Arama

Osmanlı Devleti Hakkında Herşey - Sayfa 2

Güncelleme: 24 Şubat 2016 Gösterim: 32.978 Cevap: 17
RoxBury - avatarı
RoxBury
Ziyaretçi
9 Eylül 2007       Mesaj #11
RoxBury - avatarı
Ziyaretçi
Bükreş Antlaşması--Edirne Antlaşması--Hünkar İskelesi Antlaşması--İstanbul Antlaşması

Sponsorlu Bağlantılar


Bükreş Antlaşması

Osmanli Devleti ile Rus Çarligi arasinda yapilan bir andlasma. 28Mayis 1812 senesinde Bükres'te imzalandi. On sekizinci asrin sonlarinda Fransa krali Napolyon Ponapart Misir'i isgal etmisti. Rusya, Fransizlari Mora'nin batisindaki adalardan; ingiltere de Misir'dan çikarmak için Osmanli Devleti ile anlastilar. Bundan sonra Osmanli ve ingiliz donanmalari Misir kiyilarini kusatti. Osmanli-Rus kuvvetleri de Mora' nin batisindaki adalarda Fransizlara karsi çarpisti. Neticede bu bölgede Rusya'nin nezâreti altinda Osmanli Devleti'ne bagli yedi Ada Cumhuriyeti kuruldu Fransizlar, Osmanli-Rus-lngiliz ittifaki karsisinda Misir'dan çekildi. 1802'de Osmanli-Fransiz sulhu gerçeklesti. Osmanli-Rus-ingiliz ittifaki, Fransizlarin Misir' dan çekilmesinden sonra da devam etti. Ancak Rusya bastan beri devam ettigi üzere Osmanli Devleti aleyhindeki düsmanca siyasetini degistirmedi. Bu sirada Osmanli Devleti 1804'de ortaya çikan Sirp isyanini bastirmakla mesgul idi. Rusya ise Sirbistan'in Eflak-Bogdan gibi imtiyazli bir beylik haline gelmesini istiyordu.

Eflak ve Bogdan beyleri de Rusya ile isbirligi yapmislardi. Bu hareketleri üzerine Osmanli Devleti Eflak ve Bogdan beylerini azledip vazifeden uzaklastirdi. Yerlerine baska beyler tâyin edildi. Bogazlari da Rus donanmasina kapatti. Bu hâdiseler üzerine Rusya, Osmanli Devleti'ne karsi 1806 senesinde savas açti. Osmanlilarin Rusya ile savasa girmesini istemeyen ingiltere, azledilen Eflak-Bogdan beylerinin yerlerine iadesini ve bogazlarin Rus donanmasina açilmasini istedi. Bu teklif kabul edilmezse, ingiliz donanmasinin Çanakkale'ye gönderilecegi tehdidinde bulundu. Osmanli Devleti, Rus ve ingiliz tehdîdlerine aldirmadi. Rusya'ya karsi savas îlân etti ve Tuna boylarina ordu gönderdi. Neticede Ruslarla yapilan savasta, Ruslar; Hotin, Bender, Kili ve Akkerman kalelerini aldilar, fakat Bükres civarinda Osmanli kuvvetlerine yenildiler, ismail kalesi önünde de bozguna ugradilar. Fakat bu sirada ingiliz donanmasi Çanakkale bogazini geçerek istanbul önlerine geldi, ingilizler bir elçi ile tekliflerinin kabul edilmesini istediler, ingilizlerin bu isteklerine red cevâbi verilip, hemen savunma hazirliklarina baslandi, istanbul sahillerine binden fazla top yerlestirildi. Diger taraftan da, Çanakkale bogazinin tahkimatina baslandi, ingiliz donanmasi kumandani hiç bir sey yapamayacagini anlayinca, önce adalara çekildi sonra da büyük sikintilarla 1807'de Çanakkale bogazindan çikip gitti, ingilizler bu basarisizligin acisini Misir'dan çikarmak istediler, iskenderiye ve Rosetta'yi isgal ettiler. Ancak Kavalali Mehmed Ali Pasa'nin sert taarruzlari karsisinda tutunamayip Misir'i terketmek zorunda kaldilar. Bu hâdise üzerine Osmanli Devleti, ingiltere' ye savas ilân etti. Diger taraftan Osmanli Devleti ile Rusya arasinda Tuna boylarinda siddetli bir savas sürüyordu.

Sadrâzam Aga ibrahim Pasa kumandasindaki Osmanli ordusu Silistre'de, Rusçuk ayani Alemdar Mustafa Pasa da Rusçuk cephesinde savasiyordu. Bu sirada istanbul'da Kabakçi Mustafa isyani çikti. Sultan üçüncü Selîm Han tahttan indirilerek 1807'de dördüncü Mustafa Han pâdisâh îlân edildi. Hâdise Tuna boylarinda Ruslara karsi savasan yeniçeri askerleri tarafindan duyulunca orduda isyan basladi. Sadrâzam Aga ibrahim Pasa'yi da ordudan uzaklastirdilar. Neticede Osmanli ordusu dagildi. Rusya için istanbul yolu açilmis, önünde bir engel kalmamisti. Bu sirada Napolyon, 1806'da Yena'da Prusya'yi yendikten sonra Rusya tarafina girmis, Eylau ve Friedland savaslarinda bu devleti yendikten sonra çar birinci Aleksandr ile Tilsit'te bir andlasma imzalamisti. Bu andlasmanin maddelerinden biri de Osmanli-Rus savasina derhâl son verilmesi ve mütâreke yapilmasi idi. Bu sebeble ateskes îlân edildi. Tilsit andlasmasi hükümlerine uyan Rusya, yedi adadan askerlerini çekti ve Fransizlar bu adalari isgal etti. isgalden sonra da adalarin Fransa'ya, Ragusa'nin da italya' ya baglandigi ilân edildi.. Bu hâdise, Tilsit andlasmasinda gizli maddelerin bulundugu ve Fransa' nin dostça davranmadigini ortaya çikariyordu. Rusya da, mütâreke sartlarina uymadi. Eflak ve Bogdan'dan askerlerini çekmedigi gibi yeni kuvvetler de gönderdi. Paris'teki Osmanli elçisi baris için Napolyon'a gönderildi ise de iyi netîce alinamadi. Fransa' nin Osmanli Devleti aleyhindeki emelleri, Osmanli Devleti'nin ingiltere ile ittifak yapmasina sebeb oldu. Rusya ise Eflak-Bogdan'i israrla istiyordu. Bu. sebeble Osmanli-Rus savasi yeniden basladi. Yapilan Silistre savasinda Ruslar yenildi ve Tuna' nin karsi kiyisina çekildiler. Ertesi sene tekrar kanli savaslar basladi. Bu durum karsisinda Ruslar, Fransizlarla aralarinin açik olmasi ve Napolyon'dan çekindikleri için, bu savastan acele bir netîce almak veya Osmanli Devleti ile baris yapmak istiyorlardi. Çünkü Ruslarin Fransizlarla savasa girmesi kaçinilmaz bir hâl almisti. Bunun farkina varan Rus çari birinci Aleksandr, Osmanliya önceden teklif etmis oldugu andlasmanin maddelerini hafifleterek andlasma istedi. Bu sirada Ruslara karsi savasan Osmanli sadrâzami, ordusunun daha fazla dayanamayacagini görerek baris teklifini kabul etti. Neticede 28 Mayis 1812'de Bükres'te andlasma imzalandi. Andlasma, Osmanli Devleti adina sadâret kethüdasi Seyyîd Mehmed Sa'îd Gâlib Efendi, Ibrahim Selîm Efendi, yeniçeri kâtibi Abdülhamîd Efendi ve Rusya adina da Andrey Italinsky, Ivan Sabaniyev ve Osip Fanton imzaladilar.

Bükres andlasmasinin maddeleri sunlardir:

1-Prut irmagi ve Tuna'nin sol sahili, Osmanli-Rus siniri olacaktir.

2-Tuna sularinda iki devletin ticâret gemileri dolasabilecek, Rus savas gemileri Kili bogazindan Prut irmaginin Tuna ile birlestigi yere kadar gidebilecektir.

3-Rusya; Eflak, Bogdan ve Tuna adalarini Osmanli Devleti' ne birakacaktir.

4-Osmanli Devleti iki sene müddetle Eflak-Bogdan halkindan vergi almayacaktir.

5-Rusya'ya birakilan topraklarin müslüman halki, isterlerse Osmanli topraklarina göç edebileceklerdir. Ayni hak. Osmanli topraklarinda kalan hiristiyanlar için de kabul edilmistir.

6-Sirbistan'daki kaleler ve mühimmat Osmanli Devleti'nin elinde bulunacak; Sirplar içislerini ve vergilerini kendileri düzenleyeceklerdir.

7-Anadolu tarafindaki sinirlar eskisi gibi kalacak ve Rusya isgal ettigi yerleri bosaltip Osmanli Devleti'ne geri verecektir.

Bükres andlasmasi neticesinde 1806'dan beri devam eden Osmanli-Rus savasi sona erdi. Rusya'nin Fransa tehlikesine karsi tedbir almak durumunda olmasi, Osmanli Devleti'nin daha fazla toprak kaybini önledi. Tuna'dan geçis hakki ve Baserabya'yi vermekle kurtulmus oldu. Rusya'nin Rumeli'deki Osmanli topraklari üzerinde nüfuzu artti. Sirplara içislerinde muhtariyet verilmesi, Balkanlarda kavmiyetçilik akimlarinin baslama sebeblerinden biri oldu. Osmanlinin dis siyâsetinde Avrupa devletlerinin te'sirleri daha çok görülmeye baslandi.



Edirne Antlaşması
Rusya, Sultan İkinci Mahmud'un Navarin'de Osmanlı donanmasının yakılması ile sonuçlanan olaylardan dolayı savaş tazminatı istemesi üzerine, Osmanlı Devleti'ne karşı savaş açtı.

Sultan İkinci Mahmud bu arada Yeniçeri Ocağı'nı kaldırmış, yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediye isimli yeni bir askeri teşkilat kurmuştu. Teşkilatlanmasını henüz tamamlayamamış olan bu ordu Rus kuvvetleri karşısında önemli bir varlık gösteremedi. Eflak ve Boğdan'ı işgal eden Ruslar, Tuna'ya kadar indiler. Balkanları aşan Rusya, batıda Edirne, doğuda ise Erzurum'a kadar ilerledi. Bu gelişmeler üzerine Osmanlı Devleti barış istedi. Ruslarla yapılan Edirne Antlaşması sonunda, Yunanistan'a bağımsızlık verildi. Eflak, Boğdan ve Sırbistan'a imtiyazlar tanındı. Ruslar işgal ettikleri yerleri geri verdiler. Rus ticaret gemilerine boğazlarda geçiş hakkı tanındı. Osmanlı Devleti Rusya'ya savaş tazminatı ödemeyi kabul etti.



Hünkar İskelesi Antlaşması
8 Temmuz 1833'de Rusya ile Osmanli Devleti arasinda imzalanan andlasma.

Gerek Yunanistan, gerekse Arabistan yarimadasinda Osmanli Devletine büyük hizmetler yapmis olan Misir Valisi Mehmed Ali Pasa, kendisine verilen yanlis bir haber üzerine Osmanlilara karsi oglu Ibrahim Pasa' nin kumandasinda Suriye tarafina asker sevk etmisti. Üç gün süreyle yapilan muharebede Misir askeri çoklugu ve intizamli olmasi sebebi ile galip gelmis, hattâ Kütahya'ya kadar dayanmislardi. 14 Mayis 1833 de Osmanlilar ile Ibrahim Pasa arasinda Kütahya andlasmasi imzalandi. Fransizlar ve Ingilizler Müslümanlari birbirine düsürmek için Mehmed Ali Pasa'yi, Osmanlilar'a karsi kiskirtiyorlardi. Bu sebepten Sultan Ikinci Mahmud Han, Rusya ile Hünkar Iskelesi Andlasmasiyle ittifak akdine mecbur kaldi. Sultan Ikinci Mahmud Han'in mecburiyet sebebiyle yaptigi bu andlasmadan maksadi iyice bozulmus dejenere olmus olan Yeniçerileri intizamli hale getirmek ve kardes kani dökülmesine mani olmakti.

8 Temmuz 1833 de imzalanan andlasma 6 açik ve biri gizli 7 maddeden mütesekkil olup 8 sene için geçerli idi. Andlasmanin açik maddelerinde; iki devletin sadece savunma maksadiyla bu andlasmayi imzaladigi, herhangi bir savas vukuunda birbirlerine yardim edecekleri, yardimi istiyenin digerinin masraflarini karsilayacagi, sürenin 8 yili asmayacagi ve iki ay içinde onaylanmasi gibi hususlar bulunuyordu. Gizli maddede ise; Rusya bati ile savasa girdigi anda, Osmanlilarin bogazlari batililara kapatacagi hususu vardi. Avrupa devletleri andlasmaya büyük tepki gösterdiler. Zaten mecburiyetlerden dogan andlasma tatbik edilmedi.



İstanbul Antlaşması

I. Balkan Savaşı sonrasında Osmanlı Devleti ile Bulgaristan arasında imzalanan antlaşma. Bu antlaşma ile bugünkü Türkiye - Yunanistan - Bulgaristan sınırı çizilmiştir.

Osmanlı Devleti'nin I. Balkan savaşından yenilgiyle çıkması sonucunda Osmanlı Devleti Trakya'yı ve Edirne'nin büyük bir bölümünü Bulgaristan'a bırakmak zorunda kalmıştır.

Osmanlı Devleti, II. Balkan Savaşı'nda (30 Haziran 1913) büyük kayıplar veren Bulgaristan'ın bu durumundan yararlanarak Edirne'yi geri aldı. İki cephede birden savaşan Bulgaristan bu durum karşısında ateşkes istedi ve iki devlet arasında İstanbul'da bir antlaşma imzalandı. Bu antlaşma ile Londra Antlaşması'nın Bulgaristan ve Osmanlı Devleti ile ilgili maddesi iptal edilmiş oldu.

İstanbul Antlaşması'na göre :

- Batı Trakya Bulgaristan'a verildi.

- Edirne Osmanlılar'a bırakıldı.

- Bulgaristan'da yaşayan Türkler'in dört yıl içinde Türkiye'ye göç etmelerine izin verildi. Kalanlara da her türlü mezhep ve din özgürlüğü tanındı.

Karlofça Antlaşması--Kasr-ı Şirin Antlaşması--Küçük Kaynarca Antlaşması--Mondros Antlaşması



Karlofça Antlaşması

Sultan İkinci Mustafa döneminde Avusturya üzerine üç büyük sefer düzenlendi. Ancak 11 Eylül 1697'de uğranılan Sente mağlubiyeti ile Osmanlı Devleti bir anda savunmasız kaldı. Bu arada Venedikliler Mora ve Dalmaçya'ya, Lehistan ise Boğdan'a saldırdı. Aynı dönemde Rusya'nın başına Deli Petro geçmişti. Deli Petro ordusunu modernize etmiş, boğazlardan Akdeniz'e inme ve Karadeniz'e egemen olma çabalarına girişmişti. 1695'deki saldırıda başarısız olmuş, fakat bir yıl sonra Azak Kalesini ele geçirmişti (6 Ağustos 1696).

Uzun süren savaşlar sonunda Osmanlı Devleti yorgun düşmüştü. Özellikle İngiliz hükümetinin araya girmesi sonucu, Sultan İkinci Mustafa barışa razı oldu. İmzalanan Karlofça Antlaşmasıyla Banat ve Temeşvar hariç, bütün Macaristan ve Erdel Beyliği Avusturya'ya, Ukrayna ve Podolya Lehistan'a, Mora ve Dalmaçya kıyıları Venediklilere bırakıldı (26 Ocak 1699). Karlofça Antlaşması Osmanlı Devleti'nin toprak kaybettiği ilk antlaşmadır. Bu tarihten sonra Osmanlı Devleti'nin gerileme dönemi başlar. Ayrıca bir yıl sonra Rusya ile de bir antlaşma yapıldı. 14 Temmuz 1700 tarihinde imzalanan İstanbul Antlaşması ile Azak kalesi Rusya'ya bırakıldı.

Tarih 1703 yılına gelmiş, Osmanlı Devleti'nin kötü gidişine dur denilememişti. Padişah tahta çıktığında söylediklerini unutmuş gibiydi. "Zevk ve sefa bana haram olsun" dediği halde, av partileri düzenliyor, aylarca av peşinde dolaşıyordu. Devlet işlerini sadrazamlarına ve eski hocası olan sonradan şeyhülislam yaptığı Feyzullah Efendi'ye bırakmıştı. Bu durum ordu içinde hoşnutsuzluğa yol açtı.



Kasr-ı Şirin Antlaşması

Bugünkü İran sınırımızın çizildiği, Osmanlı Devleti ile İran arasında imzalanan antlaşmadır.

Osmanlı-İran Savaşları, İran Şahı I. Abbas'ın ölmesi ve IV. Murad'ın tahta çıkarak yönetimi ele almasıyla Osmanlı Devleti'nin lehine gelişmiştir. Sultan IV. Murad 1635'de Revan (Erivan) ve Bağdat'ı geri aldı. İran'ın barış istemesi üzerine Hulvanrud Irmağı'nın kıyısında bulunan Kasr-ı Şirin'de bir antlaşma imzalandı.

Antlaşma gereğince;

- Bağdat, Bedre, Hassan, Hanıkin, Mendeli, Derne, Dertenk ile Sermenel'e kadar olan alanlar Osmanlılara'a bırakılacaktı.

- Derbe, Azerbaycan ve Revan İran sınırları içinde kaldı.

İran'ın kuzey sınırı, Kars, Ahıska ve Van Osmanlı topraklarında kalacak biçimde belirlendi. Sınırın her iki taafında kalan kalelerin ve istihkamların yıkılması öngörüldü. Antlaşmanın sonuna eklenen bir madde ile İran'da, ilk üç halife (Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman) ile Hz. Muhammed'in eşi Hz. Ayşe'ye hutbelerde "seb ve lanet" edilmemesi koşulu kondu. Bu antlaşma 1722 yılına kadar yürülükte kaldı ve 1723'te başlayan savaş sonrasında 1747'de yeniden yürülüğe konuldu



Küçük Kaynarca Antlaşması
III. Mustafa'nin son günlerinde baslayan baris görüsmeleri, I. Abdülhamid tahta çiktiktan tam alti ay sonra "Küçük Kaynarca Antlasmasi" ile sonuçlandi (21 Temmuz 1774)
Tuna Kiyisinda Küçük bir kasaba olan Küçük Kaynarca'da imzalanan antlasmanin baslica maddeleri sunlardi:

1- Kirim Hanligi Osmanli Devleti'nden ayriliyor, sözde bagimsiz oluyordu.

2- Kilburun, Kerç, Yenikale, Azak Kalesi, Özi (Dnieper) Nehri ile Aksu (Bug) nehirleri arasindaki Büyük ve Küçük Kabartay ülkeleri de Rusya'ya birakiliyordu.

3- Rusya, isgal ettigi Basarabya, Akkirman, Kili. ismail, Bender ve diger bazi kalelerle Eflâk ve Bogdan'i Osmanli Devleti'ne geri verecek, fakat Osmanli Devleti Eflâk ve Bugdan'da bir genel af ilân edecek, voyvodalarin Babiâli nezdinde maslahatgüzar bulundurmalari ve Rus elçilerinin bu memleketleri korumak için görüsme yapabilmeleri imkânini saglayacakti.

4- Rus gemileri Bogazlar'dan serbestçe geçebilecek, Karadeniz, Akdeniz ve Bogazlar'da serbestçe ticaret yapabileceklerdi. Rusya Osmanli Devleti'nin gerekli gördügü yerlerinde konsolosluk açabilecekti.

5- Evvelce Ingiltere ve Fransa'ya verilmis "kapitülasyon" haklarindan Rusya da yararlanacakti.

6- Osmanlilar yazismalarda Rus çarlari için "Ruslar'in padisahi" deyimini kullanacak, Istanbul'daki daimi Rus elçisi en büyük devletlerin elçileri gibi muamele görecekti.

7- Osmanli Devleti Ruslar'a, 1775 yilindan baslamak üzere üç taksitte (üç yilda) toplam 15.000 kese (750 milyon akçe) harp tazminati ödeyecekti.

Bu sartlarin içinde en agiri, 1500 senelik bir Türk yurdu olan Kirim'in elden çikmasi idi. Bu, bütün Osmanli Devleti'ni mateme bogdu, ikinci önemli husus, Ruslar'in, Ortodokslarin hamisi sifatiyle Eflâk ve Bogdan islerine burunlarini sokabilmelerine imkân verilmesiydi.

Simdi, Osmanli Devleti Avrupa islerine karismiyor, hâkim devlet niteligini tamamen kaybetmis bulunuyor, sadece Balkanlar'i elinde tutuyordu. Romanya yari bagimsiz bir duruma gelmisti.



Mondros Antlaşması

Birinci Dünyâ harbinden sonra Osmanli Devleti'yle Itilâf devletleri arasinda 30 Ekim 1918' de Limni adasindaki Mondros limaninda demirli bulunan Agememnon ingiliz zirhlisinda imzalanan ateskes andlasmasi.

Sultan ikinci Abdülhamîd Han'in tahttan indirilmesinden sonra, ittihâd ve Terakki iktidara geldi. Ittihâd ve Terakki ileri gelenleri, maceraci isteklerini tatmin etmek ve Rusya, ingiltere ve Fransa'dan meydana gelen îtilâf devletleri karsisinda Almanya'nin yükünü hafifletmek için Osmanli Devleti'ni Birinci Dünyâ harbine soktular. Osmanli Devleti AImanya, Avusturya ve Macaristan üçlüsü ile ittifak kurmak suretiyle, itilâf devletlerinin karsisinda harbe girdi. Kafkasya, irak, Sûriye-Misir ile Çanakkale cephelerinde harbe giren Osmanli Devleti yüz binlerce müslüman-Türk evlâdini sehîd verdi. Rusya 1917'de Bolsevik ihtilâlinin zuhur etmesiyle savastan çekildi. Bu durum îtilâf devletlerinin aleyhine oldu. Bu dönemde bütün devletlerde bir yorgunluk ve bikkinlik basgösterdi. Rusya ile Brestlitovsk andlasmasini imzalayan Osmanli Devleti, dogudaki topraklarini istilâdan kurtardi. 1917 Hazîran'inda Yunanistan, îtilâf devletleri safinda savasa girdi. Ayrica 1918 yazi sonlarina dogru îtilâf devletleri bütün cephelerde umûmî bir taarruza geçtiler, ittifak devletleri yaninda savasa giren Bulgaristan, Fransiz taarruzlari karsisinda yenilince, mütâreke isteyerek savastan çekildi. Böylece Almanya'nin doguya açilan yolu kesildi, Istanbul ise, Trakya yönünden gelebilecek bir saldiriya açik duruma geldi. Sayisi dokuza çikan ve uzaklarda çarpisan Osmanli ordulari da cephane ve gida sikintisi yüzünden yorgun ve bitkin bir hâle geldi. Gerek bu durum. gerekse Suriye cephesindeki maglûbiyet, yillardir zafer vadiyle aldatilan millete ittihâd ve Terakkî siyâsetinin basarisizligini gösterdi. Savasa devam etmekte hiç bir fayda ycktu. Mart 1918'de sadrâzam olan ittihâd ve Terakkî'nin ileri gelenlerinden Talat Pasa, mütârekeyi imzalayacak bir hükümetin kurulmasina imkân vermek için, 7 Ekim 1918' de sadrazamliktan istifa etti. Sadrâzam olan Ahmed izzet Pasa, Bagdâd-Kerkük arasindaki Kütül-Amare'de Osmanlilarca esir alinan ve Büyükada'daki kampta bulundurulan ingiliz generali Tovvshend araciligiyla Londra'ya bas vurarak mütâreke istedi, Ingiltere mütâreke teklifini kabul etti. Bunun üzerine Limni adasinin Mondros limaninda demirli bulunan Agememnon ismindeki Ingiliz zirhlisinda mütâreke (ateskes) görüsmelerine baslandi. Görüsmelerde Ingiltere.' yi, Akdeniz donanmasi baskumandani visamiral Calthorpe, Osmanli Devleti'ni ise, bahriye nâziri Rauf Bey (Orbay), Hâriciye naziri müstesari Resat Hikmet Bey ile erkân-i harb kaymakami Sâdullah beyler temsil ettiler. Pâdisâh sultan altinci Mehmed Vahîdeddîn Han, Dâmâd Ferîd Pasa'yi bu hey'etin basinda göndermek istediyse de, sadrâzam ve vekillerin karsi çikmalari üzerine vazgeçti. Pâdisâh, gidecek murahhaslara (delegelere); "Hilâfet, saltanat ve hanedan hukukunun korunmasini, bâzi eyâletlere verilecek muhtariyetin sâdece idarî olup, siyâsî olmamasini; siyâsî muhtariyetin, âlem-i. islâm'a ihanet sayilacagini tenbîh ediniz" diye söylemesini sadrâzamdan istedi. Pâdisâh'in bu arzusu üzerine sadrâzam; "Biz simdi mütâreke akdediyoruz, muahede degil. Bunlari muahede müzâkerelerinde düsünürüz" diye cevap verdi.

24 Ekim 1918'de gece yarisindan sonra bir vapurla Mondros'a hareket eden hey'etin mütâreke görüsmeleri dört gün sürdü, imzalanan bu andlasmayla, dört seneden beri büyük bir mahrumiyetle devam eden ve milyonlarca müslüman-Türk evlâdinin sehîd olmasina sebeb olan harbe son verildi.

Ingiltere hükümeti, müttefiki Fransa'ya bile haber vermeden Akdeniz baskumandani visamiral Arthur Calthorpe (Kaltrop)'a Londra'dan telsizle bildirdigi yirmi bes maddelik Mondros mütârekesini Osmanli temsilcilerine dikte ettirerek hiç bir îtirâza yer vermiyecek sekilde imzalatti. Osmanli târihinde görülmemis bir esaret ve teslim olus vesikasi olan bu mütârekenin imzalanmasini tâkib eden günlerde keyfî idareleri, ikbâl ve makam hirslari sebebiyle, Osmanli Devleti'nin yikilmasina sebeb olan ittihâd ve Terakki'nin, üç pasasi Talât, Enver ve Cemâl pasalar ile diger ileri gelenleri yurt disina kaçtilar.

Sâdece Birinci Dünyâ harbine degil, batili devletlerin tabiriyle 618 senelik Büyük Türk Devleti' ne de son veren yirmi bes maddelik Mondros mütârekesinin maddeleri özetle sunlardir:

1- Karadeniz'e geçisi saglamak üzere bogazlar açilacak ve geçis güvenligi için Çanakkale ve istanbul bogazlarindaki istihkâmlar îtilâf devletleri tarafindan isgal edilecek.

2-3- Osmanli sularindaki bütün mayin tarlalari ve öteki engeller gösterilecek; bunlarin taranmasina ve kaldirilmasina yardim edilecek.

4- Itilâf devletleri tebeasindan olan esirlerle, Ermeni esirleri istanbul'da toplanacak ve kayitsiz sartsiz Itilâf devletlerine teslim edilecek.

5- Sinirlarin korunmasi ve iç güvenligin saglanmasi için taraflarca kararlastirilacak gerekli sayida askerî kuvvetten fazlasi hemen terhis olunacak ve bunlarin silâh, cephane ve teçhizati îtilâf kuvvetlerine teslim edilecek.

6- Emniyeti saglamakla vazifeli tekneler disindaki bütün Osmanli savas gemileri belirlenerek îtilâf kuvvetlerine teslim edilecek ve Osmanli limanlarindan disari çikmayacak.

7- Itilâf devletleri güvenliklerini tehlikede gördükleri herhangi bir stratejik bölgeyi asker çikarmak suretiyle isgal edebilecek.

8-9- Osmanli Devleti' nin bütün liman ve tersaneleri îtilâf devletleri gemilerinin faydalanmasina açik bulundurulacak.

10- Toros tünelleri îtilâf devletlerince isgal edilecek; (böylece güneydeki Türk kuvvetlerinin geri çekilmesini önlemek ve Güney Anadolu'yu isgal öngörülüyordu).

11- Kafkasya ve Iran'in kuzey-batisinda Türk kuvvetleri savastan önceki yerlerine çekilecek, (Bu bölgede bir Ermenistan devleti kurulmasini öngören madde).

12- Hükümet haberlesmeleri disindaki her türlü haberlesme, îtilâf devletlerince denetlenecek.

13- Askerî ve ticarî kara ve deniz vâsitalari ve malzemesi tahrip edilmeyecek.

14-Ülkenin ihtiyâcindan fazla olan kömür, akaryakit ve deniz levâzimâti, îtilâf devletleri tarafindan satin alinacak.

15- Bütün demiryollari îtilâf devletleri me' murlarinca denetlenecek; Kafkas demiryollarini ise, dogrudan dogruya îtilâf devletlerinin me'murlari idare edecek ve Batum'un isgaline karsi durulmayacak.

16-Sûriye, Irak, Hicaz, Yemen, Trablus ve Bingâzi'deki Türk kuvvetleri en yakin îtilâf kumandanina teslim olacak.

