Arama

Tanzimat Dönemi

Güncelleme: 2 Haziran 2008 Gösterim: 34.854 Cevap: 3
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
27 Kasım 2006       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Tanzimat Dönemi

Sponsorlu Bağlantılar
Daha önceleri gerçekleştirilmeye çalışılan Islahat Hareketleri, Osmanlı Devleti'nin kendi iradesiyle uygulamaya çalıştığı, içte ve dıştaki başarısızlıklarını önlemeye yönelik yenilikleri ifade etmekteydi. Ancak Avrupa ve Rusya'nın mütemadiyen iç işlerine müdahale etmesi, Osmanlı Devleti'ni, kendi inisiyatifi dışında, yeni tedbirler almaya zorlamaktaydı. Özellikle gayrimüslim unsurları bahane eden devletlerin müdahalelerine fırsat vermemek için idarî ve hukukî düzenlemelere gidilmesi düşünülmekteydi. Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa'nın hazırladığı düzenlemeler, I.Abdülmecit tarafından tasdik edilmişti. 3 Kasım 1839'da I.Abdülmecit "Gülhane Hatt-ı Hümayunu"nu ilan ettirdi.
Bu fermanda, dini ve ırkı ne olursa olsun Osmanlı tebaasından olan herkesin eşit olması, herkesin yasalara göre yargılanması, varlığı ölçüsünde vergilendirilmesi ve askerlik süresinin 4-5 yılı geçmemesi gibi hükümler yer alıyordu. Ayrıca Osmanlı Devleti bu dönemde Avrupa tarzına öykünen idarî düzenlemelerde de bulundu. Bu şekilde Avrupa devletlerinin en azından bazılarının, Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğüne saygısının kazanılması hedeflenmekteydi. Fakat gelişen siyasî olaylar, bunun o kadar kolay olmayacağını gösterecektir.
Şark Meselesi ve Kırım Savaşı; Tanzimat döneminde nispeten sağlanan barış ortamı, Rusya'nın müdahalesiyle tekrar bozulmaya başladı. Balkanlarda panislavist bir politika izleyen Rusya, aynı zamanda "Kutsal yerler sorunu"nu ortaya atarak, doğrudan doğruya Osmanlı Devletinin varlığını hedef almaktaydı. Avrupalılar tarafından "Şark Meselesi", önceleri Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğünün sağlanması şeklinde düşünülürken, daha sonra bu toprakların paylaşımı sorunu hâline dönüştürüldü. Çünkü Osmanlı Devleti artık bir "hasta adam" idi. Ancak R.Mantran'ın da ifade ettiği gibi, hasta, kendisini iyileştirmeyi amaçlamayan doktorların insafına kalmıştı. Onlar, Avrupa'nın hasta adamının mirasını paylaşma telâşındaydı.

Küçük Kaynarca antlaşması'ndan sonra Osmanlı topraklarındaki Ortodokslar'ın haklarını koruma rolünü üstlenen Rusya, Kudüs merkezli "kutsal yerler"in korunması ve idaresi hususunu da gündeme getirdi. Fransızlarla imzalanan kapitülâsyonlarda, Lâtin din adamlarına Kudüs Kilisesi üzerinde bazı haklar tanınmıştı.
1808'den itibaren Rusya'nın baskıları neticesinde onların yerini Ortodoks papazlar almaya başladı. Fransa'nın ve Rusya'nın 1850-51'de Bab-ı Ali'ye bu durum hakkında yaptıkları müracaatlar, kurulan komisyonlarda değerlendirildi ve bazı kararlar alındıysa da hiçbirini memnun edemedi. Bunun üzerine Çar I.Nikola, İngiltere'ye Osmanlı Devleti'ni aralarında paylaşmayı teklif etti ve İngilizlerin sessizliğini koruması üzerine de askerlerini Baserebya ve Lehistan'a çıkarttı. Rus elçisi Mençikof'un aşırı tavizler içeren teklifini reddeden I.Abdülmecit, İngilizlere yakın olan Mustafa Reşit Paşa'yı sadrazamlığa getirdi. Ruslar 26 Haziran 1853'te, Prut'u geçerek, Eflâk ve Boğdan'ı istilâ ettiler. Osmanlı Devleti, Fransa ve İngiltere ile ittifak anlaşması imzaladı. Bu ittifaka Avusturya ve İtalyan birliğini kurmaya çalışan Piyemento hükûmeti de katıldı. İttifak donanması Çanakkale'de mevzilenmişti. Durumdan endişelenen Rusya, askerlerini geri çekmeye başladı. Müttefikler, Rusya'nın Karadeniz'deki gücünü ortadan kaldırmak için, Kırım'a yöneldiler. Rusların en büyük üssü olan Sivastopol, bir yıl süren bir kuşatmanın ardından ele geçirildi (1855). Bu sırada tahta oturan II.Alexandre, barış yapmayı kabul etti. Müttefiklerin yanı sıra Prusya'nın da katıldığı Paris Antlaşması ile (30 Mart 1856), taraflar işgal ettikleri bölgelerden çekilecek, Osmanlıların toprak bütünlüğü ve Boğazların statüsü, Avrupa'nın "kefilliği" altında korunacaktı. Osmanlıların Avrupa Konseyi'ne dahil edilmesi karşılığında ise, sultan yeni bir ıslahat fermanı irat edecekti. Bu madde ve Karadeniz'in tarafsızlığının kabulü, savaşın galibi durumundaki Osmanlılardın aleyhine idi. Nitekim, Eflâk ve Boğdan'ın birleşmesi ve Sırbistan'a yönelik yeni haklar da Paris Antlaşmasıyla tescil edilmişti.

