Arama

Harem Halkı - Osmanlı'da Harem

Güncelleme: 30 Temmuz 2012 Gösterim: 10.871 Cevap: 9
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Ekim 2006       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Harem
Vikipedi, özgür ansiklopedi
Sponsorlu Bağlantılar

Harem sözcüğü Arapça hrm (yasaklama) kökünden türetilmiştir ve sözcük anlamı olarak kutsal bir alanı tanımlasa da kullanım olarak; giriş ve çıkışın denetimli olarak yapıldığı, belirli kişilerin veya belli tür davranışların bulunmasının yasak olduğu bir yeri anlatır. Osmanlı İmparatorluğu'nda, haremin kutsallığı, saygıdeğerliği, dinsel saflığı temsil eden bir yer olması, sadece burada kadınların (anne, eş(ler), cariyeler vs.) bulunmasından değil, hane reisinin de haremde yaşamasından kaynaklanır.
Fakat Batı'daki Doğu bilimcilerin haremden anladığı ile Müslüman ülkelerdeki harem anlayışı ve yaşayışı arasında ciddi farklılıklar vardır. Doğu'da harem, hanede ailenin yaşadığı, yabancıların alınmadığı kısımken, Batı'da sadece kadınların yaşadığı ve erkeklerin sahibi olduğu bir zevk ve sefa mekânı olarak düşünülmektedir. Bu görüş birçok ressamın Doğu hakkında ki masallardan etkilenerek yaptığı tablolarla desteklenmiş, batıda adeta bir dogma halini almıştır.

Harem Nedir?

Harem lûgatte korunan, mukaddes ve muhterem yer anlamına gelir. Ev, konak ve saraylarda genellikle iç avluya bakacak bir şekilde planlanan, kadınların yabancı erkeklerle karşılaşmadan rahatça günlük hayatlarını sürdürdükleri kısımdır. Burada yaşayan kadınlara da harem deniyor olması, İslamiyet'in bu bölümlere, özellikle hane kadınlarıyla belirli bir kan bağı dışında kalan erkeklerin (nâmahrem) girişini yasaklamasından kaynaklanır.
Osmanlı devlet teşkilâtında harem-i hümâyûn tabiri hem haremi hem de enderunu içine alır. Enderun padişah, saray ve devlet hizmetinde bulunacak erkeklerin, harem ise ikametgâh görevinin yanında kadınların yetiştirilmesi için bir eğitim müessesesidir. Bu bakımdan hareme yüksek dereceli kadınlar akademisi de denilebilir. Burada en alt kademe olan cariyelikten ustalığa kadar bir terfi sistemi bulunmaktadır. Haremin bu son derece çarpıcı ve ilgi çekici yönü ne yazık ki, hep geri plana itilmiş ve yeterince değerlendirilmemiştir. Buna karşılık harem hayatının gizliliği ve mahremiyeti herkese malum olduğu halde özellikle batılı yazarlar tarafından hiç bilinmeyeni en bilinen kısmıymış gibi harem hakkında anlatılanlar basit ilişkiler üzerine kurulmuştur. Buradaki bilgilerle senaryolanan çeşitli film, roman ve tiyatrolarda da maalesef çok geniş bir teşkilata sahip bulunan haremin asıl fonksiyonu göz ardı edilmiş veya maksatlı olarak unutturulmaya çalışılmıştır.
Oysa son yıllarda harem üzerine yapılan yerli ve yabancı bilim adamlarının yaptıkları çalışmalar Osmanlı sarayının harem bölümünün padişahın evi ikametgâhı olmasının yanısıra dünyada eşi benzeri görülmeyen bir mektep hüviyetinde olduğunu gözler önüne sermektedir.
Harem-i Hümayun hakkında on yıllık yorucu bir mesai sonunda arşiv belgelerine dayalı bir doktora tezi hazırlayan Amerikalı uzman Leslie Peirce
"Biz batılılar İslam toplumunda cinselliği saplantı haline getirmek gibi eski ama güçlü bir geleneğim mirasçılarıyız. Harem, müslüman cinsel duyarlılığı üzerine kurulu Batı efsanelerinin kuşkusuz en yaygın simgesidir"
dedikten sonra haremin amaç ve teşkilatı hakkında verdiği bilgiler aleyhteki iddialara en güzel cevaptır.
"Hanedan ailesi üyeleri için harem bir ikametgâhtı. Sultan ailesinin hizmetkârları için ise bir eğitim kurumu diye tarif olunabilir. Genç kadınlar sadece padişaha uygun cariyeler ve annesiyle diğer ileri gelen harem kadınlarına nedimler sağlamak amacıyla değil, aynı zamanda askerî/idarî hiyerarşinin tepesine yakın erkekler için uygun eş sağlama amacıyla eğitilirlerdi. Enderun, saray içinde padişaha kişisel hizmet yoluyla erkekleri nasıl saray dışında hanedana hizmet hazırlıyorsa, harem de kadınları padişah ve annesine kişisel hizmet yoluyla dış dünyadaki rollerini almaya hazırlıyordu.
Azat edilerek enderun mezunları veya diğer görevlilerle evlendirilen bu kadınların payına da kocalarının oluşturduğu erkek hanelerini (selamlık) tamamlayan haremler oluşturmak düşerdi.
Sultan hanesinin kurduğu teşkilat ve eğitim kalıbı bu köle evlilikleri vasıtasıyla çoğaltılarak Osmanlı yönetici sınıfının sosyal ve politik temelini oluşturuyordu. Saray eğitim sisteminin -hem erkek hem de kadınlar için- ana hedeflerinden biri hükümran hanedana sadakatin aşılanmasıydı. İmparatorluk elitini sarmalayan bağları erkekler kadar kadınlar da sürdüğü için elitin sadakatinin odağında sadece padişahın kendisi değil, aynı zamanda sultan hanesinin kadınları, yani bir bütün olarak haneden ailesi vardı."
Yine 17. yüzyıl bazı batılı yazarlardan haremin gizliliğinin yaznısıra harem hakkında konuşamların da fanteziler üretmekten başka bir şey yapmadıklarını gözlemlemek mümkündür.
"Sarayın, ikinci avluya girmelerine izin verilen yabancıların gidebildiği kadarını gördüm... İçeriyi görmedim. Ama hükümdarlarına karşı huşu duyduklarını gösteren şahane bir sessizlik ve saygı içindeki sonsuz bir görevliler ve hizmetkârlar kalabalığı ile karşılaştım."
(Henry Blunt, A Voyage into the Levant, 1638).

"Kadınlar dairesine ilişkin bir bölümü buraya, okuyucuya bu daireyi iyi bilmenin imkânsızlığını anlatabilmek için dahil ediyorum... Buraya erkeklerin girmesi yasaktır ve bu yasak Hristiyan manastırındakinden çok daha büyük bir dikkatle uygulanır...
Sultanın aşk hayatının niteliği gizli tutulur. Bunun üzerine konuşmayacağım ve bu konu hakkında hiç bir bilgi edinemedim. Bu konuda fantezi kurmak kolay ama doğru bir şeyler söylemek alabildiğine güçtür."
(Jean-Baptiste Tavernier Nottvelle Relation de l'interieur du serrail de Grand Seigneur, 1675).

"Kardeşim, Osmanlı imparatorlarının sarayı konusundaki merakını herkesten kolay giderebilirim. Çünkü yirmi yıldan fazla bir süredir bu sarayın içine kapalı kalmış biri olarak güzelliklerini, yaşam tarzını, disiplinini gözlemleme zamanım oldu. Çeşitli yabancı gezginlerin bir kısmı dilimize de çevrilmiş olan bir çok fantastik tasvirine inanılacak olursa b sarayın büyülü bir yer olmadığını hayal etmemek güçtür... Fakat sarayın asıl güzelliği içinde gözlenen düzende ve burada yaşayan güçlü kişilerin hizmetine bakacak olanların eğitiminde yatar."
(François Petis de la Croix, Ett General de l'Empire Ottoman, 1695).

Kaynak: turksultans.com

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Ekim 2006       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Padişah Kızları: Sultanlar

Sponsorlu Bağlantılar
Sultan tabiri Osmanlı Padişahları' nın erkek evlatlarına, kızlarına, padişah validelerine hatta ailelerine kadar teşmil edilmiştir. Bu ünvanın Padişahların erkek çocuklarında ismin evveline kızların da ise ismin sonuna gelmesi adet olmuştu. Sultan Selim, Sultan Ahmed, Ayşe Sultan, Fatma Sultan vs. gibi. Sultan tabiri yanlız olarak kullanılırsa padişahın kıs çocukları kastedilmiş olurdu. Sultanların kız çocuklarına ise Hanım Sultan denir.
Sultan doğar doğmaz ilk olarak Darüssaade Ağasına haber verilirdi. Ağa, oda lalası vasıtasıyla silahtar ağaya müjdeli haberi gönderir o da padişahın bir kız çocuğu olduğunu sarayda ilan ederdi. Bu haber üzerine enderunda bulunan her oda doğum şerefine üç kurban keserek sultanın doğumunu kutlardı. Bu arada sarayın deniz kıyısında bulunan toplar günde beş defa tekrarlanmak üzere üçer kez atış yaparlar böylece doğum halka ve devlet ricaline duyurulurdu.
Doğum haberini alan Sadrazam ertesi gün divan azalarıyla saraya gelerek padişahı tebrik ederdi. Ziyafete gelenlere türlü maddelerden yapılan nefis şerbetler altın, gümüş ve billur kaplar da ikram olunurdu.
Beşik Alayı
Sultanların doğumlarında bir takım merasimler tertip olunurdu. Bunlardan ikisi Valida Sultan ile Sadrazamın göndermiş oldukları beşik, yorgan ve sırmalı örtü münasebetiyle yapılan beşik alaylarıdır.
Çocuk doğunca padişah validesinin evvelce hazırlatmış olduğu beşik, sırmalı püşide denilen örtüsü ve yorganıyla merasim ve alayla Eskisaray' dan Yenisaray' a nakl olunurdu.
Törene katılacak ağalara birgün öncesinden kethüda bey ve darüssaade ağası yazıcısı tarafından davetiyeler gönderilir, belirli saat de Eskisaray' da bulunmaları bildirilirdi.
Ertesi gün davetliler hazır olduklarında Teşrifatçı, törenin başlaması için işaretini verirdi. Bunun üzerine Valide Sultanın başağası beşiği, yorganı ve örtüyü Eskisaray' dan çıkararak Valide Sultan kathüdasına teslim ederdi. Kethüda Bey de beşiği, Valide Sultan' ın kahvecibaşısına, yorganı ikinci kahveciye, beşik örtüsünü de üçüncü kahveciye teslim ederdi.
Kahvecibaşılar kendilerine teslim edilen eşyaları sayıyla alırlar ve başlarının üzerlerine koyarlardı. Bundan sonra harekete geçen alay Beyazıd, Divanyolu ve Ayasofya önünden geçerek Bab- ı Hümayun önüne gelirdi. Çevredeki kalabalık alayı alkışlarla uğurlarken çocuğa ve babasına da uzun ömürlü olmaları için dua ederlerdi.
Orta kapıya kadar atlar üzerinde ilerleyen ağalar, burada attlarından inerek iki sıra halinde dizilerek haremin araba kapısı önüne kadar gelirlerdi. Burada kahvecibaşılar beşiği, yorganı ve beşik örtüsünü kapı önünde beklemekte olan Valide Sultan başağasına o da saygıyla alarak darüssaade ağasına teslim ederdi. Darüssaade ağası devraldığı eşyaları harem ağaları ile birlikte içeri götürerek, bu işle görevli kadınlara teslim ederdi. Daha sonra, törene katılan ağalara ve görevlilere rütbelerine göre padişah adına ihsanlarda bulunurdu.
Doğumun altıncı gününde ise Sadrazamın beşik alayı töreni düzenlenirdi. Bu alay Valide sultanınkinden daha göz kamaştırıcı ve daha kalabalık olurdu. Bu sırada devlet erkanının aileleri de çocuğu görmek üzere davet olunurlardı.
Sadrazam, sultan doğar doğmaz bir beşik, bir yorgan ve bir de beşik örtüsü yaptırır, hepsi de inciler, elmaslar, tırtıllar ve zümrütlerle donanırdı. Doğumun beşinci günü törene katılacaklara davetiyeler gönderilir, belirli bir saat de Paşakapısında bulunmaları istenirdi.
Ertesi gün belirlenen saat de Paşakapısı önünde, sadrazamın hazırlanan eşyaları Kethüda beye vermesiyle tören başlardı. Kethüda bey de beşiği baş, yorganı ikinci çuhadara beşik örtüsünü ise mehter başıya verirdi. Bunların eşyaları saygıyla alıp başiları üzerine koymasından sonra mehter takımının çaldığı marşlar ve ilahilerle alay harekete geçerdi.
Başlara giyilen renkli kavuklar, sırtlardaki renkli kürkler ve kaftanlar, ayaklardaki sarı ve kırmızı çizmelerve yemeniler beşik alayını yürüyen bir çiçek bahçesi haline getirirdi. Yine binbir emek sarf edilerek hazırlanan çiçek bahçeleri ve şeker kutuları nu renkli sahneyi daha da canlı ve muhteşem bir hale koyardı. Mehterhanenin muazzam ritmi de insanları ayrı bir vecde getirirdi. Alaya katılan ağaların heybetli görünüşleri, ağır başlı yürüyüşleri insana Niğbolu, Kosova, Varna ve Mohaç'tan hatıralar ve manzaralar yaşatır gibi olurdu.
Valide beşik alayında olduğu gibi Divan yolundan geçilerek Bab-ı Hümayundan içeri girilir ve araba kapısı önünde alay sona ererdi. Daeüssaade ağası tarafından teslim alınan beşik takımı doğruca padişaha götürülür ve gösterilirdi. Padişah beşik takını gördüktan sonra hareme yollardı.
Lohusanın yattığı oda Valida Sultan, Sultanlar, kadınefendiler, ikballer ve davetli kadınlarla dolup boşalırdı. Valide Sultan yanında sultanlar olduğu halde yüksekçe bir divanda otururdu. Misafirler ise peykelere yerleştirilmiş minderler ve yastıklar üzerinde dinlenirlerdi. Sadrazamın gönderdiği beşik takımının gelmesiyle hep birden ayağa kalkarlardı.
Beşik takımı odanın ortasına gelince Valide Sultan üzerine bir avuç altın atar onu diğerleri takp ederlerdi. Orada bulunan ebe, dualar okuyarak çocuğu yeni gelen beşiğe koyar ve üç defa sallardı. Sonra çocuğu beşikten çıkararak kucağa alırdı. O zaman davetli kadınlar, getirmiş oldukları değerli taşlarır ve kumaşları beşiğin üzerine koyarlardı. Bunların hepsi eb enin olurdu.
Davetli kadınlar haremde üç gün misafir edilirler, cariyelerin de katılmasıyla çeşitli eğlenceler tertiplenir, hoşça vakitler geçirilirdi. Ayrıca davetlilere padişah tarafından hediyeler gönderilmesi de usuldendi.
Sultanların Yetişmesi
Sultanların doğumu ile birlikte bir daire ayrılır emrine dadı, sütnine, kalfa ve cariyeler verilirdi. Eğitimiyle annesi, dadısı ve kalfası uğraşırdı. Yürümeye başladıktan itibaren bahçelere çıkar küçük cariyelerle veya aynı yaşdaki çocuklarla dadısının nezaretinde oyunlar oynardı. Sultanlar, dadısız ve kalfasız dışarı hiç çıkamazlardı.
Sultanlar beş veya altı yaşına girdiklerinde irade-i seniyye ile derse başlarlar ve kendileri için tayin edilen hocalardan ders alırlardı. Bed-i besmele denilen ilk derse törenle başlanır ve padişah da hazır bulunurdu. Bazen dersler şehzadeler dairesinde okunurdu. Okumada ilk üzerinde durulan konu, padişahın çocuklarının Kuran-ı kerimi doğru okumalarını temin etmekti. onların Kur'an-ı kerimi tecvide uygun okumaları ve bitirmeleri kendileri ve babaları için büyük bir mutluluğa sebep olurdu. Bu vesile ile bir de hatim töreni tertip ediliyor sultanlara ve hocalarına hediyeler veriliyordu. Sultanlar Kur'an-ı kerimden başka Türkçe, Matematik, Tarih, Coğrafya, Arapça ve Farsça dersleri de alırlardı.
Sultanların günümüze kadar ulaşan mektuplarından son derece düzgün ve edebi ifadeler kullandıklarını, kelime, cümle ve gramerhatalarının yok denecek kadar az olduklarını görmekteyiz.
Sultanlar erkeklerden kaçma çağına geldikelrinde başlarına yaşma örterler ve dışarıya çıktıklarında uygun elbiseler giyerlerdi.

