :
“Bir Türk Dünyaya Bedeldir” şeklinde düzeltir.
Bu, yoktan var edilen bir ulusa, onun bireylerine duyulan sevginin,vurucu bir anlatımıdır.
Sevdiklerimiz, dünyalara bedel değil midir !
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 8 Mart 2016 03:36 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
14 Eylül 2006       Mesaj #8
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
GÖMÜLECEĞİ YER
Atatürk'ün gömüleceği yer ve toprak:
O'nun kabri Ankara'da olacaktır. Fakat bu şehrin neresinde? Çünkü O' nun en son kuvvetli isteği bir an önce Ankara'ya dönebilmekti. Biri Büyük Millet Meclisi'nden İstasyon'a inen cadde üzerindeki yuvarlak yer, diğeri Çankaya'daki yeni köşkün mermer havuzu. Bu yerler şu nedenle konuşulmuştur:
Bir akşam Atatürk'ün etrafında toplananlar arasında, O'nun ölümlü oluşu üzerinde durulmuş ve özellikle kendisi 1926 suikast girişiminden sonra söylediği cümleyi tekrar etmişti. "Benim naçiz vücudum bir gün elbette toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır." dedikten sonra "Milletim beni istediği yerde yatırsın, yeter ki beni unutmasın," demişti. Meclisin altındaki yuvarlak yeri ortaya atan kişiye ise, "iyi ve kalabalık bir yer, fakat ben böyle bir arzumu milletime vasiyet edemem". Ancak, gene o akşam ileri sürülen bir fikrin kendisini çok duygulandırdığını, bugün bile hatırlıyorum.
Memleketin bütün sınır boylarından getirilecek toprak üzerinde yatmak. Recep Peker, hararetle bu fikrin sembolik savunmasını yapmıştı.
Atatürk, böyle bir fikrin uygulanmasından ancak, ölümlü vücudu için hoşlanacağını ve gurur duyacağını anlatırken bana bakarak: "Bunu unutma!" demişti.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Eylül 2006       Mesaj #9
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Atamızla İlgili Anılar...
1924 Anayasasına göre Cumhurbaşkanının izni olmadan hakaret davası açılamazdı. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya Atatürk'e geldi ve elindeki dosyayı göstererek:
Antalya da bir köylü size hakaret etmiş. Savcılık dava için izninizi istiyor.
Atatürk sorar:
Ben ne yapmışım bu köylüye?
Fabrikasyon imalatı 5 kuruşu olan Köylü Sigarası sadece tütün ve sigara kâğıdı halinde olursa 3 kuruş...

Köylü aldığı paketin içinde sigara kâğıdı bulamayınca, gazeteden kestiği kâğıda sarmış, çakmağı yakınca gazete kâğıdı alev almış, dudakları yanmış ve adınızı söyleyerek:
' O köşkünde hazır sigara içiyor, ben parasını verdiğim pakette sigara kâğıdı bulamıyorum' deyip şikâyetini şahsınıza hakaretle tamamlamış.
Atatürk gülmüş:
Anlaşılan beni padişah sanmış. Bak beni dinle. Trablusgarp Harbinde ben de bulduğum tütünü gazete kâğıdına sararak içmiştim. Bıyıklarım yanmıştı. Pek berbat bir şeydir. Köylü gene bana az küfretmiş. O nu mahkemeye vereceğine aldığı paketin içinde sigara kâğıdı bulunmasını temin et. Adresini Soyak'a bırak özür dilesinler ve bir koli içtiği tütün paketinden göndersinler. Yalnız dikkat etsinler paketler kâğıtsız olmasın.
Halkla ilgili en basit olayları nasıl takip ettiğini bilen Şükrü Kaya Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak'a köylünün adresini vermekle kalmadı, Antalya Valisine; köylü tütün paketlerinin içinde sigara kâğıdı olup olmadığını kontrol ettirdi.
İki hafta sonra Atatürk durup dururken Kaya'ya şunu sordu:
KÖYLÜYE PAKET ULAŞTI MI?