17-Trablus'da ve Bingâzi'de bulunan Osmanli zabitleri en yakin italyan muhafaza kit'asina teslim olacak. Osmanli hükümeti teslim emrine itaat etmedikleri takdirde muhâberât ve yardimlasma kesilecek.

18- Misir da dâhil olmak üzere Trablus ve Bingâzi'de isgal edilmis bütün limanlar, Itilâf kuvvetlerine teslim edilecek.

19-Almanya ve Avusturya uyruklu sivil ve asker bütün vazifeliler bir ay içinde Osmanli ülkesinden ayrilacak.

20- Ordunun terhis edilmesi üzerine elde kalacak silâh ve cephane, îtilâf devletlerinin talimatina göre muhafaza edilecek.

21- îtilâf devletleri vazifelilerin çikarlarini kollamak üzere, iase nezâretinde kontrol memurlari bulunacak.

22- Itilâf devletlerince esir alinmis Türkler hemen iade edilmeyerek simdilik bulunduklari yerlerde muhafaza edilecek.

23- Osmanli Devleti merkezî hükümetlerle bütün münâsebetlerini kesecek.

24-Vilâyât-i Sitte'de (Erzurum, Sivas, Diyarbakir, Elazig, Van, Bitlis) herhangi bir karisiklik çikacak olursa, Itilâf devletleri bu bölgede önemli gördükleri yerleri isgal edebilecek.

25- Taraflar arasinda ateskes durumu 31 Ekim 1918 günü ögle vakti baslayacaktir.

Mütâreke (ateskes andlasmasi) olmaktan ziyâde muahede (baris andlasmasi) hüviyetinde olan ve Osmanli Devleti'ni îdâm sehpâsina çikaran Mondros mütârekesinden sonra, kendi menfaatlerini düsünen, harbin sonunda aslan payini ele geçirerek dünyâ siyâsetinde ön plânda rol oynamak isteyen ingiltere'nin tâkib ettigi siyâset, diger îtilâf devletleri tarafindan hos karsilanmadi. Osmanli Devleti'ni paylasmak hususunda çikar çatismasina düsen müttefik devletlerin arasi açildi. Fransa, Almanya'nin parçalanmasini ve Alsas Loren'in kendisine verilmesini istedi, Ingiltere ise, harb gücü ve donanmasini kaybeden Almanya'nin parçalanmasini istemiyordu. Çünkü, Avrupa'nin dengesi Fransa lehine bozulmus olacakti. Böylece ingiltere'ye Avrupa'dan gelebilecek en büyük tehlike Fransa'dan gelebilirdi. Bu sebeble ingiltere, parçalanmis bir Almanya degil, birlesik bir Almanya olmasini müdâfaa etmeye basladi. Almanya'nin parçalanmasini istemeyen Amerika ile de karsilasan Fransa, Ingiltere' ye karsi çikmaya basladi. Ingiltere'nin yakin sarkta tâkib ettigi islâm âlemini parçalayarak himayesine almak istegini de kendi menfaati açisindan hos görmeyen Fransa, kendi hissesine Suriye ve Kilikya'nin ayrilmasina rizâ göstermedi. Aynca Osmanli Devleti'nin parçalanmasi veya yikilmasi durumunda, kapitülasyonlar sebebiyle en çok zarar görecek olan Fransa, ingiltere'nin Osmanli Devleti'ni yikma siyâsetine de karsi çikti, Italya'nin ise, gerek sömürgeler gerekse yakin sarkin taksimi hususunda Ingiltere'yle arasi açildi.

Harbden sonra Ingiltere'de iktisadî bir buhran ve issizlik bas gösterdi. Gizli emellerine Yunanistan'i âlet etmek isteyen ingiltere, Yunan gelismesini te' min ederek menfaat mikdârini arttirmak ve kendi menfaatlerini tehlikeye sokan belki de mâni olacak olan Türk mukavemetini kirmak, Türkleri de istegine boyun egdirmek için, izmir'i Yunanistan'a birakarak onu Anadolu'ya saldirtmak istedi.

Harbden çekilmis olan Rusya' nin, Dogu Anadolu'da terk ettigi arazî hususunda da görüs ayriliklari ortaya çikti, Ingiltere burada bir Ermenistan ve Kürdistan devletinin kurulmasini menfaatlerine uygun buluyordu. Fransa ve italya ise, ayni düsüncede degillerdi. Fransa kendisine mâl ettigi Kilikya'yi ermenilere terketmek Istemedigi gibi, ermeniler de Ingiltere'nin kendilerine bahsetmek istedigi yerleri kâfi görmüyorlardi.

Menfaat için çarpisan, harbi kazandiktan sonra en büyük menfaatleri ele geçirmek isteyen emperyalist îtilâf devletlerinin vaktiyle kendilerinden istifâde etmek için istiklâl ve hürriyet vâd ettikleri milletler de haklarini istediler.

Mondros mütârekesinin imzalanmasindan sonra 8 Kasim 1918 günü Ahmed Izzet Pasa sadrazamliktan istifa etti. Yerine Tevfik Pasa sadrâzam tayin edildi. Hiç bir sebeb yok iken mütârekenin yedinci maddesini tatbike koyup 13 Kasim 1918'de Ingiliz, Fransiz, Italyan ve Yunan gemilerinden meydana gelen itilâf donanmasi karaya asker çikararak Istanbul' un muhtelif yerlerini isgal ettiler. Sehirdeki rumlarin çilgin gösterileri ve Yunan bayraklari arasinda "Zito=Yasa" sesleriyle Itilâf askerleri sehre girip yerlestiler, Itilâf kuvvetleri Istanbul'a girdikten sonra mütâreke muahedesi artik bir hiç oldu. Haydarpasa'dan Ankara'ya kadar olan tren yolu güzergâhindaki istasyonlar; Karadeniz bogazindan Batum'a kadar olan limanlarimiz Itilâf devletleri tarafindan isgal edildi. Zonguldak ve Eregli' yi Fransizlar; Samsun, Merzifon, Batum ve Baku'yu Ingilizler isgal ettiler.

Ingilizler 19 Nisan 1919'da Kars'i isgal ederek ermenilere verdiler. 20 Nisan'da Gürcüler Ardahan'i, 29 Nisan'da Italyanlar Antalya'yi, Yunanlilar 11 Mayis'da Fethiye'yi, 15 Mayis'da da Izmir'i isgal ettiler. Yunan barbarlari karaya çikarçikmaz fes giyen yahut "Zito Venizelos" demiyen masum ve silâhsiz insanlarin hepsini hunharca katletmeye basladilar. O sirada otuz Türk zabiti sehîd edildikten sonra halktan bâzi kimseler denize atildi ve dükkanlar yagma edildi. Bütün gün katliâm ve yagma ile geçti. Irzlara tecâvüz edildi. Kendilerini medenî sayan Avrupa ve Amerika ise, bu müdhis sahneyi zevkle seyrettiler, Izmir'i isgal etmekle iktifa etmeyen Yunanlilar; Manisa, Salihli, Denizli ve çevresini de isgâl ettiler, italyanlar ise, Kusadasi'ndan baslayarak Mugla, Antalya ve Konya civarini isgale basladilar, ingiltere ve Fransa da taksim sonunda kendi hisselerine düsen yerleri isgal ettiler. Bu isgallerle beraber Millî Kurtulus hareketi basladi.
Son düzenleyen RoxBury; 9 Eylül 2007 16:21 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi
yüksel2 - avatarı
yüksel2
Ziyaretçi
25 Kasım 2007       Mesaj #12
yüksel2 - avatarı
Ziyaretçi
MERAK UYANDIRAN SORULAR


Sponsorlu Bağlantılar
1- Hangi Osmanlı Sultanı üçüncü kıta olan Afrika’da Osmanlı hâkimiyetini başlattı?
Yavuz Sultan Selim

2- Dünya’da ilkyazının icadı ile insanlığı karanlık devirden aydınlık devre ulaştıran Türk medeniyeti hangisidir?
Sümer Medeniyeti

3- Hangi Osmanlı Sultanları ikişer defa tahta çıkmışlardır?
II.Murat, Fatih Sultan Mehmet, I.Mustafa

4- Osmnalı Padişahlarından kaçtanesi “hilafet” sıfatına haizdir?
28

5- Eğri Fatihi olarak bilinen Osmanlı Sultanı kimdir?
III.Mehmet

6- II.Murat’tan itibaren Osmanlı padişahlarının birçokları şairdi.Şair Padişahların divan edebitayatı ananesince ad yerine kullanmış oldukları “mahlas” lar vardı. Aşağıdaki mahlaslarda şiirler yazan Osmanlı Padişahlarını belirtiniz?
Muradî: II. Murat – III. Murat – IV.Murat
Avni: Fatih
Adnî: II. Bayezid
Adlî: III. Mehmet – II.Mahmut
Bahtî:I.Ahmet
Farisi:II.Osman
İkbalî:II.Mustafa
Necîb:III.Ahmet
Sebkati:I.Mahmut
Cihangir:III.Mustafa
İlhami:III.Selim

7- Osmanlı tarihinde İstanbul’un fethinden evvel en çok yaşayan hükümdar kimdir?
Orhan Gazi(78)

8- Cülus yaşı bakımından en ihtiyar ve en genç padişah kimdir?
V. Mehmet Reşat – IV. Mehmet

9- Osmanlı tarihinin en uzun ve kısa saltanat süren hükümdarları hangileridir?
Kanuni Sultan Süleyman(46) – V. Murat (93gün)

10-Ordu başında savaşa gitme geleneğini ilk terk eden Osmanlı Hükümdarı kimdir?
II. Selim(Sarı)

11-Osmanlı Tarihinde ecelleriyle ölmemiş olan padişahların sayısı sekizdir. Bunlar hangileridir?
I. Murat, II. Mehmet(fatih), II. Bayezid, II. Osman, III. Selim, Abdulaziz, Sultan İbrahim ve IV. Mustafa

12-Osmanlı devleti’nin en geniş sınırlarına ulaştığı ve aynı zamanda da devletin küçülmeye başladığı bu enteresan dönem hangi padişah dönemidir?
IV. Mehmet(Avcı)

13-Osmanlı tarihinde 7 padişahın ölümü bir müddet gizli tutulmuştur. Bu Padişahlar kimlerdir?
I. Mehmet(Çelebi)(41gün), II. Murat(12-16), Fatih(1), Yavuz(9), Kanunî(48), II. Selim(7), III. Murat(11)

14-Osmanlı padişahları içerisinde en çok çocuğu olan hükümdar kimdir?
III. Murat(100-130)

15- yenilikçi(inkılâpçı) Osmanlı hükümdarları kimlerdir?
II. Osman(Genç), III. Ahmet, III. Mustafa, I. Abdülhamit, III. Selim, II. Mahmut ve Sultan Mecid

16-Türk hakîmiyeti hangi sultan döneminde “Okyanusyaya” kadar ulaşmıştır?
II. Selim

17-Türklüğün en korkunç düşmanı olan Moğol hükümdarları kimlerdir?
Cengiz (Timuçin)-Timur

18-“sen bister-i gülde yatasın şevk ile handan
Ben kül döşenem külhen-i mihnette sebep ne?”

Çün ruz-i ezel kısmet olunmuş bize devlet,
Takdire rıza vermeyesin böyle, sebep be?
Hacc-ül harameynin deyu davalar edersin
Ya saltanat-ı diniyye için bunca talep ne*”

Şeklinde edebi bir şekilde mücadele yöntemi ile saltanat davası güden Osmanlı şehzadeleri kimlerdir?
Cem Sultan – II. Bayezid

19-Türk dilinin kendi ses bünyesine göre tertip edilmiş yegâne milli yazımız hangisidir?
Orhun Yazısı(Göktürk)

20-Osmanlı tarihinde en uzun ve en kısa sadrazamlık yapanlar kimlerdir?
Çandarlı Ali Paşa(I. Murat ve I. Bayezid) – Zurnacı Mustafa Paşa(IV. Mehmet dönemi 4 saat)

21-Karadan donanamayı yürüterek bir ilke imza atan Osmanlı Sultanı kimdir?
Fatih

22-“Kanunname-i Al-i Osman” adıyla devletin teşkilatı esasiyesini=Anayasasını oluşturan Padişah kimdir?
Fatih

23-Fransızcayı Türkçeye tercih eden son dönem Osmanlılarına ne ad verilmekteydi?
Jön Türkler

24-Azamet devri padişahlerından hiçbirinin aylığı yoktu; işte bundan dolayı o büyük padişahların gelir kaynakları zaferlerinin sağladığı ganimet hisselerinden, İstanbul’la taşradaki meyve bahçelerinin gelirinden ve birde İslâm ananesi gereği, kendi el işlerinin çarşılarla pazarlarda satılmasından elde ettikleri kazançlardan ibaretti.
Her padişahın bir el sanatı vardı. Bunlardan bilinenler şöyledir:
*Bahçıvan:Fatih
*Kunduracı:Kanuni
*Kuyumcu:II. Selim – I. Mahmut
*Okçu:III. Murat – I. Abdülmecid
*Yaycı:IV. Murat - I. Abdülmecid
*Hattat:III. Ahmet
*Marangoz:III. Osman
*Kumaş Boyacısı:III. Selim
*Mobilyacı:II. Abdulhamit

25-İlk Millet Meclisi “Şuray-ı Devlet” adıyla hangi tarihte açılmıştır?
10 Mayıs 1868

26-Osmanlı Tarihinin ilk savaşı hangisidir?
Ermeni beli savaşı(1284)

27-Osmanlı tarihinde ilk fethedilen “ada” hangisidir?
İmralı adası(1308)

28-Osmanlı Hükümdarları içerisinde “Sultan” ünvanını kullanan ilk hükümdar klimdir?
I. Murat(Hüdavendigâr)

29-Osmanlı tarihinde ilk şair padişah kimdir?
II. Murat

30-İstanbul’un Osmanlı tarihinde ilk kuşatması hangi hükümdar döneminde gerçekleştirilmiştir?
I. Bayezid(Yıldırım)

31-Savaş meydanında ölen ilk Osmanlı Padişahı kimdir?
I. Murat(1389-I.Kosova Savaşı)

32-İstanbul’da defnedilen ilk Osmanlı Padişahı kimdir?
Fatih

33-İstanbul fethinin manevi fatihi(kahramanı) kimdir?
Akşemsettin

34-İlk İstanbul valisi ve ilk İstanbul kadısı kimdir?
Karıştıran Süleyman Bey – Hızır Bey Çelebi

35-Devşirme kökenli ilk Vezir-i Azam kimdir?
Mahmut Paşa

36-Asya ile Avrupa’dan sonra Osmanlı hakîmiyetini ilk defa olarak üçüncü kıta olan Afrikaya’da teşmil etmiş padişah hangisidir?
Yavuz Sultan Selim

37-Osmanlı tarihinde ilk rüşvet olayı hangi padişah döneminde görülmüştür?
III. Murat

38-“Valide Sultan” ünvanını alan ilk padişah anası II. Selim’in Karısı ve III. Murat’ın anası olan bu “Valide Sultan” kimdir?
Nur – Banu

39-İlk kıyafet devrimi hangi padişah döneminde yapılmıştır?
II. Mahmut

40-Türkiyede ilk gazete II. Mahmut döneminde 1831 yılının 1 Kasımında hangi isimle çıkarılmıştır?
Takvim-i Vakayi

41-Osmanlı Devleti ilk borçlanmayı hangi hükümdar döneminde yapmıştır?
Sultan Mecid

42-Avrupa seyahatına çıkan ilk ve tek Osmanlı Padişahı kimdir?
Sultan Abdulaziz(21 haziran 1867)

43-İlk meşrutiyet padişahı kimdir?
II. Abdulhamit

44-Dünyanın en kısa mektubu hangi medeniyete aitti?
İsparta(eski yunan) İsparta kralı Lysandros’un Pers Kralına yazdığı cevap mektubu “eğer!...”

45-İslâm tarinide İstanbul ilk defa ne zaman kuşatılmıştır?
H.34, M.655(Hz. Osman)

46-İstanbul Türk tarinde ilk defa hangi Türk Devletri tarafından kuşatılmıştır?
Avar

47-Ebu Eyyub-l Ensari’nin de katıldığı İstanbul kuşatmasının tarihi hangisidir?
H.48, M.668

48-İstanbul Osmanlı tarihinde toplam kaç defa kuşatılmıştır?
7

49-Bir İslâm sıfırının kurduğu batı medeniyeti bu önemli buluşu hangi Türk-İslâm bilimcisine borçludur?
M.976 Mehmet bin Ahmet (İbn-i Ahmet)

50-Ünlü Osmanlı Kaptan-ı Deryası Barboros Hayrüddin paşa’nın gerçek adı nedir?
Hızır Reis

51-Büyük kardeşin tahta çıkışında(Ekber-Erşed Sistaemi) sağ bırakılmış olan ilk Osmanlı şehzadesi kimdir?
15. Osmanlı Sultanı Sultan Mustafa

52-Yeniçeri Ocağının bozulmasına sebep olan muhteşem düğün olarak bilinen düğün hangi Osmanlı Sultanı döneminde yapılmıştır?
III. Murat(I. Ahmet’in sünnet düğünü)

53-Osmanlı tarihinde ilk kominist içerikli isyan hangisidir?
Şeyh Bedrettin Mahmut(Smavi)

54-Osmanlı tarihinin en büyük vezirlerinden olup yeniciliği ilk defa olarak hükümet programı şekline sokan bu önemli devlet adamı klimdir?
Nevşehirli Damat İbrahim Paşa

55-“İlk Türk romantizmi” denilen milli kültür hareketine ön ayak olarak açık Türkçe taraftarı(Yazıcıoğlu Ali Efendi’nin Oğuz ananelerini ihtiva eden “Tevarih-i âl-i Selçuk”, Molla Arif Ali’nin 11.asırdaki Anadolu fethine ait “Danişmendnâme”, Şeyhi’nin “Husre-u Şirin”i, Mercimek Ahmet’in “Kâbusname”si olan Osmanlı Hükümdarı kimdir?
II. Murat

56-Bursa’da son defnedilen Osmanlı Hükümdarı kimdir?
II. Murat

57-Osmanlılarda ilk aile cinayeti hangi hükümdar döneminde işlenmiştir?
Osman Gazi(amcası Dündar Beyi bir okla vurmuştur)

58-Osmanlı tarihinde hilafet yılları hangi tarihler arasındadır?ü
1517 – 1924

59-Osmanlı Sultanları “Halife” ünvanını güçlü oldukları dönemde pek kullanmamışlardır. Bu ünvanı hangi antlaşmanın sonucunda yoğun olarak kullanacaklardır?
Küçük Kaynarca Antlaşması

60- Osmanlı Tarihinin en ağır antlaşmaları hangileridir?
Karlofça – Küçük Kaynarca – Sevr Antlaşmaları

61-Türk ordusu hangi savaşın sonucunda taarruzdan savunmaya çekilmek zorunda kalmıştır?
II. Viyana bozgunu

62-Türk Ordusu uzun yıllar aradan sonra savunmadan tekrar taarruz konumuna hangi savaşla geçmiştir?
Sakarya Meydan Muharebesi

63-Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferinde onuncu Şeyhül İslâm’ın atının ayağından sıçrayan çamurlara bulanmış kaftanını öldükten sonra türbesindeki sandukasına örtülmesini vasiyet etmiştir. Padişahıun bu vasiyetine vesile olan bu değerli ilim adamımız kimdir?
İbn-i Kemal

64-İlk Osmanlı Şeyhü’l İslâmı kimdir?
Molla Şemsettin Fenari(1424-1425)

65-Osmanlı Tarihi nekadar sürmüştür?
638 yıl

66-Bugünkü İstanbul’daki “Kadıköy” hangi Kadı efendinin köyüdür?
Hızır Bey Çelebi

67-81 Cami, 50 Mescit, 55 Medrese, 7 Darul Kura(Kuran okuma evi), 19 Türbe, 14 İmaret, 3 Daruşşifa, 7 Su Kemeri ve bendi, 8 büyük köprü, 16 Kervansaray, 33 Saray, 6 Mahzen, 32 Hamam… ile Türk Kültür tarihine adı altı harflerle yazılan bu büyük sanatçımız kimdir?
Mimar Sinan

68-Osmanlı tarihinde iki defa defnedilen Padişah kimdir?
Yavuz Sultan Selim(İlk:1520(11-22Eylül Çorlu Civarında Sultançayırı denilen yerde)-(ikinci ebedi istratgâhıda İstanbul)

69-Osmanlıya Cihanşumul özelliği kazandıran ilk hükümdar kimdir?
Fatih

70-Osmanlı Tarihinde “fetret” devrine son verip devleti yeniden derleyip toparladığı için kendisine Osmanlı tarihçileri tarafından devletin ikinci kucusu(II.Osman Gazisi) denilen Padişah kimdir
I. Mehmet(Çelebi)

71- Fatih Sultan Mehmet döneminde İtalya’nın “Otranto” liman şehrini kuşatarak fetheden Osmanlı devlet adamı(kaptan-ı deryası) kimdir?
Gedik Ahmet Paşa

72-Osmanlı tarininde yükselme dönemi içerisinde durgun geçen dönem hangi hükümdar dönemidir*
II. Bayezid

73-Hangi Osmanlı Hükümdarının ilk yılları kardeş gailesi ile geçerken son yılları ad evlat gailesi ile geçmiştir?
II. Bayezid

74-ermeni meselesi ilk defa hangi antlaşma ile uluslar arası bir mesele konumuna gelmiştir?
Berlin Antlaşamsı(1878)

75-Asıl ismi “Holofiria” olan Şehzade Süleyman Paşa ile Murad Hûdavendigâr’ın da anaları olan Bilecik Tekfurunun kızı kimdir?
Nilüfer Hatun

76-Osmanlılar ile yabancılar arasında imzalanan ilk askeri antlaşma hangi zaferin sonucunda ve kaç tarihinde imzalanmıştır?
Dinboz Zaferi:1330

77-Yeniçerilerin ilk isyanı hangi isyandır?
Buçuk-Tepe İsyanı

78-Osmanlı tarihinde ilk Rumeli Fatihi sayılan meşhur kahraman şehzade kimdir?
Süleyman Paşa

79-Osman Gazi döneminde Osmanlı istilasına uğrayan ilk Anadolu Beyliği hangisidir?
Umur-Han Beyliği

80-Osmanlı Tarihinde ilk defa Paşa unvanını taşıyan ilk şahsiyet kimdir?
Alâüddin Paşa

81-orhan Bey lehine hukukundan vazgeçip kardeşine vezir olarak ilk devlet teşkilatını vücuda getiren şehzade kimdir?
Aâüddin Paşa

82-“Maarifnâme” adlı mesnevisi Türk dili için en kıymetli vesiklardandır. Bu ünlü Oamanlı tarihçisi kimdir?
Aşık Paşa-zade

83-Bizans İmparatorluğunu Osmanlı Beyliğine tâbi bir devlet haline getiren muahade(antlaşma) nın imzalanması hangi hükümdar dönemindedir?
I.Murat:1363

84-Bu muahede(1366), Osmanlı beyliğinin bir Avrupa Devleti ile akdettiği ilk “daimi sulh” antlaşmasıdır. Ayrıca Osmanlı Devleti’ni Bizans vârisi olarak tanımasına ait ilk vesika olarakda kabul edilir. Bu önemli antlaşma hangi Avrupa devleti ile imzalanmıştır?
Raguza=Dubrovnik Cumhuriyeti

85-İlk Osmanlı veziri kimdir?
Alâüddin Paşa

86-Osmanlı tarihinde ilk Kadı-asker kimdir?
Çandarlı Kara Halil Paşa

87-Osmanlı ordusunda ilk defa top kullanılması hangi savaş da olmuştur?
I.Kosova Savaşı

88-Osmanlı hanedanında “Nizam-ı âlem içün” kardeş katilliğine kanuni bir mahiyet verilmesi hangi hükümdar zamanındadır?
Fatih

89-İstanbul’un Osmanlılar tarafından ilk defa muhasarası(kuşatılması)hangi tarihtedir
1391

90-“Medinet-ül-hükema” denilen Atina şehri Türkler(Osmanlılar) tarafından ilk defa olarak hangi hükümdar döneminde fethedilmiştir?
Yıldırım Beyaz id:1397

91-Anadolu Türk Tarihi için çok önemli bir kaynak olan “Bezm-ü Rezm” onun tarafından Esterabadi isminde bir müellife yazdırılmıştır. Ayrıca Türkçe divanı da özellikle XIV. y.y Anadolu Türkçesi bakımından çok kıymetli bir eserdir. Bu mümtaz Anadolu Türk devlet adamı kimdir?
Kadı Burhaneddin

92-Anadolu Türk medeniyetini yıkan iki afet vardır bunlar hangileridir?
İlhanlı Moğol-Timur Devletleri

93-Garp Hırıstiyanlığını Osmanlı tehlikesinden kurtarıp Avrupa devletlerine bugün hala şükranla anılan büyük bir hizmette bulunan devlet hangisidir?
Timur Devleti

94-Anadolu Türklüğünün milli birliğini siyasi ve resmi bir ideal şekline sokan ilk Osmanlı Padişahı kimdir?
Yıldırım Bâyezid

95-Osmanlı tarihinde hangi savaş ilk aşamada kazanıldığı halde sonraki aşamada maateessüf kaybedilmiştir?
Ankara Savaşı

96-Avrupaya giden ilk Osmanlı elçisi hangi hükümdar döneminde gönderilmiştir?
I.Mehmet(Çelebi)

97-Osmanlı hükümdarları içerisinde ölümü gizlenen ilk hükümdar kimdir?
I.Mehmet(Çelebi)

98-Amca ile yeğen arasına ilk saltanat kırizi hangi hükümdar döneminde yaşanmıştır?
II.Murat

99-Savaşta ilk ölen Osmanlı vezir-i a’zam-ı kimdir?
Bâyezid Paşa

100-Osmanlı meskukatına(parasına) ilk defa olarak Oğuz Türklerinin Kayı boyuna ait damgayı vurduran Osmanlı hükümdarı kimdir?
II.Murat

Alıntı

yüksel2 - avatarı
yüksel2
Ziyaretçi
28 Şubat 2008       Mesaj #13
yüksel2 - avatarı
Ziyaretçi
OSMANLI DEVLETİNİN SAVAŞTIĞI CEPHELER

OSMANLI DEVLETİNİN SAVAŞTIĞI CEPHELER


** Kendi toprakları üzerindeki cepheler :

Taarruz Cepheleri :

* Kafkas
* Kanal

Savunma Cepheleri :

* Çanakkale
* Irak
* Suriye -Filistin
* Hicaz - Yemen

** Müttefiklerine yardım için savaştığı cepheler :

* Romanya
* Makedonya
* Galiçya

Kafkas Cephesi :
Doğu Cephesinde askerî harekât, 1 Kasım 1914 günü Rus Ordusunun sınırı geçmesiyle başladı. Bu cephede, Osmanlı devletinin 3. Ordusu bulunuyordu. 21 Kasım’da sınırı geçerek Erzurum istikametinde ilerleyen Rus kuvvetleri, önce Köprüköy ve ardından da Azap muharebelerini kaybederek geri çekilmek zorunda kaldı. Ancak Türk Ordusu da ağır zayiat verdiği için geri çekilen düşman takip edilemedi; daha elverişli bir arazide toplanmak, takviye kuvvetlerinin gelmesini beklemek ve yeni bir Rus taarruzunu karşılamaya hazır olmak amacı ile geri çekildi.
Avrupa’da savaşın mevzî harbine dönüşmesi ve Galiçya’da Avusturya’lıların Ruslar karşısında zor durumda kalmaları üzerine; Harbiye Nazırı ve Türk Başkomutan Vekili Enver Paşa, doğu cephesinde Rus kuvvetlerinin imhasını hedef alan büyük ölçüde kuşatıcı bir taarruza karar verdi. Bu amaçla 14 Aralık 1914’te Erzurum’a geldi. Taarruz için mevsimin uygun olmadığını ve bu nedenle bahara bırakılmasını isteyen 3 Ordu Komutanını görevden aldı. Ordu komutanlığını kendisi üstlendi. Savaş plânı, düşmanın cepheden ve yanlardan kuşatılarak imha edilmesi esasına dayanıyordu.
Tamamen karla örtülü çok yüksek dağlık ve yolsuz bir arazide, o günün şartları altında kış donatımından yoksun yaya ve atlı birliklerle yapılan bu hareket çok riskli idi. Nitekim Türk Kuvvetlerinin büyük bir kısmı donarak öldü. Sarıkamış’a girebilen çok az sayıda bir kuvvet de Ruslar tarafından geri atıldı. 3. Türk Ordusu tamamen elden çıktı. Bu savaşta Türklerden 60.000 asker kaybedilmiş, çok sayıda da esir verilmişti. Bu başarısızlık üzerine Doğu Anadolu’nun kapıları Rus ordularına açılmış oldu.
1915 Nisan sonlarında Rus ordusu tekrar taarruza geçti. Bu arada, Van bölgesindeki Ermeniler de ayaklanarak Türk ordusunu arkadan vurmaya başladılar. Bu durumda Osmanlı Devleti, Ermeni azınlığı, çıkartılan “Tehcir Kanunu” ile başka yerlere göç ettirerek buradaki Türk kuvvetlerinin arkasını sağlama almaya çalıştı.
1915 yılı sonunda doğudaki kuvvetlerinin sayısını 700.000’e çıkaran Ruslar karşı taarruza geçtiler ve Erzurum, Muş Rusların eline geçti. 1916 ve 1917 yıllarında cereyan eden savaşlar sonunda Doğu Anadolu’nun büyük bir kısmını işgal ettiler. Ruslar, Trabzon ve Erzincan’ı aldılar. 1917 Mart’ında başlayan Rus İhtilâli, cephedeki Rus kuvvetlerini de etkilemişti. Ekim 1917’de gerçekleştirdikleri bir ihtilalle Rusya’da Çarlık rejimini yıkarak yönetimi ele geçiren Bolşevikler, savaştan çekilme kararı aldılar. Bunun üzerine, 16 Aralık 1917’de Ruslarla Erzincan Mütarekesi yapıldı. Bu mütarekeden sonra Rus kuvvetleri Doğu Anadolu’yu boşaltmaya başladılar. Rusların boşalttığı bu toprakları bu kez Ermeni birlikleri istila etti. Ermenilerin bölgedeki Türkleri toplu katliamlarla yok etmeye başlamaları üzerine; Şubat 1918’de başlarında ileri harekata geçen Türk ordusu, bütün Doğu Anadolu’yu istiladan kurtardı.
Sovyetlerle 3 Mart 1918’de yapılan Brest Litovsk Antlaşmasıyla Kars, Ardahan ve Batum vilayetleri Osmanlı Devleti’ne geri verildi. Bölgedeki Türk kuvvetleri Azerbaycan içlerinde Bakü’ye ve Hazar Denizi kıyılarına, İran içlerinde ise Tebriz’e kadar olan geniş bir sahayı ele geçirdi. Ancak, Mondros Mütarekesi’nden sonra, galip devletlerin baskısı üzerine, Türk Ordusu harbin başladığı yere 1914 hududuna çekildi ve İstiklâl Harbinin Doğu Cephesi de tekrar bu huduttan başladı.

