Arama

Hamamizade İsmail Dede Efendi

Güncelleme: 11 Aralık 2016 Gösterim: 42.151 Cevap: 8
virtuecat - avatarı
virtuecat
Ziyaretçi
2 Ekim 2006       Mesaj #1
virtuecat - avatarı
Ziyaretçi

İsmail Dede Efendi (HAMMAMİZADE), DEDE EFENDİ olarak da bilinir.


(d. 9 Ocak 1778, İstanbul - ö. 28 Kasım 1846, Mina, Mekke yakınları),
Sponsorlu Bağlantılar
Klasik Türk müziğinin en büyük bestecilerinden.

Ad:  Hamamizade_Dede_Efendi.JPG
Gösterim: 1674
Boyut:  54.1 KB
Cezzar Ahmed Paşa’nm mühürdarı Süleyman Ağa’nın oğluydu. Süleyman Ağa görevinden ayrılıp İstanbul’a yerleşince hamam işletmeye başladı. Dede Efendi’nin “Hammamîzade” lakabı buradan gelir. Hekimoğlu Ali Paşa Camisi’nin yanındaki Çamaşırcı Mektebi’nde öğrenime başlayan İsmail, sesinin güzelliği ve müzik yeteneğiyle dikkati çekerek sınıfında ilahicibaşı oldu. Dönemin tanınmış müzikçilerinden Uncuzade Mehmed Emin Efendi’den ders aldı. Hocasının aracılığıyla Başdefterdarlık’ta memur olarak çalışmaya başladı. Bir yandan da Yeni- kapı Mevlevihanesi’ne devam etti ve çilesini doldurarak 1799’da dede oldu. Burada müzik dersleri vermeye başladı. İlk şarkısı olduğu söylenen “Zülfündedir benim baht-ı siyahım”ı (buselik) bu sırada besteledi. Bu şarkısıyla III. Selim’in ilgisini çekti. “Ey çeşm-i ahu hicr ile tenhalara saldın beni” (hicaz nakış) diye başlayan bestesiyle ünü artan ve hanende olarak saray fasıl heyetine alınan Dede Efendi 1802’de padişahın musahipleri arasına girdi. Saraydaki saygınlığı II. Mahmud döneminde (1808-39) de sürdü. 1839’da tahta geçen Abdülmecid’den de büyük ilgi gördü. 1846’da öğrencilerinden Dellalzade İsmail Efendi ve Mutafzade Ahmed Efendi ile birlikte hacca gitti. Mekke’de koleraya yakalanarak öldü, Hz. Hatice’nin mezarının yakınma gömüldü.

Abdülkadir Meragî ve Itrî ile birlikte, klasik Türk müziğinin en büyük üç bestecisinden biri olan İsmail Dede Efendi, usta bir naathan ve hanendeydi. Yaklaşık 500’den fazla beste yapmışsa da, günümüze 288’i ulaşabilmiştir. Bunların 56’sı dinsel tasavvufi (6 Mevlevi ayini, 1 savt, 4 tevşih, 3 durak, 37 ilahi ve 5 peşrev), 232’si dindışı (1 kârmatık [İsmail Dede Efendi’ye ait olmadığı da ileri sürülür], 5 kâr, 1 kârçe, 44 beste, 22 ağırsemai, 30 yürüksemai, 116 şarkı, 13 köçekçe, 3 peşrev ve 1 sazsemaisi) yapıtlardır. Beşi kendi Mevlevi ayinleri için bestelenmiş 8 peşrevi ve 1 sazsemaisi dışındaki bütün yapıtları sözlüdür. Sağlam ve uzun müzik cümleleriyle kurulu olan yapıtlarında lirik, akıcı, içten ve kişisel bir üslup görülür. Klasik geleneği, daha önce erişilememiş doruklara çıkarırken, bir yandan da üslup yenilikleri aramıştır. Yapıtlarında biçim yetkinliğinden ödün vermeden klasik Türk müziğinin kendi mantığı içinde gelişebildiğini göstermiştir.

Başlıca yapıtları arasında “Ayağı tozunu sürme çekelden gözüme” (suzidil durak), “Gözümde daim hayal-i cânâ” (rast kâr-ı nev), “Ey kaş-ı keman tir-i müjen cânıma geçti” (ferahfeza beste), “Bir dilber-i nadide bir kamet-i müstesna” (ferahfeza ağırsemai), “Bu gece ben yine bülbülleri hâmûş ettim” (ferahfeza yürüksemai), “Figan eder yine bülbül, bahar görmüştür” (ferahnak beste), “Dil-i biçareyi mecruh eden tiğ-i nigâhmdır” (ferahnak ağırsemai), “Ey çeşm-i ahu, hicr ile tenhalara saldın beni” (hicaz nakış beste), “Bir gonca femin yaresi vardır ciğerimde” (bayati beste), “Ey gonca dehen hâr-ı elem canıma geçti” (mahur beste), “Yine zevrak-ı derû- nüm kırılıp kenâre düştü” (mahur yürüksemai), “Yine neşe-i muhabbet dil ü canım etti şeyda” (hicaz nakış yürüksemai), “Misalini ne zemin ü zeman görmüştür” (sulta- niyegâh beste), “Can ü dilimiz lutf u keremkâr ile mamur” (sultaniyegâh beste), “Nihan ettim seni sinemde ey mehpare canımsın” (sultaniyegâh ağırsemai), “Ey lebleri gonca, yüzü gül, serv-i bülendim” (acemaşiran ağırsemai), “Reh-i aşkında edip kaddimi kütah gönül” (hüzzam yürüksemai), “Ser-i zülf-i anberini yüzüne nikab edersin” (şevkefza yürüksemai), “Sana ey canımın canı efendim” (şehnaz şarkı), “Beğendim seni efendim, geçmem asla ben” (ferahnak şarkı), “Yine bir gülnihal aldı bu gönlümü” (rast şarkı), “Ey büt-i ney eda, olmuşum müptela” (hicaz şarkı), “Öpsem seni doyunca” (rast şarkı) sayılabilir.

Kaynak: Ana Britannica

Son düzenleyen Baturalp; 11 Aralık 2016 19:05
Biyografi Konusu: Hamamizade İsmail Dede Efendi nereli hayatı kimdir.
virtuecat - avatarı
virtuecat
Ziyaretçi
9 Kasım 2006       Mesaj #2
virtuecat - avatarı
Ziyaretçi

Hamamizade İsmail Dede Efendi


(1778-1846)
Sponsorlu Bağlantılar
Osmanlı, besteci. Klasik üslubun son ve önemli temsilcisidir.

Ad:  Hamamizade_Dede_Efendi1.JPG
Gösterim: 1152
Boyut:  20.5 KB
9 Ocak 1778'de İstanbul'da doğdu, 29 Kasım 1846'de Mekke yakınlarında Minâ'da öldü. Babası geçimini hamam işletmeciliğiyle sağladığı için, İsmail Efendi, Hammâmîzade adıyla tanınmıştır. Ancak günümüzde çoğu zaman Dede Efendi diye anılır.

İlköğrenimini yaptığı okulda, sesinin güzelliği dolayısıyla ilahicibaşı olmuştu. Müzikle uğraşan ve evinde meraklılara ders veren Anadolu Kesedarı Uncuzade Mehmed Efendi okuldaki bir tören sırasında ilahi okuyuşunu dinledikten sonra hemen öğrencileri arasına aldı. İsmail, ilkokuldan sonra, yedi yıl hem Uncuzade'nin derslerine devam etti, hem de öğretmeninin yardımıyla girdiği Defterdarlık Muhasebe Kalemi'nde çalıştı. Bir yandan da köklü bir müzik geleneği olan Mevlevilik'in o yıllardaki en güçlü çevrelerinden Yenikapı Mevlevihanesi'nde zamanın değerli müzik ustası Şeyh Ali Nutkî Dede'nin derslerini izlemeye başladı. Şeyhin kardeşi olan müzik kuramcısı Abdülbâki Nâsır Dede'den de yararlandı. Ney üflemeyi ondan öğrendiği söylenir.

1798'de Muhasebe Kalemi'ndeki görevinden ayrılarak tekkede çileye girmeye karar verdi. Çilesi sırasında bestelediği, "Zülfündedir benim baht-ı siyahım" dizesiyle başlayan buselik şarkı, İstanbul'un müzikle ilgili çevrelerinde bestecisinin adı üstünde büyük merak uyandırdı. Ünü kısa sürede bütün kente yayılan şarkı sarayda da okundu. Kendisi de besteci olan III. Selim, şarkının çile doldurmakta olan genç bir Mevlevi dervişi tarafından bestelendiğini öğrenince, onu saraya çağırtarak yapıtı bir kez de kendisinden dinledi ve onu hemen saray hanendeleri arasına almak istedi. Padişahın sürekli ilgilenmesinin etkisiyle, üç yıllık çilesinin son yılı Nutkî Dede tarafından bağışlandı.