Kaynak: theottomans.org

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
27 Kasım 2006       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Islahat Fermanı
Kırım Savaşının son yıllarında, Batılıların etkisiyle Sadrazam Âlî Paşa tarafından, gayrimüslimlere daha fazla hakların verilmesi için hazırlanıp, 1856’da yayınlanan ferman. Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu (Tanzimat Fermanı) gibi, imparatorlukta yapılması kararlaştırılan yeni bir düzenin prensiplerini ve programını içine alır. Bu ferman, esas olarak, Tanzimat hükümlerini tekrarlayan, onları açıklayan ve genişleten bir fermandır.
Kırım Savaşı'nı doğuran olaylar, Osmanlı Devleti içindeki Hıristiyan ahalinin imtiyazları (hakları) meselesine de bağlı olduğundan, barışı düzenleyen Paris Kongresi'nde bu mesele de ele alındı. Nitekim İngiltere, Fransa ve Avusturya, daha Nisan 1855’te, Viyana’da, Kırım Savaşı sonrasında yapılacak antlaşmanın esaslarını görüşerek bazı kararlar almışlar ve 16 Aralık 1855’te bir antlaşmaya varmışlardı. Bu kararlar dört madde olup, Avusturya imparatorunun ültimatomuyla Çar'a bildirildi. Bu kararların dördüncü maddesi; “Osmanlı memleketlerinde bulunan Hıristiyan tebaanın hakları, padişahın istiklâl ve hakimiyetine asla dokunulmamak şartıyla tasdik olunacak, padişah bu hususta Rusya’nın muvafakatini gerektiren bir taahhütte bulunacak” idi. Bu maddede de görüldüğü üzere Osmanlı ordusunun kazandığı zafer bile, gayrimüslimlere imtiyaz sebebi oluyordu. Rusya, kurulacak Avusturya, Fransa, İngiltere ittifakı tehlikesi karşısında, bu kararları kabul etti. Osmanlı hükümeti, kendi Hıristiyan tebaası ile ilgili maddenin, devletin iç işlerine karışma anlamına geleceğini bildirerek, 16 Aralık tarihli kararlar arasında yer almamasına çalıştıysa da başarılı olamadı. Neticede, bu maddenin programlaştırılması için şu tezler ortaya atıldı:
Sponsorlu Bağlantılar
Rus tezi: “Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan Hıristiyanların hak ve imtiyazları, Avrupa devletlerinin müşterek garantileri altına alınmalıdır.”
İngiliz tezi: “Tam ölçüde bir din serbestliği ve hukuk eşitliği sağlanmalıdır.”
Fransız tezi: “Müslüman tebaa ile Hıristiyan tebaa arasında cemiyet, haklar, vergiler, millî eğitim ve devlet memurluklarına geçme bakımından sürüp gelen farklar, bir ferman ile kaldırılarak Gülhane Hattı’nda (Tanzimat Fermanı) işâret edilen tebaa eşitliği tam manasıyla geliştirilmelidir.”
Bâbıâlî, Rusya’nın teklifini, hükümranlık haklarına müdahale, İngiliz teklifini de İslâmiyet'i küçültücü gördüğü için, Fransız teklifini kabul etti. Ayrıca, yapılacak Paris Konferansı'nda Rusların, gayrimüslimler konusunda bir istekleri ile karşılaşmak istemiyor du. Fransız tezinin kabulü üzerine, bunun bir ferman hâline getirilmesi, Bâbıâlî’ye bırakıldı.
Âlî Paşa hükümeti tarafından ilan edilen bu fermanın hazırlanmasında, İngiliz ve Fransız elçileri de bulunmuştu. Bu şekilde hazırlanan ferman, Paris Konferansından önce, 28 Şubat 1856’da Bâbıâlî’de Islahat Hatt-ı Hümâyûnu adıyla, devlet erkânı, şeyhülislâm, patrikler, hahambaşı ve cemaatlerin ileri gelenleri önünde okunarak ilan edildi. Otuz beş maddeden meydana gelen fermanın getirdiği önemli hususlar, özetle şunlardı:
1. Tanzimat fermanı ile, değişik din ve mezheplerdeki bütün tebaaya verilen teminat, bu fermanla yenilendiğinden, bunların uygulaması için gerekli tedbirler alınacaktır.
2. Müslümanlar ile Müslüman olmayanlar kanun önünde eşit olacaklardır.
3. Patrikhanelerde yeni meclisler kurulacak ve bu meclislerin verecekleri kararlar, Bâbıâlî tarafından onaylandıktan sonra yürürlüğe girecektir.
4. Patrikler, kayd-ı hayat şartıyla bu makama seçileceklerdir.
5. Cemaatlerin, ruhanî reislerine verdikleri cevâiz (bahşişler, hediyeler) ve aidatlar, tamamıyla kaldırılarak hepsi maaşa bağlanacaktır.
6. Şehir ve kasabalarda bulunan, azınlıklara ait kilise, manastır, mezarlık, okul ve hastane gibi yerlerin, tamir ve yeniden yapılmasına izin verilecektir.
7. Hiç kimse, din değiştirmeye zorlanmayacaktır.
8. Devlet hizmetlerine, askerlik görevine ve okullara, bütün tebaa, eşit olarak kabul edilecektir.
9. Irk, din, dil farkı gözetilmeyecek ve hiçbir mezhep, diğerine üstün sayılmayacaktır.
10. Bütün toplumlar, okul açabilecektir.
11. Hangi uyruktan olursa olsun her vatandaşın eşit ve serbest şekilde ticarî ve ekonomik girişimlerde bulunması sağlanacaktır.
12. Müslümanlar ile gayrimüslimler arasındaki davaları görmek üzere, karışık mahkemeler kurulacaktır.
13. Yabancı devlet ile yapılacak antlaşmalar gereğince, yabancılar da Osmanlı Devleti sınırları içerisinde mülk sahibi olabileceklerdir.
14. Her cemaatin ruhanî reisiyle, devlet tarafından bir sene müddetle tayin edilecek birer memuru, bütün tebaayı ilgilendiren meselelerde Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye müzakerelerine iştirak ettirilecektir.
Islahat Fermanı da, maddelerinden anlaşılacağı üzere, Tanzimat Fermanı gibi, Osmanlı İmparatorluğu içerisindeki gayrimüslimleri, özellikle Hıristiyanları, Müslümanlarla aynı haklara kavuşturmayı esas almıştır. Bu iki fermanın görünürdeki gayeleri, bütün Osmanlı toplumunu; ırk, din ve dil ayrımı gözetmeden kaynaştırmayı sağlamak idiyse de tatbiki aksi oldu. Bu ferman, gayrimüslimlerle Müslümanları kaynaştırmak şöyle dursun, çeşitli gayrimüslim unsurların, hattâ aynı mezhepten olan çeşitli ırkların bile birbirleriyle bir arada yaşamalarını sağlayamadı.
Bu ferman, konu olarak, sadece Müslüman olmayan uyruğun ayrıcalıklarını genişletmiştir. Nitekim, Tanzimat'ın ve arkasından 1856 Islahat Fermanı’nın getirdiği yeni haklarla, Osmanlı tebaası içindeki gayrimüslimlerin durumu, Müslümanlara nazaran çok daha iyi bir duruma geldi. Avrupa’nın himaye siyaseti sayesinde, büyük ekonomik güce ve siyasî haklara da kavuşuyorlardı. Artık resmen millet terimiyle tanımlanan dinî cemaatlerin, gelişme ve genişleme imkânları artmış bulunuyordu. Öte yandan Avrupa devletlerinin, Osmanlı hükümetini böyle bir fermanı ilana mecbur bırakması, kendilerine siyasî, ekonomik, hukukî ve kültürel alanlarda, yeni çıkarlar sağlamayı hedef alıyordu. İngiltere, Kırım Savaşı ile Rusların sıcak denizlere inmesini önlemiş, Fransa da Akdeniz ticaretini emniyete almış, ayrıca Katoliklerin hâmiliğini üzerine almıştı. Rusya ise, savaşta kaybettiğini bu fermanla masa başında kazanmıştı. Ayrıca, Âlî Paşa'nın, bu fermanın Paris Antlaşması maddeleri içinde yer almasını istemesi, batılı devletlerin, iç işlerimize müdahalesine imkân verdi.
Islahat Fermanı, Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu gibi, sessizlikle karşılanmamış ve çeşitli yönlerden eleştirilmiştir. En büyük eleştiriyi Fransız elçisi; “Devlet-i âliyyenin bu kadar fedakârlık edeceğini me’mûl etmez idik (ummazdık). Canning (İngiliz elçisi) ne dediyse vükelâ-yı devlet-i âliyye (Osmanlı devlet adamları) kabul etti. Eğer biraz dayanılmış olsaydı, ben bazı mertebe kendilerine yardım ederdim” diyerek, olmaması gereken bir gafleti dile getirmiştir. Cevdet Paşa da; “Bu Islahat Fermanı’ndan dolayı millet-i İslâmiyye dilgîr (gönlü yaralı) olarak vükelâyı hâzırayı fasl ve mezemmet eder (kötüler) oldular” diyerek, fermanın nasıl karşılandığını ifade etmektedir. Hariciye Nazırı Fuad Paşa ise, aksine, bu belgenin anlaşmaya konulması ile yabancı müdahalenin önleneceğini savunmuştur.
Islahat Fermanı’nda gayrimüslim vatandaşların lehine olduğu kadar, onları tedirgin eden hükümler de bulunmaktaydı. Askerlik mükellefiyeti, Fatih devrinden beri bahşedilen dinî imtiyazlarla muafiyetlerin yeni şartlar dahilinde tetkiki, papazların öteden beri cemaatlerinden almakta oldukları haraç ve keyfî aidatın ilgasıyla aylığa bağlanmaları ve bütün ruhanî reislerin, sadakat yeminiyle mükellef tutulması gibi esaslar, onlara çok ağır gelen hükümlerdi. Bu yüzden, Müslümanlar kadar gayrimüslimler de (Tanzimat Fermanı’nda olduğu gibi) Islahat Fermanı'nın aleyhinde bulunmuşlardır. Devlet içerisinde bu şekilde karşılanan Islahat Fermanı, uygulamada da birçok güçlüklerle karşılaştı. Bunlar, Osmanlı Devletinin yapısı, Avrupa’nın siyaset, cemiyet ve ekonomi alanında geçirdiği gelişme ve Paris Antlaşmasına imza koyan devletlerin, işlerine karışmalarından doğuyordu. Bu sebeple de, bazı hükümleri kâğıt üzerinde kaldı.
Mustafa Reşid Paşa tarafından hazırlanan Tanzimat Fermanı ile, onun yetiştirmesi Âlî Paşa tarafından hazırlanan Islahat Fermanı arasındaki fark, hazırlık safhasında kendisini gösterir. Tanzimat Fermanı hazırlanırken, açık bir yabancı tesiri görülmezken, Islahat Fermanı, Âlî Paşa ile İstanbul’daki Fransız ve İngiliz elçileri arasında kararlaştırılmıştır. Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu, yayınlandıktan sonra, yabancı elçilere sadece bilgi edinmeleri için bildirildiği halde, Islahat Fermanı, Paris Konferansına katılan devletlere, Paris Antlaşmasının bir maddesinde işaret edilmek için gönderilmişti. Bu durum, Osmanlı Devletinin iç ve dış siyasetinde, bir yabancı müdahalesine yer vermişti.
Bazı batı tarzı kuruluşların ülkeye girmesi ile, cemiyetteki kuruluş ve anlayış farklılaşması, İslâmî müesseselerin yanında batı taklitçisi bir anlayış ve batı taklidi kuruluşların tesisine sebep olmuştur. Tanzimat ve Islahat Fermanları, devletin çöküşünü engelleme yolunda hiçbir fayda sağlamamış, aksine, ülkedeki tebaa ve cemiyetler arasında, yeni ve daha büyük problemlerin çıkmasına zemin hazırlamıştır.
Meselâ, Suriye’de büyük bir galeyan başladı. Arkasından 1858’de, Cidde’de, Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında çatışma çıktı. Fransız ve İngiliz konsolosları öldürüldü. Bunun üzerine, İngiliz ve Fransız donanmaları, Osmanlı Devletine sormadan, şehri bombaladılar. Faillerden on kişiyi yakalayarak idam ettiler. Cidde, bir Osmanlı toprağı idi. Bağımsız bir devletin topraklarında işlenen bir suçun failini, ancak o devletin cezalandırması, milletlerarası bir kaide, teamül olduğu halde, batılı devletlerin buna aldırdıkları bile yoktu. Nihayet, Lübnan’da da büyük bir isyan patlak verdi. Uzun mücadelelerden sonra, 9 Haziran 1861’de, Lübnan Nizamnamesi imzalandı. Buna göre; Hıristiyan bir valinin başkanlığında, Lübnan, muhtar eyalet hâline getirildi. Böylece, Islahat Fermanı, batılı devletlerin istediği şekilde meyveler vermeye başladı.

