Arama

Osmanlı Devleti Hakkında Herşey

Güncelleme: 24 Şubat 2016 Gösterim: 32.979 Cevap: 17
RoxBury - avatarı
RoxBury
Ziyaretçi
9 Eylül 2007       Mesaj #1
RoxBury - avatarı
Ziyaretçi
Dönemler

Sponsorlu Bağlantılar
Kuruluş Dönemi
Yükseliş Dönemi
Duraklama Dönemi
Gerileme Dönemi
Yıkılış Dönemi

Devlet Teşkilatı

Askeri Teşkilat
Devlet Teşkilatı
Dini Teşkilat
Eğitim Öğretim
Güzel Sanatlar
İhtisab
İktisadi Hayat, Sanayi ve Ticaret
İlim
İlmiye Teşkilatı
İmaret
Maliye
Nişancı
Ordu Teşkilatı
Saray Teşkilatı
Sosyal Hayat
Toprak İdaresi

Savaşlar

1.Balkan Savaşı
1.Dünya Savaşı
1.Kosova Savaşı
1.Viyana Kuşatması
2.Balkan Savaşı
2.Kosova Savaşı
2.Viyana Kuşatması
Ankara Savaşı
Belgradın Fethi
Cerba Savaşı
Çaldıran Savaşı
Eğri Kalesinin Fethi
Eğriboz Zaferi
Fas'ın Fethi
Hacova Zaferi
İnebahtı Savaşı
İstanbul'un Fethi
Kanije Kalesi Zaferi
Kıbrıs'ın Fethi
Kırım Savaşı
Kırım'ın Fethi
Kurtuluş Savaşı
Mercidabık Zaferi
Mohac Savaşı
Niğbolu Zaferi
Osmanlı-Rus Savaşları
Otlukbeli Savaşı
Preveze Savaşı
Prut Savaşı
Ridaniye Zaferi
Rodos'un Fethi
Rus-Avusturya Savaşı
Salakamen Savaşı
Sırp Sındığı Savaşı
Trablusgarp Savaşı
Trablusgarp'ın Fethi
Tunus'un Fethi
Varna Savaşı
Venedik Savaşı

Antlaşmalar

Ayastefanos Antlaşması
Balta Limanı Antlaşması
Berlin Antlaşması
Bucas Antlaşması
Bükreş Antlaşması
Edirne Antlaşması
Hünkar İskelesi Antlaşması
İstanbul Antlaşması
Karlofça Antlaşması
Kasr-ı Şirin Antlaşması
Küçük Kaynarca Antlaşması
Mondros Antlaşması
Paris Antlaşması
Pasarofça Antlaşması
Sevr Antlaşması
Usi Antlaşması
Vasvar Antlaşması
Yas Antlaşması
Zitvatorok Antlaşması

Önemli Olaylar

Akabe Meselesi
Bab-ı Ali Baskını
Fetret Devri
Haçlı Seferleri
Hilafetin Kaldırılması
Islahat Fermanı
Kadılık Kurumu
Kapitülasyonlar
Lale Devri
Nizam-ı Cedid
Otuzbir Mart Vakası
Patrona İsyanı
Saltanatın Kaldırılması
Sened-i İttifak
Tbmm
Tanzimat Fermanı
Vaka-ı Hayriye

Önemli Kişiler

Abdullah Cevdet
Abdulmecid Efendi
Abdurrahman Gazi
Abdülhak Hamid Tarhan
Ahmed Resmi Efendi
Ahmed Rıza
Akcakoca
Aksemseddîn
Alaeddin Keykubat III
Alemgir Şah
Ali Paşa
Ali Rıza Paşa
Arapzade Arif Efendi
Barbaros Hayrettin
Burak Reis
Damad İbrahim Paşa
Emir Sultan
Ertuğrul Gazi
Evrenuz Bey
Koca Ragıp Mehmed Paşa
Malkoçoğulları
Molla Fenari
Molla Günari
Naili Mustafa Paşa
Pirî Reis

Kuruluş Dönemi
Osmanli Beyliginin Kurulusu; Osman Bey, Oguz asiretlerinin ittifakiyla basa geçtikten sonra, siyasî ve dinî bakimdan Anadolu'nun en itibarli ve nüfuzlu tarikatlerinden Ahilerin mühim bir sahsiyeti olan Seyh Edebali'nin kizi ile evlenerek, gücünü artirmis idi. Bundan sonra Osman Gazi, Bizans'a karsi genisleme politikasini uygulayarak, Inegöl, Karacahisar ve Yarhisar'i ele geçirdi ve bölgenin mühim merkezlerinden olan Bilecik'i alarak, burayi beyligin merkezi yapti (1299). Bu tarih devletin kurulus tarihi olarak kabul edilir. Selçuklu Sultani III. Alaaddin Keykubad'in Ilhanli Hükümdari Gazan Han'in kuvvetleri tarafindan tutulup, Iran'a götürülmesi üzerine Selçuklu ümerasindan bazilari ve bölgedeki Türkmen beyleri Osman Bey'e teveccüh göstermis; Oguz an'anesine göre onun hâkimiyetini tanimayi kabul etmislerdir. Nitekim Oguz beyleri Oguz Han töresine göre tertip edilen bir törende Osman Bey'in önünde diz çökerek, onun verdigi kimizi içmek suretiyle tâbiyetlerini sunmuslardir. Ancak henüz küçük bir beylik durumundaki Osmanogullarinin, seklen de olsa bu dönemde, Ilhanli hâkimiyetini tanidiklari bilinmektedir. Osman Gazi, beyligini ilân ettikten sonra idaresi altindaki bölgeleri bes kisma ayirarak buralari güvendigi ve savaslarda yararlik gösteren kimselere tevcih etti. Oglu Orhan'a Sultanönü, büyük kardesi Gündüz Bey'e Eskisehir'i, Aykut Alp'e In-önü'yü, Hasan Alp'e Yarhisar'i ve Turgut Alp'e de Inegöl'ü verdi. Diger oglu Alaaddin'e ise seyh Edebali'nin emin ve nazirliginda, ailenin geçimi için, Bilecik ve havalisinin gelirleri tahsis edildi.1302'de Bursa tekfurunun liderliginde birlesen Rum tekfurlarinin Koyunhisar (Bafeon) savasinda agir bir maglûbiyet tatmalari, Osman Bey'in Bursa ve Kocaeli taraflarina akinlar yapmasini oldukça kolaylastirmisti. Bir taraftan Bursa öte taraftan Iznik Türk kusatmasi altinda tutuluyordu. Ancak yaslilik sebebiyle Osman Bey, fetihler için oglu Orhan'i görevlendirmisti. Nitekim 1324 yilinda Osman Bey vefat etti ve oglu Orhan Bey Osmanli tahtina çikti.

Orhan Bey, 1326 yilinda Bursa'yi, uzun süren kusatmanin ardindan, ele geçirince babasinin vasiyetini yerine getirerek, Osman Gazi'nin naasini Bursa'ya nakletti ve burayi devletin yeni merkezi yapti. Orhan Bey'in komutanlarindan Akçakoca ve Karamürsel ise Istanbul kiyilarina kadar akinlarda bulunuyorlardi. Bu fetih ve akinlardan telâslanan Bizans Imparatoru Andranikos büyük bir ordunun basinda Osmanlilara karsi harekete geçtiyse de Maltepe (Palekanon) Savasi'nda agir bir yenilgi aldi (1329). Bu zafer, Iznik ve Izmit'in ele geçirilmesini kolaylastirmistir. Rumeliye Geçis; Karasi Beyliginde baslayan taht mücadelelerinden istifade eden Orhan Bey, Balikesir ve civarini topraklarina katarak, ileride gerçeklesecek olan Rumeli fetihleri için mühim bir mevkiye sahip olmustur. Nitekim Karasi Beyliginin deniz gücü ve Haci Il Bey, Evrenos Bey gibi degerli komutanlar artik Osmanlilarin emrine girmislerdir. Bizans içindeki taht kavgalari ve Bulgar-Sirp saldirilari karsisinda, gittikçe güçlenen Osmaogullarindan yardim isteyen Kantakuzen'in talebi üzerine Orhan Bey'in oglu Süleyman, bir orduyla Rumeli'ye geçti (1345). Edirne'yi kusatan Bulgar-Sirp kuvvetlerini bozan Süleyman Pasa bu zaferin karsiliginda Gelibolu'daki Çimpe Kalesi'ni Bizans'tan aldi. Böylece Osmanlilar ilk kez Rumeli yakasinda bir üs elde etmis oluyordu (1356). Süleyman pasa Gelibolu'nun ardindan Tekirdag'a kadar olan bölgeleri de ele geçirerek buralara Anadolu'dan getirilen Türkmenleri yerlestirdi. Böylece Rumeli'de de Türklesme hareketi baslamistir. Süleyman Pasa'nin ölümünden sonra Rumeli'deki fetihler için kardesi Murat Bey görevlendirildi (1359). Ancak 1362'de babasi Orhan Bey'in de ölümü üzerine Murat Bey, Bursa'ya döndü ve Osmanlilarin 3. hükümdari olarak tahta çikti (1362).Rumeli ve Balkanlarda Fetihler; I.Murat (Hüdavendigar) önce tahtta hak iddia eden kardeslerini bertaraf etmekle ise basladi ve bu arada elden çikan Ankara'yi yeniden aldi. Anadolu'da birligin saglanmasinin ardindan Murat Hüdavendigar, inkitaya ugrayan Rumeli ve Balkanlarin fethine yöneldi. Bu sirada Balkanlar karsiklik içindeydi. Bir taraftan Sirp Hükümdari Düsan'in ölümü ile Sirplar arasinda iç mücadeleler siddetlenmis, öte yandan Macar Krali Layos, Balkanlarda Ortadokslara olan baskilari artirmisti. Evrenos ve Haci Il Bey komutasindaki kuvvetler bu durumdan da yararlanarak Kesan'dan Dimetoka'ya kadar olan yerleri fazla bir mukavemet görmeden ele geçirmislerdi. Sazlidere Zaferi ile Edirne ve Filibe, Lala Sahin Pasa tarafindan fethedildi (1363/4). Bu savaslarda Bulgarlarin yaninda yer alan Bizans baris yapmak zorunda kaldi. Türk ilerleyisini durdurmak isteyen Macar, Bulgar,Sirp ve Ulahlardan mütesekkil bir Haçli ordusu Macar Krali Layos'un liderliginde Edirne üzerine yürüdü. Ancak Meriç sahilindeki Sirp Sindigi denilen mevkiide, kalabalik Haçli ordusunu hazirliksiz yakalayan 10 bin kisilik kuvvetiyle Haci Il Bey, büyük bir bozguna ugratti (1364). Sirp Sindigi zaferiyle Osmanlilar, Balkanlardaki fetihlerine hiz verdiler ve bunu kolaylastiracagi için Osmanli baskenti Bursa'dan Edirne'ye nakledildi. Fetihler karsisinda çaresiz kalan Bulgarlar Türk himayesini kabul etmek zorunda kaldilar (1369). Çirmen Zaferi ile (1372) Bati Trakya ve Makedonya'nin bir kismi Osmanli hâkimiyetine girdi ve Selanik ile Köstendil'in de ele geçirilmesinin ardindan Sirp Krali Lazar, vergi verip, gerektiginde asker göndermek sartiyla Osmanlilarla baris anlasmasi imzaladi(1374). Yaklasik on yil süren mücadelede, Rumeli ve Balkanlarda fethedilen bölgelere Anadolu'dan mütemadiyen Türk nüfus kaydirilarak bölgede demografik dengeler Osmanlilar lehine degistirilmeye baslanmisti. Bu tarihten sonra bir müddet Balkanlardaki fetihlere ara verilmis ve Anadolu'da Türk birligini saglamlastirmaya yönelik düzenlemelere geçilmistir. Bu maksatla I. Murat, oglu Bâyezid'i Germiyan beyinin kizi ile evlendirmis; Tavsanli, Emet ve Simav gelinin çeyizi olarak Osmanlilara verilmistir. Ayni sekilde Aksehir, Yalvaç, Beysehri gibi bazi sehir ve kasabalar Hamidogullari'ndan para karsiligi satin alinmis, Candarogullar da Osmanli hâkimiyetine girmisti. Artik Osmanlilarin karsisinda tek bir güç kalmisti; Karamanogullari.

Alaaddin Ali Bey, Osmanlilarin yeniden Balkanlara yönelmesini de firsat bilerek, harekete geçmis ancak I. Murat Konya önlerinde Karamanogullarini yendiginde Karaman beyi af dilemek zorunda kalmistir(1387)

Murat Hüdavendigar'in yeniden Rumeli'ye yönelmesiyle birlikte Nis ve Sofya da dahil olmak üzere bütün Bulgaristan fethedildi.(1385/88). Timurtas Pasa'nin Sirp kuvvetleri tarafindan baskina ugratilip, yenilmesi üzerine cesaretlenen Bulgar, Leh, Çek ve Macar krallari da Sirplarin yaninda yer aldilar. Fakat Çandarli Ali Pasa, Bulgar Krali Sisman'i esir alarak Bulgarlari bu ittifakin disina atti. Buna ragmen Haçli ordusu ilerleyisini sürdürünce, I. Murat ordusunun basina geçerek düsmani Kosova'da karsiladi. I.Murat'in ogullari Bâyezid ve Yakup'un da yer aldigi Osmanli birlikleri büyük bir zafer kazandi. Sirp Krali Lazar ve oglu esir edilmis, düsman kuvvetlerinin büyük bir kismi imha olmustu. (20 haziran 1389). Fakat I.Murat savas meydanini gezerken bir Sirp tarafindan hançerlenerek sehit düstü. Bunun üzerine Sirp krali da Osmanli askerleri tarafindan öldürüldü. Osmanlilar için Balkanlarda tutunabilmek yolunda ölüm kalim savasi olarak görülen I.Kosova Zaferi Sirplar tarafindan asla unutulmamistir. Günümüzde dahi masum Müslüman halka yönelik vahsetin arkasinda bu maglûbiyetin ezikligi ve intikam hissi yatmaktadir.

Anadolu'da Türk Birligi'nin Saglanmasi; I. Murat'in sehit edilmesinin ardindan oglu Bâyezid, devlet adamlarinin ittifakiyla hükümdar ilân edildi. Babasinin ölümünü firsat bilen Anadolu'daki beyliklerin Osmanlilar'a biraktigi topraklari yeniden ele geçirmek maksadiyla harekete geçtiklerini haber alan Bâyezid, süratle Anadolu'ya döndü. 1390 yilinda Germiyan, Aydin, Mentese ve Saruhan beylikleri ortadan kaldirildi. Ertesi yil Hamidogullari Beyligi topraklari ele geçirildi ve bu beyliklerin yer aldigi topraklarda Anadolu beylerbeyligi adiyla idarî bir ünite olusturuldu. Ardindan Osmanlilarin en önemli rakip olarak gördügü Karaman Beyligine yönelen Yildirim Bâyezid, Konya'yi kusatti. Alaaddin Ali Bey'in baris talebi, Beysehir ve çevresinin Osmanlilara birakilmasiyla kabul edildi.(1391). Fakat Yildirim Bâyezid'in Mora ile ilgilenmesini firsat bilerek Ankara Sancak Beyi Sari Timurtas Pasa'yi esir almasi üzerine, Yildirim Bâyezid, Alaaddin Bey'e kesin bir darbe vurmaya karar verdi. Anadolu'ya geçen Yildirim, üç gün süren savasin ardindan ele geçirilen Alaaddin Bey'i ortadan kaldirdi ve topraklari Osmanlilara ülkesine dahil edildi(1397). Karamanoglu tehlikesinin bertaraf edilmesiyle, Anadolu'da Osmanlilara direnebilecek en güçlü devlet olarak Kadi Burhaneddin devleti kalmis idi. Daha 1392 yilinda, Kadi Burhaneddin'in müttefiki durumundaki Candaroglu Süleyman anî bir baskinla öldürülüp beyligin Kastamonu subesi ortadan kaldirilmisti (1392). Ardindan, ertesi yil Amasya ve Merzifon civari Osmanli hâkimiyetine alinmisti. Kadi Burhaneddin'in 1398'de Kara Yülük tarafindan öldürülmesi üzerine, ona bagli Sivas, Tokat, Kayseri, Malatya gibi sehirler birer birer ele geçirildi. Böylece Firat'in batisinda kalan Anadolu topraklari Osmanli sancagi altinda birlestirilmis oluyordu.

Yildirim Bâyezid'in Istanbul Kusatmasi ve Balkanlardaki Fetihleri. Yildirim Bâyezid'in Karaman seferine anlasma geregi katilan Bizans Imparatoru V.Yuannis'in oglu Manuel'in, babasinin ölümü üzerine anlasmayi çigneyerek Istanbul'a kaçmasi sebebiyle Yildirim, Istanbul'u kusatmaya karar verdi. 1391'de baslayan ilk muhasara 1396 yilina kadar sürdürüldü. Bu maksatla Istanbul Bogazi'nda Anadolu Hisari insa edildi. Sehre dis yardimlarin gelmesini önlemeyi ve iase zorlugu altinda savunmayi kirmayi hedefleyen bu muhasara Timur'un Anadolu'ya ulasmasina kadar fasilalarla devam ettirilmistir. Bu kusatma sürerken bir yandan da Yildirim, Bulgaristan, Arnavutluk ve Bosna taraflarinda fetih hareketlerine devam etmekteydi. Kusatma altindaki Bizans'in da talebi ile Türklere karsi yeni bir Haçli ittifaki olusturan Macar Krali Sigismund, Ingiltere dahil bütün Avrupa devletlerinden topladigi 120 bin kisilik bir orduyla harekete geçti. Yildirim Bâyezid düsmani sasirtan bir hizla Nigbolu Ovasi'nda düsmani karsiladi. 50-60 bin kisilik Osmanli ordusu, sayica çok üstün olan Haçli ordusunu büyük bir bozguna ugratti. Savas meydanindan kurtulabilenler, kaçarken Tuna'da boguldular.(1396) Haçlilardan geriye sadece muazzam bir ganimet kalmisti. Bu ganimetle, Edirne ve Bursa'da pek çok cami, medrese ve imaret insa edilmistir. Zaferin ardindan, Eflâk, Bosna, Macaristan ve Mora üzerine seferler düzenlendi. Itibari bu zaferle bir kat daha artan Yildirim, Nigbolu dönüsünde Anadolu birligini kurmaya yönelik nihaî adimlari atmaya baslayacaktir.

Ankara Savasi ve Fetret Devri: Yildirim Bâyezid, Firat boylarina kadar topraklarini genislettigi sirada, Timur da Iran, Azerbaycan ve Irak'i ele geçirmisti. Bazi Anadolu beyleri Timur'a siginirken, ülkeleri istilâ edilen Celayirli Ahmet ve Karakoyunlu Kara Yusuf da Yildirim Bâyezid'in yanina kaçmisti. Böylece her iki devlet biribirine sinir komsusu olmus, ancak bu durum iki hükümdarin da Türk dünyasinin liderligine oynamalari sebebiyle olumsuz neticeler dogurmustur. Timur, Osmanlilara siginan Celayirli Ahmet ve Kara Yusuf'un iade edilmemesini bahane edip Sivas'i kusatmis ve kendisine teslim edilmesine ragmen sehiri tahrip etmisti(1400). Bu olaydan sonra da her iki hükümdar arasinda mektuplasmalar devam etti. Fakat Timur'un, Anadolu beyliklerine topraklarinin geri verilmesi ve bazi sehirlerin kendine birakilmasi gibi talepleri Yildirim tarafindan reddedildi. Dolayisiyla iki fatih için savas artik kaçinilmaz hâle gelmisti. 160 binlik Timur'un ordusunu, 70 bin kisiyle Çubuk Ovasi'nda karsilayan Yildirim Bâyezid, savasin baslarinda üstünlügü ele geçirdi. Ancak Timur'un safinda eski beylerini gören bazi askerlerin saf degistirmesi ve Kara Tatarlarin Osmanli ordusunun arkasini çevirmesi savasin talihini degistirdi. Bir avuç askerle direnmeye çalisan Yildirim Bâyezid sonunda esir edildi (26 Temmuz 1402). Ankara Savasi'ni kazanan Timur, Anadolu beyliklerini tekrar ihya etti ve böylece Anadolu Türk birligi parçalandi. Balkanlardaki Türk ilerleyisi durdugu gibi bir kisim topraklar da elden çikti. Yildirim'in ogullari arasindaki taht mücadeleleri Osmanli devletinin "Fetret Devri" boyunca 12 yil müddetle devam etti. Sayet bu savas gerçeklesmemis olsaydi, hiçbir direnme gücü kalmayan Istanbul büyük bir ihtimalle Yildirim Bâyezid zamaninda Türklerin eline geçecekti. Dolayisiyla Ankara Savasi Osmanlilari en az 50 yil geriye götürmüstür.Esir düsen Yildirim Bâyezid, yedi ay boyunca Timur'un yaninda sehir sehir dolastirildiktan sonra üzüntüsünden ecele yenik düstü. Osmanli sehzadeleri tahtin sahibi olabilmek için kiyasiya birbirleriyle mücadele etmeye basladilar. Bu mücadele Çelebi Mehmet'in tek basina devlet idaresine hâkim olusuna kadar devam etti (1413). Çelebi Mehmet kardesleri Süleyman, Isa ve Musa Çelebi'yi bertaraf ettikten sonra Anadolu Türk birligini yeniden tesis etmek için çaba sarf etti. Güçlenen Karamaogullarinin nüfuzunu kirdi, Karamanoglu Mehmet Bey'in eline geçen Osmanli topraklarini geri aldi. Candarogullari beyliginden Çankiri'yi ve ardindan Canik (Samsun) bölgesini yeniden Osmanli ülkesine katti. Fakat Sehzade Mustafa ve Simavna Kadisi oglu Seyh Bedreddin'in isyanlari ülkeyi karistirmaktaydi.(1419) Sehzade Murat Rumeli ve Manisa'da ortaya çikan bu isyani bastirdi, Seyh Bedreddin ve adamlari yakalanarak idam edildi. Timur'un beraberinde götürdügü Mustafa Çelebi de Anadolu'ya döndügünde tahtta hak iddia etmisti. Sehzade Mustafa'nin Selânik'te baslattigi isyan bastirildi. Asi sehzade Bizans'a siginmak zorunda kaldi. Çelebi Mehmet öldügü zaman Osmanli ülkesinde sükûnet büyük oranda tesis edilmeye baslanmisti (1421).

Babasinin en büyük yardimcisi olan sehzade Murat tahta çiktigi zaman Bizans tarafindan karsisina çikarilan amcasi Mustafa Çelebi'nin isyanini bir kez daha bastirdi ve Bizans'i cezalandirmak için Istanbul'u kusatti(1422). Bu defa küçük kardesi Sehzade Mustafa'nin isyan haberini alan II.Murat, kusatmayi kaldirarak kardesini cezalandirmak zorunda kaldi. Isyancilarin yaninda yer alan Anadolu beyliklerine karsi harekete geçen II.Murat, Candaroglu Isfendiyar Bey'i itaat altina aldi. Izmir Beyi Cüneyd'i ortadan kaldirip, Izmir, Aydin ve Mentese civarini ele geçirdi. Germiyanoglu Yakub Bey'in çocugu olmadigindan, topraklarini Osmanlilara birakmayi vasiyet etmisti. Onun ölümüyle Germiyan ili de Osmanlilara katilmis oldu(1428). Balkanlarda da durum Osmanlilar lehine düzelmeye basladi. Nitekim Fetret devri sirasinda elden çikan topraklar geri alindigi gibi, 1440'a kadar Belgrat hariç bütün Sirp topraklari Osmanli hâkimiyetine girmisti. Fakat Erdel ve Eflâk'ta üst üste gelen bazi küçük bozgunlar Avrupa'da büyük bir sevinçle karsilanarak, Osmanlilara karsi yeni bir Haçli seferinin tertip edilmesine cesaret vermisti. II. Murat, Balkanlardaki Osmanli varligini tehlikeye atmamak için Macarlarla Segedin Antlasmasini imzaladi (1444) ve bu anlasmadan sonra tahttan feragat etti. Küçük yastaki oglu II. Mehmet'in hükümdar olmasini firsat bilen Macarlar anlasmayi bozdu ve yeni bir Haçli ittifaki olusturuldu. II. Murat yeniden ordunun basina geçerek düsmani Varna Savasi'nda karsiladi. Macar krali öldürüldü. Haçlilarin lideri durumundaki Jan Hünyad güçlükle kaçabildi(1444). Çandarli Halil Pasa'nin israriyla ikinci kez tahta çikan II. Murat, Mora ve Arnavutluk'a sefer düzenledi. Varna'nin intikamini almak isteyen Jan Hünyad yeniden harekete geçti. Fakat II. Kosova Muharebesi'nde bir kez daha Sirplar büyük bir yenilgiye ugratildi (1448). Varna ve Kosova savaslariyla Osmanlilar Balkanlardaki durumunu iyice güçlendirmis, Bizans'in batidan yardim alma umutlari ise tamamen ortadan kaldirilmistir. II. Murat 48 yasinda ölünce II. Mehmet yeniden Osmanli tahtinin sahibi olmus (1451) ve Osmanli Devleti artik bu dönemde tam bir cihan devleti hâline gelmistir.

Yükseliş Dönemi

Istanbul'un Fethi: II. Mehmet, babasinin ölümü üzerine ikinci kez Osmanli tahtina oturdugunda, devletin ortasinda bir ser adacigi hâlinde kalmis köhne Bizans'i ortadan kaldirmayi öncelikle hedef olarak belirlemisti. Böylelikle Osmanli devleti tam bir cihan devleti haline gelebilecekti. Hedefini gerçeklestirmek için ilkin Sirbistan ve Eflâk ile anlasma imzalayan Fatih, Karamanoglu tehlikesini de geçici de olsa bertaraf etti. Bizans'a ulasabilecek muhtemel yardimi önlemek için Bogaz'in Avrupa yakasina Rumeli Hisar'ini yaptirarak kusatma hazirliklarini tamamladi. Nihayet kusatilan Istanbul'a karsi 6 Nisan 1453'te kara ve denizden saldiri baslatildi. II. Mehmet, Edirne'de döktürdügü çaginin en güçlü toplariyla Istanbul surlarini karadan sarsarken 18 Nisan'da donanma bütün Istanbul adalarini ele geçiriyordu. Fakat, Haliç'in zincirle kapatilmasi sebebiyle kara ve deniz birlikleri müsterek bir harekâta geçemiyor ve bu durum da kusatmanin basarisina gölge düsürüyordu. Nihayet 22 Nisan'da Osmanli donanmasinin karadan Haliç'e indirilmesi gibi müthis bir plânin gerçeklestirilmesi, kusatmanin seyrini degistirmeye baslamisti. Seksen parçalik donanmayi bir anda karsilarinda gören Bizans'in direnme gücü artik kirilmisti. 29 Mayis 1453'teki nihaî harekâtla Istanbul fethedildiginde, II. Mehmet, Peygamberimizin müjdesine mazhar oluyor ve "feth-i mübin" ile "Fatih"lik serefini elde ediyordu.Bizans'in ortadan kaldirilmasi hem Türk tarihi hem de dünya tarihi açisindan büyük bir öneme sahiptir. Bu fetihle Osmanli Devleti, artik tam bir cihan devleti hâline gelmis, Islâm dünyasi ve Avrupa içinde büyük bir prestij ve güç kazanmistir. Avrupa için bu fetih çag açip, çag kapayan bir fetihtir. Katolik Avrupa'nin, Ortadoks dünyasiyla bütünlesme çabalari, Istanbul'un fethiyle önlenmis, aksine Balkanlari da tamamen ele geçirmek suretiyle Fatih, kisa zamanda Ortadokslari himayesi altina almistir. Nitekim Papa V.Nikola'nin Türklere karsi harekete geçilmesi fikri pek taraftar bulamamis, aksine, Ege adalarindaki halk, Balkanlardaki bazi despotluklar ve prensler Fatih'i Istanbul'un fethinden dolayi kutlayan mektuplar yazmislardir. Papa'nin istegine sadece Almanya, Napoli ve Venedik olumlu cevap vermis fakat onlar da kendilerinden ziyade Sirp, Macar ve Arnavutlari kiskirtarak sonuç almaya çalismislardir.

Fatih'in Bati Politikalar: Sirbistan Seferleri; Istanbul'un fethinden sonra Osmanlilara bagliligini bildiren ve ele geçirdigi bazi kaleleri geri veren Sirplar Macarlar ile is birligi yaparak yeniden düsmanliklarini göstermeye baslamislardi. Bunun üzerine 1454-1457 arasinda üç kez pespese Sirbistan'a sefer düzenlendi. Belgrat disindaki bütün Sirp topraklari ele geçirildi. Sirp Krali Bronkoviç'in ölümüyle baslayan taht mücadelelerinden faydalanan Osmanlilar, Sirplari vergiye bagladilar. Taht kavgalarinin yeniden alevlenmesi üzerine, Mora seferinde bulunan Fatih, Sirp meselesine son verilmesini emretti. Mahmut Pasa, 1459'da baskentleri Semendire'yi ele geçirilerek Semendire Sancakbeyligini olusturdu. Böylece Sirbistan'da 350 yil sürecek Osmanli hâkimiyeti baslamis oluyordu.

Arnavutluk Seferleri; Papalik ve Napoli kralliginin destegi ve kiskirtmasiyla harekete geçen Arnavutluk hâkimi Iskender Bey, vurkaç taktigi ile Osmanli kuvvetlerine baskinlar düzenlemekteydi. Bunun üzerine Fatih, bizzat sefere çikmaya karar verdi. 1465 yilinda gerçeklesen I.seferde, Ilbasan Kalesi'ni yaptirip, içine asker yerlestiren Fatih, Balaban Pasa'yi bölge için görevlendirerek, geri döndü. Ancak, Papa ve diger devletlerden aldigi kuvvetlerle Türklere saldiran Iskender Bey, Balaban Pasa'yi sehit etti ve Ilbasan kalesi'ni kusatti. Bunun üzerine Fatih II. Arnavutluk Seferi'ne çikti (1467). Ele geçirilen topraklarda yeni garnizonlar olusturuldu. Bu sirada Iskender Bey ölmüs ve yerine oglu Jean geçmisti. Arnavutlukta baslayan kargasa sebebiyle Fatih 3. kez Arnavutluk seferini baslatti. Arnavutlarin elinde kalmis olan Kroya ve Iskodra kusatildi. Nihayet 1479'da Arnavutluk da bir Osmanli vilayeti haline gelmis oluyordu.

Mora Seferleri; Istanbul'un fethinden sonra Bizans Imparatoru XII. Konstantin'in ogullari, rakipleri Kantakuzen ailesine karsi Mora'da, Osmanlilarin yardimini istemislerdi. Turahanoglu Ömer Bey, akincilari ile duruma müdahale etti ve muhalifler bertaraf edildi. Fakat bu sefer iki kardes arasinda mücadele baslamisti. Bölge ülkelerinin Mora'yi istilâ niyetlerini bilen Fatih 1458'de harekete geçti. Korent'i ele geçiren Fatih, Mora'nin bir kismini merkeze baglayarak, burada bir sancak olusturdu. Atina ve diger bölgeler ise Osmanli yönetimini kabul etti. Kardesi Dimitrios'a karsi Arnavutlarin destegini alan Tomas'in Osmanlilarla yapilan anlasmayi bozmasi üzerine 2.kez Mora'ya sefer düzenlendi. Tomas, Papa'nin yanina kaçmak zorunda kaldi. Bölgeye çok sayida Türk yerlestirildi. Venedikliler bölge halkini Osmanlilara karsi ayaklandirmaya çalisiyorlardi. Ancak bunda basari kazanamayan Venedik, Osmanli kuvvetleri tarafindan bozguna ugratildi (1465).

Eflâk ve Bogdan Seferleri; Yildirim zamaninda vergiye baglanan Eflâk Prensligi'nin basina Fatih tarafindan Vlad (Kazikli Voyvoda) getirilmisti(1456). Osmanlilara bagli görünen Vlad aslinda gizliden gizliye düsmanlik ediyordu Vlad'in Fatih'in elçilerini kaziga oturtarak öldürmesi üzerine 1462 yilinda Fatih, Eflâk'a bir sefer düzenledi. Bogdan'dan da yardim alan Osmanli kuvvetleri voyvodayi uzun süre takip etti. Neticede, sigindigi Macarlarin, Osmanlilarla yaptigi anlasma üzerine Vlad'i esir etmeleri ile mesele çözüldü. Fatih voyvodaliga Radul'u getirdi ve Eflâk bir Osmanli eyaleti hâline geldi. 1455'ten itibaren Osmanli Hâkimiyetini taniyan Bogdan Prensligi'nin Kefe'nin fethinden sonra izledigi düsmanca siyaset üzerine Osmanli kuvvetleri 1476'da Bogdan'a girdi. Fatih'in bizzat basinda oldugu Osmanli kuvvetleri Bogdan ordusunu büyük bir bozguna ugratti. Böylece Bogdan da yeniden Osmanli hâkimiyetini tanimis oluyordu.

Bosna-Hersek Seferleri; Osmanlilara vergi yoluyla bagli olan Bosna Kralinin, anlasmalara riayet etmemesi üzerine Üsküp'ten harekete geçen Fatih, Sadrazam Mahmut Pasa ve Turahanoglu Ömer Bey'e Bosna'nin tamamen fethedilmesi emrini vermisti. 1463 yilindaki seferle Bosna Krali Osmanli hâkimiyetini yeniden tanidi. Ancak seyhülislamin da fetvasiyla sonra öldürüldü ve bu topraklarda Bosna Sancakbeyligi olusturuldu. Fakat ordunun Istanbul'a dönmesi üzerine ayni yil, Macar krali Bosna'ya girdi. Ikinci kez düzenlenen seferle Osmanlilar, Yayçe disindaki bütün kale ve sehirleri yeniden ele geçirdiler. Bosna seferleri esnasinda Hersek Krali Stefan da ülkesinin bir kisim topraginin Osmanlilara dogrudan baglanmasi sartiyla tahtinda birakilmisti. Ancak 1483 yilinda Hersek tamamen Osmanli topragi hâline gelecektir.Fatih, Bosna'yi Osmanli topraklarina kattigi zaman "Bogomil" mezhebindeki Bosnalilara çok iyi davranmisti. Hem Katolik hem de Ortadokslarin kendi kiliselerine almak için baski yaptiklari Bogomiller bu sebeple Osmanli yönetimine sicak bakmislar ve kendilerine saglanan din ve vicdan hürriyetinden etkilenerek zamanla Müslüman olmuslardi. Iste bu Müslüman Bosnalilara "Bosnak" denilmektedir.

Fatih devrinde Osmanlilarin karada en güçlü komsusu ve rakibi Macarlar, denizde ise Venedik idi. Macarlar bu dönemde tek baslarina Osmanlilarla bas edemeyeceklerini bildiginden, dogrudan bir savasi göze alamamis, Fatih de tabiî sinir olan Tuna'yi geçmeyi düsünmemistir. Ancak akincilar vasitasiyla, Macaristan'a güvenligin saglanmasina yönelik yüzlerce basarili akin düzenlenmistir. Keza Venedik Cumhuriyeti de Osmanlilarla dogrudan karsilasmaktansa Balkanlardaki diger devletleri kiskirtmayi yeg tutmustur. Güçlü donmasiyla Mora ve Ege'deki adalara sahip olmak isteyen Venedik, Osmanlilar karsisinda istedigi sonucu alamamis, aksine pek çok ada ve kiyi kaleleri Osmanlilarin eline geçmistir.

Ege Adalarinin Fethi; Istanbul'u ele geçiren Fatih, Bizans'a ait bütün topraklari hâkimiyeti altinda birlestirmek istiyordu. Böylece Bizans'in yeniden dirilmesini önleyecegi gibi, iktisadî ve siyasî açidan da nüfuz alanini genisletebilecekti. Öncelikle Anadolu kiyisina yakin adalari hedef alan Fatih, Bizans, Venedik ve Cenevizlilerin elindeki bu adalardan Anadolu'ya yapilan korsan akinlarinin önünü kesmis olacakti. Ikinci olarak Orta ve Dogu Akdenizdeki adalar hedef alinmisti ki, bu adalar Fatih'in Italya'ya yani eski Roma'ya geçisini kolaylastiracakti.( Nitekim Gedik Ahmet Pasa komutasindaki bir Osmanli donanmasi Napoli Kralliginin elindeki Otranto'yu fethetmis ve buradan Güney Italya'ya akinlar düzenlenmistir.(1480) Fakat Fatih'in ölümünden sonra basa geçen II. Bâyezid, Gedik Ahmet Pasa'yi geri çagirinca, sehir savunmasiz kalmis ve Italyanlar kaleyi tekrar ele geçirmislerdir).1456 yilinda öncelikle Çanakkale Bogazi'na hâkim olan adalardan Gökçeada (Imroz), Tasoz Enez ve Semendirek adalari ele geçirildi. Ayni tarihlerde Limni ve Midilli halki Türk yönetimine girmek için Osmanlilara basvurmustu. Önce Limni, ardindan, uzun süren kusatmayi müteakip Midilli (1467) ele geçirildi. Venedikliler 264 yildir ellerinde tuttuklari Agriboz Adasi'ndan Mora ve Ege adalarindaki Türk birliklerine karsi saldirilarini yogunlastirmaktaydilar. Bunu önlemek maksadiyla Agriboz'un fethine karar veren Osmanlilar neticede 17 gün süren kusatmadan sonra amaçlarina ulastilar. Epir despotunun elindeki Zanta, Kefalonya ve Ayamavra gibi adalar da Fatih'in saltanatinin son zamanlarinda Osmanli topraklarina dahil edilmistir. Ancak St. Jean sovalyelerinin elindeki Rodos'a karsi girisilen birkaç muhasara neticesiz kalmistir.