1799'da çilesini doldurunca Dede unvanını aldı. Yenikapı'da hücrenişîn (hücre sahibi) olduktan sonra, özellikle ayin günleri, hücresi ondan yararlanmak isteyen müzik meraklılarının uğrağı oldu. Bu sıralarda bestelediği en güçlü eserlerinden Hicaz Nakış büyük yankı uyandırdı. Yeniden saraya çağrıldı, bundan sonra haftada iki gün, padişah huzurunda düzenlenen küme fasıllarına hanende olarak katılmaya başladı. 1802'de saraydan bir kadınla evlendi.

1804'te büyük saygı ve sevgiyle bağlandığı öğretmeni Ali Nutkî Dede'yi, bir yıl sonra üç yaşındaki oğlunu, 1808'de annesini, 1810'da ikinci oğlunu yitirdi. Bayatî makamındaki, "Bir gonca femin yâresi vardır ciğerimde" dizesiyle başlayan bestesi büyük oğlunun ölümünden duyduğu acıyı dile getirir. Türk müziğinde ilk kez kişisel bir konunun işlendiği bu mersiye, Tanzimat öncesinin kişiselliğe ve duygusallığa açılma eğilimi içinde gözlenen kendine özgü romantik bir duyarlığın müziğe yansıması sayılabilir.

İsmail Dede, sanatını geliştirmesine yardımcı olan III. Selim'in 1808'de tahttan indirilerek öldürülmesini izleyen IV. Mustafa'nın bir yıllık padişahlığı sırasında müzik toplantılarına son verildiği için saraydan uzaklaştı. II. Mahmud'un siyasal karışıklığı gidermesinden sonra yeniden saraya alındı. Önce musâhib-i şehriyârî, sonra sermüezzin olduğu bu yıllar, sanat yaşamının en parlak, en verimli dönemi oldu.

İsmail Dede, Abdülmecid zamanında da sarayda ki yerini korudu. 1839'da bestelediği Ferahfeza Ayin'nden sonra bestecilik yaşamında görece bir durgunluk göze çarpar. Kendi sözleri, davranışları göz önüne alınırsa, Abdülmecid sarayını çok yadırgamıştır. Saraydaki havanın birdenbire "alafrangalaşması", Batı müziği zevkiyle yetişen yeni padişah zamanında Türk müziğinin, saraydaki varlığını eskisinden farklı olarak ancak resmi bir ilgiyle sürdürür hale gelmesi, Dede'nin bu çevreden uzaklaşmasına yol açtı. Öğrencileri Mutafzade Ahmed ve Dellâlzade İsmail Efendi ile birlikte padişahtan izin isteyip Hac'a gitmeye karar verdi. Hicaz'da hacı olduktan sonra yakalandığı kolera nedeniyle öldü. Mezarı Mekke'dedir.

İsmail Dede, Osmanlı tarihinin en bunalımlı dönemlerinden birinde yaşadı. Bir uygarlık ve kültür değişimi üzerinde daha da hızlanan bir toplumsal çöküş ortamında yetişti. Yenilik hareketlerinin yarattığı tepkilerdin doğan kanlı olayları gördü. III. Selim döneminin sınırlı Batılılaşma eğilimlerini, II. Mahmud döneminin hem Doğu'ya hem de Batı'ya yönelişlerini, Abdülmecid'in toplu bir yenileşmeyi öngören Batıcılığını izledi. Kabakçı Mustafa Ayaklanması, III. Selim'in öldürülmesi, Alemdar olayı, Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması, Mehterhane'nin yerine kurulan Muzika-yı Hümayûn ile ilk resmi Batı müziği öğreniminin başlaması, Tanzimat Fermanı, yaşadığı yılların önemli olaylarıdır. Yaşama biçiminde, kültür ve sanatta görülen "yeni" ile "eski" "geleneksel" ile "yabancı" arasındaki çatışmaya bu değişme süreci yol açmıştır. Bunu izleyen iki yüzyılda Türkiye'nin müzik dünyasında baş gösteren ikilik, daha Dede'nin yaşadığı yıllarda bile büyük gerginlik yaratmıştı. Dönemin bu çelişkileri, huzursuzlukları onun müziğini etkilemiştir.

İsmail Dede hem Mevlevi gelenekleri içinde yetişmişti, hem de bir saray adamıydı. Sanatı, Yenikapı Mevlevihanesi'nde ve sarayda bulduğu canlı müzik ortamı içinde gelişip olgunlaşmıştı. Öte yandan, bir kentli, İstanbullu bir halk adamı olarak İstanbul halkının eğlencelerine eşlik eden hafif müziğe de değer vermişti. Rumeli türkülerini, serhad havalarını öğrenmişti. Bestelediği köçekler, türküler, hafif şarkılar, saraydan çok, kentli halka seslenir. Birçoğu geniş bir dinleyici kesimine ulaşan parçalarıyla bir "kent müziği" yaratmıştır. Ancak, halk müziğine duyduğu ilgi yalnızca hafif parçalarda görülmez. Pek çok bestecide, halk müzik motiflerini birkaç form içinde yansıtmakla sınırlı kalan halk zevki, onun sanatının tümüne özgü bir nitelik olarak ortaya çıkar. Din dışı büyük formlardaki çeşitli yapıtların yanı sıra, Mevlevi ayinlerinde de halk ezgisi üslubuyla bestelenmiş bölümler vardır.

Müziğin her türüne açık tutumunun bir ürünü olarak yapıtları, Türk müziğinin her düzeyde o güne kadar ki gelişiminin geniş ve yetkin bir özetidir. Itrî'den sonra gelen besteciler arasında hiçbirinin sanatı Dede'nin ki ölçüsünde toplayıcı değildir. O, gitgide gelişen teknik ustalığıyla Klasik üslubun bütün inceliklerini yansıtmıştır. Genel olarak Klasik üsluba bağlı kalmış olmakla birlikte, çağdaşlarında bulunmayan bir yenilik çabası da görülür. Sanatının ayrı bir yönü olan bu özellik, Klasik üslubu içerden değiştirmek isteyen bir anlayışın ürünüdür. Gerçi bu yenilik arayışı onunla başlamış değildir, daha öncekilerde de aynı doğrultuda bir çaba görülür; ama bu arayış Dede'de en ileri noktasına ulaşır.

Yenilikleri, öncelikle melodi yapısında görülür. Dinsel ve din dışı müzik onda bir bütündür. Her iki türe özgü melodi çizgileri birçok yapıtında aynı cümle içinde birleşir. Müziğinin en etkili yanı, bu dengenin kuruluşundaki ustalıktan kaynaklanır. Türk müziğinde bir bestecinin kişiliğini, üslubunu ayırt etmekte en geçerli ölçütlerden biri sayılabilecek modülasyon (geçki) sanatında kendi tekniğinin ürünü olan büyük bir ustalık gösterir. Bu alandaki en önemli niteliği kalıplaşmış modülasyon yollarından kaçınmasıdır. İki makam arasındaki ortak sesleri bulmak için giriştiği hazırlığı dinleyiciye farkettirmeden, son derece şaşırtıcı, ama doğal bir biçimde makam değiştirir.

Bestelerinde daha önce hiç uygulanmamış modülasyon örneklerinin sayısı az değildir. Bu makam çeşitliliğinin sağladığı hareketlilik içinde, melodilerindeki akışın yükseliş ve alçalışları müziğine kendiliğinden nüanslanmış bir anlatım kazandırır. Usullerin kullanımı ile güftenin usule uydurulmasına ilişkin yenilikleri de çarpıcıdır. Yerleşik kalıpları zorlayan bu tür yenilikleri yapıtlarına zenginlik katar. Yenilikçi yanı, duyarlık bakımından, Romantizme açık bir özellik gösterir. Klasik üslubun kişisel duyguya yer vermeyen mesafeli tavrından sıyrılma eğilimi, melodi çizgilerinde dile gelen Romantiklere özgü geçmişe özlem duygusu, halk zevkine yaklaşma çabası hep bu tür özelliklerdendir.

Yenilikçiliğin bir başka yönü, Batı müziğiyle olan ilişkisindedir. Muzika-yı Hümayûn'un kuruluşuyla saraya giren İtalyan müziğini dinleme olanağı bulmuştur. Kulak gücüyle kavramaya çalıştığı Batı müziğinin etkisi bazı yapıtlarında, özellikle Rast Kâr-ı Nev'de -vals ritmini gelenekte bulunan üç zamanlı semai ölçüsüyle verdiği- "Yine bir gülnihal.." şarkısında açıkça olduğu görülür. Batı'nın çok sesliliğiyle ilgilenmemiş olduğu halde, bu müziğin melodi yapısını özümlemiş olması nedeniyle bu tür parçaları armonize edilebilir.