Kaynak: Genel Türk Tarihi / dallog.com

recruit87 - avatarı
recruit87
Ziyaretçi
27 Kasım 2006       Mesaj #3
recruit87 - avatarı
Ziyaretçi
19. Yüzyılda Osmanlı Başkenti: Tanzimatla Değişen İstanbulkolon y kare

Tanzimat sonrası dönemin geleneği olan Avrupalı uzmanlara başvurma adeti Cumhuriyet döneminde de sürdürüldü ve Türkiye`nin kentlerini modernleştirmek üzere birçok Avrupalı uzman davet edildi. İstanbul`un gelişmesini "nazım planlar"la denetim altına almak için ilk çaba 1930`larda görüldü. Bu ilk danışmanlar heyeti Fransız ve Almanlardan oluşuyordu: Alfred Agache, Herman Elgötz, H. Lambert ve Martin Wagner`in kent planmasında temel konular olan, büyüme, ulaşım, tarihi korumacılık ve bölgelerin oluşturulması gibi alanlardaki önerileri uygulanmadı, ancak raporları günümüze kadar geldi. Öte yandan, 1936 ile 1951 arasındaki İstanbul`da bulunan Fransız mimar ve plancı Henri Prost hayati bir rol oynamıştı. Prost`un İstanbul için geliştirdiği projenin bazı bölümleri halen yürürlüktedir. Prost`un planı bu kitapta ele alınan değişik devirlerdeki birçok konuyu içermesi açısından da ilginçtir. Örneğin, İstanbul için önerdiği karayolu ağı, von Moltke`nin 1839 planını hatırlatmaktadır; Teodosios Surları`na paralel giden arter, 1900 yılında bir Ringstrasse (çevreyolu) yapılması için öne sürülen noktaları hatırlatır. Bir diğer örnek, Prost`un önerdiği Galata Köprüsü-Beyazıt bağlantısının, Gavand`ın 1876 yılında düşündüğü metro sistemine benzerliğidir.