Fatih'in Dogu Politikasi: Karadeniz Politikasi; Osmanlilar, Anadolu'nun büyük bir kismini hâkimiyetleri altina almalarina ragmen kuzeyde, Karadeniz kiyisindaki bazi yerler Trabzon Rumlari, Cenevizliler ve Candarogullarinin elinde bulunuyordu. Anadolu Türk birliginin saglanmasi ve ticaret güvenligi açisindan bu bölgelerin ele geçirilmesi sartti. Iste bu sebeplerle, Fatih karadan ve denizden kuvvetlerini harekete geçirdi. 1461 yilinda Cenevizlilerin elindeki önemli bir üs olan Amasra teslim olmak zorunda kaldi. Seferin kendisine karsi yapildigini sanan Candaroglu Ismail Bey, Kastamonu'yu terk ederek Sinop'a çekildi. Bursa'ya dönerek birliklerini takviye eden Fatih, Trabzon seferine çikarken, Sinop da dahil Candarogullarinin topraklarini savasmaksizin ele geçirdi. Fatih'in asil amaci 1204 yilinda Lâtinlerin Istanbul'u isgal etmesi üzerine Bizans hanedanina mensup Komnenlerin ayri bir devlet olusturduklari Trabzon idi. Osmanlilara vergi vermeyi kabul eden Trabzon Rumlari bir taraftan Fatih'in rakibi olan Uzun Hasan ile ittifak içine girmisti. Nihayet Fatih, karadan birliklerini Trabzon'a gönderirken, bir donanma da Sinop'tan kalkarak bölgeye yöneldi. Bu sirada Uzun Hasan'in Osmanli ordusunu arkadan çevirebilecegi ihtimaline karsi Fatih, ordusunu Sivas'in güneyinden Yassiçemen'e çevirdi. Uzun Hasan'in annesi Sara Hatun'un ricasi üzerine Akkoyunlularla bir anlasma yapildi. Anlasmaya göre Akkoyunlular, Trabzon Rumlarina yardim etmemeyi vaat etmislerdir. Anlasmanin akabinde kara ve denizden Trabzon yeniden kusatildi. Çaresiz kalan Trabzon Hâkimi David Komnen sehri teslim etmeyi kabul etti (26 Ekim 1461). Böylece 258 yil devam eden Trabzon Rum Imparatorlugu da tarihe karismis oldu.

Karadeniz'in Anadolu kiyilarini tamamen hâkimiyetine alan Fatih'in bundan sonraki hedefi, önemli ticaret limanlari olan Ceneviz kolonilerini ortadan kaldirarak, Karadeniz'i tam bir Türk gölü yapmak idi.

Gedik Ahmet Pasa komutasindaki donanma 1475 yilinda Kefe, Azak ve Menkup iskele ve kalelerini ele geçirdi. Böylece Osmanlilar, Altinorda Hanligi'nin zayiflamasiyla ortaya çikan Kirim Hanligi ile komsu oldu. Azak Kalesi'nin düsürülmesi sonucunda bazi Cenevizliler ile birlikte Kirim hanlarindan Mengli Giray Han da esir edilmisti. Mengli Giray Han'in Istanbul'a getirilmesiyle Kirim Hanligi Osmanli hâkimiyetine girmis oldu. (1478). Kirim hanlari 350 yil boyunca Osmanlilarin batiya karsi en güçlü müttefikleri olarak hizmet vermislerdir.Anadolu'da Türk Birliginin Gerçeklesmesi; Osmanlilarin kurulus devrinden beri en ciddî rakipleri durumundaki Karamanogullari, Fatih'in politikalarina karsi, Akkoyunlu ve Memlûklu devletlerinin destegini sagladigi gibi, Venediklilerle de bir ittifak kurmakta sakinca görmemislerdi. Bu düsmanca tavir üzerine Fatih 1466 yilinda Karamanogullari üzerine yürümeye karar verdi. Beylik topraklarinin büyük kismi Osmanlilarin eline geçmesine ragmen Fatih, Larende ve Silifke yörelerine çekilen Karamanogullarina karsi mücadeleyi, Otlukbeli Savasi'nin sonrasinda da sürdürmüstür. Fakat Karaman Beyi Kasim'in ölümünden sonra (1483) beylik tamamen oradan kalkmis olacaktir. Akkoyunlu Beyi Uzun Hasan, 1467 yilinda Karakoyunlu topraklarina sahip olunca Osmanlilar aleyhine hâkimiyetini genisletmeye baslamisti. Anadolu birligi yönündeki bu tehlike üzerine Fatih, 1473'te harekete geçti. Otlukbeli mevkiinde yapilan savasta Osmanlilar büyük bir zafer kazandilar. Artik Akkoyunlular Osmanlilar için bir tehlike olmaktan çikmisti.

Fatih bundan sonra Hicaz su yolllarinin onarimi hususunu bahane ederek Memlûklar'a karsi harekete geçti. Fakat bu dönemde Memlûklarla büyük bir savasa girilmemistir. Fatih'in 1481'de hazirlik yaptigi ve ölümüyle yarim kalan seferin ya Rodos'a ya da Misir'a yönelik oldugu söylenir.

Fatih'in ölümü üzerine Osmanli tahtina büyük oglu Bâyezid geçmisti. Ancak diger oglu sehzade Cem, Rodos sovalyelerinin eline düsmesiyle sonuçlanan,taht mücadelesine girmisti. Bâyezid'in mütereddit ve ihtiyatli politikalari sebebiyle, Akkoyunlularin yerini alan Safaviler güçlenerek Anadolu'da Sahkulu Isyani gibi ayaklanmalari kiskirtmis, Memlûklara karsi basarisiz seferler düzenlenmistir. Buna ragmen Bâyezid döneminde Kili ve Akkerman ele geçirilerek Bogdan tamamiyla Osmanli hâkimiyetine girmis(1484), Venedik ve Haçlilara karsi denizlerde üstünlük kurulmus, Modon, Koron, Inebahti ve Navarin gibi Mora kiyilarindaki kale ve limanlar zapt edilmistir(1502).

Barbaros kardeslerin denizlerdeki zaferlerine ragmen özellikle dogudaki olumsuz gelismeler ve Sahkulu Isyani(1511), devlet islerinden elini çeken Bâyezid'in sagliginda sehzadeler arasindaki taht mücadelesinin kizismasina vesile olmustur. Nitekim Sehzade Selim'in mücadeleyi kazanmasi üzerine 1512 yilinda II. Bâyezid tahttan feragat etmistir.

Yavuz Sultan Selim Devri; Henüz Trabzon'da vali iken Dogu'da Safavilerin nasil güçlendigini gören ve onlarla basarili bir mücadeleye giren Selim, tahta çiktiktan sonra, Anadolu'daki mezhep mücadelesine bir son vermek için Safavilerle dogrudan savasa girmeyi kaçinilmaz görmekteydi. Nihayet ordusunun basinda Dogu seferine çikan Yavuz Selim, Çaldiran Ovasi'nda Sah Ismail'in ordusuyla büyük bir meydan muharebesi yapti. Iki Türk hükümdarinin mücadelesinden Selim üstün çikti (23 Agustos 1514). Dogu Anadolu topraklari Osmanlilarin eline geçti. Yavuz, Tebriz'e kadar Sah Ismail'i takip etti. Dulkadirogullari beyligi Osmanli yönetimine alindi ve sonra ilhak edildi (1515)Babasi döneminde Memlûklara karsi yapilan seferlerin çogu kez basarisizlikla neticelenmesi, Osmanlilarin dogu'da ve Islâm dünyasinda üstünlük kurmalari önündeki en büyük engel idi. Bu sebeple, Safavi tehlikesini bertaraf ettikten sonra Yavuz, Memlûklara karsi büyük bir ordu hazirladi. Misir Memlûk Sultani Kansu Gavri, Osmanli ordusunu Halep'in kuzeyinde karsiladi. Ancak Mercidabik Savasi Osmanlilarin zaferiyle son buldu (24 Agustos 1516). Kansu Gavri savas sirasinda öldü. Malatya'dan Sina yarimadasina kadar olan topraklar Osmanlilarin eline geçti. Kisi Sam'da geçiren Yavuz, tekrar Misir'a yöneldi. Yeni Memlûk Sultani Tomanbay ile Kahire'nin kuzeyindeki Ridaniye mevkiinde yapilan savasi da Osmanlilar kazandi. (22 Ocak 1517). Bu savas Memlûk Devleti'nin sonu oldu. Suriye, Filistin, Misir ve Hicaz Osmanli hâkimiyetine girdi. Hülagû'nun Bagdat'i isgal etmesiyle Memlûk himayesine giren halifelik müessesesi de böylece Osmanlilara geçmis oluyordu. Nitekim Mekke serifi sehrin anahtarini Yavuz Sultan Selim'e sunarak itaatini bildirmisti. Yavuz dönemi Osmanlilarin dogu'da ve Islâm dünyasi'nda en büyük güç haline geldigi bir dönemdir.


Yavuz Sultan Selim'in sekiz yil süren hâkimiyet devrinden sonra Osmanli tahtina oglu I.Süleyman geçti (1520). I.Süleyman'in 46 yillik saltanatinda Osmanli Devleti siyasî, askerî ve iktisadî açilardan zirveye ulasmistir. Bu sebeple dost düsman ona Kanuni, Muhtesem, Büyük Türk gibi lâkaplarla hitap etmis ve tarihe de böyle geçmistir.

Avrupa'daki Gelismeler; Kanuni döneminde özellikle Avrupa'da önemli dinî ve siyasî degisiklikler söz konusudur. Güçlü Macar kralliginin Osmanli hâkimiyetine girmesinden sonra, Kutsal Roma-Cermen Imparatoru Sarlken en ciddî rakip hâline gelmis, onun olusturdugu imparatorlugun uzantisi durumundaki Avusturya Arsidükaligi Osmanlilara sinirdas olmustur. Bu devlet ile Avrupa'nin en güçlü hanedani olacak olan Habsburglar Avrupa'yi âdeta parselleyeceklerdir. Bu dönemde güçlenmeye baslayan Protestanlik, Avrupa'da mezhep çatismalarinin siddetlenmesine sebep olmustu. Dogu Avrupa'da da Lehistan ve Ortadoks Rusya güçlenmeye baslamisti. Kanuni, Avrupa'daki siyasî ve dinî çekismelerden faydalanarak, onlarin birlesmemesine özen göstermis ve bunu bir devlet politikasi hâline getirmistir. Yine bu dönemde Akdeniz'de ve Okyanuslarda güçlü bir ticarî ve iktisadî filo olusturan Ispanyol ve Portekiz donanmalari Venedik'in yerini almis görünüyordu.

Belgrat'in Fethi ve Macaristan Seferi; Fatih'in Sirbistan seferinde ele geçirilemeyen Belgrat, Avrupa içlerine yapilacak akinlar için bir siçrama noktasi idi. Bu sebeple Kanuni, Macaristan seferine çiktiginda ilkin Belgrat'i kusatti ve ele geçirdi(1521). Burayi bir üs olarak kullanan Osmanlilar artik rahatlikla Avrupa içlerine sefer yapabilecekti. Nitekim Sarlken'e tutsak olan Fransa Krali Fransuva'yi, kendisinden yardim talep etmesi üzerine, kurtarmayi amaçlayan Kanuni, 1526 yilinda karsisindaki ittifaki parçalamak amaciyla yeniden Macaristan üzerine bir sefer düzenledi. 29 Agustos 1526'da Mohaç Meydan Muharebesi ile Macar ordularini imha eden Kanuni, Budin'i (Budapeste) ele geçirdi. Macaristan'in bir bölümü ilhak edildi ve kalan kismi Erdel Kralligi olusturularak Osmanli hâkimiyetine alindi.

Avusturya Seferleri; Macaristan'in ele geçirilmesi üzerine, ölen Macar krali ile akrabaligini öne süren Avusturya Arsidükü Ferdinand, Macar topraklarinda hak iddia etmis ve Budin'i isgal etmisti. Bunun üzerine Kanuni, yeniden Macaristan'a sefer düzenledi. Budin kurtarildi. Ancak Kanuni'nin asil maksadi Viyana idi. Osmanli ordusu sehri kusatti ise de ele geçirmeye muvaffak olamadi(1529). I.Viyana Kusatmasi'nin sonuçsuz kalmasindan cesaretlenen Ferdinand, Budin'i tekrar isgal etti. Kanuni ünlü "Alman Seferi" ile mukabele ederek isgal edilen yerleri geri aldi. Ferdinand ile Istanbul'da bir anlasma yapildi. Bu anlasmaya göre Ferdinand, Macaristan üzerinde hak talep etmeyecek ve Osmanli hâkimiyetini taniyacak ve elinde bulundurdugu Macaristan'a ait topraklar için de Osmanlilara vergi verecekti.(1533).

Ferdinand'in Macar kralinin ölümünü firsat bilerek anlasmayi bozmasi üzerine Kanuni yeniden sefere çikti. 1562'deki bu sefer sonucunda Macaristan'da Erdel Beylerbeyligi olusturuldu. Avusturyalilar firsat buldukça Macar topraklarina tecavüz etmisler ve her seferinde de Osmanlilardan gerekli cevabi almislardir. Nitekim Kanuni'nin son seferi de Avusturya'ya karsi olmus ve Zigetvar Kalesi kusatilmistir (1566)

Fransa ile Münasebetler ve Ilk Kapitülâsyon; Avrupa birligini saglamak isteyen Roma-Cermen Imparatoru Sarlken, bu maksatla Fransiz Krali Fransuva'yi esir etmisti. Kendisinden yardim isteyen kral ile iyi iliskiler kuran Kanuni böylece Sarlken'e karsi bir müttefik kazanmis oluyordu. 1535 yilinda iki ülke arasinda ticaret ve dostluk anlasmasi imzalandi. Anlasma ile her iki ülke serbest ticaret hakki elde edecek ve bu haklar iki hükümdarin yasadigi sürece geçerli olacakti. Lâkin kapitülasyon adiyla tarihe geçecek olan bu ticarî imtiyazlar sürekli hâle getirilmis, sonraki devlet adamlarinin basiretsizligi sebebiyle tek tarafli islemeye baslamis ve baska devletlere de imtiyazlarin taninmasiyla Osmanli ekonomisi giderek disa bagimli hâle gelmistir.

Iranla Münasebetler; Sah Ismail'in yerine geçen oglu I.Sah Tahmasp, babasi gibi, Osmanlilarin düsmani olan Venedik ve Avusturya ile ittifak kurmakta bir beis görmüyordu.

Osmanli ordusu, Avrupa'ya sefere çiktiginda Safaviler, Dogu Anadolu topraklarina karsi saldiriya geçiyordu. Bu sebeple, Kanuni, Irakeyn (iki Irak; Irak-i Acem ve Irak-i Arap) seferi diye bilinen bir sefere çikti (1534-35). Tebriz ve Bagdat Osmanli topraklarina katildi. Osmanlinin Avrupa ile ilgilenmesinden yararlanan Safaviler firsat buldukça yeniden harekete geçtiklerinde, bölgeye 1555 yilina kadar Nahcivan ve Tebriz üzerine birkaç kez sefer düzenlenmistir. Osmanlilar karsisinda fazla bir varlik gösteremeyen Sah Tahmasp nihayet baris anlasmasi imzalamayi kabul etmek zorunda kalmis ve Amasya Antlasmasi (1555) ile Osmanli üstünlügünü kabul ederek Bagdat, Tebriz ve Dogu Anadolu'nun Osmanli hâkimiyetinde oldugunu tasdik etmistir.

Deniz Seferleri ve Fetihler; Kanuni devri karada oldugu gibi denizlerde de büyük bir üstünlügün saglandigi bir devirdir. Fatih'in alamadigi, St.Jean sövalyelerinin elindeki Rodos ve çevresindeki adaciklar, basarili bir kusatma sonunda ele geçirilmis(1522), II. Bâyezid zamanindan beri Akdeniz'de serbestçe faaliyet gösteren Barbaros kardeslerin devlet hizmetine alinmasiyla deniz ve kiyilarda pek çok yer Osmanli hâkimiyetine dahil olmustur. Cezayir'i ellerinde bulunduran ve Osmanlilar adina, 1492 yilinda Ispanya'da soy kirima ugrayan Musevîleri Istanbul'a gemilerle nakleden Barbaros kardesler hakli bir üne sahip olmuslardi. 1533 yilinda Cezayir'i Osmanlilara birakarak kaptan-i deryalik görevini kabul eden Barbaros Hayrettin Pasa (Hizir Reis), 1538 yilinda Andrea Doria komutasindaki Haçli donanmasini Preveze'de büyük bir bozguna ugratarak, Osmanlilardin Akdeniz'in tek hâkimi oldugunu bütün dünyaya kabul ettirdi.

Barbaros'un ölümünden sonra yerine geçen Turgut Reis de fetihlere devam etti.Nitekim St. Jean sövalyelerinin elinde bulunan Trablusgarp onun tarafindan fethedilmis (1551), Preveze'den sonraki en büyük deniz zaferi sayilan Cerbe Savasi sonunda Haçli donanmasi bir kez daha hezimeti tatmistir. Sadece Akdeniz'de degil Kizil Deniz ve Hint Okyanusunda da Osmanli donanmasi faaliyette bulunmustur. Uzak denizlerde istenilen sonuçlar elde edilememisse de bu dönemde Yemen ve Arabistan'in güney kiyilari ile Habesistan ele geçirilmistir.

Kanuni'nin Ölümü ve Sonrasi; Zigetvar Muhasarasi esnasinda hastalanan Kanuni kalenin fethini göremeden 66 yasinda öldü (1566). Siyasî, askerî ve iktisadî bakimlardan Osmanliyi zirveye çikaran bu büyük hükümdarin yerine geçen ne II. Selim (1566-1574) ne de III. Murat (1574-1595) ayni evsafta kisiler degillerdi. Ancak Kanuni devrinde baslayan fetih rüzgârlari o derece siddetliydi ki, bu hükümdarlar devrinde de hizini devam ettirebildi. Süphesiz bu basarilarda sadrazam Sokullu Mehmet Pasa'nin dirayetli siyasetinin de rolü büyüktür. Anadolu'nun Akdeniz'e bakan kiyilarinda bir çiban basi gibi duran Venedik'in elindeki Kibris bu fetih rüzgâriyla kusatildi. Lala Mustafa Pasa komutasindaki Osmanli donanmasi adayi ele geçirir geçirmez (1571), buraya Anadolu'nun çesitli sancaklarindan Türkler yerlestirildi. Artik Kibris da Türk olmustu. Bu durumu hazmedemeyen Venedik, Ispanyol, Malta donanmalari papa ve diger bazi Avrupa devletlerinin de destegi ile harekete geçerek büyük bir savas filosu olusturdular. Korent Körfezi yakinlarinda, Inebahti önlerinde yapilan deniz savasini Osmanlilar kaybetti (1571).

Ancak kendileri de oldukça fazla zaiyat verdiginden, Haçli donanmasi Osmanli kadirgalarini takip edecek durumda degildi. Sokullu kisa zamanda donanmayi yenileyerek yeniden Akdeniz'e indirdi. Venedik bu durum karsisinda yeni bir savasi göze alamadi ve Osmanlilara vergi vermeyi kabul etti. Kiliç Ali Pasa komutasindaki donanma Tunus'u yeniden Osmanli topraklarina katti (1574). Bu esnada II.Selim ölmüs ve yerine III. Murat geçmisti. Bu padisah devrinde, Sah Tahmasp'in ölümüyle çalkanan Iran'a savas açildi (1576) Gürcistan ve Azerbaycan'in büyük bir kisminin ele geçirilmesiyle neticelenen ilk seferden sonra savas 15 yil sürdü. Bu uzun savas ile daha fazla yipranmak istemeyen Osmanli Devleti ile Iran arasinda 1590'da bir baris anlasmasi yapildi. Yine bu dönemde baslayan Türk-Macar Savasi I.Ahmet devrine kadar devam etti. Don ve Volga nehirlerini birlestirmeyi amaçlayan kanal projesi ile Süveys kanali tesebbüsünün mimari olan Sokullu'nun 1579'daki ölümü ile Osmanli Devleti büyük bir yara almistir. Özellikle III.Murat'in oglu III.Mehmet'in (1595-1604), hükümet islerini annesine birakip, bir köseye çekilmesi Osmanli'yi XVII. yüzyilda daha kötü yillarin bekleyeceginin âdeta habercisi idi.
Son düzenleyen RoxBury; 9 Eylül 2007 13:34 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi
RoxBury - avatarı
RoxBury
Ziyaretçi
9 Eylül 2007       Mesaj #2
RoxBury - avatarı
Ziyaretçi
Duraklama Dönemi

Sponsorlu Bağlantılar
III. Mehmet zamaninda Avusturya'ya karsi devam ettirilen savaslarda Egri, Kanije ve Haçova zaferleri elde edilmisse de I. Ahmet (1604-1617), Zitvatorok Antlasmasini imzalayarak (1606), Osmanlinin, Avrupa'daki üstünlügünün sona erdigini bir anlamda kabul ediyordu. Her ne kadar ele geçen topraklar bu anlasmayla Osmanlida kaliyorsa da, artik iki devletin "esit" sayildigi hükme baglanmisti. XVI.yüzyil baslarindan itibaren Avusturya ve Iran'la girilen uzun savaslar, ehliyetsiz idareciler, liyakatin yerini iltimas ve rüsvetin almasi, buna bagli olarak devletin askerî ve iktisadî düzeninin temelini olusturan timar sisteminin bozulmaya baslamasi, devletin güç ve otoritesini, halkin huzur ve asayisini güvenligini sarsmistir. XVII. yüzyila girilirken bu olumsuz sartlar, anarsinin artmasina sebep olmustur. Merkez ve tasra teskilâtinda görülen bozulmalar, pek çok isyanin çikmasini ve dolayisiyla devlet nizaminin sarsilmasini beraberinde getirmistir. Bu isyanlari üç grupta toplamak mümkündür; Tasrada çikan Celalî Isyanlari, Eyalet isyanlari ve Istanbul merkezli kapikulu isyanlari. Celalî isyanlarinin en önemli sebepleri, yukarida da belirttigimiz gibi, devletin uzayan savaslara bagli olarak azalan gelirlerini karsilayabilmek için vergileri artirmasi, timar sistemindeki bozulmalar ve köylünün artan vergilere karsi huzursuzluklari idi. Halkin devlete olan güveninin sarsilmasi, isyancilarin gücünü daha da artiriyordu. Kalenderoglu, Karayazici, Deli Hasan gibi Celâlîlerin isyanlarina, medrese ögrencisi suhteler ve basibos leventlerin isyanlari da eklenince, devlet isyanlari bastirmada oldukça zorlandi. Bu isyanlar yüzünden özellikle Anadolu'da dirlik ve düzenlik kalmadigi gibi, iktisadî durum da oldukça bozulmustur. Yine bu otorite boslugu nedeniyle Erzurum ve Sivas gibi yerlerin valileri ile Yemen, Bagdat, Eflâk, Bogdan gibi bagli eyaletlerin yerli yöneticileri de isyan etmislerdi.

Istanbul'daki yeniçerilerin ulûfelerini zamaninda alamamalarini bahane ederek çikardiklari isyanlar dogrudan sarayi hedef almistir. Fesat yuvasi hâline gelen Yeniçeri Ocagi'ni düzenlemek isteyen II. Osman (1618-1622) yeniçerilerin hismina ugramis, isyancilar sarayi basmistir. Yeniçeriler, Genç Osman'i tahttan indirerek yerine, III. Mehmet'in kardesi I.Mustafa'yi getirmisler ve bununla da kalmayarak, Genç Osman'i Yedikule Zindanlarinda katletmislerdir. Bu olay yeniçerilerin bir padisahi tahttan düsürüp, katletmelerinin ilk örnegi olmasi açisindan dikkat çekicidir.

Yeniçerilerin basa geçirdigi I.Mustafa'nin bir yil sonra ölmesiyle, Osmanli tahtina IV. Murat geçer (1623-1640), genç padisah, hâkimiyetinin ilk on yilinda devlet idaresindeki inisiyatifi valide Kösem Sultan'a birakmis ve güçlenene kadar fesat çikaranlara karsi tedbirli davranmistir. Ancak saraydaki huzursuzluk ve Anadolu'da yeniden patlak veren isyanlarin tehlikeli boyutlara ulasmasi üzerine 1632'de duruma müdahale eden IV. Murat, kisa zamanda otoriteyi tesis etmistir. Sert tedbirlerle nifak çikaranlari, seyhülislâm ve kardesleri de dahil, öldürtmekten çekinmemis, bosalan devlet hazinesini yeniden çeki düzene koymustur. Toparlanan Osmanli Devleti, Bagdat'i ele geçiren Iran'a savas açti. IV. Murat, ünlü seferiyle Bagdat'i geri aldi (1638). Iran ile yapilan Kasr-i Sirin Antlasmasiyla (1639), bugünkü sinirlara yakin olan Türk-Iran siniri yeniden çizildi.

1640'ta, IV. Murat'in ölmesi üzerine yerine kardesi I. Ibrahim geçti(1640-1648). Fakat onun sekiz yillik saltanatinda devlet her açidan kötülemeye baslamisti. Sonunda 1648 yilinda o da öldürüldü ve çocuk yastaki IV. Mehmet Osmanli tahtina çikarildi (1648-1687). Harem ve Yeniçeri Ocagi devlet islerine istedikleri gibi müdahale eder olmuslardi. Bu kötü gidis 1656'da Köprülü Mehmed Pasa'nin sadrazamlik vazifesine getirilmesine kadar devam etti.Köprülü Mehmet Pasa ve onun ailesinden olan diger sadrazamlar XVIII. yüzyil baslarina kadar Osmanli Devleti'nin idaresinde belirleyici bir rol oynamislardir. Köprülüler Devri olarak bilinen bu dönemde geçici de olsa bir istikrar saglanmis ve Osmanlilar son fetihlerini bu devirde gerçeklestirebilmislerdir. Köprülü Mehmet Pasa, içerde sükûneti sagladigi gibi, Venediklilerin eline geçmis olan Bozcaada ve Limni'yi geri alip, Çanakkale Bogazi'ni ablukadan kurtardi. Köprülü Mehmet Pasa öldügünde, padisah yine genis yetkilerle oglu Köprülü Fazil Ahmet Pasa'yi sadarete getirdi(1661). Erdel islerine karisan Avusturya'ya karsi baslatilan savasta Fazil Ahmet Pasa, Uyvar'i fethetti. Avusturya yapilan anlasmayla, Erdel ile Uyvar ve Neograt kalelerinin Osmanli hâkimiyetinde oldugunu kabul etti. Uzun süredir kusatilan, Venedik'in elindeki Girit, Kandiye Kalesi'nin düsmesiyle Osmanli hâkimiyetine girdi(1669). Lehistan'a yapilan sefer sonucunda Podolya da Osmanli topraklarina katildi (1676).

Büyük basarilara imza atan Fazil Ahmet Pasa'nin genç yasta ölmesi üzerine, IV. Mehmet, Köprülü'nün damadi Kara Mustafa Pasa'yi sadrazamliga getirdi(1676).

Kara Mustafa Pasa, Çehrin'i ele geçirdi (1678). Bu zaferden sonra, Ruslar, Dinyeper nehrinin saginda kalan topraklari Osmanlilara birakmak zorunda kaldiklari ilk anlasmayi Türklerle yapmistir (1681). Zaferlerin devami getirerek Osmanli'yi yeniden Avrupa'daki en genis sinirlara ulastirmak isteyen Kara Mustafa Pasa, Orta Macaristan'da, Katolik Avusturya'ya karsi isyan eden Protestan Macarlari himayesine aldi. Imre Tököli Osmanlilar tarafindan Orta Macaristan krali olarak tanindi. Mustafa Pasa, büyük bir orduyla Viyana'ya sefer düzenledi. Kanuni'nin ele geçiremedigi Avusturya'nin merkezi Viyana'ya karsi baslatilan bu ikinci sefer boyunca Osmanlilar hiçbir direnmeyle karsilasmadilar. 1683'te kusatma basladiginda, Avusturya imparatoru çoktan sehri terketmisti. Ancak kusatmanin uzun sürmesi, Lehistan ve Alman askerlerinin, sehrin imdadina yetismesiyle neticelendi. Iki ates arasinda sikisan Kara Mustafa Pasa, büyük bir bozguna ugradi. (12 Eylül 1683). Osmanlilar Belgrat'a kadar geri çekilmek zorunda kaldi. Viyana bozgunu, sadrazamin Belgrat'ta hayatina mal olmustu. Osmanli devletine karsi Avusturya, Lehistan, Malta, Venedik ve son olarak Ruslarin katildigi(1696) büyük bir ittifak olusturuldu. Osmanlilar dört cephede bu ittifaka karsi mücadele verdigi sirada, içte de huzursuzluk artmaktaydi. IV. Mehmet tahttan indirilmesiyle yerine II. Süleyman (1687-1691) , II.Ahmet (1691-1695) devirlerinde huzursuzluk devam etti. Bu dönemde yine bir Köprülüzade olan Fazil Mustafa Pasa, ordu ve maliyeyi düzene koymaya yönelik basarili icraatlerde bulunmus ise de ayni aileden Hüseyin ve Nu'man Pasalar, sadaret makaminda basari saglayamamislardi.

I. Mustafa (1695-1703), Viyana bozgunu ve ardindan gelen toprak kayiplarini önlemek amaciyla üç kez Avusturya'ya sefer düzenledi, ilk iki seferde kismen basari saglandiysa da son seferde Osmanli ordusu Zenta denilen yerde bozguna ugradi. Bunun üzerine Ingiltere'nin araya girmesiyle Osmanlilar, ittifak güçleriyle Karlofça Antlasmasi'ni imzalamak zorunda kaldi (26 Ocak 1699). 25 yil için geçerli olacak bu anlasma sonunda, Avusturya'ya Macaristan'in büyük bir bölümü ve Erdel, Venediklilere Dalmaçya kiyilari ve Mora, Lehistan'a ise Podolya ve Ukrayna birakiliyordu. Rusya ile yapilan üç yillik ayri bir anlasma ile de Azak Kalesi Ruslara terk ediliyor ve onlarin Istanbul'da daimî bir elçi bulundurmalari kabul ediliyordu. Karlofça Antlasmasi, Osmanlilarin toprak kaybiyla neticelen simdiye kadar imzaladiklari en agir anlasma idi.

I.Edirne Vakasi adi verilen bir ayaklanma ile Osmanli tahtina III. Ahmet geçirildi (1703-1730). Rusya bu dönemde hem Dogu Avrupa hem de Karadeniz istikametinde topraklarini genisletme gayesini gütmekteydi. Poltova yenilgisinden sonra Osmanlilara siginan Isveç Krali XII. Sarl, iki ülke arasinda yeniden bir savasin baslamasi için bir vesile oldu. Bu savas ile Osmanlilar, Karlofça Antlasmasi, Osmanlilarin toprak kaybiyla neticelen simdiye kadar imzaladiklari en agir anlasma idi.

I.Edirne Vakasi adi verilen bir ayaklanma ile Osmanli tahtina III. Ahmet geçirildi (1703-1730). Rusya bu dönemde hem Dogu Avrupa hem de Karadeniz istikametinde topraklarini genisletme gayesini gütmekteydi. Poltova yenilgisinden sonra Osmanlilara siginan Isveç Krali XII. Sarl, iki ülke arasinda yeniden bir savasin baslamasi için bir vesile oldu. Bu savas ile Osmanlilar, Karlofça'da kaybettikleri topraklari tekrar kazanma firsatini bulacakti. Nitekim Prut'ta sikistirilan Ruslar (1711), anlasma yaparak, Azak'i terk etmek zorunda kaldilar. Karadag'da isyan çikartan Venedik'e karsi açilan savaslarda ise isgal altindaki Mora kurtarildi. (1715). Bu basarilar üzerine, siranin kendisine geldigini düsünerek harekete geçen Avusturya, Osmanlilari yenilgiye ugrattilar.

Temesvar ve Belgrat düstü. Osmanlilar Pasarofça Antlasmasini imzalayarak (1718), Temesvar ve Belgrad ile birlikte Küçük Eflâk ve Kuzey Sirbistan'i Avusturya'ya birakti. Dalmaçya kiyilarindaki bazi kalelerin Venedik'e terki mukabilinde Mora muhafaza edildi. Osmanlilardin Balkanlar ve Orta Avrupa seferleri için staratejik bir mevkiide olan Belgrat'in düsmesi, agir sonuçlar dogurmustur. Avusturya, Belgrat'tan Balkan içlerine sarkmakta daha basarili olacaktir.

Lâle Devri: Pasarofça Antlasmasi neticesinde ortaya çikan barisi iyi kullanmak isteyen Osmanlilar, artik Avrupa karsisinda savunma durumunda kalacagini anladigindan, Balkanlardaki sinir kalelerini tahkim etme, bölge halkini yaninda tutmak için vergileri azaltma siyaseti uygulamaya agirlik vermekteydi. Damat Ibrahim Pasa, Osmanlilara üstünlük kurmus olan Avrupa'yi her yönüyle tanimak için Avrupa baskentlerine elçiler göndertti. 1718-1730 yillari arasindaki bu dönem, sanatta lâle motifinin islenmesi sebebiyle "Lâle Devri" adiyla anilmaktadir. Bu dönemde matbaa açilmasi, çini ve kumas fabrikasi kurulmasi gibi bazi müspet yenilikler yapilmissa da, III. Ahmet ve saray çevresinin sasali eglenceleri ve harcamalari huzursuzlugu artirmaktaydi. Damat Ibrahim Pasa'nin, Iran'a karsi baslatilan savasta (1722) kesin netice alamamasi ve uzayan savas esnasinda Tebriz'in sadrazamin gizli emriyle Iran'a terk edildigi haberi, muhalefetin harekete geçmesine yetti.

Patrona Halil Ayaklanmasi'nin patlak vermesiyle bu dönem sona eriyordu. Damat Ibrahim Pasa ve yakinlariyla Sultan III. Ahmet asiler tarafindan katledildiler (1730)Bu olayin ardindan III. Ahmet'in yegeni I.Mustafa hükümdarliga getirildi. (1730-1754). Kafkaslardaki sinir olaylarini bahane eden Rusya, Kirim Tatarlarina karsi büyük bir saldiri baslatti. Azak ve Bahçesaray Ruslarin eline geçti (1739). Fransa'nin da tesvikiyle Osmanlilar, Rusya'ya karsi savas ilân etti. Rusya'nin yaninda savasa katilan Avusturya da, Eflâk ve Bogdan'a girmisti. Osmanlilar iki cephede de büyük basarilar kazandilar. Prusya, Fransa ve Isveç'in Osmanlilara yakinlasmasi, Osmanlilar karsisinda ummadiklari bir yenilgi tadan Rusya ve Avusturya'yi baris yapmaya zorladi. Bu savas sirasinda tekrar Osmanlilarin eline geçen Belgrat'ta bir anlasma imzalandi (18 Eylül 1739). Belgrat Anlasmasiyla, Avusturya, Pasarofça barisiyla elde ettikleri tüm topraklardan geri çekildiler. Ruslar da Azak'i terkederek bölgedeki kiyi ve deniz ticaretinin Osmanli gemileriyle yapilmasini kabul etti. Bu anlasma geçici de olsa Osmanlilarin toparlanmasini saglamistir. Savasta Türklerin tarafini tutan Fransa'yla, Kanuni döneminde taninan imtiyazlari genisleten ve süre tahdidi koymayan yeni bir kapitülâsyon antlasmasi imzalanmistir (1740). Damat Ibrahim Pasa zamaninda baslayan Iran savaslari Lâle Devri'nden sonra da devam etmekteydi. Ruslar, çöküs dönemine giren Safavilerin elindeki Azerbaycan ve Dagistan'i isgal etmislerdi.

Sirvan halkinin talebi üzerine Osmanlilar duruma müdahale etmis, iki ülke arasinda çikabilecek savas Fransa'nin araya girmesiyle önlenmisti. Rusya'nin kuzeydeki isgaline karsin Osmanlilar da Güney Azerbaycan'i topraklarina kattilar. Sah Tahmasp 1732'de Osmanlilar ile baris yapti. Bu durumu kabullenemeyen Afsar Nadir Bey, Sah Tahmasp'i devirerek kendi hâkimiyetini ilan etti (1736). Osmanlilar bazi topraklari Nadir Han'a birakmaya razi oldu. Her iki taraf için de yipratici olan bu uzun savaslar, Kasr-i Sirin antlasmasiyla çizilen sinirlarin aynen kabul edildigi 1746 anlasmasiyla son bulmustur.

I.Mahmut döneminde, basarili savaslarin yani sira, ordu içinde de yeni düzenlemelere gidilmistir. Aslen Fransiz olup Osmanli hizmetine girerek beylerbeyi olan Ahmet Pasa, Humbaraci Ocagi'ni kurarak (1734), bati savas tekniklerini burada hayata geçirmis idi. I.Mahmut'un üvey kardesi III.Osman'in (1754-1757) yerine geçen, amcaoglu III. Mustafa (1757-1773) zamaninda da ordu içerisinde bazi islahatlar devam ettirilmistir. Nitekim onun döneminde Tophane islah edilerek yeni ve güçlü toplar dökülmüs, donanma yenilenmistir. Ancak, Rusya ile baslayan harpler bu yeniliklerin yeterli olmadigini gösterecektir.

