Arama

Osmanlı Padişahları - Sultan İkinci Abdülhamid

Güncelleme: 8 Ocak 2017 Gösterim: 44.988 Cevap: 18
kompetankedi - avatarı
kompetankedi
VIP Bir Dünyalı
8 Ocak 2007       Mesaj #1
kompetankedi - avatarı
VIP Bir Dünyalı

Abdülhamid II

(d. 21 Eylül 1842, İstanbul - ö. 10 Şubat 1918, İstanbul),
Osmanlı padişahı (1876-1909). Bunalımlı bir dönemde Batı’ya karşı dengeci, Doğu’ya karşı İslamcı politikalar izlemiş, ülke içinde mutlakiyet yönetimini güçlendirmiştir.
Sponsorlu Bağlantılar
Abdülmecid’in oğludur. Annesi Tirimüjgan Kadın’dır. Sarayda geleneksel bir eğitim gördü. Abdülaziz’in yerine tahta geçirilen V. Murad’ın hastalığının artması üzerine, Mehmed Rüşdi ve Midhat paşalar, meşrutiyet ve özgürlük yanlısı görünen veliaht Abdülhamid Efendi’nin tahta çıkmasına önayak oldular. 31 Ağustos 1876’da II. Abdülhamid’in padişahlığı ilan edildi.

Ad:  2.Abdülhamit Han..jpg
Gösterim: 5604
Boyut:  37.5 KB

Meşrutiyet'in ilanı.

II. Abdülhamid tahta çıktığında, Osmanlı Devleti büyük bir bunalım içindeydi. Mali sıkıntı dayanılmaz boyutlara varmış, yeni bir güçler dengesinin arayışı içindeki Avrupa’nın değişik başkentlerinden kaynaklanan baskılar artmıştı. Başkent İstanbul’da ise tam bir kargaşa hüküm sürmekteydi. Aydınlar ve siyaset çevreleri meşruti bir düzene geçilmesiyle Avrupa’nın diplomatik baskısının hafifleyeceği inancındaydılar. Ayrıca devlet yapısının belli ilke ve kurallara bağlanması ve temsili katılımla devletin sağlam bir toplumsal temele dayandırılması gerekli görülüyordu.

II. Abdülhamid daha önce verdiği sözü tutarak, 23 Aralık 1876’da Kanun-ı Esasi’yi ilan etti. Böylece I. Meşrutiyet dönemi açılmış oldu . Kanun-ı Esasi’de, yönetim örgütünün çalışma ilkeleri, yargı organlarının bağımsızlığı ve temel insan hakları güvenceye bağlanmakla birlikte, egemenliğin tek kaynağı olarak gene padişah gösterilmekteydi. İlk Osmanlı Heyet-i Mebusan’ı19 Mart - 28 Haziran 1877 ve 31 Aralık 1877 - 13 Şubat 1878 aralıklarında olmak üzere iki dönem toplandı. Ülkenin her yanından gelen mebuslar, devlet yönetimini eleştirmekten kaçınmadılar. Eleştirilerin iyice sertleştiği ikinci dönemde, padişahı hedef alan konuşmalar bile yapıldı.

Kanun-ı Esasi’nin ilan edildiği gün, Paris Antlaşmasında imzası bulunan devletlerin elçilerinin katıldığı Tersane Konferansı toplandı. Batılı devletlerin, Balkanlar konusunda Osmanlılardan istediği ödünler reddedilince konferans dağıldı. Aynı tarihlerde Osmanlı Devleti’ne savaş açmaya niyetlenen Rusya’ya engel olmak amacıyla Londra’da toplanan konferansta bazı kararlar alınmıştı. İngiltere, Osmanlıları ödün vermeye zorlayan bildirgelere imza koymakla birlikte, savaş çıkarsa mali destek sağlayacağını belirtiyordu. Rus önerileri kabul edilmeyince, Rusya Osmanlı Devleti’ne savaş açtı. 24 Nisan 1877’de Osmanlı-Rus Savaşı patlak verdi (Osmanlı-Rus Savaşı, 1877-78). On ay kıyasıya süren savaşta, Osmanlılar hiç yardım görmedi. Çarlık ordusu Romenler, Bulgarlar, Sırplar ye Karadağlılarla birleşerek Tuna’yı aştı ve İstanbul önlerine kadar geldi. Bu durum karşısında barış isteyen II. Abdülhamid, yenilgiden sorumlu saydığı Meclis-i Mebusan’ı Şubat 1878’de süresiz kapatarak yönetime tek başına egemen oldu.

3 Mart 1878’de Ayastefanos Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmayla Karadağ, Sırbistan ve Romanya’ya tam bağımsızlık veriliyor; Makedonya’yı da içine alan bir Bulgaristan Devleti kabul ediliyor; özerk Bosna- Hersek ile Girit’e ve Ermenilerin bulunduğu vilayetlere ayrıcalıklar tanınıyor; Doğu Anadolu, Kars, Ardahan, Batum, Doğubeyazıt ve dolayları Rusya’ya bırakılıyordu. Bu arada İngiltere, işgal ettiği Kıbrıs Adasının kendi kullanımına verilmesini öngören bir antlaşmayı Osmanlılara imzalatmayı başardı (4 Haziran 1878). İngiltere, Paris Antlaşması’na uymadığı gerekçesiyle Ayastefanos Antlaşmasına da karşı çıktı. Avusturya ve Almanya’nın aracılığıyla 13 Haziran-13 Temmuz 1878 arasında toplanan Berlin Kongresi’nde imzalanan antlaşmayla Makedonya ve Batı Trakya Osmanlı Devleti’ne bırakıldı. Romanya, Sırbistan ve Karadağ’ın bağımsızlığı onaylandı. Ruslar Kars, Ardahan, Batum, Besarabya ile Tuna ağzını aldılar. Osmanlıların denetiminde Hıristiyan bir valinin yöneteceği özerk Doğu Rumeli Vilayeti kuruldu.

Mutlakıyetçi yönetimi. II. Abdülhamid, dış siyasette uzlaşmacı bir tutum izlemesine karşılık, ülke yönetiminde sert bir politika uyguladı. İlkin Abdülaziz’in intihar etmeyip öldürüldüğü ileri sürülerek, Yıldız Sarayındaki Malta Köşkü’nde özel bir mahkeme kuruldu. Midhat, Mahmud ve Nuri paşalar cinayeti düzenlemekle suçlanıp yargılandılar ( Yıldız Mahkemesi). Ülke Yıldız Sarayı’ndan yönetilirken, dış felaketler de birbirini izledi. Fransızlar Tunus’u (1881), İngilizler Mısır’ı (1882), Bulgarlar Doğu Rumeli Vilayeti’ni işgal etti (1885). İmparatorluk siyasal bağımsızlığına gölge düşüren yaptırımlarla yarı sömürge durumuna getirildi. Devletin toparlanabilmesi için zamana gerek olduğuna inanan Abdülhamid, bazı ödünler pahasına, ağır bir yük oluşturan savaşlardan kaçınma yoluna gitti. Osmanlı Devleti’nin varlığı için en büyük tehlike olarak gördüğü İngiltere’ye karşı Rusya ile dostluk kurmaya yöneldi. Bir yandan da Almanya’ya yanaştı ve Fransa’nın tepkisini çekmemeye özen gösterdi. Bu güçlerin desteğiyle ve ince hesaplara dayanan bir denge politikası izleyerek Ingiltere’nin etkisini kırmaya çalıştı.

Abdülhamid ekonomik alanda dış borçları temizlemeye öncelik verdi. Tahta geçtiğinde, 1854-74 arasında alınmış dış borçların vadesi dolan yıllık anapara ve faiz ödemeleri devletin olağan gelirlerinin yarısını aşıyordu. 20 Aralık 1881’deki Muharrem Kararnamesi ile alacaklı ülkelere belli devlet gelirlerini toplamak üzere Düyun-ı Umumiye İdaresi’ni kurma ayrıcalığı verildi. İdare meclisi ile yapılan ilk anlaşmada, Abdülhamid dış baskı aracı olan ağır borç yükünden bir an önce kurtularak devlete mali saygınlık kazandırmayı amaçlıyordu. Ama Osmanlı Devleti’nin Avrupa piyasasındaki görüntüsü düzelirken, anlaşmadaki bazı hükümler yüzünden borç senetlerindeki değer artışı Düyun-ı Umumiye’nin işine yaradı. Bu arada sürekli yeni borçlanmalara gidildi. Devlet gelirlerinin yaklaşık yüzde 30’u borçların ve faizlerin ödenmesine ayrıldığı halde borçlar temizlenemedi. Gene de alınan borçlardan çok daha fazlası ödendi. Tanzimat borçları büyük ölçüde hafifletilebildi. Ancak borçlanmalara karşılık yeraltı ve yerüstü kaynaklarının işletme hakları İngiliz, Fransız, Alman şirket ve bankalarına bırakıldı. Osmanlı Bankası’na geniş yetkiler tanınarak, devlet mâliyesinin yabancı uzmanlarca denetlenmesine olanak tanıyan kararlar alındı.

Öte yandan dünyadaki genel ekonomik bunalımın ve kapitülasyonların da etkisiyle tarımsal üretim düştü, yatırımlar durdu, devlet gelirlerinin büyük bölümünü oluşturan tarımsal vergilerin toplanması aksadı. Çözüm olarak ‘‘imtiyaz usulü”ne, yani belli bir projeyi süreli bir işletme tekeli karşılığında ihale etme yöntemine başvuruldu. Bu yöntemle çeşitli yörelerde yeni yatırımlar yapıldı. 1900’den sonra dünya bunalımı atlatılarak tarımsal ürün fiyatlarının tırmanışa geçmesiyle birlikte, üretim ve dışsatımda önemli artışlar sağlandı. Ama ihalelerdeki devlet payının sınırlılığı bir “imtiyaz borsası” doğurdu. Büyük rüşvet ve yolsuzluk ağları kuruldu. Aynı uyruklu şirketlerin imtiyazlarını belli bölgelerde toplamaya çalışması, ülkenin yabancı devletler arasında ekonomik nüfuz bölgeleri biçiminde paylaşılmasına yol açtı.

Aynı yıllarda Alman tekelleriyle İngiliz-Fransız sermayesi arasındaki savaşın demiryolu yapımı alanına kaydı ye Deutsche Bank'ın zaferiyle sonuçlandı. İslam dünyasıyla bağları güçlendirmeyi temel bir siyaset haline getiren Abdülhamid, Almanya’dan aldığı mali destekle 1888’de Haydarpaşa-İzmit Demiryolu hattını Ankara’ya kadar uzatmaya girişti. 1902’de bir Alman tekeline Ankara’yı Bağdat’a bağlayacak bir hat yapımı için büyük ayrıcalıklar verdi. Ama mali ve teknik güçlükler yüzünden bu proje çok yavaş ilerledi (Bağdat Demiryolu).

Abdülhamid, dış tehlikeler karşısında devletin doğal dayanağı olarak gördüğü Müslüman tebaya öncelik verme siyasetini benimsedi. En deneyimli yöneticileri başta Anadolu ve Suriye olmak üzere Müslümanların çoğunlukta olduğu vilayetlere gönderdi. Müslüman unsurun desteğini pekiştirmek için tarikatlarıda kullandı. Nüfuzlu taşra ailelerinin ve aşiret önderlerinin desteğini de kazanmaya çalıştı. Halifelik kurumundan yararlanarak panislamist ideolojiyi yaymaya çalıştı. Hıristiyan azınlıklara karşı sert önlemler alırken, Siyonistlerin Filistin’de bir devlet kurmak için yaptığı toprak satın alma önerilerini geri çevirdi.

Abdülhamid, dine verdiği öneme karşın, kendi gelirleriyle ayakta duramayan medreselerin bozularak yeni yöntemlerle eğitim veren okullara dönüştürülmesine önayak oldu. Genişleyen kamu kesiminde çalışacak nitelikli uzman-memur yetiştirmek üzere yüksek düzeyli meslek okulları açtı. Bu okullara temel oluşturmak ve gençlerin kurulu düzene uygun biçimde yetiştirilmesini sağlamak için de ilk ve ortaöğretime ağırlık verdi. Koyu bir sansür uyguladığı halde, yayın çalışmalarını desteklediği için kitap, dergi ve gazete sayısında büyük artış oldu.

II. Meşrutiyet’in ilanı ve tahttan indirilmesi. Abdülhamid’in mutlakıyetçi yönetimine karşı en güçlü muhalefet, onun kurduğu okulların öğrencileri ve mezunları arasında oluştu. Devletin işleyişindeki aksaklıklardan doğrudan etkilenen genç memurlar ve subaylar arasında tepkiler yoğunlaştı. Abdülhamid 1878’de kendisini tahttan indirip yerine V. Murad’ı çıkarmak için girişilen Ali Suavi Olayı’nı önledikten sonra, baskılarını daha da şiddetlendirdi. Ülke içinde geniş bir hafiye örgütü kuruldu, meşrutiyet yanlısı aydınlar sürgüne gönderildi ya da Avrupa’ya kaçtı.