Düğünleri
İlk Osmanlı padişahları kızlarını, genellikle Anadolu beyleri veya onların oğullarına verdikleri gibi kendi maiyetlerinde ki beylere de verirlerdi. Nitekim 1. Murad' ın kızı Melek Hatub, Karamanoğlu Alaaddin Bey' le ; Çelebi Mehmed' in kızı Selçuk Hatun Candaroğlu Kasım Bey' le; Fatih' in kızı Gevherhan Sultan Akkoyunlu Uzun Hasan' ın oğlu Uğurlu Mehmed Bey' le; II. Bayezid' in kızı Aynışah Sultan ise Uğurlu Mehmed' in oğlu Göde Ahmed Bey' le evlenmişlerdir.
Ancak osmanlılar Anadolu birliğini temin edince etrafta kızlarını verecek hanedan kalmadığından, sultanları vezirler, kaptan paşalar ve büyük devlet adamlarıyla evlendirmeye başladılar.
Padişahların kızlarını Anadolu beylerine vermesi gibi kendi devlet adamlarıyla da evlendirmeleri, duygusal yönden ziyade siyasi idi. Zira sultanları alanların çoğu enderun mektebinden yetişen devşirme devlet adamlarıdır. Bunlar padişaha baba gözüyle bakarlardı. Bir de padişahın kızıyla evlenince hanedanın üyeleri arasına girerek nüfuzlarını da arttırırlardı. bazı yabancı yazarların, padişahların kızlarını korktuğu veya zenginliğini çekemediği paşalarla evlendirdiği iddiası, tamamen uydurma ve hayal mahsülüdür.
Padişah kızını evlendirmek isteyince sadrazama bir hatt-ı humayun yazar ve damad olacak şahsın nişan takımlarını yollamasını emrederdi. Uygun görülen adayın, fermanı alır almaz eğer evli ise, sultanlara hürmeten hanımını boşaması adet haline gelmiştir. Ayrıca II. Mahmud zamanına kadar sultanların rızası formalite icabı alınıyordu. Ancak II. Mahmud' dan itibaren durumun değiştiği ve en azından fotoğraflarla birbirini önceden tanıdıkları görülmektedir.
Sultanların nikahları bazan Yeni Sarayda ve bazan da paşa kapısında kıyılırdı. Sultanın vekili darüssaade ağası idi. Damat paşaya da münasi görülen bir vezir vekil olurdu. Nikahı şeyhülislam kıyar ve mihr-i muaccel ve mihr-i müeccel sultanın derecesiyle mutenasip olurdu. Onaltıncı asır sonlarına kadar nikah yüzbin altın üzerinden kıyılırdı.
Sultan nikahından sonra hükümdar namınamerasimde bulunanlara kürk ve hil'atler giydirilirdi. Damat da hil'at giyerdi. Sultanların düğünleri babalarının sağ olup olmadıklarına veya padişahın sevdiği bir kız kardeşi veya yeğeni olup olmayışına göre olurdu. Tabii babaları sağ olan sultanların düğünleri fevkalede mükellef yapılırdı. Damat, böyle bir düğünde pek çok masraf eder, saraya gönderdiği her çeşit mücevherli (yüzük, küpe, bilezik, incili tuvalet aynası ve yine incili gelin duvağı ve hamam nalını gibi) nişan hediyesinden başlayarak bütün düğün masraflarını görürdü. Düğün müddeti muayyen olmayıp onbeş yirmi gün süren düğünler de vardı.
Gelin olan sultanın alayı ya kendisinin bulunduğu Eski Saraydan veyahut Yeni Saraydan itibaren tertip edilirdi. Sultan, Osmanlı hanedanına mahsus kırmızı atlas cibinlik içinde olarak araba ile naklolunurdu.
Gelin alayında sadrazam, vezirler, devlet erkanı ile düğün münasebetiyle sultanlara mahsus yaptırılan ve Nahl denilen balmumdan yapılmış düğün tezyinatı, alayın önünde giderdi.
Sultanın çeyizi, kocasının konağına gitmeden evvel sarayda teşhir edilirdi. Sadrazam ve diğer devlet adamları oraya kendi düğün hesiyelerini de gönderirler, sonra bu çeyiz alayla damadın konağına götürülürdü.
Sultan, kocasının konağına geldiği zaman orada zevci ile Kızlar ağası tarafından karşılanır ve koltuklarına girilerek harem dairesinin kapısına götürülürdü. Damadın konağında kadın ve erkeklere ayrı ayrı ziyafetler çekilir ve yatsı namazından sonra davetliler konaktan ayrılırdı. Damat Paşa davetlilerin her birine derecelerine göre birer hediye verirdi.
Yine bu sırada darüssaade ağası padişah namına damada bir samur kürk giydirir ve paşayı sultana takdim ettikten sonra çekilirdi. Bundan sonra yenge kadın paşayı odaya sokar, damat paşa odanın bir köşesinde namaz kıldıktan sonra zevcesinin eteğini öper ve sultanın oturması için müsaadesine kadar ayakta dururdu.
Şayet damadın memuriyeti hariçte ise düğün için İstanbul' a çağırılır, konak döşer, sultanla evlenir ve sonra vazife ile İstanbul' da kalmazsa yine memuriyeti başına dönerdi. Sultan İstanbul' da kocasının konağında kalırdı.

Geçimleri
Sultanların maiyyetlerinde padişahın emriyle tayin edilen kethüdaları vardı. Bütün işleri, alış veriş vesaireleri hep bu kethüdaları vasıtasıyla görülürdü. Dul olan sultanların vazife ve aidatları matbah-ı amire ile şehremini tarafından verilmek kanundu.
Sultanların hash veya paşmaklık ismi verilen dirlikleri vardı. Bunların bazılarına herhangi bir mukataanın varidatından maaş ve bir kısmına iltizam suretiyle mukataalarda verilmişti. Bu isimler altındaki dirlikler bir mahallin varidatının bunlara tahsisi demekti. Malikane suretiylemukataa, kaydı hayat şartıyla verilen dirlikti. Sultanları bu gelirlerini idare ve tahsil için voyvoda denilen memurlar vardı. Sultanlara bazan hazineden maaş da verilirdi. Sultan III. Mustafa Laleli Camisinin vakfiyesini tertip ettirirken bu vakfından oğullarına bin beşeryüz kızlarına biner ve kadınlarına beşer yüz kuruş tahsis eylemişti.

Kaynak: turksultans.com

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Ekim 2006       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Harem-i Hümayûn'un en itibarlı hanımı: Valide Sultan

Osmanlılarda cülus merasiminden bir kaç gün sonra saray, yeni bir törene daha sahne olurdu. III. Murad Han'ın cülusundan itibaren düzenlenen bu merasim padişahın annesinin Eski Saray'dan alınarak Topkapı Sarayına nakli hadisesidir.
Valide Alayı ismi verilen bu tören şu şekilde gerçekleşirdi.
Yeni padişah cülusundan bir kaç gün sonra validesinin Eski Saraydan Topkapı Sarayına naklini emrederdi. Bir gün öncesinden rikâb-ı hümayun ve şikar ağaları, kapıcıbaşılar, sultan kethüdaları, padişah evkafı mütevellileri, haremeyn vakfı erkanı, harem-i hümayun ağaları, baltacılar, darüsaade ağası ve yeni tayin olunan valide kethüdasına haber gönderilerek hazır olmaları istenirdi.
Valide Alayı, Bayezid kolluğu (karakolu) önüne geldiği vakit yeniçeri ağası, şayet o seferde ise sekbanbaşı tarafından karşılanırdı. Araba burada bir müddet durur, bu sırada ağa yer öperek hürmet ve tazimlerini arzederdi. Ağaya bir hil'at giydirilir, yine ona ve maiyyetine önceden belirlenen hediyeleri dağıtılırdı. Bu şekilde her kulluk geldikçe oradaki görevli neferlere hediyeleri verilirken alaydan etrafa çil çil paralar saçılırdı. Alay cebehane önüne gelince cebecibaşı valide sultanı selamlayarak hediyesini alırdı.
El Öpme
Bu şekil merasimlerle bâb-ı hümayundan saraya girilirdi. Hastane kapısı köşesinde bekleyen bostancı başhasekisi ile hasekiler ellerinde değneklerle dizilip ilgililer dışında kimseyi ileriye geçirmezlerdi.
Valide sultanın arabası has fırın kapısı önüne gelince padişah vakarlı bir şekilde yürüyerek gelir, validesini iki veya üç temenna ile selamlar ve annesinin sağ tarafdaki pencereden uzanan elini öperdi. Bu sırada çavuşlar hep birlikte alkış tutarlardı.
Valide Sultan'ın arabası orta kapıdan içeri girdikten sonra alay sona ererdi.
Valide sultan saraya gelişinin ertesi günü sadrazama bir hükümnâme ile kürk ve hançer gönderirdi.
Bu şekilde saraya yerleşen valide sultan haremin en itibarlı hanımıdır. Valide sultanın herkesten üstün konumu harem müessesesinin esasıydı. O hem sultan ailesinin vesayetinden hem de harem hanesinin günlük işleyişinin idarî denetiminden sorumluydu. Onun haremin en güçlü üyesi olduğunu maaşı açık bir şekilde yansıtmaktadır. Zira devlet hazinesinden harem üyelerinin her birine ödenen günlük maaş (mevacib), harem kurumunun hiyerarşisini ortaya koyar ve simgelerdi.
Kanuni sonrası dönemde, haremi idare eden ilk valide sultan olan Nurbanu Sultan'a günlük 2000 akçelik bir maaş bağlanmıştı. III. Mehmed'in annesi Safiye Sultan da ise, bu rakam 3000 akçeye çıkmıştır. Valide sultan maaşları, kısa süreli istisnai dönemler dışında bu yüksek seviyeyi muhafaza etmiştir.
Genelde Osmanlı haremini anlatan Avrupa kaynaklı tasvirlerde valide sultandan hiç söz edilmeyip, padişah kadınları ön plana çıkarılmaktadır. Harem kısmındaki gücün valide sultanın değil de hasekilerde olduğunu savunmaki yabancı gözlemcilerin saray hayatına dair cinsel fantazi ve entrika senaryolarını daha rahat kurabilmenin bir ürünü olmalıdır.
Harem-i hümayun konusunda arşiv belgelerine dayalı ciddi bir eser ortaya koyan Amerikalı tarihçi Lesli Peirce, bu durumu ; büyük ölçüde kendi kraliçelerinin karşılığını arayan ve dolayısıyla Osmanlı haremindeki en büyük güç ve statü sahibinin valide sultan olduğunu anlamaya hazır olmayan Avrupalı gözlemcilerin kültürel at gözlüklerine bağlanması gerekir diyerek açıklamaktadır.
Padişahlar ve Anneler
Padişahların validelerine karşı son derece hürmetkar davranmaları onların saraydaki hüküm ve nüfuzlarını daha da arttırmıştır. Bunda muhakkak ki, İslamiyetin ana hakkı konusundaki müessir prensiplerinin büyük rolü olmuştur.
Cennet anaların ayağı altındadır; Ana babaya iyilik etmek nafile namaz, oruç ve hac faziletlerinden daha faziletlidir; Allahü Teâlâ'nın rızası ana va babanın rızasındadır vb. Hadisi şerifler ana-babaya gösterilecek hizmet ve hürmeti açık bir biçimde ifade etmektedir.
Nitekim Fatih Sultan Mahmed kendisini yetiştiren ve hristiyanlık dininde kalmaya devam eden üvey annesi Mara'ya geniş bağışlarda ve temliklerde bulunmuştur. Yine ona ölünceye kadar, halini hatırını sormaya ve iyiliklerde bulunmaya devam etmiştir.
Kanuni Sultan Süleyman annesi Hafsa Sultanı çok sever, bir dediğini iki etmezdi. Hayırları ve iyi kalpliliğiyle ün kazanan Hafsa Sultanın Manisa'da cami, imaret, medrese, mektep ve hangâhı vardır.
III. Murad, validesi Nurbanu Sultan'ın ölümünde matem elbisesiyle cenazeyi takip ile Fatih Camiine kadar gelmiş, orada namazını kıldıktan sonra sarayına dönerek ruhu için sadakalar dağıttırmıştır.
III. Mehmed Han da babası gibi validesine çok riayet gösterirdi. IV. Mehmed'in annesi Turhan Sultan'a, III. Selim Han'ın da Mihrişah Saultan'a karşı hürmet ve tazimleri pek fazla idi.
Bunun neticesi olarak valide sultanların saraydaki hüküm ve nüfuzları daha da artmıştır. Bu durum bazı valide sultanların, devlet işlerine de karışmasına da yolaçmıştır. Ancak istisnai olarak görülen bu çeşit olayların dahaçok çocuk yaşta tahta çıkan padişahlar döneminde olduğu da gözden kaçırılmamalıdır.
Valide Dairesi
Otuz altı Osmanlı padişahından sadece yirmi üçünün annesi valide sultan ünvanını kullanmış, diğerleri oğulları tahta geçmeden vefat ettikleri için bu ünvanı alamamıştır.
Valide Sultanların kendilerine verilmiş paşmaklık denilen hasları vardır. Daha sonraları haslarından başka kendilerine darphaneden muayyen bir maaş da tahsis edilmiştir.
Validelerin kalabalık bir maiyyetleri vardı. Haremi, Haznedar Usta vasıtasıyla idare ederlerdi. Haremdeki bütün kadınlar, sultanlar, ustalar, ve cariyeler kendisinden çekinirler onu sayarlardı. Haremdeki bütün işler onun emriyle yapılırdı. Göçler, gezintiler onun emriyle ve arzusuna uygun olarak haznedar ve kalfalar tarafından uygulanırdı. Törenlerde ve hareme kabullerde baç rolü valide sultan oynardı. Hariçteki işlerin Valide Kethüdası denilen bir memur bakardı. Validelerin hasları ve mukataalarını da o idare ederdi.
Haremde valide sultan dairesi padişaha ait mekanlardan sonra, en büyük ve en önemli mekândır. Daireyi valide taşlığından bir bekleme odası ile girilirdi. Girişte nöbetçi cariyeler beklerdi. Daire yüksek kubbeli bir sofa, daha küçük bir yatak ve ibadet odası ile iç içe üç bölüm halindedir. Sofanın duvarlarının alt kısımları çinili, üst bölümleri ise 19. yüzyıl hayali panoramik manzara resimleriyle dekorlanmıştır. Sedef kakmalı gömme dolapları ve kapı kanatları eskidir. Bir ocak ve çeşmeye de sahip olan odaya kadife sedirler ve sofra takımı da kurulmuştur. Valide Sultanlar yemeklerini burada yerlerdi.
Yatak odası kapısının yanında mermer üzerine yazılmış olan;
Lâ ilâhe illallah
Muhammedun Resûlullah
Dem bedem saat besaat
bâd ikbâlet fizûn
Düşmenet çün
şişe-i saat bemişe ser nigûn
Bu ocağın dûd-i dâim
sünbül izhâr eylesün
Sahibine hazret-i Hak
nârı gülzâr eylesün
Açıklaması
Allahü Teâlâ'dan başka ilah yoktur, Muhammed "aleyhisselam" O'nun Resûlüdür. Her ana her saat talihin yükselsin, Düşmanın, saat şişesi gibi baş aşağı olsun Bu ocağın daimi olan dumanı sünbül gibi görünsün Sahibine Hazret-i Hak, ateşi gül bahçesi eylesin.
Anlamına gelen bir beyit yeralmıştır. Yatak odasının 17. yüzyıl İznik çiniciliğinin son kaliteli ürünleriyle kaplı duvarlarında, çiçekler fışkıran şadırvan motifleri kullanılmıştır. Solda ahşap altın yaldızlı, kabartmalı ve üstü dört sütuna dayalı parmaklıkla çevrili alanı yatak yeridir.
Yatak odasından mermer söveli ve demir şebekeli bir zar ile geçilen dua odası da benzer görünüşlüdür. Duvarında çiniden bir Kabe tasviri de vardır.
Ölen ya da tahttan indirilen padişahların anneleri, merindeki cariyeleri ile birlikte bu daireyi boşaltarak yeniden Eski Saray'a yerleşir ve kendilerini tamamen hayır işlerine verirlerdi.

Kaynak: turksultans.com
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Ekim 2006       Mesaj #4
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Padişah Hanımları