Gerileme Dönemi


1764 yilinda Rusya, Osmanlilarin toprak bütünlügünü garanti ettigi Lehistan'i isgal etmis ve kaçan mülteciler Osmanli sinirini geçen Ruslar tarafindan katledilmistir. Bu olay üzerine Osmanli Devleti Rusya'ya savas ilân etmistir(1768). Ruslar, Baserabya ve Kirim'i isgal ettikleri gibi, Ingilizlerin de yardimiyla, Baltik filosonu Akdeniz'e göndererek, Mora Rumlarini isyana tesvik etmisler ve Çesme'de demirli Osmanli donanmasini gafil avlayarak, gemileri yakmislardir. Bu arada Misir'da da bir isyan hareketi baslamistir. Ruscuk ve Silistre önlerinde Osmanli kuvvetlerinin mevzii basarilar kazanmasinin ardindan II. Katerina, Lehistan isini halletmeyi plânladigindan Osmanlilarla anlasma yapmayi kabul etmistir. I.Abdulhamit'in (1773-1789) basa geçmesinden sonra imzalanan Küçük Kaynarca Antlasmasi ile (21 Temmuz 1774) Kirim Hanligi Osmanlidan kopartilarak sözde bagimsiz bir devlet olmus, Baserabya, Eflâk, Bogdan Osmanlilarda kalmis, ancak Azak ve Kabartay bölgesi Rus hâkimiyetine geçmistir. Ruslar bu anlasmayla Ingiltere ve Fransa'ya taninan kapitülâsyonlari da kazanmis ve her yerde konsolosluk açma hakkini elde ederek, Osmanlinin iç islerine karisabilecegi bir ortami kendine hazirlamistir. Nitekim 1783'te Kirim'i isgal ve ilhak eden Rusya, Karadeniz'e hâkim olarak, sicak denizlere inme politikasini gerçeklestirme yönünde büyük bir adim atmis, Ortadokslari himaye bahanesiyle de Balkanlardaki nüfuzunu kuvvetlendirmistir.

Rusya'nin nihaî amaci, Istanbul'u ele geçirerek Bizans'i yeniden diriltmek idi. Iste bu maksatla, Osmanli Devleti'ni taksim etmek üzere Avusturya ile gizli bir anlasma yapildi. Bu anlasmayi haber alan Osmanli Devleti, Prusya ve Ingiltere'nin de tahrikiyle Rusya'ya karsi savas açti. Halkin infialine neden olan Kirim'i geri almak Osmanlinin en büyük arzusuydu. Ancak bu savasa Rusya'nin müttefiki olan Avusturya'nin da katilmasiyla, Osmanlilar iki cephede birden mücadele etmek zorunda kaldilar(1788). Avusturya'ya karsi iki kez savas kazanildi. Belgrat ve Banat ele geçirildi. Ancak Rusya'ya karsi dogu cephesinde basari saglanamadi. Bu tarihlerde Osmanli tahtina III. Selim çikmisti (1789-1807). III. Selim Isveç ile bir anlasma yaparak Rusya'ya karsi bir müttefik kazanmisti. Ancak Rusya Bükres ile Küçük Eflâk'i almis, ardindan da Belgrat ve Bender düsmüstü. 1790'da Avusturya Imparatoru II.Joseph ölünce iç ayaklanmalar bas göstermis ve Fransiz ihtilalinin etkileri bu ülkede de hissedilmeye baslanmisti. Bunun üzerine yeni Imparator II.Leopold, Zistovi anlasmasini imzalayarak Osmanlilarla olan savasi sona erdirdi (1791). Bu anlasma mevcut statükoyu muhafaza eden maddelerden ibaretti. Rusya ile de, Ispanya'nin araciligiyla Yas Baris Antlasmasi imzalandi (1792). Rusya'nin savas sirasinda isgal ettigi yerlerden sadece Özi, anlasmayla verilmis oluyordu. Hem Avusturya hem de Rusya bu anlasmalarla, Fransa ve Lehistan'daki gelismelere dikkatlerini verirken, Osmanli Devleti de gerekli islahatlari yapmak için bir soluklanma zamani bulabilecekti.


Iyi bir egitim görmüs olan III. Selim bu baris döneminden faydalanarak, devlet içinde, özellikle askerî alanda, islahatlar yapmak istiyordu. Bu maksatla, Nizâm-i Cedit adi verilen ilk islahat hareketiyle, yeni bir ordu kurdu(1793). Yeniçeri Ocagi'ni kaldiramayacagini bildiginden, öncelikle Nizâm-i Cedid denilen bu orduyu batili tarzda düzenleyip, basarisini kanitlamak gerekliydi. Ancak bundan sonra Yeniçeri Ocagi lagvedilebilirdi. Fakat kendileri aleyhine ortaya çikan gelismelerden endise duyan Yeniçeriler, bazi devlet adamlarini da yanlarina çekerek yeniliklere karsi çiktilar ve isyan ettiler. Üstelik bu arada Napolyon Bonapart, bir orduyla Misir'i isgale baslamisti (1798). Osmanlilar, Rusya, Ingiltere ve Sicilya'nin da menfaatlerine dokunan Fransiz isgaline karsi harekete geçti. Ehramlar savasiyla, Misir'i ele geçirip, kuzeye yönelen Bonapart, Akka'da Osmanli savunmasini geçemedi (1799). Kusatmayi kaldiran Napolyon geri dönerken, yerine biraktigi ordu komutanlari da maglûp edildiler. Neticede Fransizlar Misir'i terk etmek zorunda kaldi(1801). Fransa'yi barisa zorlayan önemli bir sebeplerden birisi de, Akdeniz'de Rus ve Türk donanmalarinin is birligi yapmalari, Ingiltere'nin Fransiz savas ve ticaret gemilerini taciz etmesiydi. Fransa'nin Akdeniz ve Orta Dogu'daki ticarî menfaatlerinin zedelenmesi onlari barisa zorlamaktaydi.

1802'de imzalanan anlasmayla Fransa bölgede yine ticaret yapma güvencesi almis ve kapitülâsyon hakkini elde etmistir. Bu olayi bahane ederek Akdeniz'e inen Rus donanmasi, Osmanli donanmasiyla birlikte Fransa'nin elindeki bazi adalari ele geçirmis idi. Fakat halk, ebedî düsman olarak gördügü Rusya ile is birligi yapilmasina büyük tepki göstermis ve bunun sonunda III. Selim'e ve islahatlarina karsi cephe genislemisti. Üstelik Napolyon'un, Orta Dogu'da Araplara yönelik propagandasinin da etkisiyle bölgede bazi isyanlar çikmisti. Böylece Bulgaristan ve Sirbistan'da çikan isyanlara bir de Suriye'de ve Hicaz'da çikan isyanlar eklenmis oluyordu. Vehhabiler ayaklanarak, 1803-1804'te Mekke ve Medine'yi ele geçirmislerdi. Osmanlilarin tekrar Fransa ile yakinlasmalari, Ingiliz ve Ruslari harekete geçirmis ve sonunda Rusya Eflak ve Bogdan'i isgal etmisti. Bu savas sürerken Nizâm-i Cedit'in Rumeli''ye de kaydirilmasindan memnun olmayan isyancilar Sehzade Mustafa'nin tahrik ve tesvikiyle birleserek Ikinci Edirne Vak'asi denilen büyük bir ayaklanma baslatmislardi (1806). Neticede Istanbul'da patlak veren Kabakçi Mustafa Isyani III. Selim'in sonunu hazirladi. Saraya giren isyancilar III. Selim'i tahttan indirerek yerine IV. Mustafa'yi tahta geçirdiler (29 Mayis 1807). Nizâm-i Cedid lagvedildi. Fakat III.Selim'e bagli olan Ruscuk bayraktari Mustafa, yenilik taraftarlariyla birleserek, karsi darbede bulundu. Amaci III. Selim'i yeniden tahta çikarmakti. IV. Mustafa'nin, sabik padisahi öldürttügünün ögrenilmesi üzerine, kardesi II.Mahmut basa geçirildi (28 Temmuz 1808).

Alemdar Mustafa Pasa sadareti üslenerek, III. Selim'in baslattigi islahatlari devam ettirmeye çalisti. Nizâm-i Cedit'i, Sekbân-i Cedit adi ile yeniden canlandirdi. Ancak ulemayi ve yeniçerileri memnun edemeyen Alemdar Mustafa Pasa, 1809'da çikan bir isyanda öldü.

II.Mahmut ve Islahat Hareketleri; II. Mahmut devri (1808-1839), hem gerçeklestirilen yenilik hareketleri ile hem de etnik ve siyasî isyanlariyla Osmanli Devleti'nin yol ayrimina girdigi bir dönemi ifade eder. II.Mahmut, öncelikle orduyu bastan asagi düzenlemek ile ise basladi. Yeniliklere karsi çikan Yeniçeri Ocagi bir nizamname ile ortadan kaldirildi. Vak'a-yi Hayriye olarak adlandirilan bu köklü degisiklikle (15-16 Haziran 1826), yeni bir ordu olusturuldu. Ancak yeniçeriler bu düzenlemeye boyun egmeyerek isyan ettiler. Sadrazam'in sarayini basan yeniçeriler sadrazamin ve islahatçilarin baslarini istediler. Ancak At Meydani'nda toplanan yeniçeriler dagitildi, ocaklari bombalandi. Böylece Avrupa tarzinda yeni bir ordunun kurulmasi yönündeki en büyük engel ortadan kaldirilmis oluyordu. II. Mahmut hükûmet teskilâtinda da degisikliklere giderek kabine ve nezaret (bakanlik) usulünü benimsedi. 1836 yilinda Dahiliye ve Hariciye Nazirliklari kuruldu. Avrupa devletleri ile A.B.D ile ticarî anlasmalar yapildi. Iktisadî ve adlî sistemde degisikliklere gidildi. Avrupa tarzinda egitim veren rüstiyeler, Harbiye ve Tibbiye okullarinin açilmasi vb. gibi egitim alaninda da islahatlar gerçeklestirildi.

Fakat, kimi seklî, kimi öze yönelik bu yenilikler devletin içinde bulundugu zorluklari asmasina yetmedigi gibi, Osmanli cografyasindaki parçalanma II.Mahmut döneminde daha da hissedilir hale geldi.

Sirp ve Yunan Isyanlari; Fransiz Ihtilâli'nin getirdigi milliyetçi fikirlerle temellendirilen ancak, daha ziyade arkasinda Rusya ve diger Avrupa devletlerinin tesvik ve tahriki olan etnik ve mahallî isyanlar bu dönemde alevlendi. III.Selim zamaninda isyan eden Sirplar, 1812 Bükres Antlasmasi ile bazi imtiyazlar almalarina ragmen, yeniden ayaklandilar. Yeniçeri Ocaginin kaldirildigi tarihlerde Sirplarla kismî bir anlasmaya varildi. Ancak 1830'da bir hatt-i serif ile Sirbistan'in Osmanli hâkimiyetinde bir prenslik olarak varligi kabul edildi. Rusya'nin XIX. yüzyila girerken Osmanliya karsi sürdürdügü savaslarin altinda Balkanlari ve özellikle Rumlari Osmanli Devleti'nden koparmak yatiyordu. Nitekim Odessa'da yeniden örgütlendirilen Etnik-i Eterya adli cemiyetin baskanligina Yunan Isyani sirasinda Çar I.Alexsandre'in yaveri Prens Ipsilanti getirilmisti. Yapilan plana göre Yunanistan, Yanya ve Tuna civarinda isyanlar çikarilacakti. Ipsilanti 1821'de Romanya'ya geçerek Ortodokslari ayaklandirmaya çalisti fakat basarili olamadi. Çar, Türklere yenilerek Macaristan'a kaçacak olan Ipsilanti'yi desteklemekten vazgeçti. Bu sirada Mora'da da Patras baspiskoposu isyan etmisti (25 Mart 1821). 1822'de Yunanlilar bagimsiz olduklarini ilân ettiler, Mora'da ve adalarda çok sayida Türk'ü katlettiler. Rusya ve Avrupa bu isyani gayriresmî yollardan desteklemekteydiler.

Girit ve Mora valiliginin kendisine verilmesini II.Mahmut'a kabul ettiren Mehmet Ali Pasa bu isyani bastirmakla görevlendirildi. 1822'de Girit'e, 1824-25'te Mora'ya girildi. Bu gelisme karsisinda Rusya, Fransa ve Ingiltere aralarinda anlasarak (1827), Yunanistan'in özerk bir prenslik olarak kabul edilmesi hususunda Osmanlilari sikistirmak istediler. Türkler bu olayi iç islerine müdahale olarak kabul edip, teklifi reddetti. Bunun üzerine Osmanli ve Misir donanmasi Navarin'de, bir kaza sonucu(!), yok edildi. Üç ülkeyle iliskiler kesildi ve 1828'de Rusya, müttefiklerinin destegiyle Osmanli Devleti'ne savas ilân etti. Rus ordusu doguda Erzurum'u ele geçirdi. Batida ise Edirne isgal edildi. Padisah, Prusya, Fransa ve Ingiltere elçilerini araya sokarak, Londra Protokolünü kabul edecegini bildirdi. Böylece Edirne Antlasmasi(1829) ve ardindan Londra Konferansi (1830) imzalandi. Antlasma ile Prut iki ülke arasinda sinir oluyor, Eflâk, Bogdan ile Sirbistan'in özerkligi kabul ediliyordu. Girit'in Osmanlilarda kalmasi sartiyla Yunanistan'in bagimsizligi da tasdik ediliyordu.


Mehmet Ali Pasa Isyani ve Misir Meselesi; Mora'nin elden çikmasiyla, oglu Ibrahim'in Mora valisi olma ümidini kaybeden Misir Valisi M.Ali Pasa, II.Mahmut'tan, yardimlarina karsilik, Suriye'nin idaresini istedi. Bu istegin reddedilmesi üzerine M.Ali Pasa harekete geçti ve Filistin ile Suriye'ye girdi (1831). Akka ve Sam, oglu Ibrahim tarafindan ele geçirildi. Ibrahim Pasa, kisa zamanda Anadolu'ya kadar ilerledi.

Konya yakinlarindaki savasta Osmanli ordusunu yenilgiye ugratti. Her birinin ayri hesabi oldugu büyük devletler, telâslanarak araya girmek istediler. Fransa ve Ingiltere'nin anlasamamasi üzerine, Rusya durumdan faydalandi. Zor durumdaki II.Mahmut, Rus ordusunun ve donanmasinin Istanbul yakinlarina gelmesine müsaade etti. Rusya'nin kârli çikmasindan endiselenen Fransa ve Ingiltere, II.Mahmut ile anlasma yapmasi için M.Ali Pasa'ya baski yaptilar. Neticede Kütahya Antlasmasi imzalandi (1833). Bu anlasmayla, Mehmet Ali Pasa, Misir ve Girit'ten baska Sam ve oglu Ibrahim de, Cidde valiligi yani sira Adana'yi uhdelerine alacaklardi. Rusya, yardimlarina karsilik II.Mahmut ile Hünkar Iskelesi Antlasmasi diye bilinen bir anlasma yaparak, Istanbul'daki durumunu kuvvetlendirmeyi basardi (1833). Anlasmaya göre Osmanli Devleti'nin toprak bütünlügünün garantisi ve gereginde Osmanlinin yardimina kosulmasi karsiliginda Rusya, Bogazlarin bütün yabanci savas gemilerine kapatilmasini kabul ettiriyordu. II.Mahmut, Kütahya anlasmasindan memnun degildi. Bu sebeple M.Ali Pasa'ya karsi yeniden harekete geçti. Fakat Osmanli ordusu Nizip'te bir kez daha yenildi (1839). Üstelik Kaptan Pasa, Osmanli donanmasini Misir'a teslim etmisti. Bu arada II. Mahmut ölmüs ve yerine I.Abdulmecit geçmisti (1839-1861). Misir Meselesi'nin Çözümü ve Bogazlar Meselesi; Rusya'nin Hünkar Iskelesi Antlasmasina dayanarak duruma tek basina müdahale etmesini uygun bulmayan Ingiltere ve Fransa yeniden devreye girdiler. Avusturya ve Prusya'nin da katilmasiyla Londra'da bir konferans toplandi (1840).

Toplantida Mehmet Ali Pasa'nin veraset yoluyla Misir valiligine sahip olmasi karsiliginda, Suriye'den ve elinde tuttugu Osmanli donanmasindan vazgeçmesi istendi. Konferans kararlarini M.Ali Pasa'nin tanimamasi üzerine Ingiltere Suriye limanlarini donanmasi ile topa tuttu. Nihayet M.Ali Pasa durumu kabul etti. I.Abdulmecit de iki ferman yayimlayarak onun valiligini onayladi. Ardindan Ingiltere kendileri aleyhine olan Hünkar Iskelesi Antlasmasi'nin yürürlükten kaldirilmasini öngören uluslararasi bir konferansa ev sahipligi yapti. Londra Antlasmasi ile (Temmuz 1841), Istanbul ve Çanakkale bogazlari'nin baris zamaninda savas gemilerine kapali tutulmasinin kararlastirildigi bir Bogazlar Sözlesmesi imzalandi. Böylece Ingiltere, Rusya'nin elinden inisiyatifi almis oluyordu.


Daha önceleri gerçeklestirilmeye çalisilan Islahat Hareketleri, Osmanli Devleti'nin kendi iradesiyle uygulamaya çalistigi, içte ve distaki basarisizliklarini önlemeye yönelik yenilikleri ifade etmekteydi. Ancak Avrupa ve Rusya'nin mütemadiyen iç islerine müdahale etmesi, Osmanli Devleti'ni, kendi inisiyatifi disinda, yeni tedbirler almaya zorlamaktaydi. Özellikle gayrimüslim unsurlari bahane eden devletlerin müdahalelerine firsat vermemek için idarî ve hukukî düzenlemelere gidilmesi düsünülmekteydi. Hariciye Naziri Mustafa Resit Pasa'nin hazirladigi düzenlemeler, I.Abdülmecit tarafindan tasdik edilmisti. 3 Kasim 1839'da I.Abdülmecit "Gülhane Hatt-i Hümayunu"nu ilan ettirdi.

Bu fermanda, dini ve irki ne olursa olsun Osmanli tebaasindan olan herkesin esit olmasi, herkesin yasalara göre yargilanmasi, varligi ölçüsünde vergilendirilmesi ve askerlik süresinin 4-5 yili geçmemesi gibi hükümler yer aliyordu. Ayrica Osmanli Devleti bu dönemde Avrupa tarzina öykünen idarî düzenlemelerde de bulundu. Bu sekilde Avrupa devletlerinin en azindan bazilarinin, Osmanli Devleti'nin toprak bütünlügüne saygisinin kazanilmasi hedeflenmekteydi. Fakat gelisen siyasî olaylar, bunun o kadar kolay olmayacagini gösterecektir.

Sark Meselesi ve Kirim Savasi; Tanzimat döneminde nispeten saglanan baris ortami, Rusya'nin müdahalesiyle tekrar bozulmaya basladi. Balkanlarda panislavist bir politika izleyen Rusya, ayni zamanda "Kutsal yerler sorunu"nu ortaya atarak, dogrudan dogruya Osmanli Devletinin varligini hedef almaktaydi. Avrupalilar tarafindan "Sark Meselesi", önceleri Osmanli Devleti'nin toprak bütünlügünün saglanmasi seklinde düsünülürken, daha sonra bu topraklarin paylasimi sorunu hâline dönüstürüldü. Çünkü Osmanli Devleti artik bir "hasta adam" idi. Ancak R.Mantran'in da ifade ettigi gibi, hasta, kendisini iyilestirmeyi amaçlamayan doktorlarin insafina kalmisti. Onlar, Avrupa'nin hasta adaminin mirasini paylasma telâsindaydi.

Küçük Kaynarca antlasmasi'ndan sonra Osmanli topraklarindaki Ortodokslar'in haklarini koruma rolünü üstlenen Rusya, Kudüs merkezli "kutsal yerler"in korunmasi ve idaresi hususunu da gündeme getirdi. Fransizlarla imzalanan kapitülâsyonlarda, Lâtin din adamlarina Kudüs Kilisesi üzerinde bazi haklar taninmisti.

1808'den itibaren Rusya'nin baskilari neticesinde onlarin yerini Ortodoks papazlar almaya basladi. Fransa'nin ve Rusya'nin 1850-51'de Bab-i Ali'ye bu durum hakkinda yaptiklari müracaatlar, kurulan komisyonlarda degerlendirildi ve bazi kararlar alindiysa da hiçbirini memnun edemedi. Bunun üzerine Çar I.Nikola, Ingiltere'ye Osmanli Devleti'ni aralarinda paylasmayi teklif etti ve Ingilizlerin sessizligini korumasi üzerine de askerlerini Baserebya ve Lehistan'a çikartti. Rus elçisi Mençikof'un asiri tavizler içeren teklifini reddeden I.Abdülmecit, Ingilizlere yakin olan Mustafa Resit Pasa'yi sadrazamliga getirdi. Ruslar 26 Haziran 1853'te, Prut'u geçerek, Eflâk ve Bogdan'i istilâ ettiler. Osmanli Devleti, Fransa ve Ingiltere ile ittifak anlasmasi imzaladi. Bu ittifaka Avusturya ve Italyan birligini kurmaya çalisan Piyemento hükûmeti de katildi. Ittifak donanmasi Çanakkale'de mevzilenmisti. Durumdan endiselenen Rusya, askerlerini geri çekmeye basladi. Müttefikler, Rusya'nin Karadeniz'deki gücünü ortadan kaldirmak için, Kirim'a yöneldiler. Ruslarin en büyük üssü olan Sivastopol, bir yil süren bir kusatmanin ardindan ele geçirildi (1855). Bu sirada tahta oturan II.Alexandre, baris yapmayi kabul etti. Müttefiklerin yani sira Prusya'nin da katildigi Paris Antlasmasi ile (30 Mart 1856), taraflar isgal ettikleri bölgelerden çekilecek, Osmanlilarin toprak bütünlügü ve Bogazlarin statüsü, Avrupa'nin "kefilligi" altinda korunacakti. Osmanlilarin Avrupa Konseyi'ne dahil edilmesi karsiliginda ise, sultan yeni bir islahat fermani irat edecekti. Bu madde ve Karadeniz'in tarafsizliginin kabulü, savasin galibi durumundaki Osmanlilardin aleyhine idi. Nitekim, Eflâk ve Bogdan'in birlesmesi ve Sirbistan'a yönelik yeni haklar da Paris Antlasmasiyla tescil edilmisti.



Henüz Kirim Savasi sürerken, Viyana'da bir araya gelen Ingiltere, Fransa ve Avusturya, Hristiyanlarla Müslümanlar arasindaki farkliliklarin her alanda ortadan kaldirilmasini öngören bir fermani sultanin yayimlamasini, baris için ön sart kosmuslardi. Paris Antlasmasi müzakere edilirken, müttefiklerin bu istekleri I.Abdülmecit tarafindan yerine getirildi ve Islahat Fermani ilân edildi (18 Subat 1856). Tanzimat'la kabul edilen hususlarin esas alindigi bu fermanla, Müslümanlarla Hristiyanlar arasinda esitlik saglandigi Avrupa'ya garanti edilmis oluyordu. Ayrica iç hukuk alaninda ve ticaret hukukunda da yenilikler getiriliyor, Ceza ve medenî hukukun bir bölümü, dinî esaslardan arindiriliyordu. Aslinda Tanzimat süreciyle baslayan bu degisiklikler, idari yapilanmada da kendisini hissettirmistir. 1868'de Sura-yi Devlet ve Divan-i Ahkam-i Adliye kurularak buralarda hem Hristiyanlar hem de Müslümanlar görevlendirilmistir. Islahat Fermani ile getirilen düzenlemelerin uygulanmasi daha çok I.Abdülaziz'in tahta çikmasi (1861-1876) ile gerçeklesebilmistir.

Paris Antlasmasina imza koyan devletler, anlasma maddesinde de yer aldigi için Islahat Fermani'ni, Osmanli Devleti'ne müdahale etmede bir koz olarak kullanmislardir. Nitekim Fransa, Dürzilerin Katolik Marunilere saldirmasini bahane ederek Lübnan'a asker çikarmis ve 1871'e kadar orada kalmistir. Karadag'da çikan bir anlasmazlik yine büyük devletlerin araciligi ile halledilmistir (1862). Güçlü devletler tarafindan tesvik ve tahrik edilen Balkanlardaki Hristiyan topluluklari, çikardiklari isyanlar bastirilsa dahi, Osmanli Devleti'nden yeni haklar elde etmeyi basaracaklardir. Örnegin Sirplar ve Bulgarlar yeni haklar elde etmis, Eflâk ve Bogdan'in Romanya adi altinda birlesmeleri kabul edilmistir. Muhtariyet haklari genisletilen Misir'da, Ingiliz-Fransiz nüfuz mücadelesi kizismis, III. Napolyon'un tesebbüsü üzerine, Abdülaziz istemedigi hâlde Süveys Kanali projesini kabul etmek zorunda kalmis ve kanal 1869'da büyük bir törenle açilmistir.


Avrupa devletleri ve özellikle Rusya'nin kiskirttigi topluluklar, bagimsizliklarini ilân etmek için harekete geçmekteydiler. 1866'da Girit Isyani çikti. Yunanistan'a baglanmak amaciyla baslayan isyan bastirilmasina ragmen, Avrupa devletleri araya girerek sultanin Girit'e yeni bir statü vermesini sagladilar (1868). Rusya tarafindan olusturulan komitalar vasitasiyla Bulgarlar ayaklandirildi. Onlara da genis haklar verildi (1870). Fakat bununla yetinmeyen Bulgarlar, Bosna ve Hersek'teki karisikliklarin ardindan yeniden ayaklandilar (1875-76).

Bulgar isyani sert biçimde bastirildi. Fakat bu sirada Genç Osmanlilar, Abdülaziz'e baslattiklari muhalefeti, mücadeleye dönüstürdüler. Nihayet Mithat Pasa'nin öncülügündeki yenilikçi idareciler Abdülaziz'i tahttan indirerek yegeni V.Murat'i basa geçirdiler(30 Mayis 1876). Ancak hastaligi sebebiyle üç ay sonra o da tahttan indirilerek, Kanun-i Esasi'yi ilân edecegini beyan eden kardesi II.Abdülhamit Osmanli tahtina çikarildi.

Bu arada Rusya'nin Osmanli Devleti'ne baski kurmasini kendi menfaatine aykiri gören Ingiltere, Balkanlardaki bunalimi görüsmesi için Istanbul'da uluslar arasi bir konferans toplanmasini saglamisti. Istanbul Konferans çalismalarini sürdürürken II.Abdülhamit Mesrutiyet'i ilân etti (23 Aralik 1876). Kurulacak Meclis-i Mebusan'da bütün topluluklar temsil edilebilecekti. Parlâmenter monarsi, Istanbul Konferansi'nin toplanis sebebini tamamen ortadan kaldirmasina ragmen, konferansa katilan devletler, Balkan topluluklarinin bagimsizliklarini istediklerinden bir sonuca varilamadi. Osmanli Devleti'nin çagrilmadigi Londra'da toplanan bir baska konferansta, büyük devletler isteklerini tekrarladilar. Rusya, Osmanli Devleti'ne alinan kararlari kabul ettirmek için savas ilân etti.(Nisan 1877). Tarihimizde "93 Harbi" diye bilinen 1877-1878 Osmanli Rus Harbi, askerî ve siyasî bakimdan önemli sonuçlar dogurmustur.

Kanun-i Esasi'nin kabulü ile açilan Genel Meclis, padisah tarafindan seçilen Ayan Meclisi ve halk tarafindan seçilen Mebusan Meclisi'nden ibaretti. Londra Konferansi'ndan önce çalismaya baslayan bu meclis, hükûmet tarafindan sunulan teklif ve kanun tasarilarin karara baglayarak ilk dönem çalismalarini tamamlamisti. Ancak 93 Harbi'nin sürdügü sikintili zamanlarda meclisteki azinlik mebuslari çalismalari sekteye ugrattigi gibi, bunalimin artmasini da sagliyorlardi. Nitekim Gazi Osman Pasa'nin büyük bir kahramanlik göstererek 5 ay savundugu Plevne'yi asan Ruslar, Yesilköy'e kadar ilerlemislerdi. Dogu'da ise ancak Erzurum önlerinde durdurulmuslardi. Meclis savasin gidisatindan hükûmeti ve padisahi sorumlu tutarak, siyasî tansiyonu yükseltmekteydi. II. Abdülhamit, devletin ileri gelenleri ve bazi mebuslarla yaptigi toplantidan bir sonuç alamayinca, Kanun-i Esasi'nin kendisine verdigi yetkiyi kullanarak, etnik yapisinin karisikligi sebebiyle çalismalari aksayan meclisi kapatti (14 Subat 1878). Bu I.Mesrutiyet'in sonu demekti.

Berlin Kongresi ve Balkanlardaki Gelismeler; Istanbul önlerine kadar gelmis olan Rusya ile Yesilköy (Ayastefanos) Antlasmasi imzalandi (3 Mart 1878). Bu anlasmayla, sözde Osmanli'ya bagli Dobruca, Dogu Makedonya ve Trakya'yi içine alan Büyük Bulgaristan Prensligi kuruluyor; Romanya, Sirbistan ve Karadag bagimsizliklarina kavusuyordu. Ancak, Rusya'nin genislemesinden rahatsizlik duyan Avrupa devletlerinin araya girmesiyle bu anlasma hükümleri yürürlüge giremedi.

Ingiltere donanmasini harekete geçirdi. Osmanli Devleti ile yaptigi bir anlasmayla Kibris'a yerlesti ( 4 Haziran 1878). Araya giren Bismark, ülkesinde bir konferansa ev sahipligi yaparak hem muhtemel bir savasi önlemek hem de Almanya'nin menfaatlerini korumak istiyordu. Nitekim Osmanli Devleti, Ingiltere, Fransa, Avusturya, Almanya, Italya ve Rusya'nin da katildigi Berlin Kongresi 13 Temmuz 1878'de imzalanan bir anlasmayla son buldu. Bu anlasma, artik Rusya'nin yani sira, diger devletlerin de parçalamaya çalistiklari Osmanli'dan, kendi paylarini alma anlasmasiydi. Berlin ve Ayestafanos antlasmalarinda öngörüldügü gibi, Sirbistan, Karadag ve Romanya'nin bagimsizligi onaylandi. Bulgaristan üç bölüme ayrildi. Bulgaristan Prensligi haricinde müstakil bir Dogu Rumeli eyaleti olusturuldu. Girit'in statüsüne benzer bir statüyle Makedonya, Osmanli Devleti'nin elinde kaldi. Yunanistan Tesalya ve Epir'in bir bölümünü aldi. Bosna-Hersek, Avusturya tarafindan isgal edildi. Rusya, Kars, Ardahan ve Batum'a sahip oldu. Berlin Kongresi, büyük devletlerin Osmanli Devleti'ni paylasma ve ortadan kaldirma arzularinin bir neticesi idi. Balkanlarda büyük devletlerin inisiyatifiyle ortaya çikan küçük devletçikler, bölgede o dönemden günümüze kadar ulasan siyasî ve etnik çatismalarin piyonlari olmaktan öteye gidemediler. Nitekim Avusturya'nin ve Rusya'nin Balkanlarda nüfuzlarini artirmalari, Balkan Savaslari ve I.Dünya Savasi'nin çikmasina yol açacaktir.

Berlin Kongresi'nin sonuçlari kisa zamanda ortaya çikmaya baslamisti.

Balkanlardan bir pay alamayan Fransa, önceden nüfuz sahasina dahil ettigi Cezayir ile Tunus arasindaki sinir problemini bahane ederek, Tunus'u isgal etti (1881). Fransa ile Ingiltere arasinda çekismeye sahne olan Misir'da, Hidiv Ismail Pasa'ya karsi baslatilan bir askerî ayaklanma ile ortaya çikan durum Istanbul'da görüsülürken, Ingilizler Iskenderiye'yi topa tuttu. Osmanlilarin karsi çikmalarina ragmen Ingilizler Misir'i ele geçirdiler(1882). Bulgaristan Prensligi, Dogu Rumeli'de çikan isyani degerlendirerek (1885), bölgeyi kontrolü altina aldi. Osmanli Devleti Rusya'nin baskisi sonunda, Kircaali ve Rodop disindaki Dogu Rumeli Valiligi'nin Bulgar Prensligi'nin idaresine geçmesini kabul etmek zorunda kaldi (1886). Ikinci Mesrutiyet'in ilâni sirasinda ise Bulgarlar bagimsizliklarini ilân ettiler (1908). Bulgar, Yunan ve Arnavutlarin hak iddia ettigi Makedonya'da çikan olaylar Osmanli kuvvetleri tarafindan bastirildi. Fakat, Rusya ve Avusturya devreye girerek Osmanli hâkimiyetindeki Makedonya'da, ülkelerinden iki gözlemcinin görev yapmasini sagladilar (1893). Megalo Idea adini verdigi Bizans'i diriltme çabasindaki küçük Yunanistan, 1896'da çikan isyani bahane ederek Girit'i ilhaka yeltendi (1896). Osmanlilar Dömeke Meydan Savasi ile Yunanlilari büyük bir bozguna ugrattilar (1897). Fakat Rusya ve Avrupa devletlerinin müdahalesi ile Istanbul'da toplanan bir konferans ile Girit'te valiligine Yunan kralinin oglunun getirildigi özerk bir yönetim kurulmasi, adanin fiilen Yunanistan'a birakilmasi anlamina geliyordu.

93 Harbi'nden sonra sun'i bir Ermeni Meselesi ortaya çikarilmisti. Osmanli Devleti'ne bagliliklari sebebiyle "millet-i sadika" olarak adlandirilan Ermeniler, önceleri Dogu Anadolu'yu ele geçirmek isteyen Rusya ve ardindan Ingiltere tarafindan kullanilmaya basladilar. Hinçak ve Tasnak tedhis örgütlerini kurarak, Istanbul ve tasrada terör yaratan bazi Ermeniler özellikle Ingilizler tarafindan destekleniyorlardi. Dogu'da hiçbir zaman çogunluk olamayan Ermenilere kurdurulacak bir devlet ile Rusya Akdeniz ve Orta Dogu'ya sizabilecekti. Ingiliz himayesindeki bir Ermeni devleti ise aksine bunu önleyebilirdi. Her iki tarafinda kullandigi Ermeniler 1889'dan itibaren tedhise basladilar. Van, Erzurum ve Bitlis'te çikan olaylar bastirildi. Ardindan baskentte Osmanli Bankasi'na kanli bir baskin yaparak bankayi isgal ettiler. II.Abdülhamit'e yönelik bir suikast tesebbüsünde bulundular. I.Dünya Savasi ve Istiklal Harbi yillarinda da Ermeniler devlet aleyhine faaliyetlerini devam ettirmislerdir.


I.Mesrutiyet'in kaldirilmasindan sonra II.Abdülhamit içte ve dista meydana gelen olumsuz gelismelerin de etkisiyle, kati bir yönetim sergilemeye baslamisti. Mesrutiyet taraftarlari da buna karsilik muhalefetlerinin dozunu artirmislardi. Osmanlilik fikrinin temsilcisi olan Sadrazam Midhat Pasa 1881'de ölüm cezasina çarptirilmis, sonra affedilerek, Arabistan'a sürgüne gönderilmis ve 1883'te öldürülmüstü.

Ali Suavi, Ziya Pasa ve Namik Kemal gibi kisiler de sultan tarafindan bertaraf edilmislerdi. Ancak devletin içinde bulundugu güç durum onlarin baslattigi muhalefetin güçlenerek büyümesine zemin hazirlamaktaydi. Balkanlardaki çalkantilarin yani sira Osmanli Devleti iktisadî açidan da çok zor durumda idi. Devlet iç ve dis borçlarini kapatabilmek için batililarin elindeki Osmanli Bankasi ile malî bir anlasma imzalamak zorunda kalmisti (1879 ve 1881). Buna göre banka mali yardimlari karsiliginda, devletin bazi gelirlerini devraliyordu. Ingiliz ve Fransizlarin kontrolünde bu maksatla kurulan Düyun-i Umumîye Idaresi Osmanli ülkesini âdeta bir sömürge hâline getirecektir.

Genç Türkler veya Jön Türkler adi verilen ve yurt disinda ve içinde faaliyet gösteren Mesrutiyet taraftarlari, Istanbul'da Ittihad-i Osmani dernegini kurmuslar ve bu dernek 1894/95'te Ittihat ve Terakki Cemiyeti adini almisti. Selanik'te Enver ve Niyazi Pasalar gibi subaylarin da katilmasiyla güçlenen Ittihatçilar, Osmanli devletini ancak Kanun-i Esasî'nin yeniden kabulünün kurtarabilecegini düsünüyorlardi. Kolagasi Niyazi Bey ve ona katilan Enver Bey'in Resne'de isyan ederek daga çikmalari ve Rumeli'de halk tarafindan büyük bir destek bulmalari üzerine II.Abdülhamit anayasayi yürürlüge koyarak II.Mesrutiyet'i ilân etti ((23 Temmuz 1908).

17 Aralik 1908'de meclis yeniden açildi. Yapilan seçimlerde Ittihat ve Terakki Firkasi büyük bir basari saglamisti. Ancak bu gelismeler esnasinda Bulgaristan bagimsizligini elde etmis ve Girit meclisi Yunanistan'a ilhak karari almisti.