FALİH RIFKI ATAY'IN ANISINDAN
Bir öğretmen ATATÜRK aleyhine taşlama şiir yazmıştır. Kendisini hemen açığa alırlar.Öğretmen yeniden göreve dönmek için dört yana başvurur. Milli Eğitim Bakanının yanına gider. Yetenekli bir gençtir. Bakan:
Oğlum hakkınızda biz hiçbir şey yapamayız.
Niçin yapamazsınız?
-Oğlum suçun doğrudan doğruya Atatürk'ün kişiliğine ait.Biz karar veremeyiz.
Öyleyse ben Atatürk'ün karşısına çıkacağım.
Hele biraz bekle, pek inatçıymışsın, bana bir hafta sonra yine gel.
Bakan bir akşam sofrada Atatürk'e konuyu açtı:
Hani Efendim, hakkınızda ağır bir taşlama yazan öğretmen vardı...
Evet?
Af yasasından yararlanarak yeniden öğretmen olmak istiyor.
-Öğretmen olmasına yasal bir engel var mı dır?
Hayır Efendim.
O halde niçin bana soruyorsunuz?
-İşlediği suç sizinle ilgili..
AŞKOLSUN SANA! KİŞİSEL KIRGINLIĞIM İÇİN YASALARIN GEREĞİNİ YERİNE GETİRMENİZDEN HOŞLANMAYACAK KADAR BENİ BENCİL Mİ SANIYORSUN? KENDİSİNİ HEMEN İLK AÇILACAK YERE TAYİN EDİNİZ ..

BU MİLLETVEKİLLİĞİ AYRICALIĞINI HİÇ BEĞENMEDİM
Atatürk bir sabah Florya'dan Dolmabahçe sarayına dönüyor.
Yeşilköy istasyonunun önünden geçerken birdenbire otomobili durduruyor ve başyaver'e:
- Sorunuz, tren var mı? Diye emir veriyor.
O sırada tren hemen hareket etmek üzeredir, hep birlikte otomobilden inip yanındakilerle trene biniyor. Karar ani verildiği ve tatbik edildiği için bu trene biniş hemen kimsenin nazarı dikkatini çekmiyor. Bir müddet sonra, her şeyden habersiz olan kondüktör ata'nın bulunduğu kompartımana geliyor. Kafileyi görünce çekilmek istiyor. Ata hemen sesleniyor;
- Vazifeni yap! (yanındakileri göstererek) bu efendilere niçin bilet sormuyorsun?
Yanındakiler cevap verirler.
- Paşam biz mebusuz. Tren bileti almayız. Parasız seyahat ederiz.
Ata hayretle:
- Bu imtiyazı hiç beğenmedim, der. Çok ayıp ve acayip bir kaide. Çok güzel halkçılık!
Ali KILIÇ

ŞEF ASKER Mİ SİVİL Mİ OLMALI?
Çankaya akşamlarından biri. Bazen Atatürk soruyor, bazen de Atatürk'e soruyorlar. O' na diyorlar ki:
- Şef asker mi, sivil mi olmalı?
Cevap veriyor:
- Şef, şef olmalı. İster sivil, ister asker.
Bu cevabı ile şefliğin rütbede ve elbisede değil, ruhta ve kafa yapısında olduğu hakikatini veciz surette belirtmiş oluyor.
Nükte Ve Fıkralarla Atatürk, Niyazi Ahmet BANOĞLULAİKLİK İlk Melis'te bir gün laiklik söz konusu oluyordu. Gazi Mustafa Kemal Paşa o gün Meclis'e başkanlık ediyordu. Meclis'in tanınmış din alimlerinden bir vatandaş kürsüye geldi. Alaycı bir tavırla:
- Arkadaşlar, bir laikliktir gidiyor. Affedersiniz, ben bu laikliğin manasını anlamıyorum.
Diye söze başlarken riyaset makamında bulunan Mustafa Kemal Paşa dayanamamış, oturduğu yerden eline kürsüye vurarak:
- Adam olmak demektir hocam, adam olmak!
Diye hoca efendinin sualini cevaplandırmıştır.
Ali KILIÇ, Atatürk'ü Anmak Kitabından, S.253