Hoşnutsuzluk giderek arttı ve Abdülaziz döneminde filizlenen Jön Türk hareketi, 1889’da İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne dönüştü. 1900’e varıldığında, Abdülhamid döneminin çelişkileri iyiden iyiye derinleşmişti. Ekonomik önlemlerin meyvesi alınmaya başlandıysa da, bundan en çok yararlanan Batıklar ve onların iş ortakları oldu. Bu dönemde ellerinde toprak ve para birikimi oluşan eşraf da giderek muhalefetin sesine kulak vermeye başladı. Öte yandan I. Dünya Savaşı’nın yaklaştığı o yıllarda, büyük Avrupa devletleri arasında gelişmeye yüz tutan katı bloklaşmalar da Abdülhamid’in dengeci dış siyasetini geçersiz kıldı.

Giderek güçlenen İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin baskısıyla II. Abdülhamid 24 Temmuz 1908’de Kanun-ı Esasi’yi yeniden yürürlüğe koydu, II. Meşrutiyet ilan edildi (Meşrutiyet, İkinci). Ancak artan huzursuzluklar ve kışkırtmalar sonunda 31 Mart Olayı olarak bilinen ayaklanma patlak verdi (13 Nisan 1909). Selanik’te kurulan Hareket Ordusu 23/24 Nisan gecesi İstanbul’a girmeyi başardı ve ayaklanmayı bastırdı. II. Abdülhamid ayaklanmayla ilgisi olduğu gerekçesiyle 27 Nisan 1909'da tahttan indirildi ve Selanik’e gönderildi. Balkan Savaşı’nın çıkmasından sonra 1912’de İstanbul’a getirilerek Beylerbeyi Sarayı’na yerleştirildi ve orada öldü.

Abdülhamid’in anıları ve siyasal görüşleri, Hatırat-ı Sultan Abdülhamid-i Sani (1924; yay. haz. V. Örfi [Bengü]), Abdülhamid’in Hatıra Defteri (1960; yay. haz. İ. Bozdağ), Siyasi Hatıratım (1924), Abdülhamid Han’ın Muhtıraları: Belgeler (1974; der. M. Hocaoğlu), Devlet ve Memleket Görüşlerim (1976; der. A. Çetin ve R. Yıldız) adlı kitaplarda yayımlanmıştır.


Son düzenleyen perlina; 8 Ocak 2017 23:06
Galacticos - avatarı
Galacticos
Ziyaretçi
28 Ekim 2007       Mesaj #2
Galacticos - avatarı
Ziyaretçi
Ad:  Abdülhamid II2.jpg
Gösterim: 1882
Boyut:  58.4 KB
Çok tartışılan, çok takdir edilen ve en çok yerilen Osmanlı sultanı desek yanlış olmaz. Hem muhaliflerinin hem de dost olması gerekenlerin eleştirdiği bir insan. Bunların bir kısmı sonradan hakkını teslim ettiği gibi, ah! neredesin sultanım diye kendi kedilerini tekzip ettiklerini biliyoruz ama hala O’nu ve O’nun dönemini anlamamakta direnen, körü körüne düşmanlık besleyen aydınların sayısı da az değil. Sultan Abdulmecid’in padişah olan dört oğlundan biridir Abdulhamid. Kardeşleri, 5.murat,Mehmet Reşat ve Vahdettin de Osmanlının en sancılı yıllarında yükü omuzlamışlar ama onun kadar tarihe malzeme bırakmamışlar.

Sponsorlu Bağlantılar
Abdulhamid’i şimdi hatırlatmak istiyorum ki; beş ay içinde hiç olmazsa onunla ilgili birkaç kitap okur, ansiklopedi karıştırır, lehte ve aleyhteki tezleri görürsünüz.Ona göre de bir Fatiha mı yoksa bir Yasin mi okuyacaksınız karar veresiniz. Bu kadar sıcak gündemin arasında nostalji olsun diye gündeme getirmiyorum. Bugün yaşadığımız olaylar, yabancı devletler ile ilişkiler , ittihat terakkinin kuruluşu,gelişmesi ve operasyonları,kavmiyetçilikten kaynaklanan savaşlar ve bölünmeler,Avrupa devletlerinin Osmanlıya azınlıklar üzerinden yaptığı baskılar,Ermenilerin ayaklanmaları, arap milliyetçiliğinin nasıl kullanıldığı, doğu ve güneydoğu vatandaşlarının İstanbul muhabbeti ve daha bir sürü başlık. Dönemler çok benziyor birbirine, isimler ve mevkiler değişmiş ancak uygulamalar pek değişmemiş.

Yeni bir belgesel çalışmasına başladık. Konusu yazıdan anlaşılacağı gibi Sultan 2.Abdulhamid. Piyasada güzel kitaplar da var.Hani kitap fuarları kapanmadan belki merak edersiniz de yaklaşık 33 sene Devlet-i Aliyi idare etmiş bir liderin sırlarını öğrenmek isterisiniz. Dönemi anladıkça sultanın neleri hangi sebeplerden dolayı yaptığını anlamak kolaylaşıyor. O’nun samimi bir dindar, hatta ehlullahtan olduğunu ayrı bir kalemde değerlendirmek lazım, dışarıda düveli muazzamaya karşı verdiği mücadeleyi, içerde kendi ifadesi ile “avrupaya gidip gelen, hürriyetin sadece görünen yüzüne aşık, olan ama içini doldurmakta zorlanan Genç Türklerle olan muhavereleri sohbetleri ayrıca ele almak lazım.

Bu süre içinde, o dönemi iyi tahlil eden seminerler, konferanslar, açık oturumlar düzenlenebilir. Başta üniversiteler olmak üzere dernekler, belediyeler,sendikalar bilimsel çalışmalara katkı sağlayabilir. Vatandaşlarımız da İstanbul’daki Maslak Köşkünü,Yıldız Sarayını ve son nefesini verdiği Beylerbeyi Sarayını ibretle ve hayretle gezebilir. O’nun dokunduğu eşyaya dokunabilir ,o’nun gezdiği halılara basabilir.Biz ekip olarak gidip gezdik.Sanki koca sultan hasta yatağından kalkıp bize seslenecekmiş gibi geldi.
O şimdilik istirahatgahında aşık olduğu Nebi’nin(SAV) kendisine “gel” diyeceği günü bekliyor.Ve belki de lisanı haliyle amcası ikinci Mahmut ile beraber yattığı Çemberlitaş’taki türbeden bize sesleniyor “gelin bir fatiha mı? bir yasin mi okuyacaksınız,gelin ve okuyun”.

Sultan Abdulhamid diyor ki:
“Dostlarım beni, yumuşak başlı olmakla, düşmanlarım, zalim gaddar olmakla suçlarlar.. İki taraf da yanılır.. Ben ne bir Yavuz Selim Han idim, ne de Yavuz Selim Han'ın ülkesi benim buyruğumdaydı. Ben, doğuştan merhametli bir insanım. Fakat devletin merhametle idare edilemeyeceğini de bilirim. Ne yaptıysam, yapabildiğimdir. Benim tarih huzurunda ve Allah huzurunda hiçbir tereddüdüm yok. Ne yaptıysam, mülkün bekası, ahâlinin refahı ve huzuru için yaptım. Kendi duygularımı bir kenara koydum.Bir insanda ateş böceği kadar aydınlık gördüysem, onun kim olduğuna, niyetinin ne olduğuna bile bakmadan, yıldız muamelesi yaptım ve işbaşına geçirdim. Kusurları bağışladım. Bencillikleri hoş gördüm. Vatan haini olduğuna inandığım insanları bile, şahsen suçlamadım, adaletle muhakeme ettirdim. Hâkimlerin verdikleri cezaları hafiflettim. Bazılarını, «Kul kusursuz olmaz» diyerek bağışladım. Bunu herkes bilmiyorsa, tarih ve Allah elbette bilecektir. Bu noktada hiçbir huzursuzluğum yok.
Son düzenleyen Safi; 8 Şubat 2017 20:04
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
31 Mayıs 2008       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ad:  abdulhamid.jpg
Gösterim: 1642
Boyut:  128.0 KB

SULTAN II. ABDÜLHAMİD HAN


Abdülmecid'in oğludur. Annesi Abdülmecid'in Çerkez asıllı kadın efendisi Tir-i Müjgan’dır. 21 Eylül 1842 tarihinde Çırağan Sarayı’nda dünyaya geldi. 1853 yılında, 11 yaşında iken annesi veremden ölünce manevi annesi ve padişahın çocuksuz kadın efendisi Pirustu'nun elinde büyüdü.

Orijinal fotoğraflardan II. Abdülhamid'in kartal burunlu, orta boylu, parlak ve iri gözlü, siyah düz saçlı o1duğunu görmek mümkündür. Karakteri hakkında ise, hakkında çok spekülasyon yapılan bir padişah olması nedeniyle tarafsız nitelendirmeler yapmak imkânsızdır.

İslam Ansiklopedisi'nde II. Abdülhamid’in biyografisini yazan Hamid Ongunsu, onu "...zeki ve özellikle gerçek karakterini ve düşüncelerini gizlemekte pek mahir" olarak tanımlamaktadır. Bazı kayıtlarda içine kapanık, kendi halinde, davranışlarında samimi olmayan, sözünde durmayan bir kimse olarak da tanımlanır. Bu yanlış tanımlamalara karşılık bütün kaynaklar onun müthiş bir zeka ve hafızaya sahip, çalışkan, azimli, vefakar ve şüpheci olduğunda hemfikirdir. Aynı zamanda saygılı ve nazik olduğunu, gönül almasını bildiği de söylenir.

II. Abdülhamid'in eğitim düzeyi hakkında Ongunsu gibi yazarlar güçlü bir eğitimi olmadığı nitelendirmesini yaparken, Cevdet Küçük gibi kendisine daha ılımlı yaklaşanlar iyi bir eğitim aldığını ifade eder.

Ancak tarihçiler II. Abdülhamid’in, Gerdankıran Ömer Efendi’den Türkçe, Ali Mahvî Efendi'den Farsça, V'ak’anüvis Lütfi Efendi'den Osmanlı Tarihi, Edhem ve Cemal Paşalarla Gardet adındaki bir Fransızdan Fransızca, Guarelli ve Lombardi adındaki iki İtalyandan da Musikî öğrendiğini kaydederler.

Gençlik günlerinde veliaht olarak büyük kardeşi Şehzade V. Murad görüldüğü için saray çevrelerinde fazla ilgi görmeyen Abdülhamid, bu nedenle aşırılıktan uzak, sade bir hayat yaşamıştır.

Bir taraftan Kadirî tarikatına eğilim göstermesi, diğer taraftan da iyi bir klasik batı müziği dinleyicisi olması, onun farklı bir kişilikte olduğunu göstermektedir. Boş zamanlarında Batıdan getirdiği opera, orkestra, piyanist ve kemancılara sarayda konserler verdirdiği de kaydedilmektedir. Marangozluk yapmak, kılıç kullanmak, ata binmek ve tabanca ile atış yapmak hobileri arasındaydı.

Ancak; hiçbir zaman çalışmalarını aksatmamış, yoğun bir çalışma programı yürüterek günde 16 saat mesai yaptığı geceler çok olmuştur. Bu özellikleri nedeniyle ciddiyetten taviz vermeyen, hata ve ihmali kolay kolay affetmeyen bir kişiliği vardı. Sorumlulukları dağıtır, fakat kesin kararı hep kendisi verirdi.

Aile hayatı hakkındaki bilgilere gelince; Abdülhamid'in 8 kadın Efendi, 5 İkbal ve 3 gözdesi olduğu kaydedilmektedir. Bu eşlerinden 12 kız, 9 erkek olmak üzere 21 çocuğu olmuştur.

Sultan Abdü1hamit, 33 yıllık bir saltanat yaşamından sonra 1909'da tahttan indirilmiş, önce Selanik daha sonra da İstanbul'da gözetim altında tutulmuş, 10 Şubat 1915 tarihinde 73 yaşında iken vefat etmiştir.
Dedesi II. Mahmud'un adıyla bilinen İstanbul Divanyolu‘ndaki II. Mahmut Türbesi‘nde yatmaktadır.

II. Abdülhamid‘in tahta çıkması Osmanlı devletinin çok buhranlı bir dönemine rast geldi. Mithat Paşa ve arkadaşları devletin içinde bulunduğu zor şartların Sultan V. Murad'ın yönetiminin zayıflığından kaynaklandığını ve sorunların çözümünün anayasal bir monarşide yer aldığını düşünüyorlardı. SonundaAbdülhamid'in anayasayı ilan edeceğinin sözünü alarak Sultan V.Murad'ı tahttan indirdiler.