Isgal altindaki Bosna Hersek ise Avusturya tarafindan fiilen ilhak edilmisti (5 Ekim 1908) Millî bir politika izlemeyi amaçlayan Ittihatçilar, olumsuz gelismelerin de etkisiyle gittikçe otoriter bir idare olusturmaya baslamislardi. Bundan faydalanmak isteyen Mesrutiyet aleyhtarlari, bazi Avrupa devletlerinin de kiskirtmasiyla isyan ettiler. Istanbul'daki Avci Taburlari'nin 13 Nisan 1909'da baslattiklari isyan sirasinda pek çok Ittihatçi öldürüldü. II.Abdülhamit olaylari önleyemedi. Bunun üzerine Mahmut Sevket Pasa komutasindaki ordu Selanik'ten yola çikti. Harekat Ordusu adi verilen bu ordunun kurmay baskani Mustafa Kemal idi. Harekat Ordusu, kisa sürede duruma hâkim olarak isyani bastirdi. Isyandan sorumlu tutulan II.Abdülhamit, seyhülislâmdan alinan fetva ile meclis tarafindan tahttan indirildi (27 Nisan 1909) ve kardesi V. Mehmet Resat yerine getirildi. V.Mehmed (1909-1918) devlet idaresinde inisiyatifi Ittihatçi hükûmete birakmisti. Yeni iktidar zamaninda da felâketler birbirini takip etti. Osmanli Devleti hizla dagilma devrine girmekteydi.


Osmanlilarin iç isleri ve Balkanlardaki gelismelerle ugrasmasini firsat bilen Italyanlar, Avusturya'nin Bosna-Hersek'i ilhak etmesi (1908), Arnavutlarin isyani (1910) gibi olaylardan da cesaretlenerek, pastadan pay alabilmek için Trablusgarp'a asker çikardi. (Eylül 1911). Italyan donanmasi denizden, Ingilizler ise Misir'i ellerinde bulundurdugundan karadan, Osmanlilarin bölgeye asker göndermesini imkânsiz hâle getirmisti. Bu sebeple Osmanli hükûmeti gizlice Türk subaylarini bölgeye göndererek mahallî bir direnisi örgütleme yolunu seçmisti. Derne ve Tobruk'da Mustafa Kemal, Bingazi'de ise Enver Pasa Italyanlara karsi büyük basarilar kazandi. Savasi kazanamayacagini anlayan Italya, Osmanlilari barisa zorlamak için Oniki Ada'yi isgal etti. Ancak bundan ziyade Balkanlarda baslayan savas Osmanlilarin barisi imzalamaya zorladi. Usi Antlasmasi ile Italyanlar isgal ettikleri yerleri muhafaza ettiler (1912)


Türk-Italyan Savasi'nin basladigi sirada Balkan devletleri aralarindaki anlasmazliklari bir tarafa birakarak, Osmanli Devleti'ne karsi bir ittifak olusturdular. Rusya'nin mimarliginda gerçeklesen Bulgar-Sirp ittifakina daha sonra Yunanistan ve Karadag da katildi (1912). Karadag ile baslayan savasa 18 Ekimde diger Balkan devletleri de istirak etti. Bu sirada Osmanli askerleri, subaylarin bir kisminin politik çekismelerle mesgul olmasindan dolayi daginik bir hâldeydi. Bunun sonucunda Balkan devletleri, Osmanlilar karsisinda kendilerinin de beklemedigi bir zafer kazandilar. Yunanlilar Ege adalarini ele geçirdiler. Sirplar Kumanova'da üstünlük sagladilar. Sirplarin denize çikmalarini önlemek için Avusturya'nin destegi ile Arnavutluk bagimsizligini ilan etti (28 Kasim 1912).

Bulgarlar ise Edirne'yi ele geçirerek Çatalca'ya kadar ilerlediler. (19 Kasim 1912). 16 Aralikta Londra'da baslayan görüsmeler bir ara iktidardan düsen Ittihatçilarin yeniden is basina gelmesi üzerine kesilmisti. Nihayet Mayis ayinda Londra Antlasmasi imzalanarak I.Balkan Savasi sona erdi. Gelibolu Yarimadasi hariç Trakya, Bulgaristan'a verildi. Makedonya'nin büyük bir kismi Yunanistan ve Sirbistan arasinda paylasildi. Özellikle Makedonya'nin paylasimi Bulgarlari rahatsiz etmekteydi. Sirbistan ve Yunanistan, Bulgarlara karsi ittifak olusturdu. Bu ittifaka Romanya da katildi. Bulgaristan ile bu ittifak savasa girince, durumdan faydalanmak isteyen Osmanli Devleti de Bulgar isgalindeki topraklari geri almak için harekete geçti. Kirklareli ve Edirne kurtarildi. II.Balkan Savasi, taraflarin imzaladigi Bükres Antlasmasi ile sona erdi (1913). Bulgaristan ile imzalanan Istanbul Antlasmasi ile, Meriç nehri iki ülke arasinda sinir oldu. Bulgaristan'daki Türklerin haklari belirlendi (29 Eylül 1913). Yunanistan ile imzalanan Atina Antlasmasi ile ise Girit'in Yunanistan'a birakilmasi kabul edildi (14 Kasim 1913). Büyük devletler bu anlasmalardan sonra Çanakkale Bogazi yakinlarindaki Bozcaada ve Imroz'u Osmanlilara geri verdiler. Balkan Savaslari, Balkanlardaki Türk varliginin büyük bir kiyima ugramasina sebep olmustur. Yüz binlerce Türk savaslar sirasinda ve sonrasinda aç ve yokluk içinde buradan göç etmek zorunda kalmistir.

Yıkılış Dönemi

Sadrazam Mahmut Sevket Pasa'nin öldürülmesi ile (21 Haziran 1913), Ittihat ve Terakki Firkasi, hükûmetin idaresini tamamen ellerine geçirmisti. Enver, Talat ve Cemal Pasalar, Osmanli Devleti'nin iç ve dis politikasini belirlemede en etkili nazirlardi. Balkan savaslarindan sonra, ordu ve donanmayi güçlendirmek isteyen hükûmet, Avrupa devletlerinden mühendisler ve askerî uzmanlar getirtmekteydi. Osmanli Devleti, dis siyasetini de, dengeleri gözeterek yeniden belirlemek ihtiyacini hissetmekteydi. Emperyalist devletler, nüfuz alanlarini korumak veya genisletmek maksadiyla siyasî, askeriî ve iktisadî açidan ittifaklar olusturmaktaydi. Ingiltere ve Fransa'ya nazaran sömürgecilige geç baslayan Almanya, Afrika, Avrupa ve Orta Dogu'da nüfuz sahasini genisletmek istiyor ve Osmanli Devleti'ne bu maksatla yakin durmayi yegliyordu . Avusturya-Macaristan Imparatorlugu da, Balkanlarda Panislâvizmi gerçeklestirmeye çalisan Rusya'ya karsi Almanlarla is birligi içindeydi. Ingiltere ve Fransa tarafindan pay edilmis Kuzey Afrika'da gözü olan Italya da bu ittifaka yakindi. Dolayisiyla Almanya önderligindeki Üçlü Ittifak'in (Almanya, Avusturya-Macaristan ve Italya) dogal rakibi, Ingiltere'nin öncülügündeki Fransa ve Rusya'dan olusan Üçlü Itilâf (Anlasma) devletleri idi. Avusturya-Macaristan Veliahti Ferdinand'in, Sirbistan ziyareti esnasinda bir Sirp tarafindan öldürülmesi (28 Haziran 1914), bu iki cepheyi sicak savasa sokmaya yetti.

Daha sonra Romanya, Japonya ve ABD Itilaf Devletleri, Bulgaristan ve Osmanli Devleti ise Ittifak devletleri safinda bu savasa girdiler.

Osmanli Devleti savastan önce Ingiltere ve Fransa'ya yakin bir politika izlemek istedi. Ancak hem hükûmet ve halk içerisindeki tepkiler hem de Itilaf Devletleri'nin buna sicak bakmamasi, Osmanlilari Almanya'ya yanastirmaktaydi. Özellikle Enver ve Talat Pasalar, Osmanli Devleti'nin yeniden silkinmesi ve kaybettikleri topraklari kazanabilmesi için Almanya'nin yaninda yer almayi uygun buluyorlardi. Hükûmet baslangiçta tarafsiz kalmayi tercih etmisti. Almanlarin II.Abdülhamit devrinden itibaren Osmanli Devleti'nin yenilesme çabalarina katkida bulunmasi ve bu maksatla gönderdikleri askerî ve sivil uzmanlarin varligi, Itilaf Devletleri'nin, Osmanli Devleti'nin tarafsiz kalamayacagi süphesini artiriyordu. Bu tutum, dolayisiyla Almanya yanlilarinin tezini kuvvetlendirmekteydi. Enver ve Talat Pasa'nin öncülük ettigi bu grup, Almanlarin yaninda savasa girmekle, Kafkaslar, Balkanlar ve Ege'de kaybedilen topraklarin geri alinabilecegi ve Osmanli Devleti'ni nefes alamaz hâle getiren kapitülâsyonlar ve düyun-i umumîden kurtulunabilecegini öne sürmekteydiler. Nitekim Almanya'ya ait Goben ve Breslav zirhlilarinin Türk bayragi çekilerek, Rus limanlarini bombalamasi, Osmanli Devleti'nin Almanya safinda savasa girmesine vesile olacaktir (1 Kasim 1914).

Osmanli Devleti I.Dünya Savasi'nda tam yedi cephede mücadele etti; Kafkasya, Kanal, Hicaz ve Yemen, Irak, Suriye ve Filistin, Galiçya ve Çanakkale. Bütün cephelerde Osmanli askerleri büyük bir kahramanlik örnegi gösterdiler. Ancak, yedi cephede birden savasi sürdürmek, zor sartlar içerisinde bulunan Osmanli Devleti için çok güçtü. Enver Pasa'nin kumanda ettigi Kafkas Cephesi'nde Osmanlilar büyük zayiat verdiler. Dogu Anadolu ve Trabzon düstü. Kanal (Süveys) cephesinde ise Cemal Pasa, Fransiz ve Ingilizlere basariyla direndi. Hicaz ve Yemen'deki Osmanli birlikleri, destek görmemelerine ragmen, kutsal yerleri korumak ugruna, harbin sonuna kadar Serif Hüseyin ve Ingilizlere karsi koydular. Basra'ya çikan Ingilizler Kuttü'l-Amare'de büyük bir bozguna ugradilar. Komutanlari General Townshend esir edildi (29 Nisan 1916) Ancak, 1918'de yeni birliklerle saldiran Ingilizler, ihanet eden Arap kabilelerinin de yardimiyla Basra'da oldugu gibi, Suriye'de de saldirilarini artirdilar. M.Kemal, Halep'te bir savunma hatti olusturdu. Galiçya, Makedonya ve Romanya'da Osmanli birlikleri, Avusturya ve Bulgaristan'a yardimci olmak için büyük bir özveriyle savastilar. Türkler, en büyük direnmeyi Çanakkale'de gösterdiler. Itilaf Devletleri 19 Subat 1915'den itibaren muazzam bir donanma ve yüz binlerce askerle saldiriya geçtiler. 18 Mart'ta Itilaf donanmasina ait pek çok gemi batirildi. Ardindan Gelibolu Yarimadasi'ndaki Settü'l-Bahir ve Ariburnu'na asker çikararak, karadan da saldiriya geçtiler. Anzak ve Hint birliklerinin de katildigi kara savaslari, tam bir ölüm kalim savasi oldu. M.Kemal'in de büyük bir askerî deha olarak ortaya çiktigi bu savunma karsisinda Itilaf Devletleri geri çekilmek zorunda kaldi.

Bütün dünyaya ögretilen "Çanakkale Geçilmez" sözü, 250 bin Türk evlâdinin sehit kaniyla yazilan bir büyük destan oldu. Itilaf Devletlerinin Çanakkale bozgunu, Rusya'nin yardim alma ümitlerini suya düsürmüs ve bunun neticesinde gerçeklesen Bolsevik Ihtilâli, Çarlik Rusyasi'nin sonu olmustur. Rusya'nin savastan çekilmesi üzerine 7 Aralik 1917'de imzalanan anlasmayla Dogu cephesinde Türk-Rus Savasi sona ermistir.

Osmanli Devleti, I.Dünya Savasi'nda yedi düvele karsi muhtesem bir mücadele sergilemistir. Ancak 29 Eylül 1918'de Bulgaristan'in teslim olmasi Osmanlilar ile Almanya arasindaki irtibatin kesilmesine yol açmistir. Müttefiklerinin savastan yenik ayrilmasiyla birlikte Osmanlilar da ateskes anlasmasini imzalamak durumunda kalmislardir. Ittihat ve Terakki Firkasi'nin hükûmetten çekilmesinin ardindan kurulan Ahmet Izzet Pasa baskanligindaki hükûmet, Bahriye Naziri Rauf Bey baskanligindaki bir heyeti Limni'nin Mondros limanina göndermis ve Mondros Ateskes Anlasmasi'nin imzalanmasiyla (30 Ekim 1918), Osmanlilar resmen savastan çekilmislerdir. Ateskes anlasmasiyla Itilaf Devletleri, Osmanli ülkesini isgal etme hakkini elde etmislerdir. Bu durum, Osmanli Devleti'nin fiilen paylasilmasi demekti.

Nitekim, Ingiliz, Fransiz, Italyan birlikleri bu anlasmaya dayanarak Anadolu'da isgallere baslamislar, Asirlarca Osmanlinin hâkimiyetinde yasayan Yunanlilar da, agabeylerinin müsaadesiyle Izmir'e asker çikarmislardir (15 Mayis 1919). Isgallere karsi Anadolu Türk'ünde büyük bir infial yaratmis ve 19 Mayis 1919'da Mustafa Kemal Pasa'nin Samsun'a çikmasiyla, düsmana karsi "Milli Mücadele" baslamistir. Itilaf Devletlerinin Sevr Anlasmasi'ni Istanbul hükûmetine imzalatmasi (10 Agustos 1920), Milli Mücadele'nin güçlenmesinden endise eden düsmanlarin bir an önce Türk millî varligini ortadan kaldirmayi amaçlamalarindan baska bir sey degildi. Fakat bu anlasma hükümleri hiçbir zaman uygulanamadi. Ankara'da açilan Milli Meclis'in iradesi, Mustafa Kemal ve arkadaslarinin büyük ve onurlu mücadelesi bu oyunlari bozdu. Istiklâl Harbi'ni kazanilmasiyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmus oldu. Yeni Türk devleti "Millî Hâkimiyet" ilkesinin tabii bir neticesi olarak 1 Kasim 1922'de saltanati kaldirdi. Dolayisiyla bu tarih 622 yil devam eden Osmanli Devleti'nin de resmen sonu oluyordu.
Son düzenleyen RoxBury; 9 Eylül 2007 13:40 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi
RoxBury - avatarı
RoxBury
Ziyaretçi
9 Eylül 2007       Mesaj #3
RoxBury - avatarı
Ziyaretçi
Askeri Teşkilat

Bir toplumun "devlet" haline gelebilmesi, onun varligina vücud veren halk ve idarecilerin "bagimsizlik" (istiklâl) kavramini tanimalari ile mümkündür. Bu tanima, sadece fikir ve düsüncede kalmayip fiilen tatbik edilmelidir. Bu da belli sinirlari koruyacak olan "askerî güç" denilen bir sinifin mevcudiyeti ile gerçeklesir. Disiplinli ve sistemli hareket eden bir askerî gücün ifade ettigi mâna çok iyi bilindiginden, tarihte üne kavusmus bütün büyük devletler, bu konu ve teskilât üzerinde hassasiyetle durarak onu muhafazaya çalismislardir.

Disiplinli ve devamli bir ordunun teskili fikrinden hareketle sarf edilen çabalar, milletlerin kendi bünyeleri, bulunduklari cografî ortam ve zamanlarina göre degisik olagelmistir. Bu sebepledir ki, hayatlarini ziraî ürünlerle kazanan milletler gibi topraga siki sikiya bagli olmayan göçebe Türklerin hayatlarinda hayvanlarinin büyük rolü vardi. Bu, onlarin daha disiplinli hareket etmesini sagliyordu. Keza bu, onlarin harp disiplin, oyun ve usûllerine alismalarina da yardimci oluyordu. Nitekim sonbaharda yapilan büyük sürek avlarinin sebepleri, bu önemli gerçek içinde yatiyordu. Uygurlarin birçok aile ve boylarinin bir araya gelerek yaptiklari bu sürek avlari, Göktürkler'de oldugu gibi bir çesit savas egitimi idi. Ekonomi, devlet ve ordu idaresi, askerî bilgi ve eglence bu bahanelerle tatbikat sahasina konuyor, yasaniyor ve deneniyordu.

Ortaasya'li atli kavimlerin hayatlarinin en önde gelen özelligi, hareket halinde olma idi. Fertlerin bu hareketli hayati, topluma da bir dinamizm veriyordu. Bu hareket ve canliligin sonucu olsa gerek ki, Islâm öncesi Türklerinde hakim bulunan anlayisa göre "kendileri bir kurt, düsmanlari da bir koyun sürüsü idi." Türklerdeki bu dinamizm, Müslaman olduktan sonra daha bir kuvvetle devam etmis görünmektedir. Zira onlar, tarihî kültürlerinin bir mirasi olarak devam ettiregeldikleri bu anlayisi, Islâm'in "cihâd" ve "sehidlik" motifleri ile birlestirmislerdi.

Düsmanlarina karsi yaniltma, ani hücum ve sizma gibi taktikleri ile taninan Türklerin, Müslüman Arap ordulari içinde yer almalarindan sonradir ki, Islâm ordulari genis bir cografî mekânda yayilma imkânini buldular. Miislüman Türk askerlerinin Islâm ordusundaki durumundan bahs eden bir arastirici sunlari söylemektedir:

"Bazen uygulanan usûl de yürüyüs halinde olan düsman hatlarini tuzaga düsürmek veya hemen girisilen muharebe ile anlari, önceden hazirlanmis tuzak bölgelerine çekmek idi. Bu taktikteki büyük avantaj, saf nizaminda hücuma alismis Arap süvarileri için pek söz konusu degilse de, âni hücum, yaniltici çekilme, kanatlara sizma, her taraftan ok yagdirma ve hücumu sür'atle tekrarlamada mâhir Türkler içindi."

Tarih sahnesinde görünen birçok millet, askerî güç olarak ifade ettigimiz devamli ve disiplinli orduyu ayakta tutup kendisinden istifade edebilmek için çesitli çarelere bas vurmustur. Bu meyanda, harplerin sebep oldugu nüfus azalmasini bir dereceye kadar ortadan kaldirmak için galiplerin, maglup olan toplumlarin çocuklarindan yararlandigi da görülmektedir. Osmanlilarin da bas vurdugu bu sistem, onlarin basarili sonuçlar almalarina sebep olmustur.

Özellikle kurulus ve daha sonraki dönemlerde kullanilan sistemler ile ordunun sahip oldugu disiplin, Osmanli ordusunu basarili bir hale getiriyordu. Batida bulunan Hiristiyan devletlerce de farkina varilan bu duruma isaret eden bir seyyahin su sözlerine dikkat çeken Gibbons, o seyyahin ifadesini söyle nakleder:

"Osmanlilar, daha önceden Hiristiyan ordularinin ne vakit geleceklerini ve kendileri ile çatisma için müsait yerin neresi oldugunu bilirler. Çünkü bunlar, daima seferber bir halde idiler. Çavuslari ve casuslari, kuvvetleri nasil ve nereye sevk etmek lazim geldigini biliyorlardi. Bunlar, birdenbire harekete geçebilirlerdi. Yüz Hiristiyan askeri, on bin Osmanlidan daha fazla gürültü yapiyordu. Trampet bir defa vurdu mu, derhal yürüyüse baslarlar, adimlarini kat'iyyen yavaslatmaz ve yeni bir komut verilinceye kadar kat'iyyen durmazlardi. Hafif techizatli olduklari için Hiristiyan mühasimlarinin üç günde kat edemedikleri mesafeyi bir gece içinde kat ederlerdi."

Pek çok müessesede oldugu gibi, kendinden önceki Müslüman ve MüslümanTürk devletlerinin teskilatlarindan yararlanmis bulunan Osmanlilar, bu uygulamayi askerî sahada da gösteriyorlardi. Gerçekten, Osmanli askerî teskilâtinin, Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu, Ilhanli ve Memlûk askerî teskilâtlan ile benzerlik arz etmesi, bu ifadelerin dogrulugunu ortaya koymaktadir. Bununla beraber biz, daha açik bir fikir vermesi bakimindan B. Selçuklu askerî teskilâtindan kisaca ve ana hatlari ile bahs etmek istiyoruz.

Özellikle Alp Arslan ve oglu Meliksah dönemlerinde devrinin en büyük askerî gücü haline gelen Selçuklu ordusu, günümüzün Milli Savunma Bakanligi durumundaki "Divan-i Arizu'l-Ceys" denilen bir teskilât tarafindan idare ediliyordu. Büyük Selçuklu ordusu, çesitli kavimlerden alinarak hususi saray terbiyesi ile yetistirilmis, tören, usûl ve protokolü bilen ve dogrudan dogruya Sultana bagli bulunan "Gulaman-i saray", en seçkin komutanlarin egitimi altinda her an emre hazir bekleyen "Hassa ordu" su ile melik, vali, vezir gibi ileri gelen devlet büyüklerinin askerleri ve tabi hükümetlerin askerlerinden kurulu idi. Isimleri "Divan defteri"nde yazili bulunan "Gulaman-i saray" efradi, yilda dört maas (bistgâni) alirdi. Devletin esas askerî gücünü teskil eden, harplere katilan ve düsmana agir darbeler indiren "Hassa ordu"su askeri de maasliydi. Ayrica vezir Nizamülmülk (öl. 485/1092) vâsitasiyle daha küçük parçalara bölünen askerî iktalarda, geçimini arazi gelirlerinden temin eden ve her zaman harbe hazir kalabalik bir süvari kuvveti (sipahiyan) de vardi. Bu sâyede Selçuklu Devleti, büyük bir askerî kuvvet bulundurma imkânina sahip olmustu. Buna karsilik Gazneliler ile Büveyhîler döneminde askere ikta degil maas veriliyordu. Sikisik durum ve zamanlarda, devletin bu maaslari ödeyemedigi oluyordu. Böyle durumlarda komutanlar, vilayetlerin vergilerini kendi nâm ve hesaplarina topluyorlardi. Halkla aralarinda bir menfaat birligi olmadigindan askerin faaliyetleri, zaman zaman vilayetlerin harab olmasina kadar variyordu. Halbuki askerî iktalar sayesinde Büyük Selçuklu Devleti 400 bin, Türkiye Selçuklulari da 100 bin kisilik bir orduya sahip bulunuyorlardi.



OSMANLILARIN ILK ASKERI TESKILÂTI
Bizans Imparatolugu'nun hududlarinda bulunan ve Osman Gazi'ye bagli olan Türk asiretleri atli idiler. O dönemin iklim, harp, teknoloji ve siyasi sartlarina göre bu gerekliydi. Bu sebeple Osman Bey zamaninda harplere istirak edip fetih yapanlar bu asiret kuvvetleri idi. Asiret kuvvetleri, baslarinda serdarlari olmak üzere Osman Bey'in hizmetine giriyor, fetihlerin sonunda ganimetlerden pay aliyor ve zapt edilen topraklardan yerlesme hakki elde ediyorlardi. Topraga yerlesen Türkmenler, tasarruf ettikleri (kullandiklar) yer karsiliginda Osman Gazi'ye tabi oluyorlardi. Timarlarinin gerektirdigi sayida atli askeri de savasa gönderiyorlardi. Osman Bey, uç beyi olduktan sonra kendisi ile yakin çevresini koruyan ve yevmiye hesabi ile ücret alan askerlerin sayisini artirdi. Bunlar, Selçuklular'da oldugu gibi "Kul" veya "Nöker" adi ile aniliyorlardi. Ulûfeli askerlerin sayisi, beyligin gücü ile orantili olarak artiyordu. Bu bakimdan beyligin sinirlari genisledikçe Osman Bey'in kapisindaki kul sayisi da artiyordu.
Osman Bey zamaninda, beyligin kuvvetleri, hizmetleri karsiligi ganimetten hisse alan ve feth edilen yerlere atli asker vermek sartiyla yerlesen Türkmen kuvvetleri ile ücretleri gündelik olarak ödenen Osman Bey'in sahsî askerlerinden ibaretti. Nöker veya Kul adini tasiyan bu askerler, fetih hareketlerinde henüz etkin rol oynayacak sayiya ulasmamislardi.

Asiret kuvvetleri ile ulûfeli askerler, ilk zamanlarda yeterli oldularsa da fetihler çogaldikça sayi olarak kifayet etmemeye basladilar. Bu bakimdan Osman Bey, fetihlere devam edebilmek için dinamik eleman arayisina baslama ihtiyacini duydu. Bundan sonra ihtiyaç hasil oldugu zaman Sögüt, Karacasehir, Eskisehir ve Bilecik dolaylarindaki köylerde oturan ve tarimla ugrasan Türk köylülerinden yararlanmaya karar verdi.

Atli olan asiret birlikleri, özellikle kale muhasaralarinda fazla tesirli olamiyorlardi. Bundan baska fetihler sonucu arazi genisleyip birçok gayr-i müslimin, devletin vatandasi durumuna gelmesi ve muhasaralarin uzamasi üzerine asiret kuvvetleri, istenilen zamanda istenilen yere ulasamiyorlardi. Bu sebeple Orhan Bey döneminde yeni ve devamli bir askerî birlige ihtiyaç duyuldu.


YAYA VE MÜSELLEMLER
Osman Bey'in ölümünden kisa bir süre sonra, beyligin sinirlarinin genislemesi ve kisa bir gelecekte, daha bir genislemeye namzed olmasi, Orhan Bey'i askerî, malî ve idarî düzenlemeler yapmak zorunda birakti. Gerçekten de beylik çerçevesinden çikip güçlü bir devlet haline gelmek için, düzenli bir orduya ihtiyaç vardi. Orhan Bey de bu görüsten hareketle önce orduyu ele aldi.
Orhan Bey'in saltanatinin ilk yillarinda askerî kuvvetler, Osman Bey zamanindan pek farkli degildi. Fetihler arttikça topraga yerlesen Türkmenlerin sayisi artmis, buna bagli olarak timarli sipahî sayisi da çogalmisti. Kul veya Nöker denilen sinif, Osman Bey zamaninda oldugu gibi yine ulûfe aliyordu.

Fetihlerin devami için zarurî olan ordunun organizasyonu, yani, ilk düzenli birlikler, Bursa'nin fethinden sonra ve Iznik'in fethinden önce Vezir Alaeddin Pasa ile Bursa Kadisi Çandarli Kara Halil'in (öl. 1387) teklifleri dogrultusunda yapilmisti. Buna göre devamli surette savasa hazir yaya ve atli bir kuvvetin bulundurulmasi gerekiyordu. Bu maksatla Türk gençlerinden meydana getirilen bu ordunun atsiz askerine "Yaya", atli askerine de "Müsellem" adi verildi. Alaeddin Pasa'ya göre askerî sinifa mensub olan kimseler ile vezirler, özel bir kiyafet giyerek halktan ayird edilmeliydi. Bu sebeple, bunlarin giyecekleri elbise ve baslarinda tasiyacaklari sarigin renk ve biçimi tesbit edildi. Buna göre bunlar "Ak börk" giyeceklerdi. Böylece tasradaki timarli sipahilerden de ayrilacaklardi.

Türk gençlerinden kurulan ve her biri bin kisi olan bu askerî birligin efradi. Çandarli Kara Halil tarafindan seçilmisti. Asikpasazâde'nin ifadesine göre birçok kisi "Yaya" yazilmak için Çandarli Kara Halil'e müracaat etmisti. Savas zamaninda bu gençlere önce birer, daha sonra da ikiser akça gündelik verilmesi kararlastirildi. Savas olmadigi zamanlarda da ziraat yapmak üzere kendilerine toprak tahsis edildi. Bunlar, vergilerden muaf tutuldular. Orhan Bey zamaninda hassa ordusu sayilan yaya ve müsellemler, kaç sancak varsa o kadar yaya ve atli sancaga bölünerek basina sancakbeyi tayin edildi. Yaya denilen piyade sinifinin her on kisisi için bir bas (onbasi), her yüz kisiye de daha büyük bir bas (yüzbasi) tayin edilmisti. Müsellem adi verilen atli birligin her otuz kisisi bir "Ocak" meydana getiriyordu. XV. yüzyil ortalarina kadar fiilen silahli hizmette bulunmus olan bu Yaya ve Müsellemler, Kapikulu ocaklarinin kurulup gelismesiyle yerlerini onlara terk ettiler. Daha sonra Rumeli'deki Yürükler, Canbazlar ve Tatarlarin katilmasiyla Osmanli askerî teskilâtinin geri hizmet sinifini meydana getirdiler. Bu sinif, köprü yapimi, yol insaati, kale tamir ve yapimi ile hendek kazimi gibi islerde kullanildi.

Görüldügü gibi Osmanli Devleti'nin ilk döneminde, yani Osman Bey zamaninda beyligin kuvvetleri iki kisimdan ibaret bulunuyordu. Bunlardan biri, Türkmen asiretlerinden saglanan ve kendilerine hizmetleri karsiliginda elde ettikleri ganimetler disinda timar da verilen atli kuvvetler, digeri de Osman Bey'in, ücretlerini gündelik olarak verdigi sahsî askerlerdi. Bunlara Nöker deniyordu ki tamami hür insanlardan meydana gelmisti. Orhan Gazi döneminde ise Yaya ve Müsellem adi ile yeni ve devamli bir askerî birlik kurulmustu.

Bu bilgilerin isigi altinda konuya bakildigi zaman Osman ve Orhan Bey'ler zamaninda Osmanli ordusu, üç gruptan tesekkül ediyordu. Bunlardan biri asiret kuvvetleri, ikincisi Nöker adi verilen ve sonradan "azab" adini alan sahsî askerler ki bir çesit hassa orduyu meydana getiriyorlardi. Üçüncüsü de biraz önce kuruluslarindan bahs ettigimiz Yaya ve Müselle ordusu idi.

Kurulus döneminden baslamak üzere Osmanli ordusu "Kara" ve "Deniz" olmak üzere iki kisimdan ibaretti.


OSMANLI KARA ORDUSU
Ordu-u Hümâyun denilen Osmanli Kara Ordusu, genel olarak iki bölüme ayrilmakta idi. Bunlardan biri "Kapikulu Askerleri" digeri de "Eyâlet Askerleri" adini tasiyordu. Bu askerî birliklerin her biri, gördükleri hizmetlere göre kendi içinde daha küçük kisimlara ayrilip ona göre isimler aliyor. Bu isimler, ocak kelimesi ile bir terkip olusturduklarindan ayrica bunlara "ocak" deniyordu. Ocag'in en büyük subayina da "Ocak Agasi" adi veriliyordu.
KAPIKULU ASKERLERI

Kapikulu denilen bu askerî birlik, Selçuklular ve diger bazi devletlerde oldugu gibi "Hassa Ordu"yu meydana getirmekteydi. Bu sinifa dâhil olan askerler, devletten "Ulûfe" adiyla maas alirlardi. Burada "kapi" kelimesinin kullanilmasi ve devletten maas alan askerlere de "Kapikulu" askeri denmesinin sebebi, Kapi kelimesinden bizzat devletin anlasilmasiydi. Zira eskiden beri dogu ülkelerinde isler, hükümdar saraylarinin kapisinda görülürdü. Bu tabir, Kapi müdafaasinda bulunan askerler için de kullanilmakla beraber sadece onlara hasr edilmeyen bir kelimedir. Askerler için de bu kelime kullaniliyordu. Iste bu sebepten dolayi devletten maas alan askerlere "Kapikulu askerleri" deniyordu.

Kapikulu askerleri baslangiçta devlet merkezinde bulunuyorlardi. Fakat ülke genisleyip muhafazasi için hudud boylarinda kaleler insa edilince oralarda da ikamet etmek mecburiyetinde kaldilar.

Osmanli Devleti, Rumeli taraflarinda fetihler yapip genislemeye baslayinca devamli bir orduya ve daha fazla askere ihtiyaç hasil olmustu. Bu da savaslarda esir alinan ve askerî sartlara uygun hiristiyan çocuklarinin kisa bir müddet Türk terbiyesi ile yetistirilerek yeni bir askerî sinifin meydana getirilmesiyle karsilanmisti. Iste bu teskilât, Kapikulu ocaginin çekirdegini teskil etmisti. Kapikulu askerleri iki gruba ayrilmaktadirlar. Bunlar:

1. Kapikulu Piyadesi

2. Kapikulu Süvarisi.

KAPIKULU PIYADESI

Osmanli Devleti'nin, merkez askerî teskilât, içinde yer alan Kapikulu askerleri, Osmanli askerî teskilâtinin önemli bir bölümünü meydana getiriyorlardi. Kapikulu piyadesi de kendi arasinda ayri gruplara ayrilmisti.

ACEMI OCAGI

Osmanli askerî tarihinde, önemli yeri bulunan ve Kapikulu piyadesinin mühim bir bölümünü teskil eden yeniçerilere mense' olan "Acemi ocagi", Sultan Birinci Murad zamaninda Kadiasker Çandarli Kara Halil ile Karaman'li Kara Rüstem'in tavsiyeleri sonucu ortaya çikmisti. Hoca Saadeddin Efendi'nin bildirdigine göre bu uygulama, Sultan Birinci Murad'in devr-i saltanatinda 763 (1361-62) tarihindeki Zagra'nin fethi ile baslamistir. Devlet adina ve "Pencik" kanununa göre alinan esirler", Yeniçeri ocagina asker yetistirmek için Gelibolu'da kurulmus bulunan Acemi ocagina gönderiliyor ve yevmiye bir akça ücretle Gelibolu ile Çardak arasinda isleyen at gemilerinde hizmet görüyorlardi. Bir müddet sonra bunlar, Yeniçeri ocagina aliniyorlardi. Fakat bu esirler, firsat buldukça kaçip memleketlerine gittikleri için bu sistem degistirildi. Savaslarda esir edilen küçük yastaki Hiristiyan çocuklari, evvela Anadolu'daki Türk köylülerinin yanina verilerek (Türk'e vermek) az bir ücretle hizmet ettirilmeye baslandi.

Gerçi bu ocagin, Rumeli fatihi Süleyman Pasa zamaninda, bizzat kendisi tarafindan savasta esir alinan Hiristiyan çocuklari ile basladigi belirtilmekte ise de ocagin gerçek manada müesseselesmesi, yukarida belirtilen sekilde olmustur.

Sözlük manasiyle beste bir demek olan "pencik" harplerde ele geçirilen esirlerden, askerlikte kullanilmak üzere beste birinin alinmasi demektir.

Islâm hukukunun ganimetlerle ilgili vaz' etmis oldugu prensiplerinden dogmus olan "pencik", Osmanli Devleti'nin ilk kurulus yillarinda uygulanmiyordu. Harpler sonunda ele geçen diger ganimetler gibi esirler de gazilere taksim ediliyordu. Gaziler, hisselerine düsen esirleri, Islâm hukuku geregince istedikleri sekilde istihdam edebiliyor, istihdam yeri olmayan da onlari satabiliyordu.

Osmanlilarda Acemi oglani iki sekilde alinirdi. Bunlardan biri savaslarda elde edilen erkek esirlerin beste birinden (pencik), digeri de Osmanli vatandasi olan Hiristiyan çocuklardandi. Savaslarda elde edilen esirlerin asker olarak alinmasiyle ilgili "Pencik Kanunu" tertib edilmisti. Buna göre alinan esir oglanlara "Pencik Oglani" adi verilmisti. Elde edilen bu esirler, "Pencikçi" denilen memur tarafindan tesbit edilir, bunlardan on ila on yedi yaslari arasinda olan erkek esirlerden vücutça kusursuz ve saglam olanlar devletçe üçyüz akça karsiligi satin alinirdi. Böylece Acemi ocagina ilk efrad, Pencik kanunu ile toplanmistir. Bu sistemin gelismesinde büyük ölçüde rolü bulunan Kara Rüstem de Gelibolu'da Pencik vergisini (Resm-i Pencik) toplamakla görevlendirilmisti.

Pencik oglanlarinin, Anadolu'daki Türk çiftçilerinin yanina verilmesi, aradaki deniz sebebiyle kaçmalarina engel olmak içindi. Bununla beraber, zaman zaman bazi esir çocuklarin Avrupa'ya kaçtigi görülüyordu. Esirlerin, Türk çiftçilerinin yanina verilmesi ile ilgili kanun hakkinda kaynaklarda farkli tarih ve zamanlar verilmektedir. Bu cümleden olarak Sirpsindigi savasi, Edirne'nin fethi ve Bilecik tarafina yapilan ilk akinlarda olduguna dair rivayetler bulunmaktadir.

Cüz'i bir ücretle Türk çiftçisinin yanina verilen Acemi oglanlarina çok az bir ücretin verilmesi, onlarin "ben padisah kuluyum" deyip çiftlik sahibine kafa tutmamasi içindi.

Acemi oglanlar, ziraat islerinde çalistirildiklari gibi kisa zamanda Türkçe ile birlikte Islâm-Türk örf ve âdetlerini de ögreniyorlardi. Böylece yeni hayata intibak ettikten sonra bir akça gündelikle "Acemi Ocagi"na kayit ettiriliyorlardi. Burada bir müddet hizmet gördükten sonra yevmiye iki akça karsiligi "Yeniçeri Ocagi"na gönderiliyorlardi. Yildirim Bâyezid döneminin sonlarina kadar belirtilen sekilde devam eden bu usûl, Ankara Savasi'ndan (1402) sonra fetihlerin durmasi ve iç karisikliklarin bas göstermesi yüzünden büyük ölçüde tatbik edilemez olmustu. Kapikulu ocaklarindaki kadro eksikligini gidermek için baska bir çareye bas vurmak gerekiyordu. Bu sebeple Rumeli'ndeki Hiristiyan tebeadan muayyen bir kanunla ve "Devsirme" ismiyle münasib sayida Hiristiyan çocugu alinmasina karar verildi.