Osmanlı Tarihinin ve özellikle hanedanın en çok tartışılan konuları arasında padişahların aile hayatı gelmektedir. Bir kısım yazarlar padişahların harem hayatını bir sefahat ve gayr-i meşru eğlence hayatı gibi takdim etmeye çalışmaktadırlar. Ancak bunların dayandıkları mehazlar genelde Avrupalı gözlemcilerin, gezginlerin, düşünürlerin hayal ürünü eserleridir. Haremdeki aile hayatına dair tasvirler Osmanlılar hakkındaki kitapların satışına çok açık bir biçimde yardımcı oluyordu. Bu sebeple bu tip anlatım ve tasvirler eserlerde abartılı bir biçimde yer bulabiliyordu. Nitekim günümüzde de bir padişahın hanımını konu edinen ve cinsel fanteziler üzerine kurulu romanlar daha fazla rağbet görebilmektedir.
Oysa meseleyi ciddi ve ilmi bir tarzda ele alan yerli ve yabancı yazarlar ve tarihçiler haremin içe işleyişi ve sakinlerinin yaşantısına dair pek az bir bilginin mevcut olduğuna vakıftırlar. Harem, isminin de gereği olarak yabancıların gözlerinden gizlendiği gibi içindeki hayata dair konuşmalar da yine başkalarının işitme alanı dışarısında kalmıştır. Haremde yaşayanlar ise bu durumu belki hayatlarının en büyük sırrı olarak kendileriyle birlikte mezara götürmüşlerdir.
Saltanatın babadan oğula geçtiği bir hanedanın her hükümdarı gibi Osmanlı padişahı için de önemli bir siyasi anlam yüklü olan aile hayatı asla bir cinsel zevk olarak düşünülemezdi. Zira evliliğin sonuçları -evlatlar- tahta kimin geçeceğini yani bizzat hanedanın varoluşunu etkiliyordu.
İlk dönemde evlilikler
Kuruluş döneminden II. Bayezid'e gelinceye kadar Osmanlı padişahları ve şehzadeleri ilk zamanlardan Müslümanlardan nüfuzlu kişilerin, Anadolu beylerinin, Bizans, Sırp ve Bulgar krallarının kızları ile evlendiler. Bu evliliklerde siyasi nüfuz elde etme, diplomatik faydalar veya kız babası öldüğünde toprak talep etmek gibi gayeler hedefleniyordu.
Ertuğrul Bey'in oğlu Osman Gazi'yi Şeyh Edebali'nin kızı Bala Hatun ile evlendirilmesinde muhakkak ki ahilerin desteğini de temin etmek maksadı da yatmaktaydı. Nitekim Ertuğrul Bey'in vefatından sonra aşiretin başına amcası Dündar'ın muhalefetine rağmen ahilerinde desteğini temin eden Osman Gazi seçilmiştir. Osman Gazi ikinci evliliğini yine nüfuzlu bir şahsiyet olduğu tahmin edilen Ömer Bey'in kızı Mal Hatun ile yapmıştır.
Bilecik tekfuru oğlunu, Yarhisar tekfurunun kızı ile evlendireceği zaman düğüne Osman Gazi'yi de davet etmişti. Tekfurlar Türk Beyi'ni düğüne katıldığı sırada ortadan kaldırmayı karalaştırmışlardı. Ancak tertipten dostu Harmankaya hakimi Köse Mihal'in ihtarıyla, zamanında haberdar olan Osman Gazi mükemmel bir plan tertip ederek tekfurları pusuya düşürdü. Bilecik ve Yarhisar'a sahip olurken Holofira isimli gelin de Osmanlılar eline geçmişti.
Osman Gazi Holofira'yı oğlu Orhan'a nikahlayarak bir anlamda onun babasının topraklarına hakim olduğunu göstermiş oluyordu. Daha sonra Müslüman olarak Nilüfer adını alan Holofira, hayır ve hasenatıyla Bursalıların gönlünde taht kurmuştur. Nilüfer Hatun Bursa' da Kaplıca kapısı yanında bir tekke, Darülharp mahallesinde bir mescid ve Bursa ovasından geçen çay üzerine güzel bir köprü yaptırmıştır. Bu nedenle çaya Nilüfer adı verilmiştir.
Orhan Gazi'nin önce Bizans İmparatoru III. Andronikus'un kızı Asporça Hatun ve Sonra VI. John Kantakuzen ile eşi İrene'den doğan Teodora (Maria) ile evlenmesi ise Rumeli'ye geçişin imkan dahiline alınması ve saltanata geçişi sağlamak hedeflerine matuftur. Kartakuzen Orhan Bey'in kuvvetleri sayesinde İstanbul'a girerek İmparatorluğa kavuşmuş, Trakya ve Makedonya'daki hakimiyetini kuvvetlendirmiştir. Bu yardımlarına karşılık Gelibolu yarım adasındaki Çimbi kalesini Osmanlılara vermiştir ki bu durum Orhan Gazi'nin Rumeli'ye geçişinin ilk adımı olacaktır.
I. Murad Han'ın Bulgar Kralı Şişman'ın kız kardeşi Tamara (Maria) ile evlenmesi ise bu krallığın, tabiiyet altında tutulabilmesinin bir gereği olarak görülebilir. Zira Sultan Murad 1368'den sonra sırasıyla Bulgarlardan Aydos, Karinabad, Süzeboli, Pınarhisar ve Vize'yi zaptetmişti. Kral Şişman mukavemete muvaffak olamayınca sulh yaparak vergi vermeyi kabul ederek kız kardeşini de Osmablı hükümdarına vererek dostluğunu pekiştirmek istemişti.
I. Murad döneminden itibaren Osmanlı Padişahları gayr-i müslim kralların kızlarının yanısıra Anadolu beylerinin kızları ile de şehzadelerini evlendirmeye başlamışlardır. Aslında Anadolu beyleri ile bu münasebet çift yönlü olarak devam etmiş Osmanlılar onlardan kız almalarının yanısıra, kızlarını da Anadolu beyleri veya oğullarına vermişlerdir. Osmanlıların bu yerinde ve fevkalade isabetli siyasetlerinin sonucu geç de olsa meyvelerini vermiş ve bu evlilikler neticesinde Anadolu aşiretleri ve beyleri arasında sağlam, köklü ve daimi akrabalıklar tesis olmuştur. Anadolu'da yüzlerce yıllık muhabbet, birlik ve beraberliğin temelinde, Osmanlıların bu siyasetinin rolü de unutulmamalıdır.
I. Murad Han oğlu Yıldırım Bayezid'i Germiyanoğlu Süleyman Şah'ın kızı devlet hatun ile evlendirdi. Devlet Hatun'un annesi Mevlana Celaleddin Rumi'nin oğlu Veled Çelebi'nin kızı Mutahhare Hatundur. Süleyman Şah kızının çeyizi olarak beyliğinin en güzel yerleri olan Kütahya, Tavşanlı, Emed ve Simav şehirlerini Osmanlılara vermiştir.
Yine Yıldırım Bayezid Kosova meydan muharebesinden sonra kendisine karşı ayaklanan Anadolu beylikleri üzerine yürüdüğünde, Aydınoğlu İsa Bey karşı duramayarak tabiiyetini arzetmişti. Buna karşılık Yıldırım Bayezid ise İsa Bey'e bir miktar toprak bırakırken onun Hafsa Hatun adındaki kızı ile de evlendirmiştir (1390).
Kosova savaşında (1389) Sırp kralı Lazar ölmüş ve yerine oğlu Lazaroviç geçmişti. Yılıdırım Bayezid kendisi ile sulh anlaşması yaparken dostluğu pekiştirmek için kaz kardeşi Despine (bazı kaynaklarda Olivera) ile evlenmiştir.
Osmanlılar doğuda kendilerine karşı en güçlü devletlerden olan Memluklerle aralarında tampon devlet konumundaki Karamanlılar ve Dulkadırlılar ile de evlilik yoluyla akrabalık kurmaya ve dostluklarını ilerletmeye çalışıyorlardı. Nitekim Çelebi Mehmed fetret dönemi sırasında Dulkadırlı Süli Bey'in kızı Emine Hatunla evlenmek istemiş ve bu arzusu hüsn-i kabul görmüştür. Çelebi Mehmed ile Emine Hatun 1403 yılında evlenmişler ve bu evlilikten ertesi yıl II. Murad doğmuştur.
II. Murad Han'da Anadolu beylerinden Candaroğlu II. İbrahim Bey'in kızı Hatice Hatun, Amasyalı Şadgeldi Paşa'nın torunu Yeni Hatun ile evlilikler yapmıştır. II. Murad'ın siyasi evliliklerinden biri de Sırp Kralı Jori Brankoviç'in kızı Mara Hatun'dur. Brankoviç, Türk akınlarını önleyebilmek için kızı Mara'yı 1435 yılında II. Murad ile evlendirmiştir. Osmanlıların Balkanlarda zor duruma düştüğü bir dönemde Edirne-Segedin antlaşmasının imzalanmasında Mara Hatun'un büyük rolü olmuş böylece II. Murad toparlanma imkanı bulmuştur.
Bazı yazarlar II. Mehmed (Fatih)'in annesi Mara hatun olduüunu ısrarla savunurlar. Oysa Fatih'in 1431 yılında doğduğu düşünülürse, 1435'de gerçekleşen bu evlilikten böyle bir doğumun ne kadr imkansız olacağı ortadadır. Buna rağmen bazı yazarlarda aynı gayretkeşliğin devam ettirilmesi akla, başka niyetler başka maksatlar olduğunu, çamur at izi kalsın prensibinin uygulandığını apaçık bir biçimde vermektedir.
II. Murad bu arada II. Kosova zaferinden sonra Karamanoğullarının muhtemel bir hıyanetinden çekinerek, Dulkadıroğlu Süleyman Bey'le akrabalık kurmak istemiştir. Bu itibarla Süleyman Bey'in kızı Sitti Mükerreme Hatun'un oğlu Mehmed' istemiştir. Süleyman Bey'in de muvafık olmasıyla şehzade Mehmed ile Sitti Hatun Edirne'de üç ay süren muhteşem ve göz alıcı bir düğün merasimi ile evlenmişlerdir.
Görüldüğü gibi Fatih Sultan Mehmed' e gelinceye kadar Osmanlı padişahları Bizans, Bulgar, Sırp krallarının ve Anadolu beylerinin kızları ile siyasi evlilikler kuruyorlardı. Bunun yanısıra saraya alınan ve burada yetiştirilen cariyeler ile az da olsa evlilikler görülüyordu.
Nitekim I. Murad'ın Gülçiçek (Rum asıllı), Çelebi Mehmed'in Kumru Hatun, II. Murad'ın Hüma Hatun ile bu yolla evlendikleri bilinmektedir. Ancak Fatih'ten itibaren cariyelerle evlenme usulüne doğru sistemli bir geçiş süreci başlamıştır. II. Bayezid ve Yavuz dönemlerinin sonunda devşirme sistemi içerisinde evlilik Osmanlı sarayına hakim olmuştur.
Fatih'in Dulkadırlı Süleyman Bey'in kızı Sitti Hatun'un dışında kalan eşlerinden Gülbahar Hatun aslen Arnavut, Çiçek Hatun Sırp, Venedik veya Rum ve Helene ise Rum'dur. Gülşah Hatun'un ise milliyeti bilinmemektedir.
II. Bayezid Dulkadır oğlu Alaüddevle'nin kızı Ayşe Hatun ve Karamanoğullarından Nasuh Bey'in kızı Hüsnüşah Hatun'un yanısıra Bülbül Hatun, Ferahşad Hatun, Gülbahar Hatun, Gülruh Hatun ve Şirin Hatun adlı cariyeler ile de evlenmiştir.
Yavuz Sultan Selim'in güzelliğiyle meşhur hanımı Hafsa Sultan'ı bazı tarihçiler Türk olarak gösterseler de aslen cariye olduğu vesikalardan anlaşılmaktadır.
İşte Fatih'le beraber cariyeler ile evlenme usulü genişlemiş II. Bayezid devri sonunda ise umumi bir kaide şeklinde saray hayatına girmiştir. Bu usul pek az istisnası dışında hanedanın yıkılışına kadar da devam etmiştir.
Niçin cariyelik sistemi
Padişahların bu sistemdeki evliliklerinden İslamiyetin hükümlerine uyularak nikah yapılmamıştır. Zira İslamiyet'e göre cariyeler köle (kadın) statüsünde olduğundan sahipleri istedikleri gibi tasarruf hakkına sahip bulunuyordu.
Bazı tarihçiler nikah ile evlenmeyi kaldırmayı Yıldırım Bayezid'in Ankara'da Timur'a esir düşmesinden sonra, hanımı Despina'nın da galiplerin eline geçmesi sebebiyle alındığını kaydederler. Hatta bazı yabancı yazarlar, Türk ve Osmanlı düşmanları daha da ileri giderek Timur'un Yılıdırım'ın hanımına içki dağıttırdığını kaydederler.
Gerek Timur gerekse Osmanlı, ciddi hiç bir tarihte bu tip haber mevcut değildir. Oysa Osmanlı sarayında henüz İslamı seçmemiş olan Despina Hatun, Timurlu tarihçilerden Şerefeddin Yezdi'nin kaydına göre Timur Han'ın huzurunda Müslüman olmuştur.
Ayrıca Osmanlıların bu sebeple cariyelerle evlendiği meselesi şuradan da yanlıştır ki, Yılıdırım'dan sonra Çelebi Mehmed Dulkadırlıoğlu Süli Bey'in kızı Emine Hatun'la II. Murad Candaroğlu İbrahim Bey'in kızı Hatice Halime Hatunla, II. Mehmed Dulkadıroğlu Süleyman Bey'in kızı Sitti Hatun'la, II. Bayezid de Dulkadıroğlu Alaüddevle'nin kızı Ayşe ve Karamanoğlu Nasuh Bey'in kızı Hüsnü Şah Hatunla hep nikahlanarak evlenmişlerdir.
Oysa Osmanlıların Fatih'ten itibaren cariyelerle evlenme sistemine geçişte kendileri ve devletleri için yine pek çok faydaları vardır. Bunlar üzerinde dikkatle durmak gerekmektedir.
Öncelikle Fatih' gelindiğinde Balkanlardaki prenslik ve krallıklar yıkılmış hepsi devletin sınırları içerisine alınmışlardı. Fatih'le beraber Bizans İmparatorluğu'da Tarihe karışmıştır. Ayrıca Anadolu beylikleri ortadan kaldırılmış ve Türk birliği temin olunmuştu.
Zaferden zafere koşan Osmanlı hükümdarları kendilerini artık dünyanın en büyük ve güçlü padişahları saydıklarından, başka hanedanlarla akrabalık yoluyla dostluk kurmaya çalışmışlardır. Başlangıçtaki siyasi ve diplomatik yarar sağlama unsuru artık görülmemektedir.
Yine genelde çok evli bulunan Osmanlı padişahlarının her aldıkları kadın için yapacakları şatafatlı düğünler, yapılacak masraflar ve verilecek hediyeler düşünüldüğünde devşirme sistemiyle devletin ne büyük bir masraftan kurtulduğu açıkça görülmektedir.
Padişahların devşirme kadınlarla evlenmelerini tenkit eden bazı yazarlar ise, neden Türk ilim ve Devlet adamlarının kızlarını almadıklarını sorgularlar. Oysa bu düşünceleri uygulanmış olsaydı yapılacak masraflar bir tarafa her padişah döneminde bir kaç aile saraya nüfuz edecek devlet işlerine karışacak, parçalanma ve bölünme süreci içeriden daha çabuk bir şekilde gerçekleşecekti.
Devşirme usulüyle kız almanın bir faydası ise küçük yaşta saraya getirilen bu kızların tam bir saray kültürü ve terbiyesi içerisinde yetiştirilmiş ve padişaha layık bir eş haline getirilmiş bulunmasıdır. Ayrıca bunların en seçilmişleri padişah hanımlığına namzet olurken diğerleri de enderun mektebinde yetişen diğer devlet görevlileri ile evlendirilmek üzere hazırlanıyordu. Enderun nasıl saray içerisinde padişaha kişisel hizmet yoluyla erkekleri saray dışında hanedana hizmete hazırlanıyorsa, harem de padişah ve annesine hizmet yoluyla dış dünyadaki rollerini almaya hazırlanıyordu. Böylece idareciler eş yoluyla devlete daha da sadık bir hale getirilmiş olurdu.
Devşirme sistemi ile padişah evlilikleri
Saraya alınan cariyelerin büyük bölümü hizmet birimlerinde çalışırdı. Bunların en güzel ve kabiliyetli olanları padişahın hizmetinde, ona yakın olanlar da şehzadeler dairesine gönderilirdi. Bunlardan padişah hanımı olabilecek durumda olanlar Haznedar Usta'nın emrine verilirdi. O bunları yetiştirir ve efendisine yaraşır bir kadın olmasını sağlardı.
Bunların dışındakiler ise padişah hiç bir bakımdan irtibatta bulunmadığı gibi belki kendilerini ne görür ne de tanırdı. Bu bakımdan padişahın zaman zaman bütün cariyeleri toplayıp içlerinden en güzelini seçmesi gibi konular artık fantazi masallar olarak tarihteki yerini almışlardır. Has odalık olarak yetiştirilen cariyelerle padişah münasebette bulunduğunda şayet bunlar gebe kalırlarsa İkbal ve haseki adını alırlardı. Bunlar derecelerine göre Baş İkbal, İkinci İkbal, Üçüncü İkbal... denirdi. Sayıları yediye kadar çıkabilirdi. İkballer hanım veya hanımefendi diye çağırılırlar ve artık azad edilip saraydan ihraç edilmekten kurtulurlardı. Haseki Sultan tabirinin yerini zamanla Kadın veya Kadın efendi almıştır.
Hasekiliğe yükselen cariyeye samur kürk giydirilirdi. Hasekilerden erkek çocuk doğuranlara Haseki Sultan ünvanı verilir ve başına kıymetli taşlarla süslü bir altın taç takılırdı. Yine harem geleneği gereğince ona daire ayrılır, emrine kalfa ve cariyeler verilirdi.
Haremde cümle kapısı holünden Kızlarağası Dairesi ile Kalfalar koğuşu arasında devam eden yoldan sola dönülerek girilen geniş ve uzun hole Cariyeler ve Kadın efendiler Taşlığı denilirdi. Taşlığın sağ tarafındaki birinci, ikinci ve üçüncü kapı sırasıyla Kadın efendi odalarıdır.
Daireler zemin katta giriş bölümü, merdiven aralığı ve güzel bir manzara kazandırabilmek için iki kat yüksekliğinde yapılmış birer Başodaya sahiptir. Üst katta taşlığa bakan bir sahanlık ile birer odayla baş odalara açılan bir asma katı bulunmaktadır. Daireler 17 yüzyıl Osmanlı çinileriyle kaplı olup ocaklı ve tavanı kalem işli desenli boş odalar, zengin dekorları ve nefis manzarasıyla dikkat çekmektedir.
Osmanlı padişahlarının ölümlerinden sonra onun çocuk doğurmamış yahut da erkek çocuk doğurmuş ve çocuğu vefat etmiş olan kadın ve hasekileri isterlerse devlet ricalinden biriyle evlendirilirdi. Bu uygulamaya ilk defa Fatih döneminde rastlanmaktadır. O babası II. Murad'ın dul eşi Hatice Hatun'u babasının adamlarından İshak ile evlendirmiştir. Kendisi de boşamış olduğu David Komnenos'un kızını Zağanos Mehmed Paşa ile evlendirmiştir. Yine III. Murad'ın ölümünden sonra çocuksuz olan ikballeri Eski Saraya gönderilmiş ve daha sonra derecelerine denk kimselerle evlendirilmişlerdir.
Genellikle evlendirilenler odalık ve ikballer olup padişahların asıl kadınlarından evlenenler pek az görülmüştür. Zira kadın efendiler evlendikleri zaman bu durum hanedana ve padişaha karşı yapılan bir saygısızlık olarak kabul edilir ve tasvip edilmezdi.
İktidardan düşen veya vefat eden padişahın kadınları harem dairesinden alınarak Eski Saray'a gönderilirlerdi. Bu kadınların eğer padişah olacak çocukları yoksa ölünceye kadar burada yaşarlar, oğlu padişah olanlar Valide Sultan sıfatıyla tekrar hareme dönerdi.
Eski Saraydaki kadınlar genellikle kendilerini ibadete verirler, hayır ve hasenat işleriyle meşgul olurlardı.
Osmanlı padişahları içinde çok kadınla evlenenlere karşılık pek az eşi olanlar da görülmektedir. I. Mustafa'nın hiç kadını tesbit edilmemiştir. Yavuz Sultan Selim, II. Selim, III. Mehmed, IV. Murad ve II. Ahmed'in birer; Osman Gazi, Çelebi Sultan Mehmed, III. Ahmed, II. Osman ve III. Osman'ın da ikişer kadını olduğu anlaşılmaktadır.

Kaynak: turksultans.com
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
24 Ekim 2008       Mesaj #5
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Dilimizde daha çok eski dönemlerde kullanılmış ve birçok anlamları olan bir söz­cüktür. Saray, konak ve evlerde yabancı erkeklerin giremeyeceği, yalnızca kadınların kaldığı daire ya da bölüme harem denirdi. Aynı zamanda burada yaşayan kadınların tümünü nitelemek için de bu sözcük kullanı­lırdı. Örneğin "Padişahın haremi çok kalaba­lıktı" denildiğinde, harem dairesindeki kadın­lardan söz edildiği anlaşılırdı. Harem eskiden bir erkeğin eşi, karısı anlamında da kullanılır­dı. Örneğin, "Haremi ile çarşıyı gezdi" cümle­si, karısıyla çarşıyı gezdi anlamındadır. Hare­min bir de "herkesin girmesine izin verilme­yen kutsal yer" anlamı vardır.
Harem günümüzde yalnızca geleneksel bir yaşam biçimini sürdüren Arap ailelerinde kalmıştır. Oysa eskiden çok yaygın bir ku­rumdu. İslam hükümdarları, devlet büyükle­ri, soylular, zenginler evlerinde nikâhlı kadın­larıyla birlikte gözdeler, cariyeler, odalıklar, köle kızlar, kâhya kadınlar gibi çok sayıda kadından oluşan bir toplulukla yaşarlardı.

Haremin en gelişkin biçimi padişah sarayla­rında görülür. Saraylar nasıl orada yaşayanla­rın görevlerine göre ayrı bölümlerden oluş­muşsa harem de böyle bölümlerden oluşur. Saray haremleri hünkâr dairesi de denen padişahın dairesinin çevresinde kurulmuştu. En yakınında haremin başı sayılan valide sultanın, onun ardından kadınlar, ikballer, sultanlar, şehzadeler, ustalar, kalfalar ve cariyelerin dâireleri sıralanırdı. Harem dairesinde kadınların sayısı oldukça çoktu. Örneğin Os­manlı Padişahı I. Mahmud döneminde (1730-54) sarayda 450 cariye yaşıyordu. Bu sayının III. Murad döneminde (1574-95) 1.100-1.200 olduğuna ilişkin söylentiler de vardır.

Haremde yaşayanların arasında bir yetki, makam ve değer sıralaması vardı. Bu sıralama bir piramite benzetilebilir. Piramitin tabanın­da cariyeler, en tepesinde ise valide sultan vardır. Bu ikisi arasında kalfalar, ustalar, odalıklar, ikballer ve kadın efendiler yer alır. Bu sıralamada kadınların güzelliği, becerileri, padişahtan erkek çocuğu olup olmaması önemli bir etkendi. Savaşlarda tutsak edilen kadınların en güzelleri hareme alınır, öbürleri satılırdı.
Cariyelerin birçoğu sarayda hizmet görmek için alındığından, yöneticiler tarafından ça­maşır, hamam, mutfak, sofra hizmeti gibi genel hizmetlerde görevlendirilirlerdi. Bunlar pek güzel olmayan genç ve orta yaşlı cariyeler olurdu. En güzelleri padişahın hizmetinde, ona yakın güzellikte olanlar da şehzadelerin hizmetinde çalışırlardı. İleride güzel olacağı umulan çocuk yaştaki cariyeler eğitilir, yetiş­tirilirdi.
Haremin sorumlusu kızlarağası ya da haremağasıydı. Haremağası hadım edilmiş (kı­sırlaştırılmış) Siyah erkeklerden seçilirdi.
Haremde yaşayanların dış dünya ile ilişkile­ri yok denecek kadar azdı. İbadet etmek, okumak ve saray eğlenceleriyle günleri geçer­di. II. Mahmud döneminde (1808-39) eğlence ve gezinti yerlerine çıkmaya başladılar. Ama çok sıkı örtünürler, arabalarla kimseye görün­meden gider gelirlerdi. Harem, dış dünya ile ilişkisini kesmiş bir yasak kente benzerdi.
Bu kapalı yaşam içinde türlü eğlenceler düzenlenirdi. Buradaki müzik topluluklarını tarihçiler överek anlatırlar. Haremde yaşa­yanların sıkıcı, kapalı yaşamlarını renklendir­mek, değişiklik yaratmak için zaman zaman meddah, karagöz, ortaoyunu gösterileri dü­zenlenirdi. Ama haremde oynanan oyunların en güzeli, cariyelerin haftada bir iki kez düzenledikleri oyun ve saz geceleriydi. Ünlü çengilerin (dansçı kadınlar) davet edildiği bu gecelerde cariyeler de müzik eşliğinde oynar­lardı. Ayrıca doğumlarda, nişanlarda, düğün ve bayramlarda düzenlenen törenlere haremdekiler de katılırdı.