Not : İngiltere tepki olarak Çanakkale ve Irak cephelerini açmıştır.



Çanakkale Cephesi (18 Mart 1915) :

Çanakkale’de cereyan eden muharebeler, I. Dünya Savaşı’nın akışını değiştirmiş, sonucunu etkilemiş olduğu için ayrı bir önem taşır. Çanakkale geçilebilseydi; Rusya’daki büyük insan kaynağı İtilâf devletlerinin silah ve malzeme fazlasıyla donatılacak, Rus ordusunun taarruz gücü artırılacak, büyük bir ihtimalle savaş daha çabuk bitecek, Rusya’da ihtilâl ortamı meydana gelmeyecekti. Dolayısıyla da Rusya savaştan yenik olarak erken ayrılmak zorunda kalmayacaktı.
Türk Ordusu, Çanakkale’de kendisinden özellikle ateş gücü bakımından üstün kuvvetlerin denizden ve karadan yaptıkları saldırılara dokuz ay süreyle, ağır kayıplar pahasına mukavemet etmiş ve nihayet saldırganların cepheyi boşaltıp gitmesiyle hak ettiği zaferi kazanmıştı.
Çanakkale Cephesi’nin açılmasına gerçi Rusların isteği üzerine karar verilmiştir, ama burada bir cephe açılması çok daha önce düşünülmüştü. Balkan savaşında ele geçirdiği Ege adalarını sağlama bağlamak ve Türkleri Ege Denizinden uzaklaştırmak isteyen Yunanistan, 19 Ağustos 1914’de Osmanlı Devleti’nin henüz tarafsız bulunduğu günlerde, İngiltere’ye müracaat ederek Çanakkale’de bir cephe açılmasını önermişti. O tarihte İngiltere, böyle bir hareketin Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesini hızlandıracağı endişesiyle bu öneriyi reddetmişti.
Türkiye savaşa girdikten sonra Kasım 1914’te İngiliz Bahriye Nazırı Churchill ve Amiral Fisher, Türk kuvvetlerinin Süveyş’e saldırmalarını önlemek amacı ile Gelibolu Yarımadasına bir çıkarma yapılmasını önermişlerdi. Fakat İngiliz savaş kabinesi bu öneriyi kabul etmemişti.
Nihayet, l915 yılı başında Avrupa’daki savaş mevzî harbine dönüşünce İngilizler, bütün kuvvetlerini Batı Cephesine yığmaktansa Çanakkale ya da Balkanlarda ikinci bir cephe açarak harbi hareket harbine çevirmeyi ciddî olarak düşünmeye başladılar. Böylece Rusya’ya lojistik destek sağlanabileceği gibi; Osmanlı başkentinin ele geçirilmesiyle Osmanlı Devleti de Alman ittifakından ayrılma mecburiyetinde bırakılacaktı. Ayrıca, kararsız durumda olan Bulgaristan’ın Merkezi Devletlere katılması da önlenecektir.
Bu arada, Türklerin Süveyş Kanalına yaptıkları taarruz başarısızlıkla sonuçlanıp, Mısır’da bulunan kuvvetlerin bir kısmının Çanakkale’ye aktarılması imkânı da ortaya çıkınca; Boğazın önce donanmayla geçilmesine ve donanma Marmara’ya girdikten sonra arkadan yetişecek kuvvetlerin boğazların ve İstanbul’un işgalinde kullanılmasına karar verildi

* Deniz Harekatı

İtilâf devletleri, Çanakkale harekatına 12’si İngiliz, 4’ü Fransız olmak üzere 16 Muharebe gemisi, 6 muhrip, 14 mayın arama tarama gemisi ve 1 uçak ana gemisi ayırmışlardı. Ayrıca, 4 hafif kruvazörle 16 muhribin, 5 İngiliz, 2 Fransız denizaltısının, altı deniz uçağı taşıyan uçak ana gemisinin de bu harekata katılmasını kararlaştırmışlardı.
Çanakkale Boğazı’ndaki Türk savunma tertibinin belkemiğini Müstahkem Mevki teşkil ediyordu. Mart 1915 başlarında Çanakkale Müstahkem Mevki emrinde 27 batarya halinde teşkilatlanmış çeşitli çapta 104 top ve bir de mayın grubu vardı. Topların bir kısmı savaş gemilerinden çıkarılmış gemi toplarıydı.
İtilaf Devletlerinin, Çanakkale Cephesi’ne ayırdıkları kara kuvvetlerinin gücü, iki tümenli bir ANZAK Kolordusuyla, iki İngiliz ve bir Fransız tümeni ve iki deniz piyade taburuydu. İtilâf devletleri daha sonra on piyade tümeniyle bir Hint tugayını bu cephede birbiri ardına muharebeye sokmuşlardır.
İtilâf Devletleri Donanması’nın Boğazlara yönelik ilk hareketi 19 şubat günü başlayan, Boğazların girişindeki müstahkem mevkilerin bombardımanı olmuştur. 25 Şubat’a kadar aralıklı devam eden bombardımanla bu bölgedeki Türk savunma bataryaları susturulmuştu. İtilâf Devletleri mayın aramatarama gemilerinin, Boğazların girişindeki tüm mayınları temizlediklerini düşündüklerinden, 18 Mart 1915’ de Müttefik Donanması’nın boğazları zorlayarak geçmesi kararını almışlardı. Müttefik Donanması’nın taarruzu 18 Mart günü başladı. Ancak, müttefik mayın arama-tarama gemileri, Türk mayın gemisi Nusret’in 8 Mart’ta döktüğü mayınları farkedememişti.
Durgun ve güzel bir havada Boğaza giren Müttefik Donanması’ndan ilk isabeti “Gaulois” isimli gemi aldı ve sulara gömüldü. Daha sonra Fransızların Suffren gemisi birkaç isabet aldı. Öğleden sonra ise, Fransız muharebe gemisi Bauvet aldığı isabetlerle birkaç dakikada battı. Bir süre sonra da İngilizlerin İrresistable gemisi etkisiz hale getirildi. Ona yardım için giden Ocean isimli gemi de savaş dışı kaldı. Her iki gemi de, açılan topçu ateşleriyle batırıldı. Türk topçusunun isabetli atışları düşman gemileri üzerinde büyük tahribat yapmış ve mayınlar son darbeyi vurmuştur.
Saat 18.00’de Müttefik Donanması’nın Boğazı terk etmesiyle, tarihin bu büyük “Boğaz Muharebesi” Türklerin kesin zaferiyle sonuçlandı. Yaklaşık 7 saat devam eden çok şiddetli ateş muharebesi sırasında Müttefik Donanması tonlarca mermi yağdırmıştır. Sadece İngiliz gemileri tarafından toplam 3344 top mermisi atılmıştır. Bunca ateşe rağmen, Türk kuvvetlerin zayiatı 24 şehit 43 yaralıdır. Dört ağır top harap olmuş, üç top hasara uğramış, bir cephanelik infilak etmiştir. Müttefik Donanması’na gelince; üç muharebe gemisi (İrresistable, Ocean, Bauvet) batmış, iki muharebe gemisi ve bir muharebe kruvazörü (İnflexible, Gaulois, Suffren) ağır yaralanmıştı. İnsan zayiatı ise, çoğu ölü olmak üzere 800 kişiyi aşmıştır.
Bu büyük mağlubiyet üzerine Müttefikler, Boğazı donanmayla zorlayarak geçme umutlarını tamamen yitirmiş oldular.

* Kara Harekâtı

18 Mart yenilgisinden sonra müttefikler, karaya asker çıkarmak suretiyle Gelibolu Yarımadasını ele geçirmeye karar verdiler. Bu suretle, Boğazlardaki tahkimatı arkadan vurarak açabileceklerini sanıyorlardı.
Müttefik çıkarması 25 Nisan 1915 sabahı başladı. Müttefikler Saros Körfezi ve Anadolu kıyılarına yaptıkları sahte çıkarma hareketlerinde başarılı olmuşlar ve Alman komutanın dikkatini o bölge üzerine toplamışlardı. Müttefiklerin esas çıkarma yaptıkları bölgeler, Seddülbahir ve Arı Burnu idi.
Seddülbahir bölgesine çıkarma yapan İngiliz kuvvetlerine karşı, bu bölgeyi korumakla görevli bir Türk piyade taburu çok büyük bir başarı kazandı ve kıyıya çıkan düşmanlar iç kısımlara sokulmadılar. Arı Burnu’na çıkan ANZAK Kolordusu’na karşı savaşan Türk piyade bölüğü, burayı kahramanca savundu ama kendisi de tamamen eridi. Bigalı’da 5. Ordu’nun ihtiyat birliği olarak beklemekte olan Kur. Yarbay Mustafa Kemal’in kuvvetleri bu bölgeye çağrılmıştı. Kendi inisiyatifiyle aldığı kararla, bir alayını (57. Alay) çıkarma yapan düşmanların üzerine gönderen Yarbay Mustafa Kemal, kahraman 57. Alay’ıyla Kocaçimen tepesi üzerinden düşmana yaptırdığı taarruzda başarılı oldu ve düşman saldırıları durdurulduğu gibi, geri çekilmeye de zorlandı. Aynı gün öğleden sonra, 19. Tümenin diğer alayları da muharebelere katılınca Arı Burnu’na çıkan düşman kuvvetlerinin ilerlemeleri tamamen durduruldu.
Bundan sonraki günlerde ve aylarda Müttefikler, Çanakkale’deki Türk kuvvetlerini imha ederek Boğazı açmak, Türkler de Boğazı savunmak ve düşmanı denize dökmek amacıyla gittikçe artan bir gayretle savaştılar, çok kanlı muharebeler cereyan etti. Savaş bir süre sonra bir mevzi harbine dönüştü.
7-8 Ağustos 1915’de Müttefik Kuvvetleri Kumandanı General Hamilton, emrine verilen dört tümenli 9. İngiliz Kolordusu’yla Anafartalar bölgesine bir çıkarma yaptıysa da Anafartalar Grup Kumandanı Albay Mustafa Kemal’in (Atatürk) komutasındaki Türk birliklerinin 9 ve 10 Ağustos günleri yaptığı karşı taarruzlar sonucunda bu çıkarma hareketi de durdurulmuş ve büyük başarılar kazanılmıştır. Bu başarısızlık üzerine İngiliz General Hamilton görevinden alınmıştı.
Kasım ayında İngiliz Savaş Bakanı Lord Kiçner, Çanakkale’ye geldi ve cepheleri gezdi. Bu sırada, Sırbistan yolu açılıp Almanya’dan ağır silahlar gelmeye başlamıştı. İşte İngilizler, Türk kuvvetleri önünde duramayacaklarını da anladıklarından işgallerini kaldırılarak, müttefik kuvvetlerin tahliyelerine karar verdiler. Bu nedenle İngilizler, önce Anafartalar ve Arı Burnu, daha sonra da Seddülbahir bölgelerini boşalttılar ve kuvvetlerini geri çektiler.
Böylece, 18 Mart Deniz Zaferi’nden sonra yaklaşık altı aydan fazla sürmüş olan Çanakkale Cephesi’ndeki kara savaşları da Türklerin zaferiyle sona erdi.
Osmanlı Genelkurmayı, Çanakkale’deki Türk zayiatını 55.000 şehit, 100.000 yaralı, 10.000 kayıp, 21.000 hastalıktan ölüm, 64.000 hasta olmak üzere 250.000 kişi olarak göstermektedir.
İngilizler ise 43.000 ölü, 72.000 yaralı, 90.000 hasta olmak üzere 205 000; Fransızlar ise toplam 47.000 kişilik zayiat vermişlerdir.
Çanakkale savaşları Türk Milleti’nin tarihine altın harflerle yazılmış büyük bir zaferdir. Bu zafer, en rütbelisinden en kıdemsizine kadar Türk askerinin kanıyla, canıyla kazandığı, her anı kahramanlıklarla dolu bir abidedir. Vatan sevgisinin, iman gücünün çelikleştiği ve adeta etten bir duvar örülerek “Çanakkale Geçilemez” dedirten Mehmetçiğin zaferidir.
Bu zaferin bir çok önemli sonucu vardır. Ama hiç şüphesiz ki, gelecekteki “Türk Milli Mücadelesi”nin önderi ve komutanı olacak olan Mustafa Kemal Paşa’yı ortaya çıkarmasıdır. Çanakkale Savaşları’nda büyük askerî başarılar kazanıp, haklı olarak “Anafartalar Kahramanı” adıyla anılacak olan Mustafa Kemal Paşa, bu savaşların sonunda ordu, kamuoyu ve basının yakından tanıdığı bir isim olacaktır.
Çanakkale Muharebeleri’nin diğer sonuçları da kısaca şöyledir:
1. Çanakkale geçilememiş ve müttefikler Osmanlı Devleti’ni savaş dışı bırakamamışlardı. Bu durum savaşı en az iki yıl uzatmıştır.
2. Balkan Savaşı esnasında perişan bir vaziyette gördükleri Türk ordusunu küçümseyen, Türklerin artık bittiklerini ve yok olacaklarını düşünen müttefikler, beklemedikleri ağır bir yenilgiye uğramışlardı.
3. Türk vatanı ve başkenti İstanbul, erken gelecek olan bir istila ve işgalden kurtulmuştu.
4. Boğazları geçemeyen müttefikler, Rusya’ya silah yardımında bulunamadıkları gibi, Rusya’dan sağlayacakları tarım ürünlerini Avrupa’ya götürememişler ve Avrupa’daki açlığı ve sefaleti önleyememişlerdir.
5. 1917 ‘de Rusya’da ihtilâl çıkınca, boğazlar kapalı olduğundan İngiltere ve Fransa müttefikleri Çar’a yardım yapamamışlar ve Çarlık Rusya devleti yıkılmıştır.
6. Büyük ölçüde kendi imkanlarımızla kazandığımız bu zafer, on binlerce kaybımıza neden olsa da Türk kamuoyu ve Türk kuvvetleri için büyük bir moral kaynağı olmuştur.

Sina-Filistin-Suriye Cephesi
Süveyş Kanalı, Alman Başkomutanlığının harekât planlarındaki önemli hedeflerden biriydi. Almanlar, kanalı ele geçirmek suretiyle İngiltere’nin Hindistan’la irtibatını kesmek ve böylece İngilizlerin Hindistan’dan getirecekleri askerlerle Avrupa Cephesini takviye etmesine engel olmak istiyorlardı. Türkler de Mısır’ı tekrar etkileri altına almak suretiyle, İslâm alemindeki saygınlıklarını artıracaklarını umuyorlardı. Fakat Kanal’a taarruz edebilmeleri için 200 km. genişliğindeki Sina çölünü aşmak gerekiyordu. Bunun için, çok kuvvetli ve düzenli lojistik desteğe ihtiyaç vardı. Ancak, Türk ordusunun en zayıf olduğu noktaların başında da bu lojistik destek konusu gelmekteydi. Bu olumsuzluğa rağmen, bu cephede I. ve II. Kanal Harekâtı yapılmıştı.
I. ve II. Kanal harekatındaki başarısızlıktan sonra, İngilizler çölü geçerek Sina Yarımadasını tamamen ele geçirmek istediler. 22 Aralık 1916’da Elariş’i ele geçirdiler. Buradaki Türk birlikleri Gazze-Şeria-Birüssebi hattına çekilerek savunma için hazırlık yapmaya başladılar. Diğer taraftan, İngilizlerin teşvikiyle 5 Haziran 1916’da başlayan Arap ayaklanması, Sina yarımadası tarafımızdan boşaltıldıktan sonra daha da genişledi.
İngilizler Gazze’yi ele geçirmek için Mart 1917’de taarruz ettiler. Kendilerinden çok üstün olan İngiliz kuvvetlerine karşı Gazze’yi savunmakla görevli Türk birlikleri üstün bir savunma örneği verdiler ve İngilizler geri çekilmek zorunda kaldılar. Nisan 1917’de bu kez donanmalarının desteğiyle tekrar saldırıya geçen İngilizler II. Gazze Muharebeleri’nde de başarılı olamadılar.
Bu arada Gazze muharebelerinden kısa bir süre önce Bağdat İngilizler tarafından işgal edilmişti. Bu durum Arap ve İslâm aleminde çok kötü bir etki yapmıştı. Türkler ve Almanlar prestij kaybederken, İngilizlerin bölgedeki etkinliklerini artırmıştı. Bağdat’ın geri alınması amacıyla Galiçya, Makedonya ve Romanya’dan anayurda dönen birlikler ve yeni kurulan tümenlerden yararlanarak Halep’te 7. Türk Ordusu’nun kurulmasına karar verilmiş ve Irak’ta ki 6. Türk Ordusu’yla bu yeni kurulan 7. Ordu’nun birleştirilerek Yıldırım Ordular Grubu adıyla bir ordu grubu oluşturulmuş ve komutanlığına General Von Falkenhayn atanmıştı
31 Ekim 1917’de taarruza geçen İngiliz kuvvetleri ile Gazze-Birüssebi Meydan Muharebesi yapıldı. İngilizler Türk mevzilerini yararak kuvvetlerimizi Kudüs-Yafa hattına kadar geri çekilmeye zorladılar. Bilahare Kudüs İngilizlerin eline geçti. Bu başarısızlık üzerine, Yıldırım Ordular Grubu komutanı değişti ve bu göreve Liman Von Sanders Paşa atandı. Türk kuvvetleri yeniden teşkilatlandırıldı. 19 Eylül 1918’de büyük kuvvetlerle üç koldan taarruza geçen İngilizler Nablus Meydan Muharebesi’ni kazandılar ve cephemizi yardılar.
7. Ordu komutanı olan Mustafa Kemal Paşa, İngiliz süvarilerini Bisan’da durdurmayı başardı. Böylece, Türk kuvvetlerinin Şeria Nehri’nin doğusuna geçişini güvence altına aldı. Çekilme 10 Ekim 1918’e kadar devam etti. Bu arada Ekim başlarında Şam da düştü ve İngilizlerin eline geçti. Bu yenilgi üzerine Yıldırım Ordular Grubu Kumandanı Liman Von Sanders Paşa, komutayı Mustafa Kemal’e bırakarak karargahıyla Adana’ya çekildi. 25 Ekim’de Halep, İngiliz ve Arap kuvvetlerinin eline geçti. Mustafa Kemal Paşa, emrindeki kuvvetlerle İskenderun-Cerablus mevziinde İngiliz taarruzlarını durdurmaya çalıştığı günlerde Mondros Mütarekesi imzalanmış ve bu mütareke hükümleri gereğince 31 Ekim 1918’de cephelerde savaş son bulmuştu. Nitekim, Mustafa Kemal Paşa’nın savunma yaptığı bu hat, Türk İstiklâl Harbi sırasında milli sınır olarak kabul edilmiştir.

Irak ve İran Cephesi
Hint Okyanusunda kuvvetli bir devletin bulunmasını istemeyen ve Basra Körfezinin kontrolüne çok önem veren İngiltere, Alman-Türk yakınlaşmasının askerî bir ittifaka dönüşmekte olduğunu görünce; bölgede politik ve askerî bazı önlemler aldı. Türkiye’nin Almanya’nın yanında savaşa gireceğinin belli olmasıyla da Ekim 1914’te Bahreyn Adasına asker çıkardı. Irak ve Basra bölgesi, zengin petrol yatakları ve Abadan’daki rafineriler bakımından da İngiltere için çok önemliydi.
İngilizlerle Kasım 1914’de başlayan muharebelerde, Arap erlerinin firar etmesi ve Arap halkının düşmanca tavırları nedeniyle, bu bölgedeki Türk kuvvetleri İngilizler karşısında tutunamadı ve İngilizler 23 Kasım’da Basra’yı ele geçirdiler. Devam eden muharebelerde İngilizler Güney Irak’ı büyük ölçüde ele geçirdiler. Daha sonraki günlerde Türk kuvvetleri Basra’yı tekrar almak, İngilizler ise Bağdat’ı ele geçirmek amacıyla buradaki kuvvetlerin sayısını artırmaya başladılar. Eylül 1915’teki “Birinci Kutülammare Muharebelerini” İngilizler kazandı. Bu bölgedeki Türk kuvvetlerinin başında Nurettin Paşa bulunuyordu. İngiliz kuvvetlerine ise General Townshend komuta ediyordu. İngilizler yeniden bir taarruz harekatı başlatmıştı; ancak yapılan savunma ve karşı taarruz hareketi üzerine İngilizler ağır kayıplar verdiler ve geri çekildiler. İngiliz Generali bu muhar****** ilk günü akşamı hatıra defterine şunları yazacaktır “Avrupa da hiçbir asker yoktur ki, savunmada Türklerle mukayese edilebilsin. Talihsizliğimin cezasını çekiyorum.”
İngilizler, uğradıkları başarısızlık üzerine geri çekilerek tekrar Kutülammare mevzilerinde savunma yapmaya başladılar. Kutülammare’de Türk kuvvetleri İngiliz birliklerini kuşattılar. Bu kuşatma 4.5 ay devam etti. İngilizler birkaç defa kuşatmayı yarmak istemişlerse de başarılı olamadılar. Nihayet, 29 Nisan 1916 tarihinde İngiliz Generali Townshend ve kuvvetleri kayıtsız şartsız teslim oldu. Kutülammare’de, 5 General, 481 subay ve 13.300 civarında asker esir alındı. Ölenler ve teslim olanlarla birlikte İnglizler burada 40.000 den fazla zayiat verdiler.
Kutülammare’deki İngiliz kuvvetlerinin teslim olmasından sonra bu bölgede Ruslar da Bağdat’ı almak için taarruza geçmişler, Hanikin’i ve Kasrışirin’i ele geçirmişlerdi. Bunun üzerine, Irak’taki Türk kuvvetleri 6. Türk Ordusu olarak yeniden yapılandırıldı. Bir taraftan Rusların, diğer taraftan İngilizlerin taarruzları sonucunda; Ruslar durdurulmuşlarsa da İngilizler 11 Mart 1917’de Bağdat’ı aldılar. Türk kuvvetlerinin Bağdat’ı geri almak için yaptıkları muharebelerden bir sonuç alınamadı. İngilizler’de Musul’u ele geçirmek istiyorlardı, fakat yaptıkları taarruzlarda onlarda başarılı olamadılar. Bu bölgedeki Türk kuvvetleri 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’ne kadar Musul’u İngilizlere karşı başarıyla savundular. Bilahare mütarekenin imzalanmasından sonra İngilizler, mütareke hükümlerini gerekçe göstererek 3 Kasım 1918’de Musul’u işgal ederek ele geçirdiler.

Avrupa Cepheleri: (Galiçya-Romanya-Makedonya)
İtilâf Devletleri’nin Çanakkale Cephesini boşalttıktan sonra (Ocak-1916) buradaki Türk kuvvetleri serbest kalmıştı. Gerçi zayiatlardan dolayı mevcutları azalmıştı ama yine de etkili kuvvetlerdi. Üstelik zafer kazandıkları için moralleri çok yüksekti. 1916 yılı başlarında Kafkas Cephesi’nde Türk Ordusunun durumu kritikti. Aynı zamanda Ruslar karşı taarruza geçmişlerdi. Çanakkale’de serbest kalan kuvvetlerle derhal Kafkas Cephesinin takviyesi gerekirdi.
Ancak, Türk Orduları Başkumandan Vekili Enver Paşa, harbin kesin sonucunun Avrupa cephelerinde alınacağı düşüncesiyle toplam 100. 000’i aşan seçkin subay ve erlerden oluşan üç Türk Kolordusunu, Avrupa’daki cephelerin takviyesinde kullanmaya karar verdi. Enver Paşa’nın bu düşüncesi, Türk topraklarının savunulması zararına yapılmış çok büyük bir özveriydi. O kadar ki, Alman askerî heyeti başkanı Liman Von Sanders bile Türk Başkomutan Vekilinin bu kararına karşı çıkmaktan kendisini alamadı.
Nihayet, Alman Başkomutanlığı ile varılan anlaşma sonucunda 15nci Kolordunun Galiçya, 20 Kolordunun Makedonya ve 6ncı Kolordunun ise Romanya’ya gönderilmesine karar verildi. Avrupa cephelerine gönderilen bu Türk kuvvetleri; Galiçya cephesinde Ruslarla, Romanya cephesinde Romenlerle ve Makedonya cephesinde ise Sırplarla savaşmışlardır. Kendilerinden beklenilenin üstünde bir gayret ve mücadele vermiş olan kuvvetlerimiz bu cephelerde kazanılan başarılarda önemli rol oynamışlardır.

Hicaz ve Yemen Cephesi
Savaşın başında Başkomutanlığa bağlı olan bağımsız Hicaz Tümeni, 11 Ocak 1915’de 4. Türk Ordusuna bağlanmıştı. Birinci Kanal Seferine katılmak için, bu Hicaz Tümeninden “Hicaz Kuvve-i Seferiyesi” teşkil edildi. Ancak, harekâta zamanında yetişemediği için katılamadı. Bu kuvvetlerin bir kısmı Maan bölgesinde bırakıldı, kalanları ise Hicaz’a (Mekke) gönderildi.
Hicaz Cephesinde, Hicaz Emiri Şerif Hüseyin’in liderliğinde, İngiliz vaadleri, kışkırtmaları ve yardımlarıyla ayaklanan Arap kuvvetleri saldırılarının büyük önem kazanması üzerine bu cephe Şam’daki 4. Ordu’dan takviye edilerek, ordu komutanlığı yetkisinde Hicaz Kuvve-i Seferiye Komutanlığı kuruldu. Bölgedeki birlikler bu komutanlığa bağlandı ve komutanlığına da 12. Kolordu Komutanı Fahrettin Paşa atandı.
Fahrettin Paşa ve kuvvetleri, İngilizlerin Nablus savaşını kazanmaları ve Filistin Cephesindeki Türk Kuvvetlerinin Halep bölgesine çekilmesi üzerine, İngiliz ve Arap kuvvetleri tarafından kuşatıldığı için Medine’de mahsur kaldı. Fahrettin Paşa, Bölgedeki Türk kuvvetleri ile irtibatının kesilmesine ve hiçbir ikmal desteği almamasına rağmen bir avuç kuvvetiyle Medine’yi kahramanca savunmuş ve Çöl Kaplanı unvanını almıştır. Kuşatmadan önce, Medine’deki kutsal emanetlerin büyük bir kısmını, teşkil ettiği özel bir ekiple İstanbul’a ulaştıran Fahrettin Paşa, Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra da Medine’yi savunmuş ve 13 Ocak 1919’da Medine’yi teslim etmiş ve esir düşmüştür.