Daha önce de temas edildigi gibi Ankara Savasi'ndan sonra Osmanli fetihleri durmus, bazi yerler Bizans ve Sirplara terk edilmislerdi. Gerek Çelebi Mehmed zamaninda, gerekse oglu Sultan Ikinci Murad'in ilk devirlerinde Rumeli'de fütuhat yapilamadigi için esirlerden istifade edilememisti. Bunun üzerine Osmanlilardan önceki Türk ve Islâm devletlerinde uygulanmamis olan yeni bir usûl ile devletin, Hiristiyan tebeasi olan ve yaslan uygun çocuklarindan sadece bir tanesinin Osmanli ordusuna alinmasi kararlastirildi. Böylece Hiristiyan vatandaslarin çocuklarindan asker devsirmek için bir "Devsirme Kanunu" yürürlüge konuldu. Bu yeni kanunla, bastan basa gayr-i müslim olan Rumeli halki, tedrici surette müslümanlastirilacakti. Müslümanlastirilan bu insanlarla da Osmanli ordusu kuvvetlenecekti. Böylece devlet, bu sayede Müslüman nüfusunu koruma gibi bir hedefe de ulasmis oluyordu. Gerek Müslüman nüfusu çogaltma, gerekse harplerde kendisinden istifade etme bakimindan iki yönden faydali olan bu Devsirme kanunu , Pencik kanunu ile asker almanin yerine geçmisti. Zaten Pencik kanunu da eski önemini kaybetmeye baslamisti.

Devsirme kanunu geregi ihtiyaca göre üçbes senede ve bazan daha da uzun bir sürede Hiristiyanlardan sekiz ila on sekiz ve bazan yirmi yas arasindaki sihhatli ve kuvvetli çocuklardan Acemi Oglani alinmaya basladi. Bununla beraber 14-18 yas arasindakiler tercih ediliyordu. Önceleri Rumeli'de Arnavutluk, Yunanistan, Adalar ve Bulgaristan'dan, daha sonra ise Sirbistan, Bosna-Hersek ve Macaristan'dan çocuk toplandi. Bu durum, XV. Muhtelif hizmetlerde bulunan Acemilerin, Yeniçeri Ocagina kayit ve kabullerine "Çikma" veya "Kapiya Çikma (bedergâh) denirdi.

Devsirme usûlü, kendi dönem ve zamanina göre iyi bir sonuç vermisti. Bu sonuç hem Osmanlilar, hem de çocugu devsirilen aileler için faydali olmustu. Osmanlilar açisindan faydali olmustu, zira o dönemin bitip tükenmek bilmeyen harpleri, devamli surette insanlari yutan birer makine haline gelmislerdi. Iste bu makinalarin zararlarini en aza indirebilmek ve kendi Müslüman Türk nüfusunu koruyabilmek için devlet, gayri müslim vatandaslarindan istifadeyi düsünmüstü. Böylece hem Islâm Türk mefkûresinin daha genis sahalarda yayilmasini saglamak, hem de kendi asil nüfusuna dokunmamak suretiyle azinliga düsmeyecekti. Devsirme sistemi, çocugu devsirilenler bakimindan da faydali bir seydi, çünkü onlar da çocuklarinin içinde bulunduklari mali sikintidan kurtulacagini biliyorlardi. Muhtemelen çocuklari devlet kademelerinde vazife alir ve yüksek bir mevkiye gelebilirdi. Bunun da kendileri için faydali olacagi bir gerçekti. Bu sebepledir ki kaynaklar, pek çok Hiristiyan ailenin, çocugunu devsirmeye verebilmek için adeta birbirleri ile yaristiklarini kayd ederler. Hatta sadece Hiristiyan çocuklarinin devsirilmesi kanun iken feth edildikten sonra halki Müslüman olan Bosna'dan da devsirilmek suretiyle acemi oglani alinirdi. Zira bunu bizzat kendileri arzuluyordu.

Bilindigi üzere her saha ve konuda oldugu gibi devsirme sisteminde de arzu edilmeyen bazi suistimallerin oldugu söylenebilir. Buna karsilik devlet, gönderdigi memurlarinin kanunsuz hareketlerini önlemeye gayret ediyordu. 9. Cemaziyelahir 973 (10 Ocak 1566) tarihinde Semendire Beyi ile Ivraca Kadisina yazilan bir hükümde Acemi oglani devsirmeye giden bir memurun hâne (ev) basina onar akça nal parasi vesair kanunsuz paralar alip 5-10 yasindaki çocuklari önce alip sonra bin ve daha ziyade akçaya tekrar babalarina sattigi bildirilmekle Yayabasilarindan Ferhad gönderilip hakkiyla teftis olunmasi ve memurun esyasi arasinda bulunan para, kumas vesair mühürlenip defterle merkeze gönderilmesi emr edilmistir. Böylece devlet, bu ve benzeri haksizliklarin önüne geçmeyi, adaletsizligi ortadan kaldirmayi istiyordu.

II. Yeniçeri Ocagi

Avrupa'da kurulan devamli ordudan bir asir önce vücuda getirilmis olan Yeniçeri ordusu, Osmanli Devleti'nin ilk dönemlerinde dünyanin en mükümmel ordusu haline getirilmisti. Bu ordu, teskilât ve disiplini ile bu sifati tasimaya hak kazanmisti. Osmanli Devleti'ni kuran ve kisa bir zamanda hududlari Rusya, Lehistan, Macar ovalan ile Viyana, Venedik önlerine;

Iran, Arabistan ve Misir çöllerine kadar götüren hükümdarlarin en büyük dayanaklarindan biri bu ordu olmustur.

Piyade birligi olan Yeniçeri ocaginin, hangi tarihte ihdas edildigi kesin olarak tesbit edilememekle birlikte bunun, Murad Hüdavendigâr zamaninda yani on dördüncü asrin son yarisi içinde bir ocak halinde kuruldugu söylenebilir. Bazi kaynaklarda bu kurulusun 1365 yili oldugu söyleniyorsa da büyük bir ihtimalle bunun 1362 yilinda oldugudur. Türkçe asker demek olan "Çeri" ile "yeni" kelimelerinin bir araya gelmesiyle meydana gelen bu terim, Osmanli Devleti'nin merkezinde ve hükümdara bagli bulunan yaya askeri için özel bir isim haline gelmistir. Haci Bektas-i Veli ile hiç bir ilgisi olmamakla birlikte (Âsikpasazâde, 204-206) zamanla bu tarikata izafe edilerek Yeniçerilere "Taife-i Bektasiye", ocaga da Bektasî ocagi denmistir.

Bu ocagin kurulus sebebi, mevcud askerin azligina ragmen, fetihlerin çogalip sinirlarin genislemesi ve eldeki askerin de bu sinirlari koruyamaz duruma gelme endisesi idi. Halbuki hem Rumeli'yi elde tutabilmek hem de yeni fetihlerde bulunabilmek için devamli ve hükümdarin emir komutasi altinda bir askerî birlige ihtiyaç vardi. Benzer teskilâtlar, yani esirlerden istifade etme sistemi, daha önceki Müslüman ve Müslüman Türk devletlerinde de vardi. Bu mânada Osmanlilarin, Selçuklular ile Memluklulari örnek aldiklari anlasilmaktadir.

Yeniçeriligin ilk kurulusunda, orduya bin kadar yeniçeri alinmisti. Bunlarin her yüz kisisine komutan olarak daha önce Türklerden meydana getirilen yaya askeri usûlüne uygun olarak bir "Yayabasi" tayin edilmistir.

Ocak, XV. yüzyil ortalarina kadar yaya bölükleri veya daha sonra cemaat adi verilen bir siniftan ibaret iken Fâtih Sultan Mehmed zamanindan itibaren (1451 senesi), "Sekban" bölügünün de iltihakiyla iki sinif haline gelmis. XVI. asir baslarinda ise "Aga" bölügü denilen üçüncü bir kisim daha teskil edilmistir. Yaya bölükleri peyderpey artarak 101 bölüge kadar çikmistir. Aga bölükleri 61, Sekban bölükleri ise 34 rakamina kadar yükselmistir.

Yeniçeriler, baslarina börk ismi verilen beyaz keçeden bir baslik giyerlerdi. Bunun arkasinda ise yatirtma denilen ve omuza kadar inen bir parça yer almaktaydi. Yeniçeriler börklerini egri, subaylari da düz giyerlerdi. Fâtih kanunnâmesinde belirtildigine göre yeniçeri taifesine her yil beser zira' laciverd çuka ve otuz iki akça "yaka akçasi" ile her birine basina sarmasi için altisar zir'a astar verilmesi hükmü konmustu.

Her yeniçeri bölügüne "Orta" denirdi. Her ortanin da komutani olan ve "Çorbaci" denilen bir subayi bulunurdu. Sekban ve Aga bölüklerinde bu komutana "Bölükbasi" denirdi. Yeniçeri ocaginin en büyük komutani "Yeniçeri Agasi" idi. Yeniçeri Agasi, ocagin kurulusundan 1451 senesine kadar .ocaktan tayin edilirken bu tarihten sonra Sekbanbasilardan tayin edilmeye baslandi. Bununla beraber bu kanun daha sonra degistirilerek ocagin disindan olan kimseler de tayin edilmistir. Yeniçeri Agasi, Yeniçeri Ocagi ile Acemi Ocagi islerinden sorumlu idi. Bundan baska Istanbul'un asayisi ile de ilgilenir ve yaninda bulunan bir heyetle kol dolasip güvenligi saglardi. Bu sebeple hükümdarlar, bunlarin güvenilir ve sadik kimselerden olmasina dikkat ederlerdi. Yeniçeri Agalarinin azil ve tayini 1593'e kadar dogrudan padisah tarafindan gerçeklestirilirken, bu tarihten itibaren veziriazamlara intikal etmistir.

Yeniçeri Ocagi'nin en büyük komutani olan Yeniçeri Agasi'ndan baska Sekbanbasi, Ocak Kethüdasi veya Kul Kethüdasi, Zagarcibasi, Turnacibasi, Muhzir Aga ve Bas çavus ta ocagin büyüklerindendi. Bunlardan baska bir de "Yeniçeri Efendisi" denilen ocak kâtibi vardi.

Yeniçeriler, maaslarini (ulûfe) üç ayda bir alirlardi. Bu konuda ocagin en büyük âmiri olan Yeniçeri Agasi ile herhangi bir nefer arasinda fark yoktu. Onun için Yeniçeri Agasi da bu ulûfe isine dahil edilirdi. Ulûfe, pâdisahin nezâretinde büyük bir merasimle her ortaya torbalar halinde tevzi edilirdi. Hicrî kamerî takvime göre dagitilan ulûfenin Sali günü verilmesi kanundu.

XVI. asra kadar devsirmeden toplananlardan baskasi katilamazken 990 (1582) senesinde Sultan III. Murad (1574-1595)'in, sehzadesi Mehmed için tertiplenen sünnet dügününe katilan bir sürü canbaz, hokkabaz ve oyuncunun mükafat olarak bu ocaga kayd olmalari, ocagin yavas yavas bozulmasina sebep olmustu. Devletin kurulusundan kisa bir müddet sonra teskil edilen Yeniçeri Ocagi, belirtilen olaydan sonra hariçten insanlarin ocaga girmesiyle bozulmaya yüz tutmustu. Çünkü, egitimsiz ve basibos kimselerin ocaga girmeleriyle bu askerî teskilât, dogrudan siyasete katilan, devlet adamlarini tayin veya azlettiren, padisahlari tahttan indiren veya tahta çikaran bir kuvvet halini almisti. Gerçekten de onlarin zorbaliklarini ve yaptiklari kötülüklere isaret eden (1826) tarihli bir hüküm Istanbul Kadisina gönderilmistir. Bu hükümde söyle denilmektedir: "Allah'a, Peygambere ve sizden olan ûlu'l-emre itaatediniz" âyet-i kerimesi muktezasinca kaffe-i mü'min ve muvahhid olanlar, emr-i ulu'l-emre itaat ve inkiyad ile me'mur olup bir müddetten beri Yeniçeri nâmina olan eskiya makulesi, hilâf-i ser'-i serif, daire-i itattan huruc ederek fürce bulmasi cihetiyle gerek memâlik-i mahrûsede ve gerek dâri's-saltanat-i seniyede her bir sey çigirindan çikmis ve ol makule esrar-i nâsin garazlari olan mel'aneti icra zimninda her bir seye müdahele daiyesine düsmelerinden nasi, Ümmet-i Muhammed'in mal ve canlarindan emniyetleri kalmayip rahatlarina halel gelerek bayagi alis verislerine varinca fesada varmis..." Bu hükümde de açikça görüldügü ve yukarida belirtildigi gibi Yeniçeri askeri her seye müdahele eder olmus. Buna karsilik gerçek vazifesi olan askerligi tamamiyle unutur olmustu. Zira onlar, askerlik yerine esnaflikla ugrasiyorlardi. XVII ve XVIII. asirlarda sik sik ayaklanmislardi. Bunun üzerine ocak, "Vak'a-i Hayriye" diye isimlendirilecek olan bir karar ve hareketle 15 Haziran 1826'da Sultan Ikinci Mahmud tarafindan lagv edilerek ortadan kaldirildi

CEBECI OCAGI

Kapikulu askerinin piyade ocaklarindan biri de "Cebeci Ocagi"dir. Kelime olarak "cebe" zirh demektir. Osmanlilar, bir nevi istilah olarak bu kelimenin mana ve kapsamini genisletmis görünmektedirler. Bunun içindir ki "cebeci" dendigi zaman belli hizmetleri olan bir askerî sinif akla gelmektedir. Buna göre devletin yaya muharib askeri olan yeniçerilerin ok, yay, kalkan, kiliç, tüfek, balta, kazma, kürek, kursun, barut, zirh, tolga, harbe vesaire gibi ihtiyaçlari olan savas alet ve esyasi yapan veya tedarik eden ocaga "Cebeci Ocagi" denirdi. Bu ocak, yeniçerilere lazim olan harp levazimatini deve ve katirlarla nakl ederek, cephede bulunan yeniçerilere dagitirdi. Savas sonunda da bunlari tekrar toplardi. Bu arada tamire muhtaç olanlari da tamir ederek silah depolarinda muhafaza ederdi.

Sefer esnasinda ordu komutanlari refakatina münasib bir miktar cebeci verilirdi. Bunlarin, kuvvetli, becerikli ve silahtan anlayanlardan olmasi gerekirdi. Bu maksatla Cebecibasiya bu yolda emirler verilirdi. Baris zamaninda bunlar, kendilerine tahsis edilen Ayasofya taraflarinda ve Tophane civarinda bulunan kislalarinda ikamet ederlerdi.

Bu ocagin kurulus tarihi kesin olarak tesbit edilmekle birlikte, Yeniçeri ocagi ile birlikte veya ondan çok kisa bir müddet sonra oldugu tahmin edilmektedir. Bu ocaga girecek olanlar, "Pencik" ve "Devsirme Kanunu" devam ettigi müddetçe Acemi oglanlari arasindan seçilirdi. Sonralari Yeniçeriler gibi bunlarin da evlenmelerine müsaade edildiginden yetisen çocuklari da cebeci olurdu. Ocaga alinacak kimseler, önceleri "sakird" ismiyle alinir, daha sonra fiilen cebeci olurlardi.

Ocak mevcudu, aralarindaki münasebet dolayisiyla Yeniçeri askerinin azalip çogalmasina bagli olarak artar veya eksilirdi. XVI. asir ortalarinda yeniçeriler 12 bin nefer iken bunlarin sayilan 500 kadardi. XVII. asirda (1675) te cebecilerin sayilari 4180 civarindadir. XVIII. yüzyilda cebecilerin sayisi 2500-5000 arasinda degismekteydi. Yeniçeri Ocagi'nin lagv edilmesi ile ortadan kalkan Cebeci Ocagi, Asakir-i Mansûre ile yeniden tesis edilmisti.

Diger Kapikulu ocaklari gibi "orta" denilen ve 38 bölüge ayrilmis bulunan cebecilerin en büyük komutani "Cebecibasi" idi. Ortalar, kendi aralarinda silah yapan, silahlan tamir eden, barutlari islâh eyleyen, harp levazimatini tedarik edip hazirlayan ve humbara yapanlar gibi ayri ayri kisimlara ayriliyorlardi.

TOPÇU OCAGI

Top dökmek, top atmak ve top mermisi yapmak gayesiyle teskil edilen bu ocak da, Kapikulu ocaklarinin yaya kismindandi. Efradi, Acemi Ocagi'ndan saglanirdi. Osmanli ordusunda ilk top, Sultan I. Murad zamaninda 1389 yilinda Kosova Meydan Muharebesinde kullanilmistir. Yildirim Beyâzid tarafindan da gerek Istanbul muhasaralarinda gerekse Nigbolu kusatmasinda topun bir silah olarak kullanildigi, Asikpasazâde tarafindan anlatilmaktadir. Görüldügü gibi Osmanli Devleti'nin daha baslangiç yillarinda top, ordunun ayrilmaz bir parçasi haline gelmistir. Bununla beraber topun silahli kuvvetlerin agir ve önemli bir silahi olarak ordu ve donanmaya yerlesmesini saglayan, Fâtih Sultan Mehmet olmustur. Kale yikan büyük toplar ile havan topunun mucidinin de Fâtih Sultan Mehmed oldugu belirtilmektedir. Bu silahin, askeriyedeki önemi o kadar büyümüs ve devlet ona o kadar ehemmiyet vermistir ki, patlatilamayan bir topun patlamasini temin eden kimseleri bile her türlü vergi ve rüsûmdan muaf saymistir.

Topçu ocaginin top döken kismi ile top kullanan bölükleri ayri ayri idiler. Toplar, her zaman devlet merkezinde veya fabrikalarinda döktürülmezlerdi. Bazen kale muhasaralarinda kalelerin önünde de top imal edildigi görülmektedir. Nitekim Sultan II. Murad zamanindaki Mora ve Arnavutluk seferlerinde, daha sonra da Istanbul kusatmasinda develerle getirilen malzeme ile buralarda toplar döktürülmüstü.

Osmanlilar, gelecekteki ihtiyaçlarini karsilamak ve devamli bir sekilde hazirlikli bulunmak gayesiyle Istanbul'un disinda da top fabrikalari kurmuslardi. Bu fabrikalar, hudud veya hududa yakin yerlerde idi. Bu yerler:

Belgrad, Semendire sancaginin Baç (Beç) madeni, Budin, Içkodra, Praviste, Timasvar ile Asya'da Iran sinirina yakin Kerkük'ün Gülanber kalesi idi. Bu toplarin mermilerini yapan fabrikalar da Bilecik, Van, Kigi, Kamengrad, Novaberda ve Baç'da idi. Bu mermiler (yuvarlak=gülle) için de ayri ayri yerlerde depolar yaptirilmisti. Her yil ne kadar mermi ve gülle dökülecegi, Divan tarafindan planlanip Topçubasina bildirilirdi. Dökümhanelere de buna göre emir giderdi. Bir gülle dökümhanesinin yillik ortalama kapasitesi 20-24 bin aded arasinda degisiyordu. Bu mermilerin en küçükleri 320 gram agirliginda idi. Bunlar, "Sahî" denilen toplarin gülleleri idi. Sahîler, katir sirtinda tasinabilen ve yalniz iki topçu eri tarafindan kullanilabilen küçük, pratik, atesi seri ve müessir toplardi. "înce Donanma"yi meydana getiren nehir gemilerinde de bunlar kullanilirdi. Kale muhasaralarinda surlari yikmak için kullanilan toplar daha büyüktü. Bu toplarin gülleleri 70 kg. agirliginda idi. Top mermisi döken madenlerde dökücü ustalari ve yeterince isçi vardi Dökücüler, Istanbul'daki Tophaneden gönderilirlerdi.

Osmanlilar, sadece madenî degil, tas gülle de kullanmislardi. Bu gülleleri demir olanlardan ayirmak için "Tas gülle" tabirini kullaniyorlardi.

Topçu ocaginin en büyük zâbitine (subayina) "Sertopî" veya "Topçubasi" denirdi. Bundan baska Dökümcübasi, Ocak kethüdasi ve çavusu gibi yüksek rütbeli subaylari ile "Çorbaci" veya "Bölükbasi", Dökücü halifeleri" gibi subaylari ile Ocak katibi vardi.

Tophanede sivil memurlar da istihdam ediliyordu. Bunlar, Tophane Nâzin ile Tophane Emini idi. Tophane Emini, tophaneye alinan ve sarf edilen esyanin defterini tutar ve her sene hesabini verirdi. Tophane levazimi, bunun eli ile tedarik edildiginden vazifesi çok önemli idi. Bütün bunlardan anlasildigina göre Topçubasi, Dökümcübasi, Tophane naziri, top dökümcüleri kethüdasi, Tophane emini ve Topçu çavusu Tophane ocaginin yüksek rütbeli subaylarindandi.

Topçular, sayica "Cebeciler"e yakin idiler. XVI. asirda ocagin mevcudu 1204 nefer iken, XVII. asirda bu sayi 2026'ya kadar yükselmistir. Onyedinci asrin sonlarinda muharebelerin devami yüzünden sayilari 5084'e kadar çikmistir.

Oldukça islah edilmesine ragmen Sultan III. Selim'in tahttan indirilmesi (hal') esnasinda Kabakçi Mustafa'ya iltihak eden Topçu ocagi, isyana istirak etmisti. Halbuki Sultan Selim, bu ocagin, zamanin sartlarina göre islâh edilmesine ehemmiyet vermis, derece ve itibarlarini artirmisti. Vak'a-i hayriye esnasinda topçular, devlete sadik kalarak Humbaraci ve Lagimci ocaklari ile birlikte "Sancag-i Serif altina gelmislerdi. Yeniçeri ocaginin ilgasindan sonra Topçu ocagi yeni sekle göre tertip edilmisti.

Topçu ocagi ile çok yakindan ilgisi bulunan bir ocak daha vardir ki, bu da "Top Arabacilari Ocagi"dir. Osmanlilarin ilk dönemlerinde kullanilan toplar, deve, katir ve beygirlerle naklolunan küçük ve hafif toplardi. XV. asirdan sonra topçulugun büyük ölçüde gelismesi üzerine ve büyük toplarin dökülmesinden sonra, yenilik yapan Osmanlilar, bunlari araba ile savasa götürmeye basladilar. Demek oluyor ki bu ocak, toplarin daha ziyade tekemmül ederek arabalarla tasinmasindan sonra dogmustur. Arabacibasi adinda bir subayin komutasinda bulunan bu ocak da çesitli ortalara ayrilmisti.

HUMBARACI OCAGI

Farsça asilli bir kelime olan humbara, içine patlayici maddeler doldurulmak suretiyle demirden yapilmis bulunan mermi demektir. Humbaraci da bu mermiyi havan topu ile kullanan topçu (havan topçusu) demektir. Humbaranin el ile atilani (el bombasi) oldugu gibi havan topu ile atilani da vardir. Ayrica tas da atilabilirdi.

Daha çok kale kusatmalarinda ve görülmesi mümkün olmayan hedeflere karsi kullanilan havanlar sayesinde Müslüman Türkler, dikkate deger basarilar saglamislardi. Topçular gibi Kapikulu ocagina mensub bulunan humbaraci ortalarinin XVXVI. asirlar arasinda ihdas edildigi tahmin edilmektedir. Humbaracibasi adi verilen bir subayin komutasinda bulunan bu ocak mensuplari, baslangiçta biri topçulara, digeri cebecilere bagli olmak üzere iki kisimdan ibaretti. Bu ocagin esas kisminin Kapikulu gibi maasli degil, timarli oldugu bilinmektedir. Nitekim 1126 yili Safer ayinin sonlarinda Humbaracibasi tarafindan Payitahta gönderilen bir arizadan, Hotin Kalesi muhafazasinda bulunan timarli humbaraci neferatinin bulundugu anlasilmaktadir. Buna göre humbaracilari topcu, cebeci, ve timarli olmak üzere üç kisma ayirabiliriz.

Bulunmasi gereken birçok vesikada isimleri zikredilmeyen humbaracilarin müstakil bir ocak haline gelmesi XVII. asirdan sonra olmalidir. XVIII. yüzyil baslarinda büsbütün ihmale ugrayan humbaracilik mesleginin, günün sartlan ve Avrupa'daki gelismesi de göz önüne alinarak yeniden tesisi düsünüldü. Bir müddet Avusturya'da kaldiktan sonra Osmanli ülkesine iltica edip Müslüman olan Fransiz asilzâdesi Copmte de Bonneval (Ahmet Pasa), Birinci Mahmud devrinde Mirimirân rütbesi ile humbaracibasiligina tayin edildi. Humbaraci ocagi, "fenn-i humbara ve sanayi-i atesbazîde maharet-i tammesi" olan bu zat tarafindan Avrupa'daki usûl ve sistemlere uygun bir sekilde teskilatlandirilmaya tabi tutuldu. Ahmed Pasa'nin bu konudaki çabalari sonucunda Bosna'dan 301 nefer alinarak her 100 kisi bir "oda" teskil etmek üzere bir ocak vücuda getiriliyor, her bölüge bir yüzbasi, iki ellibasi, on onbasi, tabib, cerrah ve yazicilar tayin olunduktan ve ulûfeler tesbit edildikten sonra teskilât, humbaracibasinin emri ve sadrazamin nezareti altina aliniyordu. Siki bir talim ve egitim ile yetisecek olan humbaracilardan tahsillerini bitirip olgun bir hale gelenler, Vidin, Nis, Hotin, Azak ve Bosna"nin serhad kalelerine "Humbaracibasi" olarak tayin edileceklerdi.

Fabrika ve kislalari Üsküdar'da bulunan humbaracilarin, devlet askerî teskilâti bakimindan önemli bir yeri bulunduklari anlasilmaktadir. Yeniçeriligin ilgasi esnasinda meydana gelen olaylarda, devletin yaninda yer almis olan Humbaraci Ocagi, Asakir-i Mansûre ordusu içinde topçulara baglanarak ayri bir ocak olmaktan çikmis oldu.

LAGIMCI OCAGI

Kusatma altindaki surlarinin altindan tünel (lagim) kazmak suretiyle yikan veya düsmanin açtigi tünelleri kapatan bir ocaktir. Osmanli ordusunda mühendislik bilgisine dayali olan bu ocak, XVII. asrin ortalarindan itibaren bozulmaya yüz tutmustu. Biri, Cebecibasinin komutasinda ve maasli, digeri de Lagimcibasi denilen komutanin emri altinda ve timarli olan iki kisma ayriliyorlardi.

Yer altinda yollar açarak fitil ve barutla kale bedenlerini yikan veya lagim açarak berheva eden lagimcilik, Osmanli ordusunda çok gelismisti. Gerçekten, günümüzün istihkâm sinifi diye adlandirabilecegimiz bu ocak hakkinda su ifadeler kullanilmaktadir: "XVIII. asra kadar Türk istihkamcisi, gerek teknik ve gerekse tabya bakimindan dünyanin mukayese edilemeyecek kadar en üstün istihkâm sinifi idi. Bunu, o dönemin bütün Avrupali yazarlari ve taninmis generalleri teyid etmektedirler. Modem Avrupa istihkamciliginin kurucusu da Türklerdir. Türk istihkâm teknigini ilk defa Fransizlar ögrenmis ve XIV. Louis devrinde tatbik etmislerdir. Daha sonra bu teknik bilgi, Avrupa ordulari tarafindan aynen iktibas edilmistir. (Lavisse-Rambaud, VI, 96) Avrupa istihkamciliginin babasi sayilan mühendis general Vauban, ilk defa Türkler'den ögrendigi tabya teknigini, 1673 senesinde Hollanda'nin Maestricht kalesi kusatmasinda kullanmis, basarili olmasi üzerine ayni asrin sonlarinda bu teknik, bütün Avrupa'ya yayilmistir. Vauban, Türk istihkam tabyasini Kandiye'de ögrenmisti."

Vazifesi, sadece tünel açmakla bitmeyen bu ocak, hem ordunun hem de agirliklarinin geçirilmesi için köprü yapmak ve gerekiyorsa mevcudlari tamir etmek gibi vazifelerle de yükümlü idi. Kale muhasaralarinda bunlarin bilgi, teknik ve faaliyetlerinden epey istifade edilmistir. Bu sayede zapti kabil olmayan pek çok kale, bu ocak mensuplarinin açtiklari tüneller sayesinde kolayca ele geçirilmisti. Nitekim Serdar-i Ekrem Köprülüzâde Ahmed Pasa'nin 1078 (1667) senesindeki Kandiye kusatma ve fethinden bahs edilirken lagimcilarin burada ne denli hizmet ve yararliliklar gösterdigine temas edilir. Bu tarihten sonra da Osmanlilarin lagimciligi yavas yavas gerilemeye baslamisti. Bu sebeple olsa gerek ki, 1207 (1792) de "Nizam-i Cedid" denilen yeni bir sistemle dönemine göre modern bir hale getirilmeye çalisildi. Bu maksatla ocak, biri lagim baglamak, digeri köprü, tabya ve kale yapmak gibi mimarî bilgi gerektiren iki kisma ayrildi.

KAPIKULU SÜVARISI

Osmanli kapikulu ordusunu teskil eden ikinci sinif askerî güç, Kapikulu süvarisidir. Osmanlilarin muvaffakiyetli hamlelerinde bu sinifin da büyük bir hissesi vardir. Osmanli topraklan genisledikçe timarlar çogaliyor, timarlar çogaldikça da timarli süvari (sipahi)nin sayisi da artiyordu. Fakat bunlar, kendi timarlarinda ikamet ettiklerinden, basarilari mahdud kiliyordu. Bu bakimdan daha kurulus yillarindan itibaren devlet merkezinde, yeniçeriler gibi devamli ve maas alan bir süvari birliginin bulundurulmasi ihtiyaci hissediliyordu. Bu sebeple Sultan I. Murad döneminde, Rumeli Beylerbeyi olan Timurtas Pasa'nin yardim ve tavsiyesiyle ilk adim atilmis oluyordu. Önce "Sipah" ve "Silahdar" adi ile iki bölük olarak teskil edilen Kapikulu süvarisine daha sonra "Sag Ulûfeci" ve "Sol Ulûfeci" (Ulûfeciyan-i yemin ve yesâr) ile "Sag ve Sol Garipler" (Gureba-i yemin ve yesâr) ismi verilen dört bölük daha ilave edilerek Kapikulu süvari ocagi alti bölüge yükseltilmis oldu.

Kapikulu süvari sinifini meydana getiren efrad da devsirme çocuklari ile harplerde esir alinan çocuklardan meydana geliyordu. Bunlar da yeniçeriler gibi hükümdarin sahsina mahsus olan atli kuvvetler idi. Bunlardan vücutça uygun ve kabiliyetli olanlar, Istanbul, Edirne ve Gelibolu saraylarinda terbiye olunduktan sonra yedi senede bir "Bölüge çikmak" tabir edilen bölüklere verme islemi yapilirdi. Derece ve maas itibariyle yeniçerilerden daha yüksek olmalarina ragmen, idare üzerindeki nüfuzlari ve harplerdeki önemleri itibariyla onlar kadar ilerde degillerdi.

Kapikulu süvari birliklerinden ilk ikisine "Bas", öbür ikisine "Orta", son ikisine de "Asagi bölükler" adi verilmisti. Bunlardan sipah bölügüne "Kirmizi bayrak", silahtar bölügüne "San bayrak", orta ve asagi bölükler için de Alaca bayrak" tabiri kullanilirdi.

Kapikulu süvarileri, hükümdarla birlikte sefere gittikleri zaman onun sag ve solunda yürürlerdi. Sipah sagda, silahtar da solda bulunurdu. Sipahin saginda sag ulûfeciler, silahtarlarin solunda da sol ulûfeceler yürürlerdi. Bunlarin sag ve solunda da sag ve sol garipler yürüyorlardi.

Sipah ve silahtarlar, muharebe meydaninda padisahin çadirini (Otag-i hümâyun), ulûfeciler gerek muharebe esnasinda, gerekse konaklama yerlerinde saltanat sancaklarini, garipler ise ordu agirliklari ile hazineyi muhafaza ederlerdi.

Adi geçen "Alti Bölük" efradi, hayvan besledikleri için devlet merkezinden fazla uzak olmayan ve mer'asi bol yerlerde ikamet ediyorlardi. Bu yüzden bunlardan bir kismi Bursa ile Edirne, bir kismi da Istanbul ve civarinda ikamet etmek zorunda idiler. Kanunî Sultan Süleyman zamanindan baslamak üzere, bunlardan 300 kisi, sefer zamanlarinda devlet merkezinde bir çesit yaverlik yapmak vazifesi ile görevlendirilmislerdi. Mülazim adi verilen bu 300 kisi, baris zamanlarinda mirî mukataalarin idaresi ile cizye cibâyeti (toplanmasi) gibi islerle görevlendirilmislerdi.

Kapikulu süvarilerini meydana getiren her bölügün âmiri olarak ayri ayri agalari vardi. Bunlar, Sipah agasi, Silahtar agasi, Sag ulûfeciler agasi gibi isimler aliyorlardi. Belge ve kanunnâmelerde bu isimler aynen kullaniliyordu. Nitekim 18 Muharrem 973 (15 Agustos 1565) tarihli Semendire ve Belgrad'a kadar yol üzerinde bulunan kadilara gönderilen hükümde bu isimlerden ayni lafizlarla söz edilmesi bunun örneklerinden biridir. Protokol bakimindan bunlarin en ileride olani Sipah agasi oldugu gibi, bunun komutasinda bulunan bölük de en itibarli bölük idi. Agalardan baska her bölügün bölükbasilari, kethüdalari, kethüda yeri, katip ve kalfa isimlerini tasiyan bir komuta heyeti ile basçavus ve çavus adlarinda küçük rütbeli zâbitleri vardi.

Kapikulu süvarilerinin kullandiklari silahlar, genellikle o dönemde her kavim ve millet tarafindan kullanilan silahlardi. Bunlarin orijinalligi, silahlarin imal ve kullanilmasinda idi. Türk silahlarinin daha hafif, yani tasinma ve kullanilmasinin kolay olmasi bir üstünlük sagliyordu. Hafif silahlar grubuna giren bu silahlar, ok, yay, kalkan, harbe veya mizrak ile bele takilan balta, pala veya hançerle atlarin eger kasina asilmis olan gaddare denilen genis yüzlü kisa bir kiliç ve bozdogan ismi verilen yuvarlak basli bir agaç topuzdu. Kapikulu süvarilerinin bellerindeki ok keselerinde (sadak) oklari vardi. Muharebelerde, bu silahlardan duruma göre uygun olanini kullanirlardi. Bu süvarilerin üzerlerinde çelik zirhli gömlekler vardi. Kalkanlari ise elbise ve basliklarinin renginde boyanmisti. Muharebelerde yanlarinda yedek hayvanlari da bulunurdu.

Sultan III. Murad döneminden önce hariçten bir kimsenin giremedigi bu ocaga, adi geçen hükümdar zamaninda, disardan iltihaklar basladi. Ocak teskilâti bozulduktan sonra "veledes" denilen süvari ogullari da ocaga alinmaya baslamisti. Kanunî Sultan Süleyman zamaninda sayilan yedi bin kisi civarinda iken, hariçten ocaga girenler yüzünden bu sayi yirmi bini bulmustu. Bilahere Kaptan-i Derya Kara Murad Pasa'nin, ocaklari, Ibsir Pasa aleyhine kiskirtmasi sonucunda süvari mevcudu, ocaktan tard edilmis olanlari da tekrar almak suretiyle elli bine ulasmisti XVII. asrin ortalarinda, vezir olarak Osmanli Devleti'ne hizmet etmis bir aile olan Köprülüler iktidara geçince, devletin inhitatini uzunca bir süre yavaslatmaya ve hatta durdurmaya basladiklari gibi bazi islahat hareketlerinde de bulunmaya tesebbüs etmislerdi. Iste bu dönemde, süvari bölüklerinde yapilan tenkisatla sayilan on bes bin civarina indirilebilmisti. Bunlarin, yaptiklari bazi isyanlari da bastirilinca takibata ugradilar. Bunun üzerine önemleri kalmayan bir sinif haline geldiler. Zaman zaman zorbaliklar yapan ve isyan eden bu askerî birliklerin, Dördüncü Murad ile Köprülü Mehmed Pasa'dan yedikleri iki büyük darbe, bunlari önemsiz bir hale getirmisti. Hezarfen Hüseyin Efendi, bunlarin, bu dönemdeki sayilarini su rakamlarla bize aktarmaktadir. Ona göre Sipah bölügü 7203, Silahtar bölügü 6254, Ülûfeciyan-i yemin 488, Ulûfeciyan-i yesâr 488, Gureba-i yemin 410, Gruba-i yesâr 312 olmak üzere toplam 15155 kisiye kadar yükselmektedir.

XVIII. asirdan itibaren sayi ve güçleri giderek zayiflayan Kapikulu süvarisi de "Vak'a-i Hayriye" diye adlandirilan ve yeniçeriligin ortadan kalkmasiyla sonuçlanan olayda lagv edildiler. Yeniçerilerin bu siralardaki serkeslik ve isyanlarina katilmayan bu ocak mensuplarindan, isteyenlerin yeni kurulan modem süvaride vazife almalarina müsaade edilmisti.

EYÂLET ASKERLERI

Osmanli kara ordusunun ikinci kismini meydana getiren, devletin büyümesinde, gelismesinde ve sinirlarini genisletmesinde önemli derecede rolü bulunan askerî kuvvet, eyalet askerleridir. Bunlan : Yerli Kulu, Serhad Kulu, ve Timarli Sipahiler olmak üzere 3 grup halinde ele alabiliriz.