Dede'nin sanatına çeşitli düzeylerde bakıldığında, birçok farklı öğeyi doğal bir uyum içinde kaynaştırdığı görülür. Yaşadığı dönemin karşıt yönlerinin onun sanatında bir uzlaşmaya vardığı söylenebilir. Müziği hem dünyasal, hem de dinsel ve mistiktir. Geleneklere bağlı olduğu ölçüde onları geliştiricidir de. Seçkinlere seslenirken halktan uzağa düşmez. Eski ile yeniyi yadırgamadan kaynaştırır. Sanatının özü, bu ikiliklerin uyumundadır. Yüz elli yıldan sonra da geniş bir dinleyici kesiminin duyarlığına seslenebilmesi, sadece sanat gücünün değil, aynı zamanda, eski zevki yeni zevke bağlayan bir köprü rolünü oynamış olmasının bir sonucudur. Bu niteliğiyle, Türk müziği tarihi açısından da büyük önem taşır.

İsmail Dede gelenek içinde bireysel bir sese ulaşabilmiş bestecilerin başında yer alır. Bu yüzden üslubu "Dede Efendi tavrı" diye nitelendirilir. Klasik üsluba bağlı kendisinden sonraki bütün bestecileri etkilemiştir. Çeşitli kaynaklarda onun benzersiz bir naathan olduğuna değinilir. Bir hanende olarak da, Türk müziğinin kendisine ulaşan bütün ürünlerini öğrenmiştir. Öğrendiklerini öğrencilerine öğretmiş, onların öğrencileri de bunların önemli bir bölümünü notaya almışlardır. Böylece İsmail Dede klasik yapıtlar repertuarının bugüne ulaşmasında en eski kaynaklardan biri olmuştur. Ayrıca sultanîyegâh, neveser, sabâbuselik, hicazbuselik, arabankürdî makamlarını da o düzenlemiştir.

Dede Efendi'nin hemen hemen her formda bestesi vardır. En güçlü yapıtarı sayılan Mevlevi ayinleri, müziğinin gelişimini ve niteliklerini daha belirgin biçimde yansıtması açısından da önemlidir. Her yapıtında sanatının ayrı bir özelliğiyle ortaya çıkar. Başka bestecilerinki gibi onun da pek çok yapıtı kaybolmuş ya da unutulmuşsa da, iki yüz yetmişten çok yapıtı aslına uygun bir biçimde günümüze ulaşmıştır. Bu onu klasik repertuarda en çok yapıtın bulunan besteci durumuna getirmiştir.

YAPITLAR (başlıca): Ayin'ler, sabâ, nevâ, bestenigâr, sabâbuselik, hüzzam, ısfahan (kayıp), ferahfeza makamlarında; Takım'lar, sultanîyegâh, arazbar, bestenîgâr, nevâ, ırak, sabâbeselik, hicazbuselik, hisarbuselik, evcbuselik, rast-ı cedid, ferahfeza makamlarında; Takım'lar (Kömürcüzade Mehmed Efendi ile) neveser, pesendide, şevkefza makamlarında; Buselik Takım (Dellâlzade İsmail Efendi ile); Ferahnâk Takım (Şakir Ağa ile); Mâhûr Takım (Eyyubî Mehmed Bey ile); Rast Kâr-ı Natık, Rast Kâr-ı Nev; 70'e yakın Peşrev; k-âr, beste, ağır semai, yürük semai, şarkı, durak, tevşih, ilahi formlarında yapıtlar.
Son düzenleyen Baturalp; 11 Aralık 2016 19:23 Sebep: başlık ve sayfa düzeni
virtuecat - avatarı
virtuecat
Ziyaretçi
9 Kasım 2006       Mesaj #3
virtuecat - avatarı
Ziyaretçi

Dede Efendi'nin Tanınmış Eserleri



Bestenigâr Şarkı
(Usûlü: Curcuna)
Güfte: İsmâil Dede


Ben seni sevdim seveli kaynayıp coştum
Aklımı yağmâya verip fikrimi şaştım
Mecnûn'a şimdi eş - olup dağlara düştüm
Sor güle bülbüle ne çeker hârın elinden
Bir dahi gül koklamayım yârin elinden
Ben seni sevdim seveli döndüm deliye
Huyunu benzettim hele hûrî meleğe
Gönlümü vermişim sana almam geriye
Sor güle bülbüle ne çeker hârın elinden
Bir dahi gül koklamayım yârin elinden

Beyâti şarkı
(Usûlü: Yürük Aksak)


Karşıdan yâr güle güle
Yârim geldi, cânım geldi
Servi gibi salınarak
Yârim geldi, cânım geldi
Elindeki deste güle
Bakıyordu güle güle
Müjdeler olsun bülbüle
Yârim geldi, cânım geldi

Gülizâr Köçekçe
(Usûlü: Yürük Aksak)


Bi-vefâ bir çeşm-i bî-dâd
Ne yamân - ağlattı beni
Ben sînemi nişân diktim
Gamzesiyle vurdu beni
Ben o yâre ne söyledim
Aşkın deryâsın boyladım
çhâr attım, şeş oynadım
Yine felek yaktı beni
Ağlattım aşkın gülüne
Dolaştı zülfü teline
Düşürdü dellâl eline
Hem aldı, hem sattı beni

Gülizâr Köçekçe
(Usülü: Yürük Aksak)


Nâzlı nâzlı sekip gider
Ne güzel ceylân, ne şîrîn ceylân
Dönüp dönüp bakar gider o güzelim ceylân
Aldatır aldanmaz
Serkeş olmuş ava gelmez
O güzel ceylân, o şîrîn ceylân
Gelir yazın gider güzün
Avcısına eder nâzın
Sürmelenmiş elâ gözün
Aldatır aldanmaz
Serkeş olmuş ava gelmez
O güzel ceylân, o şîrîn ceylân

Hicâz Köçekçe
(Usûlü: Yürük Aksak)


Bahârın zamânı geldi (a cânım)
Yavru ceylân gel gidelim
Yollarımız yeşillendi
Ceylân, ceylân, yavru ceylân (gel gidelim)
Kolların boynuma uzat
Zülfünün tellerin düzelt
Avcıların yolun göze
Ceylân, ceylân, yavru ceylân (gel gidelim)

Hüzzâm şarkı
(Usûlü: Yürük Aksak)


Ey gül-î bâğ-î edâ
Sana oldum mübtelâ
Gel bana eyle vefâ
Sana oldum mübtelâ
Sevdiğim saydığım
Sana oldum mübtelâ
âman-ey nevres-fidân
Yandı cânım, el-amân
Bu sözüme gel, inan
Sana oldum mübtelâ
Sevdiğim saydığım
Sana oldum mübtelâ

Râst şarkı
(Usûlü: Yürük Semai)
Güfte: ısmail Dede


Yüzündür cihânı münevver - eden
Fedâdır yoluna bu cân-ü ten
Senin - çün yandığım nedendir neden
Senden midir, benden midir
Dilden midir, bilmem âh
Niçin kıyarsın acep bu dostuna
Kapıldım elâ gözlerin mestine
Mâilim ol gonca - gülün hüsnüne
Senden midir, benden midir
Dilden midir, bilmem âh
Firâkınla benim sinem dağlıyor
Bu gönül sinemde yâre bağlıyor
Nedendir bu, iki çeşmi, ağlıyor
Senden midir, benden midir
Dilden midir, bilmem âh

Rast şarkı
(Usûlü: Semai)


Yine bir gül-nihâl aldı bu gönlümü
Sîm-ten, gonca-fem, bî-bedel ol güzel
âteşin ruhleri yaktı bu gönlümü
Pür-edâ, pür-cefâ, pek küçük, pek güzel
Görmedim kimsede böyle dil - rübâ
Böyle kaş, böyle göz, böyle el, böyle yüz
â'şıkın bağrını üzmeğe göz süzer
El-amân, el-amân, her zamân ol güzel

şehnâz şarkı
(Usûlü: Ağır Düyek)


Sana ey cânımın câni efendim
Kırıldım küsdüm, incindim gücendim
Benim nevreste-î bâğ-î bülendim
Kırıldım küsdüm, incindim gücendim
Nic'oldu şimdi evvelki muhabbet
Sana düşmez kulundan böyle vahşet
Be zâlim sende yok mu hiç mürüvvet
Kırıldım küsdüm, incindim gücendim
Derûnum ney gibi her dem delersin
Gözümün yaşına hande edersin
Gözüm önünde yâd-eller seversin
Kırıldım küsdüm, incindim gücendim

Uzzâl şarkı
(Usûlü: Yürük Aksak)


Bu karşıki dağda bir yeşil çadır
çadırın içinde bir civân yatar
O civân bilmiyor hiç gönül hatır
Leylâ'nın aşkına dağlar mekânım
Sevdâ ne müşkil, âh yanar ağlarım
Turuncun yaprağı al değil yeşil
Sıva kollarını boynumdan-aşır
ısminin andıkça dilim dolaşır
Leylâ'nın aşkına dağlar mekânım
Sevdâ ne müşkil, âh yanar ağlarım
Karşıda yananı fener mi sandın
Salınıp gezeni yârin mi sandın
Bu güzellik sende kalır mı sandın
Leylâ'nın aşkına dağlar mekânım
Sevdâ ne müşkil, âh yanar ağlarım

Kaynak = kültür.gov.tr
Son düzenleyen Baturalp; 11 Aralık 2016 18:24 Sebep: başlık ve sayfa düzeni
BARIŞ - avatarı
BARIŞ
Ziyaretçi
13 Şubat 2007       Mesaj #4
BARIŞ - avatarı
Ziyaretçi

İsmâil Dede Efendi


Sâmiha Ayverdi'nin "Türk Târihi'nde Osmanlı Asırları" adlı eserinden.