ATATÜRK VE DİN ADAMLARI

Mücadele'nin en buhranlı günleriydi. İstanbul ile Ankara arasında fetva kavgası tüm şiddetiyle devam ediyordu. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi, kendi bünyesi içindeki din adamlarından seçtiği İrşad (Aydınlatma) Heyetleri'ni vatanın köyüne-kentine göndermek ve gerçekleri vatandaşa anlatmakla görevlendirildi. Milli Eğitim Bakanı Türk Ocakları Genel Başkanı olan rahmetli Hamdullah Suphi Tanrıöver'di. Mustafa Kemal'e geldi.
- Paşam... Bunlar çoğunlukla Arapça konuşacaklar. Halk ne anlayacak?
Atatürkgülümsedi.
- Sen üzülme Hamdullah... Onlar Arapça konuşsalar bile Türkçe düşünürler dedi.
Cemal KUTAY, Atatürk Olmasaydı

VATANIMIN TOPRAĞI TEMİZDİR

Kral Edward İstanbul'a geldiği zaman, yatından bir motora binerek Dolmabahçe Sarayı'na yanaştı. Atatürk de rıhtımda O'nu bekliyordu. Deniz dalgalı idi ve kralın bindiği motor inip çıkıyordu. Kral rıhtıma çıkmak istediği bir sırada eli yere değdi ve tozlandı. O sırada Atatürk de Kral'ı rıhtıma almak üzere elini uzatmış bulunuyordu. Bunu gören kral bir mendille elini silmek istediği bir anda Atatürk:

-Vatanımın toprağı temizdir, o, elinizi kirletmez! diyerek, Kral'ı elinden tutup rıhtıma çıkarıverdi. Enver Behnan ŞAPOLYO

ANKARA'YI NEDEN BAŞKENT YAPTIM?

Sıcak bir günün akşamında yanında bazı ileri gelenler ile Köşkü'nün bahçesinde dolaşıyordu. Ben de o sıralar eski Köşk'ün tavan dekorlarıyla meşguldüm. Tozlu ve sisli bir akşam Ankara'nın üzerine çökmüştü. Yer yer toz hortumları semaya doğru yükseliyor ve manzaraya daha boğucu bir hava ekliyordu. Bize:
- Ankara'yı hükümet merkezi yapmakla iyi mi ettim? diye sordu.
Tabii herkes müspet cevap verdi.
Arkasından:
- Neden? suali gelince, kimi staratejiden, kimi siyasetten bahsetti. Hatta birimiz kayalık güzeldir gibi bir estetik nazariye de ortaya attı.
Atatürk:
-Şimdi dalkavukluğu bırakın diye münakaşayı kapattı. Ankara'nın hükümet merkezi olmak için saydığınız meziyetleri beni ikna etmeye yetmez. Ben Ankara'yı hükümet merkezi yapmakla büsbütün başka bir hedef güttüm. Türk'ün imkansızı imkan haline getiren kudretini dünyaya bir kere daha tekrar etmek istedim. Bir gün gelecek şu çorak tarlalar, yeşil ağaçların çevirdiği villaların arasından uzanan yeşil sahalar asfaltlarla bezenecek. Hem bunu hepimiz göreceğiz. O kadar yakında olacakki.
Anekdotlarla Atatürk Em.Tümg. Muzaffer ERENDİL

SAKAL ÜZERİNE...