II. Abdülhamid'in anayasal düzen ve Mithat Paşa ile ilgili icraatı Türk tarihçiliğinde tartışmalı bir konu olarak yer almıştır. Abdülhamid anayasanın kendisine verdiği yetkiye dayanarak 5 Şubat 1877 tarihinde kamuoyunda ve Avrupalı devletler nezdinde büyük popülaritesi ve itibarı bulunan Mithat Paşa'yı görevden almış ve sürgüne göndermiştir. Ancak meşruti düzene dokunmamış ve seçimlerin ardından 19 Mart 1877 tarihinde meclisi açmıştır.

İlk Türk Parlamentosu özelliği taşıyan ve 141 üyeden oluşan Meclis-i Mebusan üyelerinin 115'i mebus, 26'sı ayan idi. Bu mebusların 69u Müslüman, 46'sı gayri müslimdi. Büyük bir kısmı gayrimüslim olan bir meclisi açma kararı, II. Abdülhamid'in başlangıçta liberal olduğunu veya en azından liberal ve meşruti bir sisteme karşı olmadığını göstermektedir.

Buna rağmen II. Abdülhamid meclisi dağıttığı için despotluk ile suçlanmıştır. Halbuki Abdülhamid davranışlannda samimidir, ancak meclis lağvetmesinin sebebi, Meclis-i Mebusanın ve getirdiği meşruti rejimin Osmanlı-Rus savaşında ülkede kargaşaya sebep olmasıdır. Abdülhamid ve Genç Osmanlılar, Anayasanın ilanı ve meşruti idarenin kurulmasının devletin yıkılışını engelleyeceğini, gayrimüslim tebaanın devlete bağlanmasını sağlayacağını ve büyük devletlerin Osmanlıya karşı politikalarını yumuşatacağını düşünüyorlardı.

Bunların hiç birisi gerçekleşmediği gibi, daha da kötüsü oldu ve devletin bütünlüğü tehdit altına girdi. Bunun üzerine II. Abdülhamid çatlak seslerin çıktığı ve devlete sahip çıkma konusunda çok samimi bulmadığı Meclis-i Mebusanı dağıtarak, bütün yetkileri bir mutlak hükümdar gibi üzerine aldı. Böylece 1908 yılına kadar sürecek olan II. Abdulhamid'in totaliter idaresi başlamış oldu.

Eğitim seviyesi ve sultan olarak hazırlanmamasına rağmen, kendisinden beklenmeyecek bir performansla II. Abdülhamid beş yıl içerisinde güçlü bir iktidar kurmayı başardı. Hemen bütün tarihçiler onun bu başarısını, yermelerine rağmen bir siyasi strateji harikası olarak nitelendirmektedir. Kilit noktalara baş yaverlik payesiyle kendi adamlarını yerleştirmek, liberalleri anayasaya dayanarak görevden uzaklaştırmak, savaşın başarısızlığını generallere bağladıktan sonra onları sürgüne gönderen Abdülhamid, rakiplerini zamanla tek tek çevresinden uzaklaştırmayı başarmıştır.

Öte yandan Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa gibi halkın gözünde itibarı olan kişilerin karizmalarından yararlanmayı ihmal etmemiş adeta Rusya'nın zaferini kendisinin tek başına iktidar olması için kullanmıştır. Zaten Meclis-i Mebusanı dağıtma ve anayasayı askıya alma işlemlerini de Rusya baskısının bir sonucu olarak rahatça yapar.

Artık çevresindeki bürokrasi konumunu kendine borçludur. Padisah totaliter idarenin şartlarını hazırlamış, Yıldız Sarayına taşınarak da kendisini, Tanzimat'ı ve zayıf padişahları çağrıştıran simgelerden kurtarmıştır. Gerçekten de taşınma da dahil Abdülhamid'in bu tarihten sonra yaptıklarının tesadüf olmadığı açıktır. Artık Yıldız'da yeni bir dönem başlatmıştır. Onun bu yükselişini anlamak için siyasi gelişmelerin de bilinmesinde yarar vardır.

Bilindiği gibi Eylül 1876'da II. Abdülhamid çok tehlikeli diplomatik bir durum devralmıştı. Osmanlı Imparatorluğu Sırbistan ve Karadağ ile savaş halindeydi. Rusya, Bulgar isyanının başarısızlıkla sonuçlanmasını ve Balkanlardaki diğer gelişmeleri ve imzalanan Londra şartlarının yerine getirilmediğini bahane ederek Osmanlılara savaş ilan etmişti. Romenler, Sırplar, Karadağlılar ve Bulgarları yanına alan Rusya hızla güneye doğru ilerleyip Türkleri, Bulgar topraklarından çıkarmak için etnik tarihi planları uygularken, Osmanlı Devleti içinde bulunduğu malî ve askerî durum ve dış ülkelerden siyasi veya başka türlü destek alamadığından hiçbir şey yapamıyordu.

Rumeli ve Kafkasya'da cepheden çekilen Osmanlı ordusunu peşinden gelen yüz binlerce göçmen izliyordu. İşte cephede bu olaylar olurken, kendisine çok ümit bağlanan Meclis-i Mebusan, muhtelif mülkiyet gruplarının mücadele ve entrika sahhnesi haline gelmişti. Nazik durum hiç hesaba katılmıyor, Ermeni ve Rum mebuslar kendi dillerinin resmi dil olması gibi döneme hiç uymayan teklifleri tartışmaya açıyorlardı.

Ayrıca Rus ordusu Istanbul'a yaklaştığı sıralarda durumun daha da kötüleşmesini önlemek için Edirne'de Ruslarla imzalanan Edirne Antlaşması da bunlara, padişahı ve çevresini yıpratma fırsatı vermişti. Halbuki padişah mütareke sonrası barış şartlarının Anayasa çerçevesinde mecliste görüşülmesi taraftarıydı. Buna karşılık saraydaki toplantıya katılan mebuslar savaşın hezimet ve sona ermesinden doğrudan padişahı suçladılar. Sadrazamın ve kumandanların azlini istediler. Nazırların meclise gelip hesap vermesi gibi talepleri öne sürdüler.

II. Abdülhamid savaşın hâlâ sürdüğünü ve durumun kritikliğini öne sürerek buna razı olmadı. Sadece sadrazam Ethem Paşa'nın yerine Ahmet Hamdi Paşa'yı getirdi. Buna rağmen 22 Ocak'ta teklif kabul edildi. Bunun üzerine padişah, anayasaya dayanarak I3 Şubat 1878 tarihinde Mebusan Meclisini süresiz olarak kapattı. Ancak Meşrutiyet ve anayasadan yazgeçtiğine dair hiçbir beyanda bulunmadı. Aksine devlet salnamelerinde bu iki müessesesinin varlığından sık sık bahsettirdi ve şeklen meşruti devlet şekli devam etti.

İnisiyatif ve sorumluluğun padişaha geçmesinden sonra II. Abdülhamid, 3 Mart 1878 yılında Ruslarla savaşa son veren Ayastefanos Antlaşmasını imzaladı. Ancak bu anlaşmaya İngiltere ve Rusya itiraz ederek şartların Berlin'de bir kongrede görüşülmesini istediler. Diğer taraftan İngiltere, konferansta Osmanlı devletine yardım edeceği bahanesiyle 4 Haziran 1878 tarihinde Kıbrıs adasının yönetimini geçici olarak üzerine aldı. Ancak bu tavize rağmen görüşmelerde İngiltere Osmanlılara karşı ilgisiz kaldı ve Sultan Abdülhamid istemeden çok ağır şartlarla Berlin Anlaşması'nı imzalamak zorunda kaldı (13 Temmuz 1878).

Bu anlaşma sonucu Osmanlı Devleti çok ağır bir harp tazminatı ödemekle kalmadı, aynı zamanda Sırbistan, Romanya ve Karadağ bağımsızlıklarını kazandılar. Bulgaristan prensliği kuruldu. Ermeniler için doğuda reform yapılması kararlaştırıldı. Dahası Osmanlı Devleti'nin ekonomik durumu bozuk olduğu için vaat ettiği harp tazminatının karşılığında Kars, Ardahan ve Batum Rusya'ya bırakıldı. Bosna-Hersek ise Avusturya tarafından işgal edildi.

Böylece Abdülhamid'in tahmin ettiği gibi Berlin'de büyük devletler Osmanlı İmparatorluğu'nu paylaşma planlarını hayata geçirmişlerdi. Dolayısıyla bu planların önlenmesi ümidiyle Abdülhamid'in bizzat verdiği Kıbrıs tavizi de işe yaramamış, stratejik öneme ait bir ada İngilizlere devredilmişti.

Bu tarihe kadar devam eden olayların gelişmesinde II. Abdü1hamid'in rolü olmamış, fakat mutlakiyet yönetimini kurmasına ve 1881 yılı sonlarından itibaren idareyi tamamen kontrolüne almasına ortam hazırlanmıştır. Yönetimi paylaşmanın ülkeye felaket getirdiğine inanan ve artık aleyhinde sözler söylenmesine dahi tahammülü kalmayan II. Abdülhamid, hükümeti, ulemayı ve orduyu avucunun içine aldı.

Bundan sonra kafasındaki Osmanlı'yı yeniden canlandırmak için planlarını ve düşüncelerini bir bir uygulamaya koyar. Ancak İslamcı olarak nitelendirilen ve halifeliğin avantajlarına sığınan Abdülhamid tuhaf bir seçenekle karşı karşıyadır. İddialı reform planlarını hazırlama konusunda en büyük destekçisi Ingiliz Büyükelçisi Layord'dur.

Fakat despot bir idare kurmakla suçlanan II. Abdülhamid, bilindiği imajının tersine adalet reformu, eğitim reformu, çevre düzenlemesi, demiryolları inşası, savunma sisteminin modernleştirilmesi gibi pek çok reform ve düzenlemeyle ülkeyi batı standartlarına yaklaştırır. Adeta Cumhuriyetin mimarları ve alt yapısı bu reformlar sayesinde meydana çıkmıştır.

Ne var ki bu reformların faturası kabarık olmuştur. Abdülhamid'den önce Abdülaziz döneminde alınan borçların ödenmesi sırasında yaşanan problemler yüzünden devletin kredibilitesi düşmüştü. II. Abdülhamid'in bu sorunu aşmak için yapabileceği çok fazla şey de yoktu. İthalat haklarını donduran kapitülasyonlar nedeniyle gümrük politikası işlemiyordu. İltizam sistemi eski verimini vermiyordu. Vergiler çiftlik sahiplerinin tavırları yüzünden toplanamıyordu.

İşte ekonomik alandaki bu durumu düzeltebilmek için II. Abdülhamid işe koyuldu. Önce devletin dış borç kredibilitesini düzeltmek amacıyla bankerlerle bir anlaşma yaptı (22 Kasım 1880). Daha sonra, dış borçlar için ayrı bir düzenleme yaparak devletin yıllık gelirlerin yarısından fazlasını tüketen ve devletin prestijini sarsan dış borçların tasfiyesine girişti.

Avrupalı alacakların temsilcileriyle 20 Aralık 1881 tarihinde bir anlaşma imzaladı. "Muharrem kararnamesi" olarak meşhur olan bu anlaşma ile II. Abdülhamid alacaklı ülkelere belli devlet gelirlerini toplamak üzere Düyûn-u Umumiyye'yi kurma imtiyazı tanıyordu. Bu kararname yüzünden II. Abdülhamid Türk tarihçilerinden çok eleşiri aldı ve tarihçiliğimizde polemik doğurdu.

Ancak bu durum geçici bir rahatlık sağlamıştı. II. Abdülhamid'in mali portreyi düzelttikten sonra yönetimde ve ülkede nüfuzunu arttırmak için ilk defa "Padişah ödeneği" ayrıldı. Bu padişahın şahsen bütçenin bir kısmını kendi ve ailesinin kullanımına ayırtması demektir. Bu uygulama kesin bir dille ifade edilebilir ki kişisel amaçlarla kullanılmamıştır.
II. Abdülhamid padişah ödeneğini yatırımlara, tarım alanlarının satın alınmasına, özellikle 1879 yılından sonra Mezopotamya da toprak satın alınmasına harcamıştır.

Albertine Juvaideh'in araştırma sonuçlarına göre padişah bu yolla mesela Bağdat Vilayeti ekilebilir topraklarının 1/3'üne kadar salıip olmuştur. Filistin, Musul, Basra ve diğer bazı vilayetlerde de durum farklı değildir. Çiftlikat-ı hümayun denilen bu politikanın tüm boyutları henüz araştırmaya muhtaç olmakla birlikte, padişahın otoritesini sağlamlaşrırma aracı olarak başarılı olduğunda kuşku yoktur.

Düyûn-u Umumiye'nin bir başka boyutu da olumlu ve olumsuz yanlarıyla birlikte değerlendirilmesi gereken yabancı sermaye girişidir. Düyûn-u Umumiye'den sonra borç veren ülkeler artmış, fakat Osmanlı yer altı ve yer üstü kaynaklarının işletme hakları Fransız, İngiliz ve AIman şirketi ve bankalarına bırakılmıştır.