Kalıbı ile Osmanlı tahtında oturan Üçüncü Sultan Selim, gönlü ile Mevlevi postunu ihtiyar etmiş bir derviş kişi olmakla, husûsi meclislerine revnak veren şâir ve mûsıkîşinaslar arasında, bilhassa, mensup olduğu Mevlevi tarîkinin yetiştirdiği san'atkârlar geniş ölçüde bulunurdu. Pek tabiî ki bu kafilenin başında bulunan, büyük şair Şeyh Galib'di.

Mamaafih sarayda Galib Dede'yi şevk ve iştiyâkla arayan yalnız pâdişâh değildi. Duygulu ve zarîf bir kadın olan Mihrişah Vâlide Sultan'la diğer sultanlar da onun, bir edeb ve irfan heykeli hâlinde, cübbesinin etekleri uça uça sarayın çatısı altına girdiğini görmek isterlerdi. Fakat pâdişahın genç ve güzel kardeşi Beyhan Sultan için Galib Dede, hayat çenberinin merkez yerinde oturan tek hâkim kuvvetti. Mutlak aşkı bu mukayyed vücudda seyreden genç san'atkar için de hâdise, muhteşem bir gönül yangınından başka bir şey değildi. Fakat sonuna kadar garib kalmaya mahkûm olan bu aşk, ona en coşkun ve renkli mısralarını söyletmesine ve sarayın ısrarlı dâvetlerine rağmen, büyük san'atkârın çekingenliğini silememişti. Onun için de Şeyh Galib, daima temkinli ve ölçülü kalmış bir saygı ile, bu temiz ve saf gönül hikâyesine toz kondurmaktan şiddetle geri durmuştu.
Ne tuhaf ki Galib Dede, alev alev y,anan büyük aşkına rağmen, saraya hesapla adım atarken, pâdişah, genç şeyhin postnîşin olduğu Galata Mevlevîhânesi'ne sık sık gider, mukabele günlerini hemen hiç kaçırmak istemezdi.

Üçüncü Sultan Selim devri, sanki alevi geçmiş bir ateşin kor haline gelmiş muhteşem sıcaklığı gibi idi. Acaba gün olup bu kor da küllenir olursa, onda yine, estikçe parlayan kıvılcımlar uyanacak ve eski zamanının şâşaasından haber söyleyecek miydi?

Hükümdarın büyük bir vukuf ve san'at dehâsıyle meydana getirdiği eserlerden Sûz-i Dil’arâ’lar, Rast-ı Cedîd'ler, Pesen-Dîde'ler, Mâhur'lar, Arazbar'lar, Şehnaz ve Şevk-Efzâ makamlarından bestelediği âyinler, besteler, semâî, peşrev ve şarkılar, hep burada, akıcı yıldızlar gibi bir biri arkasından ve birbirinden parlak, kayıp giderdi.
Fakat her çeşit san'at hareketi ile zevklenip alâlanan Üçüncü Sultan Selim için mûsıki, yalnız kendi şaheserlerinden ibaret değildi. Devrin önde giden bestekârlarını kolu kanadı altında tutan büyük pâdişaıh, genç ve yeni istîdadları uyandırıp, ihsan ve iltifâtına gark ede ede, bir irfan ve san'at hâmisi olarak, kâh saz âlemlerinde kâh şiir meclislerinde, kâh Çırağan eğlencelerinde ve daima resmî hayatının mesûliyet ve mükellefiyetleriyle çevrili olarak hayatını geçirirdi.

Yıldan yıla yaprak döküp yaprak veren bir ağaç gibi, asırlardır işlene gelen mûsıkî, millî ruhun ve millî ihtiyacın müşküllerini çözen, suallerini cevaplandıran, taleplerini karşılayan, kâh coşturan, kâh kandıran bir davet bir çağırış ve çağrılış kıvamını bulmuştu.

Bir göz açıp kapama ânında insan ruhuna sükunla çılgınlığın, ümidle bezginliğin, varlıkla yokluğun arasını silen, çoklukları yokluk edip birleştiren, bağdaştıran bu tılsım, sanki iliklere işleyip iliklerden taşan adsız sansız bir büyü idi.

Her medeniyet asrı, bir ağaç gibi boy atıp dallarını budaklarını vecid ve san'at göklerine salarak bu ağaçta en Leziz mahsullerini vermişti. Ama şimdi, beli bükülmüş bu medeniyetin, gün günden kısırlaşan iklîminde, nasıl oluyordu da aynı ağaç, yine aynı çeşnideki meyvelerini vermekte devam edebiliyordu?

Acaba bu, bir ölüm hastasının son hayat hamlesi, sönmek üzere olan bir meş'alenin âni ve nihâî parlayışı mıydı? Ortada bir hakikât varsa, üstad bir bestekâr ve icrakâr olan pâdişahın huzuru, san'at topunun, anlı şanlı ellerde birinden ötekine atılıp tutulduğu bir yarış meydanı halinde bulunması idi.

Hakikat şudur ki XIV., XV.ve bilhassa XVI. asırlarda imparatorluğun bütün müesseseleriyle beraber cemiyet ve san'at hayatı da, öylesine sağlam temeller üzerinde yükselmiş bulunuyordu. Fakat müteâkip asırların askerî, siyasî, ve içtimâî yıkılışına rağmen musiki hayâtı tekâmülüne, devam ediyordu. Bu ise <<yüksek ve yükselen bir san'at için, gene yüksek ve yükselen bir medenî ve içtimâî hayat Lâzımdır.>> kanununa uymuyorsa da gerçek buydu.

Sazlarıyla, sesleriyle, sözleriyle de, pâdişahın meclislerine kimler iştirak etmezdi ki? Vardakosta Ahmed Ağa, Şâkir Ağa, Tanburi İsak, Ârif Mehmed Ağa, SadulIah Ağa, Dellâlzâde İsmail Efendi, Mutafzâde Ahmed Efendi, Çilingirzâde Ahmed Efendi, Keçe Arif Ağa, Haşim Bey, Eyyubî Mehmed Bey, Küçük Mehmed Bey, Necib Ağa. ismet Ağa, Mâhir Ağa, Kemani Ali Ağa, Birinci İmam Zeynel Abidin Efendi, Abdülhalim Ağa, nihâyet Hamâmîzâde Îsmâil Dede...

Padişahın bazan şiir ve mûsıki meclislerini sarayın dışına da nakledip Boğaziçi kasırlarında da ihya ettiği olurdu. Ne ki, Büyük Selim, bütün bu ıslâh faâliyetlerinin zahmet ve meşakkatlerinden bunaldıkça, yorgunluklarını, sanki bir mola taşına yaslar gibi, söz ve saz âlemlerinin içinde dinlendirmeğe uğraşarak teselli bulurdu.

İşte günlerden bir gün, san'at hareketlerini kulağı kirişte tâkib eden hükümdâra, uzaklardan bir çilekeş Mevlevî dervişinin sesi erişti. Yenikapı Mevlevîihânesi'nin bu genç mürîdi, daha çilesinin ikinci senesinde:

Zülfündedir benim baht-ı siyahım
Sende kaldı gece gündüz nigâhım


diye, İstanbul ufuklarında dalgalanan ilk bestesini, çileye soyunduğu dergâhının duvarlarından aşırarak san'at muhitlerine, oradan da saraya duyuracak bir kudret göstermiş bulunuyordu. padişah, kulağına erişen bu olgun sesin sahibini görmeli idi. Genç bestekâr ile karşılaşmak, âdetâ câzibe kanûnunun çaresizliği gibi, önüne durulamaz zarûretlerdendi. Derhal sarayın açılan kapısından, Musâhip Vardakosta Ahmed Ağa çıkarılarak, Yenikapı Mevlevîhânesi postnîşini Ali Nutkî Dede'ye gönderildi. Şeyh Efendi, tarîkinin âdâbına göre, bu hakanî emri, ancak bir şartla kabûl edebilirdi. Çile müddeti dolmamış bir dervişin çilesi kırılmamak için, gün kavuşmadan dergâhına dönmesi lâzımdı. Buselik eserin bestekârı genç İsmail de, ancak bu kaideye riâyet etmek sûretiyle saraya gidebilirdi.