Msxlabs & TemelBritannica
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
HipHopRocK - avatarı
HipHopRocK
Ziyaretçi
11 Mayıs 2009       Mesaj #6
HipHopRocK - avatarı
Ziyaretçi
Kızlar Ağası

Kızlar ağası, Harem ağası ya da Darüssaade ağası Osmanlı Devletinde haremden sorumlu olan yüksek düzeydeki görevliye verilen isimdi.
Kızlar ağası padişah ve sadrazamdan sonra Osmanlı Devletinin 3. en yüksek görevlisiydi. Sarayın, cinsel işlevi yok edilmiş (hadım edilmiş) siyah ırktan olan erkek köleleri arasından seçilirdi. Padişahın huzuruna gerektiği zaman çekinmeden çıkabilme yetkisine sahipti. Kızlar ağası padişahın huzurunda samur bir kürk giyerdi. Sarayın güvenliğini sağlayan Baltacıların kumandanlığını yapardı. Padişahla sadrazam arasında ve padişahla Valide Sultan arasındaki haberleşmeyi sağlardı. Kızlar ağası yeni cariyeleri bizzat kendisi padişahın yatak odasına getirirdi. Hareme yeni cariyelerin satın alınması, haremdeki nikah, sünnet düğünü ve doğum törenlerinin düzenlenmesi hep Kızlar ağasının sorumluluğu altındaydı. Haremde büyük bir suç işleyen cariyelerin bir çuval içine sokularak Topkapı Sarayı'nın hemen önünde Haliç'nin sularına atılarak boğdurulması görevini de Kızlar ağası üstlenirdi. Önceleri Kızlar ağasının konumu beyaz ırktan bir köle olan Kapı ağasından daha düşüktü. Ancak özellikle 17. yüzyılda nüfuzları çok arttı. Çocuk yaşta veya akli dengesi bozuk olan padişahların görev yaptığı dönemlerde olağanüstü yetkilere sahip oldular. Padişaha olan yakınlığı nedeniyle protokoldeki yerleri zamanla Kapı ağasının da üzerine çıktı.
Kızlar ağası her zaman siyah ırktan bir erkekti. Osmanlı sarayında her zaman yüzlerce siyah köle görev yapardı. Bu siyah kölelerin cinsel işlevleri ergenliğe ulaşmadan önce yok edilmiş (hadım edilmiş) oluyordu. Osmanlılar bir erkeğin hadım edilmesini İslam dinine aykırı kabul ettikleri için kendileri bu köleleri hadım etmezlerdi ama önceden hadım edilmiş köleleri satın almakta bir sakınca görmezlerdi. Hadım edilmiş siyah köleler genellikle Mısır ve Sudan gibi ülkelerden Mısırlı Hristiyan veya Yahudi köle tüccarları tarafından İstanbul'a getirilip pazarlanırlar, bazen de saraya hediye olarak sunulurlardı. Bazı siyah köleler kendileri için daha yüksek imkânlar bulmak amacıyla kendi istekleri veya ailelerinin istekleri üzerine hadım edilip köle olurlardı. Diğer siyah köleler ise bazen bir suç işledikleri için ceza olarak, bazen de köle tüccarları tarafından ele geçirilip hiçbir suç işlemedikleri halde kazanç amacıyla hadım edilip köle olarak satılırlardı.
Hadım edilmiş siyah kölelerin Osmanlı sarayında yaygın şekilde görev almalarının birçok nedeni vardı: Öncelikle kadınlarla cinsel ilişki kuramamaları sebebiyle haremde görev yapmalarında bir sakınca görülmüyordu. Ayrıca erken yaşta hadım edilmiş oldukları için daha yumuşak bir kişiliğe sahip olduklarına inanılıyordu. Hiç bir zaman çocukları olmayacağı için ve hiç akrabaları da olmadığı için padişah ve saraya olan sadakatlerinden kuşku duyulmuyordu. Hareme gelen bu siyah köleler en aşağı rütbede hizmete başlarlardı. Sonra sırasıyla acemi ağası, nöbet kalfası, ortanca, hasıllı, on ikinci hasıllı, yaylabaşı gulamı, yeni saray baş kapı gulamı olurlar ve en başarılı olanları Kızlar ağası olarak atanırdı. Görevden alındıkları takdirde Mısır'a gönderilerek onlara ömür boyu bir maaş bağlanırdı.

Kizlaragasi sunnet

Kızlar ağasının çocuk yaştaki bir Osmanlı şehzadesini
sünnet törenine götürmesi (1720-1732)

Denixius - avatarı
Denixius
Ziyaretçi
29 Ağustos 2009       Mesaj #7
Denixius - avatarı
Ziyaretçi
Osmanlı İmparatorluğu' nda Harem

Osmanlı Devletinde harem’den söz edilince akla hemen Topkapı Sarayı gelmektedir. Topkapı Sarayı’nın tamamen Padişahların evi ve eğlence yeri olduğu çok kişi tarafından ifade edilmekte ve hatta aksine fikirler kabul dahi görmemektedir. Turist rehberleri, Topkapı Sarayının görevlileri ve hatta kasıtlı olan bir kısım ilim ve fikir adamları dahi, Topkapı Sarayı’nı, Osmanlı Padişahlarının eğlence sarayı olarak nitelendirmekte ve daha da ileri giderek bir de bu nitelendirmeleri yaparken "Amma da ihtişamlı hayat sürmüşler" ifadesini de eklemekten kendilerini alı-koyamamaktadırlar.

Harem’den bazı dia çekimleri yapmak gayesiyle Harem Dairesine girdiğimizde, Padişahların eğlence ve hatta cariyelerle alemler yaptığı yer olarak bilinen Hünkâr Sofası denilen salonu ben diacılara anlatmaya çalıştım ve özellikle aile hayatı ve terbiye ile alakalı bazı âyetlerin ve hadislerin nasıl duvarlara nakşedildiğini anlattım. Bunu dinleyen görevlilerden birisi, "Hocam, biz bu yazıları Padişahların cariyeler ve güzel kadınlar için yazdığı tahrik edici aşk şiirleri olduğunu söylüyorduk. Gerçekten bunlar âyet ve hadis midirler?" diye sordu ve benden evet cevabını alınca da ağlamaya başladı.

Evvela, ister Topkapı Sarayı isterse Yıldız Sarayı olsun, Saray denilince, sadece Padişahların evleri ve aileleriyle beraber oturdukları kâşaneler ve köşkler akla gelmemelidir. Zira bu saraylar, bugün Cumhurbaşkanlığı Köşkü, Başbakanlık Konutu ve bakanlıklar gibi devlet daireleridir. Bu saraylarda, Padişahın yani bugünkü anlamıyla Cumhurbaşkanının lojmanı veya konutu demek olan mekânlar, sadece Harem denilen yerlerdir. Bu Harem denilen yerler incelendiğinde, bugünkü devlet adamlarımızın evlerinden daha çok ihtişamlı olduğu söylenemez.

İkinci olarak, Harem, girilmesi yasak olan yer manasınadır. Mekke-i Mükerreme’nin sınırları belli yerlerine ihramsız girmek yasak olduğundan Harem-i şerif denildiği gibi, Hem Mekke ve hem de Medine’ye gayr-ı müslimler giremediğinden dolayı her ikisine birden HAREMEYN adı verilmektedir.

Aynı manadan hareketle, kadınların ikamet ettikleri ve yabancı erkeklerin girmesi yasak olan evlere de İslâm âleminde harem adı verildiği gibi, yabancı erkeklere haram olan kadınlara da harem adı verilmektedir. Osmanlı zamanında evler ve devlet adamlarının konutları demek olan saraylar, haremlik ve selamlık diye ikiye ayrılmıştı; girilmesi yasak olan harem kısmı kadınların ikametine tahsis edilmişti.

İşte Osmanlı Padişahlarının hanımlarına da harem denildiği gibi, bunların yaşadığı mekânlara da Padişah Haremi veya Padişah Evi manasına Harem-i hümâyûn adı verilmişti. Aslında Osmanlı Devleti tarihinde Padişahın evine Dâr’üs-Sa’âdet yani sa’âdet evi adı verilmekteyse de, Harem-i hümâyûn yahut sadece Harem kelimesi kullanılmıştır.

Şunu önemle hatırlatalım ki, bilindiği üzere, Osmanlı harem’ini üçe ayırabiliriz: Birinci kısım, asıl harem kapısına kadar olan Hareme Medhal (Antre) kısmıdır ki, burada Dârüs-Sa’âde Ağası ve Harem Ağalarının emri altındaki erkek köleler istihdam olunmaktadır. Bu bölümde çalışan bir tek kadın köle yani câriye bulunmadığı gibi, izin alınmadan bu bölümde çalışan tavaşilerden kimsenin asıl hareme girmeleri de mümkün değildir.

İkinci kısım, asıl harem’de yaşayan Kadın Efendilerin, Şehzade haremlerinin, padişahların ve Padişah ailesi mefhumu içine giren herkesin hizmetçisi durumunda olan cariyelerdir. Bunlar, Harem’in işçi personeli durumundadır. Reisleri de Hazinedar Usta denilen câriyedir. Bunların Padişahların karı-koca hayatı ile ilgileri yoktur.

Üçüncü kısım, asıl harem’de yaşayan ve Padişah’ın ailesi kavramı altında toplanan Kadın Efendiler, valide sultânlar, şehzade haremleri ve kendileri ile karı-koca hayatı yaşanan cariyelerdir. Bu grubun reisi, zaman içinde değişmekle birlikte bazan Baş Kadın Efendi ve bazan da Valide Sultân olmuştur.

Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilatı, 2. Baskı, Ankara 1984, sh. 147;

Uluçay, Çağatay, Harem II, sh. 7 vd.;

Pakalın, Tarih Deyimleri, c. I, sh. 742-747
Kaynak: Prof.Dr. Ahmet AKGÜNDÜZ - Sorularla Osmanlı

Batılı bir kısım yazarların Harem’le ilgili kitapları hakkında neler söylenebilir?


Batılı bir kısım yazarların Harem’le ilgili kitapları, erotik romanlar gibidir ve tamamen hayalî olan sahnelerle doludur. Mesela Harem isimli son zamanlarda yayınlanan roman türü bir eser, tarihî gerçeklerden maalesef çok uzaktır. Bilimsellik adı altında kaleme alınan çoğu araştırma eserlerinin bu etkiden kurtulamadığı görülmektedir. Harem için odalık câriye temini hakkında, ilk kalem oynatanlar Batılı yazarlar olmuştur. XVII. yüzyılda başlayan bu yazıların ilkini, III. Mehmed’in harem kadınlarını tasvir eden Thomas Dallam (1599)’ın yazıları teşkil etmektedir. Bunu Venedik Elçisi Ottaviano Bon (1606-1609), Robert VVithers (1650), Rico, Madam Montegü (1717-1718) ve Fransız Fabrikatörü Flachat (1745-1755) takip etmiştir. Mesela Venedik Elçisi Bon’un Padişahlara odalıkların takdimi ile alakalı ve tamamen erotik romanları hatırlatan tasvirini, maalesef, bütün Batılı yazarlar tekrar etmişlerdir. Biz, bunların yalanlarını nakletmeye utandığımız gibi, mevcut belgelerin ve hâtıraların hiçbiri, bu nakledilenleri tasdik etmemektedir.

İşin doğrusunu ve Batılı yazarların nasıl meseleyi çarpıttıklarını ise, 196O’lı yıllarda Harem’in restorasyonunda görev alan ve bir Fransız tarihçisi olan Robert Anhegger ile evli olan Mualla Anhegger’den dinlemek icabediyor:

"Haremin Avrupalıların yüzyıllarca yazıp çizdiği ile hiç bir alakası olmadığını fark ettim. Harem Padişahın dilediği kadınla yatması için düzenlenmiş bir kurum değil. Mimarisi bile buna göre düzenlenmemiş. Padişahın cariyeleri görebilmesi ve aralarından birini seçebilmesi mümkün değil. Kapılar, daireler, geçişler buna göre planlanmamış. Cariyeler 25 kişilik koğuşlarda yatıyor, üst katta yatan kalfaların sıkı denetimi söz konusu. Padişahın annesi kendi bölümünde, padişahın kadınları kendi bölümlerinde, padişah ise kendi dairesinde. Padişahın kadınını annesi seçip, oğluna sunabilir. Padişahın kalkıp cariyelerin bölümüne geçmesi için kuş olup uçması lazım! Harem, bir üniversite gibi düşünülmüş. Cariyeler ise öğrenci. Zaten cariyelerin yaşadığı bölümün kapısında "Allahım bize de hayırlı kapılar aç" yazıyor. Ve bu yazı doğrultusunda, çoğu padişah tarafından çeyizleri verip evlendirilmiş. Çünkü câriye köle değil, cinsel köle hiç değil, bence doğru deyim cariyenin padişahın evlatlığı olduğudur. Ve gerçekten de evlatlık gibi hoş tutulup, iyi eğitildikleri anlaşılıyor. Haremin mimarisi düzenlenirken, burada yaşayan herkesin bir dakika bile boş kalmaması hedeflenmiş olmalı. Dans, müzik, dikiş, eğitim... Harem sanki askerî bir teşkilât. Bu askeri teşkilât düşüncesini haremi restore ederken sık sık fark ettim. Ve sonunda kendimi öylesine kaptırdım ki, kabul edilemez nedenlerle, devlet tarafından yevmiyem kesildiği halde, gün boyu çalışmayı sürdürdüm. Kısacası harem restorasyonundan elime maddi olarak hiç bir şey geçmedi, ama karanlıkta kalmış bir kurumu, el yordamıyla da olsa kavramayı başardım.

Haremdekiler son derece iyi yetişmiş, terbiye edilmiş, zeki ve yetenekli kimseler. Yalnızca güzel değil, aynı zamanda zeki de olanlar devlet kademelerinde yükselmek istiyorlar. Bunda şaşılacak, ya da ayıplanacak bir yön göremiyorum. Kendilerine güvenen erkekler gibi, haremin kadınları da şanslarını sonuna kadar zorluyorlar. Sanılanın aksine, yükselmek için dünya güzeli olmaya gerek yok. Kendisine verilen eğitimi en iyi özümsemiş olan, güzel yazan, güzel konuşan bu yarışa avantajlı başlıyor.

İşte bu nedenle de haremin, belirli dönemlerde politik iktidara el koymuş olması son derece doğal. Elbette haremden acımasız ve muhteris sultanlar çıkmıştır. Ama ben, harem kadınlarını, şanslarını kendileri yaratmaya çalışan, aynen erkekler gibi bunu bazen başaran, bazen başaramayan ve bu uğurda, şartlar gerektiğinde, erkekler kadar acımasız olabilen kimseler olarak değerlendiriyorum.".

Bu cümleleri, Konunun Özeti diye takdim etmek bile mümkündür. Gerçekten; "Yabancıların yazdıkları eserler, çok kere hayal mahsûlüdür. Kulaktan kulağa gelenlerin yazı ve resimle ifadesinden başka bir şey değildir. Bu eserlerin hiç birisi, haremi hayal yuvası olmaktan, karanlık ve sırlar âleminden kurtaramamıştır. Bu durum, muhtelif sebeplerden ileri gelmektedir: Bunların başında Müslüman olan kadınlarımızın, erkeklerden kaçması, dışarıda örtülü gezmesi, kadınlı erkekli toplantılara iştirak etme-meleriyle izah edilebilir. Avrupa hükümdarlarının kadın ve kızlarının hayatlarına, görünüş ve giyinişlerine dair bir çok resim, heykel ve yazılar mevcud olduğu halde -bir kaç sefir hanımının saraylılarla görüşmesi ve onları tasviri bir tarafa bırakılırsa-, bizimkiler için böyle kaynaklar mevcut değildir".

Asıl üzüldüğümüz nokta ülkemizde yetişen Cumhuriyet dönemi yazarlarının da, belgelere dayalı bir ilmî araştırma yapmak yerine, bu yabancı yazarları aratmayacak şekilde ve onların yazdıklarını yahut çizdiklerini aynen taklid ederek yazılar kaleme almalarıdır189.



Penzer, N. M., The Harem, sh. 178-182;

Lady Montegu, Şark Mektupları, terc. Ahmed Refîk, İstanbul 1933;

Withers, Robert, A Discription of the Grand Signoir Sereglio, London 1650, sh. 42-43;

Uluçay, Harem II, sh. 26-29;

Nokta Dergisi, 2 Nisan 1989 Kapak Yazısı, sh. 52-53;

Mualla Anhegger, aynı zamanda Harem’le ilgili "Topkapı Sarayında Padişah Evi" adlı eserin de yazarıdır. Zaten bizim de tesbitimiz, Harem’in Padişah’ın evi olduğu yönündedir;

Uluçay, Harem’den Mektuplar, sh. 10; Hem kaynakları ve hem de kullandığı resimleri, tamamen batı menşeli olan bir yazı için bkz. Baş, Işıl, Cariyelik: Kadının Cinsel Köleliği, Bilim ve Ütopya, Ocak 1996, sh. 12-14.

Kaynak: Prof.Dr. Ahmet AKGÜNDÜZ - Sorularla Osmanlı

Osmanlı İmparatorluğu' nda Harem II

r1410kw7

Harem’e aitmiş gibi gösterilen çıplak resimlerin Osmanlı kadınlarına ait olduğu doğru mudur?



Harem’le ilgili, bazı kitaplarda ve bazı dergilerde yayınlanan çıplak resimlerin de aslı esası mevcut değildir ve Batılı ressamların hayallerinin mahsûlüdür. Bir kısım Batılı yazarlar, kendi hayallerindeki harem hayatını, ressamlar eliyle resme aktararak, meşru ve gayr-i meşru demeden neşretmişlerdir. Bunlar arasında özellikle Padişahın süt banyosu yaptığını, çırılçıplak cariyelerin ortasında poz verdiğini gösteren resimler, tamamen hayal ürünüdür. Hubânnâme’de kayd edilen ve bir doğum sahnesini canlandıran resim, Osmanlı Kaynaklarında mevcut olanların en açık olanıdır. Zaten hususî dairede kalmak şartıyla gayr-i meşru da değildir.