Atatürk Amasya ziyaretinde.Vali konağında yörenin ileri gelenleri ile sohbette. Bir ara tam karşısında oturan birine takılır gözleri. Yaşı ellinin üzerinde bu adam beline kadar inen sakalıyla Atatürk'ün dikkatini çeker. Ata, yanındaki valinin kulağına eğilip sorar;
- Kimdir bu?
Vali yanıt verir;
- Efendim kendisi Şıh'tır. Yörede çok hatırlısı vardır.
Atatürk Şıh'ı yanına çağırır ve;
- Bak baba, imanın ölçüsü sakalın boyunda değildir. Şunu rica etsem de en azından Peygamber efendimizinki gibi kısaltsan der ve eliyle de boyunaltı hizasını gösterir.
Şıh;
- Emrin olur Paşam diyerek yerine çekilir.
Aradan zaman geçer, bir akşam Atatürk Amasya'daki Şıh'ı hatırlar ve Vali'yi telefonla arayıp durumu sorar. Vali nasıl söyleyeceğini bilememekle birlikte, Şıh'ın sakal boyunda en küçük bir kısalma bile olmadığını aksine kimselere el sürdürmediğini anlatır. Atatürk telefonu kapatır, kağıdı kalemi eline alır ve az sonra Nazırını çağırıp, yazdığı yazıyı Amasya Valiliği'ne tebliğ etmesini ister. Ertesi gün Amasya'dan bir haber gelir ki Şıh Efendi Ata'yı görmek üzere Ankara'ya yola çıkmış...
Şıh gelir, Ata'nın karşısına çıkar. Sakal tamamen kesilmiş, sinekkaydı bir tıraş olunmuş, saçlar kısaltılmış, kılık kıyafet baştan sona değiştirilmiş, bambaşka bir görünüme bürünülmüştür. Atatürk'ün mesai arkadaşları bu değişimi anlayamaz ve Ata'ya sorarlar;
- Aman Paşam, o Şıh ki sakalına el dahi sürdürmezdi, siz ne ettiniz de kökünden kesmesini sağladınız?
Ata gülümser, sonra da yanındakilere dönüp;
- Dün akşam Amasya Valiliği'ne bir yazı gönderdim ve Şıh'ı Afyon'a vali atadığımı bildirdim der.
Ardından da yeni bir yazı hazırlayıp Nazırına bu yazıyı da Şıh'a vermesini söyler. Yazıda şöyle yazmaktadır;
- İnancın ölçüsünün sakalda olmadığını anladığına sevindim. Valilik meselene gelince, bugün koltuk uğruna kırk yıllık sakalından vazgeçebilen yarın başka şeyler için milletinden bile vazgeçebilir. Seni böyle bir ikileme mahkum bırakmayalım.
Son düzenleyen Safi; 8 Mart 2016 03:37 Sebep: Sayfa düzeni.
nünü - avatarı
nünü
Ziyaretçi
25 Eylül 2007       Mesaj #10
nünü - avatarı
Ziyaretçi
ATATÜRK'E BİR KÖYLÜNÜN CEVABI
Tarihimiz sayısız savaşlarla doludur. Biz bu savaşlardan başkaldırıp ne memleketi imar edebilmişiz, ne de kendimiz refaha kavuşmuşuzdur. Bunun sebebi, bizim suçumuzda olduğu kadar düşmanlarımızdadır da. Çünkü başta Moskoflar olmak üzere düşmanlarımız hep şöyle düşünürlerdi :
- Türklere rahat vermemeli ki, başka sahalarda ilerleyemesinler...
Bunun için de sık sık başımıza belalar çıkarırlar, savaşlar açarlar, balkan milletlerini "istiklal" diye kışkırtırlardı.
Biz böyle durmadan savaşırken de o zamanlar askere alınmayan gayri müslimler durmadan zenginleşirlerdi.
Onların neden zengin, bizim neden fakir kaldığımızı bir köylü, Atatürk'e verdiği kısa bir cevap ile gayet veciz olarak izah etmiştir.
Atatürk, Mersin'e yaptığı seyahatlerden birinde, şehirde gördüğü büyük binaları işaret ederek sormuş:
- Bu köşk kimin?
- Kirkor'un...
- Ya şu koca bina ?
- Yargo'nun
- Ya şu ?
- Salomon'un...
Atatürk biraz sinirlenerek sormuş:
- Onlar bu binaları yaparken ya siz nerede idiniz? Toplananların arkalarından bir köylünün sesi duyulur:
- Biz mi nerede idik? Biz Yemen'de, Tuna Boyları'nda, Balkanlar'da, Arnavutluk Dağları'nda, Kafkaslar'da, Çanakkale'de, Sakarya'da savaşıyorduk paşam...
Atatürk bu hatırasını naklederken:
- Hayatımda cevap veremediğim yegane insan bu ak sakallı ihtiyar olmuştur, der dururdu.

Benzer Konular

19 Kasım 2014 / Ziyaretçi Soru-Cevap
13 Şubat 2016 / Ziyaretçi Soru-Cevap
2 Kasım 2010 / yasinözcan Soru-Cevap
30 Kasım 2011 / Misafir Soru-Cevap
31 Mayıs 2015 / Kılıç Bey Mustafa Kemal ATATÜRK