Osmanlı Bankasının öncülüğünü yaptığı bu bankalar ve bağlantıları Osmanlı topraklarında imtiyaz bölgeleri kurmaya çalışarak, memleketin yabancı devletler arasında ekonomik nüfuz bölgelerine ayrılmasına yol açtılar.

Özellikle demiryolu alanındaki mücadele Almanya'nın zaferiyle ve ülkede müthiş bir nüfuz kurmasıyla sonuçlanmıştır. Padişah, Almanya'nın desteğiyle İstanbul'dan Bağdat'a kadar demiryolu yaptırmaya karar vererek (1902) Alman dış politikasının Irak'a girmesine de yol açmıştır. Bu karar, bir yandan da Alman İmparatorluğu ile Osmanlılar arasında yakınlaşmaya zemin hazırlayacaktır.

Bütün bu diplomatik faaliyet ve manevralar da aynı şekilde tarihçiler arasında farklı algılanmıştır. Bazı kesimler onun dahi bir dış politika izlediğini iddia ederken diğerleri tam tersini iddia etmektedirler.

Bayram Kodaman, II. Abdülbamid'in dış politika hedefınin "toprak bütünlüğü ve menfatlerini" korumak olduğunu kaydettikten sonra, devletin gücü ve hedefleri arasındaki dengeyi korumanın idraki içinde "Statükocu ve barışçı" bir dış politika benimsendi demektedir. II. Abdülhamid bunu askerî yoldan değil, diplomatik yoldan yürütebileceğine inanarak diplomasiye ve istihbarata önem vermiştir.

Gerçekten de onun dış politikasında savaş yoktur. Hatta 93 Harbi diye meşhur Osmanlı-Rus Savaşı'ndan sonra savaştan nefret ettiği söylenir. Nitekim onun dış politikası maceracı değil, fakat tavizkârdır denilebilir. Çünkü II. Abdülhamid dış politikasında en başta Anadolu ve Rumeli'yi korumayı esas almıştır.

Bu amaçla da 1878'de Kıbrıs, 1881de Tunus‘u, 1882'de Mısır'ı feda etmek zorunda kalmıştır. Onun bu politikasının belirlenmesinde uzun süre İngilizlerin rolü olduğu artık iyi bilinmektedir. Bununla birlikte gözden çıkardığı yerler dışında -zaten o dönemde devletin Mısırı Tunus'u vs. koruyacak askeri gücü de yoktu- asla tavizkâr davranmadığı da bir gerçektir.

Mesela Berlin Anlaşması sonrasında devletlerarası rekabetin Türkiye üzerinde yoğunlaştığı bir dönemde Doğu Anadolu'da Ermeni ve Girit'te Yunanlıların taleplerine karşı ısrarlı ve inatçı olabilmiş, buralar için tahtını ve canını feda edebileceğini söylemiştir.

Bunun en somut örneği Yunanistan ile savaşı göze alması ve kazanmasıdır. Bu savaşta Avrupa devletlerine rağmen padişahın savaşı kabul etmesi dikkat çekicidir. Ancak yine saldırının Yunanistan tarafından geldiği unutulmamalıdır. Bu savaşla ilgili hatırlanması gereken bir husus ise hâlâ Osmanlı Devleti'nin büyük devletlerin baskısı altında olduğu gerçeğidir. Çünkü savaşta Osmanlı ordusu Atina yakınlarına kadar kısa sürede Yunanistan'ı ele geçirmesine rağmen, dış devletlerin müdahaleleri yüzünden çok az bir tazminat dışında bir şey kazanamamıştır.
Ad:  Abdülhamid II1.jpg
Gösterim: 1484
Boyut:  101.9 KB

Bu müdahaleler karşısında II. Abdülhamid yeni bir dış politika izlemiştir. 1876'dan beri Kıbrıs'ta, Mısır'da ve diğer dış olaylarda kendisine dost görünen İngilterenin artık Osmanlı'yı parçalamak amacı taşıdığı düşüncesiyle Almanya ile sıcak ilişkiler kurulmasına öncelik ve ağırlık verilmiştir.

Rusya ve İngiltere'ye karşı riskli, fakat o günün şartları içerisinde gerekli olan bu politika değişikliğinden sonra askerî, teknik ve eğitim alanında iki ülke işbirliğine gitti. Fakat bu politika İngiltere ve Rusya'nın tepkilerini çekmekte gecikmedi. Buna rağmen İngiltere Kralı Edvard ile Rus Çarı. Nikola'nın Reval'de buluşmasına kadar, II. Abdülhamid denge siyasetini uygulamayı başardı.

II. Abdülhamid, Almanya'nın desteğiyle Panislamizm siyasetini uyguladı. Ayrıca düşmanları arasındaki ihtilafları, ajanları vasıtasıyla körüklemek suretiyle Osmanlıya karşı birleşmelerini engelledi. Onun Karadağ'ı Sırbistan'a, Yunanistan'ı ise Bulgaristan'a karşı kullanması sayesinde 1909 yılnıa kadar buraların siyasî çözülme ve uluslaşma çabaları yavaşlatılmıştır. Rumeli, dış politika hedefleri doğrultusunda Osmanlı toprağı olarak kalmıştır.


François Georgeon, II. Abdülhamid'in "devlete hiçbir maliyeti ya da yükü olmadan, tamamen diplomatik oyunlarla sağlanan dengeler sayesinde Rumeli'nin elde tutulabildiğini kaydetmektedir. Osmanlı İmparatorluğu'nun önemli ölçüde hedef küçülttüğü kabul edilirse bu bir başarı olarak telâkki edilebilir.

Halbuki II. Abdülhamid döneminde Osmanlı Devleti "Panislamizm" adı verilen bir İslâm birliği siyaseti izlemiştir. Ayrıca bugün bazı yazarlar bunun bilinçli bir politika olmadığı ve dış politika koşullarının geniş bir coğrafyada mücadele etme gereğini doğurması nedeniyle II. Abdülhamid'in siyasetinin Panislamizm olarak göründüğü iddia edilmektedir.

François Georgeon, onun Panislamizm politikası hakkında yaptığı yorumda padişahın hilafet kavramını "çağdaş" biçimiyle kendi şahsında uygulamaya çalıştığını, asıl amacının ise, halifelik makamının aslında Osmanlılar tarafından haksızca işgal edildiği ve Araplara iadesini savunan İngiltere desteğindeki Arap aydınlarına bir tepki koymak olduğunu kaydediyor. Ancak onun Panislamizm siyasetinin içi, bazılarının iddia ettiği gibi tamamen boş değildir. Ancak işe yarayıp yaramadığı tartışma konusu yapılabilir.

Bilindiği gibi II. Abdülhamid bütün Müslümanların ruhani lideri olarak sorunlarını üstlenmişti. Halife olarak konumunu güçlendirmek amacıyla Hicaz'a demiryolu döşetmek için büyük miktarlarda paralar harcamaktan çekinmemişti. Öte yandan da Hindistan ve Endonezya'ya kadar dünyanın her kesimindeki Müslümanlar ile onun döneminde temas kurularak, halifenin konumunun önemi gösterilirken, bir yandan da İngilizlerin sömürgeci ve yayılmacı siyasetleri önüne set çekilmeye çalışılmıştır. Para, misyoner ve yayınları desteklemek yoluyla yürütülen bu politika, etkinliği ne kadar tartışılırsa tartışılsın Avrupalıları korkutmaya yetmiştir.

Abdülhamid'in izlediği hilafet siyaseti, Tanzimat'tan bir kopma olarak da değerlendirilmektedir. Tanzimat döneminde kısıtlanan ve protokol görevine dönüştürülen padişahlık makamı, II. Abdülhamid tarafından eskisinden daha güçlü hale getirilmiştir. Onun Panislamizm siyaseti üstelik sömürgecilere karşı direnen İslâm dünyasnın ilk siyasi önderlerinin çıkmasına hizmet etmiştir.

Her ne şekilde değerlendirilirse değerlendirilsin, II. Abdülhamid'in uyguladığı baskıcı politikalar kendisine karşı 1900'Iü yılların başında aydın ve halk kesimleri arasında büyüyen ve etkinliğini artıran bir muhalefetin doğmasına neden olmuştur. Bu muhalefetin zemin kazanmasında imparatorluğun ekonomik portresinin çok kötüleşmesinin de önemli bir payı olduğu şüphesizdir. Fakat muhalefetin çıkış noktasını sadece ekonomik duruma bağlamak da yanlıştır. Fakat kendisine muhalif grupların maliye politikaları ve dış politikada karşılaşılan güçlükleri iyi değerlendirdiklerini söylemek yanlış olmaz.

Devrin bazı aydınları, onun baskı ve istibdadına son vermek ve ülkeyi içinde bulunduğu durumdan kurtarmanın tek yolunun meşrutiyet olduğunu düşünmekteydiler. İttihat ve Terakki Cemiyeti adlı gizli olarak kurulan ve faaliyet gösteren bu grubun öncülüğünde Ermeni, Rum, Bulgar ve Arap gibi çeşitli etnik ve dini gruplara mensup komiteciler, aralarında anlaşarak padişaha karşı muhalefetlerini arttırdılar. Abdülhamid'in ekonomi politikalarının gelişmiş batılı ülkelerin işlerine yaradığını iddia etmişler, artan fıyatlar, dış borçlar ve düşen işçi ve memur maaşları taraftar kazanmalarını kolaylaştırmıştı. Daha çok dışarıdan mücadele eden Jön-Türkler el altından ülkeye soktukları yayınlarla iyice etkili oldular.

Buna bağlı olarak yer yer yapılan grevler ve protesto gösterileri Abdülhamid'in yönetimine duyulan tepkilerin taraftar bulmasına yol açtı. Özellikle Manastır ve Selanik'teki askeri sınıflar arasında başlayan ve hızla ilerleyen muhalefet, gücünü artırınca, bir iç savaşa yol açmak istemeyen II. Abdülhamid 23 Temmuz 1908'de anayasayı tekrar yürürlüğe koydu. Padişah, II. Meşrutiyet adı verilen bu dönemi başlatırken, kısa zamanda seçimlere gideceğini ve Mebusan Meclisinin yeniden toplanacağını ilan etti. Ayrıca gizli polis örgütü ve sansür de ortadan kaldırılacaktı.

Halkın şenliklerle kutladığı bu ilan aslında beklenen değişiklikleri pek doğurmadı. İttihat ve Terakki Partisi siyasi bir programı olmadığı için geri planda kaldı. Yapılan seçimlerde (Sonbahar 1908) ittihatçılar zafer kazanarak, padişahı bir kez daha Tanzimat dönemindeki gibi saraya gönderdiler ve kuvvetler ayrılığı ilkesine dayanan meşruti bir yönetim kurdular. Ne var ki eskilerin hakim olduğu hükümet ile yaşamayı kontrol eden meclisin genç muhalifleri kısa sürede anlaşmazlığa düştüler. Mecliste tek anlaşmazlık konusu yasama ve yürütmenin birbirinden ayrılması değildi. Çoğunluğunu gayrimüslimlerin oluşturduğu mecliste dış müdahaleler sebebiyle Arnavut, Rum, Arap gibi unsurlar Türklere yüz çevirmişlerdi.

Herkes ayrılıkçı gibi hareket ediyor, İttihat ve Terakki'nin temel çıkış noktası olan "İttihad-ı Anâsır" gözardı ediliyor, hatta hiçe sayılıyordu. Buna karşı ittihatçıların başlattığı suikastlar huzursuzluğun artmasına sebep oluyordu. Alaylı (düzenli eğitim görmemiş) zabitlerin ordudan atılması, orduda da huzur bırakmamıştı. Bu yüzden İstanbul'daki kamuoyu İttihatçıların aleyhine dönmeye başlamış, muhalefetin güçlü yazarlarından Hasan Fehmi'nin vurulması büyük tepki toplamıştı.

Kartopu gibi büyüyen tepkiler, 13 Nisan'da (Rumi 31 Mart) kışladaki erbaş ve alaylı subayların katılmasıyla silahlı ayaklanmaya dönüştü. Mason, kafır vb. suçlamalara hedef olan İttihatçılardan bazıları öldürüldü, gazetecilerden bazılarının da işyerleri tahrip edildi. Bu düzensizlik ve kargaşadan yararlanan Ermeniler Adana'da büyük bir ayaklanma çıkararak pek çok Türk'ü katletti. İstanbul'da uzun süren olaylardan sonra Selanik'teki 3. Ordu subayları harekete geçerek 23 Nisan 1909 gecesi İstanbul'a geldiler, isyanı bastırdılar ve Abdülhamid'in tahttan indirilmesini kararlaştırdılar.

Halbuki padişah, sadece ayaklanmayı yatıştırmak için çalıştığını iddia etmekte ve olayların çıkışındaki rolü konusunda bir komisyon kurulmasına razı olmaktaydı. Hatta sadrazama, saltanatı kardeşine bırakabileceğini dahi bildirmişti. Ancak ittihatçılar olayların arka planını araştırma gereğini hissetmeden II. Abdülhamid'i tahttan indirerek, Selanik'e sürdüler. Balkan savaşları sırasında ise kendini Beylerbeyi Sarayında göz hapsine aldılar.