beyoglu 1930

Planlamada ikinci dalga 1950`lerde yaşandı. Bu aşamada görüşlerine başvurulan uzmanlar, Alman plancı Hans Högg ile İtalyan plancı Luigi Piccinato`dur. Högg`ün çalışmaları özellikle mekansal kullanım esasına göre ayrışmanın önemine değinirken, Piccinato`nun planı daha genel, bölgesel bir yaklaşım içeriyordu. 20. yüzyılın ikinci yarısında Türk plancı ve mimarlar İstanbul`un planlamasıyla daha doğrudan meşgul oldular. 1950`lerden sonra yaşanan, kentin o zamana kadar görülmemiş oranda büyümesi, kent planlamasının mevcut sorunlarına yeni bir boyut ekledi.
Tanzimat`ın ilanından bu yana 150 yıldan fazla bir zaman geçti. Bu uzun süre zarfında kentte ulaşım ağı geliştirildi, yeni yollar ve meydanlar açıldı, çıkmaz sokaklar neredeyse tümüyle ortadan kalktı, İstanbul ve Galata tarafının sahilllerinin büyük bölümü düzene sokuldu, en ücra mahallelere çağdaş ulaşım götürüldü ve yapılaşma neredeyse tamamen kagire (bugün beton anlamına geliyor) dönüştürüldü. Beton yapılaşmanın kalitesizliği nedeniyle yeni binaların bile harap ve tamamlanmamış bir görünümü vardır. Haliç`in iki yakası arasındaki karşıtlık günümüze kadar gelmiştir. İstanbul ve Galata hala değişik görünümdedirler: İstanbul`un silueti cami ve külliyelerin kubbe ve minareleriyle belirlenmeye devam ederken, Galata tarafının Batılı görünümü bazıları yirmi katı aşan binaların inşasıyla daha da belirginleşmiştir.
Bugünün İstanbul`u devasa bir alana yayılmıştır. Kent sınırları artık Teodosios Surları`yla belirlenmiyor, batıya doğru uzanıyor. Son otuz yıldır oluşan yeni yerleşmeler Haliç`in iki yakasında da 19. yüzyıl kent sınırlarının kilometrelerce ötesine geçti. Bu gelişme çok çabuk ve çoğu kez organik oldu; sonuç bir kez daha düzensiz yerleşme kalıplarıydı.
19. yüzyıl kentinin sorunları bugün de devam ediyor, ilk plancıların hedefleri de. 20. yüzyıl plancıları hala 1836`da Reşid Paşa`nın imparatorluğa getirdiği "intizam" kavramını oturtmaya çalışıyorlar.

Tanzimat Fermanı Sonrası Yapılan Büyük Mimari Projeler

istlife20

Tanzimat Fermanı`nın 1839`da ilanından, 1908`de II. Meşrutiyet`in ilanına kadar geçen yetmiş yıl içinde, İstanbul`a yönelik üç iddialı ve geniş kapsamlı kent tasarımı projesi hazırlandı. Bu projelerin ortak amacı ulaşım ağını modernleştirmek ve Batı teknolojisi ile kültürünü esas alan bir kent imajı geliştirmekti. Her üç tasarı da yabancı mimar ve mühendislere ihale edildi.
Helmut von Moltke`nin eseri olan 1839 tarihli ilk plan, Abdülmecid zamanında tamamlandı; Tanzimat heyecanının açtığı yoldan yürümekteydi. F. Arnodin ve Joseph Antonie Bouvard tarafından önerilen diğer iki proje ise Abdülhamid döneminde gündeme geldi. Dönemin başka birçok projesi gibi, bunlar da gerçekleşemeyen iddialı tasarımlardı. Her iki plan da imparatorluğun geçişteki gücünü ön plana çıkarmayı ve bu gücü simgesel olarak başkentteki yeniden inşa projelerinde ifade etmeyi umuyordu.
Bir Bütün Olarak Düşünülen Kent: Von Moltke Planı
Tanzimat reformlarının anahtar kavramlarından biri olan merkeziyetçilik, daha 1839`da kent planlamasına yansımıştı. Peyderpey yapılmış olan kent ilk kez bir bütün olarak düşünülüyordu.

istlife33

Helmuth von Moltke, II. Mahmut tarafından İstanbul`un ayrıntılı bir haritasını çıkarmak ve sokak örüntüsünü düzeltecek bir plan yapmakla görevlendirildi. Her ne kadar bu planı henüz bulunamamışsa da, Von Moltke`nin haritası birkaç kez yayımlanmıştır. Ancak, Ergin`in yayımladığı 1839 tarihli bir belgede projenin ayrıntılı tarifi vardır. Von Moltke`nin planının, salt sözlü olarak ifade edilmiş olması mümkündür, çünkü bugüne dek bu plana ait herhangi bir kanıt ele geçmemiştir.
Von Moltke`nin başlıca amacı, İstanbul yarımadasının ticari ve idari işlerinin yürütüldüğü kalbiyle eski Bizans kapıları arasında geniş yollar açarak kesintisiz ve kolay bir ulaşım ağı geliştirmekti. Aynı zamanda, konut mimarisi, yangınları önlemek amacıyla aşamalı olarak ahşaptan kagire dönüştürülecekti. Von Moltke beş 60 ana arter öneriyordu. Birincisi, Topkapı Sarayı`nın dış kapısı olan Bab-ı Hümayun`u Aksaray`a bağlayacak, yani eski Divanyolu`nu (Bizans döneminin Mese`sini) izleyerek Beyazıt Meydanı`ndan geçecekti. İkinci yol Aksaray`ı Teodosios Surları üzerindeki Topkapı`ya bağlayacaktı. Beyazıt Meydanı`nı Fatih`e bağlayan üçüncü yol, Fatih Külliyesi`nde ikiye ayrılarak iki büyük Bizans kapısı olan Edirnekapı`ya ve Eğrikapı`ya ulaşacaktı. Dördüncü bağlantı ise Kadırga ve Yedikule arasında Marmara sahilini izleyecekti. Son olarak beşinci yol, Eminönü`nde Yeni Cami önünden başlayarak, Haliç`e paralel gidecek ve kentin en önemli Müslüman ibadet merkezi olan Eyüp`te son bulacaktı.