YERLIKULU

Yerli Kulu piyadesi, eyalet pasalari ile sancak beylerinin komuta ve idaresinde bulunan, komutanlari da bunlar tarafindan tayin olunan muntazam ve disiplinli bir askerî siniftir. Rikab-i Hümayûndaki askere Kapikulu dendigi gibi, devlet merkezinin disinda bulunan bu askere de Yerli Kulu denmekteydi. Hizmet gördükleri müddetçe maas alabilen bu askerî sinifin iasesi, eyalet veya sancak beyi vasitasiyle veyahutta devlet hazinesinden verilirdi. Bu sinifa dahil askerleri de gördükleri hizmetlere göre: 1 Azepler, 2 Sekban ve tüfekçiler, 3 Icareliler, 4 Lagimcilar, 5 Müsellem'ler olmak üzere bes gruba ayirmak mümkündür.

AZEPLER

Yerlikulu askerinin ilk sinifini meydana getiren azepler, harplerde büyük hizmetler görüyorlardi. Ordunun ön saflarinda yer almalarindan dolayi düsman taarruzuna en çok onlar maruz kaliyorlardi.

Kelime olarak "bekâr" demek olan azep tabiri, Osmanli askerî teskilâtinda: bekâr, güçlü ve kuvvetli olan gençlerden meydana getirilmis bir askerî sinif için kullanilmaktaydi.

Klasik Osmanli ordusunda azepler, Anadolu'daki Müslüman Türklerden kurulu hafif piyade askerî birligidir. Bununla beraber yine ayni adi tasiyan ve 1450'den sonra Fâtih Sultan Mehmed tarafindan teskil olunan kale azepleri de vardir.

Osmanlilarin ilk dönemlerinden itibaren XVI. asrin yarisina kadar meydana gelen harplerde hafif okçu kuvvetlerine ihtiyaç vardi. Bu bakimdan, harp esnasinda ne kadar azebe ihtiyaç varsa tesbit edilirdi. Tesbit edilen miktar, sancaklara taksim edilirdi. Böylece ihtiyaca göre 20 veya 30 hâne (ev)den bir azep istenirdi. Istenilen azebin bekâr, güçlü ve kuvvetli olmasi lazimdi. Sancaga bagli kazalardan seçilen her azebin ücret ve masrafi onu seçen yere ait olup bu, XV. asrin sonu ile XVI. asirda her azeb için 300 akça tutmakta idi. Her azebin, askerden kaçmamasi için bir kefili vardi. Kaçtigi takdirde masraf bu kefilinden alinirdi. Azeplere verilecek para, azeb alinan yer ile halkinin servetine göre tahsil edilirdi. Sefer hazirligi esnasinda azeplerin toplanmasina "Azep çagirtmak" denirdi. Bunlarin maaslari olmadigindan harp zamanlarinda bütün vergilerden muaf sayilirlardi.

Ok, yay ve pala gibi hafif silahlarla donatilmis olan azepler, ordunun ön saflarinda bulunduklarindan ilk olarak onlar düsman hücumuna maruz kalirlardi. Bunlarin gerisinde toplar, onlarin arkasinda da yeniçeriler yer alirdi. Savas basladigi zaman azepler saga sola açilmak suretiyle topçunun rahat ates etmesine imkan saglarlardi.

Bahsimize konu teskil eden ve iki asirdan fazla büyük hizmetler ifa eden hafif piyade azepleri, XVI. asir ortalarinda, Kanunî Sultan Süleyman saltanatinin sonlarina dogru ilga edildiler. Kale azepleri ise 1826 senesine kadar hizmetlerine devam ettiler.

SEKBAN VE TÜFEKÇILER

Yerlikulu piyadelerinden olan sekbanlar, askere ihtiyaç hasil oldugu zaman, gönüllü olarak toplanan köy halkindan olduklari için, diger birlikler gibi saglam bir askerî egitime sahip degillerdi. "Salyâne"den kurtulmak için zaman zaman Hiristiyanlar bile bu birlige istirak edebiliyorlardi. Bunlar, bulunduklari bölgenin pasasindan baskasini tanimazlardi. Hizmet gördükleri müddetçe ulûfe alirlardi. Sekbanlar, "Bayrak" ismi ile siniflara ayrilirlardi. Sekban bölükbasisi ve Bayraktar adinda subaylari vardi. Bunlar, silah olarak kiliç kullanirlardi.

Zamanla sekbanlarin önemleri azalinca bunlarin yerini "Tüfekçi" adi ile yeni bir piyade sinifi aldi. Her elli-altmis tüfekçi bir bayrak kabul edilerek, "Gönüllü zabiti" adi verilen bir subayin komutasi altinda bulunurdu. Her sancak veya eyaletteki tüfekçi bayraklari, "Tüfekçi basi" adi verilen bir subayin komutasina verilirdi. Önemli eyaletlerden üçer veya beser tüfekçi basi varsa, bunlardan biri bas seçilerek adina "Serçesme" denirdi.

ICÂRELILER

Hudud boylarinda bulunan sehir ve kalelerde istihdam edilen yerli topçulardan meydana getirilen bir siniftir. Ücretle vazife gördüklerinden dolayi kendilerine bu isim verilmistir. Komutanlari, topçulugu iyi bilen ve "Topçu agasi" adi verilen bir kimsedir. Topçu agasi, eyalet pasalarinin komutasinda bulunmak üzere payitahttan gönderilirdi.

LAGIMCILAR

Yerlikulu askerinin bir bölümünü teskil eden bu sinif, hududa yakin bulunan önemli bazi kalelerin aniden muhasara edilmesi düsünülerek kurulmus bir siniftir. Ayrica düsman tarafindan kazilacak hendek ve tünellere mukabil hendek ve tünel kazmak suretiyle harbi kazanmak gayesi güdülmüstü. Kapikulu ocaklarindan olan Lagimcilarla ayni vazifeyi görmelerine ragmen bunlarin durumlari daha farkli idi. Zira bunlar, baris zamanlarinda da bagli bulunduklari kalelerde bulunuyor ve genellikle Hiristiyan tebeadan meydana getiriliyorlardi. Bunlar, devlet merkezinden gönderilen ve "Lagimcibasi" denilen bir subayin komutasina verilmislerdi.

MÜSELLEMLER

Osmanli Devleti'nde, pek çok görevi yerine getiren müsellemler, harp zamanlarinda ordunun geçecegi yollan temizlemek, köprüleri tamir etmek ve yol açmak gibi hizmetlerle de mükellef idiler: Buna karsilik baris zamanlarinda bütün vergilerden muaf sayiliyorlardi. Zaten bu ismi bu yüzden almislardi. Rumeli'de genellikle Hiristiyan tebeadan olan müsellemlere karsilik, Anadolu'da Müslüman tebea istihdam olunurdu. Bunlara "Yörük" ismi verilirdi.

SERHAD KULU

Osmanli kara ordusunun, önemli bir bölümünü meydana getiren eyâlet askerlerinin bu ikinci sinifi olan Serhad kulu da, hizmet ve durumlarina göre ayri kategorilerde mutalaa edilmistir. Bu sinif: Akincilar, Deliler, Gönüllüler ve Besliler olmak üzere daha küçük birliklere ayrilmislardir.
RoxBury - avatarı
RoxBury
Ziyaretçi
9 Eylül 2007       Mesaj #4
RoxBury - avatarı
Ziyaretçi
AKINCILAR

Serhad kulu grubunun en önemli birligini akincilar teskil ederdi. Müslüman Türklerden meydana getirilen hafif süvari kuvvetlerine verilen bu isim, 500 sene sonra Avrupa'da "komando" olarak ortaya çikacaktir.

Serhad denilen hudud boylarinda bulunan akincilar, fevkalade disiplinli bir teskilâta sahiptiler. Bunlar, atlarla düsman içlerine kadar sokulur, gerek bizzat gördükleri, gerekse düsmandan elde edilen esirler vâsitasiyla ögrendikleri bilgileri degerlendirerek önemli bir istihbarat agi kurmuslardi. Öncü kuvvetler olduklari için, ordunun kesif hizmetlerini görüyorlardi. Bundan baska onlar, düsman topraklarindaki araziyi tedkik ederek orduya yol açiyorlardi. Çok seri hareket ettikleri için, düsmanin pusu kurmasina imkan vermiyorlardi. Ayrica ordunun geçecegi yerlerdeki mahsûlü korumak suretiyle ekonomik bir fayda da sagliyorlardi. Akincilar, esir almak suretiyle bölgede bulunan nehirlerin geçit yerlerini de ögreniyordu. Bunun içindir ki akincilar, esas ordudan dört bes gün daha ileride bulunurlardi. Günümüzün motorize birlikleri gibi pek seri ve sür'atli hareket ettikleri için, düsmana karsi dehset saçar ve onlarin maneviyati üzerinde çok etkin psikolojik tesirde bulunurlardi.

Islâmî suurdan kaynaklanan bir ruha sahip olan akincilarin, ordunun basarisi için yaptiklari akinlarda, pekçok esir aldiklari bir gerçektir. Akinci anlayisina göre savasmak (cihad yapmak) hem dinî hem de millî bir vazifedir.

Hafif süvari birlikleri olduklarindan, düsman kale ve ordusu üzerine varmayan akincilar, ordu için yollan açiyorlardi. Bu yollarin birkaç yönden açilmasi gerekiyordu. Ordunun hedefi olan ülke, hem maddî hem de manevî bir sekilde yipratilmali idi. Düsmanin, maddî güç kaynaklari yok edilmeli, ekonomisi ile ordusu hirpalanmali idi. Halka korku salip onlarin manevî güçlerini kirmak gerekiyordu. Elde edilmesi mümkün olan her türlü gizli bilgi elde edilmeliydi. Akincilarin açtiklari bu yol ve verdikleri hizmetten sonra, Padisah veya Serdar-i Ekrem asil ordu ile gelip harp ederlerdi.

Akincilar içinde devsirme yoktur. Bu sinifa, Arnavut ve Bosnak gibi, Osmanlilar vasitasiyle Müslüman olanlar da alinmazdi. Akinci olabilmek için Osmanli Türkü olmak gerekiyordu. akinci beylerinin çogu, Osman Gazi'nin arkadaslari olan maruf komutanlarin çocuklaridir. Akinci beyleri, istediklerini ocaga alir, istemediklerini de almazlardi. Bu konuda Divan anlari tamamiyla serbest birakmisti. Bu yüzden Divan, onlarin bu tasarruflarina karismazdi. Akinci ocagi beyleri, genis bir yetkiye sahip ve dogrudan dogruya padisahtan emir alan kimselerdi.

Büyük bir kismi, Avrupa ve Balkan halklarinin dillerini çok iyi biliyordu. Bu sebeple sinirlarin ötesinde kendilerine bagli birçok ajanlari vardi. Bu ajanlar sayesinde akincilar, Orta Avrupa ve ötesi hakkinda günlük bilgileri elde edebiliyorlardi. Bu sekilde hareket etmek, onlar için bir zorunluluktu. Aksi takdirde girisecekleri akin bir felaketle sonuçlanabilirdi.

Her biri ayri bir komutana bagli bulunan akinci birlikleri, ayri ayri yerlerde ikamet ediyorlardi. On kisilik akinci birliginin komutanina onbasi, yüz kisilik birlik komutanina yüzbasi, bin kisilik birligin komutanina da binbasi deniyordu. Bütün bunlarin üstünde de "Akinci beyi" denilen akinci komutani vardi ki, buna akinci sancakbeyi denirdi.

Düsman ülkesine yapilan bir akinin, akin adim alabilmesi için o taarruzun akinci komutanlarinin emrinde olmasi lazimdi. Akinci komutani kendisi sefere istirak etmez, gönderdigi birlik te 100 veya daha fazla kisiden meydana geliyorsa buna "Haramîlik", 100 kisiden daha az ise buna da "Çete" denirdi. Hazar zamaninda (harb olmadigi zaman) akincilar, kendi is ve talimleri ile mesgul olurlardi. Düsman ülkesine yapilan akinlar, gelisigüzel degil, bir plan ve program dahilinde olurdu.

Rumeli'de ayri ayri ocaklar halinde bulunan akincilar, komutanlarinin isimleri ile anilirlardi. Osmanlilar'in ilk fetihleri zamaninda Evrenos Bey akincilari vardi. Daha sonra Mihalogullari, Turhan ve Malkoç Bey akincilari meydana çikti. XVI. asir sonlarina kadar söhretlerini muhafaza eden akincilar, Osmanli fetihlerinde önemli rol oynamislardi. Genelde Akincilar, Rumeli sinir boylarinda kullanilmakla birlikte zaman zaman Anadolunun dogusunda da istihdam edilmislerdir.

Savaslarda basarili olan akincilara dirlik tahsis edilince timarli akincilar ortaya çikti. Böylece akincilar, timarli ve vergiden muaf olanlar diye iki gruba ayrilmis oldular. XVII. asir baslarindan itibaren vergiden muaf olanlar, bazi kadilar tarafindan vergi vermeye zorlanmis görünmektedirler. Merkezden gönderilen emirlerle kadilarin bu neviden davranislarindan vaz geçmeleri istenmektedir. Nitekim 1014 (1605) senesine ait bir hükümde söyle denilmektedir:

"Akinci taifesinin sakin olduklari yerin kadilarina hüküm ki, kadimu'l-eyyamdan olan sefer-i hümayunuma eser akinci taifesi sefere estikleri (sene) umûmen avanz-i divâniye ve tekâlif-i örfiyeden muaf ve müsellem olmak babinda emr-i serifim vârid olmus iken, haliya taife-i mezbureye kudat tarafindan tekâlif çektirilmekle, sefere ihraç olunmak lazim geldikte taife-i mezbûre sair reaya gibi hem tekâlif çekeriz ve hem sefere teklif idersiz deyü sefere gitmekte taallul ettikleri ilam olundu. Imdi taife-i mezbûre memur olduklari sefere gelüp hizmet ettiklerinden sonra tekâlif ile rencide olunmamak ferman olunmustur."

Akincilarin silahlan, bir zirhli gögüslük ve yaka ile mizrak, kalkan ve atlarinin egerine takili basi topuzlu bir bozdogandi. Akincilarin tamami zirh kullanmazdi. Bunlarin yiyecekleri ve kaplari da kendileri gibi hafifti. Atlarinin egerine asili birer küçük kushâne ile yemek islerini görürlerdi. Çogu zaman bu tencerede pirinç, kavurma veya koyun pastirmasini pisirirlerdi.

XVI. asir sonlarina kadar Bati'da önemli hizmetlerde bulunan akincilarin sayisi, zaman ve sartlara bagli olarak azalip çogaliyordu. Nitekim 1530 Budin ve 1532 Alman seferinde sadece Mihaloglu Mehmed Bey'in komutasinda 50 binden fazla akinci vardi.

Eflak Beyi Mihal'in isyanindaki harekâtta (1595), Vezir-i A'zam Sinan Pasa'nin tedbirsiz hareketi sonucu adeta mahv olurcasina zayiat veren akincilar, bundan sonra pek fazla is yapamadilar. Gerçi XVII. yüzyilin ilk yarisi içinde cüz'î bir kuvvetle bazi muharebelerde görünmüslerse de eski kuvvet ve kudretlerine ulasamadilar. Bundan sonra akincilarin vazifesi, Tatar ve Kirim Hani kuvvetleri tarafindan görülür olmustu. Varligini ismen de olsa uzun süre devam ettiren akincilik, 1826 yilinda resmen ortadan kaldirilmisti.

DELILER

Serhad kulu askerinin bir bölümünü de "Deliler" teskil ediyordu. Bunlarin büyük bir kismi Türk'tü. Öncü birliklerden olan ve deli denilen bu atlilar da akincilar gibi gözünü budaktan sakinmiyorlardi. Gerçekten bu sinifa mensub olanlar, öyle bir cesarete sahip idiler ki, asir "delil" demek olan bu tabir, cesaretlerinden dolayi halk arasinda "deli" olarak meshur olmustu. Iri yan ve cesaretli kimselerden meydana gelen bu hafif süvari birligi, ocaklarini Hz. Ömer'e kadar dayandirirlar. Fevkalade cesaret, atilganlik ve korkunç kiyafetleri ile düsmana dehset veren Deliler, hep galip gelirlerdi. Bu sinif askerî birligin parolasi "yazilan gelir basa" seklinde idi. Böyle bir anlayis ve suura sahip olduklari için hiç bir tehlikeden çekinmezlerdi.

Sancak beyi veya beylerbeyi maiyetinde olan delilerde, akincilarin bütün silahlan vardi. Bunlarin her ellialtmis kisisi "bayrak" adi ile bir birlik meydana getiriyordu. Bu birliklerin birkaç tanesi "Delibasi" adinda bir subayin komutasinda idi. Birkaç delibasinin askerleri de "Alaybeyi" veya "Serçesme" denilen daha yüksek rütbeli bir subayin komutasina havale edilmislerdi.

XVI. asirlardan önce pek görülmeyen bu askerî birlik, Türklerden baska Bosnak, Sirp ve Hirvat gibi Müslüman olmus cengaverlerden meydana gelmisti. Bunlar, tamamiyle Rumeli halkindan olduklari için orada bulunurlardi.

Baslarinda, benekli sirtlan derisinden yapilmis ve üzerine kartal kanatlari takilmis bir baslik bulunurdu. Salvarlari kurt veya ayi derisinden olup tüyleri disarda idi. Bu kiyafetleri ile deliler, düsmana büyük bir korku verirlerdi.

Devlette, zaaf belirtilerinin görüldügü XVIII. asirdan itibaren bu askerî birlik de önemini kayb etti. Yeniçerilerin ortadan kaldirilmasi ile bunlar da lagv edildi.

Serhad kulu askerini teskil eden "Gönüllü" ve "Besliler" diye iki ayri birlik daha vardir. Hafif süvari birlikleri olan bu birlikler, zamanlarina göre önemli hizmetler ifa etmislerdi. Bunlar, hududlardaki sehir ve kasabalarin muhafazasina memur edilmislerdi. Bu birlikler, ulûfelerini bulunduklari yerin maliyesinden aliyorlardi. Atli ve tüfekli olan gönüllü sinifi sag ve sol gönüllüler diye ikiye ayriliyorlardi. Besliler de sag ve sol besliler diye ayrildiklari gibi "Cemaat-i besluyan-i evvel", "Besluyan-i sani", "Besluyan-i salis" ve "Besluyan-i rabi" gibi isimler alirlardi.

TIMARLI SIPAHILER

Osmanli eyâlet kuvvetlerinin en kalabalik ve önemli sinifini timarli sipahi denilen atli birlikler meydana getiriyordu. Devletin büyüyüp gelismesinde baslica rolü oynayan toprakli ve timarli süvari teskilâti, daha önceki Müslüman Türk devletlerinde de vardi. Osmanlilar, bu sistemi daha da gelistirmislerdi. Bu sayede Osmanlilar, bir taraftan topragin islenmesini saglarken, öbür taraftan devletin atli ihtiyacini gideriyorlardi. Bu mânâda kendilerine dirlik verilmis olan toprak sahipleri, buna mukabil devletin muhafazasini üzerlerine almislardi. Kurulus döneminden itibaren devam edegelen bu sistem, uzun müddet devam etmisti. Böylece devletin asker ihtiyaci, kendilerine timar vermek suretiyle halk tarafindan karsilaniyordu.

Dirlik verilen timar sahibi, elindeki imkânlardan istifade ile "Cebelû" veya "Cebelî" denilen bir askerî güç bulundurmak zorunda idi. Timarli sipahilerin besleyecekleri asker (cebelû) sayisi, timarin gelirine göre degisiyordu. Sefer esnasinda timar sahibi olan sipahi, cebelûleri ile birlikte harbe istirak etmek zorunda idi. Aksi takdirde geri verilmemek üzere timari elinden alinirdi. Mesru bir mazeretinden dolayi gelemeyen veya beylerbeyinin emri ile güvenlik mülahazasiyla yerinde kalip sefere istirak etmeyenler için böyle bir ceza uygulanmazdi. Atli olan bu askerî sinif, binicilikte ve kiliç kullanmada son derece maharet sahibi idi. Piyadelerin korunmasi bunlarin sayesinde mümkün oluyordu.

Cebelûler, genellikle Anadolu gençlerinden teskil ediliyorlardi. Bununla beraber bazan sipahinin para ile satin aldigi veya savaslarda esir etmis oldugu kimselerden de olabilirdi. Cebelûnun bütün masrafi "sahib-i arz" da denen timar sahibine aitti. Sipahi, kendi bölgesinde veya bagli bulundugu sancak dahilinde oturmak zorunda idi.

Timarli sipahiler her sancakta bir kisim bölüklere ayrilmislardi. Her bölügün "Subasi" denilen çeribaslari ile bayraktar ve çavuslari vardi. Timarli sipahilerden her on bölük (bin kisi) bir alaybeyinin komutasi altinda bulunurdu. Alaybeyleri ise sipahileri ile birlikte bagli bulunduklari sancakbeylerinin, onlar da eyalet valisi olan beylerbeyinin komutasi altinda sefere giderlerdi. Timarli sipahilerin iyi atlari, kiliç, kargi, kalkan ve oklari ile baslarinda migfer, üstlerinde de zirh bulunurdu. Savas esnasinda ordunun sag ve solundaki kanatlari teskil ederek hilal seklini almak suretiyle yandan gelecek saldirilara karsi merkezi muhafaza ediyorlardi. Savasta ölen sipahinin çocuklari devlet tarafindan himaye edilir ve çocuklarindan birine dört bin, ikincisine üç bin akçalik timar baglanirdi.

Bilindigi gibi mirî arazi rejiminin bir sonucu olarak ortaya çikan dirlik sisteminde sipahî, topragin gerçek sahibi degildir. Bu sebeple o, tasarruf hakkini elinde bulundurdugu araziyi herhangi bir sekilde satamayacagi gibi varislerine miras da birakamazdi. O, devlet tarafindan belli hizmetler karsiliginda kendisine verilen araziyi kullanma (tasarruf) yetkisine sahiptir. Kanunnâmelerle belirlenen kaidelerin disina çikamaz. Bu bakimdan, vazifesini kötüye kullandigi veya timarinda çalisanlara (reâya) zulm ve teaddi ettigi kesin olarak belirlenen sipahinin topragi elinden alinirdi. Kendisi ayrica cezaya da çarptirilirdi. Bununla beraber sipahinin seferde ölmesi halinde timari çocuklarina kalirdi. Nitekim daha Osman Gazi zamaninda, sipahi, çocuklari ve timarla ilgili bazi kanunlarin yürürlüge girdigi bilinmektedir. Asikpasazâde'nin ifadesine göre ölen dirlik sahibinin timari, ogluna verilecektir. Sayet ölen kimsenin oglu küçük ve sefere gidemeyecek yasta ise, o zaman onun yerine hizmetçileri sefere gideceklerdir. Böyle bir uygulama, seferdeki sipahiye daha bir kuvvet kazandiriyordu. Insan ruh dünyasinin karmasik isteklerinden biri de kendinden sonra evlatlarina bir seyler birakma arzusudur. Binaenaleyh, tam anlamiyla maliki olmasa bile öldükten sonra topraginin kendi çocuklarina intikal edecegini bilen bir sipahi, sefer esnasinda cephe gerisinden emin demekti. Bu da ona ayri bir güç veriyordu. Çünkü ölse bile, devletin kendi çocuklarini koruyacagini biliyordu. Bu bilgi, ona bir dinamizm veriyordu.

Kanunî Sultan Süleyman'in son zamanlarina kadar Türk ordusunun en güçlü askeri olan timarli sipahi, bilhassa XVI. yüzyilin sonlarindan itibaren bu sinifin arasina da yabancilarin girmesiyle yavas yavas bozulmaya yüz tutmustu. Bunlarin, disiplinli ve muntazam olmalari, Kapikulu ocaklari ile bir denge sagliyordu. Timarlarin önemlerini kayb etmesi, timarlarin muharib olmayan siniflara verilmesi ve bazi timar gelirlerinin mukataa-i miriye adi ile hazineye aktarilmasi, bunlarin nüfuzlarinin azalmasina sebep oldu. Keza, XVII. yüzyilin ortalarindan itibaren hizmet bölüklerinin kaldirilmasi üzerine timarli süvariler, adeta yaya, müsellem ve yörükler gibi top, cephane ve diger harp levazimatini, nakl etmek, kalelere zahire götürmek, tamir islerinde hizmet görmek ve benzer daha nice geri hizmetleri ile vazifelendirildiler. Bu uygulama, teskilat için ikinci bir darbe oldu.

XVII. asir baslarina kadar Anadolu ve Rumeli'deki timarli sipahîlerle, bunlarin kanunen beraberlerinde harbe götürmeye mecbur olduklari "Cebelû" sayisi 90 binden fazla iken bu miktar, sonralari üçte bire inmisti. Timarli sipahi askerinin azalmasi sonucunda valiler, kapilarinda besledikleri derme çatma levend, sarica, sekban gibi kuvvetlerle bunlarin yerlerini doldurmaya çalistilar.

Devlet Teşkilatı

Osmanlilar'da Devlet Teskilâti, Kültür ve Medeniyet: Devlet teskilâti, merkez ve eyâlet olmak üzere ikiye ayrilirdi.

Merkez Teskilâti: Merkeziyetçi idareye sahip Osmanli Devleti'nin basi, (Padisah), (Sultan), (Hünkâr), (Hân), (Hakan) da denilen hükümdardi. Padisah, bütün ülkenin hâkimi, idarecisi ve Osmanli hanedaninin temsilcisidir. Osmanli padisahlari Sultan Birinci Selim Hân (1512-1520) zamaninda 1516 tarihinden itibaren Halîfe sifatini kazanmalariyla, Müslümanlarin da lideri oldular. Padisah, ülkede mutlak hâkim, dünyada da Müslümanlarin temsilcisi olmasina ragmen; salâhiyetleri, vazifeleri kanunnâmedeki ser'î, örfî hukuka göredir (Bkz. Padisah). Vazife ve salâhiyetleri, devlet teskilâtinda müesseseler ve yüksek kademeli memurlar tarafindan da paylasilirdi. Divân-i Hümâyûn ve Sadr-i âzam padisahin en büyük yardimcilariydi. Divân-i Hümâyûn (Bakanlar Kurulu) Sadr-i âzam da (Basbakan) mahiyetindeydi. Divân-i Hümâyûn da devletin birinci derecede önemli mülkî, idarî, ser'î, mâlî, siyâsî, askerî mes'eleleri görüsülüp, karara baglanirdi. Divân-i Hümâyûn; padisah adina Sadr-i âzam, Kubbe vezirleri, Kadi-askerler, Nisanci ve Defterdarlardan meydana gelirdi. Ondokuzuncu yüzyilda Osmanli kabinesi; Sadr-i âzam (Basbakan), Sadâret Kethüdâhgi (Içisleri Bakanligi), Reisü'l-küttaplik (Disisleri Bakanligi), Defterdarlik (Mâliye Bakanligi), Çavusbaslilik (Adalet Bakanligi) Yeniçeri Agaligi-1826'da Seraskerlik (Millî Savunma Bakanligi), Kapudan-i deryalik (Deniz Kuvvetleri Komutanligi) makami sahiplerinden meydana gelirdi. Divân-i Hümayûn'da Amedi, Beylikçi (Divân),Tahvil, Ruus, Tesrifatçilik, Vakanüvislik, Mühimme kalemleriyle; Mühimme, Rikab Mühimmesi, Ahkâm, Tahvil, Ruus defterleri vardi. (Divân-i Hümâyûn). Defterler, arsiv mahiyetindeki Defterhâne'de muhafaza edilirdi.

Eyâlet Teskilâti: Devlet teskilâtinda en büyük idarî bölümdü. Eyâletler sancak, kaza ve nahiyelere bölünmüstü. Eyâleti beylerbeyi, sancagi sancakbeyi idare ederdi. Eyâletler gelir bakimindan yillik ve yilliksiz olmak üzere ikiye ayrilirdi. Eyâletlerin merkez teskilâtina benzer idare tarzi vardi .Sehirler kadi tarafindan idare edilip, belediye hizmetlerini ve emniyetini saglamakla subasi vazifeliydi.

Siyâsî ve Hukukî Idare: Osmanli Devleti siyâsî ve hukukî idaresi bakimindan tam mânâsi ile bir Islâm devleti idi. Osmanli hukuku içinde (Örfi Hukuk) adi verilen sistem Islâm hukukunun içinde bir mevzudur. Islâm hukukunda açikça belli olmiyan hususlar. Islâm prensiplerine aykiri olmamak sarti ile, Seyhülislâmlarin fetvalari ve kanun ve kanunnâmeler seklinde düzenlenirdi. Yasama yetkisi padisahindi ve padisah adina yapilirdi. Medenî hukukta Hanefî Mezhebi'nin hukuk sistemi tatbik ediliyordu. Ceza hukuku ve diger sahalarda (Sultanî hukuk) da denilen örfî hukuk tatbik edilmekte idi.

Osmanli hukuk düzeni içerisinde idare, mâliye, ceza ve benzeri konularla ilgili alanlarda padisahin emir ve fermanlarinda bulunan degisik mes'eleler ile ilgili kanunnâmeler vardi. Osmanli Devletinde ilk kanun-nâme Fatih Sultan Mehmed Hân (1451-1481) tarafindan çikarildi. Ikinci kanunnâme Sultan Süleyman Hân (1520-1566) Kanun-nâmesi'dir. Bu' kanunnâmelerde saltanatla ilgili konular yaninda reaya ve Müslüman halkin devlet düzeni içindeki davranislarini belirleyen hükümler vardir. Onaltinci yüzyilda konularda Zenbilli Âli Efendi ve Ebussuud Efendi'nin seyhülislâmliklari zamaninda kanunnâmeler ortaya kondu.

Büyük ve uzun ömürlü devletler üstün adaletle kâimdir. Zulüm üzerine kurulmus devlet ve imparatorluklarda olmus ise de ömürleri kisa sürmüstür. Kendisine mahsus hususiyetleri, bilhassa kendi disindaki dinlere tanidigi çok genis haklar, daha dogru bir ifade ile diger dinlerin islerine, ibâdetlerine ve âdetlerine hiç karismamakla özellik gösteren Türk adaleti çok yüksek meziyetlere sahip bir adalettir.

Onaltinci yüzyil için F. Dowey söyle demektedir; "Birçok Hiristiyan, adaleti agir ve kararsiz olan Hiristiyan ülkelerindeki yurdlarini birakarak, Osmanli ülkelerine gelip yerlesiyorlardi. Onbesinci yüzyil için F. Babinger ise; "Osmanli padisahinin ülkesinde herkes kendi hâlinde.bahtiyâr olabilirdi. Mutlak bir dînî hürriyet hüküm sürerdi ve kimse su veya bu inanca sahip oldugundan dolayi bir güçlükle karsilasmazdi." demektedir. Bizzat padisah adalete itaat ederdi. Üçüncü Sultan Mustafa Hân (1757-1774) beylerbeyi sarayini genisletmek istemisti. Bunun için civardaki bir dul kadinin arsasini almak lâzimdi. Kadin arsasini satmak istemeyince, padisah zorla arsayi almayi aklindan geçirmedi. Fakat sarayin eskiyen bir kismini yiktirdi ve halka mahsus bir bahçe hâline getirdi.

Osmanlilar'da bir hizmet karsiligi vazife gören devlet memurlari vardi. Yaptiklari is karsiliginda kendilerine bir ödemede bulunulurdu. Bir de sehirlerde oturan esnaf ve tüccarlar, nihayet devletin temelini teskil eden çogu üretici köylü vardi. Bunlara reaya denirdi. Vergi vermesi nüfusun büyük kismini meydana getirmesi bakimindan köylü, devlet için halkin ve tebeanin esas kesimi sayiliyordu. Sultan Birinci Süleyman Hân reayanin, yani köylünün, devletin efendisi oldugunu söylemistir. Üretici güç, büyük ölçüde köylülerin elindedir. Bu güç olmaksizin ordu ve devlet mümkün degildir.

Sehirlerin disinda kalan ve köylerde yasayan kalabalik halk toplulugu daha çok tarim, hayvancilik ve degisik toprak isçilikleriyle ugrasirdi. Müslüman halk, devletin Islâm Dîni esaslarina dayanan umûmî kaidelere göre yönetilir, asker alinir, kabiliyetli olanlar ise daha baska devlet görevlerine yükselirlerdi. Köylerde yasayan halk toplulugundan zanaat sahibi olan veya olmak isteyenler sehir ve kasabalara gidip kendileri için elverisli olan islere girerdi. Gayr-i müslîm halk genellikle Hiristiyan ve Yahudi topluluklarindan meydana geliyordu ve bu topluluklarin hepsine de reaya deni yordu. Sonradan gayr-i müslimlere ekalliyet, yani azinlik denilmeye baslandi.

Osmanli Devleti'nde kurulusundan itibaren devlet idaresinde yürütme ve yargilama gücü ayri olarak düsünülüp ve tatbik edildi. Eyâlet yöneticileri padisahin yürütme yetkisini, kadilar da yargilama yetkisini temsil etmektedir. 'Osmanlilar bu iki kuvvet ayirimini adil bir devlet idaresi için esas kabul etmektedir.

Osmanlilar bütün müesseselerini kendinden önceki Islâm ve Türk devletlerinden alip ve devrin sartlarina göre gelistirdiler. Esasen ilk Osmanli yöneticilerinin Anadolu Selçuklulari, Karaman, Germiyan gibi esas itibariyle Islâm ve Türk sisteminden gelmis kimseler oldugu, Osmanli Devleti'nin bu sistemin, meydana getirdigi bir siyâsî ve hukukî düzene sahip bulundugu ortadadir.

Osmanli Devleti'nin gerileme devresiyle birlikte, Batinin siyâsî ve hukukî müesseselerinin devlet sistemine büyük çapta etki yaptigi ve bu dönem içinde eskinin yaninda, yeninin de ortaya çiktigi görülmektedir. Osmanli Devleti'nin siyâsî ve hukukî rejiminin belli basli unsuru bütün gelismelere ragmen, Islâm Dinî esaslari oldu. Bu esaslara göre, temel; adalettir, îslâmiyyet bu bakimdan devletin temelini meydana getirir. Padisah dînin koruyucusu, halk onun tebeasidir. Padisah'a bütün yetkilerin verilmesinin sebebi, onun adaleti gerçeklestirmesi içindir. Osmanlilar'da medenî hukukla evlenme ve bosanmada tamamen Islâm Hukukuna göre Hanefi mezhebi hükmü tatbik edilmektedir. Birden fazla ve dört kadina kadar evlenmek sanildigi kadar kolay ve yaygin degildi. Miras hukukunda, islâmî hükümler tatbik edildi. Esasi Hanefi Hukuku olup, bunu sonradan Cevdet Pasa, (Mecelle) adi verilen eserde toplamistir. Osmanlilar Ilâhî Kelimetullah ugruna mücâdele edip, fetihlerde bulunup, Nizâm-i Âlem için çalisilarak, idare etmislerdir.

Dini Teşkilat
Osmanli Devleti, Islâm dîninin en yüksek makâmi olan halîfelik müessesesine de sâhip oldugundan, bütün dînî teskilâtlar mevcuttu. Halîfe, seyh-ül-islâm, kadiasker, kadi, müderris, nâib, kassam, seyh, imâm, hatip, müezzin gibi dînî vazifeliler, bunlara ilâveten tekke ve zâviyelerde de pîr, dede, baba, postnisin vardi. Halîfelik makâmi, 1517'de Misir'in fethi üzerine Osmanli Devletine geçmisti. Seyh-ül-islâm, ulemanin yâni âlimlerin basiydi. Fetvâ da verirlerdi. Fetvâ ve kiymetli eserleriyle taninan meshur seyh-ül-islâmlar yetisti. En meshurlari Molla Hüsrev, Molla Gürânî, Ebüssü'ûd, Ibni Kemâl Pasa, Âli Cemâlî efendilerdir. Kadiasker; ilmiye mesleginin en yüksek makamlarindandi. Ordunun ser'î ve hukûkî meselelerine bakardi. Dîvân-i hümâyûn yâni hükûmet üyesiydi. Kâdi; dînî ahkâma göre hüküm veren ve tatbik eden, hükümetin idârî tasarruflarina âit emirlerini yerine getiren makam, hâkim olup, sehrin de idârecisiydi. Müderris; medrese ögretim üyesi, profesör karsiligi kullanilirdi. Dînî teskilât mensubu olmalarina ragmen, müderrisler, dînî bilgilerde oldugu gibi, fen bilgilerinde de âlimdiler. Süleymâniye Medreseside müderrisler fennî ders okuturlardi. Müderrislerin dereceleri olup, yardimcilari da vardi. Nâib; ser'î mahkemelerde kadi adina çesitli kararlar verebilir ve onun vekilidir. Kadi'nin vazife aldigi yerin büyüklügüne göre naibleri olurdu. Kaza, kadi, bab, mevali, ayak ve arpalik naibleri olmak üzere çesitleri vardi. Kassam; vefât edenlerin ve sehidin mirâsini varislere Islâm-ferâiz ahkâmina göre taksim etmekle vazifeliydi. Seyh; tekke, dergâh, zâviye, hankâh basinda bulunurdu. Seyh'e pîr, mürsit de denirdi. Imâm; câmilerde ve mescitlerde veya baska yerlerde cemâate namaz kildiran vazifeliydi. Hatip; vaaz vermekle vazifeliydi. Her câminin bir, büyüklerinin birkaç hatibi oldugu gibi, gezici olanlari da vardi. Müezzin; câmilerde ezân okumakla vazifeliydi. Tekkelerde seyh, pîr, dede, baba, postnisin bulunur, tasavvuf kâidelerine göre derece alirlardi. Osmanlilarda dînî teskilât mensuplarinin hepsi imtihanla vazifeye alinip, icâzetnâmeleri vardi. Dînî teskilât mensuplari basta pâdisâh olmak üzere, herkesten hürmet ve saygi görürlerdi. Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Ehl-i beyte çok hürmetkâr olan Osmanli sultanlari, Resûlullah efendimizin neslinden gelenler için Nakib-ül-esraflik müessesesini kurdular. Peygamberimizin kizi Fâtimâtü'z-Zehra ile amcaoglu ve dâmâdi hazret-i Ali'nin ogullarindan hazret-i Hüseyin'in soyundan olana Seyyid, hazret-i Hasan'in soyundan olana Serif denir. Nakibül-esrâflar, bu mübârek insanlarin haklarini korumak, adlarini, âilelerini, evlâdlarini ve bulunduklari yerleri, islerini kaydetmek ve dâvâlarina bakip, sicillerini tutmakla vazifeliydi. Nakib-ül-esrafin vekili olan Nakib-ül-esraf kaymakami ve alemdar adinda yardimcilari vardi.