Libya Cephesi Harekatı
İtalyanların Trablusgarp’ı işgalleri ile başlayan Türk-İtalyan savaşı, Balkanlarda yeni bir savaşın çıkması üzerine, 5 Ekim 1912 tarihinde imzalanan Uşi Antlaşmasıyla sona ermişti. Osmanlı Devleti, bu antlaşmayla Trablusgarp ve Bingazi’yi İtalya’ya bırakmıştı. Ancak Türk subaylarının komutasındaki yerli halk İtalyanlara karşı mücadelelerini sürdürüyorlardı.
Birinci Dünya savaşının başlamasıyla, Osmanlı Devletine karşı sempatisi devam eden yerli halkın direniş ve mücadele azminin artırılması, İtalyanların bölgeden kovulması ve Mısır’daki İngiliz kuvvetlerine baskın taarruzları yapılarak Mısır bölgesine daha fazla İngiliz kuvvetinin bağlanması plânlanıyordu. Böylece Libya’da kaybedilen Osmanlı hakimiyeti yeniden sağlanacak ve Almanların diğer cephelerde karşısına daha az İngiliz kuvvetinin çıkması sağlanacaktı. Osmanlı Devleti’nin savaşa girerken 14 Kasım 1914’de ilân ettiği “Cihad-ı Ekber” bölgede duyulunca, İtalyanlara karşı yapılan direnişler arttı.
Trablusgarp cephesinde İtalyanlara karşı mücadeleler 30 Ekim 1918’e kadar devam etmişti.
Sonuç olarak; I. Dünya Savaşı’nda Trablusgarp’ta büyük sayıda kuvvetler ayırmadan, çok az sayıdaki uzman kadronun yetiştirdiği yerli kuvvetlerle, İtilâf Devletlerinin 100.000 den fazla askerîni bu cephede tutmayı başarmışlardı.



WİLSON İLKELERİ ( 8 OCAK 1918)


A.B.D. başkanı Wilson, savaş sonrası düzeni sağlamak ve barışı korumak amacıyla 14 maddelik ilkelerini yayınlamıştır. Buna göre :

* Boğazlar bütün devletlere açık olacak
* Her millet kendi geleceğini kendisi tayin edebilecek, Türkler nüfus yoğunluğuna sahip oldukları bölgelerde bağımsız olarak yaşayabilecekler, azınlıklar nüfus çoğunluğuna sahip oldukları bölgelerde bağımsız devletler kurabilecek
* Savaş sonrası toprak işgali olmayacak
* Mağlup devletlerden savaş tazminatı alınmayacak
* Gizli anlaşmalar iptal edilecek, barış görüşmeleri açık olacak
* Alsac-e Lorainne bölgesi Fransa’ya verilecek
* Cemiyet-i Akvam (Milletler Cemiyeti) kurulacak
* Sömürgecilik yapılmayacak



GİZLİ ANTLAŞMALAR
(OSMANLI DEVLETİNİ PAYLAŞMA TASARILARI)

* 1915 Boğazlar Antlaşması : Rusya’yı kendi yanlarında tutabilmek için İngiltere ve Fransa tarafından İstanbul, Boğazlar ve Marmara kıyıları Rusya’ya vaadedilmiştir.


* 1915 Londra Antlaşması : 12 Ada ve Güneybatı Anadolu İtalyanlara vaadedilerek itilaf Devletlerinin yanında savaşa çekildiği antlaşmadır.


* 1916 Sykes-Picot Antlaşması : İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı topraklarını paylaştıkları anlaşmadır. Çukurova, Güneydoğu Anadolu, Musul ve Suriye çevresi Fransızlara, Irak İngilizlere bırakılacak, diğer bölgelerde ise bir Arap devleti kurulacaktır.


* 1916 Petrograd Antlaşması : Doğu Anadolu ve Trabzon’a kadar olan Karadeniz kıyıları daha önceki bölgelere ek olarak Rusya’ya bırakılmıştır.


* 1916 Mac - Mahon Antlaşması : İngilizlerin Mısır valisi Mac-Mahon ile Hicaz Emiri Şerif Hüseyin arasında yapılmıştır. Arapların Osmanlı Devletine isyan etmelerine karşılık bağımsız bir Arap devleti vaadedilmiştir.


* 1917-Saint Jean de Maurienne Antlaşması : Rusya’nın savaştan çekilme ihtimali üzerine İtalya’nın önemi artmış ve önceki bölgelere ek olarak Batı Anadolu da İtalyanlara vaat edilmiştir.

Not : Rusya’da Bolşevik İhtilali sonunda kurulan yeni rejim tarafından gizli antlaşmalar dünya kamuoyuna duyurulmuş, böylece uygulama alanı bulamamışlardır.

1.DÜNYA SAVAŞI'NIN SONUÇLARI


*Yaklaşık 10 milyon insan hayatını kaybetmiştir.
*Bazı büyük devletler yıkılmış, yeni devletler kurulmuştur. (Avusturya, Macaristan, Yugoslavya, Polonya, Çekoslovakya)
*Bazı devletlerde rejim değişikliği meydana gelmiştir. (Rusya’da kominizm, İtalya’da faşizm, Almanya’da nazizm, Türkiye’de cumhuriyet). Genel olarak cumhuriyet ağırlıklı rejimler kurulmuştur.
*Bazı devletlerde yönetimde değişiklikler olmuştur. (İttihat Terakkiciler yurt dışına kaçmış, Ahmet İzzet Paşa kabinesi kurulmuştur.)

*Yeni teknolojik silahlar kullanılmıştır. (Uçak, tank, denizaltı)
*Kurtuluş Savaşına sebep olmuştur.
*Mağlup devletlerle önce ateşkes, daha sonra barış antlaşmaları imzalanmıştır.

-Bulgaristan ile Selanik Mütarekesi Neuilly Barış Antlaşması

-Osmanlı ile Mondros Mütarekesi Sevres Antlaşması

-Avusturya ile Willa Gusti Müterakesi Saint Germain Barış Antlaşması

-Almanya ile Rethondes Müterekesi Wersailles (Versay) Barış Antlaşması

-Macaristan ile Trianon Barış Antlaşması imzalanmıştır.

* Osmanlı Devleti Ortadoğu topraklarını kaybetmiştir.
* I. Dünya Savaşının sonuçları özellikle (Versay Antlaşması) II. Dünya Savaşına sebep olmuştur.
* Milletler Cemiyeti (Cemiyeti Akvam) kurulmuştur.



MONDROS MÜTAREKESİ (30 EKİM 1918)


** Siyasi Alandaki Maddeler :

-Boğazlar İtilaf devletleri denetimine bırakılacaktır. (Osmanlıların Anadolu toprakları ile Rumeli toprakları arasındaki bütünlük bozulmuştur.)


-İtilaf devletleri güvenliklerini tehlikeli gördükleri bölgeleri işgal edebileceklerdir. (7. Madde)


-Doğu Anadoluda 6 ilde herhangi bir karışıklık çıkarsa bölge işgal edilebilecektir. (24. Madde) (Bir Ermeni devleti kurulmasına zemin hazırlanmak istenmiştir.)

** Askeri Alandaki Maddeler :

- 50.000 kişilik Jandarma kuvveti dışındaki bütün Osmanlı orduları terhis edilecektir.


- Osmanlı donanması, gösterilen limanlarda İtilaf devletlerine teslim olacaktır.


- Osmanlı silah ve cephanesi İtilaf devletlerine teslim edilecektir.


- İtilaf devletleri esirleri serbest bırakılacak fakat Osmanlı esirleri serbest bırakılmayacaktır.

** Teknik ve Ekonomik Alandaki Maddeler : Demiryolları, bütün ulaşım ve haberleşme araçları, limanlar, Toros tünelleri ve geçitler İtilaf devletleri denetimine bırakılacaktır.

Not : Çok ağır şartlar taşıyan, işgallere zemin hazırlayan (özellikle 7. Maddesiyle) Osmanlı Devleti’ni fiilen sona erdiren bir antlaşmadır. İstanbul Hükümeti anlaşmayı olumlu karşılamış, Mustafa Kemalin de içinde bulunduğu birçok aydın ise tepki göstermiştir.

Mondros'a karşı Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri, işgallerin başlamasıyla da Kuvay-ı Milliye birlikleri kurulmuştur.

Not : Osmanlının kayıtsız şartsız teslim belgesidir.



MONDROSTAN SONRAKİ İŞGALLER

-İngiltere ,Musul (ilk işgal), Urfa, Antep ve Maraş’ı işgal etmiş, ayrıca İzmit, Eskişehir, Afyon, Samsun, Merzifon ve Batum’a asker çıkarmışlar.


-İtilaf Devletleri İstanbul'u fiilen işgal etmiş (13 Kasım 1918)


-Fransa , Adana ve çevresini işgal etmiş.


-İtalya , Antalya ve Konya çevresini işgal etmiştir.


Not-1 : Urfa, Antep ev Maraş sonradan Fransa’ya devredilmiştir.
Not-2 : Paris Barış Konferansından sonra Yunanlılar İzmir’i işgal etmişlerdir. (15 Mayıs 1919)








MONDROSTAN SONRA KURULAN CEMİYETLER


I. ZARARLI CEMİYETLER :

A) Azınlıkların Kurduğu Cemiyetler :

*Mavri Mira : Rumlar kurmuştur. Batı Anadolu ve Trakya’yı Yunanistan’a dahil ederek Megalo İdeayı gerçekleştirmek istemişlerdir. Yunan Kızıl Haçı, Fener Rum Patrikhanesi, okullardaki izci teşkilatları ve diğer Rum cemiyetleriyle işbirliği içindedirler.


*Etnik-i Eterya : Megalo İdea amacıyla 19. Yy. başlarında kurulmuş aynı amaçla Mondrostan sonra da faaliyetlerini sürdürmüş bir Rum cemiyetidir.

*Rum Pontus Cemiyeti : Fatih'in 1461'de ortadan kaldırdığı Trabzon Rum İmparatorluğunu yeniden kurmak için çalışmalar yapmıştır.


*Hınçak ve Taşnak Cemiyeti : Çukurova’dan Trabzon’a çizilen bir hattın doğusunda kalan bütün topraklarda bir Ermeni devleti (Magna Armania) kurak için çalışmalar yapmışlardır.


*Alyans-İsrailit (Makkabi) Cemiyeti : Yahudi azınlık tarafından ekonomik, dini ayrıcalıklarını sürdürmek amacıyla kurulmuştur.



Türkler Tarafından Kurulan Milli Varlığa Düşman Cemiyetler :

*İngiliz Muhipler Cemiyeti : İngilizlerle iyi geçinerek ülkeyi en az zararla kurtarmak isteyen ve İngiliz mandasını savunan bu cemiyette padişah Vahdettin, Sadrazam Damat Ferit gibi kimseler de üyedir.


*Teali İslam Cemiyeti : Halifeye ve İslamiyet’e kesin bağlılıkla kurtuluşun gerçekleşeceğine inanmışlardır. İlmi, ahlaki, sosyal yollarla siyaset yapmışlardır.


*Wilson Prensipleri Cemiyeti : Amerikan mandasını savunmuşlardır.

*Sulh ve Selamet-i Osmaniye Cemiyeti : Kurtuluşun Osmanlı saltanatına bağlılık ve padişaha kesin itaatle mümkün olacağına inanmışlardır. Meşruti demokrasiyi ilke edinmişlerdir.

*Kürt Teali Cemiyeti : Doğu Anadolu'da bağımsız bir Kürt devleti kurmak için kurulmuşsa da halkın fazla desteğini alamamıştır.

*Hürriyet ve İtilaf Fırkası : 20. Y.y. başlarında İttihat Terakkiye muhalif olarak kurulmuş Mondrostan sonra da milli mücadeleye karşı faaliyet sürdürmüştür.


*Trabzon Adem-i Merkeziyet Cemiyeti : Trabzon ve çevresinde bağımsız bir Türk devleti kurmak istemişler, zamanla milli mücadele safına geçmişlerdir.

II.YARARLI CEMİYETLER :

* Trakya ve Paşaeli Cemiyeti : Trakya ve çevresini özellikle Mavri Miranın faaliyetlerine karşı korumak amacıyla kurulmuştur. İlk kurulan cemiyettir.


* İzmir Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti : Batı Anadoluyu Rumlara karşı korumak amacıyla kurulmuştur. İzmirin işgali sonrası Anadoluya milli mücadele için cephane taşımışlardır.


* Trabzon Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti : Bir yandan Rum Pontus cemiyetine diğer yandan Adem-i merkeziyet cemiyetine karşı faaliyet gösteren, Trabzon ve çevresini korumaya çalışan cemiyettir.

* Kilikyalılar Cemiyeti : Çukurova bölgesini Ermenilere ve Fransızlara karşı savunmak amacıyla kurulmuştur.


* Harekat-ı Milliye ve Redd-i İlhak Cemiyeti : İzmirin Yunanlılarca işgaliyle beraber ilhakı önlemek amacıyla kurulmuştur. İşgallere karşı fiilen karşı koymuşlardır.


* Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti : Merkezi Sivas olmak üzere kurulmuş ve kısa sürede bütün vatana yayılmıştır. İşgalleri protesto ettikleri gibi Milli Mücadele'ye para ve Mal yardımı sağlamışlardır.

* Milli Kongre Cemiyeti : Türk halkının haklılığını basın yoluyla Dünya kamuoyuna duyurmayı amaçlayan bir cemiyettir. Silahlı direnişi düşünmemiştir.


* Doğu Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti : Doğu Anadoluda Ermeni devletinin kurulmasına engel olmak amacıyla ortak savunma kararı almış bir cemiyettir.

Not-1: Cemiyetlerin hemen hepsinin kuruluşunda dayandıkları nokta Wilson ilkeleridir.

Not-2: Milli cemiyetler kendi bölgelerin kurtarmak için kurulmuş, Sivas kongresinde' Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında birleşmişlerdir.

Not-3: Milliyetçilik ve bağımsızlık amacıyla Mondros Müterakesi’nden sonra kurulmuşlardır.

Not-4: Başlangıçta basın-yayın yoluyla mücadeleyi, gerekirse silahlı direnişe geçmeyi amaçlamışlardır.

PARİS BARIŞ KONFERANSI (18 OCAK 1919)

İtilaf devletlerinin temsilcileri mağlup devletlerle yapacakları barış antlaşmalarının şartlarını belirlemek için Paris’te toplanmışlardır. Sevr hariç diğer barış antlaşmalarının şartları belirlenmiş, Osmanlı topraklarını paylaşma konusunda anlaşamadıkları için Sevr sonraya bırakılmış, gizli anlaşmalar feshedilmiştir.Daha önce İtalya’ya vaat edilen Batı Anadolu, İngiltere’nin çıkarına ters düştüğü için ve Yunan propagandasının etkisinde kalarak Yunanistan’a verilmiştir. Bu olay İtilaf devletleri arasında ilk kez ikilik çıkmasına ve bir yönüyle II. Dünya Savaşına sebep olmuştur.

Wilson İlkelerinin sömürgecilik yapılmayacak maddesine karşı manda ve himaye fikri ilk kez burada ortaya atılmıştır.



İZMİRİN İŞGALİ (15 MAYIS 1919)


Yunanlılar Paris Konferansı’nda alınan karara dayanarak 15 mayıs 1919'da İzmir'i işgal etmişler, özellikle Hasan Tahsin'in attığı ilk kurşunla beraber katliamlara girişmişlerdir.


Not-1 : Kuvay-ı Milliye'nin doğmasına yol açmıştır.
Not-2: İlhak amacı taşıdığı için Türk halkı büyük tepki göstermiştir.
Not-3: Redd-i İlhak Cemiyeti kurulmuştur.



AMİRAL BRİSTOL RAPORU (13 EKİM 1919)


Amerikalı bir amiral olan Bristol'un başkanlığındaki bir heyet Batı Anadolu'ya gelerek incelemelerde bulunmuş ve burada nüfus çoğunluğunun Türkler'e ait olduğunu, katliamlardan Yunanlıların sorumlu olduğunu ve İzmir’in işgalinin haksız olduğunu ileri sürmüştür. ABD kandırıldığını görmüş, Wilson ilkelerinin uygulanmamasına kızarak aktif dünya siyasetinden çekilmiş, Monroe Doktrini uygulanmıştır.


Not : Amiral Bristol Raporu Türk halkının ve Kurtuluş Savaşı'nın haklılığını göstermesi açısından önemlidir.


KUVAY-I MİLLİYE HAREKETİ


Mondros Mütarekesi 'nden sonra başlayan işgaller, işgallere İstanbul Hükümeti'nin sessiz kalması ve Osmanlı ordularının terhis edilmiş olması üzerine kurulmuştur. Halkın kurduğu bölgesel direniş güçleridir. Düzenli ordu kuruluncaya kadar düşmanı oyalamayı ve kayıp verdirmeyi amaçlamış, ihtiyaçlarını halktan karşılayan, belli bir merkezden yönetilmeyen düzensiz çetelerdir. BMMye karşı çıkan isyanların bastırılmasında etkili olmuşlar ve düzenli ordunun çekirdeğini oluşturmuşlardır.

alıntı
DERUNİ - avatarı
DERUNİ
Ziyaretçi
30 Mayıs 2011       Mesaj #14
DERUNİ - avatarı
Ziyaretçi
OSMANLI DEVLETİNDE SPOR

Osmanlılarda spor büyük önem taşır.Osmanlılarda spor yapana büyük ilgi, alâka ve saygı vardır.Gençlerde spora ve sporcu olmaya büyük özen vardır.
Osmanlıların uğraştığı başlıca sporlar;
• Güreş
• Avcılık
• Ok atıcılığı (kemankeşlik)
• Cündilik (binicilik)
• Cirid oyunları

GÜREŞ

Osmanlılara güreş sporu Selçuklular’ dan gelmedir.Güreşçiye pehlivan güreşe de küşti denilerek saray kuruluşuna alınmıştır.Güreşin başlıca kuralları arasında kispet giyinmek, dua okumak, Hz.Muhammed’ in ve Hz.Ali’ nin adını anmak gerekiyordu.

Güreşe olan merak çeşitli şairlerimiz tarafından dile getirilmektedir.Örnek olarak Yunus Emre’ nin şu kıt’asını verebiliriz;

Aşık oldum bugün, meydan benimdir,
Benimdir pehlivan benimdir
Topu kimse alamaz meydanımızdan
Bugün meydan topu çevgan benimdir.

Türk milleti erkeği, kadını ve çocuğu ile güreşi sever güreşçiye saygı duyar ve pehlivanlara ayrıcalık tanır.Şüphesiz ki bu sevgi ve saygı, Türkün ruhundaki savaşçılık kahramanlık duygularından ve sporu bu yönüyle görmesinden kaynaklanmaktadır.Güreşçiye karşı duyduğu sevgi ve saygıda pehlivanların herkesten daha güçlü, kuvvetli, vücut yapısının, adalelerinin daha gelişmiş, görünüşünün sağlıklı görünmesinden, davranışının yiğitçe, karakterinin doğru ve mertçe oluşu diline, eline ve beline güvenilir olmasından ileri gelmektedir.Türk milleti tümüyle güreşçiyi böyle bilir ve böyle olmasını ister.

Erkek çocuklar köyün, kasabanın veya çevresinin ünlü pehlivanlarına özenir onun gibi güçlü adaleli, ve yakışıklı olmak amacını güder.Onu hayalinde, düşünde yaşatır.Bu özentiyle akranları arasında güreşerek bu spora başlamış olur.

Güreşte… Koca Yusuf ile Adalı Halil’ in Avrupa ve Amerika’ da, Kara Ahmet’ in Paris, Viyana ve Rusya’ da “bir Türk gibi kuvvetli” sözünü söyletmiş olmaları hâlâ övüncümüz olmaktadır.

Osmanlıda Güreş
1.Saray içinde güreş
2.Saray dışında güreş
• Panayır güreşleri
• Düğün güreşleri
• Ramazan güreşleri
• Hayır kurumları yararına yapılan güreşler
• Güreş tekkeleri

AVCILIK

Osmanlı padişahlarının çok sevdiği ve önemli saydıkları için devlet kuruluşuna aldıkları sporların basında avcılık gelir.
Osmanlılar da kendilerinden önce gelmiş, Selçuklu, Gazneli, Karahanlılar ve Moğollar gibi avcılığı savaşa hazırlanmanın, kan dökmeye ve insan öldürmeye alışmanın eğitimi sayarlardı.Ayrıca, av yaparken halk ile de ilişki kurdukları için, vatandaşın derdim, sıkıntısını ve şikayetlerini dinleyerek bilgi edinirlerdi.Hümayunname isimli yapıtta.Kanuni Sultan Süleyman’ın av yaparken bir kadının şikayetlerin! dinlediği görüntülenmiştir.
Osmanlılar’ ın avcılığa bu derece önem vermelerinin bir başka nedeni de, ataları Oğuzlar’ dan beri süre gelen bir töre olmasıydı.Bu töre, diğer Türk boylarında da görülür.Orta Asya’daki bazı Türkler’ de bu töre aile düzenini etkileyecek kadar önemlidir.Ava çıkacak avcı, o gece esinden ayrı bir odada yatar, kimse ile konuşmaz ve yapacağı her şeyi sır gibi gizli tutar.Kimseye bir şey söylemez.Karışı yeni doğum yapmışsa, temiz sayılmadığı için ona av eti yedirilmez.Samur avında kullanılan ağlara eliyle dokunmasına izin verilmez..Bu gibi inançlara aykırı hareket edilirse, avın verimsiz olacağı ve avcı ölünce ruhunun ongun’ u olan kuş ile birleşeceğine inanılırdı.

Avın Yapılışı
• Törenli yapılan av
• Törensiz yapılan av

OK ATICILIĞI (KEMANKEŞLİK )

Yeniçeri ocağı ilk oluşturulduğu zaman başlıca silahları ok, zenberek kılıç ve hançer idi.Ok uzaktan atılabildiği ve etkili olduğu için, eğitimine önem verilir iyi atıcılar padişahlar ve devlet büyükleri tarafından çağımızdaki imkanlarla ölçülemeyecek derecede ödüllendirilirdi.Hatta bu ödüller yalnız ok atan atıcıya (kemankeş) verilmez, onun okunu ve yayını yapan ustalara da verilirdi.Çünkü her rekor yapan ünlü atıcının kendisine özel yaycısı ve okçusu vardı.Bu ustalar yalnız o atıcıya ok ve yay yapar, başkasına hele o atıcıya rakip olan kemankeşe yapmazdır.Sultan Yıldırım Bayezid zamanına kadar, padişahları yalnız Sekbanlar korurdu.Yıldırım Bayezid Sekbanlar’dan uzun boylu, yakışıklı ve genç olan dördü solak, dördü sağ eliyle ok atan sekiz neferi özel korumacısı olarak ayırıp, önünde yürüttü.Bunlardan sağ eliyle atanlar solda, sol elleriyle atanlar da sağda yürüdü.Sonradan sayılan çoğaltıldı ve ocağın en yaşlı ağalarından bir odabaşı baş yapılarak adına Solakbaşı denildi.Bu makam ocakta en eski mansıblardan olup bir de Kethüda’ sı bulunuyordu.

Okçuya verilen önem oku yapana da önem verilir.Kazanılan ödül oku yapan verilir.Ok ustası sadece bir kişiye ok yapar.Kesinlikle ok yaptığı kişinin rakibine veya rakiplerine ok yapmaz.

CÜNDİLİK (BİNİCİLİK)

Cündi sözcüğü Osmanlılarda yalnız hünerli biniciler için kullanılmıştır.Atlı askere sipahi denir.
Ankara Savaşından sonra, Amasya’ya çekilen şehzade Mehmet Çelebi kardeşlerini yenip padişah olabilmesi için, çevik kuvvete ihtiyaç olduğu görülerek biniciliğe önem verildi.Amasyalılardan oluşan atlı bölüğe Bamyacılar ve Merzifonlulardan oluşan bölüğe de Lahanacılar denildi.Bölüklerin bayrak taşıması adet olduğundan birine kırmızı diğerine de yeşil bayrak verildi.

Mehmet Çelebi zamanında oluşturulan bu ilk cündilere ne renk ve biçimde elbise girdirildiğini bilmiyoruz.Ancak 18.y.y da padişah huzurunda cirit oynayan cündilerden Lahanacıların yeşil ve Bamyacıların da kadifeden elbiseler giyindiklerini Şem’ danizade Süleyman Efendi bildirmektedir.

Osmanlı padişahları içinde cündilikte en başarılı olan sultan IV.Murad’ dır.Ortadan biraz uzun boylu, geniş omuzlu ve adaleli olup çok kuvvetli bir bünyeye sahipti Hammer’ in (Riko) dan naklen bildirdiğine göre Sultan Murad, bir atın üzerinden inmeden başka bir atın üzerine sıçramak suretiyle binecek kadar çevik binicisiymiş.

Sultan Murad, güreşte, cirid atmada ve ok atmada olduğu kadar cündilerin yaptığı hışt denilen kalemli cirid ile sert ağaçları ve kalkanları delmede de bir benzeri asla gelmeyecek kadar başarılı bir sporcuydu.

CİRİT OYUNLARI

Atlı cirid oyunu, Osmanlı Sarayı’nda en çok oynanan ve padişahların yabancı elçilere göstermekten gurur duydukları bir spordu.Sürekli olduğu için “Harhari” cirid diye de anılır.

Orta Asya’daki Türk illerinde cirid oynanmaz.Çevgan ve gökbörü oynanırdı.Horasan Selçukluları da cirid oynamaz çevgan oynarlardı.Ancak Anadolu Selçukluları’ nın bu sporu yaptığım îbni Bibi, “Tevarih-i ali Selçuk” isimli tarihinde yazmaktadır.Sultan I.Alaüddin Keykubad (1220-1237) cirid oynamayı çok severmiş.

Spora önem vermiş olan Mısır’daki Kıpçak ve Çerkez Memlukluları’nın da Osmanlılar’ ın oynadığı “Harhari” türde cirid oynamadıkları çağımıza kadar gelen tarihi belgelerden ve özellikle spor için yazılmış yapıtlardan anlaşılmaktadır.
Mısır, Yavuz Sultan Selim tarafından alındıktan sonra, Mısır’a vali olarak atanmış olan Çerkez beylerinden Hayr Bey (31 Ağustos 1517-11 Ekim 1522) den sonra vali olarak gönderilen Osmanlı paşalarının kapı cündileri burada Osmanlı tarzı “harhari” ciridi oynamayı yaygınlaştırdılar.Zaten binicilikte ün yapmış olan Kıpçak Türkleri ve Çerkezler de bunu hemen benimsediler.İşte o tarihten sonra Mısır’da da Çerkez cündileri Osmanlılar gibi harhari ciridini de oynamaya başladılar.

Bu bilgiler, cirid oyununun Anadolu’ya özel bir oyun olduğunu gösterir.Osmanlı cündilerinden ve silahşöran-ı Osmaniyan’ dan Mustafa Ağa, bu konuda şöyle diyor:

“Üstadlarımızdan işitmişizdir ki, cirid oyununun aslında şeyhi yoktur.Kürd peydasıdır derler idi.Filhakika üstada müracaat olunmayub herkes başlı basma oynadıkları ve yolsuz, usulsüz oynayub biri birinin sözünü dinlemeyüb…
Mustafa Ağa’ nın dediği gibi cirid Kürd’ lerin buluşu bir oyun da olsa, Osmanlılar bu oyunu o kadar çok sevmiş ve benimsemişlerdi ki, her Cuma şehir meydanlarında, orduların konakladığı yerde cirid oynanmasını gelenek haline getirmişlerdi.

Cirid Oyununun Kaldırılması
Cirid oynayan kişinin kin gülmemesi oyunun başta gelen kuralıdır.Buna rağmen, zaman zaman isteyerek veya istemeyerek de olsa binicilerin ve atların yaralandığı hatta öldüğü olmuştur.Yavuz Sultan Selim çağı cündilerinde olup mezarı Soğuk Çeşme Kapışı karşısında bulunan Yusuf Ağa.Sultan I.Ahmed çağı Kapıağaları’ ndan cündi Ahmed Ağa (Yenibahçe’ de cirid oynarken) ve Sultan I.Abdülhamid’ in Sadrazam kapısından Hazine koğuşuna aldığı Kara Hasan Ağa’ da Sultan III.Selim zamanında cirid isabetiyle ölen cündilerden birkaçıdır.

Bu gibi olaylar eksik olmadığı halde yine de cündilik eski ocaktır denilerek cirid oyunu Sultan II.Mahmud zamanına kadar yapıla gelmişti.Fakat, Hicri (1231) yılı kurban bayramının ikinci günü (2 Kasım 1816), Sultan Mahmud Çırağan Yalısı’ nda bulunurken, yapılan bayram ciridinde Seferli koğuşundan Çopur Hasan isminde birisi, Harem Ağaları’ndan ünlü cündi Şuayb Ağa’ ya gizlice kin beslediği için, habersiz atından düşürerek dizinden yaralanmasına sebep oldu.Suayb Ağa, bu yaradan kurtulamayıp altı ay sonra (18 Haziran 1817) günü öldü.

Enderun ağalarının da çok sevip saydığı, Şuayıp Ağa’ nın ölümüne üzülen Sultan Mahmud, o günden sonra bir daha atlı cirid oynatmayıp kendisi de ok atmaya başladı.1826yılında saray kuruluşlarında personel azaltması yapılırken, Ekim 1826 de cirid oyununu tamamen kaldırıp yalnız menzil ciridi ve lâbud attırmakla yetindi.

TÜFEK ATICILIĞI

Ateşli silahların etkisini anlayan Yıldırım Beyazıd ve ondan sonraki Osmanlı padişahları askerin tüfekle eğitimine önem verirlerdi.Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman Zamanında yeniçeri sekbanlarında atlı veya yaya (4-5000) den fazla tüfenk atan (tüfenk-endaz) bulunuyordu.Bu tüfenk atanların sorguçları sırmalarla süslü ve kılıçları sırmadan örülmüş kayışlarla omuzlarına asılıydı.