İşte Abdülhamid'in farklı görüşler tarafından değişik algılanmasına sebep olan olaylar bu şekilde değerlendirilebilir. Anlaşılıyor ki Tanzimat ile kazandıklarını kaybedenler Abdülhamid'in düşmanı olmuşlar, onu zorba ve eski kafalı olarak lanse etmeye çalışmışlardır.

Yine pek çok neşriyatta II. Abdülhamid ahlaksız ve zalim olarak tarif edilmektedir. Halbuki II. Abdülhamid, zalim, katı, Ermeni tarihçilerin iddia ettiği gibi kan dökücü hiç değildir. Aslında tarihî belgeler onun döneminde uygulanan idam cezalarının son derece az olduğunu göstermektedir.
Son düzenleyen Safi; 8 Şubat 2017 20:03
nünü - avatarı
nünü
Ziyaretçi
27 Ağustos 2008       Mesaj #4
nünü - avatarı
Ziyaretçi

II. Abdülhamit

(
Osmanlı Türkçesi: عبد الحميد ثانی `Abdü'l-Hamīd-i sânî)(d. 21 Eylül1842 – ö. 10 Şubat1918). 34. Osmanlıpadişahıdır.

Sultan Abdülmecit'in oğludur. Henüz 10 yaşındayken annesi Tirimüjgan Kadınefendi ölünce, bakımını Abdülmecit'in diğer çocuksuz eşi Piristû Kadın Efendi üstlendi. Piristû Kadın Efendi Abdülhamit'i kendi çocuğu gibi büyüttü. Babasının ölümünden sonra yerine geçen amcası Abdülaziz diğer şehzadelerle birlikte Abdülhamit'in eğitimiyle de yakından ilgilendi.

Abdülaziz 1867 yılında çıktığı Avrupa gezisine Abdülhamit'i de beraberinde götürdü.
Amcası Abdülaziz'in 1876'da tahttan indirilmesi ve şüpheli koşullarda ölümü, ağabeyi V. Murat'ın tahta geçirildikten üç ay sonra ruhsal çöküntü geçirdiği iddiasıyla görevden alınarak Çırağan Sarayı'na hapsedilmesi olaylarına tanık oldu. 31 Ağustos1876'da padişah ilan edildi ve 7 Eylül günü Eyüp'te kılıç kuşandı.Ağabeyinin yerine tahta geçirildikten sonra, her iki saltanat değişiminin mimarı olan Mithat Paşa'yı sadrazam yaptı.

33 yıl padişahlık yaptıktan sonra 27 Nisan1909'da tahttan indirildi, 3 yıl Selanik'te Alatini köşkünde ev hapsinde tutulduktan sonra 1912'de İstanbul'a Beylerbeyi Sarayına getirildi. 10 Şubat1918'de de İstanbul'da vefat etti. Büyükbabası için Divanyolu'nda yaptırılmış Sultan II. Mahmut Türbesi'inde yatmaktadır.
Son düzenleyen perlina; 8 Ocak 2017 14:37
KisukE UraharA - avatarı
KisukE UraharA
VIP !..............!
13 Eylül 2008       Mesaj #5
KisukE UraharA - avatarı
VIP !..............!

Abdülhamid II

, (1842-1918). 34. Osmanlı hükümdarı olan II. Abdülhamid, Abdülmecid'in oğluydu. Amcası Abdülaziz'in hüküm­darlığının son yıllarında devlet borçlarının hızla artması, Balkanlar'daki bağımsızlık is­tekleri ve ayaklanmalar ülke içindeki bunalı­mı artırmıştı. Bu nedenle Midhat Paşa önderliğindeki devlet adamları 1876'da Abdülaziz'i devirerek V. Murad'ı başa geçirdiler. Ama yeni padişahın hasta olduğu anlaşılınca, birkaç ay sonra Abdülha­mid tahta çıkarıldı, Midhat Paşa da sadrazam oldu.

Abdülhamid, Midhat Paşa'ya verdiği sözü tutarak 23 Aralık 1876'da Osmanlılar'ın ilk anayasası olan Kanun-ı Esasi'yi ilan etti. 115 milletvekilinden ve 25 Ayan Meclisi üyesin­den oluşan ilk meclis 20 Mart 1877'de açıldı. Böylece, padişah ile meclisin ülkeyi birlikte yönetmesi ilkesine dayanan I. Meşrutiyet dönemi başladı. Anayasayla temel haklar güvence altına alınmış, ama egemenliğin kay­nağı olarak gene padişah gösterilmişti. Ayrıca padişaha istediği kişileri sürgüne gönderme yetkisi tanınmıştı. Abdülhamid, daha meclis toplanmadan, bu yetkisine dayanarak Midhat Paşa'yı sürgüne yolladı. Sadrazamlığı ancak 49 gün süren Midhat Paşa, önce Abdülaziz'in ölümüyle ilgili görülerek yargılandı, sonra da sürgün gittiği Taif'te boğduruldu.

Yeni meclisin toplanmasından bir ay sonra başlayan Osmanlı-Rus Savaşı'nda yenilgiler birbirini izledi. Rus kuvvetleri doğuda Arda­han, Kars ve Erzurum'a, batıda da önce Edirne, daha sonra İstanbul'daki Yeşilköy'e kadar ilerlediler. Milletvekilleri savaşın iyi yönetilmemesinden Abdülhamid'i sorumlu tutuyorlardı. Eleştirilerden rahatsız olan Ab­dülhamid Haziran 1877'de meclisi dağıttı. Ocak 1878'de toplanan yeni mecliste de hükü­metin ve padişahın yönetim biçimi eleştirilin­ce, II. Abdülhamid meclisi yeniden dağıttı. Anayasayı yürürlükten kaldırarak I. Meşruti­yet dönemine son verdi ve ülke yönetimini tek başına üstlendi.

Rusya ile barış isteyen Abdülhamid 3 Mart 1878'de Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması' nı imzalamak zorunda kaldı. Öbür Avrupa devletleri barış koşullarının ortaklaşa belir­lenmesini isteyince, Temmuz 1878'de Berlin Kongresi düzenlendi. Bu kongrede Rusya'nın toprak kazanımları sınırlandırıldı, ama Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun Bosna-Hersek'i işgali onaylandı. Kongreden bir ay önce de İngiltere Kıbrıs'ı işgal etmişti.

Berlin Kongresi'nden sonra, Abdülhamid' in 30 yıl sürecek baskıcı yönetimi başladı. Bu dönemde Osmanlı toprakları da giderek küçülüyordu. Fransızlar 1881'de Tunus'u, İn­gilizler 1882'de Mısır'ı işgal ettiler. Gene bu dönemde Doğu Rumeli, Bosna-Hersek, Girit ve Bulgaristan Osmanlı İmparatorluğu'ndan koptu.

Tahta çıktığında çok büyük dış borçlarla karşı karşıya kalan Abdülhamid, bu borçların ödenmesi için Düyun-ı Umumiye (Genel Borçlar) adlı kuruluşun oluşturulmasına izin verdi. Alacaklı devletler bu kuruluş aracılığıy­la devlet gelirlerinin önemli bir bölümüne el koydukları gibi ülkenin içişlerindeki etkileri­ni de giderek artırdılar. Abdülhamid bu olumsuz koşullar ve imparatorluğun dağılma tehlikesi karşısında Müslüman halkın desteği­ni sağlamaya çalıştı. Bunun için tarikatlardan da yararlandı.

Abdülhamid döneminde uygulanan koyu sansüre karşın gazete, dergi ve kitap sayısında büyük artış oldu. Yeni yöntemlerle eğitim veren okullar açıldı; ama yönetimin en.güçlü karşıtları gene bu okullardan yetişti. V. Mu-rad'ı yeniden tahta çıkarmak için girişilen Ali Suavi Olayı'nın ardından, Abdülhamid me­mur ve subaylara karşı tutumunu daha da sertleştirdi. Geniş bir hafiye örgütü kuruldu ve yönetime karşı olanların bir bölümü uzak yerlere sürülürken, bir bölümü de Avrupa'ya kaçmak zorunda kaldı.

Abdülhamid yönetimine karşı çıkmak üzere 1889'da kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin üyeleri, bu baskıcı yönetime son ver­mek için yayınlarını yurtdışında da sürdürdü­ler. 1908'de yurtiçindeki, özellikle subaylar arasındaki İttihat ve Terakki yandaşlarının sayısı iyice artmıştı. Bu subaylardan bir bölü­mü Manastır ve Selanik kentlerinde ayaklandılar. Ayaklanmanın yayılmasından kaygıla­nan Abdülhamid 24 Temmuz 1908'de anaya­sayı yeniden yürürlüğe koydu. Geçici bir özgürlük döneminin ardından, 1909'da İttihat ve Terakki karşıtlarının kışkırtmaları 31 Mart Olayı'na yol açtı. Aşırı dinci çevrelerin önder­liğinde başlayan bu ayaklanmayı, Hareket Ordusu adıyla Selanik'ten İstanbul'a gönderi­len askeri birlikler bastırdı.

Yeşilköy'de toplanan yeni meclis, 31 Mart ayaklanmasını kışkırttığı gerekçesiyle Abdülhamid'i tahttan indirerek yerine V. Mehmed Reşad'ı geçirdi. Bir süre Selanik'te tutulan ve Balkan Savaşı'nda Selanik'in elden çıkması üzerine 1912'de İstanbul'a getirilen II. Abdül­hamid I. Dünya Savaşı'nın sonlannda Bey­lerbeyi Sarayı'nda öldü.

Kaynak: MsXLabs.org & Temel Britannica
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen perlina; 15 Ocak 2017 15:52
Gerçekçi ol imkansızı iste...
peaceful - avatarı
peaceful
Ziyaretçi
6 Ekim 2008       Mesaj #6
peaceful - avatarı
Ziyaretçi

2.Abdülhamit katili "parmağından" tanırdı.


Fotoğrafçılığa merakıyla tanınan 2.Abdülhamit’in, insanları bazı fiziksel özelliklerine göre değerlendirdiği ortaya çıktı. Özel doktoru Atıf Hüseyin Bey, TTK arşivinde yer alan hatıralarında 2. Abdülhamit’in "başparmağının ucu, işaret parmağının orta boğumundan uzun kişilerin cinayete eğilimli" olduğuna inandığını belirtiyor.

Erciyes Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Metin Hülagü, 2. Abdülhamit’in doktoru Atıf Hüseyin Bey’in Türk Tarih Kurumu (TTK) arşivindeki 12 küçük defterde yer alan anılarını, "Sultan 2. Abdülhamit’in Sürgün Günleri, Atıf Hüseyin Beyin Hatıraları" adıyla yayınladı.
Doç. Dr. Metin Hülagü, AA muhabirine yaptığı açıklamada, doktoru Atıf Hüseyin Bey’in anılarında, 2. Abdülhamit’e ilişkin ilginç bilgiler verildiğini söyledi.

Osmanlı hanedanının yaşamında, kafes hayatı ve kardeş katli gibi sıkıntılar bulunduğunu hatırlatan Hülagü, Abdülhamit’in yetiştiği ortam nedeniyle şüpheci bir insan olduğunu belirtti. Bu sıkıntılar nedeniyle şehzadelerin hatta, padişahların çoğunun bazı ruhi dengesizlikleri bulunduğunu kaydeden Hülagü, "Ölüm korkusu yaşadıkları için şüpheci ve endişeli olduklarını" söyledi. Hülagü, şunları kaydetti:

"Abdülhamit de herkesten şüpheleniyor ve o nedenle de çok tedbirli. O dönemdeki Ermeni olayları da bunu tahrik etmiş görünüyor.2. Abdülhamit’in sürgün günlerinde, 1909’da iktidardan uzaklaştırılıp Selanik’e götürülmesi sırasında emrine verilen doktorun Abdülhamit’le ilgili hatıralarında bu konuya yer veriliyor.Atıf Hüseyin Bey, hatıralarında Abdülhamit’in okuduğu romanlardan birinde ’başparmağının ucu, işaret parmağının orta boğumundan uzun kişilerin cinayete eğilimli" olduğunu okuduğunu kendisine ilettiğini anlatıyor. Atıf Hüseyin Bey, ayrıca Abdülhamit’in bunun için hapishanedeki cinayet mahkumlarının fotoğraflarını çektirdiğini ve bu görüşün doğru olduğunu gördüğünü belirttiğini söylüyor. Bu anılara göre, Abdülhamit’in kişilerin simalarından, yapılarından, el, kol yapılarından, o insanların ruh halini veya fikri yapılarını anlamaya çalışan bir bakışı var." Doç. Dr. Hülagü, Dr. Atıf Hüseyin Bey’in hatıralarının, 2.Abdülhamit’in kızı Ayşe Sultan’ın hatıralarıyla örtüştüğünü de kaydetti.