Bu konuda bir uzmanın tesbitlerine kulak vermemiz ve harem ile alakalı gördüğümüz resimleri buna göre değerlendirmemiz gerekiyor:

"Türkiye’yi ziyaret eden seyyahlardan çoğunun Türkçe’yi bilmemeleri, Hıristiyan oldukları için azınlıklarla düşüp kalkmaları ve onların verdikleri çok zaman hakikate uymayan malumatı en ufak tetkik süzgecinden geçirmeden kitaplarına kaydetmeleri, onları fahiş hatalar yapmaya sürüklemiştir. Değil Türk Kadınları, erkekleriyle bile konuşamayan ve anlaşamayan yabancı seyyah ve ressamların, bizler hakkında verdikleri hükümler, yaptıkları resimler, yazdıkları kitapların ne dereceye kadar doğru olacağını siz düşünün ve hükmünüzü verin.



Yine bu sebepledir ki, Topkapı Sarayı resim galerisinde mevcut olan Hurrem Sultân’ın muhtelif tablolarıyla kızı Mihrimah Sultân ve Gülnüş Sultân’a ait resimlerin otantik (güvenilir) olup olmadıkları üzerinde haklı olarak durup düşünmemiz icabetmez mi?".

Cumhuriyet döneminde haremle ilgili olarak kaleme alınan kitaplarda yer alan veya kapaklarını teşkil eden gayr-i meşru resimlerin tamamı, batılı ressamların hayal ürünleridir. Mesela Meral Altındal’a ait Osmanlı’da Harem adlı kitabın kapağındaki çıplak resim, Kari Briullov’a ait olduğu gibi, aynı yazarın Osmanlı’da Kadın adlı kitabının kapağındaki çıplak resim de Camille Rogier’e aittir.

1989 yılında Amerika’da neşredilen ve Alev Lytle Croutier adlı hanımefendi tarafından kaleme alınan Harem The VVorld Behind the Veil adlı eserdeki çıplak resimlerin tamamına yakını da, Avrupalı ressamların veya seyyahların kendi hayâllerinden uydurdukları resimlerdir. Özellikle Türkiye’deki belli çevrelerin de kullandığı kapaktaki resmin, Osmanlı Haremi ile uzaktan yakından ilgisi bulunmamaktadır. Üzüldüğümüz nokta, bu hanım efendinin bir konakta doğduğunu ve büyüdüğünü söyleyip kendisiyle alakalı kitabına aldığı resimlerden hiç birinin gayr-i meşru olmamasıdır. Bu yazarın Haremdeki banyolarla ilgili anlattığı erotik hikâyelerin ise, gerçekle hiç bir ilgisi yoktur ve tamamen kendi hayalini tavsif eden Batılı seyyahların hâtıralarından ibarettir.

Osmanlı Padişahlarını bu uydurma resimlerle itham etmeye kalkışan Batılı yazarlar, kendi krallarının nasıl gayr-i meşru hayat yaşadığını çok iyi bilmekte ve Padişahları da kendi krallarına kıyaslamaktadırlar. Mesela bizzat gidip ziyaret ettiğimiz Viyana’daki tarihî Kraliyet Sarayında gördüğüm manzara, doğrusu beni şaşırtmıştır. Zira Saray’da oturan Krallar, beraber oldukları kadınların heykellerini yaptırarak Saray’ın muhtelif yerlerine diktirmişlerdir. Yani Avrupalı kralların yaşadığı rezaletin delili, bizdeki hareme ait uydurma resimler değil, şu ana kadar varlığını devam ettiren Saraylarının duvarlarındaki kadın heykelleridir.



Croutier, Alev Lytle, Harem The VVorld Behind the Veil, New York 1989, sh. 80-92;

Altındal, Meral, Osmanlı’da Kadın, İstanbul 1994, sh. 2;

Osmanlı’da Harem, sh. 2;

Uluçay, Harem’den Mektuplar, sh. 11;

Harem II, Resim 25;

Bu konuda, müşşahas bir misâl için bkz. Dernschvvam, Hans, İstanbul ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğü (Çev. Ya’şâr Önen), Ankara 1992, sh. 59, 82, 83, 88, 89, 93 vd.,184;

Nokta Dergisi, 2 Nisan 1989 Kapak Resmi; Tempo 10-16 1994 Kasım sayı 175; Bu dergideki resimlerin tamamına yakını uydurmadır ve Batılı yazarların kitaplarından alınmıştır.

Kaynak: Prof.Dr. Ahmet AKGÜNDÜZ - Sorularla Osmanlı

Saray’ daki Câriyeler’ in Hepsi Padişahların Hanımları mıydı? Yoksa Görevleri Nelerdi?

Osmanlı Padişahları, Harem dâirelerinde istihdam ettikleri veya karı-koca hayatı yaşadıkları cariyelere şer’-i şerifin hükümlerini aynen tatbik etmişlerdir. Osmanlı Hareminde Orhan Bey zamanından beri cariyelerin bulunduğu ve istihdam edildiği ifade edilmektedir. Ancak harem’deki cariyelerin sayıca artması, Fâtih döneminden itibaren başlar. Zira Fâtih devrinde devlet idaresi devşirmelerin eline geçtiği gibi, harem’de de böyle olmuştur. Nasıl devşirilen erkekler, Enderun Mektebinde terbiye edilerek Osmanlı Devleti’nin askerî ve idâri üst makamlarına yükselme imkânlarını elde etmişlerse, Harem Mektebine alınan cariyeler de zekâlarına, ahlaklarına ve güzelliklerine göre, evvela haremin hizmetçi statüsündeki grubu olan câriye, kalfa ve ustalar makamlarına ve sonra da Padişahlar tarafından seçilmeleri halinde Padişah ile karı koca hayatı yaşayan gözde, ikbal ve Kadın Efendi ve neticede valide sultân payelerine kadar yükselme imkânlarına kavuşabilmektedirler.

O halde harem mektebinde yetişen cariyeleri iki gruba ayırmak icabedecektir:

Birinci Grup, asıl haremin ve Padişah ile ailesinin hizmetlerini gören cariyeler grubudur ki, haremde sayıları bazan 400’e ve 500’e ulaşan cariyelerin %90’ını bunlar teşkil etmektedir. Bunların, haremin ve Padişah ailesinin hizmetlerini ifa dışında her hangi bir şekilde Padişah ile karı koca hayatları mevzubahs değildir.

Haremin ve Padişah ailesinin hizmetlerini ifa ile mükellef olan ve hizmetçi kadınlar statüsünde bulunan saray cariyelerini dört ayrı grubta toplamak mümkündür:

1-Acemiler.

2-Câriyeler.

3-Kalfalar (Şâkirdler).

4-Ustalar (Gedikli Cariyeler).



Bu dört grub incelenince görülecektir ki, haremdeki cariyelerin % 9O’ı tamamen bugünkü kadın hizmetçi grubundadırlar ve bunlar aldıkları belli ücretler karşılığında harem’de hizmet etmektedirler. Ancak bunların bekâr olmaları ve harem’de bulundukları müddetçe evlenmelerinin fiilen mümkün olmaması sebebiyle, her an şehzade veya Padişah’ın haremi arasına girmesi mümkündür. Padişah’ın haremi arasına girmediğinden veya giremediğinden dışarıdan evlenmek isteyenler, çırağ edilme adı altında evlendirilip haremden çıkarılırlardı.

İkinci Grup ise, Padişahın ailesi arasında yer alan gözdeler, ikballer ve ka-dınefendiler grubu idi



Uluçay, Harem II, sh. 10-11
Kaynak: Prof.Dr. Ahmet AKGÜNDÜZ - Sorularla Osmanlı


Osmanlı İmparatorluğu' nda Harem III
Harem27s20Private20Partycopy

Harem’ deki Câriyeler Evlenebilirler miydi?



Harem’deki cariyelerin evlenmeleri meselesini bunların statüsüne göre ayrı ayrı izah etmek gerekmektedir:

Birinci Grup, Padişahların veya şehzadelerin has odalığı olan cariyelerdir. Daha sonra da açıklanacağı üzere. Padişahlar, kendileri için odalık olarak terbiye edilen cariyelerin hepsi ile münâsebet kurmuyordu. Münâsebet kurdukları belli sayılarda idi. Bunları biraz sonra anlatacağız. Bunların bir kısmı Kadın Efendi, bir kısmı ikbal oluyordu. Çocuk sahibi olanlar genelde ikbal ve kadın efendi olmaktaydılar. Aynı şey şehzadeler için de geçerliydi. Eğer Padişah olurlarsa, odalıkları kadın efendi veya ikbal olurlardı. Olmazlarsa şehzade haremi olarak kalırlardı. Padişahların veya şehzadelerin münâsebette bulunup da beğenmedikleri veya çocukları olmayanlar ise, çırağ edilirler ve hâricden münasip bir kimse ile evlendirilirlerdi; çeyizleri ve evi Padişahlar tarafından temin edilirdi.

İkinci Grup, hizmet cariyeleri, kalfalar ve ustalar ise, daha önce de kısaca değindiğimiz gibi, cariyelik süreleri olan 9 yılı doldurduktan sonra âzâd edilirler ve ellerine çırağ kâğıdı denilen bir belge verilerek saraydan ayrılmalarına müsaade edilirlerdi. Ayrılmak istemeyenler haremde kalır veya Eski Saray’a gönderilirlerdi.

Her iki grup cariyelerden de haremden ayrılanlara, ayrıldıktan sonra da bakılmaktaydı. Saraydan ayrılan bu cariyelere saraylılar adı veriliyor ve bunların düşmemeleri için her türlü tahsisat yapılıyordu. Kocaları ölenlere maaş bağlanıyordu.



Bu arada cariyeler, harem içinde işledikleri suçlardan dolayı, Kâhya Kadın tarafından cezalandırılmaktaydı. Ayrıca suç işleyen cariyelerden birinin Sakız Adasına sürüldüğü ve bu tür sürgünlerin de az da olsa yaşandığı, eldeki belgelerden anlaşılmaktadır.

Bir kısım Padişahlar tahta çıkar çıkmaz, sevmediği eski Padişahın hareme aldığı cariyeleri, nadir de olsa, haremden çıkardığı ve hatta bazan bu yüzden perişan hallerin yaşandığı, maalesef nakledilen hadiseler arasındadır. Ancak bu durumu tamim etmek yanlıştır ve doğru değildir.

İslâm Miras hukuku hükümlerine göre, cariyelerin mirasları yani Osmanlı belgelerindeki ifadesiyle muhallefâtı ve terekesi, ölmeden âzâd edilmiş olmadıkça, efendilerinindir. Bu sebeple haremdeki cariyeler vefat ettiklerinde, muhallefâtları, devlet tarafından zabtedilir ve hazineye irâd kayd olunurdu



BA, Cevdet Saray, nr. 681, 2838, 4405, 7139;

Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, nr. D. 8254; D. 8251; D. 8199;

Uluçay, Harem II, sh. 34-37;

Abdülaziz Bey, Osmanlı Âdet, Merasim ve Tabirleri (Âdât ve Merâsim-i Kadîme, Tabirât ve Muâmelât-ı Kavmiyye-i Osmâniyye), İstanbul 1995, sh. 134-136. Burada genel olarak İstanbul’daki konaklarda istihdam edilen câriye ve kalfaların çırağ edilmeleri yani evlendirilmeleri üzerinde durulmaktadır.


Kaynak: Prof.Dr. Ahmet AKGÜNDÜZ - Sorularla Osmanlı

Gözdeler, Peykler ve Has Odalıklar Ne Demektir?


Daha evvel de ifade ettiğimiz gibi, Padişahın sayıları genellikle dördü bulan ve aynı anda olmasa bile bütün hayatı boyunca bazan yediye ve sekize ulaşan Kadın Efendileri, ikballer arasından seçilirlerdi. İkballer arasından Kadın Efendiliğe seçilen cariyeler, yine câriye statüsündeydi; ancak bazan Şeyhülislâm’ın nikâh akdi icra etmesiyle nikâhlı olarak eş tarzında ve bazan da nikâhsız câriye eş statüsünde Padişahların zevceleri tarzında hayatlarını sürdürürlerdi.

Genellikle kadınefendilerin kendileri arasından seçildiği ikballer ise, has odalık, peyk veya gözde adı ile anılan cariyeler arasından seçilirlerdi. II. Mustafa zamanında ikbal müessesesi ortaya çıkıncaya kadar, Kadın Efendiler de doğrudan has odalık, peyk veya gözde tabir edilen bu cariyeler arasından Padişah tarafından seçilirlerdi. Kitabımızın daha evvelki sayfalarında anlattığımız gibi, İslâm Hukukuna göre, efendiler ve bu arada elbette ki Padişahlar, başkalarıyla evli olmayan ve istifrâş hakkı kendilerine ait bulunan câriyeleriyle karı-koca hayatı yaşayabilmekteydiler. Osmanlı Padişahlarının karı-koca hayatı yaşayacakları cariyeler, Harem’e alınan cariyeler arasından temin edilirdi. Hazinedar Ustanın nezâreti altında saray terbiyesi alan cariyelerden, önce Padişah’ın şahsi ve hususî hizmetlerini görmek üzere Hünkâr Kalfaları seçilirdi. Hünkâr Kalfaları arasından Padişahın beğendikleri, peyk, gözde veya has odalık adıyla Padişah için ayrılırlardı. Has odalık, peyk veya gözde adıyla ayrılan cariyelere bir daire tahsis edilir.

Has odalıklar da peyk ve gözde adıyla ikiye ayrılır. Peyk ve gözdeler de en fazla dörder aded olurlar. Bunlar arasından Padişah ile münâsebette bulunan ve Padişah’ın beğenisini kazananlar ile Padişah’dan çocuğu olanlar ikbal veya Kadın Efendi olurlar. Diğerleri ise, Harem hâricinde bulunan erkek kölelerden biriyle evlendirilirlerdi. Erkek çocuk doğuran kadınlar mutlaka kadın statüsünü kazanır ve doğurduğu çocuk ilk erkek çocuk ise baş Kadın Efendi olurlardı.

Osmanlı Padişahlarından Kadın Efendilerinin yanında ikballeri bulunanların sayısı yedi sekiz tanedir; ikballerinin yanında gözdeleri de bulunanların sayısı ise çok azdır; gözdelerinin yanında peykleri bulunanlar ise bir veya iki tanedir. Yoksa her Padişah’ın illa da 4 Kadın Efendisi, dört ikbali, dört gözdesi ve dört de peyki olacak demek değildir.

Bu arada şunu da belirtmeliyiz ki, başta Penzer olmak üzere, Batılı yazarlar, Padişahın ikbal ve Kadın Efendilerinin içlerinden tesbit edildiği has odalık cariyelerin teminini ve seçilişini, öylesine gayr-i meşru tarzlarda ve öylesine kötü şekillerde tavsif etmişlerdir ki, bunların verdikleri bilgilen, ne bir Osmanlı Tarihi ve ne de arşivlerdeki belgeler tasdik etmemektedir. Oynatıp oyununu seyrederken üzerine mendil atılması, hamamlarda yıkanırken tercihlerde bulunulması ve buna benzer halvet tasvirleri, gerçekle ilgisi olmayan yalanlardan ibarettir195.



Penzer, The Harem, sh. 178-182;

Uzunçarşılı, Saray Teşkilâtı, sh. 151;

Altındal, Osmanlı’da Harem, sn. 195 vd.;

Uluçay, Harem II, sh. 26-30; Osmanlı Saraylarında Harem Hayatının İç Yüzü, sh. 126-135;

Öztuna, Devletler ve Hanedanlar, c. II, sh. 902.

Kaynak: Prof.Dr. Ahmet AKGÜNDÜZ - Sorularla Osmanlı

Osmanlı İmparatorluğu' nda Harem IV


r1416wf7

Harem’deki kadınlardan padişahlara veya devlet adamlarına; padişah ve devlet adamlarından da Harem’deki bazı kadınlara veya sultânlara aşk mektupları yazıldığı söyleniyor. Doğru mu?



Meşru dairede olmak şartıyla insan, hanımını, çocuklarını, ******* babasını ve diğer insanları sevebilir. Muhabbetin yasak olmasının sınırı gayr-i meşru dairede olmasıdır. Bu manada meşru dairede Padişahların kendi kadınlarına ve damatların sultân hanımlara veya tam tersine sultânların ve haremdeki kadınların Padişahlara veya damad adaylarına meşru bir tarzda aşk ve muhabbet mektupları yazmaları meşrudur ve caizdir. Ölçü meşru’ dairede kalmasıdır.

Osmanlı Padişahları ve haremde yaşayan kadınlar da insandır. Bunlar da hem sevecek ve hem de sevdiklerini kıskanacaklardır. Dolayısıyla insanlık gereği aralarında geçen bazı sürtüşmeleri veya aralarında alınıp verilen ve Osmanlı Devleti yıkılıncaya kadar aileye has kalan özel arşivlerdeki muhabbet mektuplarını, hep menfi manada değerlendirmek veya bunlar arasından suiistimal edilebilir birini seçip hepsine teşmil etmek doğru değildir. Şimdi Harem’den Aşk Mektupları diye bilinen ve aslında Harem Hazinesinde saklı olduğu halde Cumhuriyetten sonra Saray’a ait her şey ortaya dökülünce ele geçen bu aşk mektuplarından ikisini zikredeceğiz.

Birincisi; Kanunî’nin Baş Kadını Hurrem Sultân’dan Kanunî Sultân Süleyman’a yazılan mektuplardan birisidir. Hurrem Sultân gibi Kanunî’ye aşkı ile bilinen birinin kullandığı ifadeler böyle olursa, damadların veya başkalarının Sultân Hanımlara ve Saray Kadınlarına yazdıkları mektupta kullandıkları terbiyeli ifadeleri sizler kıyaslayabilirsiniz.

"Canımın Paresi Sa’âdetlü Sultânım Hazretlerine derûn-ı gönülden enva’-ı büsyâr can u dilden sad-hezârân hezâr bin dürlü hasret iştiyaklarıyla bin bin du’alar ve senalar edüb yüzümü hâk-i pay-i şerife sürüb mübarek dest-i şerifinizi pus ederim.

Benüm iki gözüm yoluna kurban olduğum devletlüm Padişahım, ümiddir ki, ben biçare cariyenizi kabul-ı müştak-ı azîm buyurula. Benim devletlüm ve benüm saadetim sultanım, mübarek mizac-ı şerifiniz nicedir? mübarek başınızdan ve cemi" azanızdan olsun ve mübarek ayağınızdan nicesiz? Şimdilik benüm devletlüm benüm sultanüm tamam hüsn-i afiyet üzeresiniz.

Benim iki gözüm devletlüm Padişahım, Bârî-i Te’alâ Hazretinden hâcetüm budur ki, Hazret-i Hak vücud-ı şerifini cem? hatalardan ve belâlardan saklayub hemîşe hakkın hıfz-ı emânında olub ömr-i Nuh süresiz inşaallah.

Benim Padişahım, benüm devletlüm, andan sonra Sultânım Cihangir Şah’ımın gözlerinden öperim. Andan sonra benüm saadetüm Hanum Peyk dürlü iştiyak ile yüzler sürüb hâk-i pay-i şerifinizi öper. Hüma Şah Ayşeciğim dahi Peyk Kadun hâk-i pay-i şerifinize yüz sürerler. Ümiddir ki, kabul oluna. Benüm Devletlüm, andan sonra sultanüm şehir ahvâlinden sorulursa, bi hamdillah emn ü emân üzere olub can u dilden sultanıma du’alar edüb cemî1 âlem sultanıma müştaklardır. Benüm devletlüm baki ne demek lâzım vesselam. Kemine Cariyen".