Bir derviş için büyük san'atkar olmak, büyük âlim, büyük mûcid, büyük mevkîlerin sâhibi olmak, arka l+anın işlerindendi. Hattâ îtibar, alkış, öğülmek de sırasında birer yol kesici harâmi ve birer tuzak olabilirdi. Onun için Derviş İsmâil'in pâdişahtan ve halktan iltifat ve îti- bar görmesi, terbiye sisteminde bir gevşeme, bir imtiyaz ve müsâmahayı değil, belki daha sıkı bir teyakkuz ve ihtiyatı icab ettirirdi. Zira dervişlik, kendini kendi zaaflarının ve hayvâni sıfatlarının esâretinden kurtarıp, hiç bir kuvvet tarafından 'İhlâl edilmesine imkan olmayan, gerçek hürriyet sınırlarına atlatmak demekti. Yoksa kontrolsüz ve başıboş bir kimse, büyük san'atkar olabilir fakat büyük insan olamazdı. Halbuki, intisap ettiği ocak, genç İsmâil'i büyük insan1ar serisinden bir ferd olarak hazırlamak üzere bağrına çekmişti. 0, çileye soyunduğu bu köşecikte, tasarrufunu ölümün de ötesine götürecek bir mânevî nizam, bir nefis terbiyesi ile gönül saltanatı kurma yolunda bulunuyordu.

Genç derviş, toyluğuna ve tecrübesizliğine rağmen bütün bunları bilecek ve göz önünde tutacak kadar, girdiği yolun prensiplerine bağlı bir insandı. Onun için de pâdişahın huzurundan maddî manevî iltifatlara gark olmuş bulunarak dönerken, bu ikbal ile mağrur ve sarhoş değil, âdetâ mahcuptu. Elinde bir kese altınla koşa koşa dergâhına döndüğü sırada, birden yolunu değiştirip, annesine uğraması lâzım olduğunu düşündü. Zîrâ çileye soyunmağa karar verdiği zaman, babasından kalma hamamı satıp parasını muhtaçlara dağıtmış olduğu için, buna annesinin canı sıkılmış bulunuyordu. Şimdi o eski hesâbı silecek fırsat, kat kat elinde idi. Ama genç dervişin oyalanacak vakti yoktu. Hem annesini hoşnud edecek böyle bir fırsatı kaçırmamalı hem de gün kavuşmadan dergâhdan içeri girmeli idi. Adımlarını biraz daha sıklaştırarak evinin önüne kadar geldi ve açılan kapıdan keseyi içeri bırakırken, annesinin hayretten büyümüş gözlerine bakarak: <<Hamam için artık üzülme anne al hepsi senin olsun, pirimin ihsanı! >> diyerek, dergahının sâkin ve mütefekkir durağına doğru süratle geçip gitti.

Nihayet Bin Bir Gün bitmiş ve genç derviş, Dede ünvânını almıştır. Yalnız Dede mi? Bir eliyle Şeyh Galib'i tutan pâdişah, şimdi, öteki eliyle de, İsmail Dede'yi Sıkı sıkı yakalayıp onu musahipleri arasına sokmuş, bir müddet sonra da, harikulâde sesinden dolayı <<ser-müezzin-i şehriyârî,, payesiyle taltîf etmiştir..
Yeşil ve berrak dağ suları gibi, mûsikî dünyasına oluk oluk âyinler, besteler, peşrevler, semâîler, şarkılar veren genç dede, artık saraydaki fasıllara iştirak ediyor. yalnız mukabele günleri Mevlevîhâne'ye giderek âyinlerde bulunuyordu.

Bir yaprak gibi mukadderâtının rüzgârıyle İstanbul semtlerinin en sâkin ve en görmüş geçirmiş bir köşesi olan Yenikapı Mevlevîhânesi'ne düşmüş bulunan genç İsmâil, şimdi de başta saray, memleketin en yüksek meclislerinin başına taç edilmek isteniyordu. Zira Osmanlı medeniyetinin bir diziye geçirmiş olduğu şiir, mûsikî ve tasavvufun potasında pişip haddeden geçmiş olan dedenin san'atı, sanki değişmez ve şaşmaz bir ferman idi de büyük san'atkâr, onu, gizlice biliş kurduğu sırlı bir iklimden çekip insanların önüne getiriyordu.

Padişah, nasıl bir nizam ve âhengin merkez yerinde oturan muvazene unsuru idiyse, derviş kişi de, vâsıl olmuş bulunduğu bir iç saltanatının muvazene ve ahengini kâinâta nakletmek ve üretmek ile vazifeli bir vasattı. Kâh hal, kâh vecd, kâh iman, kâh hikmet ve irfan yoluyla olan bu intikâl, çoğu defa da san'at tarîkini ihtiyâr ederdi. İşte Dede'nin de ayinleri, besteleri, kârları, murabbâları, semâîleri, nakış semâîleri, peşrevleri hattâ şarkı ve türküleri, kanla kılıçla hizaya gelmeyen beşeriyeti, bir anlatılmaz heyecan ve şevkin sıcaklığı içinde yumuşatan bir ferman değil de ne idi?

Dede'nin makamlardan işlediği mozaik sesler , insana lâhutî olduğu kadar beşerî imkânlar da açan bir zafer bir ganimet demekti. Bir yandan memleket, siyasi muvaffakiyetsizlikler, askerî bozgunlar, idarî aksaklıklar, iktisâdî krizler, türlü fesad ve ihtilâllerle bünyece de ruhça da delik deşik olmuş, dertlerine yanıp dururken, diğer tarafta Galib Dede ile şiir, İsmâil Dede ile mûsıkî, ecdad ve mânâ mîrâsının son indifâını veriyor, böylece de imparatorluk, medeniyet zaferlerinin yüceliklerinden bir yüceye çıkmış bulunuyordu.

Şurası dikkate şâyân ki Dede, nasıl oluyor da mâzî ile hâlin arasını tıkayan dağ dağ, yığın yığın düzensizlikler, hezimetler, ıztırap ve ihtiyaçların enkâzı arasından kendine yol açıp, satvet, fütûhat ve ihtişam devirlerinin sesine kulak tutabiliyor, asırlarca dünyayı dize getirmiş bir geçmişin orkestrasyonundan, hala en muhteşem sesler duyup duyurabiliyordu?

Yoksa Dede'nin geçmişten alıp, geleceğe armağan bıraktığı bu sesler, bir medeniyet bakiyesinin ahengi değil de, kendi iç iklîminin, derviş gönlünün, düzenli, vecidli, hikmetli ve hür sesi miydi? Belki de büyük san'atkâr, kendini kendine kazandıran o tarîkat potasında kaynayıp, benlik ve nefsâniyet kirlerinden arınmamış ve ruh bütünlüğüne yetmemiş olsa idi, bir inkıraz asrında asla bu sırlı terkibi, bu hacimli ve kudretli âhengi yakalayamazdı. Dede, Osmanlı Devleti'nin ihtişam asırlarındaki maddî mânevî temeller üzerinde ayakta durmasını, hattâ kendi san'atında yeni bir XVI. asır yaratmasını bilen müstesna dehalardandı.

Osmanlı Devleti'nde daima el ele, iç içe ve bir hizâda yürüyen şiir, mûsikî ve tasavvuf, her zaman kütleyi giydirip kuşatan, süsleyip bezeyen bir millî servet ve asalet geleneği ve mîrâsı olmuş, hattâ orduların bozulduğu, sınırların daraldığı, idarenin gevşediği en buhranlı devirlerde bile, işte Şakir Ağa'lar, Ahmed Ağa'lar, Sadullah Ağa'lar kâfilesinin dokuduğu san'at tezgâhı, kütleyi yoksul ve çıplak bırakmamış, nihâyet Dede ile de, cemiyete, hâlin ve istikbalin ümid ve tesellî kaftanını biçip giydirmiştir.

Hamâmîzâde İsmail Dede'nin bir bütün olan san'at hevengini, Üçüncü Sultan Selim kadar ikinci Sultan Mahmud devrinin de kucağında görmek lâzımdır. Değerli bir mûsikîşinâs olan ikinci Sultan Mahmud da, bu san'at âbidesine dört elle sarılacak ve onu, devrin de sarayın da san'at kervanının başına geçirmekte tereddüd etmeyecekti .