Eğitim Öğretim

Islâm ülkelerindeki ilmî hayatin gelismesinde XI. asrin müstesna bir yeri vardir. Zira bu asirdan itibâren sistemli bir egitim ve ögretim mahalli olarak medreseler, halkin kültürel ve dinî anlayis bakimindan yetisip gelismesinde faal bir rol oynamaya basladilar. Osmanlilar döneminde ise medreseler, hem program,hem de mimarî sahada büyük bir yenilik ve ilerleme kayd ettiler. Bu bakimdan, Osmanli sehirlerinin fizikî gelismesinde de medreselerin önemli bir yeri oldugu söylenebilir.

Osmanlilar, medrese egitimi ve dolayisiyla ilim ve bu sahanin adamlarina deger verdiklerinden, bunlarin tahsil ve egitim konusunda karsilasabilecekleri her türlü sikintiyi ortadan kaldirmaya çalismislardi. Bu devlette ilim ve mensuplarina itibar edilip saygi gösterildigi için Iran, Turan, Horasan, Dagistan, Hindistan, Buhara, Haleb, Sam, Misir ve Karaman gibi birçok Islâm ülkesinden bilginler Istanbul'a akin etmisti. Bu akin sebebiyle devletin merkezi olan Istanbul, yavas yavas Islâm dünyasinin ilim merkezi haline gelir.


Osmanlilar, medreselerdeki egitim ve ögretim faaliyetlerini vakiflar vasitasiyla devam ettirdiler. Fatih Sultan Mehmed'in, Istanbul'u feth eder etmez "Sahn-i Semân" medreselerini tesis ettirmesi ve bunlarin giderlerini saglamak için vakif kurmasindan sonra, devlet merkezi oldugu gibi ilim merkezi haline de gelen Istanbul'da basta hükümdarlar olmak üzere sultanlar, vezirler, ilim adamlari, bazi saray mensuplari ve maddî durumu iyi olan halk tarafindan pekçok medrese insa olunmustu. Yalniz Mimar Sinan'in bas mimarligi sirasinda Istanbul'da insa edilen medreselerin sayisi, 6'si Süleymaniye medreseleri olmak üzere 55'i bulmaktadir. XVII. asrin son çeyregi basinda ise Istanbul'daki medrese sayisinin 126'ya ulastigi görülmektedir. Fetihten XIX. asra kadar Istanbul'da insa edilen medrese sayisi 500'ü asmaktadir. Ancak bunlarin büyük bir kismi yangin ve deprem gibi tabiî âfetlere maruz kalarak yikilip yok olmus veya terk edilmistir.

Orta ve yüksek ögretimi gerçeklestiren Osmanli medreselerinin ilki, Orhan Gazi tarafindan 731 (1330) tarihinde Iznik'te açilmisti. Orhan Gazi, bu medrese için vakiflar kurmustu. Geliri, medrese, müderris ve talebeye tahsis edilen vakif köyler, her türlü "Tekâlif-i Örfiyye"den (Örfî vergiler) muaf idiler. Nitekim Orhan Gazi'den çok daha sonraki tarihlere uzanan 27 Cemayizelevvel 1136 (23 Subat 1724) tarihli bir "arz" (arsiv belgesi), Iznik'e bagli Kozluca Köyü'nün, adi geçen medreseye vakfedildigini göstermektedir.

Ilk dönem Osmanli ilim hayati hakkinda bilgi veren D'Ohsson'a göre Osmanli Devleti'ndeki ilmî faaliyetler, daha Osman Gazi döneminde baslamisti. O, bu konuda su bilgileri vermektedir: "Osman Gazi, Sögüt'te yeni imparatorlugun temelini atarken hazine ve silah ile beraber ilmî ve kültürel faaliyetlere karsi da gayet mütesebbis idi. Ilmî yönden ilerlemeyi ve en azindan eski medreseleri olduklari gibi muhafaza etmeyi arzu ederdi. Veliahdi ve oglu Orhan Gazi, Iznik'te imparatorluk camiini yükseltirken orada bir de, bir asri mütecaviz bir zaman boyunca Osmanli medreselerinin en yüksegi olarak bakilacak olan bir medrese yaptirdi. Yeni kurulmus (731/1330) ve kendi ismi ile adlandirilmis olan bu medresenin idaresi, Islâm âlemindeki diger bütün medreseler gibi müderris titri altinda Seyh Davud-i Kayserî'ye verildi."

Iznik, bir ilim merkezi olarak önemini XV. yüzyilda da korumus ve bu yüzden sehre "âlimler yuvasi" ünvani verilmisti. Iznik Medresesinin yetistirdigi ünlü âlimlerden biri de Osmanlilarin ilk Seyhülislâmi Molla Fenarî'dir. Osmanlilarin, ilk birbuçuk asir içinde yaptirmis olduklari medreselerin derece ve sinif itibariyle en mühimleri Iznik, Bursa ve Edirne'de idi. Devletin kurulusu esnasinda Iznik Medresesi, beyligin birinci sinif medresesi idi. Bu medresede yapilan egitim ve görülen ögretimin derecesi hakkinda kesin bir bilgiye sahip olmamakla beraber, müderrisligine (Ögretim Üyeligi'ne) tayin edilmis olan sahislar, bunlarin hayatlari ve eserleri, dolayisiyla ilmî kapasiteleri tedkik edilecek olursa bu medresenin oldukça yüksek seviyede bir egitim ve ögretim kurumu oldugu düsünülebilir. Gerçekten Kahire'de ihtisasini yapip memleketine dönen ve orada birçok talebe yetistiren Davud-i Kayserî (öl. H. 751/M. 1350)'nin söhretini duyan Orhan Gazi, onu Kayseri'den getirterek Iznik'te yaptirdigi medreseye müderris olarak tayin eder. Iznik medresesinin ilk müderrisi olan Davud-i Kayserî, Muhyiddin Arabî'nin üvey oglu Sadreddin Konevî'nin halifelerinden tefsir sahibi ve Muhyiddin Arabî'nin "Fusûsu'l-Hikem" adli eserini serheden Kemaleddin Abdurrezzak el-Kâsî (öl. 1329)'nin halifesi olup yüksek tahsilini Misir'da yapmisti. Davud'un halefleri olan Taceddin el-Kürdî ve Alaeddin el-Esved de devrin büyük bilginleri arasinda sayiliyorlardi. Bu nokta göz önünde tutulursa Iznik Orhaniye medresesini yüksek seviyeli egitim ve ögretim veren bir müessese olarak kabul etmek gerekir.

Bursa'nin fethinden sonra orada da medreseler kurulur. Bundan dolayi Iznik ikinci dereceye inerek Bursa'daki Sultan Medresesi birinci dereceyi alir. Orhan Gazi'den sonra oglu Murad (Murad Hüdâvendigâr), Bursa Çekirge'de eski Kaplica civarinda bir câmi, medrese ve imâret yaptirarak, bu konuda babasindan asagi olmadigini göstermisti.

Yildirim Bayezid, Hisar disinda bir câmi ve medrese yaptirmakla Bursa'nin bir ilim ve irfan merkezi haline gelmesini ve sehrin hisar disina tasmasi ile genislemesini sagladi. Çelebi Sultan Mehmed'in Bursa'da kurdugu medrese, digerlerine nazaran ayri bir hususiyete sahiptir. "Sultaniye Medresesi" denilen bu tahsil kurumunda ilk müderris Mehmed Sah Efendi (öl. 839/1435)'dir. Molla Semseddin Fenarî'nin oglu olan bu zatin ilk dersinde ögrencilerden baska Bursa'nin belli basli âlimleri de hazir bulunmus, yeni müderris Mehmed Sah Efendi de medreselerde okutulan ilimlere dair sorulan suallere cevap vermisti. Sultaniye müderrislerinin, böyle umumî sekilde ders vermeleri bir gelenek haline gelmistir. Bilhassa Bursa Sultaniyesi kurulduktan sonra Iznik medresesi, ikinci dereceye düsmüstü. Buna karsilik bir ilim merkezi olarak Bursa ilk siraya yükselmisti. Bu durum, Sultan II. Murad'in Edirne'de Üç Serefeli Câmii yanindaki Saatli medresesini kurana kadar devam eder. Edirne devlet merkezi olduktan sonra II. Murad zamaninda 841 (1437) yilinda baslanarak bazi ârizalar sebebiyle 851 (1447) senesinde tamamlanan Üç Serefeli Câmii yanindaki medrese ile Dâru'l-Hadis, o tarihte Osmanli ülkesindeki medreselerin üstünde yer aldi. Böylece, Bursa'daki Sultaniye Medresesi, gerek egitim ve ögretim, gerekse tahsisati bakimindan ikinci dereceye düstü. Üç Serefeli medrese müderrisine o tarihe kadar hiç bir medrese ögretim üyesine verilmeyen yüz akça yevmiye verildi. Halbuki bundan önce Iznik medresesi müderrisinin yevmiyesi otuz, Bursa'daki Sultan Medresesi müderrisinin ise günde (yevmiye) elli akça idi.

Görüldügü gibi Bursa'nin fethinden hemen sonra orada da çesitli medreseler kuruldu. Suurlu ve ne yaptigini bilen bir politika sonucu sinirlari yavas yavas genisleyen Osmanli Devleti'nde, pekçok devlet ricali, mektep, medrese, imâret ve câmi gibi farkli sahalara hizmet veren kurumlari açmakta adeta birbirleri ile yarisiyorlardi. Örnek olmasi bakimindan sadece Istanbul'un 1453 yilindaki fethinden sonra Fatih'in yaptiklarini vermek istiyoruz. Buna göre otuz yillik hükümdarligi döneminde basta Istanbul, Bursa ve Edirne olmak üzere devletin çesitli sehirlerinde 85'i kubbeli olarak 300 kadar câmi 57 medrese, 59 hamam, 29 bedesten, çesitli saraylar, hisar, kale, sur ve köprüler yaptirdigi görülmektedir. Bunlarin çogunun zamanla yikildigina da isaret etmek gerekir.*

764 (1363) tarihinde Edirne'nin fethinden sonra, Rumeli'deki fetihlerin daha saglikli ve basarili olabilmesi için devlet merkezi buraya nakledilir. Edirne'nin devlet merkezi olmasi, burada da medreselerin hizla açilip çogalmasina sebep olur. Zira biraz önce de görüldügü gibi herkesten önce devletin basinda bulunanlar, bulunduklari yerlerde egitim kurumu açmayi bir gelenek haline getirmislerdi. Böyle bir anlayistan dolayidir ki, hemen her zaman devlet merkezinin bulundugu yer, ilmî faaliyetlerin en çok yogunlastigi merkez oluyordu. Nitekim Istanbul'un fethi ve devletin merkezi haline gelmesinden sonra Fatih Sultan Mehmed tarafindan yaptirilan "Sahn-i Semân" medreseleri ön plana geçtiler. Fatih Kanunnâmesinde "Sahn-i Semân" diye meshur olan medreselere vakfiyesinde "Medâris-i Semâniye" denilmektedir.

Fatih külliyesi kurulunca sekiz büyük medreseye "sahn" adi verilmisti. Bu tabiri her ne kadar ilk tomar Arapça vakfiyede bulamiyorsak da Fatih'in tashihinden ve külliye müderrislerinin tedkikinden geçen meshur kanunnâmede bu tabiri görüyoruz. O halde bu tabir, Fatih'ten günümüze kadar gelmektedir. Fatih külliyesi büyük medreselerinden her birini mâna itibariyle birer fakülte sayabiliriz. Vakfiyelerinde buralara aklî ve naklî ilimlerde mütehassis müderrislerin (profesör) tayin olunacagi açikça belirtildigine göre buralarda tip, fikih (Islâm hukuku), hey'et (astronomi) ve ilâhiyat okutuluyordu. Bu büyük medreselerin odalarinda birer yüksek ilim talebesi (danismend) oturuyordu. Bunlar, seviyesi yüksek dersleri okuyunca branslarina göre daha sonra hekim (doktor), fakih, fen adami, maliye ve devlet memuru oluyorlardi. Bu sahn medreselerine musila-i sahn olan Tetimmeler de, adeta bugünkü lise tahsilini bitirerek geldiklerine göre Semaniye Medreselerine alem olan sahn tabiri yüksek bir tahsil derecesini gösteriyordu.

Osmanli medreselerindeki egitim ve ögretim usulü, diger Islâm devletlerinde oldugu gibi bir metod takip etmis olup, medreselerin sayilari arttikça bunlar da derece ve siniflarina göre bir düzene tabi tutulmuslardi. Bunun içindir ki ilk defa Sultan II. Murad, daha sonra da Fâtih Sultan Mehmed tarafindan medreselerin bir siniflandirilmaya tabi tutuldugu görülür. Fatih medreselerinin (Sahn-i Semân) yapilmasi, Osmanli ülkesindeki medrese teskilâti için bir yenilik sayilmaktadir. Onun için kisa ve özet bir sekilde de olsa bu medreselerden bahsetmek istiyoruz.

Fatih'in kanunnâmesinde "Sahn-i Semân" diye adlandirilan medreselere "Semâniye medreseleri" de denilmektedir. Fatih Sultan Mehmed, Istanbul'u feth ettikten sonra, Imparator Jüstinyen'in esi Teodora tarafindan yaptirilan Havariyûn kilisesi yerine câmi yaptirir. Daha sonra câminin dogu ve bati kismina "Sahn-i Semân" denilen sekiz medrese yapti ki, bunlar yüksek tahsil içindi. Bunlarin arkalarinda da "Tetimme" adi verilen ve sahn medreselerine ögrenci yetistiren sekiz medrese daha yaptirir. Vakfiyedeki bilgi ve Âli'nin kaydina göre burasi Istanbul'un ortasina denk geldigi için buraya sahn denmistir. Tarihî rivayetlere göre bu medresenin programini Vezir Mahmud Pasa ile matematik ve astronomi âlimi Ali Kusçu tertip etmislerdir. Dördü câmiin dogu kisminda, dördü de bati tarafinda bulunan bu medreselerden her birinin ondokuz odasi vardi. Sekiz müderristen her birinin birer odasi ve elli akça yevmiyesi vardi. Ayrica, beser akça yevmiye ile bir oda, ekmek ve çorba verilmek üzere sekiz medreseden her birine birer "muid" (asistan) verildi. Her medresenin onbes odasina ikiser akça yevmiye (burs, kredi), imâretten ekmek ve çorba (yemek) verilmek üzere birer "danismend" konuldu. Geri kalan iki oda da kapicilarla ferras denilen temizlik isçilerine tahsis olundu.

Sahn medreselerinin arka taraflarinda yüksek tahsile, yani Sahn-i Semân medreselerine danismend yetistirmek üzere "Tetimme" veya "Musila-i Sahn' ismiyle sahn medreselerinden küçük olarak sekiz medrese daha insa edilmisti. Bu medrese, derece itibariyle orta tahsil seviyesinde idi.

Sahn medresesi talebelerine danismend, Tetimme talebesine de Suhte (galat olarak softa) deniyordu. Tetimmelerden her hücreye üç ögrenci konmustu. Bu odalardan her birisine ihtiyaçlarina sarf edilmek ve mum parasi olmak üzere 5'er akça tahsis edildigi gibi yemekleri de imâretten veriliyordu.

Bilindigi gibi egitim ve ögretim, hiç bir devletin vazgeçemeyecegi bir mecburiyettir. Bununla beraber her devlet, vatandasini, kendi sartlari, ihtiyaçlari ve ileriye dönük hedeflerini gözönünde bulundurarak yetistirmeye çalisir. Osmanli Devleti de vatandasini kendi durum ve sartlarina uygun bir sekilde yetistirmeye gayret etmistir. Bu gayenin tahakkuku için de egitim ve ögretim müesseseleri kurmustur. Devletin kurulusu ile baslayip, yikilisina kadar çesitlenerek gelisen bu müesseseler, devlet ve çogunlukla vakiflar vasitasiyla kuruluyorlardi. Bu müesseseleri, klasik ve yeni diye iki gruba ayirabilecegimiz gibi, örgün ve yaygin egitim müesseseleri diye de ayirmak mümkündür.


ÖRGÜN EGITIM MÜESSESELERI
Bu müesseseler, belirli yas ve bilgi seviyesindeki insanlari, yine belirli zaman ve disiplinlere göre yetistirmek üzere kurulmus bulunan müesseselerdir. Bu kuruluslarin, sivil ve askerî olmak üzere iki sahada sekillendiklerini görüyoruz. Bir bakima, özel egitim ve ihtisas konusuna girdigi için askerî müesseseleri daha sonraya birakip sivil egitim kurumlarindan bahsetmek istiyoruz. Bu arada, yaygin egitim müesseseleri diyebilecegimiz, câmi ve tekke gibi kurumlardan bir önceki ciltte bahsedildigi için burada bunlara temas edilmeyecektir.

Güzel Sanatlar

Güzel San'atlar, mîmârî, çinicilik, minyatür sahalarinda muhtesem, nâdide eserler verildi. Mîmarlik sahasinda, kendine has, estetik mâhiyette sanat eserleri yapildi. Bunu sivil, askerî, dînî, mülkî, adlî, sosyal ve kültürel eserlerde en güzel sekilde basta Istanbul olmak üzere, memleketin her tarafinda görmek mümkündür. Topkapi, Yildiz, Çiragan, Göksu Kasri, Dolmabahçe, Beylerbeyi saraylari, Selimiye Kislasi, Kuleli Askerî Lisesi, Anadolu ve Rumeli Hisarlari, Bursa Yesil, Ulu câmileri, Edirne'deki Selimiye Câmii, Istanbul'daki Fâtih, Mahmûd Pasa, Süleymâniye, Sehzâdebasi, Sultanahmed, Nûruosmâniye, Vâlide Sultan; Manisa'da Murâdiye, Hâtuniye câmileri; Mahmûdpasa, Sultan Süleyman, Sultanahmed, Fuadpasa, Mahmud Sevket Pasa, Hürrem Sultan, Naksidil Sultan türbeleri; Nilüfer Hâtun Imâreti, Kapaliçarsi, Sultanahmed Çesmesi, Mîmar Sinân Sebili, Fâtih, Süleymâniye medreseleri, Haseki, Gureba Hastâneleri Osmanli mîmârî eserlerinin nümûneleridir.

Çinicilik; dekoratif sekiller olup yaygin olarak câmilerde, saraylarda ve diger eserlerde kullanildi.

Minyatür; nakkaslar tarafindan kâgit, duvar, tahta ve tasa zarif sekilde islenirdi. Kat'i denilen kâgit oymaciligi sanati da vardi.

Hat; güzel yazi sanati olup, yazarlarina hattat denir: Kûfî, Sülüs, Nesih, Muhakkak, Reyhânî, Tevkî', Icâze, Ta'lik, Divânî, Celi, Rik'a, Ma'kili dâhil, bin kadar çesidi vardi. Halicilik, kumasçilik, dericilik, ciltçilik, kitapçilik, tezhipçilik, porselencilik, kehribarcilik, mürekkepçilik, mobilya, sandalcilik da ayri birer sanat dali olarak, her sahada eserler verildi.

Ahlâk; Osmanli idâresinde Islâm ahlâki hâkimdi. Pâdisâhin sarayinda Islâm ahlâki en güzel sekliyle yasanir, buradan halka yayilirdi. Enderunda yetistirilerek tasra çikarilan beyler ve askerler bir taraftan haremde yetistirilerek üstün ahlâk sâhibi kimselerle evlendirilen câriyeler, güzel ahlâkin çevreye yayilmasinda baslica âmil oldular. Memlekette umûmî kâideler dâhil gayri müslimler hâriç herkes Islâm ahlâkina ve örfe uymak mecburiyetindeydi. Vatanseverlik, Osmanlilik suuru, vakâr, büyüge hürmet, küçüge sefkât, vefâ ve sadâkat, hayirseverlik, cömertlik, merhamet ve müsâmaha, tevekkül, nâmus, temizlik, hayvan ve bitki sevgisi, his, kiymet ve idealleri basligi altinda toplanabilen ahlâk ölçülerine riâyet edilirdi. Güzel ahlâk, kiymet ölçüleri sâyesinde memleket emniyet ve huzur içinde olup, tam bir kardeslik havasi hâkimdi. Osmanli ahlâkini gören devrin sefir ve seyyahlari yazdiklari eserlerde gibtayla bahsetmekte ve okuyanlari imrendirmektedirler. Sultan Ikinci Abdülhamîd Han (1876-1909) zamâninda Osmanli ülkesinde bulunan Edmondo da Amicis, Constantinople (Istanbul) 1883 adli eserinde söyle yazmaktadir: "Pasasindan sokak saticisina kadar istisnâsiz her Türkte vakâr, agirbaslilik ve asillik ihtisami vardir. Hepsi derece farklari ile, ayni terbiyeyle yetistirilmislerdir. Kiyâfetleri farkli olmasa, Istanbul'da bir baska tabakanin oldugu belli degildir... Istanbul'un Türk halki, Avrupa'nin en nâzik ve kibar cemâatidir. En issiz sokaklarda bile bir yabanci için küçük bir hakârete ugrama tehlikesi yoktur. Namaz kilinirken bile bir Hiristiyan câmiye girip Müslüman ibâdetini seyredebilir. Size bakmazlar bile, küstahça bir bakis degil, sizinle ilgilenen mütecessis bir nazar dahi göremezsiniz. Kahkaha ve kadin sesi duyamazsiniz. Fuhusla ilgili en küçük bir tezâhüre sâhit olmak imkân disidir. Sokaklarda bir yerde birikmek, yolu tikamak, yüksek sesle konusmak, çarsida bir dükkâni lüzûmundan fazla isgâl etmek, ayip sayilir."

İhtisab

Islâm cemiyetinde iyilikleri emretmek ve kötülüklerden vazgeçirmek suretiyle, sosyal huzuru saglamak için yapilan is; Emr-i bil ma'rûf ve nehy-i anil münker. Bu vazife, muslümanlarin bir kisminin yapmasiyla digerleri üzerinden sakit oldugu için islâm devletlerinde hükümdarlar bu isle vazifeli me'murlar tâyin etmislerdir. Osmanlilardan önceki islâm devletlerinde bu vazifeye hisbe ve bunu yapan me'mura da muhtesib; Osmanlilarda ise bu ise ihtisâb, vazifelisine de ihti sâb agasi ve muhtesib denilmistir.

Iyilikleri emretmek ve kötülüklerden vaz geçirmek gayesiyle kurulan bu müesseselerin basinda bulunan muhtesib, dînin hos karsilamayip çirkin gördügü her türlü kötülügü (münkeri) ortadan kaldirmaya çalisirdi. islâm ülkesinde müslümanlarin Cuma namazinda camiye gitmelerine dikkat eder, sayilari kirki asan topluluklarda cemâat teskilâtinin kurulmasini saglardi. Ramazan ayinda alenen oruç yiyenler, içki içip sarhos olanlar, iddet beklemeden evlenen kadinlar, yasak mûsikî âleti çalip âlem yapanlar, velhâsil islâm'a muhalif hareket edenler hep muhtesibe hesap vermek mecbûriyetindeydiler.

Muhtesib, devleti temsîlen bu vazifeye getirildigi için genis bir tâzir (cezalandirma) salâhiyetine de sâhibdi. Okullari teftis eder, düsmanin eline geçtigi zaman isine yarayabilecek her türlü harb malzemesinin satisini yasaklardi. Çarsilarin nizâm ve intizâmini saglamaya, ölçü ve tartilari kontrol etmeye, dinle alay edenleri takibe, komsu hakkina tecâvüzü önlemeye, zimmîlere âid binalarin müslümanlarinkinden daha yüksek yapilmamasina dikkat etmeye kadar varan yetkilere sâhibdi.

Muhtesip, herhangi bir sikâyet beklemeden kendi yetkisini kullanarak bizzat halk içinde dolasip gördügü uygunsuz hâllere âninda müdâhale ederdi. Bir muhtesibin uygunsuz hareket eden bir kimse hakkinda islem yapabilmesi için her seyden önce, yapilan kötü isten haberdâr olmasi gerekirdi. "Falanca bu suçu islemis olabilir" gibi bir düsünce veya tecessüsle (kisilerin gizli hâllerini arastirmakla), rastgele kimselerin laflari ile bir kimse hakkinda islem yapamazdi. Kendisi veya kendisine yardimci me'murlarin sâhid olmalariyla münkerin islendigine bizzat kanâat getirmesi veya iki âdil müslümanin sehâdet etmesi lâzimdi.

Münkerin islendigi sabit olduktan sonra, hatâyi bilmeden islemis olma ihtimâli oldugu için ilk önce münâsib bir sekilde, o isin kötülügünü münkeri isleyene anlatirdi. Allahü teâlâdan korkmak lâzim oldugunu söyler, nasihat ederdi. Tatli sözden anlamaz, verilen nasîhatla alay etmeye kalkisan olursa, dil ile ta'zîr eder, "Günahkâr, ahmak, câhil, Allah' tan korkmaz" gibi sözler söyleyerek azarlardi.

Azarlamak da fayda vermezse, elle müdâhale ederdi. Içkiyi döker, ipek elbiseyi çikarir, oyun âletini kirar, gasb edilmis araziden çikarir, bunlari yapmak için de herhangi bir yerden izin almasi gerekmezdi. Duruma göre dövmekle veya baska bir ceza ile tehdîd eder, bütün bunlar fayda vermez ve kisi hâlâ münkerde (kötülükte) israr ederse döverdi. Münkeri isleyen; muhtesibe karsi koyar, onu ta'zîr eder, saldirirsa; son çâre olarak silâh kullandigi da olurdu.

Muhtesibde bâzi sartlar aranirdi. Her seyden önce ihtisâb isini üstlenecek kisi yâni muhtesib; müslüman ve mü'min olmaliydi. Zîra emr-i bil ma'rüf ve nehy-i anil münker, dînî bir hizmettir. Muhtesiblik kisilere bir yetki ve hâkimiyet tanidigindan dînin aslini inkâr eden ve müslüman olmayan kisiler bu vazifeye tâyin edilmez, böylece müslümanlarin serefi gözetilirdi.

Vazifelerinden bir kismi, âninda müdâhaleyi gerektirecek cinsten olan muhtesibin, bütün bu isleri yaparken bilgi ve kudret gibi iki melekeye sâhib olmasi lâzimdi, insanlarin baska müdâhaleye lüzum kalmadan, kendiliklerinden münkeri (kötülügü) terk etmeleri için, muhtesib tâyin edilecek kisilerin akilli, zekî, ilim sahibi, yüzü nurlu, heybetli ve vakar sahibi kimselerden seçilmeleri gerekirdi.

Erkek ve mükellef olmalidir. Bulug çagina gelmemis, âkil-bâlig olmamis bir çocugun emir ve yasaklara riâyet etmesi, 'gerekli ikazlarda bulunmasi caiz olmakla beraber henüz bunlardan sorumlu degildir. Üstelik bilfiil men etmek ve mesru olmayan bir seyi ortadan kaldirmak, devlet otoritesini temsil eden me'murun yapabilecegi bir is oldugundan bu vazîfe çocuga verilemezdi.

Muhtesibin sâdece dînî emir ve yasaklarin yaninda me' muriyetini ilgilendiren iktisadî konulari da bilmesi sartti, ilmiyle âmil olan muhtesibin bildigi seyleri öncelikle kendi nefsine tatbik etmesi çok önemliydi. Aksi hâlde yâni kendi bildigi ile amel etmeden baskasinin amel etmesini istemesi, cemiyet üzerinde menfî te'sirlerin meydana gelmesine sebeb olurdu. Her fiil ve sözünde Allahü teâlânin rizâsini gözetmeli, riya ve gösteris gibi baskasina yaranmaya sebeb olacak kötü huylardan uzak bulunmaliydi.

Muhtesib, verâ ve takva sahibi olmaliydi. Çünkü bildikleri ile amel etme önemli ölçüde buna baglidir. Ancak böyle bir özellige sâhib olan kimseler vazîfelerini kötüye kullanmazlar. Bâzi kisilerin kötülüklerinden men edilmesine ilim ve takva kâfî gelmeye bileceginden, böyle durumlarda yavas ve yumusak davranmak gerekir, bunun için güzel ahlâka da sâhib olmasi lâzimdi.

Osmanli Devleti'nde muhtesiblik yüksek bir makam kabul ediliyordu. Her ne kadar bu makam, devlet teskilâtinda uygulanan iltizâm usûlünden dolayi bir çesit satin alinan bir hizmet görünümünde ise de, mâli imkân bakimindan bu makami satin alabilecek kudrete sâhib herkese verilmiyordu. Zîrâ bu muhtesiblik (ihtisâb agaligi) bir kisiye verilirken; "ihtisâb agasi olan kimesne mechûlü'l-hâl (huyu, yasayisi, inanci bilinmeyen) kimesne olmayip, hüsn-i hâl ile ma'rüf (iyi özellikler, iyi halleriyle taninmis) ve istikâmet ile mevsûf (dogrulukla vasiflanmis) bir kimesne ola" perensibinden hareket ediliyordu. Bu sebeple de ancak istenilen vasiflara hâiz olanlara bu görev veriliyordu.

Osmanli idarî teskilâtinda pek çok me'mûriyet hizmetinde oldugu gibi ihtisâbda da vazîfe süresi prensip olarak bir seneydi.

Bu sekilde bir kisi ayni isde uzun süre tutulmayarak suistimallerin önüne geçilirdi. Iltizâm usûlü ve bir sene müddetle ihale olunan bu vazife karsiliginda, tâlib olandan bedel-i mukâtaa adiyla bir meblag alinarak eline bir berât verilirdi.

Osmanli devlet teskilâtinin genis kadrosu içinde yer alan ve hemen hemen bütün müslüman devletlerde muhtesib diye isimlendirilen bu görevliyi Osmanlilar da genellikle ayni sekilde isimlendirdiler. Bununla beraber bâzan ihtisâb emini bâzan da ihtisâb agasi diye isimlendirildigi oldu. 1826 senesinde ihtisâb nezâretinin kurulmasindan sonra ise unvan olarak, ihtisâb nâzin kullanildi.

Osmanlilarda ihtisâb vazifesini yapmakla ilk defa kimin ve ne zaman tâyin edildigi bilinmemekle beraber, Âsikpasa Târihi'nde bildirildigine göre; ilk uygulama Osman Gâzi'nin; "Her kim pazara bir yük getire, sata iki akçe virsün ve satmazsa hiç bir sey virmesün" emriyle baslamistir. Kenz-ül-Küberâ'daki kayda göre ise Germiyan ve Osmanogullarinda muhtesibe mühim yer verilmistir. Fâtih Sultan Mehmed Han'in Istanbul'u fethinden sonra ise sehrin, ticarî, iktisâdi ve buna paralel olarak içtimâi nizâmini saglamak ve diger hizmetleri görmek üzere tâyin ettigi hâkimlerden sekizincisi ihtisâb agasiydi iktisâdi hayattaki vazifeleri ise bir kanunnâme ile söyle belirtilmisti: "Bütün san'at ehline hükmedip ta' zîr ve cezalandirma, alisverisde hile edenleri tekdir ve tenbihe me' mûr..." Bu sekilde kadisi bulunan sehir ve kasabaya, kadiya bagli olarak bir de muhtesib tâyin edilmis, Osmanli cemiyet hayâtinda sehir yasayisini saglam temellere oturtmak ve kurulu sosyal düzeni korumak için tedbirler alinmisti. Bunun yaninda zarurî günlük ihtiyâç maddelerinin halkin eline uygun ve ucuz bir sekilde geçmesini saglamak için esnaf ve diger ticâret erbabi kontrol altinda tutulmustu.

Genis yetki ve selâhiyetlere sahip bulunan muhtesib, bütün bu vazifeleri tek basina yerine getiremezdi. Onun için muhte sibler ilk zamanlardan itibaren kendilerine bagli olarak çalisan bir takim yardimcilar kullandilar. Degisik mesleklere mensup kimseler arasindan seçilen bu yardimcilara arif, emin, gulâm, avn ve haberci gibi isimler veriliyordu.Bunlarin seçimi de bizzat muhtesib tarafindan yapiliyordu. Yardimcilarin vazifelerini ifâda titizlik göstermeleri, hareket ve davranislarinda ölçülü davranmalari gerekiyordu. Aksi hâlde; muhtesib tarafindan derhâl vazifelerine son verilirdi.

Sehirler büyüyüp, iktisadî hayât gelistikçe hüddâm-i ihtisâb denilen muhtesib yardimcilari da çogaldi. Bundan dolayi daha önceleri bir veya bir kaç kisi olan yardimci sayisi sehrin büyüklügü ölçüsünde gittikçe artti. Özellikle yeni yeni ortaya çikan san'at ve meslekler, bu artislarda mühim rol oynadilar. 1480'lerde Bursa muhtesibi tarafindan bezzâzistanda sâdece kumas ölçücülügü yapmak için ilyasoglu Pîri adinda birinin emin tâyin edildigi görülmektedir.

Osmanli devlet teskilâtinda köklü degisikliklerin yapildigi sultan ikinci Mahmûd Han zamaninda 1826 yilinda yeniçeriligin kaldirilmasindan sonra sehir idaresinde bir bosluk dogdu. Bunu gidermek için de daha genis selâ hiyetlerle kontrolü saglayacak yeni bir idâri sistemin kurulmasi gerektiginden, ihtisâb nazirligi kurularak, baslangiçta muhtesîb, ihtisâb agasi veya ihtisâb emini unvani ile ihtisâb isine bakan kimse de ihtisâb nâzin unvanini aldi. Her türlü inzibatî görevi üstlenen bu teskilâta, bostancibasi, mimarbasi, hamam ve hamallar yazicisi gibi vazifelilerle, mahallelerin nüfûs kayit ve yoklamasini yapan mahalle mukayyidleri, bâzan da mahalle imamlari yardimci görevli kabul edildi.

1845'de surta (polis) ve 1846' da zaptiye müsirligi kuruldugundan, ihtisâb nezâretinin bir kisim vazîfe ve selâhiyetleri yeni kurulan bu müesseselere devredildi. Nezâret ise, sâdece narh ve esnaf isine bakar oldu. Nezâretin yetkilerinin sinirlanarak baska müesseselere devredilmesi ve memleketin içinde bulundugu durum, bir çok aksakliklarin meydana gelmesine sebeb olunca, bâzi tedbirler alindi. 1854'deyapilan bir resmî teblig ile istanbul Sehremaneti (Belediye) idaresi kuruldu ve ihtisâb nezâreti lagvedildi.

Muhtesibin Görevleri:
Osmanlilarda muhtesibin vazifelerini genel olarak üç grupta toplamak mümkündür.

l- Muhtesibin iktisâdi ve içtimaî hayatla ilgili vazifeleri:

Muhtesib özellikle esnaf teskilâtlarini kontrol eder, mahallî pazarlarin organizasyonu ile mesgul olurdu. Kadi veya dîvân tarafindan tesbit edilmis bulunan fiyatlarin uygulanip uygulanmadigini kontrol, satis mahallerini teftis eder, lonca âzalarinin tâbi oldugu ve ihtisâb rüsumu denilen vergilerin satici ve san'atkârlardan toplanip toplanmadigini da kontrol edip esnafa nezâret ederdi.

Herhangi bir meslege intisâb edip dükkan açmak, öncelikle muhtesibin iznine bagliydi, ihtisâb agasi, her türlü esnaf ve san' atkarin, kethüda ve yigitbasilari vasitasiyla kefillerini tesbit ederek isim ve eskâllerini deftere yazar, ondan sonra çalisma izni verirdi. Istanbul'a disardan gelip esnaflik yapmak isteyenlere ise izin vermezdi.

Emrindeki kol oglanlari vasitasiyla vergi toplardi. Bu vergilerin bir kismi san'atkâr ve tüccarlardan bir kismi da tüketilen ve ihraç edilen bütün mallar üzerinden alinmaktaydi. Bunlar; günlük ihtiyâç maddesi satan dükkan sahiplerinden alinan yevmiye-i dekâ kîn vergisi, üretimi yapilan kumas, nal, bakir, tepsi, mücevherat vb. emtiadan kalite kontrolü yapilip damgalandiktan sonra alinan damga vergisi; sehir pazarlarindaki alimsatimlardan alinan bâc-i bâzâr vergisi, gida maddesi, saman, odun, odun kömürü, insâat kerestesi, tugla, küp, hasir, yem, tas, demir vb. emtiayi getirip limanlara bosaltan ve liman hizmetlerinden faydalanan gemilerden alinan gemi ihtisâbiyesi vergisi; lonca azalari ile sebze, peynir, yogurt, tursu, pasta, sekerleme, pastirmacilardan vb. senede bir veya iki defa kabala olarak alinan resm-i bitirme vergisi ve cerime, bâyiiyye (pazar yerlerine gönderilen madde ve esyadan gümrük ihtisâb resminden baska olarak alinan resim), evlenme, kapi hakki, hakk-i kapan, kislak, hakk-i dümen ve mizan gibi vergiler alinirdi.