Ünlü tüfek atıcıları
Sultan III.Ahmed
Sultan III.Selim
Sultan II.Mahmud olarak bilinir.

Görüldüğü gibi Osmanlılar’ da ilk başlarda spor anlayışı yoktu.Bunun yanı sıra Osmanlılarda daha çok güce dayalı, savaşlarda başarı sağlayabilecek çalışmalar ve hareketler ön plândaydı.Sonraları bu anlayış yerini günümüzdeki spor anlayışına bırakmıştır.

Güreş
Murad Hüdavendigar, Çelebi Mehmed, IV.Murad, Sultan Abdülaziz

Avcılık
I.Murad, Yıldırım Bayezid, II.Murad, Fatih Sultan Mehmed, Kanuni Sultan Süleyman, II.Selim, I.Ahmed, II.Osman, IV.Murad, IV.Mehmed

Balık Tutmak
Kanuni Sultan Süleyman

Ok Atıcılığı
II.Murad, Fatih Sultan Mehmed, II.Bayezid, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman, IV.Murad, III.Ahmed, II.Mahmud

Binicilik (Cündilik)
III.Murad, II.Osman, IV.Murad, IV.Mehmed, II.Mustafa, II.Mahmud, Sultan Abdülaziz

Cirid
I.Ahmed, IV.Murad, IV.Mehmed, II.Mustafa, III.Selim, II.Mahmud

Tüfenk Atıcılığı
IV.Murad, IV.Mehmed, II.Mustafa, III.Ahmed, I.Abdülhamid, III.Selim, II.Mahmud, II.Abdülhamid

Gürz Kaldırma
Orhan Gazi, I.Ahmed, IV.Murad

Labud ve Hışt Atma
IV.Murad

Mızrak
II.Mahmud

Tomak
IV.Murad, I.İbrahim, IV.Mehmed

---------- Mesaj tarihi 11:03 ---------- Önceki mesaj tarihi 11:00 ----------

OSMANLIDA OKUMA-YAZMA ORANI

47 bini aşkın okuyucunun ilgisine mazhar olan bahsi geçen yazının bir yerinde; “Osmanlı’nın son döneminde okuma yazma oranının yüzde 20’lere kadar düştüğü söylenmektedir
Gerçek rakamı buldum. 1897 yılı istatistiklerine göre Osmanlı Devleti’nde okuma yazma bilenlerin oranı maalesef % 10’un da altındaymış. Konuyla ilgili ayrıntılı bilgiyi aşağıda göreceksiniz. Biz şimdi gelelim asıl konumuza.
Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı öncesinde toplam nüfusunun 30 milyon olduğu tahmin edilmekle birlikte Anadolu Türkiye’sinin nüfusu 12 milyonun altındadır. Nitekim Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan nüfus sayımında Türkiye nüfusu 12,4 milyon olarak tespit edilmiştir. Bu iki veriden hareketle nüfus artış hızının oldukça düşük olduğu ifade edilebilir.
Özellikle genç yaştaki erkeklerin uzun süre askerlik hizmeti altında olmaları, olumsuz sağlık koşulları ve savaş kayıpları nedeniyle nüfus artışı çok düşük seviyede gerçekleşmiştir. Aynı zamanda bu olumsuz koşullar, nüfusun yaş ve cinsiyet dağılımını kadınlar ve gençler aleyhine etkilemiştir.
Osmanlı’da okuma yazma oranı…
Osmanlı Devleti’nin son yıllarında nüfusun eğitim düzeyinin oldukça düşük olduğu görülmektedir. 1897 yılı istatistiklerine göre Okuma yazma bilenlerin oranı % 10’un altındadır. Okuyan öğrencilerin cinsiyet dağılımına bakıldığında ilkokul’da cinsiyet oranı (Kız/Erkek) 0,40 iken bu oranın ortaokulda 0,15’e düştüğü görülmektedir.
Osmanlı Devleti’nde Okul ve Öğrenci Sayıları (1897)
Okul Türü Okul Adedi Öğrenci Sayısı
Toplam Erkek Kız
İlkokul 28.614 854.921 606.104 248.737
Ortaokul 412 31.469 27.207 4.262
Lise 55 5.419 4.892 -
Kaynak: DİE, Osmanlı Devletinin İlk İstatistik Yıllığı 1897, (Ankara 1997)
1927 de yapılan nüfus sayımında Türkiye’deki yetişkin nüfusun (7 yaş ve üzeri) ancak % 10,5’i okuma yazma bildiği tespit edilmiştir. Erkeklerin % 17,4’ü ve kadınlarda % 4,6’sı okuma yazma bilmektedir.
Bu içerik internet kaynaklarından yararlanılarak sitemize eklenmiştir.

---------- Mesaj tarihi 11:07 ---------- Önceki mesaj tarihi 11:03 ----------

OSMANLI'DA DÜĞÜN

Osmanlı İmparatorluğu'nda düğün bir törendir, bir ritüeldir. Osmanlı kitap sanatı içinde de düğün kitapları ayrı bir yer tutar. İslam dünyasında "şehname", "hamse" gibi diğer kitap türleri vardır, ancak düğünleri konu alan "surname"ler Osmanlı'ya hastır. Pek çok surname yazılmışsa da resimli örnekler bir iki tanedir. Bunlardan 1582 tarihli olanı, III. Murad'ın şehzadesi için yapılan ve 55 gün süren düğünü anlatan, 400 küsur resme sahip kalınca bir kitaptır. İntizami adlı bir şair tarafından metni yazılmış, o zaman saray nakkaşhanesinin başında bulunan Üstad Osman ve ekibi tarafından resimlenmiştir.

1720 tarihli ikinci resimli surname ise, III. Ahmed dönemine aittir. Seyyid Vehbi'nin düz yazı biçiminde yazmış olduğu eserde arada şiirler de vardır. Eser iki adet resimli nüshaya sahiptir; biri Nakkaş Levni tarafından resimlenmiş ve sultana sunulmuştur, diğerinin ise, Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa'ya sunulduğu tahmin edilir ve Nakkaş İbrahim tarafından resmedilmiştir.

Çalgı, dünya üzerinde var olan her kültürde birbirine çok benzer şekilde biçimlenmiştir. Ancak buna rağmen çalgıyı malzemesi ve biçimi ile seslendirilmesi olmak üzere iki farklı açıdan ele almak daha doğrudur. Malzeme ve biçim daha maddi, seslendirme ise daha kültüreldir. Bunun tipik örneği kemandır. Pek çok kültürde olmasına rağmen, 18. yüzyılda batılıların tabiriyle "Viola d'Amore" yani, "sine kemanı" adıyla Osmanlı dünyasına da girmiş, ama burada batıdakinden farklı tını ve üslupta icra edilmiştir. Batı müziğinden bizim kültürümüze geçen çalgılardan klarinet de değişikliği uğramış, Osmanlı dünyasında, keman gibi, farklı tını ve üslupta kullanılmıştır. Artikülasyon, yani "eklemleme"yle ilgili olarak, bir şarkının biçimlenmesi, seslenebilir hale gelmesi ifade edilmek istenen duyguyla şekillenir. Akciğerlerimizde oluşan havanın, dilimiz, damağımız ve ağız boşluğumuzda şekillenerek "a" harfini çıkarması gibi; her şey "a" harfini oluşturabilmek içindir. Çalgı da böyledir. Kemençe, tambur, ney gibi çalgılar Osmanlı müziğine göre biçimlenmiş çalgılardır. Osmanlı çalgıları zaman içinde başka kültürlere ait çalgılarla da etkileşime girmiştir.


Düğün söz konusu olduğunda eğlenceden de söz etmek gerekir. Eğlence kavramı, insanların yaşayış tarzına, kültürüne, dünyaya bakış tarzına göre değişir. 1720 tarihi, aynı zamanda Lale Devri'nin de başlangıcıdır. Lale Devri, tarihte zevk ü safa, eğlence dönemi olarak geçer; ancak en önemli özelliklerinden biri de çok entelektüel bir devir olmasıdır. Dönemin vakanüvislerinden Raşit Efendi'nin veya Çelebizade Asım Efendi'nin tarihine bakıldığında, on günde bir veya haftada bir sadrazamın sultanla birlikte Boğaz'daki, Haliç'teki köşklerden birine gitmeleri, orada bir hafta-on gün helva sohbetleri yapmaları gibi olaylar anlatılır. Bu tür meclislerde mutlaka önemli ve ciddi konular da konuşulurdu; edebiyattan bahsedilir, dönemin ünlü müzik adamlarıyla sohbet edilirdi, müzik icra edilirdi. Bu düğünler de bir anlamda, bu meclislerin süre olarak uzatılmış ve halka yayılmış tekrarı niteliğinde düşünülmelidir.

Surnameleri inceleyen tarihçi ve sanat tarihçilerinin yorumu, bu düğünlerin hem bir olayı kutlamak hem de toplumda bir gevşeme yaratmak amacıyla düzenlediği yönündedir.

Surname-i Vehbi'deki minyatürlerden birinde, rakkasların ve çengilerin dansına, def, nakkare ve zurnadan meydana gelen çalgı gruplarının eşlik ettiği görülür. Çalpara dediğimiz, çengilerin, rakkasların elinde tuttuğu iki tane çubuğu birbirine vurarak çaldıkları alet, geç Hitit döneminde Kargamış'taki bir kral burcunda da görülür. Hititli taş ustası ile Osmanlı nakkaşının aklından geçenlerin aynı şeyler mi olduğu tamamen ayrı bir konudur, ancak ikisi arasındaki benzerlik ilgi çekicidir.

Anadolu'nun batısından çalparaya benzeyen ancak biraz daha farklı bir çalgı aletinde, iki adet bronz zile benzeyen iki çalgı birbirine vurulur. İki aaaali birbirine vurarak ses çıkarmak önemli bir buluş değildir aslında; ritmik bir ses çıkarmak isteyen kişi mutlaka iki cismi birbirine vuracaktır. Ancak arketip nesneler konusu ilginçtir; Kültepe'de bulunmuş olan bronz zil MÖ 2. bine aittir ve Kayseri Müzesi'nde sergilenir. Bugün bu zilin bir benzerini Kapalıçarşı'dan satın almak mümkündür, arada hiçbir fark bulunmamaktadır.


Uzun saplı çalgılar, organolojinin (enstrüman bilimi) dikkat çekici konularından biridir. Genel olarak organologlar, uzun saplı çalgıları 'mesela bizim çaldığımız tamburu' Türklere bağlarlar. Eski Mısır'da da benzer çalgılar kullanılmıştır. Eski Mısır, çengi veya arpı bildiğimiz kadarıyla ilk kullanan uygarlıktır. Dolayısıyla, uzun saplı çalgılar Anadolu'da, Mısır ve Mezopotamya'da her zaman var olmuştur. Aralarındaki farkı çalınma tarzlarında, tınılarında aramalıdır.

Çankırı yakınlarından, MÖ 16. yüzyıla ait İnandıktepe vazosunda, dört friz üzerinde hieros gamos denen kutsal bir düğün anlatılır. Bütün kültürlerde evlenmenin kutsal bir anlamı olmuş ve nikah dinle bir ilişkilendirilmiştir. Alt frizde düğün için içkilerin, yiyeceklerin hazırlanması ve düğün yerine taşınması yer alır. Ancak bu frizde bizim asıl dikkatimizi çeken çalgılardır; bu çalgıların bir düğün töreninde kullanılıyor olmasıdır. Çalgılardan biri olan "zil" veya Osmanlıların deyimiyle "halile", birbirine çarpılan iki tane zilden oluşur.

Surname-i Humayun'daki minyatürde, rakkaslara çeşitli çalgıların eşlik ettiği görülür; nakkare, zurna ve defin yanı sıra, kemençe ve "mıskal" da bu çalgılar arasındadır. 14. yüzyıla ait olan ve Mehmet Siyahkalem'e atfedilen bir resimde de, cin olduğu söylenen figürlerden birinin yine kemençe benzeri bir çalgı çaldığı görülür.

Eski metinler, davul ve kös aletleri gök gürültüsüyle ilişkilendirilir ve bu "büyük" seslerin insanları heyecanlandırdığı düşünülür. Bu etki, töreni düzenleyenler tarafından zaten beklenen, arzu edilen bir durumdur aynı zamanda. Nakkare çalgıcıları Osmanlı dönemi resimlerinde sık sık görülür. Osmanlı kültürü davula ve nakkareye fazlasıyla önem vermiştir. Osmanlı tarihi aslında 15. yüzyıl itibariyle, birtakım söylencelerin de kâğıda geçirilmesiyle yazılmaya başlamıştır. Bu tarihçilerin bahsettiği konulardan biri de, Selçuklu sultanının Osman Gazi'ye bir sancak, davul ve at göndermesidir. Böylece onun beyliğini ve devletini kutlamış ve sembolleştirmiş olurlar. Davul, Osmanlı kültüründe bir egemenlik sembolüdür. O kadar ki, Osmanlı'nın Rumeli'ye henüz egemen olduğu dönemlerde, bir kasabayı Osmanlı toprağına katan bir birlik bunu kutlamak için, eğer yanında sancak yoksa eski bezlerden bir sancak yapar ve yemek yedikleri sahanların, tencerelerin altını delerek, üstüne deri gerip davul yapar.

Surname-i Vehbi'de resmedilen minyatürlerin çoğunda kadın ya da kadın kılığında bir erkeğin dans ettiğine rastlanır. Bir erkeğin elinde mendille oynarken betimlenmesi ilgi çekicidir. Oynayan erkek, düğüne katılan çeşitli kollardan birinin başı olsa gerektir.

Siyahkalem'den alınan bir resim, mendille dans etmenin eğlenceden öte bir şey olduğunu gösterir. Resimde biri kırmızı diğeri kahverengi derili iki cinin zillerle dans ettiği görülür.

Dans konusu, 1582 tarihli bir düğünde başka şekilde karşımıza çıkar. Resmin yukarısında, çalparalarla ve çalgıcılar eşliğinde bir rakkas, altta ise bir Mevlevi semazeninin iki ney eşliğinde dans ettiği gösterilmiştir. Bu konu birçok araştırmacının da ilgisini çekmiş ve pek çok yorum yapılmıştır. İntizami'nin metninde konuyla ilgili açıklama yoktur, ancak "Mısır'dan gelen bir afet" diye tanımladığı, aslında bir erkek, bir eşcinsel olan rakkası, hayranlıkla ve erotik duygularla ifade eder. Resmin yukarısında dans eden bu rakkastır. Altta sema eden bir tasavvuf ehlinin, mevlevinin, Nakkaş Osman'ın bu resminde neden yer aldığı ise düşündürücüdür. Mevleviliğin yeni oluştuğu 15. ve 16. yüzyıllarda, "sema" deyiminin dans etmek anlamında kullanıldığı söylenebilir. "Sema" sözcüğünün özel anlamlar içermesi ve deyim olarak kullanılması ise daha sonraki yüzyıllarda olur. Aslında bu sahnede Mevlevi ile "Mısırlı afet"in yaptığı aynı şeydir, her ikisi de dans eder. Ancak, Osmanlı sanatlarında ve divan edebiyatında panteist bir yaklaşım görülür. Günlük hayatla uhrevi hayat arasında bir iç içelik vardır; her an her şey Tanrı'yla ilgilidir. Nakkaş Osman'ın resminde de böyle olsa gerektir.

Bir başka resimde, 'ki Metin And bu resmin bir ortaoyunu resmi olduğunu öne sürmüştür' ortaoyununa müzik eşlik eder ve nadir resimlenmiş çalgılardan "santur" görülür. Resimdeki çalgıya santur demek ne kadar doğrudur bilinmez, ama telli bir çalgının tellerinin çekilerek, üstüne vurularak çalınması gibi, santur da tellerin üzerine tokmakla vurularak da çalınabilen bir çalgıydı. Tokmakla vurularak çalındığında, daha inleyen sesler çıkartabiliyordu.

Bir resimde de, Haliç'te Aynalıkavak Sarayı önünde gemiler ve gemilerin arasına ipler gerilerek mekanik bir arabanın yürütüldüğü görülür. Rakkaslar da ellerinde çalparalarla iplerle karaya bağlı bir platform üzerinde dans ederler. Platform rakkasların ağırlığı yüzünden hafifçe suya batmış olduğundan, sanki su üzerinde dans ediyorlarmış gibi bir görüntü oluşur. Düğüne, üç tane "kol" denen dans ve müzik topluluğu katılmıştır; aralarında Yahudi, Rum, Çingene toplulukları yer alır. Bir resimde de Bahçıvanoğlu ya da Edirne grubu olduğunu tahmin ettiğimiz bir kol görülür. Sultanı selamlarken görülen bu topluluk belli ki para alacaktır. Keçi oynatan, maymun oynatan gruplar vardır ve bunların hepsi, Osmanlı devletinin kuruluşunu, bağımsızlığını simgeleyen davulu çalarlar.

Mehter konusu da önemli konulardan biridir ve mehter topluluğu askeri bir müzik topluluğu olarak değil, bir açıkhava topluluğu olarak düşünülmelidir. Bugün Anadolu'da bir davul ve zurnadan meydana gelen topluluğa "mihter" ya da "mehter" denir. Bunlar düğünlerde çalarlar ve düğünde ne kadar çok davul zurna varsa o kadar itibar edilir. Bir başka resimde, güreş yapılırken mehter de yerini almış ve çalmaktadır; nakkareler, zurnalar da vardır. Seyid Vehbi, bu düğünün müzik işleri için Burnaz Hasan Çelebi'nin görevlendirildiğini ve Çelebi'nin Topkapı Sarayı'nın Yalı Kapısı'nda bir mekânda 80 tane hanende ve sazende ile günlerce şarkılar meşk ettiğini yazar. Demek ki, fasılda 70-80 kişi çalmıştır.

Siyahkalem'in resimlerinden birinde biraz abartılı boyutlarda resmettiği zil, Helenistik dönemdeki dansöz kadının elindeki bronz zillere benzer. Davulla, zille vurarak ses çıkarmanın topluluğu etkilemek için iyi bir araç olduğu açıktır.

Düğünlerdeki geleneklerden biri, esnafın da hünerlerini göstererek alayda yer almasıdır. Levni ve Nakkaş İbrahim'in yılankavi bir hareketle ilerleyen esnafı betimlediği minyatürde, "nay-i ebnan" denen, tulum çalan çobanlar görülür. Aynı resimde "çöğür" çalan, ordu mensubu olduğu anlaşılan bazı kişiler görülür. Tambur gibi duran ama biraz daha kaba bir halk sazı olan çöğür, ordu içinde çok yaygındır. Çöğür çalgıclarının üzerindeki pars postları da dikkat çekicidir: Bu posta bürünmek bir güç simgesidir.

Düğün bittikten sonra, Okmeydanı'ndan Topkapı Sarayı'na gidilmiş ve şehzadeler sünnet edilmiş, ayrıca her gün bir kaç yüz İstanbullu çocuk da sünnet edilmiştir. Düğün alayı giderken, düğünde kullanılan nahıllar ve "şeker bahçeleri" de Topkapı Sarayı'na taşınır. Tabii bu işlemin belli bir düzen içerisinde yapılması gerekir ve bu düzeni tersane erleri, gemide kullandıkları yöntemi kullanarak, yani "sipsi" çalarak sağlamışlardır.

Boynuz boru, yani "nefir" dediğimiz önemli çalgı Kargamış'ta da karşımıza çıkar. Bu aleti yapmak için boynuzun içi boşaltılarak bir iki delik açılır ve belki süslenir.

İstanbul'a bir alayla girmiş olan III. Mehmed, bir savaş aracı olarak kullandığı çalgıyı başarısının ve hükümranlığını bir simgesi olarak şehre girişinde de kullanmıştır.
DERUNİ - avatarı
DERUNİ
Ziyaretçi
30 Mayıs 2011       Mesaj #15
DERUNİ - avatarı
Ziyaretçi
Osmanlı Devleti’nin kuruluşu hakkında yapılan çalışmalar, romantik milliyetçiliğin tesirleri ile 20. yüzyılın ikinci yarısında büyük bir ivme kazandı. P. Wittek, H. A. Gibbons, J. Marquadrt, F. Köprülü, Z. V. Togan, H. İnalcık gibi tarihçilerin kaleme aldığı ve kuruluş ile ilgili ileri sürdükleri nazariyeler uzun süre tarihçileri meşgul etti. Bugün dahi Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ile ilgili öne sürülen yeni görüşler bu nazariyelerden etkilenmiştir. Söz konusu görüşler arasında bilhassa “Osmanlıların menşeinin Kayılara dayandığı” yönündeki nazariye genel kabul görmüş gibidir.

Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ile ilgili farklı görüşlerin mevcudiyeti ve bu konunun her zaman tarihçileri meşgul etmesi, kuruluş dönemi ile ilgili tarihî malzemenin eksikliğinden kaynaklanır. Konu ile ilgili bilgi veren kaynaklar, daha sonraki dönemlere aittir ve ilk kaynak, Osmanlı Devleti’nin kuruluş tarihi olarak kabul edilen 1299 yılından yaklaşık bir asır sonra kaleme alınmıştır.

Osmanlı Devleti’nin ilk yıllarından bahseden ve geç devirlere ait kaynaklarda yer alan bilgiler, bugün Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ile ilgili bilgilerimizin kaynağını teşkil eder. Bir asır gibi uzun bir süre sonra kaleme alınan bu eserlerde tarihî hakikatler ile destansı özellikler, hayal mahsulü unsurlar, gerçek ve sıra dışı olaylar iç içe geçmiştir. Bunları birbirinden ayırmak hayli zordur. Üstelik 15. yüzyılın tarih yazarları, 13. yüzyıl gerçeğine romantik bir zaviyeden bakmışlar; ellerindeki kaynaklar arasındaki farklılıkları, tutarsızlıkları, dağınık bilgileri kendi içinde uyumlu bir “masal”a çevirerek anlatmışlardır.[1] Bu masallar, 15. yüzyılın hâkim olan anlayışı ile şekillenmiştir. Bu yüzden ilk dönem kroniklerine ihtiyatla yaklaşmak gerekir. Ancak kroniklerdeki tarihî hakikatler de göz ardı edilemez.

Osmanlı hanedanının mensup olduğu boy olarak bilinen Kayı hakkında bugün genel bir kanaat oluşmuştur.[2] İlk dönem kaynaklarında bu konuda kısmî bilgilere tesadüf edilmekte ise de, Kayı menşei fikri, o dönemin siyasî ve sosyal gelişmeleri ile birlikte değerlendirilmelidir. Siyasî olaylar nazara alındığında, ilk kroniklerin yazıldığı yıllarda Osmanlı ordusunun Ankara Savaşı’nda (1402) Timur karşısında hezimete uğradığı, devletin otorite boşluğu yaşadığı ve Osmanlı hakimiyetine giren birçok Türkmen beyliğinin bağımsızlıklarını yeniden elde ettikleri görülür. Osmanlı Devleti’nde yaşanan otorite boşluğu, onu yeni siyasî oluşumlara itti. Diğer yandan ise meşruiyetini kanıtlaması için uğraşılar içine girmesine sebep oldu. Oğuz geleneği canlandırılmaya çalışıldı. İlk dönem kroniklerinde “aşiret merkezli bakış açısı” hakim unsur olarak ortaya çıktı. Osmanlıların Oğuz boyundan olduklarına dair söylemleri ve bu doğrultudaki politikaları, tâbi Türkmen aşiretlerini ortak bir ülkü etrafında toplamayı amaçlıyordu. Bu sayede Osmanlılar, Timur’un hakimiyetini kabul eden beyliklere karşı üstün olduklarını iddia edebilirlerdi. Kayı boyunun Oğuzlar arasındaki itibarını ön plana çıkaran Osmanlılar, ahir zamanda saltanatın bu boyda olacağı şeklinde politik söylemler geliştirdiler.

Kroniklerde Osmanlıların etnik menşei hakkında verilen bilgiler farklılıklar arz eder. Söz konusu eserlerin bir kısmında Osmanlıların Oğuzlardan olduğu kaydedilirken boy ismi verilmez. Bir kısım eserlerde ise Kayı boyu ön plana çıkarılır. Ancak bütün eserlerin ittifak ettiği nokta Osmanlıların –boy nazara alınmazsa- Oğuzlardan olduğudur. Osmanlı döneminde Oğuz deyimi, geçmişte kalan etnik bir tanımlamadan ibaretti. Oğuz menşei fikrinin kaynağı tarihten çok söylenceye, bir başka deyişle efsaneye dayanıyordu. Tıpkı diğer Türkmen aşiretleri gibi Osmanlılar için de Oğuz, siyasî meşruiyetin ve asaletin kaynağı idi.

Osmanlıların etnik menşeini Kayılara ve Oğuzlara dayandıran kroniklerde, Osman Gazi’nin soy kütüğü verilir. Ekseriyetle Nuh’un oğlu Yafes’in ilk ata olarak yer aldığı bu soy kütüklerinde, Oğuz ismi ortaktır. Şecerenin ilk ve son kısımlarında zikredilen atalar çoğunlukla ortak olduğu halde, orta dönemde isimler karışmış veya boşluklar meydana gelmiştir. Bu tip şecereler aşiret soy ağaçlarının karakteristik özelliğidir. “Bulanık soy ağaçları, aşiretin, saldırı ya da dış tehditlere karşı savunma veya köylüler ve göçerlerin kaynakları en iyi bir şekilde kullanmalarını sağlama hususundaki ortak menfaatini paylaşan herkesin bir araya gelmesini olanaklı kılar.”[3] Üstelik şecerelerin orta kısımları, aşirete katılan yeni üyelerin atalarının da yer alacağı bir zemin / kontenjan oluşturur. Şecereler, topluluk arasında bir siyasî sözleşme rolü üstlenir. Böylesine bulanık soy kütükleri, erken dönemde aşiretler konfederasyonundan müteşekkil Osmanlı Beyliği’nde, aşiretlerin ortak bir ülkü ve menfaat etrafında toplanmalarını sağlamıştır. Nitekim soy ağaçlarında, Türkmen aşiretlerinin ortak atası olarak Oğuz Han’ın yer aldığı görülür. Bununla birlikte Osmanlıların ataları arasında zikredilen Bayundur, Döger, Kayı, Çavuldur, Salgur, Toturga, Eymür gibi isimler, aynı zamanda Oğuz boylarının adlarıdır. Bu isimlerin, Osmanlı Beyliği’ni meydana getiren konfederasyona mensup aşiretler olduğu düşünülebilir. Yazıcızâde’nin Târîh-i Âl-i Selçuk adlı eserinde, Türkmen beylerinin meşveret ettikleri, hanlığın Kayı boyunun hakkı olduğunu, bundan dolayı Osman Bey’i han seçtikleri yazılıdır.[4] Osman’ın muhtelif Türkmen aşiretlerinden müteşekkil konfederasyona, bu meşveret sonrası önderi olduğu söylenebilir.

İlk dönem kroniklerinde, Osmanlı hanedanının soy kütüğü hakkında verilen bilgiler arasında farklılıklar vardır. Bunlar genellikle birbirinin mütemmimidir. Kroniklerde sunulan şecereler dikkate alındığında bunları üç gruba tasnif etmek mümkündür. Birinci gruptakiler Oğuz geleneğini, ikinci gruptakiler İslâmî geleneği yansıtırlar. Üçüncü grubu temsil eden eserlerde ise Osmanlı hanedanının yakın dönem ataları konu edilmiştir.[5] Bununla birlikte Oğuz geleneğini yansıtan kaynakları da iki grupta tasnif etmek mümkündür. Birinci gruptakiler, Osmanlıların menşeini Oğuz Han’ın büyük oğlu Gün Han’a dayandırır. İkinci gruptaki şecerelerde ise Oğuz Han’ın küçük oğullarından Gök Alp ismi yer alır.

Osmanlıların Kayı menşeinden bahseden eserlerin ilki Yazıcızâde Ali’nin Selçuknâme adı ile de bilinen Târih-i Âl-i Selçuk isimli eseridir. II. Murad’ın emriyle İbn Bibî’nin el- Evâmirü’l- alâ’iye fî’l-Umûri’l-alâ’iye isimli eserini Türkçe’ye tercüme eden Yazıcızâde Ali, bu esere Kayı boyunun üstünlüğünü ifade eden bazı cümleler de eklemiştir. Onun, Osmanlı hanedanının meşruiyetini ispatlamak için büyük bir gayret içinde olduğu görülür. Bu dönemde derlendiği bilinen Dede Korkut Destanları da siyasî olaylarından bağımsız ele alınamamış; Kayı motifi bu destanlara da sinmiştir. İslâm öncesi şaman unsurları ile veli-ozan kimliğini bünyesinde barındıran Dede Korkut, bir kehanette bulunmuş ve âhir zamanda saltanatın Kayılar’da kalacağının beşâretini vermiştir.[6] Destanlarda bu konuya yer verilmesi, doğu ve batı Türklüğü arasında bir köprü görevi gören ozan sayesinde Kayı boyuna bir meşruiyet kaynağı aramak amacıyladır. Bu uğraşılar sayesinde Osmanlılar, Anadolu’daki Türkmen beylikleri üzerinde üstünlük iddia edebilmiş ve kendilerini Doğu’daki hanların muâdili gösterebilmişlerdir.