Dede'nin bir' mucize adam olduğunda şüphe yoktu. Ancak gerek Üçüncü Sultan Selim'in, gerek ikinci Sultan Mahmud'un iptilâ derecesine varmış şevk ve taleplerinin de, büyük san'atkârın duyguları âleminde dalgalanmalara, sellere ve tufanlara sebep olduğu inkâr götürmez bir gerçektir. Bu iki pâdişahın san'ata olan âşinâlıkları âdeta yokluk âleminin varlık dünyasına dâvet eden bir ezel buyruğu gibi, onun şekillenmeğe ve taşmağa hazır duygularını birer iç titreyişleri olmaktan çıkartarak, dünyaya gözlerini açtırıp var eden sebeplerden biri olmuştur. Türk mûsikîsinin ihtişam asırlarında, Türk şiiri ve mimarisi kadar yüksek, hatta bir bakıma onlardan üstün olduğu hakkındaki görüşünü desteklemek içinmiş gibi, İsmail Dede, mûsikîsine kubbe ve minarelerdeki âhengi katan san'at büyüklerindendi.

Bir terâvih namazının ilhamiyle hemen oracıkta hazırlayıp okuduğu Ferah-Fezâ ilâhiye alınıp kalacak olan ikinci Sultan Mahmud'un hayranlığı ve şevki, Dede'ye peşreviyle, kârı ile, murabba'ı, nakış ve yörük semâîsiyle bir Ferah-Fezâ faslı hazırlatacak ve seslerden örülmüş bu çelenk, bir gece, devlet kuşu gibi, Serdab Köşkü'nün donanmış, bezenmiş başına konarak orada okunacaktı.

Dede'yi dinlemek için haftanın hemen her çarşambası, Beşiktaş Mevlevîhânesi'ne devam eden ikinci Sultan Mahmud, yine bir gün büyük san'atkârdan bir Ferah-Fezâ <<Ayin-i Şerif isteyecek ve yine, yokları var eden aşk gibi, bu hararetli talep, Dede'nin ateşin kabiliyeti ile birleşerek, ortaya muhteşem bir ses kervanı daha çıkaracaktı.

Dergahın âyinhanları ile hünkâr müezzinlerinin beraberce meşk ettikleri bu san'at zaferinin, bir mukabele günü Beşiktaş Mevlevîhânesi'nde okunması irâde olunca da, semahânenin, şeyhler, dervişler, muhib ve misafirlerle mahşer gününü hatırlatan kalabalığı, padişahın gelmesini bekler olacaktı.

Nihayet beklenen gün gelip çattığında, ölüm hastalığından da ağır basan <<Ferah-Fezâ Âyin-i Şerif-, hasta pâdişahı yatağından kaldırıp bu meydana getirecekti.

Bir dergâh demek, edeb, irfan, şiir, mûsikî ve semâın, insanoğlunu el birliği ile bir haz ve şevk potasına atıp, onu, kendi tehlikesinden geri çekme hünerinin harman olduğu terbiye ve tasfiye meydanı demekti.
Burada görünürler görünmez olur; burada ateş arayan pervaneler gibi çerh vura vura sema edilir, zikredilir; burada ha'sretle vuslatı birbirinden seçilmez kılan ney sesleri dinlenir; burada varlık testisini yokluk taşına çalan ve insanoğlunu maddenin tuzağından kendi içine çağıran Mesnevî dinlenirdi.

Yıkıcı, haşin, kaba, hoyrat ve sakar duygularının pençesinde alçalıp küçülen insanoğlunu, bir konuşan hayvan olmaktan çıkarmak, onu hırs ve zaaflarının esaretinden kurtarıp bir mânevî üslûbun, bir nizam ve emniyetin rahatına kavuşturmak için burası, bir mânevî cenk ve mücahede meydanı idi. Ama bu öyle bir savaş meydanı idi ki ortada ne kan görülürdü ne de kılıç... Benlik ve ikilik tehlikesini yenmek için seçilmiş olan silahah raksın, şiirin ve mûsikînin refakâtine verilmiş hizmetti, irfandı, aşktı.

Bir zamanlar Türk fütûhat ve medeniyetinin mayasını tutan bu tasfiyeli ruh, ne Çâre ki artık memleket çapındaki faaliyetini daralta daralta küçük merkezler halinde, fakat yine de yetiştirici ve oldurucu vazifesinin başında bulunuyordu.

İşte o mukabele günü, kapısına ölümün dayandığı padişahla beraber semâhânenin taşıp dökülen kalabalığı, Dede'nin, keşfedilmez sır alemlerinden hırsızlarcasına çalıp getirdiği Ferah-Fezâ Ayini'ni dinleyecekti. Artık bu sırlı iç aydınlığı ile kamaşan göze, dış dünyaya baktığı zaman, görülecek her varlığın silinmiş olmasından tabii ne olurdu?
Son düzenleyen Baturalp; 11 Aralık 2016 18:37 Sebep: başlık ve sayfa düzeni
KisukE UraharA - avatarı
KisukE UraharA
VIP !..............!
9 Ocak 2008       Mesaj #5
KisukE UraharA - avatarı
VIP !..............!

İsmâil Dede Efendi


(d. 9 Ocak1778,İstanbul-(ö. 29 Kasım1846,Mekke,Minâ).
Türk besteci. Babası geçimini hamam işletmeciliğiyle sağladığı için Hammâmîzade adıyla tanınmıştır.Ancak günümüzde çoğu zaman Dede Efendi diye anılır.

Yaşamı
İlköğrenimini yaptığı okulda,sesinin güzelliği dolayısıyla ilahicibaşı olmuştu.Müzikle uğraşan ve evinde meraklılara ders veren Anadolu Kesedarı Uncuzade Mehmed Efendi okuldaki bir tören sırasında ilahi okuyuşunu dinledikten sonra hemen öğrencileri arasına aldı.İsmail,ilkokuldan sonra yedi yıl hem Uncuzade'nin derslerine devam etti hem de öğretmeninin yardımıyla girdiği Defterdarlık Muhasebe Kalemi'nde çalıştı.Bir yandan da köklü bir müzik geleneği olan Mevlevilik'in o yıllardaki en güçlü çevrelerinden Yenikapı Mevlevihanesi'nde zamanın değerli müzik ustası Şeyh Ali Nutkî Dede'nin derslerini izlemeye başladı.Şeyhin kardeşi olan müzik kuramcısı Abdülbâki Nâsır Dede'den de yararlandı.Ney üflemeyi ondan öğrendiği söylenir.

1798'de Muhasebe Kalemi'ndeki görevinden ayrılarak tekkede çileye girmeye karar verdi.Çilesi sırasında bestelediği "Zülfündedir benim baht-ı siyahım" dizesiyle başlayan buselik şarkı, İstanbul'un müzikle ilgili çevrelerinde bestecisinin adı üstünde büyük merak uyandırdı.Ünü kısa sürede bütün kente yayılan şarkı sarayda da okundu.Kendisi de besteci olan III. Selim, şarkının çile doldurmakta olan genç bir Mevlevi dervişi tarafından bestelendiğini öğrenince, onu saraya çağırtarak yapıtı bir kez de kendisinden dinledi ve onu hemen saray hanendeleri arasına almak istedi.Padişahın sürekli ilgilenmesinin etkisiyle üç yıllık çilesinin son yılı Nutkî Dede tarafından bağışlandı.

1799'da çilesini doldurunca Dede unvanını aldı.Yenikapı'da hücrenişîn (hücre sahibi) olduktan sonra özellikle ayin günleri,hücresi,ondan yararlanmak isteyen müzik meraklılarının uğrağı oldu.Bu sıralarda bestelediği en güçlü eserlerinden Hicaz Nakış büyük yankı uyandırdı. Yeniden saraya çağrıldı,bundan sonra haftada iki gün padişah huzurunda düzenlenen küme fasıllarına hanende olarak katılmaya başladı.1802'de saraydan bir kadınla evlendi.

1804'te büyük saygı ve sevgiyle bağlandığı öğretmeni Ali Nutkî Dede'yi,bir yıl sonra üç yaşındaki oğlunu, 1808'de annesini,1810'da ikinci oğlunu yitirdi.Bayatî makamındaki "Bir gonca femin yâresi vardır ciğerimde" dizesiyle başlayan bestesi büyük oğlunun ölümünden duyduğu acıyı dile getirir.Türk müziğinde ilk kez kişisel bir konunun işlendiği bu mersiye,Tanzimat öncesinin kişiselliğe ve duygusallığa açılma eğilimi içinde gözlenen kendine özgü romantik bir duyarlığın müziğe yansıması sayılabilir.

Dede Efendi,sanatını geliştirmesine yardımcı olan III. Selim'in 1808'de tahttan indirilerek öldürülmesini izleyen IV. Mustafa'nın bir yıllık padişahlığı sırasında müzik toplantılarına son verildiği için saraydan uzaklaştı.II. Mahmud'un siyasal karışıklığı gidermesinden sonra yeniden saraya alındı.Önce musâhib-i şehriyârî sonra sermüezzin olduğu bu yıllar sanat yaşamının en parlak,en verimli dönemi oldu.