istlife32

Von Moltke`nin projesi kentin eski Bizans yollarını izlemekteydi. Gerçekten de Konstantinopolis`te forumları birbirine bağlayan ana cadde, yani Mese, Forum Tauri`de (Beyazıt Meydanı) ve Forum Bovis`de (Aksaray) ikiye ayrılarak Teodosios Surları`ndaki kapılara ulaşıyordu. Ayrıca, Von Moltke İstanbul yarımadası sahilinin iki yakasında, Haliç ve Marmara`da sahile paralel iki büyük yol önermiş, ancak Haliç ile Marmara kıyıları arasında doğu ve batı arterlerini birleştirecek bağlantıları öngörmemişti. Moltke`nin amacı sadece başlıca mahalle ve kapılara ulaşımı sağlamaktı.
Von Moltke`nin planında ana arterlerin öngörülen genişliği 15,20 metredir. Yolların her iki yanından üçer metrelik kaldırım payı düşüldükten sonra taşıt trafiğine kalan kısım 9,20 metre genişliğindeydi. Tüm diğer yolların, bulundukları mevki ve kent ulaşımındaki önemleri dikkate alınarak, 11,50, 9 veya 9,20 metre eninde olmaları öngörülüyor, çıkmaz sokaklar tümüyle ortadan kaldırılıyordu. Yolların iki tarafının ağaçlandırılması, cami ve diğer önemli anıtların önleri gibi "uygun" mekanlarda meydanlar açılması planda yer alıyordu.
Haliç`in iki yakasındaki sahil temizlenip yeniden düzenlenecekti. Bu bakımdan özellikle önemsenen iki şerit, İstanbul tarafında Sirkeci ile Unkapanı Köprüsü arası (bu tarihte Haliç`i geçen yegane köprü Unkapanı Köprüsü`ydü); Galata tarafında ise Tophane ile Unkapanı Köprüsü`nün kuzey ucu arasıydı.
Von Moltke`nin projesine göre ahşap rıhtımların yerine 15,20 metre genişliğinde taş rıhtımlar yapılacaktı. Diğer ana arterler gibi, bunların da iki tarafında ağaçlandırılmış üçer metre genişliğinde kaldırımlar bulunacaktı.
Sokak planında düzenlilik bu planın getirdiği önemli kavramlardan biriydi. Sokak hattı, binaların sınırlarını kesin olarak belirleyecek, sokağa taşmalara izin verilmeyecekti. Yeni güzergahların tayininde engel oluşturabilecek çeşme veya diğer kamu binaları uygun yerlere taşınacaktı. Ancak, camilere dokunulamazdı; yollar camilerin korunmasına yönelik olarak düzenleniyordu.
Von Moltke`nin tasarımları günümüzde bile kent plancılarını uğraştırmaya devam eden kentin fiziksel sorunlarının bir kısmına çözümler bulmaya yönelikti. Başlıca sorunlar şöyle sıralanabilirdi: Eski kent,in yoğun yerleşim dokusu içinden doğrudan ve kolay ulaşımı sağlamak; sokakların ve rıhtımların düzenlenmesi; meydanlar oluşturulması; yapı malzemesinin ahşaptan kagire dönüştürülmesi. Von Moltke İstanbul`un kent örüntüsünün giderek ağırlaşan sorunlarına pratik çözümler öneriyordu. Ancak, Moltke`nin planında imaj sorunu da önemli bir yer tutuyordu: İstanbul Tanzimat felsefesine uygun olarak bir Avrupa kentine dönüştürülmeliydi.
Bu projenin başlıca eksiği olan kuzey-güney ekseninde ana arterlerin bulunmayışı, bundan sonraki projelerde de görülecekti. Yeni arterlerin açılışında veya mevcut olanların genişletilmesinde Haliç ile Marmara sahilleri arasında bağlantı sağlanmasına pek önem verilmeyecekti. Bu çalışmanın dördüncü bölümünde de görüldüğü üzere, bu konu tramvay hatlarının tasarımında özellikle göze çarpacak, hatlar salt doğu-batı ekseninde oluşturulacak, kuzey-güney bağlantısının sağlanması göz ardı edilecekti.

Tanzimat Fermanı Sonrası Yapılan Büyük Mimari Projeler

Bir Metropol Alanın Tanımlanması: Arnodin`in Çevre Yolu
degisenist3 htm2

Osmanlı başkentine ulaşan ilk demiryolu 1873’te Boğaz’ın Asya yakasında tamamlandı. Haydarpaşa ile İzmit, yaklaşık 100 km.lik bir demiryoluyla birbirlerine bağlanırken Avrupa yakasında, İstanbul-Edirne hattı 1875’te tamamlandı. 2. Abdülhamid döneminde, özellikle 1880’lerden sonra, yabancı imtiyaz sahipleri ve şirketlerin devreye sokulmasıyla, demiryolu inşaatında adeta bir patlama yaşanmıştı. Bu şirketlerden biri, Compagnie İnternationale du Chemin de Fer de Bosphore, kentin çevresinde bir çevre yolu yaparak, Asya ile Avrupa yakalarını iki köprüyle birbirlerine bağlamayı önerdi. Projeyi hazırlayan Fransız mühendis Arnodin, 1900 yılı Mart ayında yazılı bir açıklamayla birlikte padişaha sundu. Projede, yeni yolu gösteren bir harita üzerinde köprüler belirtilmiş, ayrıca köprüler çizilmişti.
(Resim1: Arnodin`in Sarayburnu-üsküdar Köprüsü Projesi-1900)
Projenin başlıca amacı, Avrupa ile Asya arasında demiryolu bağlantısı sağlamaktı. Ancak, yaya ve araç trafiğinin de düzenlenmesi öngörülüyordu. Böylece bu proje, yeni bir demiryolu projesinin sınırını aşarak, kentsel hatta bölgesel bir tasarım haline dönüşüyordu.

degisenist3 htm1

Arnodin’in ilk köprüsü Üsküdar’la Sarayburnu’nu birleştirecekti. Haydarpaşa’da biten demiryolu, oradan Üsküdar’a uzatılacak, bu noktadan da köprünün üzerinden İstanbul-Edirne ahttına bağlanacaktı. Arnodin’in çevre yolu önemli banliyöler haline gelmiş olan, Haydarpaşa-İzmit hattı üzerinde Bostancı ve İstanbul-Edirne hattı üzerinde Bakırköy semtlerini de, Kandilli-Rumelihisarı arasında yapılacak bir ikinci köprüyle birbirine bağlıyordu. Böylelikle, İstanbul yarımadası, Galata, Üsküdar ve Boğaz köyleri gibi yoğun yerleşim bölgelerinin dışında, henüz gelişmemiş bir bölgeyi içeren, bir metropol kent alanı oluşturuluyordu. Kentin bu sınırlar dahilinde kalacağı düşünülmüş olmalıdır. Ama elli yıl içinde bu tahminlerin yanlış olduğu ortaya çıktı.
(Resim2: Arnodin`in çevre yolu projesi)
Arnodin’in köprülerinin etkileyici boyutları ve alışılmışın dışındaki mimarileri kentin siluetine çarpıcı yeni boyutlar ekleyecekti. Özellikle Sarayburnu-Üsküdar köprüsü, İstanbul’un girişinde heybetli bir kapı niteliğinde olacaktı. Asma köprü biçiminde düşünülen bu yapı, sahilden 130’ar m. açıkta ikişer ayak ve ortada bir ayak üzerine oturacaktı. Süslemeden nisbeten arındırılmış olan bu yapı, her şeyden önce bir mühendislik harikası olarak düşünülmüştü. Ancak projede bazı yeni İslamcı motifler de yok değildi: Taşıyıcı ayakların tepelerine minik kubbeler yerleştirilmişti ve minareli camilere benzetilmiş yapılarla sağlamlaştırılmıştı. Minareler 16 m. yüksekliğinde olduğundan, yapılar gerçekten bir dizi küçük camii hissini veriyordu.