Bununla birlikte, Osmanlıların neseplerini, Kınık ve Salur gibi Oğuz boylarının en itibarlıları dururken Kayı boyuna isnat etmesi izah edilememektedir. Selçuklu Devleti’ni kuranların Kınık boyuna mensup olduğu hesaba katılırsa Osmanlıların, kendilerini Selçuklulardan tefrik etmek istedikleri düşünülebilir. Salur ve Kınık boyuna karşı Kayı’nın üstünlüğünün iddia edilmesi, Osmanlıların taze bir güç olarak ortaya çıkmak istemeleri veya konfederasyonu oluşturan aşiretler arasında Kayıların en kesif grubu teşkil etmeleri ile ilgili olmalıdır. Kroniklerde, Kayılar’ın elli bin nüfusu aştıkları hakkında verilen abartılı bilgiler dikkate alınırsa, Osmanlıların güçlü bir siyasî dayanak aradıkları anlaşılır. Nitekim, “Türk hakimiyet anlayışı”nda göz ardı edilen nüfuz ile hakimiyet arasındaki ilişki ile açıklanabilir.[7] İlk dönem tarih eserlerinde, Ertuğrul Gazi’nin babası olarak anılan Süleymanşah’ın, 50 bin kişilik konar-göçer kütlesi ile Anadolu’ya geldiği kayıtlıdır.[8]

Şair Ahmedî’nin İskendernâme isimli eserinin sonuna eklediği “Dâsitan-ı Tevârih-i Mülûk-ı Âl-i Osman”da Osmanlıların hangi boya mensup olduğuna dair bilgiye tesadüf edilmez. Bununla birlikte, Ertuğrul Gazi’nin yanında Gündüz Alp ve Gök Alp gibi Oğuz’dan bir çok kişinin yer aldığı kayıtlıdır. Ahmedî’nin, diğer kaynaklarda Osmanlı hanedanının ataları arasında sayılan Gündüz Alp ve Gök Alp’ı Ertuğrul Gazi’nin savaş yoldaşları arasında değerlendirmesi dikkat çeker.[9] Bu açıklamalardan Ertuğrul Gazi, Gündüz Alp ve Gök Alp’in idaresinde teşekkül etmiş bir aşiret konfederasyonunun, Sultan Alaeddin’in ordusunda yer aldığı anlaşılmaktadır.

Ahmedî’nin eserinde, Osmanlı hanedanının Oğuzların hangi boyuna mensup olduğuna dair herhangi bir ifadenin yer almadığı, buna mukabil sonraki kaynaklarda Kayı boyunun ön plana çıkarıldığı görülür. Bu gelişme, II. Murad dönemine rastlaması, Ankara Savaşı’nın açtığı derin yaraların izlerinin yavaş yavaş kapandığı döneme rastlar. Osmanlı Devleti’nde siyasî istikrarın sağlanması ve devletin giderek güçlenmesi Kayı tezinin ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Üstelik, bu dönemde yazılan eserlerde, Ahmedî’nin tarihinde izlerine rastlanmayan ve Osmanlıların atası olarak kabul edilen Süleyman Şah ortaya çıkmıştır. Bilindiği üzere tarihî bir kişilik olan Süleyman Şah, Türkiye Selçuklu Devleti’nin kurucusudur. Kroniklerde Süleyman Şah’a yer verilmesi, Osmanlıların Selçuklu Devleti’nin varisi olma iddiasında olmalarına zemin hazırlayan bir etken olarak değerlendirilebilir. Anonim Tevârîh-i Âl-i Osman’ların hemen hepsi Osmanlı Devleti’nin başlangıcını, Süleymanşah’ın Anadolu’ya gelişi ile başlatırlar.

Osmanlı hanedanının soy kütüğü hakkında, Oğuz ve İslâmî versiyonları birleştiren Şükrullah’ın Behcetü’t-tevârîh isimli eserinde anlattıklarına diğer kaynaklarda tesadüf edilmez. Şükrullah, 1449 yılında II. Murad’ın emriyle Karakoyunlu hükümdarı Mirza Cihanşah’a elçi olarak gönderilmiştir. Tebriz’de Cihanşah ile görüşen Şükrullah, orada Uygur harfleri ile yazılmış bir Oğuznâme görmüştür. Eserinin ilk tertibinde Cihanşah’ın Karakoyunlular ile Osmanlıların akraba olduklarına dair kendisine bilgi verdiğinden bahseden Şükrullah, bu kaynağa dayanarak Osmanlıların nesebini sıralar. Buna göre Osmanlıların soyu, Oğuz oğlu Gök Alpa dayanır. Gök Alp oğulları, Kızıl Buğa oğlu Kaya Alp oğlu Süleyman Şah oğlu Ertuğrul’a kırk beşinci göbekte erişir.[10] Şükrullah’ın bu açıklamalarda Oğuz ve Selçuklu geleneğini birleştirerek Osmanlılara mal ettiği görülür. Buna paralel olarak Ertuğrul Gazi’nin, Selçuk soyu ile birlikte Anadolu’ya geldiğini yazar.

Behcetü’t-tevârîh’in ikinci tertibinin yapıldığı Fatih Sultan Mehmed döneminde, Karakoyunlular ile Osmanlıların akraba olduğunu belirten cümleler eserden çıkarılmıştır. Bunun yerine şu ifadelere yer verilir: “Er Tuğrul, Oğuz oğullarından biridir. Kızıl Buga oğlu Kaya Alp oğlu Süleymanşah’ın oğludur. Kırk beşinci göbekte Nuh oğlu Yâfes oğlu Kavı Han oğlu Kara Han oğlu Oğuz oğlu Gök Alp ile Nuh’a ulaşan Er Tuğrul, Süleymanşah’ın oğlu, Osman Beğin de babasıdır.”[11] Osmanlıların Karakoyunlular ile akraba olduğuna dair verilen bilgilerin ikinci tertipte çıkarılmasının sebebi Fâtih’in merkeziyetçi politikası ile yakından ilgilidir. Fatih, Osmanlı hanedanına muadil ikinci bir hanedan kabul etmediği için bu ifadeleri hoş karşılamamış ve Şükrullah da bunları çıkarmıştır.

Osmanlıların nesebi hakkında bilgi veren bir diğer kaynak ise Âşıkpaşazâde’dir. Onun, Osmanlılar’ın ilk dönemi hakkında Yahşi Fakih’in Menâkıbnâme’sinden faydalandığı bilinmektedir. Tevârîh-i Âl-i Osman isimli eserinde Âşıkpaşazâde, Ertuğrul’un atalarını sıralarken Oğuz ve İslâmî geleneği birleştirir. Ertuğrul’un atalarını sıralayan Âşıkpaşazâde, Osmanlıların Oğuz’un oğlu Gök Alp soyundan geldiğini, ilk atasının ise Nuh’un oğlu Yafes olduğunu yazar.[12]

Bunun yanında Âşıkpaşazâde tarihinde, Osman Gazi’nin dedesi Süleymanşah’ın aşiretler konfederasyonundan müteşekkil 50 bin kişilik konar-göçer kütlesi ile Anadolu’ya geldiği kayıtlıdır. Oldukça mübalağalı bir rakam olan bu kütle içinde muhtelif Türkmen boylarının olduğu anlaşılıyor. Süleymanşah bu kalabalık grup yanında Acemleri de (Selçuklular olması muhtemel) komutası altına alarak kafirler ile savaştı. Bir süre bu topraklarda gaza ve akın faaliyetlerinde bulunan Süleymanşah, Türkistan’a dönerken Caber Kalesi yakınlarında Fırat Nehri’nde boğuldu. Bu olayın akabinde konfederasyonu teşkil eden gruptan Dögerler, Caber yakınlarına yerleşti. Büyük bir kısmı ise muhtelif yerlere dağılarak Şam Türkmeni (Suriye Türkmenleri), Anadolu Türkmen ve Tatarlarını meydana getirdiler.[13] Geriye kalan küçük bir grup ise, Süleymanşah’ın oğulları Sengur Tegin, Ertuğrul ve Gündoğdu’nun maiyetinde kaldılar. Bu küçük grup Sürmeli Çukuru’na geldiğinde Sungur Tekin ve Gündoğdu Türkistan’a geri döndüler. Ertuğrul, kardeşlerinden ayrılarak, mahiyetindeki dört yüz çadır ile bir müddet Sürmeli Çukuru’nda kaldı. Daha sonra ise, Sultan Alâeddin’in memleketi Anadolu’ya geldi.

Osmanlıların ataları hakkında bilgi veren kaynaklar arasında Karamanî Mehmed Paşa’nın Tevârîhü’s-selâtînü’l-Osmâniye, ayrı bir yere sahiptir. Mehmed Paşa’ya göre Osmanlıların atalarından olan ve Ahlat’ta ikamet eden Kayık Alp’ın soyu, 21. göbekten Nuh’un oğlu Yafes’in çocuklarından Oğuz Han’a dayanır. Kayık Han, Moğolların Bağdat’ı işgali üzerine Selçuklu sultanı ile Anadolu’ya kaçmıştır.

Mehmed Paşa’nın, Ertuğrul’un babası hakkında verdiği bilgiler diğer kaynaklardan farklıdır. Buna göre Ertuğrul’un babası Süleymanşah değil, Gündüz Alp’tir. Kafirlerle uzun süre mücadele eden Gündüz Alp, Kızıl Saray’da ölmüştür.

Osmanlı hanedanının nesebi hakkında en ayrıntılı bilgi Hasan bin Mahmûd Bayatî’nin Câm-ı Cem-Âyin adlı eserinde yer alır. II. Bayezid ile yaptığı saltanat mücadelesinde yenilen Cem Sultan, Mısır’a kaçmıştı. Hac ödevini yerine getirmek için gittiği kutsal topraklarda Bayatî ile karşılaşan Cem, ondan Osmanlı sülalesinin ataları hakkında Oğuznâme’de yer alan bilgileri derleyerek bir kitap yazmasını istedi. Bayatî bir hafta gibi kısa bir sürede eserini tamamlayarak Cem Sultan’a sundu. Bayatî’ye göre Osmanlıların soyu, Nuh’un oğlu Yafes’e dayanır. Şecere’de Oğuz Han oğlu Gün Han, Osmanlıların atası olarak zikredilir.[14]

Bayatî’nin eserinde yer alan şecere, birçok bakımdan diğerlerinden farklıdır. Osmanlıların ataları arasında saydığı kişilerin hayatları hakkında cüz’î bilgiler verir. Şahıs isimlerinin, -bir bakıma- etimolojisi üzerinde durur.

Bayatî’nin tarihinde dikkate değer bir diğer husus, Gün Han’ın oğlu Kayı’nın ölümünden sonra hükümdarlığın, adı ile anılan boyun elinden çıkmasıdır. Kayı Han’ın ölümü üzerine Turmış Han çok küçük yaşta tahta geçti. Onun küçük yaşta olmasını fırsat bilen akrabaları idareye el koydular. Böylece kağanlık bir başka boyun eline geçti. Çamur Han ve Toğmış Han’ların hayatları ile ilgili verilen bilgiler dikkate alınırsa bu boyun Salurlar olduğu anlaşılır. Kayılar, bu boyun hakimiyetini kabul ettiler ve boyun ileri gelenleri idarede görev aldılar. Yine Bayatî’nin verdiği bilgiye bakılırsa H. 250 (M. 864) yılı dolaylarında, Salur soyundan Ağa İni’nin tahtan feragati üzerine, Kınık boyundan Kerekicü oğlu Tokmurşak oğullarından Lokman, Han oldu. Ancak H. 699 (M. 1299) yılında Osmanlıların ikbal yıldızı parlamaya başladı. Selçukoğulları’ndan tahta çıkacak kimse kalmadığı için Anadolu’da saltanat işleri karıştı. Bunun üzerine uç bölgelerindeki gaziler bir araya gelerek Osman Gazi’nin sultan olması yönünde karar aldılar.[15] Bayatî’nin yazdıklarından Osman Gazi’nin, Kayılar’ın gasp edilmiş hakimiyet haklarını geri aldığı izlenimi doğar. Bu anlatımda II. Bâyezid dönemine de bir gönderme vardır. Eserini Cem Sultan adına kaleme aldığı düşünülürse Mahmud’un “Osman Bey’in sınır gazileri tarafından sultan olarak seçilmesini, saray bürokratlarının ve yeniçerilerinin seçimi olan II. Bayezid’e karşı Cem’in taraftarlarını desteklemek için tarihsel bir paralellik ve destek olarak sunmuş olabilir.”[16]

Osmanlıların nesebi ile ilgili bilgi veren bir diğer kaynak da Mehmed Neşrî’nin Kitâb-ı Cihannümâ adlı eseridir. Çeşitli kaynaklardaki şecereleri birleştiren Neşrî’nin zikrettiği isimler ile Âşıkpaşazâde ve Bayatî’nin eserlerinde geçen isimler arasında büyük benzerlikler vardır. Neşrî düzenlediği şecerenin kaynağını vermez. “Ancak bu bilgilerin kütüb-i tevârihde mezkûr ve menkûl” olduğunu söyler. Onun yazdığı Osmanlı şeceresi ile Bayatî’nin şeceresi arasındaki benzerliklere rağmen, Gök Alp ismini zikrederek ikinci grupta yer alır.[17]

Neşrî, Osmanlıların ataları hakkında bir başka şecereyi de görmüş olmalıdır. Nitekim, Osmanlıların soy kütüğü hakkında bilgi veren farklı bir türün varlığından bizleri haberdar eder. Buna göre Oğuz Han’ın ataları Iys, İshak ve İbrahimdir. Köken olarak Nuh’un Sam adlı oğluna dayanır. Neşrî, bu tezi kabul etmemesine rağmen, Osmanlıların soy kütüğü hakkında bilgi veren ve “tevârîh-i Acem”den etkilenen farklı bir türün olduğu anlaşılıyor.[18]

Şecerelerde Yafes ve Oğuz geleneğini takip bir diğer yazar da Oruç b. Âdil’dir. Oruç, bu nesilden Acem ve Mahan’da padişahlar olduğunu ve bunların risâlete ‘amm-ı itikadları” olduğundan bahseder. Yazarın aktardığı bir diğer bilgi ise, Ebû Müslim-i Mervî’nin bu nesilden olduğudur. Ona göre Osmanlıların menşei, Oğuz Han oğlu Gök Alp’a dayanır.[19]

Osmanlıların nesebi hakkında Oğuz geleneğinin dışında çeşitli görüşler de ileri sürülmüştür. Anonim Tevârih-i Âl-i Osman’lardan birinde İsfahan’ın Hama şehrinden koparak Anadolu’ya gelen ve Türkiye Selçuklu sultanı Alâeddin’in hizmetine giren Hürmüz Ebu Bekir isimli bir şahsın Ertuğrul Beyin babası olduğuna dair kayıtlar vardır. Bunun yanında İran tarihçiliğinde, Osman Gazi’nin babasının adının Davut Kıpçak asıllı Davut isminde bir bey olduğu yazılıdır. Alâeddin zamanında bu bey, maiyetindeki Türkmen aşireti ile Kefe’den deniz yoluyla Anadolu’ya gelmiş ve uclara yerleşmiş ve Sultanın damadı olmuştur. Alâeddin erkek evlat bırakmadan vefat ettiği için, Selçuklu ümerâsının kararıyla, sultanın tek varisi kızının kocasını yani Osman Gazi’yi sultan tayin ettikleri yazılıdır.[20]

Osmanlıların nesebi ile ilgili bir diğer görüş de onların Arap asıllı ve sahabeden bir kimsenin soyundan geldikleri yönündedir. Buna göre Osmalıların atası, Ebû Ubeyde bin Cerrah’ın amcası oğlu “Iyâs bin Osman” ile Oğuz kavminin hükümdarı Oğuz Tümen Han’ın kızı “Turunç Hatun”un evliliğinden doğan Oğuz Süleyman Han’dır. Düstûrnâme yazarı Enverî, bu rivayete itibar etmiş ve bu konuda ayrıntılı bilgiler vermiştir. Diğer tarihî kaynaklarda Ertuğrul veya Osman Gazi’lere isnad edilen rüyayı Enverî, Iyâs bin Osman’ın gördüğü kanaatindedir. Düstûrnâme’de kayıtlı Oğuz Süleyman Han ile Türklerin efsanevî hükümdarı Oğuz Kağan’ın hayatı hakkında büyük benzerlikler bulunmasına rağmen Enverî, Oğuz adında Yafes’in torunlarından bir kimsenin olmadığı görüşündedir. Uzun süre hükümdarlık eden Oğuz Süleyman soyunun ikbal yıldızı, Selçukluların ortaya çıkması sönmüştür. Enverî, bu soydan gelen Çalış Han’ın Selçuklular tarafından takip edildiği ve bunun üzerine kaçtığını kaydeder. Bunun yanında, Selçuklu soyundan Kutlumuş Beyin amcası oğlu ve Selçuklu sultanı Tuğrul Bey’den kaçarak Elbrüz dağındaki Çalış’ın yanına geldiği, Oğuz aslından ve Kayı soyundan olması dolayısıyla Çalış’ı hükümdar ilan etmeye çalıştığını yazar. Tuğrul’un takibatından dolayı sürekli yer değiştiren Çalış, nihayet Urfa’ya yerleşmiş ve burada vefat etmiştir. Daha sonra aşiretin başına Ermiş, Gazan, Ertuğrul ve Şah Melik geçmiştir. Şah Melik ve oğulları Gündüz Alp ile Gök Alp’in Selçuklu ülkesini tehdit eden bir ejderhayı öldürmeleri ve daha sonra Tatarları bozguna uğratmaları ikbal yıldızlarının parlamasına sebep olmuştur. Şah Melik ejderhayı katlederken ölmüştür. Enverî’nin zikrettiği ejderha olayı ile Dede Korkut Kitabı’nda geçen Tepegöz hikayesi arasında büyük benzerlikler vardır. Selçuklu sultanı Alâeddin bu hizmetleri karşılığında iki kardeşe Sultanöyüğü’nü bağışlamıştır. Bilâhare iki kardeş birbirine düşmüşler ve ayrılmışlardır. Gündüz Alp’den sonra yerine Osmanlı Beyliğinin kurucusu Osman Gazi’nin babası Ertuğrul Gazi geçmiştir.[21]

Kroniklerde yer alan bilgiler dikkate alındığında Osmanlı Devletini kuran hanedanın dayandığı boy ve ataları ile ilgili verilen bilgilerin oldukça karışık olduğu görülür. Bu bilgilerin sistemleştirilmesi için, tarihî malzeme yanında coğrafî, arkeolojik, etimolojik ve onomastik çalışmalara da önem verilmelidir.

Osmanlı kroniklerinde kuruluş dönemi ile ilgili karmaşık bilgiler aşağıda sıralanmıştır.



1. Yafes Meselesi

Semavî dinlerde, insanlığın ikinci atası olarak Nuh peygamberin adı geçer. Buna göre Tanrının tufan ile inançsızları cezalandırması sonucu, yeryüzünde yalnız Nuh ve ona inananlar kalmıştır. Kutsal kitaplarda Nuh’un oğulları Sâm, Hâm ve Yafes insanoğlunun ataları olarak sivrilmişlerdir.

Yeryüzündeki ırkların Nuh’un oğullarından türediği fikri hâkimdir ve ırklar bu üç isim etrafında tasnif edilmeye çalışılmıştır. Tevrat’ta Nuh’un bu üç oğlundan türeyen ırklar ayrıntılı olarak açıklanmıştır.[22] Buna göre, Yafes’ten beyaz ırk, Sam’dan Araplar ve İbraniler dahil olmak üzere Sami ırkı ve Ham’dan Kuzey Afrikalılar türemiştir. Bu bilgiler, diğer semavî dinlerde de etkili olmuştur. Türklerin Yafes soyuna dayandığına dair Tevrat’ta yer alan semit jenealojisi, Türk düşünce hayatında da yer edinmiştir.

Nuh’un oğullarına dayanan şecereler sayesinde, ırklar arasında kalıtımla geçen derece farkları ortaya çıkmıştır. Bu derecelendirme en üstün ırk ve toplum anlayışını meşru kılmayı amaçlamıştır. Nuh soyu için, ırk saflığını korumak gibi adetlerin varlığına çeşitli kaynaklarda rastlanmaktadır. Bu, hem Yafes kökenden gelen Ariler için, hem de Sami bir kökenden gelen İbraniler için geçerlidir. Buna karşın Ham neslinden gelenler, babaları Nuh’un lanetine uğradıkları için kıyamete kadar Yafes ve Sam soyuna hizmet etmeye mahkum olmuşlardır. Irkların saflığını ve üstünlüğünü korumak gerektiği fikri çeşitli yapılanmaları da beraberinde getirmiştir. Musevilerin ırkları dışında evlilik yapmaları yasak olduğu gibi, Ariler de benzer uygulamaları Hindistan’da yürütmüşler ve kast sistemini oluşmuşlardır. Kast sisteminin en üstünde Ari soyundan Brahmanler yer almıştır. Onların diğer kastlarla evlenmeleri bir yasaklanmıştır. Bu adetler, kavimlerin varlıklarını koruma güdülerini anlatır.

Göçebe toplumların sıraladığı soy cetvelleri, üstün ırk anlayışından ziyade aşiret üyelerini bir arada tutmaya yöneliktir. Bu sayede, aralarında kan bağı bulunan topluluğun bütün fertleri arasında dayanışma duygusu güçlendirilmek istenir. Bulanık soy ağaçlarında ilk ataların berraklığı, ortak atalara yapılan özel vurgu ve ortak tarihî geçmişe yapılan göndermeler, aşiretler arası yakınlaşmayı tesis etmiştir. Kandaş aşiretler arasında ortak atalar, birlikteliği sağlayan önemli unsurlardır.

Yafes’in Türklerin atası olduğu hakkında ilk Osmanlı kroniklerinde ve soy kütüklerinde yer alan bilgiler, çeşitli aşiretlerden meydana gelen konferatif yapının ilk eklemini teşkil etmiştir. Bunun yanında, İslâmî kaynaklarda Rum’un, Yafes’in oğulları arasında zikredildiği görülür. Bu söylem, Osmanlıların Anadolu ve Rumeli’de yayılmasını meşru gösteren olaylar ile birlikte mütalaa edilebilir. Nitekim Osmanlıların İslâm dünyasında üstünlüklerini iddia ettikleri döneme rastlayan eserlerde, onların İbrahim oğlu İshak nesline mensup olduklarına dair şecereler uydurulmuştur. Osmanlı hanedanının, Nuh’un oğlu Sam’a kadar uzatılan bu soykütükleri aracılığıyla Hz. Muhammed neslinden geldiği iddia edilir. Osmanlıların, İslâm dünyasında üstünlüklerini iddia ettikleri dönemlerde bu söylemin bir siyasî araç olarak kullanıldığı anlaşılır. Neşrî, Osmanlıların ve Kayının kökeni sayılan Oğuz’un, Sam neslinden gösterilmesini yanlış bir düşünce olarak değerlendirir. Ona göre bu düşüne Acem’in “taassubât-ı şenî‘asından” kaynaklanmaktadır.[23] Bu görüş daha sonra İdris-i Bitlisî tarafından da değerlendirilmiştir. Bitlisî ekolünü takip eden tarihçiler, Osmanlıların Sâm neslinden olduğunu iddia etmişlerdir.



2. Oğuz Han Meselesi

Osmanlı hanedanının, Türk tarihinin efsanevî hükümdarı Oğuz’a dayandığı düşüncesi, tarihten ziyade şifahî kültürün bir ürünüdür. Diğer bir ifadeyle bu söylem, uç ve göçebe toplumlarında hâkim olan destan ve efsane geleneğinin bir mahsulüdür. Ancak bu efsanenin tarihi bir önem taşıdığı, Osmanlıların soyluluklarının ve siyasî üstünlüklerinin kaynağını oluşturduğu yadsınamaz bir gerçektir.

15. asırda Anadolu beylikleri ve devletleri arasında Oğuz-Türkmen geleneği canlılığını koruyordu. Osmanlı Beyliğinin, Anadolu’yu yayılma alanı içine dâhil etmesi ile bu geleneği, kendi siyasî çıkarları için dönüştürdükleri görülür. Osmanlıların Oğuz soyundan oldukları söylemi, I. Murad’ın hükümdarlığından sonradır. Bu hükümdar döneminde gevşek vassallık bağları ile bağlı Türkmen beylikleri ve göçebe aşiretler, Oğuz geleneği sayesinde Osmanlı Devleti’ne dahil edilmek istenmiştir. Efsanevî hükümdar Oğuz Han ve torunlarıyla ilgili destanlar, kahramanlarını aşiret reisleri olarak sundukları için, Osmanlı hanedanının da bir aşirete dayanması gerekiyordu.[24] Üstelik bu dayanak onlara, Türkmen beylikleri içinde itibar kazandıracak ve “biz” duygusunu pekiştirecekti. Nitekim bu uygulamanın daha vurgulu bir şekli, Ankara bozgunundan sonra ortaya çıkmıştır. Oğuz Han’a ve bilhassa Kayı’ya yapılan özel vurgular onların, Timur’un doğudaki vassallarından daha üstün görünmelerini sağlamıştır.[25] Böylece askerî ve siyasî bir başarısızlık, siyasî bir propaganda ile kapatılmak istenmiştir. II. Murad döneminde, Anadolu’daki Türkmen beylikleri üzerinde hakimiyetlerini perçinlemek isteyen Osmanlılar, Oğuz geleneğini siyasî amaçla yeniden değerlendirmişlerdir.

Oğuz Han destanının, İslâmiyetin kabulünden sonra göçebe Türkmen aşiretleri arasında yeni bir versiyonu türedi. Buna göre, Oğuz Kağan, “dinsiz” bir toplumda Müslüman kimliği ve yakınındakileri İslâm’a davet eden özelliği ile temayüz eder. Onun bu özelliği tam da “gaza ve cihad” anlayışı ile örtüşür. Neşrî, Oğuz Han’ın babası Kara Han hakkında bilgi verirken onun, “dinsiz, kafir ve cebbar” biri olduğundan Türkistan’dan Doğu ve Kuzey ülkelerini ele geçirdiğinden bahseder. Ancak oğlu Oğuz destanlarda, anasından doğar doğmaz Müslüman olan harika bir çocuk olarak resmedilir. Neşrî bu abartılı ifadeleri tarihine almamış ise de, onun Müslüman olduğu konusunda destanlarla hem-fikirdir. Buna göre, Kara Han’ın “Oğuz adında bir oğlu oldu. Hak teâlâ anı Tevhid’e (Tanrının birliğine) irşad etti… Ve etrâkden kavmini evvel Allahü teâlâya davet eden budur… Bu hudâperest olub halkı hakka davet itmeğin, atasıyla vahşet-i azim oldu… Oğuz’la atası Kara Han arasında yetmiş beş yıl kıtal-i kesire vaki olub âhirü’lemr Kara Han maktul olub Oğuz atası elinde olan memalike bi’l-külliye malik olub, sıyt u sedası artub şarkdan garbe varınca rûy-i zemîne müstevlî oldu.”[26] Neşrî, bu anlatımını daha da ileri götürüp Oğuz’un İbrahim peygambere iman ettiğini yazar. Böylece Hz. Muhammed ile Oğuz arasında dolaylı bir yakınlık kurar. Oğuz Han’ın müvahhid kimliği ve tektanrılı bir dine mensup olması, Türklerin İslâmî kimliğine de bir göndermedir. Ancak, asıl önemli olan, onun tevhid bayrağını şarkdan garbe dalgalandırmasıdır. Osmanlılar da, tıpkı ataları Oğuz Kağan gibi bu tevhid anlayışının temsilcisidirler.

Osmanlıların, 15. yüzyılda Oğuz geleneğine kazandırdıkları yeni çehre, onlara hükümdarlık hakkı veren siyasî bir söylem olmasının yanında, muhakkak ki dinî içeriklere de sahipti. Ancak Yafes ile Oğuz Kağan arasındaki ataları hakkında fazla bilgi bulunmayan Osmanlıların, bu puslu dönemdeki atalarının bir kısmı puta tapan kimseler olarak anılırlar. Ancak Oğuz Kağandan sonradır ki, Osmanlıların ataları tevhid inancını bayraklaştırmış ve İbrahim’den itibaren peygamberlerin hizmetinde yer almışlardır. Bayatî’nin, Osmanlıların atalarını peygamberlerin hizmetinde yer almış kimseler olarak sunması ile bu görüş arasında benzerlik bulunur.[27]

Ancak hemen belirtilmelidir ki, Osmanlıların atalarına yer veren soykütüklerini salt dinî içerikli bir malzeme olarak kabul etmek yanlıştır. Dinî muhtevalı olmasına karşın bu soy kütükleri, siyasal içerikli ve yapay idi. Birçok versiyonu bulunan şecereler, yazılı ve sözlü geleneğin malzemeleri ile oluşturulmuştur. Osmanlıların tarihî bilgiler ile efsaneyi karıştırarak yapma bir soyağacı elde ettikleri görülmektedir. Osmanlılar, sıralanan bir çok ata ile doğrudan Oğuz Han’a bağlanırlar. Üstelik dip ata olarak Yafes ve Sam ismini veren iki farklı gelenekte Oğuz ismi ortaktır. Bu yapay soyağaçları sayesinde Osmanlılar, soyları Oğuz Han’a daha dolaylı bir şekilde dayalı olarak tarif edilen komşu Türk hanedanları karşısında üstünlüklerini kanıtlamış ve Oğuz destanlarına aşina Türk tebaaya hükmetmesini meşru kılan bir araç elde etmişlerdir.