Dede Efendi,Abdülmecid zamanında da saraydaki yerini korudu.1839'da bestelediği Ferahfeza Mevlevi Ayini'nden sonra bestecilik yaşamında görece bir durgunluk göze çarpar.Kendi sözleri, davranışları göz önüne alınırsa,Abdülmecid sarayını çok yadırgamıştır.Saraydaki havanın birdenbire "alafrangalaşması",Batı müziği zevkiyle yetişen yeni padişah zamanında Türk müziğinin saraydaki varlığını eskisinden farklı olarak ancak resmi bir ilgiyle sürdürür hale gelmesi,Dede'nin bu çevreden uzaklaşmasına yol açtı.Padişahın,batı müziğine ve saraydaki batılı müzisyenlere gösterdiği ilgiye içerlemiş ve nispet olarak gülnihali bestelemiştir. Gülnihal,Türk müziğinin batı müziğine direnişinin simgesi olarak görülmüştür.Fakat Dede Efendi'nin bu çabası işe yaramamış,padişahın batı müziğine desteği devam etmiştir.

Ömrünün son yıllarına doğru Hz. Muhammed'in,Medine’deki karşılanış müziğini (Taleal bedru aleyna) mânâdan alıp,bestelemiştir.Gece rüyasında dinlemiş,sabahleyin notasını yazmıştır.O zamana kadar İslam aleminde güftesi bilinmesine rağmen bestesi zaman içinde unutulup gitmişti.Bu besteyi mana aleminden madde alemine getirdikten sonra "artık ben buralarda bulunamam" deyip,öğrencileri Mutafzade Ahmed ve Dellâlzade İsmail Efendi ile birlikte padişahtan izin isteyip hacca gitmeye karar verdi.Hicaz'da hacı olduktan sonra yakalandığı kolera nedeniyle vefat etti.Mezarı Mekke'dedir.

Sanatı
Dede Efendi,Osmanlı tarihinin en bunalımlı dönemlerinden birinde yaşadı.Bir uygarlık ve kültür değişimi üzerinde,daha da hızlanan bir toplumsal çöküş ortamında yetişti.Yenilik hareketlerinin yarattığı tepkilerden doğan kanlı olayları gördü.III. Selim döneminin sınırlı Batılılaşma eğilimlerini,II. Mahmud döneminin hem Doğu'ya hem de Batı'ya yönelişlerini,Abdülmecid'in toplu bir yenileşmeyi öngören Batıcılığını izledi.Kabakçı Mustafa Ayaklanması,III. Selim'in öldürülmesi,Alemdar Mustafa Paşa olayı,Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması, Mehterhane'nin yerine kurulan Muzika-yı Hümayûn ile ilk resmi Batı müziği öğreniminin başlaması,Tanzimat Fermanı yaşadığı yılların önemli olaylarıdır.Yaşama biçiminde,kültür ve sanatta görülen "yeni" ile "eski","geleneksel" ile "yabancı" arasındaki çatışmaya bu değişme süreci yol açmıştır.Bunu izleyen iki yüzyılda Türkiye'nin müzik dünyasında baş gösteren ikilik, daha Dede'nin yaşadığı yıllarda bile büyük gerginlik yaratmıştı.Dönemin bu çelişkileri, huzursuzlukları onun müziğini etkilemiştir.

İsmail Dede hem Mevlevi gelenekleri içinde yetişmişti hem de bir saray adamıydı.Sanatı, Yenikapı Mevlevihanesi'nde ve sarayda bulduğu canlı müzik ortamı içinde gelişip olgunlaşmıştı. Öte yandan bir kentli,İstanbullu bir halk adamı olarak İstanbul halkının eğlencelerine eşlik eden hafif müziğe de değer vermişti.Rumeli türkülerini,serhad havalarını öğrenmişti. Bestelediği köçekler,türküler,hafif şarkılar saraydan çok kentli halka seslenir.Birçoğu geniş bir dinleyici kesimine ulaşan parçalarıyla bir kent müziği yaratmıştır.Ancak halk müziğine duyduğu ilgi yalnızca hafif parçalarda görülmez.Pek çok bestecide halk müziği motiflerini birkaç form içinde yansıtmakla sınırlı kalan halk zevki,onun sanatının tümüne özgü bir nitelik olarak ortaya çıkar.Din dışı büyük formlardaki çeşitli yapıtların yanı sıra,Mevlevi ayinlerinde de halk ezgisi üslubuyla bestelenmiş bölümler vardır.

Müziğin her türüne açık tutumunun bir ürünü olarak yapıtları,Türk müziğinin her düzeyde o güne kadarki gelişiminin geniş ve yetkin bir özetidir.Itrî'den sonra gelen besteciler arasında hiçbirinin sanatı Dede'ninki ölçüsünde toplayıcı değildir.O,gitgide gelişen teknik ustalığıyla Klasik üslubun bütün inceliklerini yansıtmıştır.Genel olarak Klasik üsluba bağlı kalmış olmakla birlikte,çağdaşlarında bulunmayan bir yenilik çabası da görülür.Sanatının ayrı bir yönü olan bu özellik,Klasik üslubu içeriden değiştirmek isteyen bir anlayışın ürünüdür.Gerçi bu yenilik arayışı onunla başlamış değildir,daha öncekilerde de aynı doğrultuda bir çaba görülür ama bu arayış Dede'de en ileri noktasına ulaşır.

Yenilikleri öncelikle melodi yapısında görülür.Dinsel ve din dışı müzik onda bir bütündür.Her iki türe özgü melodi çizgileri birçok yapıtında aynı cümle içinde birleşir.Müziğinin en etkili yanı,bu dengenin kuruluşundaki ustalıktan kaynaklanır.Türk müziğinde bir bestecinin kişiliğini, üslubunu ayırt etmekte en geçerli ölçütlerden biri sayılabilecek modülasyon (geçki),sanatında kendi tekniğinin ürünü olan büyük bir ustalık gösterir.Bu alandaki en önemli niteliği,kalıplaşmış modülasyon yollarından kaçınmasıdır.İki makam arasındaki ortak sesleri bulmak için giriştiği hazırlığı dinleyiciye farkettirmeden,son derece şaşırtıcı ama doğal bir biçimde makam değiştirir.

Bestelerinde daha önce hiç uygulanmamış geçki örneklerinin sayısı az değildir.Bu makam çeşitliliğinin sağladığı hareketlilik içinde melodilerindeki akışın yükseliş ve alçalışları,müziğine kendiliğinden nüanslanmış bir anlatım kazandırır.Usullerin kullanımı ile güftenin usule uydurulmasına ilişkin yenilikleri de çarpıcıdır.Yerleşik kalıpları zorlayan bu tür yenilikleri yapıtlarına zenginlik katar.Yenilikçi yanı,duyarlık bakımından Romantizme açık bir özellik gösterir.Klasik üslubun kişisel duyguya yer vermeyen mesafeli tavrından sıyrılma eğilimi,melodi çizgilerinde dile gelen Romantiklere özgü geçmişe özlem duygusu,halk zevkine yaklaşma çabası hep bu tür özelliklerdendir.

Yenilikçiliğin bir başka yönü Batı müziğiyle olan ilişkisindedir.Muzika-yı Hümayûn'un kuruluşuyla saraya giren İtalyan müziğini dinleme olanağı bulmuştur.Kulak gücüyle kavramaya çalıştığı Batı müziğinin etkisi bazı yapıtlarında,özellikle Rast Kâr-ı Nev'de -vals ritmini gelenekte bulunan üç zamanlı semai ölçüsüyle verdiği- "Yine bir gülnihal.." şarkısında açıkça görülür.Batı'nın çok sesliliğiyle ilgilenmemiş olduğu halde,bu müziğin melodi yapısını özümlemiş olması nedeniyle bu tür parçaları armonize edilebilir.

Dede Efendi'nin sanatına çeşitli düzeylerde bakıldığında,birçok farklı öğeyi doğal bir uyum içinde kaynaştırdığı görülür.Yaşadığı dönemin karşıt yönlerinin onun sanatında bir uzlaşmaya vardığı söylenebilir.Müziği hem dünyasal hem de dinsel ve mistiktir.Geleneklere bağlı olduğu ölçüde onları geliştiricidir de.Seçkinlere seslenirken halktan uzağa düşmez.Eski ile yeniyi yadırgamadan kaynaştırır.Sanatının özü,bu ikiliklerin uyumundadır.Yüz elli yıldan sonra da geniş bir dinleyici kesiminin duyarlığına seslenebilmesi,sadece sanat gücünün değil,aynı zamanda eski zevki yeni zevke bağlayan bir köprü rolünü oynamış olmasının bir sonucudur.Bu niteliğiyle Türk müziği tarihi açısından da büyük önem taşır.