2. ABDÜLHAMİT VE FOTOĞRAFÇILIK

Öte yandan, Mehmet Bahadır Dördüncü tarafından hazırlanan ve Yitik Hazine Yayınları’ndan piyasaya çıkan "2. Abdülhamit, Yıldız Albümleri Mekke-Medine" adlı kitapta da 2. Abdülhamit’in fotoğraf merakıyla ilgili ilginç bilgilere yer veriliyor.

Osmanlıda fotoğrafçılığın en büyük destekleyicisinin Sultan 2.Abdülhamit olduğu belirtilen kitapta, dünya dengelerinin tamamen Osmanlıların aleyhine döndüğü bir devirde tahta çıkan sultanın, "Devlet-i Aliye" topraklarında gerçekleşen bütün hadiseleri öğrenmesi için fotoğrafı bir anlamda saray dışının aynası olarak kullandığı ifade ediliyor. "Fotoğraflar sayesinde hükümdarın, Mısır’dan Balkanlara, Arabistan’dan Kafkaslara kadar geniş bir coğrafyayı tanıma imkanına sahip olduğu" kaydedilen yazıda, Abdülhamit’in "Her resim bir fikirdir. Bir resim yüz sayfalık yazı ile ifade olunamayacak siyasi, hissi manaları telkin eder. Onun için ben, tahrir-i mündericattan (yazılı bilgilerden) ziyade resimlerden istifade ederim" sözüne de yer veriliyor.

2. Abdülhamit’in aynı zamanda büyük bir insan sarrafı (fizyonomist) olarak kabul edildiğine işaret edilen yazıda, "İddialara göre tahta çıkışının 25. yılında hapishanelerdeki mahkumların fotoğraflarını çektirmiş, altına mahkumiyet sebeplerini yazdırmış ve bu fotoğraflardan seçtiği mahkumlar için af çıkarmıştır.Yine iddialara göre, askeri okula kayıt olacak çocukları da fotoğraflardan seçmiştir" deniliyor.

ÖZEL DOKTORU ANLATIYOR...
Yazıda, 2. Abdülhamit’in özel doktoru Hüseyin Atıf Bey’in, "padişahın suçlu resimlerini inceledikten sonra parmak uzunluklarına göre kişilerin cinayet işlemeye eğilimli olup olmadıkları görüşünü bu fotoğraflarla ispatladığına" ilişkin şu sözlerine yer veriliyor:
"Sözü canilere getirdi: ’Bir İngilizce kitabın tercümesini okumuş idim. Çünkü vaka-yı cinaiyeye (cinayet vakalarına) merakım vardır. O kitapta canilerin ekserisinin başparmağının ucu şahadet parmağının ortadaki boğumunu geçiyor, çok uzun oluyor. Elleri yabani bir hayvan pençesi şeklini alıyor diye görmüş idim. Merak bu ya, o zaman emrettim. Hapishanelerde ne kadar kanlı katil varsa hepsinin fotoğraflarını aldırdım. Filhakika başparmak hemen hepsinde uzun idi.
Hem de her şeyi benziyor. Lakin eller her şahısta başta şekilde oluyor. Avrupa’da bundan bi’l-istifade canilerin resimlerinden bi’t-tatbik erbab-i ceraimi (suçluları) yakalıyorlar’ gibi hikayelerde bulundu." 2. Abdülhamit döneminde çekilen ve "Yıldız Albümleri" olarak
anılan toplam 911 albümde 36 bine yakın fotoğraf yer alıyor.
Albümlerin önemli bir kısmı, Mühendishane-i Berri-i Hümayun’dan mezun olan gençlerin çektiği fotoğraflardan oluşuyor.Kendisi de bizzat fotoğraf çeken 2. Abdülhamit döneminde fotoğrafçılığın büyük bir gelişme gösterdiği belirtiliyor.
Son düzenleyen perlina; 8 Ocak 2017 14:34
peaceful - avatarı
peaceful
Ziyaretçi
6 Ekim 2008       Mesaj #7
peaceful - avatarı
Ziyaretçi
Ad:  2.-abdülhamit.jpg
Gösterim: 1554
Boyut:  69.3 KB

“Millet seni azletmiştir!” Yıldız Sarayı Küçük Mabeyn Dairesi’nin beyaz yağlıboya kapısı önünde Esad Toptanî Paşa’nın Arnavut lehçesiyle çınlattığı bu kelimeler, 8-10 saniye süren bir sessizlik darbesiyle kesilmişti. Artık gözler konuşuyordu.
Abdülhamid, yalnız konuşan şahsa değil, Bahriye Feriki Arif Hikmet Paşa’ya, Ermeni Aram Efendi’ye, Yahudi Emanuel Karasso’ya da bakmış ve gayet metin bir eda ile “Hal’ etti demek istediniz herhalde. Pekala gösterilen sebep ne?” diye eklemişti. Bunun üzerine Arif Hikmet Paşa’nın tahttan indirme fetvasını açıp okuduğu görüldü.

Ne saçmalıklar sayılmıyordu ki? Dinî kitapları yasaklatıp yaktırdığından tutun da gençleri öldürttüğüne kadar yığınla zırva. Peki iddialar bu kadar kesin delillere dayanıyor idiyse hükmü neden muğlak bırakmışlar ve ağızlarında gevelemişlerdi? Çünkü Şeyhülislam Ziyaeddin Efendi bu iddiaların hukuken ispatlanamayacağını biliyor ve fetva vermeye yanaşmıyordu. Ancak bu şekilde her anlama çekilecek bir fetvayı verebilir ve İttihatçıların ellerinden yakayı kurtarabilirdi.
Abdülhamid, fetvada hal için kesin bir karar olmadığını, bu kararı hangi makamın verdiğini öğrenmek istedi. “Meclis-i Millî” denildi. Güya milletin meclisinde alınmıştı karar ama kimsenin aleyhte konuşulmasına fırsat bırakılmadığı gibi, kabul oyu için elini kaldırmayan birkaç kişi olduğu görülünce Talat Paşa o meşhur sert bakışıyla onları “ikna” edivermişti(?) Yalnız bir tek itiraz sesi duyulmuştu. Uzun beyaz sakalı titreye titreye ve nemli gözlerini etrafta gezdirerek “Yazıktır, günahtır” diye söylenen bu kişi, ayan azasından Yorgiadis Efendi’dir. Tabii etraftan “Alçak, hain, mürteci!” naraları yükselmekte gecikmeyecektir.

Abdülhamid’in ağzından “33 sene millet ve devletim için, memleketimin selameti için çalıştım. Hâkimim Allah ve beni muhakeme edecek de Resulullah’tır. Bu memleketi nasıl buldumsa öylece teslim ediyorum. Hiç kimseye bir karış toprak vermedim. Ne çare ki, düşmanlarım bütün hizmetime kara bir çarşaf çekmek istediler ve muvaffak da oldular.” sözleri döküldü Küçük Mabeyn’e.

Abdülhamid’in en zoruna giden şey de, halifeye dinî fetvayı tebliğ edecek heyete bir Ermeni ile bir Yahudi’nin dahil edilmiş olmasıydı. Esad Paşa, sonradan Balkan Savaşı’nda İttihatçılara ihanet edecek, anlı şanlı Mason üstadı Emanuel Karasso ise tüyü bitmemiş yetimlerin hakkını yiyerek, girdiği ihalelerden kazandığı deve yükü parayla savaş sonunda İtalya’ya sıvışacaktır.
Teşkilat-ı Mahsusa’nın kurucularından Albay Hüsamettin Ertürk’ün “İki Devrin Perde Arkası” (1964) adlı hatıralarında Abdülhamid’in 1909 yılında Selanik sürgününde Debreli Zünnün adlı bir dostuna şöyle dediğini aktarmaktadır: “Göreceksiniz yüzbaşım! İttihatçılar Turancılık gayretiyle hem Rusya, hem de İngiltere ile bir savaşa girerlerse Allah göstermesin Osmanlı’nın parçalandığına şahit olacağız. İnşaallah böyle bir güç gösterisine girmezler.” Ertürk, sonraki olaylara bakınca “1909’da bu konuşmayı yapan Abdülhamid’e, uzakları gören bir hükümdar demeyip ne diyeceğiz?” diye soruyor haklı olarak.

Cevabımız yok. Var aslında ama nerede?


Yıldız Yağması’na uzanalım ve oradan bir ibret kıvılcımı çaktırmaya çalışalım. Tam bir “Han-ı Yağma”dır yaşanan. (Tabirin nereden geldiğini biliyorsunuz değil mi? Eskiden zengin ağalar yılda bir gün aileleriyle birlikte evlerini terk eder ve hanelerini yağmaya açarlarmış. O gün halk eve hücum eder, iğneden ipliğe ne bulursa alırmış. Fikret de ünlü “Han-ı Yağma” şiirini bu olay üzerine yazmıştır.)

O gün saraydan kim ne bulursa almış, hatta Abdülhamid’in kötü günler için havuzun altına yaptırdığı gizli hazinenin kapısı kırılarak içine girilmiş ve o muazzam servet, Meclise dahi haber verilmeden birilerince iç edilmişti. Yeni bir çağ açtıklarını söyleyen İttihatçıların bu adi yağmadan ne kadar para götürdükleri hiçbir zaman belirlenemedi. Teşkilat-ı Mahsusacı Hüsamettin Ertürk, fakat, der, bu servet onlara da yar olmadı. Parlayan ocak söndü, hepsi çil yavrusu gibi dağıldılar. Kimisi uzak diyarlarda Ermeni kurşunlarıyla, kimisi yurdun içinde karıştıkları İzmir suikasti mahkemesi sonunda darağacında can verdiler.
Sözde binlerce insanın katili ‘Kızıl Sultan’ın sarayındaki hazineleri yağmaya dalanların aklına neden sonra bir sayım yaptırmak geldi ve bu göreve romancı Halit Ziya Uşaklıgil’in de içinde bulunduğu bir heyeti memur ettiler. İşte o kan dökmekten zevk alan ve keyf içinde yaşadığı söylenen sultanın sarayında görülen ibretlik manzara. Halit Ziya, anlatıyor. Çıt çıkarmadan dinliyoruz:
“İlk şaşırmak ilk adımda başladı diyorum. Daire-i hususiye bu mu idi? Bütün Abdülhamid siyasetinin mihveri şu basık tavanlı loş köşeciklerden ve onun içi tıklım tıklım kâğıt desteleriyle dolu dolaplarından ibaret miydi? Methalden sonra hemen ilk karanlık odada bir divan gösterdiler. Bu, Abdülhamid’in istirahat yeriydi. Belki de yatağı… Zaten daire-i hususiyede en basit şeklinde bile bir yatak odası görmedik. …Bir kenarda içinde yumurta yenmiş sahanı ile bir tepsi, gene onun hususi eğlence yerini teşkil eden marangozhaneyi gördükten sonra küçük mabeyn namiyle anılan daireye geçtik.”

Sarayın en yakınında bulunmuş tanıklardan Salih Münir [Çorlu] Paşa’nın kardeşi Münir Sirer, 1955’te Resimli Tarih Mecmuası’na yazdığı bir yazıda Halit Ziya’nın gördüğü yatağı bizim için tabir caizse biraz daha ‘zumluyor’. İçimizi cız ettiren o ses: “Fakat tuhafı şu ki, Abdülhamid’in yattığı odadaki karyola, en âdi hastanelerde kullanılan cinsindendi.”
Sarayda binlerce kadınla beraber zevk, sefahat ve şatafat içinde yaşadığı zannedilen Abdülhamid’in yatak odasını bir türlü bulamayan acar heyet şaşırmış ve en sonunda buldukları yatağın da en adi hastanelerde kullanılan karyolalardan biri olduğunu görünce tam anlamıyla şoke olmuşlardı.
İşte hadise budur sevgili dostlar. “Abdülhamid’in büyüklüğü nerede yatıyor?” diye soranlara, başka bir şeyi değil, saraydaki o yumurta sahanı ile o adi hastane karyolasını gösteriyorum.