İkincisi; Padişahlardan Kadın efendilerine veya ikballerine yazılan aşk mektuplarından bir örnek de, en çok aşk ve muhabbet ifadeleri kullanılan, aslında gizli arşivde saklanıldığı halde bu gün herkesin elinde bulunan Sultân I. Abdülhamid’in kadın efendisi Ruh-Şah’a yazdığı mektuptur. Bu mektupta şer’î hükümlere aykırı, bugünkü anlamda gayr-i meşru cihetler ihtiva eden bir hal yoktur. Eğer bizlerin de hanımlarımıza yazdığımız özel mektuplar, bütün aleme neşredilecek olursa, her halde Osmanlı Padişahlarının en kadına düşkün denileni kadar edebe riâyet ettiğimiz zor iddia edilebilir. Halbuki I. Abdülhamid Hân, beş vakit namazlarını mümkün oldukça Camilerde cemaat ile kılan ve ancak kadınlarını da meşru dairede seven bir Padişah’dır. Mektuplarından bir tanesini zikrediyoruz:

"Abdülhamid’in Ruh-şah’ına kul kurban olsun. Bir kusur ile beni unutma. Benim vücudum türâb olunca, ben senden geçer isem Allah lâyıkımı versün, Efendim. Gideyim diyorum, belki götür buyururusun deyü götürmüyor. Sen benim, ben senin. İnşâallâhu Te’âlâ ömrüm oldukça cem’ oluruz (bir arada oluruz). Canım efendim benimle. Narin ayağına yüzüm sürerek rica ederim.".

Maalesef bazı kaynaklarda, Padişahların hanımlarına olan sevgi ifadeleri çok görülerek mesela Abdülhamid Hân’ın aşk meftunu ve kadınların kölesi birisi olduğu söylenmeye çalışılıyor. Dünya nüfusunun beşte birine hükmeden bir Padişah’ın kadın efendisine "Sultânım, kulun ve kurbanın olayım" demesi, Kur’ân ve Sünnetten alınan ders gereği, kadına ve onun haklarına saygı ifadesi midir? Yoksa devlet işlerini terk edip de kadınlara kul ve köle olma alâmeti midir? Bunun kararını okuyuculara bırakmak istiyoruz196.





Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, nr. E. 10193;


Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, nr. E. 5038; Krş.

Uluçay, Osmanlı Sultânlarına Aşk Mektupları, İstanbul 1956, sh. 42-47, 77-93; Maalesef burada, hanımına olan sevgi ifadeleri çok görülerek Abdülhamid Hân’ın aşk meftunu ve kadınların kölesi birisi olduğu söylenmeye çalışılıyor;

Uluçay, Osmanlı Saraylarında Harem Hayatının îç Yüzü, sh. 105-110; Osmanlı Sultânlarına Aşk Mektupları, sh. 77-93;

Altındal, Osmanlı’da Harem, sh. 45-47; Maalesef bu son kaynakta, rastgele yerlerden toplanan çeşitli bilgiler, hep kötü yöne çekilerek çarpıtılmaya çalışılmıştır. Lût Kavminin âdetini lanetleyen Hz. Nuh’un ifadesi olan âyeti alıp da Osmanlı Padişahlarının cinsî sapık olduklarını buna bağlamak gibi. Bu sebeple, bu tür kaynakların bütün iddialarını değerlendirmeye bile almaya değer bulmuyoruz. Ancak M. Çağatay Uluçay gibi ciddi araştırmacıların düştükleri hataları, mümkün mertebe gerçeği yansıtarak tashih etmeye gayret göstereceğiz.
Kaynak: Prof.Dr. Ahmet AKGÜNDÜZ - Sorularla Osmanlı

Osmanlı İmparatorluğu' nda Harem V


a36101fr9

Padişahların Harem’in bahçesinde bulunan havuzlarda cariyeleri çırılçıplak soyduğu ve bunlara süt banyosu yaptırarak bununla eğlendiği iddia edilmektedir? Bunun hakkında ne dersiniz?



Evvela şunu ifade edeyim ki, Padişahların kendi hanımlarıyla, sultân denilen kız çocuklarıyla, şehzadelerle ve de bunların haremleri ve cariyeleri ile, hususî günlerde meşru dairede sohbet etmek ve ailevî meseleleri görüşmek üzere, her aile gibi, bir araya geldikleri doğrudur. Bu bir araya gelmelerin, bazan ve özellikle de yaz günleri Harem’in Has Bahçesinde ve genellikle ŞimşirliK’teki bahçede veya Kâğıthane’deki bahçelerde yapıldığı da doğrudur. Ancak bu halvet ve eğlencelerde, bırakınız cariyeleri çırılçıplak soyarak onlara süt banyosu yaptırmayı, belki şehzadeler, haremleri ve Padişah kadınları arasında dahi mahremiyet olur diye, hususî halvet çadırları ve sokakları teşkil edildiğini Osmanlı’da Harem adlı kitabımızın ilgili yerlerinde izah ettik.

İslâm Hukukunda hür bir kadın ile mahrem kadınlar ve cariyelerin avret mahallerinin farklı olması, fıkıh kitaplarında cariyelerin kol, ayak, yüz ve başlarına efendilerinin bakabilmesi şeklindeki hükmün yer alması, meseleyi bilmeyen çevreler tarafından akıl almaz şekilde tahrif edilmiştir.

İslâm hukukunda iki üç çeşit mahremiyet kavramının bulunduğunu, cariyelerin efendileri yanında sadece el, kol ve başlarını açarak dolaşabileceklerini, bunun da iş zaruretinden meydana geldiğini; çırılçıplak havuza girip oynamalarının asla caiz görülmediğini; çünkü bir cariyenin bu manada diğer cariyelere bakamadığını fıkıhtan öğreniyoruz. Mesele avret-i hafife ve avret-i galize terimlerinin bilinmemesinden, avret kavramının erkek, hür kadın, mahrem kadın ve câriye açısından ayrı manalar ifade ettiğinin anlaşılamamasından ve bunlara dair şer’î hükümlerin söz konusu edilmemesinden ileri gelmektedir. Kişi de, bilmediğinin düşmanıdır. Bir sonraki soruda bunu ayrıntılarıyla göreceğiz.

Bu meselede en çok itham edilen Padişah III. Murad’dır. Halbuki III. Murad’ın sofi meşreb ve Farsça bir Divan’ı bulunacak kadar ve hele hele kendisine caiz olsalar bile, cariyelerin birbirine haram olacaklarını bilecek kadar İslâmî ilimlere vukufu vardır. Meşru dairede cariyelere saz çaldırarak, harem kadınlarının ve erkeklerinin ayrı ayrı oturdukları yerlerde oyunlar oynanarak eğlenildiğini ve bunun da meşru dairedeki eğlence olduğunu biliyoruz.



Damad, Mecma’ul-Enhür, c. I, sh. 80-81; II, sh. 538-539;

Uluçay, Osmanlı Saraylarında Harem Hayatının İç Yüzü, sh. 13-14;

Altındal, Osmanlı’da Harem, sh. 181-183.

Kaynak: Prof.Dr. Ahmet AKGÜNDÜZ - Sorularla Osmanlı

Efendilerin cariyelerin avret yerlerini görmeleri caiz midir? Caiz olduğunu iddia edenler, havuz safalarını da buna bağlamaktadırlar. Durumu fıkıh kitapları açısından izah eder misiniz?



İslâm Hukuku kitaplarında mesele "Nazar" başlığı altında incelenmektedir. Bu hükümlere göre, dinen avret mahalli kabul edilen yerlere bakılması, zaruret hali dışında haramdır. Zaruret halinden kasıt, doktor, sünnetçi, ebe, kan alan veya hemşire gibi insanların, zaruret miktarını tecâvüz etmeyecek derecedeki nazarlarıdır.

İnsanları birbirinin vücutlarından görebilecekleri yerler açısından beş gruba ayırmak mümkündür:

Birinci Grup; Erkekler, erkeklerin, namazda avret mahalli olarak açıklanan dizden yukarı ve göbekten aşağı kısımları dışında kalan yerlerine bakabilirler. Bu ikisi arasındaki yerler avret sayılır; yani bakılması dinen haramdır. Ancak dizin avret olma hali ile bacağın ve bacağın avret olma hali ile avret-i galize tabir edilen ön ve arkanın avret olma hali aynı değildir.

İkinci Grup; Kadınlar, kadınların, erkeğin erkeklerden bakabildiği yerlere bakabilmektedirler. Yani hüküm birinci grup gibidir. Bu her iki grupta da, şehvetten emîn olma şartı vardır.

Üçüncü Grup; Bir erkek, kendi hanımının ve kendisiyle karı koca hayatı yaşadığı (istifrâş hakkı bulunan) cariyesinin bütün bedenine bakabilir. Bir kısım hukukçular, tenasül uzvuna bakılmasının mekruh olacağını açıklamışlardır.

Dördüncü Grup; Erkekler, kan, süt ve sıhrî hısımlık açısından mahremi bulunan anne, kız kardeş ve benzeri kadınların ve istifrâş hakkı başkalarına ait olan cariyelerin (yani sadece işçi statüsünde istihdam edilen cariyeler de dahil olmak üzere bütün cariyelerin) sadece yüzüne, başına (saçlar açık olarak), memeler görünmemek şartıyla göğsüne, diz altına ve kollarına bakabilirler. Şehvet korkusu olmamak şartıyla, bakabildikleri yerlere dokunmalarında beis yoktur. Bunların karınlarına, sırtlarına ve bacaklarına, şehvetten emin olsalar bile bakmaları caiz değildir.

Beşinci Grup; Erkekler, hür yabancı kadınların ise, sadece yüz ve ellerine bakabilirler. Bunun da şartı, şehvetten emin olmaktır.

Görüldüğü gibi, işçi statüsündeki cariyelerin hür kadınlardan farkı, onların mahrem kadınlar gibi kabul edilip yüzü ve ellerinin yanında başı, saçları, memeler açılmamak üzere göğsü, diz altı ve kollarının caiz görülmesidir. Cariyelerin durumunu erkeklerin durumuna benzeten görüşün fıkıh kitaplarında yeri yoktur ve böyle bir tesbit doğru değildir. Bu hükmü bilmeyenlerin, cariyelerin avret yerleri farklıdır diyerek, Padişahların onları çırılçıplak oynattığı iddialarını ileri sürmeleri, tamamen uydurma ve iftiradır ve İslâm Hukukunu bilmemek demektir.

Önemle ifade edelim ki, erkek kölenin kadın efendisiyle durumu, yabancı bir erkeğin yabancı bir kadınla olan durumu gibidir ve beşinci gruba ait hükümler geçerlidir. Bu arada hadım olan erkekler de, tıpkı sağlam erkekler gibi kabul edilir. Ancak erkeklik duygusu tamamen ortadan kalkan hadım erkeklerin, kadınlarla ihtilâtının yani dördüncü gruba ait hükümler çerçevesinde bir arada bulunmalarının caiz olduğunu söyleyenler de vardır. Osmanlı Hareminde az da olsa bazı devirlerde harem ağalarının hareme girip çıkmalarına müsaade edilmesi bu içtihada dayanmaktadır. Ancak genelde bütün hadımları diğer erkekler gibi kabul eden görüş tatbikatta esas alınmıştır. Bu konuyu Batılı bir yazar şöyle tasvir etmektedir:

"Doktorlardan başka hiç bir erkek hareme ayak basamaz. Onlar bile Padişahın özel izniyle ve harem a-ğalarının eşliğinde girerler. Hasta kadın ve çevresindekiler, uzun şallara bürünürler. Doktor nabzına bakmak isterse, hastanın bileği bir tülle örtülür; dilini veya gözlerini görmek istiyorsa, yüzün kalan kısımları tamamıyla örtülü olmak şartıyla gösterebilir. Kızlar ağası bile haremdeki kadınlardan birine dikkatlice bakamaz"198.



Damad, Mecma’ül-Enhür, c. II, sh. 541-543;

Haskefî, Dürr’ül-Münteka, c. II, sh. 541-542;

İbn-i Abidin, Redd’ül-Muhtâr, c. VI, sh. 364-374;


D’Ohson, Ignatius Mouradgea, Tableau General de I’Empire Othoman, Paris 1790, c. III, Harem-i Hümâyûn, Çev. Ayda Düz, sh. 10. Bu şerl hükümleri tetkik edenler, şu ifadelerin ne kadar yanlış ve kasıtlı olduğunu her halde takdir edecektir: "Müslüman câriye başını örtemez; örterse cezalandırılır.", Çağatay, Bilim ve Ütopya, Ocak 1996, sh. 7.
Kaynak: Prof.Dr. Ahmet AKGÜNDÜZ - Sorularla Osmanlı

Fabio FabbiHarem Dancers 1

Harem’de ve Topkapı Sarayı’nın sofralarında altın ve gümüş kapların kullanıldığını duyuyoruz. Halbuki altın ve gümüş kapkacak kullanmak dinen yasaktır. Bunu nasıl izah ediyorsunuz?



Evvela şunu izah etmeliyim ki, daha önceleri ben de böyle düşünüyor ve İslâm Hukuku Kitaplarındaki altın ve gümüş kap-kacak kullanımı yasağını gördükçe, kendi kendime kahr oluyordum. Ancak Osmanlı Padişahlarının hayatlarını az çok bildiğimden ve günlük yaşantılarından bazı sahneleri okuduğumdan, bunların böyle bir yasağı delmeyeceklerini de kendi kendime söylüyordum. Bu sorunun cevabı için iki konuyu bilmek gerekiyor:

Birincisi; İslâm Hukukunda saf gümüş ve altından olan kap ve kaçakların kullanılması yasaklanmıştır. Ancak tadbîb denilen ve altın ve gümüş ile kaplı olan mutfak âletlerinin kullanılabileceği fıkıh kitaplarında izah olunmaktadır.

İkincisi; Topkapı Sarayında ve Harem’de bulunan altın ve gümüş eşyalar iki kısımdır. Saat ve şamdanlık gibi süs eşyası olarak kullanılan ve saf altın veya gümüş olan eşyalar. Diğeri ise mutfakta kullanılan ve sadece altın ve gümüş ile kaplı bulunan eşyalar. Topkapı Sarayı Müdürü ve diğer yetkililerden aldığımız bilgilere göre, harem’de ve Topkapı Sarayında kullanılan ve altın yahut gümüş zannedilen mutfak eşyalarının tamamı altın veya gümüş kaplamadır. Yoksa saf altın yahut gümüş değildir. Bu konudaki bazı yanlış beyânlar, yerinde değildir. Fıkıh kitaplarındaki hükümlerden birini sadece nakletmekle yetiniyoruz: "Altın ve gümüş ile kaplı kabdan yemek ve içmek caiz olduğu gibi, altın sırmalarla kaplı döşek üzerinde oturmak da caizdir. Ancak bir kısım hukukçular, bu tür kaplama kabları kullanmanın da en azından mekruh olduğunu ifade etmişlerdir"199.



Damad, Mecma’ül-Enhür, c. II, 537;

İbn-i Âbidin, Redd’ül-Muhtâr, c. VI, sh. 341-344;

Uluçay, Osmanlı Saraylarında Harem Hayatının İç Yüzü, sh. 12-13.

Kaynak: Prof.Dr. Ahmet AKGÜNDÜZ - Sorularla Osmanlı

Osmanlı Haremindeki erkek personeli kısaca anlatır mısınız ve görevlerini açıklar mısınız?

Osmanlı haremine alınan hadım erkek hizmetçiler (tavaşiler) iki gruba ayrılmaktaydı:

Birincisi; Ak Hadımlardır. İslâm hukukunda erkeklerin hadım edilmesi yasaklandığından dolayı, Osmanlı Devleti’nin genişleme yıllarında, İstanbul’a çok sayıda Macarlar’dan, Almanlar’dan ve Slavlar’dan esir getiriliyordu. İlk ak hadımlar bunlar arasından temin ediliyordu. Daha sonraları Gürcü, Ermeni ve Çerkezler’den hadım olanlar satın alınarak temin edilmeye başlandı. Osmanlı hareminde istihdam edilen bu ak hadımlara ak ağalar adı verilmekteydi. III. Murad’ın 1582 tarihinde Bab’üs-Sa’âde Ağalığını yani kızlar ağalığını zenci Habeşi Mehmed Ağa’ya teslim edişine kadar, kızlar ağası ak ağalardan seçilirdi. Ak ağaların en önemli görevi, Padişahın mâbeyn dâireleri ile harem dairesini korumak ve gerekli hizmetleri görmekti. Dış göreve atandıklarında vezâret payesi verilir ve genellikle Mısır Valiliğine gönderilirlerdi.

İkincisi; Siyah Hadımlardır. Hem fitneye daha çok yol açma ihtimali, hem teminindeki güçlük ve hem de hadım edilmelerinin zorluğu ve dayanıksız olmaları sebebiyle, özellikle III. Murad zamanında Osmanlı Hareminde ak hadımların yerini zenci olan siyah hadımlar alınmaya başlandı. Bunun üzerine esir tüccarları, Mısır, Habeşistan ve Orta Afrika’ya kadar giderler, türlü yollarla elde ettikleri zenci çocuklarını hadım ettirdikten sonra başta Mısır ve Beyrut olmak üzere Akdeniz limanlarında satarlardı.

Bu yollarla Harem’e alınan zenci hadımlardan bir ocak kuruldu ve adına da ağalar ocağı dendi. Ağalar ocağına alınan zenci çocukları, kendilerinden daha büyük hadım ağalarınca yetiştirilirdi. Bunlara Türkçe öğretilir ve güzel isimler takılırdı. Sarayın ve haremin âdabı hem nazarî ve tatbiki olarak öğretilirdi. Enderun okulunda olduğu gibi, harem de bir okuldu. Belli bir yaşa kadar eğitilen ve eğitimlerini tamamlayan hadımlar, daha sonra Harem’deki hizmetlere tevzi edilirlerdi.

Harem’in Medhalinde görev yapan hadımağaları veya bir diğer adla harem ağalarının sayıları, Fâtih zamanında 20’yi, 1517 tarihinde 4O’ı, 1537 tarihinde 20’yi ve nihayet 100’ü geçmemesine rağmen, batılı kaynaklar, bu sayıyı 500, 600 ve hatta 800 olarak ifade etmişler ve karalamak istemişlerdir. Bu hususta Batılı yazar ve seyyahların verdikleri rakamlar, tamamen hayale ve özellikle Müslüman bir devlet olan Osmanlı Devleti’ni karalamaya yöneliktir. Bu iddiaları ileri sürenlerin ellerinde ciddi bir tarih kaynağı da bulunmamaktadır.



Penzer, The Harem, 118, 139 vd.;

Uluçay, Harem II, sh. 118, 119, 127 vd.;

Uzunçarşılı, Saray Teşkilâtı, stı. 172 vd.;

Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lügati, sh. 10-11;

Miller, B.Beyond The Subllme Porte, Yale 1931, sh. 91 vd.