Oğuz geleneğini yansıtan bu yapma şecereler uzun süre varlığını devam ettirmişse de, Osmanlıların İslâm dünyasındaki rollerinin artmasına ve tartışılmaz üstünlüklerine paralel olarak, soyağacına dayalı meşruiyet araçlarının yerini İslâmî referanslar almıştır.



3. Gök Alp- Gün Han ve Kayı Meselesi

Nuh ve Oğuz hakkında hem-fikir olan kroniklerdeki kırılma noktası, Oğuz’un oğlu etrafında toplanır. Hemen tüm kronikler Osmanlıların Oğuz’un Gök Alp neslinden olduğunu yazarlar. Ancak, Bayatlı Hasan, Osmanlıların Gün Han neslinden olduğu hususunda ısrar eder. Üstelik Gök Alp neslini savunan kaynaklarda Gün Han’ın oğlu Kayı Han da zikredilmez. Kayı ismi yalnızca Bayatî’de zikredilir (Aşağıda verilen tabloya bakınız).

Tarihî kaynaklardaki bilgiler dikkate alındığında, Osmanlıların hangi boya mensup olduğunu tespit etmek zordur. Anonim Tevârîh-i Âl-i Osman, Behcetü’t-tevârîh, Âşıkpaşazâde Tarihi gibi ilk kroniklerde Osmanlılar’ın Oğuzlar’dan oldukları zikredilmekle birlikte boy adı verilmez. Ancak Yazıcızâde’nin Selçuknâme’si, Câm-ı Cem-Âyin, Düstûrnâme-i Enverî gibi kaynaklarda Osmanlılar’ın Oğuzlar’ın Kayı boyuna mensup olduğuna dair bilgiler yer almaktadır. Kayılar Bozoklar’ın en büyük temsilcisi Gün Han’ın oğludur. Ancak Gök Alp’e dayanan şecereler dikkate alınırsa Osmanlıların Üçoklar’a mensup olabileceği de düşünülebilir.[28] Bu meyanda değerlendirilmesi gereken Kâşgarlı Mahmud’un Oğuz boylarını tasnifi her bakımdan dikkat çekicidir. Kâşgarlı’da verilen listede yirmi iki boyunun ismi zikredilse de, XI. yüzyılda Oğuzlar’ın 24 boydan teşekkül ettiği bilinmektedir. Divânü Lügati’t-Türk’teki listede Oğuz boyları o zamanki kudret ve şöhretlerine göre sıralanmıştır.[29] Selçukluların mensup olduğu Kınık boyunun en başta yer alması siyasî güçleri ile yakından alakalıdır. Kâşgarlı Mahmud, Bağdat’ta eserini yazdığı sırada burası Selçukluların nüfuzu altına girmişti.[30] Divan’ın bu siyasî gelişmeler sırasında yazıldığı ve Kınıklar’ın bu tarihlerde sivrildiği anlaşılmaktadır. Oğuz boylarının en eski siyasî ve içtimaî mevkilerine göre tanzim edilmiş listesini veren Reşideddin ise, Kınıkları, Oğuz boyları arasında en sonda verir. XIV. yüzyılda Selçuklular çökmüş, Moğolların nüfuzu altına girmiştir.

Osmanlılar’ın siyasî meşruiyet kaynağı olarak Kayı boyuna yaptıkları özel vurgu birçok bakımdan dikkat çekmektedir. Oysa, Oğuz geleneğinde hükümdarların Kınık ve Salur boyundan yetiştikleri görülür. Osmanlılar’ın menşelerini Kayı boyuna dayandırmaları ve kendilerini bu iki boydan tefrik etmeleri siyasî bir mesele gibi görülmektedir. Türkmen beylikleri arasında Oğuz’un büyük oğlu Gün Han’ın neslinden gelen Kayıların, hakimiyetin meşru temsilcisi olduğu şeklindeki yaygın düşünce Osmanlı tarihçileri tarafından işlenmiş ve Kayı dururken hükümdarlığın kimseye çatmayacağı fikri siyasî olarak formüle edilmiştir. Nitekim, Moğol tahakkümünün artması ile uclara yığılan göçebe Türkmen kitlelerinin beyleri, bir kurultay sonucu Osman Gazi’yi han seçmiş ve hükümdarlığın Kayı’nın hakkı olduğunu dile getirmişlerdir.



4. Süleymanşah ve Gündüz Alp Meselesi

Osmanlıların yakın atası ve Ertuğrul’un babası konusunda, kaynakların hemen hepsi Süleymanşah ismini zikrederler. Buna karşın, Karamanî Mehmed Paşa ve Enverî’nın eserinde, Ertuğrul’un babası olarak Gündüz Alp yazılıdır.

Süleymanşah geleneğini benimseyen kronikler onun, İran’da Mahan şahı olduğunu yazarlar. Buna göre, Moğol istilâsı sonrasında kalabalık Oğuz aşiretleri ile Anadolu’ya gelen Süleymanşah, Rum sultanı olmuştur. Burada bir müddet kafirlerle mücadele eden hükümdar daha sonra Türkistan’a geri dönmek istemiştir. Ancak, Caber Kalesi yakınlarında bir kaza sonucu atından düşmüş ve Fırat nehrinde boğulmuştur. Bundan sonra aşireti dağılmış ve muhtelif yerlere dağılmıştır. Küçük bir kitle ise Süleymanşah’ın üç oğlu ile birlikte kalmıştır. Bir müddet sonra Sungur Tekin ve Gündoğdu idaresindeki aşiret mensupları da Türkistan’a geri dönmüşlerdir. Ertuğrul Bey idaresindeki bir grup ise Anadolu’da kalmıştır.

Kroniklerde yer alan bu Süleymanşah, Türkiye Selçuklu Devleti hükümdarı ve kurucusu Kutalmışoğlu Süleymanşah’tan başkası değildir. Türkmen muhitlerinde adı unutulmayan Kutalmışoğlu, Osmanlı tarihlerinde de yer almıştır. Bunun Osmanlı’nın Anadolu’daki yayılmacılığını meşrulaştırmak ve Türkmen Beylikleri karşısında siyasî bir güç sağlayacağı kuşkusuzdur. Osmanlı tarihçileri Süleyman’ı ataları göstererek, Anadolu’nun fethi başarısını kendilerine mal etmeye çalışmışlardır. Bununla birlikte Selçuklu Devleti’nin varisi olmak için uydurulmuş bir isim olabileceği de akla gelebilir. Ancak Osmanlılar bu konuda diğer Türkmen beylikleri gibi ısrarcı olmuşa benzemez. Türkiye Selçuklu Devleti’nin kurucusu olarak Sultan I. Alâeddin Keykubad’ı kabul ederek, kendilerini bu iddialardan uzak tutmuşlardır. Kroniklere göre onlar, Şüleymanşah’ın önderliğinde Anadolu’ya Selçuklulardan önce gelmiş ve burada birçok mülkü ele geçirmişlerdir.

Gündüz Alp ismini telaffuz eden kaynaklarda ise, Süleymanşah etrafında oluşturulan kurgu kadar bilgi yoktur. Anlaşılan Gündüz Alp, Kutalmışoğlu kadar tarihin, edebî metinlerin ve şifahî kültürün konusu olmamıştır.

Sonuç olarak, kaynakların Osmanlı hanedanının soykütüğünden bahseden kısımların farklılıklar arz etmesi, bugün genel kabul gören Kayı adı ve Oğuz geleneğini sislerle örtmüştür. Bu sis perdesinin aralanması bugünkü bilgilerle mümkün gibi görülmemektedir. Ancak bu yapay şecerelerin kısaltılmış birer dünya tarihleri olduğu ve tarihî bir malzeme olarak göz ardı edilmemesi gerektiği yadsınamaz bir gerçektir.





[1] Rudi Paul Lindner, OrtaÇağ Anadolu’sunda Göçebeler ve Osmanlılar (çev. Müfit Günay), Ankara 2000, s.50.

[2] M. Fuad Köprülü, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Etnik Menşei Meseleleri”, Belleten, VII/28, Ankara 1943, s.212-303.

[3] R. Paul Lindner, “İlk Dönem Osmanlı Tarihinde İtici Güç ve Meşruiyet”, Söğüt’ten İstanbul’a (Der. Oktay Özel- Mehmet Öz), Ankara 2000, s.424.

[4] Yazıcızâde Ali. Tevârih-i Âl-i Selçuk, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Revan, Nu: 1391, v. 444a-444b.

[5] Üçler Bulduk, “Osmanlı Kroniklerinde Türk-Oğuz Şecereleri ve Kayılar”, Uluslararası Osmanlı Tarihi Sempozyumu (8-10 Nisan 1999) Bildirileri, İzmir 2000, s.4-5.

[6] Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı I, Ankara 1994, s.73.

[7] “Hangisinin kabilesi çok ise ondan padişah seçerler”. Ebülgazi Bahadır Han, Şecere-i Terakime (Türklerin Soy Kütüğü) haz. Muharrem Ergin, Tercüman 1001 Temel Eser, İst. (t.y.), s.56.

[8] Âşıkpaşaoğlu Ahmed Âşıkî, “Tevârîh-i Âl-i Osman” (düz. N. Atsız), Osmanlı Tarihleri I, İstanbul 1947, s. 92; Mehmed Neşrî, Kitab-ı Cihannümâ I (yay. F. Reşit Unat-M. Altay Köymen), Ankara 1949, s. 57.

[9] “Gündüz Alp, Er Duğrıl anunla bile

Dahı Gök Alp u Oğuzdan çok kişi

Olmış idi-ol yolda anun arkadaşı” bk. Ahmedî, “Dâstân ve Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osman” (düz. N. Atsız), Osmanlı Tarihleri I, İstanbul 1947, s.8.

[10] Şükrullah, “Behcetü’t-tevârîh” (çev. N. Atsız), Osmanlı Tarihleri I, İstanbul 1947, s.51.

[11] Şükrullah, a.g.e., s.51.

[12] Âşıkpaşaoğlu a.g.e., s. 92.

[13] Âşıkpaşaoğlu, a.g.e., s.52-53.

[14] Bayatlı Mahmud Oğlu Hasan, “Cam-ı Cem-Âyin” (sad. F. Kırzıoğlu), Osmanlı Tarihleri I, İstanbul 1947, s.381-394.

[15] Bayatlı Mahmud Oğlu Hasan, a.g.e., s.395.

[16] Rudi Paul Lindner, a.g.e., s.56.

[17] Mehmed Neşrî, a.g.e., s. 55-57.

[18] Mehmed Neşrî, a.g.e., s.57.

[19] Oruc b. Âdil, Tevârîh-i Âl-i Osman (nşr. Franz Babinger, Die Frühosmanischen Jahrbücher des Urudsch), Hannover 1925, s.4.

[20] Mükrimin Halil [Yinanç], Düstûrnâme-i Enverî. Medhal, İstanbul 1929, s.88.

[21]Düstûrnâme-i Enverî (nşr. Mükrimin Halil), İstanbul 1928, s.73-81; Necdet Öztürk, Fatih Devri Kaynaklarından Düstûrnâme-i Enverî. Osmanlı Tarihi Kısmı (1299-1466), İstanbul 2003.

[22] Tekvin, 10:1-32.

[23] Bk. Neşrî, a.g.e., c.1, s.57.

[24] Colin İmber, “Osman Gazi Efsanesi”, Osmanlı Beyliği (1300-1389), ed. Elizebeth A. Zachariadou, İstanbul 1997, s.75.

[25] Aldo Gallotta, “ ‘Oğuz Efsanesi’ ve Osmanlı Devleti’nin Kökenleri: Bir İnceleme”, Osmanlı Beyliği (1300-1389), İstanbul 1997, s.46.

[26] Neşrî, a.g.e., c.1, s.11.

[27] bk. Hasan b. Mahmûd Bayâti, “Câm-ı Cem-Âyin”, (sad. Fahrettin Kırzıoğlu), Osmanlı Tarihleri I, İstanbul 1947.

[28] Oğuz Boyları hakkında geniş bilgi için bk. Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler). Tarihleri-Boy Teşkilatı-Destanları, İstanbul 1999.

[29] Besim Atalay, Divanü Lugati’t-Türk Tercümesi, Ankara 1998, s. 65-68.

[30] Omeljan Pritsak, “Mahmud Kaşgarî Kimdir”, Türkiyat Mecmuası, c.X, İstanbul 1953, c. 245-246.


---------- Mesaj tarihi 11:19 ---------- Önceki mesaj tarihi 11:14 ----------

Yrd. Doç. Dr.Mustafa DEMİR





ÖZET

Türkler, Anadolu Selçuklu yerleşim yapılması için Batı Anadolu sınırlarına kadar gelip yerleşmişlerdir. Osmanlı devleti ve diğer Anadolu Türk Beylikleri, bu yaşam bölgesinin sınırları Adalar Denizi’ne kadar genişletmiş. Osmanlı Devleti, XII. Yüzyılı başında Moğol tahakkümünün de etkisi ile Batı Anadolu’yu dolduran Türk nüfusunun dinanizmi üzerine kurulmuştur. Bu dinanizmin içinde Türk Devlet düzeni oluşmasına Türklerle birlikte gayr-i müslim Hırıstiyanlarda katılmıştır. Türk yöneticilerinin yaşama biçimi olarak göçebe olmaları, kurulacak ekonomik düzenin yerleşik yapı öngörmesini engellemiştir. Türkler dini hoşgörü ile gayr-i müslimleri de bu düzen içinde adapte etmeyi başarmışlardır.
Anahtar Kelimeler: Osmanlı Türk nüfusu, Gibbons, Osmanlı Medeniyeti, Rum Sultanı, İhtida, Kayı Damgası, abdallar- Rum, Bilecik tekfuru.

Giriş
Tarihte altı asır sürecek Türk Medeniyetini Osmanlı Devleti adı ile Anadolu’da örgütleyen ve on ikinci asırdan itibaren Anadolu’da yerleşik Türk kültürel yapısını oluşturan Türklerin bu medeni eseri tam olarak vurgulanamamıştır. Türklerin göçebe gelenekten gelmeleri sebebiyle Batı Anadolu’daki Osmanlı oluşumu, Türk mirası dışında Bizans geleneği olarak değerlendirilme gibi zorlamalara gidilmiştir. Daha önce bu konuda Osmanlı-Bizans medeni ilişkileri çerçevesinde doğru bilimsel tespitleri ortaya konmuştur. Bu çalışmaların Osmanlı medeniyetinin aktif unsurları olan Türk nüfusunun demografik yapısına yönelik genişletilmesi gereğinden yola çıkarak Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sırasında Türk nüfus yapısını ve Bizans-Rum halkıyla olan bağlantı ve ilişkilerini burada tespit etmek istiyoruz;
Bizans geleneğine bağlanan Osmanlı Medeniyeti, Anadolu yerleşik Türk halkı ile nasıl temsil edilebilecektir? Osmanlı Devleti’nin bu kültürel tekamülünü sağlayan Batı Anadolu halk tabakasının Türk menşeini ve sosyo-ekonomik durumunu tespit etmek ayrıcalıklı bir konu durumundadır.
Osmanlı Devleti’nin temelini oluşturan halk tabakasının menşei Bizans’a bağlama yolunda yanlış değerlendirmeleri belirleyerek konuyu açmak istiyoruz;
-Paul Wittek, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda yer alan kişilerin sadece dil bakımından Türk olan başlangıçta İslam dini ile bağlantıları zayıf olup ihtida edip gaziler halinde örgütlenen küçük bir Türk kitlesi olduğunu belirtir.
Roma tarihçisi Bibbons, bu görüşe yakın bir şekilde dört yüz çadırlık aşiret halinde Batı Anadolu’ya gelen Osman Bey ve arkadaşlarının burada ihtida etmesi ve Bizans tesirinde Bizans halkına dayalı bir devlet kurduklarını belirtir.
Gibbons’un bu görüşlerine Rambaud ve R.Sola da benzer değerlendirmelerle katılmışlardır .Yukarıdaki kısaca bahsettiğimiz yanlış değerlendirmelere topluca bakacak olursak;

1-Osmanlı aşireti Bizans sınırında diğer Türk unsurlarından kopuk Türkçe konuşan göçebe bir unsurdur.
2-Bu aşiret İslam Dinini bu bölgede Hıristiyan halk ile birlikte kabul etmiş, ihtida sürecinde Bizanslaşmış Rum halkı ile karışık muhtelit bir yapı olmuştur.
3-Gaziler teşkilatı, kendi içinde Bizans kültürünün korunmasını amaçlayan muhtedileri de bulundurur.
4-Göçebe Osmanlı Beyliği’nin ihtida ettikten sonra kurdukları ilk Asya tarzı devlet teşkilatı, şehirli Hıristiyan ve yerleşik tarımsal kültürünün ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaktır.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda Türkiye Selçuklu sosyo-ekonomik yapısının rolünü öngörmeyen bütün değerlendirmelerin yanlışlığı gibi Osmanlı etnik oluşumundaki bu tespitler de Türkiye Selçuklu şehirleşmesinin bölgeye tesirini ortaya koymaktan çok uzaktır. Türkiye Selçuklu devrinde Sivas şehri konusunda yaptığımız bir çalışma ile on üçüncü yüzyılda Türklerin Anadolu’da şehirleşmenin bütün unsurlarını oluşturmuş olduklarını tespit etmiş durumdayız. Burada ilk olarak hangi siyasi ve sosyo-ekonomik gelişmelerin Osmanlı ve uç beyliklerini Batı Anadolu’ya göçe ittiğini ve Batı Anadolu’da Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda yer alan dinamik Türk unsurunu tespit etmek durumundayız;
XIII. yüzyılın ikinci yarısında Batı Anadolu’ya Moğol istilası ve Türkiye Selçuklu sultanlığının çöküşü nedeniyle Anadolu’ya Müslüman olarak geldiğini bildiğimiz Türkmenler göç etmeye başlamışlar ve XIV. Yüzyıl başında Anadolu’nun sosyo-iktisadi ağırlığı Batı Anadolu’ya kaymıştır.


I.OSMANLI ÜLKESİNDE TÜRK NÜFUSUN YERLEŞTİRİLMESİ

Moğolların Orta Anadolu’yu istila etmeleri ve Selçuklu ülkesini tahakküm altına alması üzerine Türkmen taifeleri başlangıçta göçmen olarak, XIII. Yüzyıl sonunda da yerleşik yapıda olmak üzere Moğol tahakkümünü kabul etmeyerek cemiyet yapıları içinde Batı Anadolu’ ya kaymışlar ve Batı Anadolu’da Rum memleketinin her tarafını doldurmuşlardır ve bölgede Selçuklu düzeninin devamını temin temin etmişlerdir. Osmanlılar da bu etrak taifelerin göç dalgası içinde başlangıçta Eskişehir bölgesine daha sonra ise Domaniç, Bozüyük, Söğüt bölgesine gelip göçebe tarzına yerleşmişler daha sonra yerleşik Türkler bu topraklara gelmişlerdir. Bu sürecin en az iki nesil boyunca devam ettiğini görüyoruz.
Osmanlı Devleti’nin göçebe Türkleri Batı Anadolu’ya yerleştirilmesi Selçuklu devrindeki Türkleşmeye benzer koşullarda bir süreci ifade etmektir. Yenişehir’in fethi örneğinde olduğu gibi Türkler hızla yeni şehirlerin ve köylerin tesisini sağlıyor göçer evli Türkmenler de diğer yerleşik Türklere ilave olarak yerleşik kültür yaşamına giriyorlardı.
Aşık paşa oğlu tarihinde Yenişehir’in kurulmasını ve bu bölgenin fethiyle ilgili şu ifadelere yer verilir:

“Osman Gazi, Yenişehir’e gelince etrafın etrafın kafirleri geldiler. Osman Gazi hepsinin ülkesini zaptetti. Adalet ve iyilikle mamur etti.
Gaziler ferah oldular. Her birisine köyler verdi, yerler verdi. Her kişiye değerine göre riayet etti. Osman Gazi dedi ki: “Mihal’i çağıralım. Onu Müslüman edelim. Eğer Müslüman olmazsa önce onun ilini vuralım.” Bu kayıtlardan anlaşıldığı üzere Osmanlı Beyliği göçebe devlet yapısında iken yerleşik İslam fetih anlayışına göre Mihal ile savaşmadan onu İslam’a çağırma geleneğine uymuş, ayrıca göçebe devlet yapısı içinde Türkleri yerleşik toplumsal sürece sokma iradesini göstermştir.
Osmanlılarda önceki süreçte de Oğuzlar Batı Anadolu sınır boylarına gelmişler, buralarda Bizans idaresindeki Türk unsurlarıyla karşılaşmışlardır. Moğol istilasıyla birlikte Hazar, Kıpçak, Harezm, Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkmenleri Oğuz kitleleriyle kaynaşmak suretiyle Batı Anadolu Türklerinin etnik teşekkülü üzerinde etkili oldular.
Bu gelişmeler çevresinde XIV. Yüzyılda Batı Anadolu’da keşif Türk nüfusu birikmiş durumda bulunuyordu. Osmanlı Devleti Kuruluş açısından hinterlandında nüfus sıkıntısıyla karşılaşmamış, Orhan Bey zamanında yaya ve müsellem olarak bölgedeki Türklerden ordu oluşturabilmiştir.
XIV. yüzyıl başında Batı Anadolu’ya seyahat eden El Ömer’in eserindeki nüfus verilerine bakacak olursak Batı Anadolu’da teşekkül eden beyliklerin toplam olarak barındığı Türk aile sayısı 400.000 çadıra ulaşmaktadır.
Bu çevrede Osmanlı Beyliği’nde Orhan Bey emrinde atlı olarak savaşa giden ve askerlik yapan hane (çadır) sahibi Türklerin sayısı 25.000 asker-25.000 çadır.
Karasioğuları’nın emrinde 20.000 asker-20.000 çadır.
Germiyanoğulları’nın emrinde 40.000 asker-40.000 çadır.
Bu sayıya Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan sonra XIV. Yüzyıl boyunca Batı Anadolu’ya göç eden Türkler dahil değildir. El Ömer’deki bu kayıtlar Osmanlı Devleti’nin 400 çadırlık bir Türk aşireti üzerinde kurulmadığını göstermektedir.
Batı Anadolu’daki diğer Türk beylikleri gibi Türk unsuruna dayanan ve göçebe Türkler için yerleşik yaşam bölgeleri oluşturan Osmanlı Devleti, Selçuklu imar faaliyetlerini devam ettiriyordu. Orta Anadolu’da Selçuklular’ın başlatmış olduğu kültür ve imar faaliyetlerinin küçük çaptada olsa Batı Anadolu’daki Türk beylikleri tarafından devam ettirilmesi, Selçuklu Türkleri’nin bu alanda attıkları tohumların filizlenmeye devam ettiğini göstermesi açısından son derece önemlidir.
Bu kültürel yapının Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda şehirlerde Türk hakimiyetini sağlayan ana etken olduğunu belirtmek zorundayız.


II. GAZİLİK ANLAYIŞI VE OSMANLILAR

Gaziler anlayışı ile Osmanlı topluluğunun diğer Türk unsurlarından ayrı düşünülmesini ve değerlendirilmesini gerçekleştirecek şu görüşler ileri sürülüyor;
“- Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu sağlayan gaziler iradesidir.Gaziler Türklerle dil bakımından akrabadır.Fakat türklerle etnik açıdan birbirinden kopuk olan topluluklardan biridir.bu yapı içinde Bizans halkının kültürel etkisi de açıktır.”
“-Gaziler uzun süreden beri Anadolu’da bulunduklarından Bizans Anadolu’su ile aşinalık kazanmışlardır. İstilâ edilmiş bu yerlerin halkı onlara yabancı gözüyle bakmıyorlardı.”
“Rum sultanlığı (Osmanlı Devleti), gazi ve İslâm siyasi ananeleriyle örülmüştü ve Bizans’ın kültür ve siyasi ananelerini belirli inkıtalarla birlikte devam ettirmiştir.”
“Bizans halkı, gazileri uzak memleketlerden gelen Türklere karşı tabii muhafız saymışlardır. Anadolu’da mevcut kültür ananelerinin yıkılmamasına sebep gazilerdir.”
“Anadolu’nun Türkler tarafından istilâsı için hazırlanmış gaziler bu teşkilatın da başında bulunuyordu.”
“Türk fetihlerine iştirak ede bir çok Anadolu ve Ermeni unsurlar vardı. Eski bir ananeye göre gazilerin en büyük hakimi olan Danışmend sülâlesini menşe olarak Ermeniler’den sayar.”
Bu görüşe göre bakıldığında; Osmanlı Beyliği, siyasi ve kültürel açıdan göçebelik yanında klasik isim geleneklerinin ihyasını hedef tutan bir devlet kurduklarına göre Osmanlılar’ın Bizans kültürü karşısında Türklüklerini korumada önemli bir kültürel süreç olan İslâm Dînî ile asimile olmuş olmaları kabul edilemez buna karşılık yerleşik Rumlardan bazıları Türk-İslâm kültürel sürecini oluşturan bu yap karşısında kişisel olarak ihtida etmişlerdir. Fakat bu ihtidalar Türk devletinin kuruluşundaki Türk bünyesini değiştirecek boyutta gelmemiştir. Osmanlı kuruluş tarihinde kuruluş devrindeki ihtidalar küçük çapta olmuş büyük ölçüdeki ihtidalar Rumeli’de XV. Asırda Osmanlı Medeniyeti’nin teşekkül etmesinden sonra vuku bulmuştur.
Osmanlı hakimiyetine girdikten sonra nüfusunda azalma İznik şehrinde ihtida hareketleri görülüyorsa da bu ihtidalar kitlesel boyutta ve kayda değer olmamıştır. Bizans halkı arsında bir Türkleşme hadisesi vuku bulmuş ise bunun Anadolu’nun hem doğusunda hem de batısında süratle yerleşen bir milletin etnik ve kültürel bünyesinde tesir ve icra ettiği düşünülemez. Münferit ihtidalar ve Bizans Anadolu’sundaki medeni çöküntü dolayısıyla Türklerin yerli Rum halkından aldıkları etnik ve kültürel tesir pek cüzi kalmış buna karşılık yerli ahalisine verdikleri kültür unsurları daha çok olmuştur.
Bu tezleri ileri süren Paul Wittek, Osmanlı Beyliği’ni Türklük dışında sadece gaziler anlayışına etnik açıdan otura- bilmek için Osmanlıların Oğuz Türklerinden gelmediğini iddia etmiş, Ahmedi’den aldığı bir bilgi ile Osmanlıların Anadolu’nun bati ucunda, Bizans sınırlarında müslüman uç savaşçılarından ibaret olduğunu belirmiştir. Halbuki M.1559 tarihli bir vesikada yaylak hususunda çıkan bir münazada Kayı cemaati adının geçmesi, Orhan Bey’den Fatih’e kadar Osmanlı sikkelerinde Kayı damgası vurulması ve Batı Anadulu’da Kayı adıyla pek çok türk köyünün olduğunu açık olarak ortaya koymaktadır. Kitabelerde Osmanlı beyliklerine “Gazi” Osmanlı sultanına da “Sültanül-Gazat ve’l-mücahidin” kaydı geçmektedir. Bu gazi unvanlı kişiler İslâm Dünyası’nın darül-harbe komşu olan unsurları olarak kâfirlerle savaşıp onları yenmek İslâm ve Türk sınırlarını genişletmek gibi bir hükümlülük altında olduklarını düşünüyorlar, bu husus yeni devletin var oluş nedenini oluşturuyordu. Orta Anadolu’da Moğol baskısından bunalan yerleşik Türkler de yarı derdinamizm kazandırmış oluyorlardı.Yoksa gazilik ve mücahitlik unvanlarıyla bu toplusal yapı Bizans’ın yerleşik kültürünü koruma amacı gütmemiş, mücahit olarak fethedip Türk toprağı haline getirdiği bölgede yerleşik Türk kültürünü unsurlarını öne çıkarmalarını bu izah edebiliriz. Osmanlıların Batı Anadolu’da başarılı bir şekilde yerleşik Türk kültürünü yerleştirmelerine ve abdalan-ı rumun rolünü hatırlamalıyız.
Orta Anadolu’da Selçuklu devrindeTürk yerleşik kültürünü başarıyla yerleştiren ahiler Moğol istilası karşısında Batı Anadolu’ya göç ettiler. Osmanlı Beyliği’nde Rum abdallarının ve ahilerin başı olan Şeyh Edebâli, Osman Bey’in hem en yakını hemde kayın babası durumundaydı. Şeyh EDEBALİ başında bulunduğu kültürel heyet ile Osmanlı Beyliği nin şehir iktisadıyatını Rumlar la olumlu ilişki içinde hakim gelmeside öenemli rol üsleniyodu
Osmanlı yerleşik kültürünün başarısında diğer pay sahibi Türk zümresi olan Abdalan-ı Rum köy hayatını ve bu yapı içinde dervişliği tercih ediyordu. Rum abdalları, köy hayatını zirai bir ekonomi ile dini bir içtimaiyatın karışımı olarak Türk göçebe yaşamına soktular. Göçer evli Türk ler yarı göçebe yapıda yerleşik Türk tarımsal yapısına bu şekilde girdiler. Bu yeni yapı ile Türkler iktisadi faliyetler açısından yerleşik Rumlarla aynı faaliyetleri sürmeye başladılar.
Osmanlı Devleti’nin Britanya’yı fethetmesiyle burada çok canlı olan Hristiyan Rum köy hayatı gerilemedi. Bu bölgeye Rum köy yerleşimi sürdü ve hem Rumlar hem de Türkler yan yana kurulan köylerde tarımsal üretimi sürdürdüler. Dağlarda ise yarı göçebe hayvancılık yapan Türk köylüleri yoğun olarak bulunuyorlardı. Rum bölgesinde darül harp düşüncesi ile Türk hücumlarına uğrayan eski Bizans köylerinin dağlara kaçmış halkı Osmanlı idaresinin yerleşmesinden sonra geri döndüler ve Oğuz Türkleriyle yan yana köylerde Türk iktisadi yapı içinde üretime katıldılar.