Sultan 2. Abdülhamid"in mimari eserleri
Kültür, Sanat ve Mimari gibi konulara önem veren ve ince ruhlu bir padişah olan Sultan İkinci Abdülhamid döneminde, özellikle yabancı mimarların faaliyetleri göze çarpar. Sultan İkinci Abdülhamid'in padişahlığı döneminde yerli ve yabancı mimarların yaptıkları mimari çalışmalardan bazıları şunlardı;
  • İstanbul Arkeoloji Müzesi,
  • Eski Şark Eserleri Müzesi,
  • Yüksek Ticaret Merkezi,
  • Tarabya İtalyan Sefareti,
  • Haydarpaşa Tıbbiye Mektebi,
  • Düyun-ı Umumiye ve Karaköy Osmanlı Bankası,
  • Karaköy Palas İşhanı,
  • Maçka Palas,
  • Ankara İş Bankası,
  • İstanbul Maçka İtalyan Sefareti,
  • Haydarpaşa Garı,
  • Sultanahmet'de Alman Çeşmesi,
  • Sirkeci Garı,
  • Kütahya Ulu Camii,
  • İstanbul Yıldız Hamidiye Camii,
  • Cihangir Camii
Mustafa Armağan
Son düzenleyen NeutralizeR; 10 Şubat 2017 06:00 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi
peaceful - avatarı
peaceful
Ziyaretçi
9 Ekim 2008       Mesaj #8
peaceful - avatarı
Ziyaretçi
2. ABDÜLHAMİT OSMANLI'NIN ÇÖKÜŞÜNÜ 30 YIL GECİKTİRDİ"
Tarihçi-yazar Mustafa Armağan, 'Kızıl Sultan' Diye Karalanan 2. Abdülhamid'in Osmanlı'nın Paylaşımını Pahalıya Getirdiğini Belirterek, "Çöküş İçin Gün Sayılırken, Bu 34 Yaşındaki Adam, 30 Yılını Adayacağı Bir İcraatın Düğmesine Basıyordu. 30 Yılda Yetiştirdiği Nesil, Çanakkale'den Sina Çölüne Kadar Emperyalizme Karşı Akif'in Deyişiyle 'Kıta Kapma' Oyunu Oynayacaktı" Dedi.

Tarihçi-Yazar Mustafa Armağan, 'Kızıl Sultan' diye karalanan 2. Abdülhamid'in Osmanlı'nın paylaşımını pahalıya getirdiğini belirterek, "Çöküş için gün sayılırken, bu 34 yaşındaki adam, 30 yılını adayacağı bir icraatın düğmesine basıyordu. 30 yılda yetiştirdiği nesil, Çanakkale'den Sina çölüne kadar emperyalizme karşı Akif'in deyişiyle 'kıta kapma' oyunu oynayacaktı" dedi.
Ülfet Eğitim Yardımlaşma Derneği ile Kardelen Eğitim Kültür ve Dayanışma Derneği'nin ortaklaşa düzenlediği "2. Abdülhamid'in Kurtlarla Dansı" konulu konferanta konuşan Armağan, tarihin yeniden sorgulanması gerektiğini vurguladı.

Seyhan Belediyesi Kültür Merkezi'ndeki programda Armağan, tarihi, sürekli sorgulanan ve üzerinde düşünülen bir olgu olarak gördüğünü bildirdi. Yakın geçmişin bile sağlıklı bir şekilde yeni nesillere aktarılamadığını ifade eden Mustafa Armağan, tarihe çamur atanların ortaya çıkartılmasının
önemli bir görev olduğunu vurguladı.
Afrika'nın bir dönem gönüllü misyonerler tarafından nasıl Hıristiyanlaştırıldığını örneklerle anlatan Armağan, günümüzde Müslümanların da aynı şekilde çalışması gerektiğini kaydetti. Hiç kimsenin kendisini, "Benden ne köy, ne kasaba" diyerek küçük görmemesini isteyen Armağan, Afrika kıtasının inananların maddi manevi yardımını beklediğini hatırlattı.

'Kızıl Sultan' diye karalanan 2. Abdülhamid'in Osmanlı'nın paylaşımını pahalıya getirdiğini açıklayan Armağan, "Çöküş için gün sayılırken, bu 34 yaşındaki adam, 30 yılını adayacağı bir icraatın düğmesine basıyordu. Ülkeyi bir barış dönemine sokarken, kazanılan zamanda demiryolu ağından eğitim yatırımlarına kadar bir dolu projeye imza atıyordu. Kendisini feda etmişti. Ama 30 yılda yetiştirdiği nesil, Çanakkale'den Sina çölüne kadar emperyalizme karşı Akif'in deyişiyle 'kıta kapma' oyunu oynayacaktı" diye konuştu. Aleyhindeki kampanyalara rağmen büyük sultanın insanları nasıl etkilediğinin 'sırını' kimsenin bilemediğini aktaran Armağan, Abdülhamid'in akıllı politikalarıyla kurtlar sofrasından
başarılı bir şekilde çıktığını belirtti.
Son düzenleyen NeutralizeR; 10 Şubat 2017 05:59
peaceful - avatarı
peaceful
Ziyaretçi
27 Ocak 2009       Mesaj #9
peaceful - avatarı
Ziyaretçi

Abdülhamid Han'ın Siyonistler ve Masonlarla Mücadelesi


TÜRKÇE Ekim 2003
Devlet sınırları içindeki Yahudi ve mason hakimiyetinin farkına varan Sultan Abdülhamid, bu kirli güçlere savaş ilan etti. Abdülhamid'in bu kararlı tutumu üzerine siyonist ve masonların tek çıkış yolu onun iktidarına ivedilikle son vermek olacaktı.

1875 yılında Osmanlı İmparatorluğu, tarihinde görülmedik derecede ciddi ekonomik ve siyasal bir bunalıma girmişti. Dış borç kaynaklarının azalmasının yanısıra iç borçların ödenmesi artık imkansız hale gelmişti. Aynı yıl Bab-ı Ali de kısmi bir ekonomik batışı kabul etti. Mayıs 1876'da Süleyman Paşa komutasındaki Harbiye öğrencileri, yanlarına Şeyh-ül İslamlığın medreseli öğrencilerini de alarak Sultan Abdülaziz'i tahttan indirdiler. Darbeye, medreseli öğrencilerin katılımı nedeniyle "Softalar Darbesi" adı verildi. Ancak darbenin sonuçları, darbenin "softalar"ın kontrolünde olmadığını gösteriyordu. Aksine, darbe "masonik"ti; darbeden sonra ön plana çıkarılan mason Sadrazam Mithat Paşa, tahta mason biraderi 5. Murad'ı geçirmişti.

Üstad-ı Azam Kemalettin Apak, Beşinci Murad'ın masonluğunu hakkında şöyle der: "O vakıtlar henüz Veliahd olan 33. Osmanlı Padişahı Beşinci Sultan Murad dahi bu locaya (Fransız Ser Locası) kaydolmuş ve 18. dereceye kadar yükselmiştir (Kemalettin Apak, Türkiye'de Masonluk Tarihi, sf.24)."

Sultan Abdülhamid'in Tahta Çıkışı


Padişah 5. Murad'ın tahta çıkışı üzerine ülke mason Sadrazam Mithat Paşa'nın kontrolüne geçmişti. Mithat Paşa'nın kafasında ise, aydınlanmacı ve pozitivist bir temele dayanan yeni bir Osmanlı toplumu yaratma hedefi vardı. Ancak 5. Murad'ın dengesiz kişiliği bu masonik projenin uygulamasına izin vermedi. Padişahın aniden psikolojik rahatsızlık geçirmesi üzerine yerine yeni bir isim aranmaya başlandı. Tek alternatif olarak görülen Abdülhamid, Meşrutiyet'i ilan etmeyi ve bir anayasanın oluşturulmasını kabul edince 31 Ağustos 1876 tarihinde tahta çıktı.

Mason 5. Murad'ın bağlı bulunduğu İstanbul'daki Prodos Locası'nın üstadı Kleanti Skalyeri ise Abdülhamid'in tahta çıkarılmasına büyük tepki gösterdi. Tarihimize "Çırağan Vakası" olarak geçen olayda Skalyeri 5. Murad'ı kaçırarak tahta tekrar çıkarmaya çalıştı, ancak Abdülhamid olayı önceden haber alarak darbeyi önledi. Bu olay, Türk yakın tarihinde önemli bir rol oynayacak olan "masonik darbe" kavramının da ilk önemli örneğiydi.

Ancak Skalyeri'nin Abdülhamid'in istihbaratçıları tarafından durdurulması, bu örgüt çevresinde örgütlenen gizli güçlerin bertaraf edilmesi anlamına gelmiyordu. Aksine, Batı kültürünün büyüsüne kapılan aydınlardan (Jön Türkler) gelen ve azınlıklardan destek bulan muhalefet, kısa bir süre sonra Abdülhamid'in önüne büyük bir engel olarak çıktı. Çünkü Abdülhamid dağılmakta olan İmparatorluğu ayakta tutmak için yegane çözümün pan-İslamizm olduğunu görmüştü ve İmparatorluk bünyesindeki tüm Müslümanları İslam kimliği ile birarada tutmayı hedefliyordu. Bu ise, Osmanlı'nın zaafiyetlerini İslam'ın kendisinde gören ve kurtuluşu Batı pozitivizmini ve sekülerizmini ithal etmekte bulan Jön Türkler açısından kabul edilemez bir durumdu. Bu muhalefet, Abdülhamid'i ve onun İslam birliği amacını baltalamak için onyıllar süren bir çaba içine girdi.

Abdülhamid, karşısındaki bu masonik cephe ile sabırlı bir mücadele yürütürken ki bu mücadele hiçbir zaman abartıldığı gibi "kanlı" değil, aksine son derece ılımlı yürütülmüş, rejim muhalifleri sadece sürgün edilmişlerdir yüzyılın sonunda karşısına ilginç bir pürüz daha çıktı.
Ad:  SİYONİSTLER.jpg
Gösterim: 1836
Boyut:  71.2 KB

Siyonizmin Vadedilmiş Topraklarına Ulaşmasındaki Engel


Padişahlık görevini yürüttüğü 33 sene boyunca masonlukla büyük mücadele veren Abdülhamid'e diğer bir tepki Siyonistlerden gelmişti. 1897 yılında ilk olarak siyasi bir yapıya sokulan Siyonizmin vazgeçilmez hedefi olan Yahudi devletinin sınırları Tevrat'ta şöyle tarif edilmiştir:

"Ayak tabanınızın bastığı her yer sizin olacak. Sınırınız çölden Lübnan'dan ırmaktan, Fırat ırmağından Garp Denizine kadar olacaktır. Önünüzde kimse duramayacak, Allah'ın izniyle Rab size söylediği gibi dehşetinizi ve korkunuzu ayak bastığınız bütün diyar üzerine koyacaktır." (Tevrat, Tekvin Bölümü 12/25)

Siyonistler kendilerine Tevrat tarafından vadedilen bu topraklara ulaşmak amacıyla 19. yüzyıl sonlarında resmi girişimlere başladılar. 1897 yılında Basel'de yapılan 1. Siyonist Kongresi'nde Yahudi lider Theodor Herzl, Yahudi devletinin sınırlarını şöyle açıklamıştı:
''Kuzey sınırımız Kapadokya'daki (Orta Anadolu) dağlara kadar uzanır. Güneyde de Süveyş Kanalı'na; sloganımız Davud ve Süleyman'ın Filistin'i olacaktır.''

Herzl, bütün dünya Siyonistlerinin vereceği destekten emin olarak kongrede şunları da söylemişti:
''Basel'de ben Yahudi Devleti'ni kurdum. Eğer yüksek sesle söylersem bütün dünya bana güler. Fakat beş sene içinde veya elli sene sonra herkes bunu bilecek.''

Basel'de yapılan ilk Siyonist kongrede çizilen hayali sınırlar Osmanlı İmparatorluğu'nun egemenliği altında bulunuyordu. Theodor Herzl bu toprakları ele geçirmek için birçok kez İstanbul'a geldi. Bu yıllarda Osmanlı İmparatorluğu'nun ekonomik olarak zor durumda olduğu biliniyordu. Herzl Sultan Abdülhamid'in bu zor durumundan yararlanarak Filistin'i para karşılığında ele geçirmek istiyordu. Fakat Abdülhamid'in tepkisi Theodor Herzl'in tahmin ettiği gibi olmadı.

Filistin topraklarına göz diken Siyonistlerin Sultan Abdülhamid'den olumsuz cevap almaları, hatta saraydan kovulmaları Siyonistlerin Abdülhamid'e olan düşmanlıklarının ilk tohumlarını atmıştı. O günleri yaşayan Mustafa Turan (Bey) hatıralarında Siyonistlerin Abdülhamid'le olan diyaloglarını ve daha sonraki gelişmeleri şöyle anlatıyor:

1893 baharında Siyonist cemiyetin kurucusu Theodor Herzl, bu konuda görüşmeler yapmak için İstanbul'a gelmiş, Hahambaşı Moşe Levi ile beraber Yıldız Sarayı'nda Abdülhamid'in karşısına çıkmışlardı:

"Padişahımız hazretlerine, Yahudi kullarından bir istirham sunmaya geldik. Bu sadık kullarınız Mukaddes Filistin'e yerleştirilmeleri için emirlerinizi bekliyorlar. Ve bir şükran armağanı olarak beş milyon altın kabul buyurmanızı arz ediyorlar."