Kaynak: Prof.Dr. Ahmet AKGÜNDÜZ - Sorularla Osmanlı
--------------------------------------------------------------------
Kendi Yorumum:
Osmanlı İmparatorluğu' ndaki Haremler yıllardır, başka konulara filmlere ve daha birçok ters düşen şeylere konu oldu. Nedir bu ters şeyler; Osmanlı Haremleri' ni çok çok çok küçük düşürücü hakaretler ile sulamalardır. Bu suçlamalara, eminim sizde inanmıyorsunuz. Zaten inanılır ise çok yanlış olur. Çünkü; Osmanlı İmparatorluğu, o kötü elşetirilerin içereceği bir yer hâline getirmemiştir, Haremleri... Evet sizlerinde düşüncelerini alırsam sevinirim.. Ama, asabileşmeden tabii ki..
----------------------------------------------------------------------------------
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
5 Ocak 2010       Mesaj #8
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Osmanlı’da Harem’in Gerçek Yüzü

Bir ülkede deprem sözkonusu olursa jeologlar, hastalıklar sözkonusu olursa doktorlar, savaş sözkonusu olursa siyasiler ve askerler konuşurlar. Bu bizim ülkemizde de böyledir. Ancak bizde iki konu vardır ki bunlar üzerinde herkes konumuna, birikimine, eğitimine bakmadan üstelik de allame edasıyla konuşur. Bu konulardan bir tanesi dindir diğeri tarih.

Osmanlı'da Harem

Tarihle ilgili bir şeyler söz konusu olduğunda siyasetçi konuşur, gazeteci konuşur, televizyoncu konuşur vs. Bir Allah kulunun aklına da bu işin profosörleri bulup konuşturmak gelmez. Veya gelir de, onların söyleyecekleri işlerine gelmez.

Tarih deyince her zaman revaçta olan konulardan bir tanesi de Osmanlı ve haremidir.

Bunu içoğlanları takip eder. Ardından valide sultanlar, kadınlar saltanatı, devşirmeler vs. böyle gider.

İlim ahlakına sahip bir tarihçinin Osmanlı haremi konusunda söyleyeceği şeyler çok azdır. Çünkü elinde bu konuyla ilgili yeterli belge, döküman vs. yoktur.

Kalın duvarlarla çevrili harem binası, etrafındaki harem ağalarına ait binalar ve diğer ocakların daireleriyle adeta ulaşılması imkansız bir kale gibidir. İçinde değil, etrafındaki kendilerine ait binalarda yaşayan, zorunlu hallerde Haremin içine girmeleri gerektiğinde salavat-ı şerife getirerek dolaştıkları bir ortamdır. Her odanın kapısının girişinde, duvarlarında ayetler, hadisler, dualar bulunan bir mekandır Harem.

Zorunlu hallerde ancak harem ağalarına ve tabiplere açılan bu mekana yabancı seyyahların, tarihçilerin nasıl girip, orada adeta gezmiş dolaşmıs gibi haremi anlatışlarına şaşmamak elde değil. Kaldı ki bizimkilerin en çok esas aldıkları, kullandıkları kaynaklarda, ilmi otoritelerce yüzlerce kez tenkid edilmis, çürütülmüş bu batı tarihçilerinin kitaplarıdır.

I. Ahmed döneminde saraya gizlice girdiğini iddia eden Venedik elçisi Ottavinano, ancak Revan Kasrı’nın önündeki havuza kadar olan yerleri görebildiğini söyledikten sonra padişahın odasındaki cariyesiyle nasıl ilişki kurduğunu detaylarıyla anlatmakta ve insanlar da bu anlatıma değer vererek kaynak gösterirken yapılan ilmi ahlaksızlığa çanak tutmaktalar.

18. yüzyılda bile ancak yazlık sarayların boş haremlerini gezebilen batılı birkaç yazar, nedense göremedikleri kısmı hayalleriyle doldurmayı denemişlerdi. Havuzu gördüler ama havuz sefalarını kendileri uydurdular sonra da uydurduklarının resmini çizdiler. Hata yaptıklarını belki de hiç bir zaman düşünmediler çünkü kendi kırallarının kadınları ile yaşantıları öyleydi. Birlikte oldukları düzinelerce kadının yarı çıplak resim ve heykelleri ile saraylarının duvarlarını süsleyen bir zihniyetin Osmanlı hükümdarlarındaki edep kavramını anlayabilmelerini zaten beklemiyoruz.

Ama anlayamadığımız, bizim bize bunu nasıl yapabildiğimiz. Yıllarca Topkapı sarayını gezdiren rehberlerin turistlere Harem’in duvarlarında yazılı Arapça metinleri göstererek bunların padişahların cariyeleri için yazdıkları aşk şiirleri olduğunu söylemelerini, ellerindeki broşürlerde de böyle yazmasını hangi düşünceyle izah etmek gerek bilemiyoruz. Zira bu Arapça metinlerin tamamı Kur’an ayetlerinden ve dualardan başka bir şey değil. Hükümdarların çıplak cariyelerin danslarını seyrettiği idda edilen Hünkar Sofası Daire’sinin duvarlarında Bakara Suresi 257. ayetinden itibaren yedi ayet yazılıdır ki bir ayetin meali aynen şöyledir: “Allah kendisine hükümranlık verdi diye (şımarıp azarak) Rabbi hakkında İbrahim ile tartışanı görmedin mi?” Sanki adeta Osmanlı hükümdarı bu ayetle gerçek hükümdarın kim olduğunu, hükümdarım diye şımarıp azdığı taktirde Nemrutlaşabileceği ihtimalini, hergün bilinç altına kazıyor, iman edenlerin karlı bir konumda, Nemrut gibi imansızların ise ne derece zararda olduğunu görüyor ve okuyordu.

Doğru! Bu sofada padişah eşleri, çocukları, kızları, validesi ile birlikte oturur ve helal dairesinde (yani kimseyi huzurunda yarı çıplak oynatmadan) sazlar çalınıp ilahiler söylenip eğlenilirdi. Ancak bugünkü insanların eğlence kavramından anladıkları şey otomatikman Osmanlı padişahının da öyle eğlenmiş olması gerektiğini düşündürtüyordu onlara.

Onlar bunları yaptıklarına dair (yani hamam havuz sefaları, yarı çıplak cariyelerin dans etmesi gibi) belge bırakmayınca bizimkiler hayallerini belge-vesika-kaynak haline getirdiler.

Öyle ya; bir erkeğin elinin altında 300-500 cariye olur da nasıl bunlarla gününü gün etmez ki. Hele hele 36 Osmanlı padişahının içinden 15 tanesinin sadece bir veya iki kadınla birlikte olduğu diğerlerinin de en fazla yedi sekiz kadınla aile hayatı yaşadığı belgelerle gözlerine soksanız bu sefer de pişkin pişkin sırıtıp Osmanlı padişahlarının erkekliklerini sorgulamaya kalkacaklar.

Hemen şunu da belirtelim; şu an tek eşli (ama çok metresli) evlilik sisteminin içindeki insanlar olarak, Osmanlı padişahının birlikte olduğu 7-8 kadın bile bize çok abartılı gelecektir. Ancak unutmamak gerekir ki Osmanlı’nın yaşadığı dönemde tıpkı dünyanın her yerinde olduğu gibi bir kralın güzel kölesini istediği gibi kulllanması ve bunların sayısının yirmiye otuza çıkması normaldi. O kadar normaldi ki krallar bu kadınlarının heykellerini yaptırıp saraylarının yüksek duvarları üzerine herkesin görebileceği şekilde koydurabiliyorlar ya da yüzlerce genç ve güzel kadınla hamam sefası yapabiliyorlardı. Bizim haremi sorguladığımız gibi Avrupalılar kendi krallarının bu hallerini asla sorgulamadılar. Tarihlerinin yaşanmış bir gerçekliği olarak tarihlerinde bıraktılar.

Oysa biz, asla yaşanmamış sahneleri alıp, doğru gibi kabul edip, kendi kendimize duyduğumuz saygıyı ve özgüveni aramızdan kaldırdık.

1909 yılına kadar Harem Dairesi’ne padişahtan başka, ancak mecburiyet halinde Harem Ağaları ve doktorlar girebiliyorlardı. Son onüç yıllık dönem ise Haremi görenlerin hatıratlarında oldukça net bir biçimde anlatılıyor. Yazık ki (!) orada bile havuz – hamam sefaları yok.

Peki o zaman “Bu Harem nasıl bir yer?” denilebilir.

Kısa ve net bir cevap verelim: Tek idarecisinin Valide Sultan olduğu (yani padişahın annesi) kendisine ait, padişahın bile bozamadığı çok kesin ve katı kuralları bulunan yüzlerce genç kızın, dönemin ilim anlayışına göre en iyi eğitimi aldığı, nihayetinde de devletin önemli kademesindeki görevlilerle evlendirilerek teliyle-duvağıyle-çeyizi ile gönderildiği bir bayanlar mektebidir.

Evet, tam anlamıyla böyledir. Çünkü saraya çeşitli yollarla (esir alınarak veya satın alınarak) alınan kadın köleler yani cariyeler “Acemi” statüsü ile saraya girerler. Bunların padişahla görüşebilmesi mümkün değildir. Öncelikle padişahla karşılaşabilecek, konuşabilecek bir eğitime tabi tutulmaları gerekmektedir. Eğer bunların içinden gerek zekası, gerek güzelliği ve kabiliyetleri ile dikkati çeken birisi olursa bunlar daha özel bir eğitime tâbi tutulurlar ki saraydaki 500-600 cariyenin ancak %10’u bu guruba girebilir. Bu %10’un içinden onları yetiştiren kalfalar ve Valide sultanın dikkatini çekebilenler ancak, has odalık olabilir ki bunlar padişahın özel hizmetlisi konumundadır.

Eğer Has Odalık olarak ayrılan cariyeler padişahın dikkatini çekmeyi başarabilirlerse, yani padişahla karı-koca hayatı yaşarsa ikbal mertebesine yükselir. Genellikle de ikballer padişahın çocuğunu doğurduğunda Kadın Efendi olurlardı. Bunun bir üst mertebesi Kadın Efendinin Valide sultan olmasıdır ki o da ancak doğurduğu çocuk tahta çıkarsa mümkündür .Özetle bütün kıyamet 600 cariyenin içinden aynı anda sayıları dördü beşi geçmeyen Kadın Efendi ve İkballer yüzünden kopmakta.

Şunu da belirtelim ki, Osmanlı padişahı dileseydi o dönemde dünyanın her yerinde olduğu gibi bu 500-600 cariyeyi önünde resmi geçit yaptırıp içlerinden dilediğini de seçebilirdi. Bunu yapabilecek siyasal otoriteye de, cariye köle konumunda olduğu için dinsel özgürlüğe sahipti. Oysa o hareme girerken içeriye haber verilir ve onun geçeceği yol üzerindeki bütün dairelerin kapıları kapatılır, kazara bir cariye padişahla karşılaşacak olursa yaptığı edepsizlik sayılır ve o cariye cezalandırılırdı. Öyle ki kitaplar, bu “kazara” karşılaşmalara tahammül edemeyen padişahların yüksek ökçeli takunyalar yaptırıp Harem’in içinde iken bunlarla dolaştığını yazdı. Geldiği anlaşılsın ve yolunun üzerinden çekilsinler diye. Cariyeleri bırakın, çıktığı seferde nikahlı karısını bulunduğu şehre getirtmeyi unuttuğu için karısının sitem dolu mektuplarını alan padişahları yazdı arşiv vesikaları.

Koca Sultan’ın sitem dolu mektuba cevabı ise;

“Varın söyleyin Hafsa Sultan’a: Biz gaza kılıcını kuşanmışız. Gayrısından başkasını gözümüz görmez” olacakdı.

Buraya hatıralarına ve mahremiyetlerine hürmetsizlik olmasın diye isimlerini yazmayacağımız bir hükümdarımızın gözdesi ile arasında geçenleri de almak durumunda kalacağız. Zira köle bile olsa, rızası olmadan padişah ile karı-koca hayatı yaşamadıklarının pratikte delili gibidir bu hatıra.

Koca Sultan’ın aziz ruhundan özür dileyerek;

Kızı anlatır padişahımızın: “........... kumraldı, ela gözlü idi, 23 yaşında kadardı. Gayet de iyi tahsil görmüş, son derece zarifti. Daha saraya intisab ettiği (girdiği) günden itibaren babam kendisinden pek hoşlanmıştı. Artık, daima onu yanında gezdiriyor, kendisi ile uzun uzun, tatlı tatlı konuşuyordu. Lakin bütün bu “iltifatı şahaneye” rağmen elâ gözlü dünya güzeli, hükümdarın bazı arzularına “evet” demiyordu. Onun bu şiddetli mukavemeti babamın kendisine karşı alâkasını daha ziyade arttırıyordu. Bu hal böyle tam beş sene devam etti. Elâ gözlü güzelde hiç bir değişiklik yoktu..........”.

Bir bayram günü, çok güzel görünen kız padişahın huzuruna girer tebrikini yapar. Hünkar “Hâlâ inadında devam mısın?” diye sorar. Genç kız gözlerini yere indirip susar. Bunun üzerine Hakan “ Hem sen bugün ne kadar güzelsin!” der. Genç kızın bu iltifata cevabı şu olur: “Efendimiz!! Ömrüm oldukça size canımı feda etmeye daima hazır olacağım. Yanınızdan ayrılmam. Fakat bütün dünyayı bağışlasanız asla hareminiz olmam!.. Çünkü kocam olacak erkeğin yalnız ve yalnız bir karısı, yani tamamen bana ait olmasını isterim, aksi halde kimse ile evlenmem.....”

Güzelden ümidini kesen Hükümdar ona bir konak alır, içini donatır. 45 Yasında gayet dindar bir kıranta (oturaklı, gösterişli, bakımlı, orta yaşlı) zatla evlendirir. Kocasının tek eşi olarak hayatını devam ettirir.

Binyediyüzlü yılların başında İstanbul’a gelen İngiltere Büyükelçisi’nin eşi Lady Montague’nin hatıraları batılıların pek hoşuna gitmedi. Hareme girebilen Lady’nin yazdıkları daha önceki ve sonraki batılıların yazdıklarına ters düştüğü için, gerek o dönemde, gerekse daha sonra Lady Montague’yi yalancılıkla itham eden pek çok yazar çıkacaktı. O’nun ülkesi olan İngiltere’de üstelik de 1800’lü yıllarda, evli bir erkek çok rahatlıkla karısını gazeteye “ihtiyaçtan satılık ev kadını” ilanı vererek satabildiği için, Osmanlının saraya giren kadın köleye maaş bağlamasını, eğitim vermesini, sonra da değerli çeyiz ve mücevherleri ile saraydan âzâd etmesini elbette anlamakta zorlanacak ve inkâr yolunu tercih edeceklerdi.

Aşağıda, onun mektuplarından yaptığımız alıntı, ne demek istediğimizi daha da iyi izah edecektir:

“Bu milletin din ve töreleri hakkında eksik bilgimiz var. Dünyanın bu tarafına seyrek geliniyor. Gelenler de ticaretten başka bir şey düşünmeyen tüccarlar. Türkler ise, bunlarla yüz-göz olmayacak kadar ağırbaşlılar. Bu sebeple tüccarların getirdikleri bilgiler yalan yanlış oluyor.

Belki de dünyanın bütün kadınlarından daha hür..... Hayatı hiç aksatmadan, zevkle süren, kaygılardan uzak yaşayan, boş vaktini komşu ziyaretleriyle, hamamlarda yıkanmakla, ya da bol para harcayıp yeni yeni modalar çıkarmakla geçiren yeryüzündeki tek kadın.

Avrupa’da hiç bir saray düşünemem ki, orada yabancı bir kadına karşı bu kadar namusluca davranılsın.

Hamamda ikiyüz kadar kadın vardı. Hiç birinde bizdeki gibi alaycı gülüşmeler ve fısıldaşmalara rastlamadım. Üstelik benim için “güzel, çok güzel” dediklerini işittim. Bir kadının, bir başka kadın için “güzel” diyebilmesi hâyâl bile edilemez.

Konakların hepsinde bir harem dairesi ve cariyeler var. Ancak bu cariyeler evin hanımına âit hizmetçiler. Evin erkeği ömrü boyunca bunları yolda görse tanımaz. Ne kadar garip değil mi?

Kış geceleri toplanıyorlar, geç vakitlere kadar öyle güzel ve saf eğleniyorlar ki zamanın nasıl geçtiği hissedilmiyor. Her evde misafir odaları var. İkram ve misafirperverlik Türklerin yaşama kudreti gibi bir şey.......”

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
9 Nisan 2010       Mesaj #9
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Topkapi Sarayi'nda ikinci avlunun solunda Divân-i Hümâyunun arka kisminda yer alan Harem-i Hümâyun, genellikle Haliç'e nâzir çesitli sofalar, koridorlar, daireler, odalar, çesmeler ve hizmet binalarindan meydana gelmekte idi. Buralarin üzerleri kubbeler ve tonozlarla örtülüydü. Duvarlari en degerli çini ve mermerlerle kapli oldugu gibi en güzel kitâbe ve yazilarla da süslü idi. Gerek mimarî form, gerekse bezemeleri açisindan yüzyillari burada iç içe ve yan yana görmek mümkündür. Harem, Osmanli padisahlarinin hususi evi konumunda olan binalar manzûmesidir. Islâm dünyasinda eskiden beri yaygin olarak bilinen bir terim olarak harem, saraylarin ve büyükçe evlerin sadece hanimlara tahsis edilen bölümü ve selamligin mukabili olarak kullanilmistir. Topkapi Sarayi da Osmanli padisahlarinin sarayi oldugundan, padisahin aile efradi ve onlara hizmet eden kadinlara tahsis edilmis bölümüne Harem-i Hümâyun denilmistir. Haremin (aile) reisi ve efendisi padisah olduguna göre buradaki hiyerarsi ile mevcud binalarin konumu, tefrisi, mesafeleri hep hünkâr dairesi esas alinarak belirleniyordu. Böylece vâlide sultan, hasekiler (kadin efendiler), sehzâdeler, padisah kizlari (sultanlar), ustalar, kalfalar ve câriyelerin daireleri belirli bir tertip içerisinde yer aliyorlardi.
Harem halkini, padisah, vâlide sultan, padisah hanimlari, sultanlar ve sehzâdeler gibi haremde hizmet edilenler ile ustalar, kalfalar, câriyeler seklinde hizmet edenler olmak üzere iki grupta degerlendirmek mümkündür.