kolon y kare
degisenist3 htm

Mimari üslup açısından ikinci köprü çok daha iddialıydı. Bu köprü de her biri ikişer ayktan oluşan üç taşıyıcı elemanın taşıdığı bir asma köprüydü. Boğaz’ın girişindeki nisbeten işlevsel görünüşlü, çelik-demir karışımı köprüden farklı olarak, padişahın adını taşıyacak olan Hamidiye Köprüsü’nün çok daha romantik çağrışımları vardı. Bu köprünün taşıyıcı ayakları, köprü geçidi düzeyinde camilere dönüşüyordu. Her camide merkezi bir kubbe ve dört minare vardı. Projeyle birlikte sunulan betimlemeye göre, köprünün mimarisi Selçuklu üslubu ve diğer İslami üsluplardan esinlenmişti: “Kubbeler İslam halifelerinin saraylarını hatırlatmaktadır ve Müslümanların halifesi olan Osmanlı sultanının dini ve siyasi iktidarını simgeler ve yüceltirler. Arap üslubunda, renkli tuğlalar, çiniler ve parlak metallerle bezenmişlerdir. 16. ve 17. yy. kuzeybatı Afrika mimarisinin bütün güzelliğini gözler önüne sererler.” Hamidiye Köprüsü özellikle geceleri daha da efsunlu bir havaya bürünecekti: “Binlerce elektrik lambası köprüyü ulvi bir ışıkla kapladığı zaman, Arap üslubundaki süslemeler tüm zerafetleriyle muhteşem biçimde ortaya çıkacak ve köprü bir bakanın bir daha gözünü ayıramayacağı, şehrin manzarasını tezyin eden baştan sona bir güzellik olarak görünecektir.
(Resim3: Arnodin2in Kandilli-Rumelihisarı Köprüsü önerisi-1900)
Bu sihirli hava Arnodin’in yaratmak istediği etkinin ta kendisiydi. Mimarın başlıca kaygısı İslami mimari geleneğine sadık kalınmasıydı. Ancak, belki de mimarın İslam mimarisini tek tip ve farklılaşmamış bir bütün olarak görmesinden dolayı köprüde kullanılan motifler yerel değildi. Her ne kadar projedeki betimlemede köprü ayaklarına oturtulan camilerin Arnodin tarafından 16. ve 17. yy. Selçuklu üslubuyla yapılacağı ve süslemelerin de Arabi tarzda olacağı söyleniyorsa da, projede yer alan çizimdeki camiler Kahire’deki geç devir Memluk türbe mimarisi kopyasıdır. Köprü camilerindeki dörder minarenin konumu, bazı Osmanlı camilerinde görülen (örneğin Edirne Selimiye Camii) simetri anlayışına uygun olsa da, mimari üslup gene geç devir Memluk’tu. Arnodin’in başlıca esin kaynağı, Napoleon Bonaparte’ın Mısır seferi sırasında derlettiği, Memluk mimarisine ait zengin çizimlerin yer aldığı Description de L’Egypte (Paris, 1820-1826) adlı dev çalışma olmalıdır.
Her ne kadar Arnodin’in tasarım çalışmasının mimari açıdan zaafları ortadaysa da, İstanbul için ilk kez öneriliyordu. Belki de fikirlerinin yeniliğinden, ama çok daha büyük ihtimalle ekonomik nedenlerle, Arnodin’in projelerine çok olumlu bakılmadı. Bu konuda herhangi bir irade çıkmadı ve projenin uygulanması için herhangi bir girişimde bulunulmadı.
Büyük Projeler