Dede Efendi gelenek içinde bireysel bir sese ulaşabilmiş bestecilerin başında yer alır.Bu yüzden üslubu Dede Efendi tavrı diye nitelendirilir.Klasik üsluba bağlı kendisinden sonraki bütün bestecileri etkilemiştir.Çeşitli kaynaklarda onun benzersiz bir naathan olduğuna değinilir.Bir hanende olarak da,Türk müziğinin kendisine ulaşan bütün ürünlerini öğrenmiştir. Öğrendiklerini öğrencilerine öğretmiş,onların öğrencileri de bunların önemli bir bölümünü notaya almışlardır.Böylece İsmail Dede klasik yapıtlar repertuarının bugüne ulaşmasında en eski kaynaklardan biri olmuştur.Ayrıca sultanîyegâh,neveser,sabâbuselik,hicazbuselik,arabankürdî makamlarını da o düzenlemiştir.

Dede Efendi'nin hemen hemen her formda bestesi vardır.En güçlü yapıtları sayılan Mevlevi ayinleri,müziğinin gelişimini ve niteliklerini daha belirgin biçimde yansıtması açısından da önemlidir.Her yapıtında sanatının ayrı bir özelliğiyle ortaya çıkar.Başka bestecilerinki gibi onun da pek çok yapıtı kaybolmuş ya da unutulmuşsa da,iki yüz yetmişten çok yapıtı aslına uygun bir biçimde günümüze ulaşmıştır.Bu onu klasik repertuarda en çok yapıtı bulunan besteci durumuna getirmiştir.

Eserleri
Ayin'ler,sabâ,nevâ,bestenigâr,sabâbuselik,hüzzam,ısfahan (kayıp),ferahfeza makamlarında; Takım'lar, sultanî yegâh, arazbar,bestenîgâr,nevâ,ırak,sabâbuselik,hicazbuseli k,hisarbuselik, evcbuselik,rast-ı cedid,ferahfeza makamlarında;Takım'lar (Kömürcüzade Mehmed Efendi ile) neveser,pesendide,şevkefza makamlarında;Buselik Takım (Dellâlzade İsmail Efendi ile); Ferahnâk Takım (Şakir Ağa ile);Mâhûr Takım (Eyyubî Mehmed Bey ile);Rast Kâr-ı Natık,Rast Kâr-ı Nev;70'e yakın Peşrev;k-âr,beste,ağır semai,yürük semai,şarkı,durak,tevşih,ilahi formlarında yapıtlar.

Bugün en çok bilinen ve seslendirilen eserleri arasında şunlar vardır:
  • RastSemai Yine bir gülnihal aldı bu gönlümü
  • Hicazköçekçe Şu karşıki dağda bir yeşil çadır
  • Rast Kar-ı Nev Gözümde daim hayali cânâ
  • Hicaz Yörük Semai Yine neş'e-i Muhabbet etti dil-ü canım etti şeyda
  • Hüzzam Yürük Semai Reh-i Aşkında edip kaddimi kütah gönül
  • Ferahfeza Yürük Semai Bu gece ben yine bülbülleri hâmûş ettim
  • Hicaz Semai Ey büt-i nev-edâ olmuşum müptelâ
  • Talaa'l bedrü aleyna (Bestesini yeniden gün yüzüne çıkartmıştır.)
Son düzenleyen Baturalp; 11 Aralık 2016 18:40 Sebep: başlık ve sayfa düzeni
Gerçekçi ol imkansızı iste...
Daisy-BT - avatarı
Daisy-BT
Ziyaretçi
10 Haziran 2011       Mesaj #6
Daisy-BT - avatarı
Ziyaretçi

Hamamizade İsmail Dede Efendi



Doğum: 1778, İstanbul
Ölüm: 1846, Mekke
Klasik Türk müziği bestecisi.

Babası, İstanbul Şehzadebaşı'nda hamam işlettiği için Hammamizade İsmail adıyla anıldı. İlköğrenim yıllarında sesinin güzelliğiyle dikkati çekti. Okulda ilâhicibaşı oldu. Defterdarlık'ta görev aldı. 21 yaşında Mevlevî tarikatına girdi. Yenikapı Mevlevîhanesi'ne devam etti. Dergâhın şeyhi Ali Nutki Dede'den ders aldı. Çilesini doldurup "dede" oldu (1800). Yaptığı bestelerle III. Selim'in dikkatini çekti. Sarayla ilgisi II. Mahmut ve Abdülmecit zamanında da devam etti. Birçok öğrenci yetiştiren Hammamizade İsmail Dede Efendi, hac yolculuğu sırasında koleraya tutuldu ve Mekke'de öldü.

Hemen her makam ve usulde 500'den fazla eser besteleyen Dede Efendi'nin öğrencileri arasında Dellalzade İsmail Efendi, Haşim Bey, Zekâi Dede, Hacı Arif Bey, Nikoğos Ağa, Eyyubi Mehmet Bey en ünlüleridir.

MsXLabs.org & Morpa Genel Kültür Ansiklopedisi
Son düzenleyen Baturalp; 11 Aralık 2016 18:42 Sebep: başlık ve sayfa düzeni
Baturalp - avatarı
Baturalp
Ziyaretçi
11 Aralık 2016       Mesaj #7
Baturalp - avatarı
Ziyaretçi

Hamamizade İsmail Dede Efendi

Ad:  Hamamizade_Dede_Efendi2.JPG
Gösterim: 1193
Boyut:  16.5 KB

(1778-1846)
Büyük Türk bestecisi

Babası Süleyman Ağa İstanbul'da Şehzadebaşı'nda hamam işlettiği için İsmail Dede Efendi'ye «Hammamizade» de denir.

BİR MEVLEVİ
İsmail Efendi küçük yaşta Yenikapı Mevlevihanesi'ne kapılanarak müzik öğrenimine başladı. Yirmi iki yaşındayken 1001 gün süren Mevlevi çilesini tamamlayarak «dede» oldu. Burada değişik ustalarla klasik Türk müziği, din müziği çalıştı ve ney çalmasını öğrendi. Daha 16-17 yaşlarındayken besteler yapmağa başladı ve büyük bir besteci olan Sultan Selim IlI'ün ilgisini çekti. Padişah onu kendisine musahip ve başmüezzin tayin etti. Dede Efendi, Selim III'ten sonra gelen Mahmut II ve Abdülmecit zamanında da bu görevlerini sürdürdü. Hacca gittiği 1846 yılında koleraya tutularak Mekke'de öldü.

SANATI
Dede Efendi besteciliğinin yanı sıra neyzenliği ve hanendeliği ile de ünlüdür. Halk zevkinden saray zevkine kadar her çeşit üslûpta eserler bestelemiştir. Yaşadığı sürece birçok öğrenci yetiştirmiş, ölümünden sonra da klasik Türk müziği ustalarını etkilemiştir. Öğrencileri arasında ünlü Dellâlzade İsmail Efendi, Mutafzade Ahmet Efendi, Haşim Bey, Mehmet Bey, Zekâi Dede, Arif Bey, Nikoğos Ağa sayılabilir. Dede Efendi klasik Türk müziğinde yeni birtakım makamlar da bulmuştur: sultani yegâh, neveser, saba buselik, hicaz buselik, araban kürdi v.b.

ESERLERİ
Dede Efendi'nin eserleri özellikle öğrencilerinden Mutafzade Ahmet Efendi tarafından sonraki kuşaklara aktarılmıştır. Ama gene de birkaç yüz eserinin kaybolduğu ve bu eşsiz müzik hazinesinden ancak küçük bir bölümün günümüze kadar ulaşabildiği sanılıyor.

Saba, neva, bestenigâr v.b. makamlarda çeşitli Mevlevi Ayinleri;
saba buselik, hüzzam ve ferahfeza makamında Ayini Şerifler;
rast semai şarkı: Gene bir gülnihal aldı bu gönlümü;
bestenigâr curcuna şarkı: Ben seni sevdim seveli kaynayıp coştum;
şehnaz yürük aksak şarkı: Gönül durmaz, su gibi çağlar;
acemaşiran ağır sengin semai: Ey lebleri gonca, yüzü gül, servi bülendim.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Baturalp; 11 Aralık 2016 19:27
Baturalp - avatarı
Baturalp
Ziyaretçi
11 Aralık 2016       Mesaj #8
Baturalp - avatarı
Ziyaretçi
Hammâmizâde İsmail Dede Efendi - Yine Bir Gülnihal
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Baturalp - avatarı
Baturalp
Ziyaretçi
11 Aralık 2016       Mesaj #9
Baturalp - avatarı
Ziyaretçi
Hammâmizâde İsmail Dede Efendi
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.

Benzer Konular

12 Aralık 2016 / Misafir Bilim tr
11 Aralık 2016 / Ziyaretçi Cevaplanmış
18 Haziran 2012 / buz perisi Türkiye'den
17 Eylül 2015 / Safi Müzik tr