MsXLabs.org & OT
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
Efulim - avatarı
Efulim
VIP VIP Üye
30 Temmuz 2012       Mesaj #10
Efulim - avatarı
VIP VIP Üye
OSMANLI DEVLETİ’NDE HAREM-İ HÜMAYUN TEŞKİLATI

Arapça bir kelime olan harem, İslam ülkelerinde saray, konak ve evlerde yabancı erkeklerin girilmesine izin verilmeyen, yalnızca kadınlara ayrılmış daire ya da bölüme ve orada yaşayan kadınların tümüne verilen addır. Ayrıca harem kelimesinin girilmesi yasak yer; karı, zevce, eş; bir erkeğin çevresinde bulunan ve onunla ilişkiye giren kadınlar grubu; yasak mekan; kutsal yer; iç avlu (mimari) gibi anlamları da vardır.
Osmanlı literatüründe Harem-i Hümayun olarak anılan harem padişahların anneleri, kadınları (haseki), ikballeri, şehzadeleri, kızları (sultan) ile onlara hizmet eden usta, kalfa, ve cariye gibi kadın hizmetçilerin yaşadığı saray bölümüdür. Osmanlı Devleti’nde Dar’üs-saade (saadet evi), İffet-saray-ı Şahane, Harem-i Has, Saray-ı duhteran, Harem-i İsmet-makrun, sultana Sarayı gibi adlarla da bilinen harem ve harem hayatı kesin olarak bilinmese de Edirne’nin alınmasıyla Edirne Sarayı’nda başladığı kabul gören görüştür. II. Mehmed’in İstanbul’un fethinden sonra Sarayburnu’na, eski saray olarak da bilinen Saray-ı Atik-i Amire’yi yaptırmasıyla harem hayatı teşkilatlanmaya başlamıştır. 1550’de yapılan Saray-ı Cedid-i Amire’yeye, yani Topkapı Sarayı’na, III. Murad 1578’de Mimar Sinan’a harem bölümünü yaptırtmıştır. Topkapı Sarayı haremi, yeni yapılan sarayların görkemiyle ve gördüğü yangınlarla, önem ve itibarını kaybetse de IV. Mehmed zamanında onarılarak günümüzdeki halini almıştır. 1853’de Dolmabahçe, 1876’da yıldız Sarayı’na taşınan harem saltanatın kaldırılmasına kadar burada kalmıştır.
Genellikle, Osmanlı sarayları haremleri mabeyin ile kızlar ağası dairesi arasında yer alır. Topkapı sarayı haremi, Yıldız ve Dolmabahçe sarayları hareminden ayrılır. Topkapı sarayı haremi, kızlar ağası, başkapı gulamı ve hazinedar usta dairesiyle mabeyin olan sarık odası, sünnet odası, Revan köşkü ve Hırka-i Saadet arasında yer alır. Bu iki sınır arasında dolaplı kubbe, şadırvanlı taşlık, kule, kara ağalar mescidi, kara ağalar koğuşu, kızlar ağası dairesi, kadın efendiler taşlığı, valide sultan daireleri, hünkar hamamı, hünkar sofası, ocaklı sofa, III. Murad’ın has odası, I. Ahmed’in okuma odası, çifte kasırlar gibi dört yüze yakın oda ve bölümden oluşmaktadır. Osmanlı haremi, ortada hükümdarın yatıp kalktığı daire ile valide sultan dairesinin etrafında kurulmuştur. İlk haremler, valide sultan taşlığı etrafını süslerdi. Taşlığın etrafında cariyeler dairesi, valide sultanlar, kadın efendiler ve şehzadeler dairesi bulunurdu. Topkapı sarayı haremi böyleydi. Topkapı sarayı hareminin, dış ile ilgisi araba kapısı ile kuşhane kapısından olurdu. Her iki kapıdan gelenler, kapıda nöbet bekleyen harem ağaları ile karşılaşırlardı. Topkapı Sarayı’nın üçüncü kapısı olan Bab’üs-saade’yi ak hadım ağalar korurlardı. Kuşhane kapısından sonra ise haremin idaresi siyah hadım ağalarına aitti. Kuşhane kapısından girilince harem ağalarının nöbet tuttukları yere gelinirdi. Haremle ilgisi olanlar bu kapıdan girip çıkarlardı. Buranın sağ tarafından uzun bir koridor vardı. Bu koridora Altın Sokak denirdi. Burası Hırka-i Saadet dairesine kadar uzardı. Ortadaki kapı valide sultan taşlığına açılırdı. Solda üçüncü bir kapı daha vardı ki, bu da cariyeler dairesine aitti. Koridorun sonunda ise asıl haremin giriş kapısı vardı. Kapının üzerindeki levhada yer alan
Alıntı

“Ey iman edenler, evlerinizin dışındaki evlere izin istemeden ve orada sakin olanlara selam vermeden girmeyiniz. Böyle hareketiniz sizin için daha hayırlıdır.”

Ayet-i kerime dikkat çekicidir. Harem ağalarından başka haremin diğer tarafının düzeni de nöbetçi kalfalarla emirlerindeki cariyeler tarafından korunurdu. İşte bu sıkı kontrol ve türlü sebepler yüzünden Osmanlı haremi son yıllara kadar içine girilmesi güç bir sırlar küpü olmuştur.
Osmanlı devlet teşkilatında Harem-i Hümayun tabiri hem haremi hem de endurunu içine alır. Enderun padişah, saray ve devlet hizmetinde erkeklerin,harem ise ikametgah görevinin yanında kadınların yetiştirilmesi için eğitim müessesesidir. Bu bakımdan hareme yüksek dereceli kadınlar akademisi de denilebilir. Burada en alt kademe olan cariyelikten ustalığa kadar bir terfi sistemi bulunmaktadır. Haremin bu son derece ve ilgi çekici yönü ne yazık ki ,hep geri plana itilmiş ve yeterince değerlendirilmemiştir. Buna karşılık harem hayatının gizliliği mahremiyeti herkese malum olduğu halde özellikle batılı yazarlar tarafından hiç bilinmeyeni en bilinen kısmıymış gibi harem hakkında anlatılanlar basit ilişkiler üzerine kurulmuştur. Buradaki bilgilerle senaryolanan çeşitli film, roman ve tiyatrolarda da maalesef çok geniş bir teşkilata sahip bulunan haremin asıl fonksiyonu göz ardı edilmiş veya maksatlı olarak unutturulmaya çalışılmıştır. Oysa son yıllarda harem üzerine yapılan yerli ve yabancı bilim adamların yaptıkları çalışmalar Osmanlı sarayının harem bölümünün padişah evi ikametgahı olmasının yanı sıra dünyada eşi benzeri görülmeyen bir mektep hüviyetinde olduğunu gözler önüne sermektedir.
Amerikalı uzman Leslie Peirce, harem hakkında arşiv belgelerine dayanarak on yılda hazırladığı doktora tezinde, “Biz batılılar İslam toplumunda cinselliği saplantı haline getirmek gibi eski ama güçlü bir geleneğim mirasçılarıyız. Harem, Müslüman cinsel duyarlılığı üzerine kurulu Batı efsanelerinin kuşkusuz en yaygın simgesidir.”dedikten sonra haremin amaç ve teşkilatı hakkında verdiği bilgiler aleyhteki iddialara en güzel cevaptır. “Hanedan ailesi üyeleri için harem bir ikametgâhtı. Sultan ailesinin hizmetkârları için ise bir eğitim kurumu diye tarif olunabilir. Genç kadınlar sadece padişaha uygun cariyeler ve annesiyle diğer ileri gelen harem kadınlarına nedimler sağlamak amacıyla değil, aynı zamanda askerî/idarî hiyerarşinin tepesine yakın erkekler için uygun eş sağlama amacıyla eğitilirlerdi. Enderun, saray içinde padişaha kişisel hizmet yoluyla erkekleri nasıl saray dışında hanedana hizmet hazırlıyorsa, harem de kadınları padişah ve annesine kişisel hizmet yoluyla dış dünyadaki rollerini almaya hazırlıyordu. Azat edilerek Enderun mezunları veya diğer görevlilerle evlendirilen bu kadınların payına da kocalarının oluşturduğu erkek hanelerini (selamlık) tamamlayan haremler oluşturmak düşerdi. Sultan hanesinin kurduğu teşkilat ve eğitim kalıbı bu köle evlilikleri vasıtasıyla çoğaltılarak Osmanlı yönetici sınıfının sosyal ve politik temelini oluşturuyordu. Saray eğitim sisteminin -hem erkek hem de kadınlar için- ana hedeflerinden biri hükümran hanedana sadakatin aşılanmasıydı. İmparatorluk elitini sarmalayan bağları erkekler kadar kadınlar da sürdüğü için elitin sadakatinin odağında sadece padişahın kendisi değil, aynı zamanda sultan hanesinin kadınları, yani bir bütün olarak haneden ailesi vardı.”

Örneğin haremin saz heyeti ve bando takımı içerisinden yetişen Dilhayat Kalfa (1750-1820) en büyük Türk kadın besteciler arasındadır.
Osmanlı Devleti’nde Harem-i hümayun teşkilatı genel olarak devşirme ve ocak usullerinin uygulanmasıyla, yetişen görevlilerden oluşmaktaydı. XV. Yüzyılın ikinci yarısından başlayarak haremde devşirme usulünün uygulandığı görülmektedir. Osmanlı haremindeki erkek görevlilerin tümü hadımdı; ve ak ve siyah hadımlar olmak üzere iki kısma ayrılıyordu. Haremin en yetkili görevlisi kızlar ağası 1582’ye kadar ak hadımlardan seçiliyordu. Bundan sonra ise zenci hadım ağalarının saraydaki saltanatları başlayacaktır. XVI. Yüzyıl sonlarına doğru Topkapı Sarayı’nda ağalar ocağının kurulmasıyla, haremin asıl teşkilatlanması tamamlanmıştır diyebiliriz. Esir tüccarlarının Mısır, Habeşistan ve Orta Afrika’dan hadım ederek, Akdeniz limanlarında sattıkları zencilerin satın alınmasıyla (bu işle İstanbul gümrük emini ilgilenirdi.) ağalar ocağının temel kaynağı sağlanıyordu. Buradaki hadımlar, Türkçe öğretildikten, belli bir eğitimin ardından ve haremde bir çeşit staj gördükten sonra harem ağası unvanını alırlardı. Belli başlı görevleri ise; haremin kapılarını kilitlemek, harem kapısında nöbet beklemek ve giren çıkanı kontrol etmek, harem arabalarına refakat etmek, doktorlarla beraber hareme girip çıkmak, hariçten hiç kimseyi haremden içeri bırakmamaktır.

Osmanlı Devleti’nde Harem-i hümayun teşkilatındaki belli başlı görevliler şunlardır;
KIZLAR AĞASI: (DAR’ÜS-SAADE AĞASI, KAPI AĞASI)
Sarayda bulunan harem ağalarının başı ve en büyük amiriydi. Resmi unvanı Dar’üs-Saade Ağası olan kızlar ağası, Osmanlı sarayının ve bütün iç ve harem halkının başıydı. Derecesi sadrazam ve şeyhülislamdan sonra gelirdi. İşlerini emrindeki harem ağalarına gördürürdü. Kızlar ağasının başlıca görevleri şunlardı; padişahın haremini korumak, harem için gereken cariyeleri sağlamak, haremde bulunan cariye, usta, kalfa, ikbal ve kadın efendilerin terfi ya da cezalandırılmalarını padişaha arz etmek, sultanların evlenmesinde vekilliğini yapmak, töreni ihare etmek, Hırka-i Şeriflerde desti malları vermek, surre alaylarını düzenlemek, sultan düğünlerinde koltuk törenlerinde bulunmak, kendine bağlı bulunanların işine son vermek veya yenilerini tayin etmek.Aynı zamanda Haremeyn-i Şerifeyn denilen Mekke ve Medine’ye ait vakıfların nazırıydılar. Bundan başka, hükümdar namına olarak selatin evkafının idaresine de bakarlardı. Bütün bu işleri görmek için her Çarşamba günü sarayda has ahır kapı tarafında bir divan akdederlerdi.
Kızlar ağası ağalığa atanınca kürk giyer ve ona hatt-ı hümayun gönderilirdi. Görevden azledilince mısıra giderler ve kendilerine azatlık denilen maaş bağlanırdı. En ünlüleri Hacı Beşir Ağa ve Sümbül Ağadır diyebiliriz. Öyle ki Hacı Beşir Ağa otuz yıl bu görevde kalarak ve sadrazamlığa kendi adamlarını getirecek kadar kudret sahibi olmuştur. Hatta bazı kızlar ağaları sadrazamlığa kadar yükselmiştir. Hadım Sinan Paşa, Hadım Ali Paşa ve Gürcü Mehmet Paşa bunlardandır.
Baltacılar, çadır ve mehter başı, haznedar usta, bezirganbaşı, pişkeşçi başı gibi dış hizmette bulunan memurların, kızlar ağalığı makamına bağlanmasıyla kızlar ağaları kuvvetlenseler de; Tanzimat Fermanı’nın ilanıyla yetkilerinin çoğu ellerinden alınarak güç ve otorite kaybına uğramışlardır.
Bütün harem ağalarının reisi olan kızlar ağasından başka rütbelerine göre sırasıyla şu ağalar haremde görev yapmıştır; yalnız harem ağalarının kendi arlarındaki rütbeleri, Osmanlı tarihinin değişik dönemlerinde ve hatta ak ağalar veya siyah ağaların kızlar ağalığını ellerine geçirdikleri dönemlere göre, farklılıklar arz etmektedir.

SARAY AĞASI:
Ak hadım ağasıdır. Kızlar ağasının birinci yardımcısıdır. Sarayın temiz tutulması ve tamirinden sorumluydu.

SARAY KETHÜDASI: (KAPIOĞLANI KETHÜDASI)
Ak hadımların ağadan sonra gelen amiridir. Kapıyı bekleyen ak hadımların idare ve inzibatından sorumluydu.

BAŞKAPI GULAMI:
Zenci hadımların kızlar ağasından sonra gelen ağasıydı. Yardımcısına ikinci baş kapı gulamı deniliyordu.

ORTANCA:
Binbaşı rütbesindeki harem ağasıdır.

NÖBETÇİ KALFA:
Umum nefer ve oğlanlarının zabiti ve sorumlusu olan harem ağasıydı.
Ayrıca;

  • VALİDE SULTAN AĞALARI
  • ŞEHZADELERİN MUHAFIZI OLAN AĞALAR
  • MUHASİPLER
  • HAZİNEDAR AĞA
  • HAZİNE KETHÜDASI
  • ODA LALASI
  • İMAM ve MÜEZZİN
Ağalar ocağında yetişmiş diğer önemli harem ağalarıydı.
Harem teşkilatında çalışan cariyelerin yükselebilecekleri en üstün makam ustalıktır.

Haremdeki başlıca kadın görevliler şunlardır;

BAŞHAZNEDAR USTA: (HÜNKAR KALFASI)
Haremde yaşayan bütün kalfalara, cariyelere ve öteki ustalara hükmederdi. Valide Sultan, Kadın Efendi ve Sultan’dan sonra haremin en nüfuzlu kadınıydı. İlk beş haznedar önemliydi. İkincisi baş haznedarın yardımcısıydı.
Padişahın özel hizmetini görmek başlıca göreviydi. Diğer haznedarlar padişahın kapısında nöbet tutarlar; ayrıca ikballerin ve gözdelerin yetiştirilmesini sağlıyorlardı. Baş haznedar haremdeki bütün hazinelerin anahtarlarını ve üç mühr-ü hümayundan birisini taşıyorlardı. Törenleri ve göçleri düzenliyorlardı ve ellerinde asa taşıyorlardı. Bizzat padişahın seçtiği haznedarlar padişahın tahttan indirilmesi veya ölümüyle haremden ayrılırlardı. Vezir maaşı alıyorlardı.

ÇAŞNİGİR USTA: (ÇEŞNİYAR)
Haremde sofra hizmetlerini gören ustaydı. Maiyetinde kalfa ve cariyeler vardı. Hükümdara ait yemek ve sofra takımlarını da korumakla görevliydiler. Yemekleri padişaha sunmadan önce, zehirli olup olmadığını anlamak için biraz o tadardı. Yemek sırasında ayakta dururlardı.

ÇAMAŞIR USTA: (CAMEŞUY)
Padişahın çamaşırlarını yıkayanların başına bu ad veriliyordu. Topkapı çamaşırhanesi Şimşirlik tarafından bodrumdaydı.

İBRİKTAR USTA:
Padişahın el ve yüzünü yıkamak, apdest almak için hizmet edenlerin başına bu ad veriliyordu. Ayrıca padişaha ait leğen, ibrik ve havluları koruyorlardı.

KAHVECİ USTA:
Padişahın kahvesinin pişirilmesine ve kahve takımlarının korunmasına bakan kalfaların başına bu ad veriliyordu. Bayram törenlerinde misafirlere hizmet etmekle de görevliydi. Elbiseleri bizzat padişah tarafından hazırlanırdı.

KİLERCİ USTA:
Padişahın kilerine ve kiler takımlarına bakan kalfaların başına bu ad veriliyordu. Görevini genellikle emrindeki cariyeler yapardı. Padişahın özel işlerini görmekle de yükümlüydü. Ayrıca çeşnigar ustayla beraber yemek hizmetine yardımcı olurdu.
Bunlardan başka harem hizmetini gören diğer ustalar şunlardır;

  • KUTUCU USTA
  • KÜLHANCI USTA
  • VEKİL USTA
  • KETHÜDA KADIN (SARAY USTA)
  • KATİBE USTA
  • HASTALAR USTASI
  • EBE, DADI ve DAYE (SÜT NİNE)

Bunca zamandır, hakkında bir bilgi sahibi olunmadan, ortaya konulan ve cinselliğin ön planda tutulduğu eserlerle bayağı yıpratılan Harem-i Hümayun teşkilatı ve hayatı umarım bundan sonra Türk evlatlarının bilerek, araştırarak, ön yargıdan uzak bir şekilde ve milli tarih anlayışının getirdiği milli şuurla ortaya koyacağı eserlerle hakkettiği değere kavuşacaktır. Çünkü Türk evladı ecdadını tanıdıkça daha doğru işler yapmak için kendinde kuvvet bulmalıdır, bulacaktır da.

İsmail Hakkı ERGÜVEN
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü
Tarih Anabilim Dalı





241501mz2
Topkapı Sarayı

Harem BahC3A7esinde Meclis IAhmed AlbC3BCmC3BC
1. Ahmet döneminde Harem-i Hümayun bahçesinde bir toplantı

sultanhamami 02
Harem-i Hümayun’da Sultan Hamamı

Kaynakça

[1] Necdet Sakaoğlu, Tarihi, Mekanları, Kitabeleri ve Anıları ile Saray-ı Hümayun, Denizbank Yay., İstanbul 2002, s. 271-275.

[2] Çağatay Uluçay,
Harem II., Türk Tarih Kurumu yayınları, Ankara 1992, s. 2-4.

[3] Çağatay Uluçay,
a. g.e., s. 8-9.

[4] Ahmed Akgündüz, “Bir Aile ve Hizmet Müessesesi Olarak Osmanlı’da Harem”,
Türkler, Cilt-10., Yeni Türkiye Yay., Ankara 2002, s. 322.

[5] Çağatay Uluçay,
a. g.e., s. 8-9.

[6] Ahmed Şimşirgil, “Harem nedir?”,
htpp//www.turksultans.com

[7] Leslie Pierce,
Harem-i Hümayun, Tarih Vakfı Yay., İstanbul 1996, s. 16-17

[8] Yılmaz Öztuna,
Osmanlı Devleti Tarihi II., Faisal Finans Kurumu yayınları, İstanbul, 1986, s. 27.

[9] Ahmed Akgündüz,
a.g.m., C. 10, s. 326.

[10] Çağatay Uluçay,
a. g.e., s. 120.

[11] Ahmed Akgündüz,
a.g.m., C. 10, s. 327.

[12] Çağatay Uluçay,
a. g.e., s. 121-127.

[13] Çağatay Uluçay,
a. g.e., s. 121-127.

[14] Ahmed Akgündüz,
a.g.m., C. 10, s. 327.

[15] Ahmed Akgündüz,
a.g.m., C. 10, s. 327-328.

[16] Çağatay Uluçay,
a. g.e., s. 132-141.
Sen sadece aynasin...

Benzer Konular

30 Kasım 2012 / Ziyaretçi Soru-Cevap
22 Kasım 2010 / MaRCeLLCaT X-Sözlük