Beaux-Arts Plancılığı: Bouvard`ın Bulvarları:
degisenist 5htm1

20. yüzyılın başında, Amerika`da Güzel Şehir (City Beautiful) akımı Amerikan kentlerine yeni bir düzen ve birliktelik getirmeye çalıştığı sıralarda, İstanbul için de benzer bir proje hazırlandı. Projede imzası olan şahıs, Paris Belediyesi mimari bölümü genel müfettişi, beaux-arts eğitimli, Joseph Antoine Bouvard idi. 19. yüzyılın başından beri Paris, Osmanlı elitinin gözünde Batı kültürü ve estetiğinin doruğu olarak görülüyordu. Bu nedenle Paris`in bu seçkin mimarının, sahip olduğu bilgi, yetenek ve incelikten dolayı İstanbul`un çağdışı kalmış kent imajını yenileyecek kişi olduğuna yürekten inanılıyordu.
Joseph Antonie Bouvard (1840-1920), 1900 yılında Jean Charles Adolphe Alphand`ın yerine genel müfettiş olarak atandı. Bouvard`ın ünü büyük ölçüde dünya sergilerindeki çalışmalarından kaynaklanıyordu. Dikkatleri ilk kez 1878`de Paris Dünya Sergisi sırasında,
makina sergilemek için kurduğu Paris Şehri Pavyonu`ya çekmişti. İkinci şaheseri, 1889
Resim1: Bouvard`ın At Meydanı Projesi-1902) Paris Sergisi`nde inşa ettiği, bütün Champs de Mars boyunca uzanan ve Seine nehrine doğru iki kanadı ve büyük kubbesi bulunan, devasa Sanayi Sarayı Palais des Industries Diverses) idi. "Kubbenin güzel siluetine ve zarif çizgilerine sonsuz övgüler düzülmüştü". Bouvard`ın bu binasının görkemli boyutları ve genel palnı ile kubbelere olan saplantısı, İstanbul için sunacağı projede de sık sık görülecektir. Paris sergilerinde uygulanan mekan planlamsı ilkeleri de Bouvard`ın İstanbul için hazırladığı projeleri epeyce etkilemişti.
Bouvard`ın ünü 1901 yılında Fransa`nın en yüksek şeref payesi olan Legion d`Honneur nişanını almasıyla doruğuna ulaştı. Tam bu sırada Osmanlı hükümeti İstanbul için bir proje hazırlamasını Bouvard`ın teklif etti. II. Abdülhamid`in Paris elçisi olan Salih Münir Paşa, bu seçimin bizzat müdahili olmuş ve daha sonra mantığını kayda geçirmiştir. Büyükelçinin oldukça sık vuku bulan saray ziyaretlerinden birinde padişah ona bir kağıt parçası göstermiş ve şunları söylemişti:
Bu kağıdı görüyor musun, işte bu beni dünden beri rahatsız ediyor. Avrupalı bir seyyahın İstanbul`a dair bir gazete ile neşrettiği uzun bir makalenin tercümesi, beyatının bazıları yanlış ve haksız. Eminönü Meydanı ve Karaköy Meydanı ve Galata Köprüsü gibi seyyahların en evvel gözlerine çarpan yerlerin ve Avrupa`da Nice ve İtalya sahilleri gibi letafetiyle meşhur yerleren daha güzel bir hale konulabilmesi mümkün olan Sarayburnu`ndan Yedikule`ye kadar sahildeki mahallelerin ve memleket dahilindeki sokakların temizlenmeyip, tamir edilmeyip, tanzim ve imar edilmemesinden dolayı bizi şiddetli surette muahaza ediyor, mes`ul tutuyor, bu doğru sözlere karşı ne diyebiliriz? Ya kabahatları yüklenip susmalı ve herkezin tarizine baş eğmeli ve yahut payitahtımızın layiki üzere temizlenmeli, süslenmeli, mamur bir hale koymalıyız. Bu işi ancak sen kusursuz görebilirsin. Çünkü çok vakittenberi Avrupa`da yaşıyorsun. Avrupa`nın pek çok taraflarını dolaştın, süslü şehirleri ziyaret ettin, süslü şeylerden ve mühendislikten anlarsın, sana geniş salahiyet ve nüfuz verelim, git Fransa`da bu işlerden anlayışlı ve cidden ehliyetli adamları toplayıp buraya getir, benim nezaretim ve senin riyasetin altında senin intihap ve arz edeceğin memurlardan mürekkep bir komisyon yapalım ve işe başlayalım.
Bunun üzerine Salih Münir Paşa Bouvard`la irtibat kurarak İstanbul için bir nazım plan geliştirmesini istedi. Paris`teki yükümlülükleri İstanbul`a gelmesini imkansız kıldıysa da, Bouvard bu teklifi geri çevirmedi ve bir avan proje hazırlamak üzere İstanbul`un büyük boy fotoğraflarını sipariş etti. Her ne kadar Bouvard Osmanlı padişahı tarafından istihdam edildiyse de, sonunda Fransız hükümeti Bouvard`ın masraflarını karşıladı ve projeyi Osmanlı hükümetine resmi hediye olarak takdim etti.
Son düzenleyen recruit87; 27 Kasım 2006 19:15 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Haziran 2008       Mesaj #4
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
TANZİMAT DÖNEMİ

3 Kasım 1839’da Topkapı Sarayı’nın Gülhane Bahçesi’nde okunarak halka ilan edilen Tanzimat Fermanı ile İstanbul’da yeni bir dönem açıldı. Batılılaşma sürecinin hızlandığı bu dönemde İstanbul’da mimariden yaşama tarzına, eğitim kuruluşlarından sanayi kuruluşlarına kadar birçok alanda yenilikler yaşandı.
Bu dönemde şehir yeni alanlara doğru genişlemeye başladı. Suriçi Bakırköy yönünde, Galata ise Teşvikiye yönünde yayılırken; Boğaziçi’nde Sarıyer’e iskan hızlandı. Anadolu yakası ise bir taraftan Bostancı, diğer taraftan Beykoz’a doğru büyüdü.
Kentin genişlemesine paralel, hızlı bir imar faliyeti de söz konusuydu. Bir taraftan padişahlar, diğer taraftan da devlet erkanı, gayrımüslim zenginler ve yabancı elçilikler adeta saray, köşk ve malikane yaptırma yarışına girdiler. Dolmabahçe, Çırağan ve Beylerbeyi Sarayları, Ihlamur ve Küçüksu Kasırları, Ayazağa, Alemdağ, İcadiye ve Mecidiye Köşkleri bu dönemde inşa edildi. Yine bu dönemde “mebain-i emriyye” adı verilen birçok kamu binası da yaptırıldı. Çeşitli semtlerdeki postane binaları, Tophane, Maçka Silahhanesi, Harbiye Nezareti ve Pangaltı Harbiye Binaları bunların başında gelmektedir.
Yaşanan hızlı Batılılaşma etkilerini mimari üzerinde de gösterdi. Bu dönemde klasik Osmanlı mimarisi
terkedildi ve yeni yapılar barok, rokoko, neogotik ve ampir gibi Batılı tarzlarda inşa edildi. Hatta bu üslup değişmesi cami mimarisine kadar nüfus etti.
Bu yıllar, altyapı ve kent hizmetlerinde de önemli gelişmelere sahne oldu. Haliç üzerine köprü yapılması , tünel (metro), Rumeli Demiryolu, kent içi deniz taşımacılığı yapan Şirket-i Hayriye’nin açılması, Şehremaneti (Belediye) örgütünün diğer belediye dairelerinin kurulması, ilk telgraf hattının çekilmesi, Zaptiye Nezareti’nin kurulması ve ona bağlı karakolların açılması, Vakıf Gureba Hastanesi’nin hizmete girmesi ve Atlı Tramvay Şirketi bu gelişmelerin sadece bazılarıdır.
Batılılaşma sürecini besleyecek modern eğitim kurumlarının açılmasına da bu dönemde büyük önem verildi. Bugünkü İstanbul Üniversitesi’nin temeli olan Darülfünun, erkek ve kız rüşdiyeleri (liseler) Ziraat Mektebi, Telgraf Mektebi, Darülmaarif (Maarif Koleji), Darülmuallimin (Öğretmen Okulu), Orman Mektebi, Ebe Mektebi, Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi), Sanayi Mektebi ve Mekteb-i Tıbbiyey-i Mülkiye bu dönemde eğitime başlayan okullardandır.
Tüm bu değişmeler doğal olarak kentin sosyal yaşamını da derinden etkiledi. Özellikle Kırım Savaşı’nda İstanbul’a gelen İngiliz, Fransız ve İtalyan asker ve subayları ile Galata’da yerleşmiş bulunan Levantenlerin yaşam tarzı İstanbul ahalisi üzerinde müessir oldu. Bu dönemde Beyoğlu, meyhaneleri, kahvehaneleri, tütüncü dükkanları, balozları ve tiyatrolarıyla tam bir eğlence merkezi haline geldi. Rum, Ermeni ve Yahudi kızları kantolar söylemekte; Beyoğlu’nun yanısıra Şehzadebaşı ve Gedikpaşa’da da tuluattan modern tiyatroya kadar bütün gösteriler kumpanyalarca sahnelenmekteydi. Toplumun eğlence alışkanlıklarıyla birlikte, zevkleri de değişiyordu. Sadece saray çevreleri ve zenginler değil orta halli aileler de Batı tipi lüks tüketime yöneldi. Evlerin iç dekorasyonu değişti; masa, sandelye ve koltuk gibi eşyalar evlere girmeye başladı. Yine bu dönemde yazlık ve kışlık adeti başladı. Suriçi ve Beyoğlu kışlık; Boğaz, Kadıköy ve Adalar yazlık yerlerdi. Bu nedenle önceden Boğaz’da yalı satın alacak paralar, mevsimlik kira olarak ödenir hale geldi.
İstanbul’un ekonomik yapısı da bu dönemde birçok değişiklik yaşadı. Geleneksel esnaf örgütleri olan loncalar dağıtıldı ve devlet, esnafı şirketleştirmek için krediler vermeye başladı. Haliç çevresinde ve Tophane’de sanayi tesisleri kuruldu. İstanbul bu dönemde ilk kez olarak grevlerle de tanıştı.
Bu yıllar Galata’nın finans alanında güçlenmesine de şahit olacaktı. Galata bankerleri artık doğrudan saraya borç veriyor veya Osmanlı’nın kombiyo işlemlerini yönlendiriyordu. Devlete ait tahvillerin miktarı bir borsa kurulmasını gerektirecek ölçüde çoğalmış; kurulan Galata Borsası sadece Galatalı bankerlerin değil sıradan vatandaşın da ilgisini çekmeye başlamıştı.
Bu dönem İstanbul’unda siyasi hayat da çok hareketlenecektir. Bir taraftan Batıcılık, diğer taraftan İslamcılık ve Türkçülük akımları güçlenecek, bir Tazminat aydını grubu ortaya çıkacak; sanat ve edebiyat canlanacak; Takvim-i Vekayi, Ceride-i Havadis, Basiret, Vakit, İstikbal, Sadakad, Sabah, Hayat ve Cihan gazeteleri çıkmaya başlayacaktır.
1844 ilk nüfus sayımı, 1870 Beyoğlu ve 1872 Kuzguncuk yangınları, 1845’de ilk çiçek aşısının uygulanması ve İstanbul için bir mülk vergisinin konması da bu dönemin anılmaya değer diğer olaylarıdır.