Halbuki Sultan Abdülhamid, onların planlarını çoktan haber almış ve cevabını çoktan hazırlamıştı. Sonuç; gelen heyetin saraydan hemen kovulması oluyor, çıkarılan bir fermanla Yahudilerin Filistin'e yerleşmeleri yasaklanıyordu. İşte masonlar ve Siyonistler bunlardan dolayı Abdülhamid'e düşmandılar. Abdülhamid'e karşı mücadele de böyle başlamış oluyordu... Önce Balkanlar karıştırılıverdi... Sırp ve Bulgar çeteleri desteklendi, kışkırtıldı. Sonra, Taşnak komitesince plan kurdurtulup Yıldız'da Cuma selamlığında Abdülhamid'e karşı suikast planlandı. Suikastte Abdülhamid kurtulmuş ama birçok asker şehit olmuştu. Bu suikastte başarısız olan masonlar-Yahudiler çalışma alanlarını Paris'e kaydırdılar. Çünkü Paris'te birçok Jön Türk vardı. Siyonistler Jön Türkler'e her türlü desteği vermeye başladılar. Yayın ve diğer faaliyetleri oluşturulup Abdülhamid aleyhine kampanyalar başlattılar (Mustafa Yalçın, Jön Türkler'in Serüveni, İlke Yayınları, İstanbul, 1994, s.186-187) .

Abdülhamid'in bu kararlı tutumu üzerine Yahudilerin tek çıkış yolu onun iktidarına ivedilikle son vermek olacaktı. Herzl "Siyonizmin amaçlarına ulaşabilmesi için Osmanlı'nın dağılmasını beklemeliyiz" diyordu. Bunun için de ilk hedef Abdülhamid'in tahttan indirilmesiydi. Abdülhamid'i dış müdahalelerle düşüremeyeceğinin farkında olan Herzl, bunun için devlet içinde güçlü bir kuruluşla işbirliği yapmayı tercih etti. Amacına en uygun kuruluş, Jön Türk hareketinin uzantısı olan İttihat Terakki Cemiyeti'ydi (Harun Yahya, Siyonizmin Dünya Egemenliği Politikası) .

İttihat Terakki Cemiyeti'nde önemli bir etkiye sahip olan grupların biri Selanik'li Yahudi kökenliler, yani dönmelerdi. Bu isimler Abdülhamid'i devirmek için uluslararası finans çevrelerinden yardım sağlamaktaydılar. Cemiyetin diğer bir yardım kaynağı ise Mısır Cemiye-i İsrailiyesi'ydi. Mısır'da bulunan Yahudilerden oluşan bu cemiyet, Jön Türklerin çıkarmış olduğu yayınların Mısır'da kolayca dağıtılmasına yardımcı oluyordu.

Devlet sınırları içindeki Siyonist ve mason hakimiyetinin farkına varan Sultan Abdülhamid, kendine bağlı olarak kurmuş olduğu istihbarat örgütü vasıtasıyla masonları sıkı takibe aldı. Selanik'te bu gelişmeler olurken, masonlardan büyük bir tehlikenin geleceğini hisseden Abdülhamid, mason localarını denetim altına almaya çalıştı. 1894 yılından sonra localarda neler konuşulduğu ve orada yapılan faaliyetlerin içeriği konusunda bir örgütlenme kurmuştu. Osmanlı üzerinde güçlü etkisi olan Ser Locası, Abdülhamid'in etkili istihbarat çalışmalarına fazla dayanamayarak kapanmak zorunda kaldı.

İkinci Meşrutiyet'in İlanı ve Masonların Meşrutiyetçilere Açık Desteği


Abdülhamid'e muhalif grupların arasında başı İttihat Terakki Cemiyeti üyeleri çekiyordu. İttihatçılar tarafından astırılan bildiriler Abdülhamid'e yapılan uyarılar niteliğindeydi. Bu bildirilerle Abdülhamid'e karşı savaş ilan edilirken, Makedonya ve Selanik'teki Mason localarının tam desteği alınmıştı.

Abdülhamid, İttihatçıların tehditleri üzerine geri adım atmak zorunda kaldı. Amacı gereksiz yere kan dökmemek idi. Çünkü bazı İttihatçılar, yanlarına Balkanlar'da yaşayan azınlıklara mensup askerleri alarak dağda kurdukları çetelerle devletin merkezleri olan Yıldız ve Babıali üzerinde baskı yapmaya başlamışlardı. İttihatçılar tarafından küstah bir dille çekilen telgraf neticesinde Abdülhamid'in Meşrutiyet'i ilan etmekten başka bir ihtimali kalmamıştı. Üstad-ı Azam Kemalettin Apak, bu olayın ayrıntılarını şöyle anlatıyor:

Serez'deki Makedonya Locası'nın azasından olan Serez mutasarrıfı Reşit Paşa kardeşimiz, Meşrutiyet ilanı günü Serez'den İstanbul Yıldız Sarayı'na, İkinci Sultan Abdülhamid'e telgraf çekerek "iki saate kadar Meşrutiyet ilan edilmediği ve cevap verilmediği takdirde ahali tebdili biat edecektir" demişti. Abdülhamid bu telgrafı alınca telaşlanmış ve müsvedde halinde olan bu cevabı tebyiz bile ettirmeden her tarafa telgraf çektirerek İkinci Meşrutiyet'i tamim mecburiyetinde kalmıştır (Türkiye'de Masonluk Tarihi, Kemalettin Apak, s.39) .

Yıllardır kurulması düşünülen fakat sürekli olarak Abdülhamid'in engellemeleri neticesinde başarısızlıkla sonuçlanan Büyük Türkiye Locası çalışmaları da Meşrutiyet'in ilanı ile birlikte başarıya ulaştı. Üstad-ı Azam Kemalettin Apak ise masonluk-İttihat ve Terakki ittifakının, Meşrutiyet'in ilanından sonra da devam ettiğini vurgular:

Masonluk bu bölgede İttihat Terakki Cemiyeti'ne nasıl hizmet etti ise, bilahare Meşrutiyet'in ilanını müteakip bu cemiyet de Türk masonluğunun teşkilatlanıp gelişmesine öylece hizmet etmiş ve onun yükselmesine amil olmuştur (Türkiye'de Masonluk Tarihi, Kemalettin Apak, s.41)

Meşrutiyet'in ilanından sonra masonların yapmış oldukları propagandalar sayesinde devlet kademesinde mason olmayanların Avrupa ülkelerinde itibar görmeyeceği inancı yaygınlaşmıştı. Araştırmacı-Yazar Mustafa Yalçın, Meşrutiyet'in ilanından sonra mason localarına artan talebi kitabında şöyle anlatıyor:

Bu propagandalara aldananlar gecikmeden soluğu mason teşkilatlarının gizli odalarında alıyorlardı. Önce İstanbul'da bir mason büyük şurası oluşturuluyor sonra ilk üyeler en yüksek mason basamağına yani 33. dereceye çıkarılıyordu. Masonluğun bu yüksek basamağına tırmanan biraderler arasında Talat Paşa, Mithat Şükrü Bey, Karasu, Davit Kohen vardı. Bu zatları birdenbire son basamağa çıkaran zat, Mısır Şuray-ı Ali azasından Sakanini biraderdi. Türk masonluğunun siyon üçgenli tahtına yerleşen İttihat ve Terakki ileri gelenleri, diğer subayları da locaya girmeye zorlayarak kendilerine çekmeye çalışıyorlardı. İttihat Terakki, herkesi bünyesinde toplamaya çalışmakla bir siyasi oluşum havası vermek istiyordu. 31 Mart olayının ardından İttihat ve Terakki liderlerinden Talat Bey, masonlukta bir basamak daha çıkıyor ve büyük üstad oluyordu. Ayrıca memleketin her yerine, Elazığ'dan Malatya'ya varıncaya kadar İttihat Terakki kanalıyla localar açılır olmuştu. Az zamanda yalnız İstanbul'da 24 loca açılmıştı. Bütün memleketteki locaların sayısı 58'e ulaşmıştı (Türkiye'de Masonluk Tarihi, Kemalettin Apak, s.39) .

Abdülhamid'i düşürmek masonlar için kolay olmayacaktı ve ancak bir darbe ile düşürülebilirdi. Yapılacak ilk uygun zeminin hazırlanmasıydı. Sultan Abdülhamid, hiçbir ilgisinin olmadığı 31 Mart Ayaklanması gerekçe gösterilerek ve Şeyhüllİslam Mehmed Ziyaettin'in verdiği fetva sonucunda tahttan indirildi. Abdülhamid'in yerine İttihatçıların güdümünden çıkmayacağı belli olan Mehmet Reşat getirildi. 27 Nisan gecesi de Sultan Abdülhamid ve ailesi 20 saatlik bir tren yolculuğu sonucunda Selanik'e gönderildi. Bu olaydan sonra Osmanlı'yı bir İslam Birliği halinde ayakta tutabilmenin son fırsatı da yok edilmiş oluyordu.

Bu makale, Araştırma Dergisi 24. sayı (Ekim 2003) 16. sayfada yayınlanmıştır.
Son düzenleyen perlina; 8 Ocak 2017 15:07
Keten Prenses - avatarı
Keten Prenses
Kayıtlı Üye
16 Nisan 2009       Mesaj #10
Keten Prenses - avatarı
Kayıtlı Üye

Abdülhamid'in Petrol Haritası


Nedense bu harita şimdiye kadar hiç gün yüzüne çıkarılmadı. Türkiye gerçekte bir petrol cenneti mi? Bakın neler var o haritada...
Türkiye'nin altı petrol mü kaynıyor? Yılların şehir efsanesi gerçek olabilir mi? 100 yıl önce Abdülhamid Han’ın petrol haritasında bu sorunun cevabı verilmiş. Star yazarı Aziz Üstel de bu konuyu köşesine taşımış...
Ad:  osmanlı-petrol-haritası.jpg
Gösterim: 1532
Boyut:  77.9 KB

Bakın o haritada neler varmış...


Habire tartışır dururuz ya?Türkiye petrol denizi üzerinde mi?Güneydoğu fokur fokur petrol kaynıyor mu? Türkiye petrol dolu ama yabancılar çıkarmamıza izin vermiyor mu?!

ABDÜLHAMİT ARAŞTIRMA YAPTIRMIŞ
Bütün bu soruların yanıtını biri vermiş zaten... Hem de tam 100 yıl önce. Sultan II. Abdülhamid! Özelllikle 19. yüzyılın son çeyreğinde, tüm dünyada gündeme gelen ve ne denli önemli olduğu herkesçe kabul edilen petrol araştırmaları için, Abdülhamid Han, olağanüstü çaba harcamış.

ANADOLU'NUN ALTI PETROL KAYNIYOR
Hazırlattığı, ‘tespit haritasında’, Anadolu’nun neredeyse tamamında, yüksek ölçekte petrol rezervi olduğu saptanmış!

Hazine-i Hassa’dan, yani kendi cebinden, parasını ödeyerek yabancı ve yerli mühendislere Musul ve Bağdat havalisiyle, Dicle ve Fırat nehirleri havzasında petrol taraması yaptırdı.

Alman Maden Mühendisi Paul Groskoph ve Habib Necip Efendi’nin başkanlığındaki araştırma birimi, 22 Ekim 1901’de çalışmalarını Abdülhamid Han’a sundu.

GİZLİDE KALAN HARİTA

Bugüne değin her nedense bir türlü yayınlanmayan bu harita, salt Güneydoğu’nun bilinen noktalarında değil, Hakkari ve Bitlis gibi illerde de petrol bulunabileceğ ini gösteriyor. Haritayı hazırlayan heyet, Bitlis Suyu denilen çayın kıyısı boyunca, önemli petrol rezervleri saptamış.

Heyet Başkanı Paul Groskoph, petrol noktalarını tek tek tespit ettiklerini aktarırken, izledikleri güzergahı da, ayrıntılı bir biçimde anlatıyor. Petrol havzasını karış karış dolaşan Groskoph, Siirt tarafında ve Dicle Nehri kıyısında zengin petrol rezervleri bulunduğunu vurguluyor.

GÜNEYDOĞU'NUN TAMAMINDA PETROL VAR

Güneydoğu Anadolu’nun neredeyse tamamı ve Doğu Anadolu’nun bir bölümünü kapsayan petrol haritası, Diyarbakır, Mardin, Bismil, Hazro Çayı çevresi, Sinan, Batman Çayı çevresi, Dicle Bölgesi, Midyat, Bedran, Tulan, Siirt, Botan Çayı çevresi, Habur, Fındık, Cizre, Bitlis Çayı kıyısı ve Hakkari’de (Çölemerik) çok önemli petrol yatakları bulunduğunu kaydediyor!!

O HARİTA YAYINLANIYOR
Bu harita sonunda gün yüzüne çıkacak! Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, ‘Osmanlı Döneminde Irak’ adlı kitapta haritayı kamuoyuna sunacak.




Son düzenleyen perlina; 8 Ocak 2017 14:58
Quo vadis?

Benzer Konular

23 Eylül 2016 / kompetankedi Osmanlı İmparatorluğu
19 Haziran 2016 / kompetankedi Osmanlı İmparatorluğu
29 Mart 2011 / kompetankedi Osmanlı İmparatorluğu
18 Ağustos 2013 / kompetankedi Osmanlı İmparatorluğu
5 Ekim 2010 / kompetankedi Osmanlı İmparatorluğu