III. OSMALI KURULUŞUNDA DİNİ İLİŞKİLER

Bizans Rum halkı Osmanlı Devleti’nin hakimiyetinin tesis edilmesinden sonra bu yönetime karşı cephe almadılar. Türklerin verdiği dini özgürlükler çerçevesinde sosyo-kültürel yaşamlarını sürdürmeye devam ettiler.
Osmanlılar önlerine çıkan her Hristiyanı kılıç tan geçirmediler. Bunun yerine köylerde ve şehirlerde Hristiyanları kendi egemenliğine geçmeye teşvik ettiler. Buna karşılık Osmanlı yönetimine ödedikleri haraç vergisi Bizans’a ödedikleri vergiden fazla değildi. Bizans halkı için kendilerini müdafadan yoksun Bizans Devleti’ne bağlı olmak yerine hafif bir vergi karşılığında can ve mal güvenliklerinin teminat altına alındığı Osmanlı Beyliğinin idaresine girmek daha uygun geliyordu bu sebeple Bizans topraklarında Türk sosyo-kürtürel yapısını oluşturmak Osmanlılar için çok zor olmamıştır.
Aşıkpaşazade tarihinde geçen bir kayda göre Osman Bey göç eşyalarına yapılan yağma hareketlerinden rahatsızlık duyarak Bilecek Tekfuru ile anlaştı; buna göre Osmanlılar yaylaya göçtüklerinde göç eşyalarını Bilecik Kalesine bırakmaya geliyorlardı. Çoğu kez de eşyalarını kaleye kadınları götürüyordu. Yayladan emanetlerini almaya geldiklerinde ise Bilecik Tekfuruna peynir, halı, kilim ve kuz getiriyorlardı. Bu kafile onlara güveniyorlardı. Bu kayıttan anladığımıza göre Osmanlılar göçebe süreçte iken bile şehirlerdeki hristiyan ahali ile bile sosyo-ekonomik ilişkiye girmişlerdir. Ayrıca şehir hayatına muttali idiler. Osmanlı kadınları korkmaktan Bizans şehirlerine girip çıkıyorlardı.
DERUNİ - avatarı
DERUNİ
Ziyaretçi
30 Mayıs 2011       Mesaj #16
DERUNİ - avatarı
Ziyaretçi
OSMANLI DEVLET'NİN KURULUŞUNDA TÜRK NÜFUSU

Yrd. Doç. Dr.Mustafa DEMİR


ÖZET

Türkler, Anadolu Selçuklu yerleşim yapılması için Batı Anadolu sınırlarına kadar gelip yerleşmişlerdir. Osmanlı devleti ve diğer Anadolu Türk Beylikleri, bu yaşam bölgesinin sınırları Adalar Denizi’ne kadar genişletmiş. Osmanlı Devleti, XII. Yüzyılı başında Moğol tahakkümünün de etkisi ile Batı Anadolu’yu dolduran Türk nüfusunun dinanizmi üzerine kurulmuştur. Bu dinanizmin içinde Türk Devlet düzeni oluşmasına Türklerle birlikte gayr-i müslim Hırıstiyanlarda katılmıştır. Türk yöneticilerinin yaşama biçimi olarak göçebe olmaları, kurulacak ekonomik düzenin yerleşik yapı öngörmesini engellemiştir. Türkler dini hoşgörü ile gayr-i müslimleri de bu düzen içinde adapte etmeyi başarmışlardır.
Anahtar Kelimeler: Osmanlı Türk nüfusu, Gibbons, Osmanlı Medeniyeti, Rum Sultanı, İhtida, Kayı Damgası, abdallar- Rum, Bilecik tekfuru.

Giriş
Tarihte altı asır sürecek Türk Medeniyetini Osmanlı Devleti adı ile Anadolu’da örgütleyen ve on ikinci asırdan itibaren Anadolu’da yerleşik Türk kültürel yapısını oluşturan Türklerin bu medeni eseri tam olarak vurgulanamamıştır. Türklerin göçebe gelenekten gelmeleri sebebiyle Batı Anadolu’daki Osmanlı oluşumu, Türk mirası dışında Bizans geleneği olarak değerlendirilme gibi zorlamalara gidilmiştir. Daha önce bu konuda Osmanlı-Bizans medeni ilişkileri çerçevesinde doğru bilimsel tespitleri ortaya konmuştur. Bu çalışmaların Osmanlı medeniyetinin aktif unsurları olan Türk nüfusunun demografik yapısına yönelik genişletilmesi gereğinden yola çıkarak Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sırasında Türk nüfus yapısını ve Bizans-Rum halkıyla olan bağlantı ve ilişkilerini burada tespit etmek istiyoruz;
Bizans geleneğine bağlanan Osmanlı Medeniyeti, Anadolu yerleşik Türk halkı ile nasıl temsil edilebilecektir? Osmanlı Devleti’nin bu kültürel tekamülünü sağlayan Batı Anadolu halk tabakasının Türk menşeini ve sosyo-ekonomik durumunu tespit etmek ayrıcalıklı bir konu durumundadır.
Osmanlı Devleti’nin temelini oluşturan halk tabakasının menşei Bizans’a bağlama yolunda yanlış değerlendirmeleri belirleyerek konuyu açmak istiyoruz;
-Paul Wittek, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda yer alan kişilerin sadece dil bakımından Türk olan başlangıçta İslam dini ile bağlantıları zayıf olup ihtida edip gaziler halinde örgütlenen küçük bir Türk kitlesi olduğunu belirtir.
Roma tarihçisi Bibbons, bu görüşe yakın bir şekilde dört yüz çadırlık aşiret halinde Batı Anadolu’ya gelen Osman Bey ve arkadaşlarının burada ihtida etmesi ve Bizans tesirinde Bizans halkına dayalı bir devlet kurduklarını belirtir.
Gibbons’un bu görüşlerine Rambaud ve R.Sola da benzer değerlendirmelerle katılmışlardır .Yukarıdaki kısaca bahsettiğimiz yanlış değerlendirmelere topluca bakacak olursak;

1-Osmanlı aşireti Bizans sınırında diğer Türk unsurlarından kopuk Türkçe konuşan göçebe bir unsurdur.
2-Bu aşiret İslam Dinini bu bölgede Hıristiyan halk ile birlikte kabul etmiş, ihtida sürecinde Bizanslaşmış Rum halkı ile karışık muhtelit bir yapı olmuştur.
3-Gaziler teşkilatı, kendi içinde Bizans kültürünün korunmasını amaçlayan muhtedileri de bulundurur.
4-Göçebe Osmanlı Beyliği’nin ihtida ettikten sonra kurdukları ilk Asya tarzı devlet teşkilatı, şehirli Hıristiyan ve yerleşik tarımsal kültürünün ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaktır.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda Türkiye Selçuklu sosyo-ekonomik yapısının rolünü öngörmeyen bütün değerlendirmelerin yanlışlığı gibi Osmanlı etnik oluşumundaki bu tespitler de Türkiye Selçuklu şehirleşmesinin bölgeye tesirini ortaya koymaktan çok uzaktır. Türkiye Selçuklu devrinde Sivas şehri konusunda yaptığımız bir çalışma ile on üçüncü yüzyılda Türklerin Anadolu’da şehirleşmenin bütün unsurlarını oluşturmuş olduklarını tespit etmiş durumdayız. Burada ilk olarak hangi siyasi ve sosyo-ekonomik gelişmelerin Osmanlı ve uç beyliklerini Batı Anadolu’ya göçe ittiğini ve Batı Anadolu’da Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda yer alan dinamik Türk unsurunu tespit etmek durumundayız;
XIII. yüzyılın ikinci yarısında Batı Anadolu’ya Moğol istilası ve Türkiye Selçuklu sultanlığının çöküşü nedeniyle Anadolu’ya Müslüman olarak geldiğini bildiğimiz Türkmenler göç etmeye başlamışlar ve XIV. Yüzyıl başında Anadolu’nun sosyo-iktisadi ağırlığı Batı Anadolu’ya kaymıştır.


I.OSMANLI ÜLKESİNDE TÜRK NÜFUSUN YERLEŞTİRİLMESİ

Moğolların Orta Anadolu’yu istila etmeleri ve Selçuklu ülkesini tahakküm altına alması üzerine Türkmen taifeleri başlangıçta göçmen olarak, XIII. Yüzyıl sonunda da yerleşik yapıda olmak üzere Moğol tahakkümünü kabul etmeyerek cemiyet yapıları içinde Batı Anadolu’ ya kaymışlar ve Batı Anadolu’da Rum memleketinin her tarafını doldurmuşlardır ve bölgede Selçuklu düzeninin devamını temin temin etmişlerdir. Osmanlılar da bu etrak taifelerin göç dalgası içinde başlangıçta Eskişehir bölgesine daha sonra ise Domaniç, Bozüyük, Söğüt bölgesine gelip göçebe tarzına yerleşmişler daha sonra yerleşik Türkler bu topraklara gelmişlerdir. Bu sürecin en az iki nesil boyunca devam ettiğini görüyoruz.
Osmanlı Devleti’nin göçebe Türkleri Batı Anadolu’ya yerleştirilmesi Selçuklu devrindeki Türkleşmeye benzer koşullarda bir süreci ifade etmektir. Yenişehir’in fethi örneğinde olduğu gibi Türkler hızla yeni şehirlerin ve köylerin tesisini sağlıyor göçer evli Türkmenler de diğer yerleşik Türklere ilave olarak yerleşik kültür yaşamına giriyorlardı.
Aşık paşa oğlu tarihinde Yenişehir’in kurulmasını ve bu bölgenin fethiyle ilgili şu ifadelere yer verilir:

“Osman Gazi, Yenişehir’e gelince etrafın etrafın kafirleri geldiler. Osman Gazi hepsinin ülkesini zaptetti. Adalet ve iyilikle mamur etti.
Gaziler ferah oldular. Her birisine köyler verdi, yerler verdi. Her kişiye değerine göre riayet etti. Osman Gazi dedi ki: “Mihal’i çağıralım. Onu Müslüman edelim. Eğer Müslüman olmazsa önce onun ilini vuralım.” Bu kayıtlardan anlaşıldığı üzere Osmanlı Beyliği göçebe devlet yapısında iken yerleşik İslam fetih anlayışına göre Mihal ile savaşmadan onu İslam’a çağırma geleneğine uymuş, ayrıca göçebe devlet yapısı içinde Türkleri yerleşik toplumsal sürece sokma iradesini göstermştir.
Osmanlılarda önceki süreçte de Oğuzlar Batı Anadolu sınır boylarına gelmişler, buralarda Bizans idaresindeki Türk unsurlarıyla karşılaşmışlardır. Moğol istilasıyla birlikte Hazar, Kıpçak, Harezm, Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkmenleri Oğuz kitleleriyle kaynaşmak suretiyle Batı Anadolu Türklerinin etnik teşekkülü üzerinde etkili oldular.
Bu gelişmeler çevresinde XIV. Yüzyılda Batı Anadolu’da keşif Türk nüfusu birikmiş durumda bulunuyordu. Osmanlı Devleti Kuruluş açısından hinterlandında nüfus sıkıntısıyla karşılaşmamış, Orhan Bey zamanında yaya ve müsellem olarak bölgedeki Türklerden ordu oluşturabilmiştir.
XIV. yüzyıl başında Batı Anadolu’ya seyahat eden El Ömer’in eserindeki nüfus verilerine bakacak olursak Batı Anadolu’da teşekkül eden beyliklerin toplam olarak barındığı Türk aile sayısı 400.000 çadıra ulaşmaktadır.
Bu çevrede Osmanlı Beyliği’nde Orhan Bey emrinde atlı olarak savaşa giden ve askerlik yapan hane (çadır) sahibi Türklerin sayısı 25.000 asker-25.000 çadır.
Karasioğuları’nın emrinde 20.000 asker-20.000 çadır.
Germiyanoğulları’nın emrinde 40.000 asker-40.000 çadır.
Bu sayıya Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan sonra XIV. Yüzyıl boyunca Batı Anadolu’ya göç eden Türkler dahil değildir. El Ömer’deki bu kayıtlar Osmanlı Devleti’nin 400 çadırlık bir Türk aşireti üzerinde kurulmadığını göstermektedir.
Batı Anadolu’daki diğer Türk beylikleri gibi Türk unsuruna dayanan ve göçebe Türkler için yerleşik yaşam bölgeleri oluşturan Osmanlı Devleti, Selçuklu imar faaliyetlerini devam ettiriyordu. Orta Anadolu’da Selçuklular’ın başlatmış olduğu kültür ve imar faaliyetlerinin küçük çaptada olsa Batı Anadolu’daki Türk beylikleri tarafından devam ettirilmesi, Selçuklu Türkleri’nin bu alanda attıkları tohumların filizlenmeye devam ettiğini göstermesi açısından son derece önemlidir.
Bu kültürel yapının Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda şehirlerde Türk hakimiyetini sağlayan ana etken olduğunu belirtmek zorundayız.


II. GAZİLİK ANLAYIŞI VE OSMANLILAR

Gaziler anlayışı ile Osmanlı topluluğunun diğer Türk unsurlarından ayrı düşünülmesini ve değerlendirilmesini gerçekleştirecek şu görüşler ileri sürülüyor;
“- Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu sağlayan gaziler iradesidir.Gaziler Türklerle dil bakımından akrabadır.Fakat türklerle etnik açıdan birbirinden kopuk olan topluluklardan biridir.bu yapı içinde Bizans halkının kültürel etkisi de açıktır.”
“-Gaziler uzun süreden beri Anadolu’da bulunduklarından Bizans Anadolu’su ile aşinalık kazanmışlardır. İstilâ edilmiş bu yerlerin halkı onlara yabancı gözüyle bakmıyorlardı.”
“Rum sultanlığı (Osmanlı Devleti), gazi ve İslâm siyasi ananeleriyle örülmüştü ve Bizans’ın kültür ve siyasi ananelerini belirli inkıtalarla birlikte devam ettirmiştir.”
“Bizans halkı, gazileri uzak memleketlerden gelen Türklere karşı tabii muhafız saymışlardır. Anadolu’da mevcut kültür ananelerinin yıkılmamasına sebep gazilerdir.”
“Anadolu’nun Türkler tarafından istilâsı için hazırlanmış gaziler bu teşkilatın da başında bulunuyordu.”
“Türk fetihlerine iştirak ede bir çok Anadolu ve Ermeni unsurlar vardı. Eski bir ananeye göre gazilerin en büyük hakimi olan Danışmend sülâlesini menşe olarak Ermeniler’den sayar.”
Bu görüşe göre bakıldığında; Osmanlı Beyliği, siyasi ve kültürel açıdan göçebelik yanında klasik isim geleneklerinin ihyasını hedef tutan bir devlet kurduklarına göre Osmanlılar’ın Bizans kültürü karşısında Türklüklerini korumada önemli bir kültürel süreç olan İslâm Dînî ile asimile olmuş olmaları kabul edilemez buna karşılık yerleşik Rumlardan bazıları Türk-İslâm kültürel sürecini oluşturan bu yap karşısında kişisel olarak ihtida etmişlerdir. Fakat bu ihtidalar Türk devletinin kuruluşundaki Türk bünyesini değiştirecek boyutta gelmemiştir. Osmanlı kuruluş tarihinde kuruluş devrindeki ihtidalar küçük çapta olmuş büyük ölçüdeki ihtidalar Rumeli’de XV. Asırda Osmanlı Medeniyeti’nin teşekkül etmesinden sonra vuku bulmuştur.
Osmanlı hakimiyetine girdikten sonra nüfusunda azalma İznik şehrinde ihtida hareketleri görülüyorsa da bu ihtidalar kitlesel boyutta ve kayda değer olmamıştır. Bizans halkı arsında bir Türkleşme hadisesi vuku bulmuş ise bunun Anadolu’nun hem doğusunda hem de batısında süratle yerleşen bir milletin etnik ve kültürel bünyesinde tesir ve icra ettiği düşünülemez. Münferit ihtidalar ve Bizans Anadolu’sundaki medeni çöküntü dolayısıyla Türklerin yerli Rum halkından aldıkları etnik ve kültürel tesir pek cüzi kalmış buna karşılık yerli ahalisine verdikleri kültür unsurları daha çok olmuştur.
Bu tezleri ileri süren Paul Wittek, Osmanlı Beyliği’ni Türklük dışında sadece gaziler anlayışına etnik açıdan otura- bilmek için Osmanlıların Oğuz Türklerinden gelmediğini iddia etmiş, Ahmedi’den aldığı bir bilgi ile Osmanlıların Anadolu’nun bati ucunda, Bizans sınırlarında müslüman uç savaşçılarından ibaret olduğunu belirmiştir. Halbuki M.1559 tarihli bir vesikada yaylak hususunda çıkan bir münazada Kayı cemaati adının geçmesi, Orhan Bey’den Fatih’e kadar Osmanlı sikkelerinde Kayı damgası vurulması ve Batı Anadulu’da Kayı adıyla pek çok türk köyünün olduğunu açık olarak ortaya koymaktadır. Kitabelerde Osmanlı beyliklerine “Gazi” Osmanlı sultanına da “Sültanül-Gazat ve’l-mücahidin” kaydı geçmektedir. Bu gazi unvanlı kişiler İslâm Dünyası’nın darül-harbe komşu olan unsurları olarak kâfirlerle savaşıp onları yenmek İslâm ve Türk sınırlarını genişletmek gibi bir hükümlülük altında olduklarını düşünüyorlar, bu husus yeni devletin var oluş nedenini oluşturuyordu. Orta Anadolu’da Moğol baskısından bunalan yerleşik Türkler de yarı derdinamizm kazandırmış oluyorlardı.Yoksa gazilik ve mücahitlik unvanlarıyla bu toplusal yapı Bizans’ın yerleşik kültürünü koruma amacı gütmemiş, mücahit olarak fethedip Türk toprağı haline getirdiği bölgede yerleşik Türk kültürünü unsurlarını öne çıkarmalarını bu izah edebiliriz. Osmanlıların Batı Anadolu’da başarılı bir şekilde yerleşik Türk kültürünü yerleştirmelerine ve abdalan-ı rumun rolünü hatırlamalıyız.
Orta Anadolu’da Selçuklu devrindeTürk yerleşik kültürünü başarıyla yerleştiren ahiler Moğol istilası karşısında Batı Anadolu’ya göç ettiler. Osmanlı Beyliği’nde Rum abdallarının ve ahilerin başı olan Şeyh Edebâli, Osman Bey’in hem en yakını hemde kayın babası durumundaydı. Şeyh EDEBALİ başında bulunduğu kültürel heyet ile Osmanlı Beyliği nin şehir iktisadıyatını Rumlar la olumlu ilişki içinde hakim gelmeside öenemli rol üsleniyodu
Osmanlı yerleşik kültürünün başarısında diğer pay sahibi Türk zümresi olan Abdalan-ı Rum köy hayatını ve bu yapı içinde dervişliği tercih ediyordu. Rum abdalları, köy hayatını zirai bir ekonomi ile dini bir içtimaiyatın karışımı olarak Türk göçebe yaşamına soktular. Göçer evli Türk ler yarı göçebe yapıda yerleşik Türk tarımsal yapısına bu şekilde girdiler. Bu yeni yapı ile Türkler iktisadi faliyetler açısından yerleşik Rumlarla aynı faaliyetleri sürmeye başladılar.
Osmanlı Devleti’nin Britanya’yı fethetmesiyle burada çok canlı olan Hristiyan Rum köy hayatı gerilemedi. Bu bölgeye Rum köy yerleşimi sürdü ve hem Rumlar hem de Türkler yan yana kurulan köylerde tarımsal üretimi sürdürdüler. Dağlarda ise yarı göçebe hayvancılık yapan Türk köylüleri yoğun olarak bulunuyorlardı. Rum bölgesinde darül harp düşüncesi ile Türk hücumlarına uğrayan eski Bizans köylerinin dağlara kaçmış halkı Osmanlı idaresinin yerleşmesinden sonra geri döndüler ve Oğuz Türkleriyle yan yana köylerde Türk iktisadi yapı içinde üretime katıldılar.

III. OSMALI KURULUŞUNDA DİNİ İLİŞKİLER

Bizans Rum halkı Osmanlı Devleti’nin hakimiyetinin tesis edilmesinden sonra bu yönetime karşı cephe almadılar. Türklerin verdiği dini özgürlükler çerçevesinde sosyo-kültürel yaşamlarını sürdürmeye devam ettiler.
Osmanlılar önlerine çıkan her Hristiyanı kılıç tan geçirmediler. Bunun yerine köylerde ve şehirlerde Hristiyanları kendi egemenliğine geçmeye teşvik ettiler. Buna karşılık Osmanlı yönetimine ödedikleri haraç vergisi Bizans’a ödedikleri vergiden fazla değildi. Bizans halkı için kendilerini müdafadan yoksun Bizans Devleti’ne bağlı olmak yerine hafif bir vergi karşılığında can ve mal güvenliklerinin teminat altına alındığı Osmanlı Beyliğinin idaresine girmek daha uygun geliyordu bu sebeple Bizans topraklarında Türk sosyo-kürtürel yapısını oluşturmak Osmanlılar için çok zor olmamıştır.
Aşıkpaşazade tarihinde geçen bir kayda göre Osman Bey göç eşyalarına yapılan yağma hareketlerinden rahatsızlık duyarak Bilecek Tekfuru ile anlaştı; buna göre Osmanlılar yaylaya göçtüklerinde göç eşyalarını Bilecik Kalesine bırakmaya geliyorlardı. Çoğu kez de eşyalarını kaleye kadınları götürüyordu. Yayladan emanetlerini almaya geldiklerinde ise Bilecik Tekfuruna peynir, halı, kilim ve kuz getiriyorlardı. Bu kafile onlara güveniyorlardı. Bu kayıttan anladığımıza göre Osmanlılar göçebe süreçte iken bile şehirlerdeki hristiyan ahali ile bile sosyo-ekonomik ilişkiye girmişlerdir. Ayrıca şehir hayatına muttali idiler. Osmanlı kadınları korkmaktan Bizans şehirlerine girip çıkıyorlardı.
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
24 Şubat 2016       Mesaj #17
Safi - avatarı
SMD MiSiM


2708d1132819584 osmanli imparatorlugu arma

Osmanlı Devletinin Doğuşu

Anadolu Türklüğünü yeniden birliğe kavuşturan, yayılmasını ve güçlenmesini sağlayan Osmanlıların ortaya çıkışı meselesi, Batı Anadolu'nun bölgesinde yeni bir Türkiye'nin doğuşu ile sıkı sıkıya bağlıdır. Osmanlı hanedanının mensup bulunduğu, Oğuzlar'ın sağ kolu olan Günhan kolunun Kayı boyu, dokuzuncu yüzyıldan itibaren, Selçuklular'la beraber Ceyhun nehrini geçerek İran'a geldi. Rivayetlere göre, Horasan'da Merv ve Mahan tarafına yerleşen Kayılar, Moğolların tecavüzleri üzerine, yerlerini bırakarak Azerbaycan'a ve Doğu Anadolu'ya göç ettiler. Bir rivayete göre, Ahlat'a yerleşen Kayılar, oradan Erzurum ve Erzincan'a, daha sonra Amasya'ya gelerek, oradan Halep taraflarına göç ettiler. Bir kısmı Caber Kalesi civarında kalırken, diğer bir kısmı Çukurova'ya gitti. Çukurova'ya gelenler, daha sonra Erzurum civarında Sürmeliçukur'a vardılar. Aralarında çıkan ihtilaf üzerine, bir kısmı asıl yurtlarına dönerken, Ertuğrul ile kardeşi Dündar'ın emrindekiler, bir müddet Sürmeliçukur'da kaldıktan sonra, Moğolların batıya akınları üzerine, Selçuklu sultanı Alaaddin Keykubad'a müracaat ederek Karacadağ taraflarındaki Rum (Bizans) hududuna yerleştirildikleri söylenirse de bu, tarihî gerçeklere pek uygun düşmemektedir.
Gündüz Alp'i Ertuğrul Gazi'nin babası olarak gösteren ve bugün ilim âleminde kabul edilen diğer bir rivayete göre ise, Gündüz Alp'in Ahlat'ta vefatından sonra oymağın başına geçen oğlu Ertuğrul Gazi, buradan hareketle Erzincan'a oradan da Bizans sınırına yakın olmak gayesiyle, Karacadağ mıntıkasına gelmiştir. Kesin olan bir şey varsa o da Ertuğrul Gazi liderliğindeki Kayıların, on üçüncü yüzyıl ortalarında Ankara'nın batısında bulunmalarıdır. Sonraları, tahminen 1231 yılında, Sultan Alâaddin'in kendilerine ıkta (arazi) olarak verdiği Söğüt ve Domaniç'e gelip yerleşmişlerdir.
SİLENTİUM EST AURUM
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
24 Şubat 2016       Mesaj #18
Safi - avatarı
SMD MiSiM
OSMANLI İMPARATORLUĞUNUN ÇÖKÜŞ NEDENLERİ

İÇ NEDENLER
1 Başlangıçta devletin kuruluşunda itici bir güç olarak kullanılmış olan din faktörü yorum farklılığı nedeniyle daha sonraları yıkılışta önemli bir etkiye sahip olmuştur. Özellikle ULEMA adıyla ortaya çıkan din adamları sınıfı batıdaki Katolik kilisesi gibi hareket etmiştir. Bu durum devleti tüm alanlarda özellikle eğitim alanında bir yıkılışa götürmüştür.
2 Devleti yöneten kadrolar başlangıçta Türk kadrolardan oluşuyordu. Fatih’ten sonra devşirme sistemiyle kul adamlar kullanılmaya başlanınca milletle devlet arasında kopukluklar baş göstermiştir.
3 Başlangıçta olan gelir fazlalığı daha sonraki dönemde çeşitli nedenlerle azalınca ekonomi oldukça bozulmuştur. Ekonomi bozulunca toprak sistemi bozuldu. Nüfus artışı nedeniyle ve toprak düzeninin bozulmasıyla göçler başladı. Bu durum iç güvenliği oldukça olumsuz etkilemiştir.
4 Celali Ayaklanmaları, Anadolu insanı başlangıçta devletle hiçbir sorunu olmadığından rahat yaşıyordu. Ancak toprak düzeninin bozulması sonucu halk üzerine yüklenen vergiler artınca halk ya toprağı terk etmiş ya da çevredeki köylülerin birleşmesiyle ayaklanma yolunu seçmiştir. Bu durum Anadolu’nun kan gölü haline gelmesine neden oldu.
5 Sufi Ayaklanmaları, Devlet daha önce medreselerinde okuyan öğrencileri öğrenimleri bitince görevlendirebilirken öğrenci sayısının artışıyla her öğrenciye iş bulamaz hale gelince mezun olan öğrenciler köylülerle birleşerek ayaklanma çıkarmaya başladılar. Bu ayaklanmalara sufi ayaklanmaları denir.

DIŞ NEDENLER

1 Avrupa’da ortaçağın bitmesiyle önemli bir gelişme yaşandı. Rönesans ve Reformla Avrupa dünya uygarlığının yeni lokomotifi haline gelmiş ve teknoloji üretmeye başlamıştır. Doğudan getirilen barut, saat, kağıt, pusula, matbaa daha da geliştirilerek büyük bir gelişme gösterilmiştir.
2 Avrupa’da güçlü devletlerin kurulması. Osmanlı’nın yükselişi sırasında Avrupa'daki karışıklık ve küçük devletlerin oluşu olumlu bir etki sağlarken daha sonraki süreçte büyük ve orta ölçekli ve köklü devletler kurulmaya başladı. Kutsal Roma Germen İmparatorluğu, Fransa Krallığı, Avusturya Macaristan İmp'luğu Rus Çarlığı, İngiltere Krallığı ,İspanya Krallığı gibi ülkeler güçlü devletler olarak Osmanlı Devleti için tehdit oluşturmaya başlamıştır.

SİLENTİUM EST AURUM

Benzer Konular

19 Aralık 2016 / Misafir Soru-Cevap
23 Şubat 2016 / Ziyaretçi Cevaplanmış
24 Şubat 2016 / Ziyaretçi Cevaplanmış