EDB 303 Tanzimat Öncesi Türk Edebiyatı Tarihi 3+0 3,0
Edebiyat Tarihi Kavramı: Tarih ve sosyoloji ile ilgisi, Türk edebiyatının başlangıcı, Kaynakları, Özellikleri, İslamiyetten önceki Türk edebiyatı, Tarih, Çevre, Sosyal yaşam, Gelenek ve Mitoloji ; Sözlü Edebiyat Verimleri : Destanlar, Koşuk, Sav, Sagu ; Dil ve Yazı : Dialektler, Alfabeler, İlk yazılı edebiyat verimleri, Orhun yazıtları, Uygur metinleri; İslam Uygarlığı Etkisindeki Türk Edebiyatının Genel Özellikleri : Tarih, Çevre, Sosyal yaşam ; Dil ve Lehçeler : İlk verimler, Doğu lehçesi ve edebiyatları, Anadolu edebiyatı, Halk edebiyatı, Divan edebiyatı, Nesir edebiyatı.

EDB 304 Tanzimat Sonrası Türk Edebiyat Tarihi 3+0 3,0
Tanzimat Edebiyatı: Tanzimatı hazırlayan tarihi, sosyal, kültürel nedenler, Tanzimatın sınırları, dönemleri, kaynakları, genel nitelikleri, Tanzimatçıların ortak özellikleri, Tanzimat döneminde dil sadeleşmesi ve nesir alanında değişim ve yenilenme, Edebiyatımıza batı edebiyatından gelen nesir türleri; Çeviri: İlk çeviriler, Tiyatro, Tiyatro çalışmaları ve ilk yapıtlar; Gazete ve Dergi: İlk gazeteler; Basın: Roman, Hikaye, İlk romanlar; Diğer Türler: Eleştiri, İnceleme, Tarih, Mektup; Türk Dili ve Tarihi İle İlgili Çalışmalar; Tanzimatta Nazım; Servet-i Fünun Edebiyatı; Milli Edebiyat; Cumhuriyet Dönemi.
NURUZİYA SOKAĞI

De Gaulle, Mitterand, Mimar Mongeri'nin, dans hocası Panosyan'ın, Behice Boran'ın, Kadri Aytaç, Örsan Öymen'in, M. Butterfly'ın, Franz Liszt'in adımlarını duyar gibiyiz bu sokakta. Az daha Kamelyalı Kadın da gelecekti. Galatasaray'daki Nuruziya Sokağı nice misafir ağırlamış, nice ömürler yaşamış, büyük bir yangın geçirip yeniden inşa edilmiş, bazen yalnız kalmış, terkedilmiş, ama mahalle hüviyetini hiçbir zaman yitirmemiş bir sokak.
Nuruziya Sokağı, özellikle dekadan Tanzimat Devri'nin en itibarlı sokaklarındadı. O dönemden, hatta 16. yüzyıldan bugüne kadar siyasi, ekonomik, toplumsal gelişmelerden bu denli etkilenen sokak azdır. Osmanlı - Fransız - Leh uzlaşması, Lehistan'ın bölünüşü, Rus Devrimi, kozmopolit üç kıta imparatorluğunun çöküşü, mübadeleler, "Vatandaş Türkçe Konuş Kampanyası," Varlık Vergisi, 6-7 Eylül, 1964 sürgünü, '74 Kıbrıs krizinin dolaylı ve dolaysız olarak oluşturduğu psikolojik ortam, sokağın topografisini kökten değiştirmiş bulunuyor.
Nuruziya, Galatasaray'dan Tünel'e giderken sol kolda, Odakule'nin tam karşısındaki sokak. Eskiden adı Polonya Sokağı imiş. 1930'larda devrin belediye meclisi tarafından adı değişirilip, Mason dünyasının iki önemli kavramı olan "nur" ve "ziya"yı bir araya getiren "Nur-u Ziya" adını almış. Tarihi boyunca büyük sarsıntılar geçiren bu sokak bugün eski dokusunu tamamen koruyamamakla beraber, gene de taşıdığı melez mimariyle son derece özgün. Bir zamanlar Karaköy - Galatasaray dolmuşlarının kalktığı girişinde bugün sadece High School'un heybetli binası bulunuyor.

Benzer Konular

15 Haziran 2014 / Ziyaretçi Cevaplanmış
17 Aralık 2008 / Ziyaretçi Cevaplanmış
9 Mart 2011 / Ziyaretçi Soru-Cevap
19 Eylül 2013 / Misafir Soru-Cevap
24 Eylül 2011 / Misafir Soru-Cevap