Muhtesib ayni zamanda degisik isimler altinda topladigi bu vergilerin büyük bir kismini; hazîne adina hak sahibi kimselere (savasta yaralanmis asker, sehîd yetimlerine vb.) bir nevi emekli maasi olarak veriyor, bir kismini da emrinde çalisanlar ile diger masraflara harciyordu.

istanbul'dan kara ve deniz yoluyla tasraya gidenler nüvvâbdan olursa, kazasker tezkirecile rinden, esnafdan iseler kethüdalarindan, digerleri mahalle imamlarindan, gayr-i müslim ler de patrikhanelerinden; isim, söhret ve eskâllerini belirten, ayrica kefaleti bildiren mühürlü bir ilmühaber alip, istanbul mahkemesine ibraz edip, oradan tezkire almak zorundaydilar. Tasradan Istanbul'a yâhud baska bir yere gideceklerin mahallî nâiblerden tezkire almalari gerekiyordu. Muhtesibler böylece sehirlere gelip gidenleri bu tezkireler vasitasiyla siki bir tâkib altinda tutarak, hem asayisin korunmasini sagliyorlar, hem de isteyen herkesin köyleri terkedip sehre, sehri terkedip, köylere yerlesmelerini önleyerek, vergi ve zirâatin aksamamasini sagliyorlardi, özellikle, güzelligi dillere destan olan Istanbul'a, Anadolu ve Rumeli'den esas mesleklerini ve zirâati birakip gelenlerin ve issiz güçsüz takiminin gelip yerlesmemesi için mahallelerde arada sirada yoklamalar yapilir, muntazam tutulan nüfus defterlerinde olmayanlar geldikleri yere gönderilirlerdi.

Osmanli Devleti'nde cemiyetin sosyal siniflarini tesbite ve onlari tanimaya yarayan bir kiyafetler kânunu vardi. Bu sistem sayesinde toplumda disiplin saglandigi gibi, fiyatlarin basibos bir sekilde yükselmesi de önleniyordu. Bu yüzden herkes kendi sinifi için tahsis edilip belirlenen kiyafetlerinden baskasini giyemezdi. Bilhassa farkli dinlerden olanlarin kendileri için tesbit edilen özel kiyafetlerden baska bir sekilde giyinmemeleri, kolaylikla taninmalarina sebeb oldugu için önem tasiyordu. Özellikle yahûdî ve hiristiyanlarin müslümanlara âid kiyafetlerle dolasmalari yasak oldugundan, muhtesiblerin bu uygulamayi devamli kontrol etmeleri gerekiyordu.

Bunlarin yaninda inhisarlari (tekelleri) kirmak, herkesin üreticiden mal alip fahis fiyatlarla satmamalari için, üreticiden mal almaya izin belgesi olan ruhsat tezkiresini vermek, disaridan askere yazilmak için gelen, fakat yaslari küçük oldugundan mümkün olmayan çocuklari esnaf yanina çirakliga yerlestirmek, ihtiyâç duyulan yerlere bölgesinden zahîre göndermek, posta hizmetlerini görmek, hekim ve hastalarin durumlari ile yakindan ilgilenerek yol ve sokak kaldirimlarini tamir etmek, evlenen gayr-i müslimlerden resm-i ruhsatiyye vergisi almak, bahçe-i âmire mahsûlünün satilmasi için yapilan dükkanlarin kirasini almak gibi görevleri vardi.

2- Muhtesibin dînî hayatla ilgili vazifeleri:

Büyük ölçüe iktisâdi hayatla ilgili bulunmasina ragmen, muh tesib, ayni zamanda dînî vazifeleri de olan bir yetkiliydi. Bu yönüyle o, mesru olmayan, dînin kötü ve çirkin kabul ettigi her türlü davranisa karsi derhâl harekete geçmek zorundaydi. Ahlâkin bozulmamasini saglamak, umûmî yerlerde din ve geleneklere uygun olmayan davranislara meydan vermemek gibi vazifelerle mükellefti. Muhtesibler, namazin sartlarini yerine getirmeyen imamlari kontrol edip vazifeden alir ve cemâate devam etmeyenleri uyarirlardi. Içki kullananlari, talih oyunlari ile ugrasanlari, fuhsiyatla istigâl edenleri hesaba çekerlerdi. Bilhassa dînî yönde müslümanlari rencide edebilecek davranislara mâni olmak muhtesibin vazifeleri arasindaydi. Hattâ standartlara uygun mezar kazmayanlar ile mezarliklarda hayvan otlatanlar bile muhtesib tarafindan sorguya çekilip cezalandirilirlardi.

3- Adlî vazifeleri:

Muhtesib, Osmanli adaleti mekanizmasinda kadinin yetkisi dâhilinde is gören bir görevliydi. Kapali veya açik bütün pazarlari devamli kontrol eder, ihtisâb nizâmina aykiri hareketini gördügü kisileri kusurlarinin agirligi derecesinde cezalandirirdi. Bu cezalar falakaya yatirip dövmek, degnek ve falakadan ziyâde terbiye edilmesi gerekenleri habse göndermek, sürgüne gönderilmesi gerekli ise bâb-i ali,ye bildirmek seklinde özetlenebilir. Özellikle falakaya yatirip dögme cezasi suçun islendiginin tesbit edildigi anda, sicagi sicagina halkin içinde gerçeklestirilir, dövülenin nefsine çok agir geldigi için çok te'sirli olurdu. Muhtesib bundan baska, bilhassa yalanci sâhidlik edenleri cezalandirir, borçlarini zamaninda ödemeyenlerden icra yoluyla borcun tahsilini bizzat uygulardi.

Muhtesib cezalari uygularken, kendi veya me'murlari tarafindan görülmüs ve açik ve sarîh dâvalara baktigindan sâhid ve delile gerek duymaz, rahat hareket edebilirdi.
Son düzenleyen RoxBury; 9 Eylül 2007 13:51 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi
RoxBury - avatarı
RoxBury
Ziyaretçi
9 Eylül 2007       Mesaj #5
RoxBury - avatarı
Ziyaretçi
İktisadi Hayat, Sanayi ve Ticaret

Iktisadî Hayat, Sanayi ve Ticaret; Devlet ve özel sektörce yapilirdi. Umumiyetle önemli ve büyük sektörler devletçe, küçük ve daha çok piyasa ihtiyaci olan isletmeler, özel sektörce karsilanirdi. Devlet sektörü, millî savunma, devlet ve saray ihtiyaçlarini karsilardi. Silâh, sanayi ve harb malzeme ve levâzimati devletçe yapilirdi. Harb gemileri devlet tersanelerinde yapilmasina ragmen, özel sektörce de isletilen tersaneler vardi. Ihracat mallari özel sektörce imâl edilirdi. Osmanli silâh sanayii çok ileri olmasina ragmen ihracati yasakti. Üstün teknik, ates gücü ve kaliteli malzemeden imâl edilen Osmanli silâhlarina sahip olmak, Avrupalilar'in meraklarindan olup, çesitli yollardan saglananlar da çok fahis fiatlarla alinirdi. Ticaret kara ve deniz yoluyla yapilirdi. Kara ticareti kervan ve kafilelerle, deniz ticareti de ticaret filolariyla yapilirdi. Osmanli karayollari dünyanin en bakimli yollari olup,granit tas döseliydi. Granit yollar ordu, kervan ve yayalarin geçmesi içindi. Sürüler granit yolun iki tarafinda tesviye edilmis iki toprak seritten geçerdi. Tesviye edilmis toprak yollar da vardi. Ondokuzuncu yüzyildan itibaren de memleket demiryolu agi ile örüldü. Tüccar devletin himayesinde olup, serbest, huzur ve emniyet içinde hareket ederdi. Türk armatörlere ait ticaret filolari olup, bu armatörle rin gemileri, ticaret hanlari ve çok büyük servetleri vardi. Sehirlerde büyük ticaret merkezi mahiyetinde Kapali çarsilar vardi. Bunlarin en meshuru hâlâ kullanilan Istanbul Kapali Çarsisi'dir.

Ticaret hanlari, toptanci tüccarin hem yazihane, hem depo olarak kullandigi is hanlariydi. Istanbul, dünyanin en büyük is ve ticaret merkeziydi. Esnaf loncalar hâlinde teskilâtlanmisti. Esnaflarin is kollari çok çesitli olup, kalite ve temizlik esasti. Ipek, pamuk, kil ve yünden çesitli kumaslar dokunurdu. Ak alemli, Ankara Sofu, Malatya Sofu, abâyî, nefsi Halep, muhayyir, seranik, berek, bogasi, kutnî, mukaddem, menevseli, nakisli, sali, çatma, binislik, çaksirlik astar, kadife ve ibrisim dokumalari meshurdu. Sap, demir, kursun, gümüs, madenleri isletilirdi. Osmanli ihraç mallan; ipek, ipekli kumaslar, yün ve yünlü kumaslar, pamuk ve pamuklu dokumalar, yapagi, tiftik yünü, mazi, hali, sapti. Ihraci yasak olanlar; zahire, bakliyat, at, silâh, barut, kursun, bakir, kükürt, sahtiyan, gön olup disariya çikarilmazdi. Yalniz zahire ender olarak, memleket sikintiya düsmiyecek derecede ihtiyaç fazlasinin çikmasina müsaade edilirdi. Sulh zamaninda ihtiyaç fazlasi; balmumu, donyagi, koyunderisi, çadirbezi, pamuk, pamuk ipligi, mesin yapragi, ipek, ipekli dokumalarin ihracina da müsaade edilirdi. Çuha, sülyen, zeybak, bakir tel, sari teneke, üstübac, kâgit, cam, sirca, boya, igne, boncuk, makas, ayna, kürk, balik disi, ithâl edilirdi. Osmanli Devleti'nin ticarî muamele yaptigi mühim ticaret ve iskele merkez lerinden, Istanbul, Izmir, Selanik, Avlonya. Draç, Payas, Trablussam, Sayda, Iskenderiye, Basra, Kalas, Kefe, Sinop, Trabzon limanlari ile Istanbul. F.dirne. Gümülcine, Filibe, Sofya, Üsküp. Manastir, Yanya, BosnaSaray, Budin, Bursa, Ankara, Izmir, Konya, Diyarbekir, Mardin, Erzurum, Halep, Sam, Kahire, Iskenderiye, Bagdad, Musul baslica ticaret merkezleriydi. Yabancilarin haberlesmesini sagliyan (sâi) denilen postaci teskilâti ve bunlarin basinda (Sâibasilik) adiyla posta müdürlügü teskilâti vardi. Ihracat ve ithalât uzun zaman Osmanli hâkimiyetinde devirlere göre, mevcut devletlerle yapilirdi. Bunlara zamana göre; Ceneviz, Venedik, Dubrovnik, Floransa, Bizans, Milono, Napoli, Katalon (Ispanya), Lehistan, Roma, Rusya, Ingiltere, Prusya, Avusturya, Almanya, Iran, Misir Memlûkleri idi. Devlet tüccara ve müstahsile her bakimdan destek ve yardimci olurdu. Son devirlerde yerli ve yabanci bankalar kuruldu. Osmanli iktisadî ve ticarî sisteminde faiz yoktu. Son devir amatör arastirmacilar ve mes'elenin esasini bilmeyen ve kasitli olarak faiz oldugu yaziliyorsa da aslinda izin verilip, fakat o da çok az tatbik edilen (lyne) yolu ile ödünç verme, faiz zan edilmektedir.

İlim

Osmanlilarda bütün dînî, fennî, sosyal ilimler ve teknik bilgiler kurulusundan sonuna kadar her seviyede ögretilip, tatbik edilerek, yayildi. Osmanli Devletinin kurulusunda, kurucularin etrafinda Anadolu Selçuklulari devrinde yetisen âlim ve velîler vardi. Osman Gâzi dâhi, devrin seyhlerinden olan ve bölgede büyük îtibar görüp, hürmet edilen Seyh Edebâlî'nin talebesi ve dâmâdiydi. Osman Gâziden sonra pâdisâh olan Sultan Orhan Handan Vahideddîn Hana kadar bütün Osmanli sultanlari ilme hizmet edip, mesgul olan âlimlere hürmet göstererek onlarin teveccühünü kazanmislardi. Memleketin her tarafi ilim yuvasi müesseselerle donatilarak, isik ve feyz kaynagi olmustur. Osmanlilar devrinde yapilan mektep ve medreselerden, yazilan kitap ve diger eserlerin bâzilarindan hâlâ faydalanilmaktadir. Osmanlilar devrinde dînî ilimlerden; ilm-i tefsir, ilm-i usûl-i hadis, ilm-i hadis, ilm-i üsûl-i kelâm ilm-i kelâm, ilm-i usûl-i fikih, ilm-i ahlâk da denilen ilm-i tasavvuf, ilm-i kiraat, akâid, belâgat, ilm-i Kur'ân, ilm-i ferâiz, fennî ve sosyal ilimlerden de; riyâziye (matematik), hendese (geometri), heyet (astronomi) ilm-i nebâtat (botanik), hikmet-i tabi'iyye (fizik), ilm-i kimyâ (kimyâ), ilm-i tip, mantik, felsefe, içtimâiyet (sosyoloji), Dogu ve Bati dilleri ve edebiyati, Slav dilleri, cografya, târih, lügat dâhil bütün ilimler tahsil edilirdi. Bu ilim sahalarinda her devirde pekçok âlim yetisip, kiymetli eserler birakarak, ilme hizmet ettiler.

Osmanlilarin kurulusundan îtibâren dînî ve hukûkî sahada yetisen meshur ilim adamlari ve eserlerinden bâzilari: Serefüddîn Dâvûd-i Kayserî (vefâti 1350), Iznik Medresesi müderrislerindendi, on üç kadar eser yazdi. Seyh-ül ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin Fususü'l-Hikem adli meshur eserini Matlau Husus-il-Kilem fî Meânii Fusus-il-Hikem adiyla serh etti, yâni açikladi. Molla Fenârî (vefâti 1431) yüzden fazla eser yazdi. En meshur eseri Fusus-ül-Bedâyi li Usûl-is-Serayi. Ibn Melek Izzuddîn Abdüllatif (vefâti 1394), müderris olup, fikihtan Mecmau'l-Bahreyn ve Mülteka'n-Nehreyn, Menzilül Envâr, hadisten Mesârik-ül-Envâr. Hizir Bey (vefâti 1459) ilim dagarcigi lakâbiyla taninir. Istanbul'un ilk kâdisidir. Yetistirdigi talebelerinden Muslihuddîn-i Kastalânî, Hocazâde, Tâcizâde, Hatipzâde, Muarrifzâde, Kâdizâde-i Rûmî, Mûsâ Pasa ve Tazarruat sâhibi Sinan Pasa meshurdur. Molla Hüsrev (vefâti 1480) Dürer, Gurer, Mirkat, Mir'at eserlerinin sâhibidir. Hocazâde Muslihüddîn Mustafa (vefâti 1488), Tehâfüt sâhibidir. Sinan Pasa (vefâti 1486) Tazarruât, Tezkiret-ül-Evliyâ eserlerinin sâhibidir. Ali Kusçu (1397-1474), dînî ve fennî ilimlerde eser sâhibidir. Zîc-i Gurgâni'yi tamamladi. Müderristi, Risâle-i Muhammediye ve Risâle-i Fethiyye eserlerinin sâhibidir. Molla Lütfi (vefâti 1495), müderristi. Hendeseden Târif-ül Mezbah, Mevzuat ve daha birçok kitabi vardir. Müeyyedzâde Abdurrahman (vefâti, 1516), Mecma-ül-Fetâve, Cüz'ü Lâyetecezza eserlerinin sâhibidir. Âli Cemalî Efendi (vefâti 1520). Zenbilli Âli Efendi adiyla da taninan meshur seyhülislâmdi. Muhtarat fetvâlarinin toplandigi eseridir. Ibn-i Kemâl Ahmed Semseddîn Pasa (vefâti 1536), (Müftiüs-sekaleyn yâni insan ve cinin müftüsü ünvâni sâhibidir. Seyhülislâmdi. Üç yüz kadar eseri vardir. Atufî Hayreddîn Hizir (vefâti 1541) Arap edebiyatinda, tefsir, hadis ve kelâmda ihtisas sâhibiydi. Ravz-ul-Esnan fî Tedbir-i Sihhat-i Lebdan adli tibbî eserinin yaninda daha on bes kiymetli telifi vardir. Kinalizâde Ali (vefâti 1565), müderristi. Ahlâk-i Alâî, Tabakât-i Hanefiyye, Durer ve Gurer Hâsiyesi ve daha on kadar eseri vardir. Tasköprülüzâde Ahmed Îsâmüddîn (vefâti 1561), Sakayik-i Nu'mâniye, Mevzuat-ül-Ulûm adli telifleriyle taninir. Celâlzâde Sâlih Efendi (vefâti 1565), müderristi. On dört kadar eseri vardir. Câmi-ül-Hikâyat Tercümesi, Târih-i Misr-i Cedid, Târih-i Budin, Fetihnâme-i Rodos, Mohaçnâme eseriyle taninir. Ahmed Cevdet Pasa (1823-1894) Mecelle'yi hazirlayan heyetin baskani olup Kisas-i Enbiyâ ve Malûmat-i Nafi'a eserleri meshurdur. Diger ilim ve teknik sahalarda da pekçok âlim yetisip, kiymetli eserler vermislerdir. Edebiyat; yedi yüz yila yakin iktidarda kalan ve dünyânin en büyük devleti olan Osmanli Devleti; basta pâdisâhlar olmak üzere pekçok sâir ve edib yetistirdi. Dünyânin en verimli lisanlarindan olan Osmanlica yazi ve dilini gelistirdi. Yazma ve basma pekçogu Türkiye kütüphâne ve arsivlerinde olmak üzere, dünyânin her tarafinda pekçok Osmanlica eser vardir. Osmanlica; devlet lisaniydi. Osmanli sultanlari halîfe ünvânini da tasidiklarindan Osmanli Türkçesiyle yazilip basilmis eserler dünyânin dört bir tarafina yayilmistir.

İlmiye Teşkilatı

Ilmiye Teskilâti; Osmanli Devletindeki bütün ilmî faaliyetler, Islâm Dîni esaslarina göre müesseseleserek teskilâtlar kuruldu. Bütün teskilâtlar Hanefî mezhebi' ne göre teskil ettirildi. Ilmiye Teskilâti'nda; medrese, müderrislik, kadilik, padisah hocalari, kadiaskerler, nakib-ül-esraf, müftülük veya seyh-ül-islâmlik müesse seleri vardi. Ilmiye teskilâtinin rütbeleri, dereceleri de vardi. Ilmiye mensuplari, basta padisah olmak üzere, devlet adamlari dahil herkesten hürmet görürdü.

İmaret

Osmanli Devleti'nde yer alan hayir kurumlarindan biri. Fakir ve muhtaçlara yemek yedirilen ve yemek dagitilan yerlere imaret denilmistir, imaret; mâmur etmek, senlendirmek, mâmurluk, hayir için fakirlere yemek verilen yer manasinadir. Imâr edilen her türlü yapi veya külliye için de bu tâbirin kullanildigi görülmektedir. Sonradan asevi,ashâne denilen imaretler; umumiyetle bir külliye meydana getiren cami, medrese, dârüssifâ gibi bölümlerden biri olmustur. Bir imaretten, medrese talebeleri, cami ve hayratta vazî feli olanlar,fakir ve misafirler istifâde ederler ve günde dörtbes bin kisiye ögle ve aksam yemegi verilirdi.

Imâret, ilk defa asr-i saadette kurulmustur. Medîneli Ensâr ile Muhacirlerin fakirleri Mescid-i Nebî yanindaki Suffa denilen büyük çardak altinda yasarlar, ilim ögrenmek ve ögretmekle ugrasirlardi, Ömürlerinin çogu, Resûlullah ile birlikte ilim ögrenmekle, cihâd etmekle geçerdi. Bunlara Eshâb-i suffa denirdi. Sayilari degisirdi. Çok zaman yetmis kisi olup, arttigi da olurdu. Bunlardan baska diger eshâbin çogu zengindi, Imaret müessesesi, Eshâb-i kiram tarafindan baslatilan daha sonralari da çok parlak devirler geçiren bir hayir kurulusudur. Bu müesseseler dört halîfe, Emevîler, Abbasîler, Selçuklular devirlerinde devam ederek Osmanlilara geçen müesseselerdendir.

Cami, hastahâne, kervansaray, köprü, han, hamam ve çesme gibi içtimaî müesseselerden biri de imaretler olup, bunlarin cemiyete ne kadar hayirli olduklari yakin zamanlara kadar görülmüstür. Kuslari himaye ve onlarin kisin kar yagdigi zamanlarda bile yiyeceklerini ve yaz sicaklarinda içecekleri suyu te'mine kadar sefkat gösteren ecdadimizin, medreselerde okuyan talebelerle yolculara, muhtaç ve kimsesizlere ne kadar merhametli ve müsfik davrandiklari belli olmaktadir. Nitekim bugün eski vakif ve arazi tahrir defterlerinden Osmanli Devleti dâhilinde binlerce imaretin faaliyet hâlinde oldugu görülmektedir. Osmanli Devleti, hâkimiyeti altinda bulunan yerlerde ilmî müesseselerin yanisira sosyal müesseselerin yapimina da büyük önem vermekteydi. Bu sosyal müesseseler (imâretler)'in muhafaza ve devamini saglamak için de çevrelerinde han, hamam ve dükkan gibi yerler yaptirilarak, gelirleri bunlara birakilirdi. Yine yeni fethedilen yerlerde yapilan imaretlere bir çok köyün malikâne hisseleri vakif olarak veriliyordu. Diger bütün sosyal müesseselerde oldugu gibi, imaretlere verilen vakif gelirleri de evkaf defterlerinde kaydedilmistir. Meselâ istanbul'da Bâyezîd imaretinin yillik geliri 9 milyon akçe idi. Yine Fâtih Camii ve imaretini yasatmak için Fâtih Sultan Mehmed,istanbul'un çesitli semtlerinde; 1130 ev, 2466 dükkan, 3 han, 54 degirmen, 14 Hamam, 9 bahçe gelirini vakf etmisti.

Osmanlilarda ilk imareti 1336' da kuran Orhan Gazi, müessesesinin açilisini yaparak fakirlere bizzat, yemek dagitti. Osmanlilarin son zamanlarina kadar devam eden bu müesseselerin yerine sonradan asevleri kuruldu.

Iznik ve Bursa'da pâdisâhlar ile hayirsever zengin kimselerin kurdugu imaretler yirmi dörde ulasmisti. Anadolu ve Rumeli gibi bir çok yer ile; istanbul, Ankara, Edirne, Manisa, Amasya, Kayseri, Erzurum, Filibe, Selanik, Bolayir, Gelibolu ve daha bunun gibi bir çok yerde imaretler vardi. Bunlar misafirlere, medreselerde okuyan talebelere ve fakir halka en büyük destekdi. Imaretlerde verilen yemeklerin derecesi, onu besleyen vakfin veya sahsin zenginligine göre degisirdi. Günde iki ögün yemek verilecegi, mübarek gecelerde helva yapilip dagitilacagi ve vakif sahibinin ruhuna Kur'ân-i kerîm okunacagi vakfiyelere sart olarak konurdu. Mütevellî hey'eti bu hükümlere uymaya mecburdu, imaretlerin yaptiklari hayirli isler arasinda bir kisim kimsesiz çocuklarin yetistirilmesi isini üzerine alarak hayatlarini kazanacak bir çaga gelinceye kadar yetimlere maas baglanmasi da vardi. Nitekim Ayasofya vakfindan 200, Edirne' deki sultan ikinci Murâd vakfindan 40 ve Fâtih imareti vakfindan 250 yetime maas baglanmisti. Bu yetimlerin seçilmesi isi ile istanbul kadisi mesgul olmakta ve her türlü isler kadi siciline geçirilmekteydi.

Imaretlerin vakfiyelerinde vakfin idâresinin kimler elinde ve nasil olacagi da belirtiliyordu. Buna göre vakifla alâkali bütün vazifeliler sene sonunda adetâ bir umûmî hey'et hâlinde toplanarak vakfiyeyi beraberce okumakta ve sene içinde her sartin yerine getirilip getirilmedigini müzâkere etmekteydiler.

Imaretler bir tek yapi olabildigi gibi, külliye hâlinde teskil edilenleri de vardi. On altinci asra kadar tek yapi hâlinde olanlar meshurdu. Bu asirdan sonra daha çok külliye hâlinde olanlara rastlaniyordu. Imarethane binâlan, Türk mîmârî geleneklerine uygun plânlara sâhib olarak yapilir, iki yaninda bitisik birer misafirhane ile ortada namaz kilacak yeri bulunurdu. Misafirhane odalarinin içinde birer ocak ile disariya açilan kapilari vardi. Ortada bulunan namaz kilma yerinin genellikle yüksek bir kulesi bulunur, kule üzerindeki aydinlatma feneri ile sadirvan ve iç bölmeler aydinlatilirdi.

Fâtih Sultan Mehmed Han'in cami, medrese ve dârüssifâ ile beraber yaptirdigi imarette, günde iki defa yemek piser ve medrese talebeleriyle hastahâne ve kütüphane me'murlari ile külliyenin bütün hizmetlileri, misafirler ve fakirler olmak üzere, her ögünde bin kisi yemek yerdi. Bütün istanbul'daki imaretlerde bu sirada otuz binin üzerinde kisiye yemek verilirdi. Imarette hizmetlerin muntazam yürütülmesi için kâfi derecede idareci, me'mur ve hizmetçi vazîfelendirilmisti. Fâtih dârüssifâsinin da ayri bir imareti vardi.

Imaretler Osmanlilarin hayirseverliligini, adalet ve insafini, insanlik anlayisini, kültür ve medeniyet seviyesini gösteren yüzlerce müesseselerden biri idi.

"Hüner, bir sehir bünyâd eylemektir. Reaya kalbin âbâd eylemektir"

beytindeki anlayis ve davranisla bayindirlik ve sosyal yardim mes' eleleriyle mesgul olan Osmanli sultanlari, günümüzde hastalik hâlini almis dilencilik, kötü yola düsme ve intihar gibi fiillerin önünü kesmislerdi.

Maliye

Osmanli Devleti, beylik döneminden itibaren sistemli bir malî teskilâta sahip olmustu. Kaynaklarin verdigi bilgiye göre Osmanlilardaki ilk maliye teskilâtinin Murad Hüdavendigâr (I. Murad) zamaninda Çandarli Kara Halil ile Karamanli Kara Rüstem tarafindan yapildigi belirtilmektedir. Bu bilgiler isiginda meseleye bakildigi zaman Osmanli maliyesinin daha ilk kurulus dönemlerinde ortaya çiktigi ve devletin buna büyük bir itina gösterdigi anlasilmaktadir. Gerçekten Fâtih zamaninda tedvin edilmis olan kanunnâmede "Bu kanunnâme atam ve dedem kanunudur ve benim dahi kanunumdur" ifadesi ile tarihî bilgilere göre ilk Osmanli hükümdarlarinin, bir araya getirilip tedvin edilmemis kanunnâme hükümleri ile âmil olduklari anlasilmaktadir. Fâtih kanunnâmesinde yer alan "Ve yilda bir kerre rikâb-i Hümâyunuma defterdarlarim irad ve masrafim okuyalar hil'at-i fahire giysinler." ve "Ve hazineme dahil ve hariç olan akça, defterdarlarim emri ile dahil-hariç olsun" ifadeleri, Osmanlilarin maliye teskilâtina ne denli önem verdiklerini, bu anlayisa daha ilk zamanlardan beri nasil sahip çiktiklari görülmektedir. Aslinda bu gerekli idi. Çünkü gelir ve gider hesaplari olmayan, neyin nereden ve ne zaman gelecegi bilinmeyen ve bu konuda matematikî bir bilgiye sahip olmayan bir devlet düsünülemez.
Görüldügü gibi Osmanli maliye teskilâtinin basinda "Defterdâr" adi verilen bir görevli bulunmaktadir. Bu görevli, günümüzdeki Maliye Bakanlarinin yerine getirmekle yükümlü olduklari görevleri yapiyordu. Önceleri teskilatin basinda bir defterdarla, onun maiyeti vardi. Bütün malî islerden bu Bas defterdar sorumlu idi. Ancak zamanla Osmanli ülkesinin genislemesi üzerine defterdar sayisi ikiye çikarildi. Kanunnâmede de belirtildigi gibi defterdar padisah malinin vekili idi.

Kurulus döneminde gelirler, daha fazla bir yekûn tutuyordu. Buna karsilik masraflar pek o kadar fazla degildi. Zira bu dönemde Osmanli askerinin büyük bir kismi timarli sipahi idi. Ayrica devlet erkânindan çogunun has ve timarlarinin geliri kendilerine yetiyordu. Devletin masrafi ise sadece Kapikulu askerlerine verilen para (maas) idi. Gelirlerin fazlasi ise cami, medrese, köprü, han, hamam vs. gibi imar islerinde kullaniliyordu.

Osmanli maliyesi, "Miri hazine" (veya dis hazine) ile Enderûn (veya iç hazine) hazinesi olmak üzere iki kisimdi. Dis hazinenin görev ve yetkisi, devletin genel gelirlerini toplamak ve gerekli masraflari yerli yerinde kullanmak seklinde belirlenmisti. Iç hazine ise padisaha aitti. Padisahlar, bu hazineyi istedikleri sekilde kullaniyorlardi. Sayet dis hazinenin parasi yetismez ise iç hazineden borçlanmak suretiyle ödünç para alinirdi. Dis hazine, vezirde bulunan hükümdar mührü ile açilip kapanirdi. Bu hazine, defterdarin sorumlulugu ve vezirin denetimi altinda idi.

Bundan bir müddet öncesine kadar ilk Osmanli sikkesinin Orhan Bey'e ait oldugu biliniyordu. Fakat Osman Bey'e ait sikkenin bulunmasiyla eski bilgi, geçerliligini kayb etti. Buna göre ilk Osmanli parasinin Osman Gazi döneminde tedavüle çiktigi anlasilmaktadir. Gümüsten mamul Osmanli parasina "akça" deniyordu. Her padisah, hükümdarlik alameti olarak kendi adina para bastirirdi. Osmanli hükümdarlari Fâtih Sultan Mehmed dönemine kadar gümüs ve bakir para bastirdilar. Kurulus döneminde ve daha sonraki dönemlerde paranin ayarina ve saf gümüs olmasina özen gösteriliyordu.

VERGILER

Osmanli maliyesinin farkli gelir kaynaklari vardi. Bunlarin basinda da halktan toplanan vergiler geliyordu. Tarihî bir vakia olan vergi,amme hizmetlerinin muntazam bir sekilde devamliligini temin için bas vurulan bir çaredir. Bu yüzden verginin, devletlerin ekonomik ve sosyal hayatlarinda önemli bir yeri bulunmaktadir.

Siyasî bir çevre içinde ortaya çikan Islâm, kendisinden önceki din ve toplumlarda mevcud olup tatbik edilen vergilerle karsilasti. Vergi, amme menfaat ve islerinin tanzimi söz konusu oldugu zamanlarda, fertlere yüklenen bir mükellefiyet olduguna göre Islâm, kendisinden müstagni kalamazdi. Bununla beraber Islâm vergi sistemi, birdenbire ve topyekûn vaz' edilip uygulama sahasina konmamistir. O, Islâm'in yayilisina ve ihtiyaçlarin ortaya çikisina göre yirmi senelik tesriî bir tekâmül sonunda müesseselesmistir.

Osmanli devlet rejiminin, kendinden öncekilerden devr alip tatbik ve inkisaf ettirdigi vergi sistemi, amme idaresi ve devletin iktisadî tarihi bakimindan önemli bir yer tutar. Bunun için, iktisadî tarihin önemli bir bölümünü meydana getiren vergi sistemini iyi degerlendirmek gerekir.

Kurulusundan itibaren Müslüman bir toplumu ifade eden Osmanli Devleti, inkisâf ettirip kemâl mertebesine ulastirdigi müesseseleri ile, tebeasindan tahsil ettigi verginin temeli, Islâm hukukunun kaynaklarina dayaniyordu.

Siyasî bir birlik olarak tarih sahnesinde görünmesinden itibaren birçok vergi kalemi tarh etmek zorunda kalan Osmanli Devleti'nin bu uygulamasi, yüzlerce vergi ismi gösteren cetvellerle tasvir edildigi kadar karmasik ve anlasilmaz degildir. Gerçekten mintika ve zamanlara göre farkli isimlerle toplanan bunca vergi kalemi, saglam kaidelere dayanan bir sistemin esas hatlarini çizmek suretiyle, bize lüzumlu bilgiyi verecek sekilde basitlestirilebilir.

Bilindigi gibi Osmanli devlet sisteminin önemli müesseselerinden biri olan mâliyenin, temel dayanagini teskil eden vergi, genel mânâda iki ana bölüme ayrilir. Bunlardan biri tamamiyle seriata dayanan ve esas itibari ile Kitab (Kur'an) ile Sünnet'ten kaynaklanan "Ser'î Vergiler"dir ki buna "Tekâlif-i Ser'iyye" denmektedir. Ikincisi de bas gösteren malî sikintilar yüzünden devlet tarafindan bir zorunluluk sonucunda konan "Örfî Vergiler"dir ki buna da "Tekâlif-i Örfiye" denir.

Müslüman bir cemiyete istinad eden bünyesi ile ser'î hukuku hem nazarî hem de amelî bir sekilde ve her sahada uygulamaya koyan Osmanli Devleti, diger Müslüman devletlerin bu konudaki tatbikatlarini gözden irak tutmuyordu. Bu bakimdan, Osmanli tarih ve teskilâtlarini basli basina ve kendinden öncekilerden tamamen ayri düsünemeyiz. Çünkü Osmanlilar, kendilerinden önce Anadolu'ya gelip yerlesmis bulunan Müslüman Türklerin yasayis tarzlarini, ahlâk, iktisat, âdet, örf ve diger özelliklerini almaktan çekinmiyorlardi. Bunun içindir ki, bir sehir veya kasaba Karamanlilardan, Selçuklulardan, Germiyandan veya baska bir beylikten Osmanlilara geçmekle fazla bir degisiklige ugramiyordu. Çünkü Osmanli Devleti teskilât ve müesseseleri ile Anadolu beylikleri teskilât ve müesseseleri arasinda pek büyük farklar bulunmuyordu.

Osmanli vergi sisteminin özelliklerinden biri de tebeadan alinan verginin kendisini (tebea) ne malî, ne de hukukî yönden rencide etmemis olmasidir. Hatta bu, sadece devletin bizzat kendisinin aldigi vergilerde degil, onun adina timar sahibinin aldigi vergilerde de geçerli idi. Öyle ki, dirlik sahibi, reâyadan cins ve miktarlari kanunlarla tayin edilmis olan bir kisim vergiden fazlasini tahsile selahiyetli degildi. Yetkisini asip onu kötüye kullanandan dirligi, bir daha geri verilmemek üzere alinirdi.

Ana hatlari ile Osmanli vergi sisteminden bahs ettikten sonra artik vergi çesitlerini görebiliriz. Daha önce de temas edildigi gibi Osmanli vergisi iki ana bölümde inceleniyordu. Bunlardan biri Ser'î Vergiler, digeri de Örfî vergilerdir.

SER'Î VERGILER (TEKÂLIFI SER'IYYE)

Osmanli Devleti'nde "Tekâlif-i Ser'iyye"nin temelini teskil eden vergilerin tarh, cibâyet vs. gibi hükümleri, fikih kitaplarinda tafsilâtli bir sekilde anlatildiklari gibiydi. Bununla beraber farkli din, dil ve milliyetlere mensup kimseleri sinirlari içinde barindirdigi için, tekâlif-i ser'iyye bölümüne dahil vergilerin isim ve çesitleri de farkli olagelmislerdir. Bu bakimdan Zekât, Ösür, Cizye ve Harac gibi temel vergilerden baska bunlarin kisimlari olarak seksen kadar vergi kalemi bulunmaktaydi.

ZEKAT

Bilindigi gibi zekât, Islâm'in üzerine bina kilindigi bes esas rükünden birini teskil etmektedir. Islâm hukukuna göre zekât, bir ihsan veya basit bir sadaka degildir. O, devlet ve toplumun fert üzerindeki hakkidir. Binaenaleyh devlet, zekât verip vermeme hususunda mükellefi serbest birakmaz. Onu, âmilleri vâsitasiyla toplamak ve yerine sarf etmek zorundadir. Nisaba mâlik bulunan ve belli sartlari tasiyan her müslümanin vermekle mükellef oldugu zekât, Osmanli Devleti'nde diger Müslüman devletlerde oldugu gibi uygulaniyordu. Bu sebeple biz, konunun detaylarina girmek istemiyoruz.

HARAC

Osmanlilarda daha ziyade gayr-i müslim tebeayi ilgilendiren vergilerden biri, Harac adini tasimaktadir. Islâm vergi hukukunda oldugu gibi Osmanlilarda da Harac iki kisma ayrilmaktadir. Bunlar Harac-i Muvazzaf ve Harac-i Mukasem adini tasimaktadirlar. Harac'in bu iki kismi da ser'î vergilerden oldugu için gerek ilk tarhi, gerekse ilk tahsili ile ilgili bir baslangiç tesbit etmek mümkün degildir. Bununla beraber 11 Cemaziyelahir 860 (17 Mayis 1456) tarihli bir fermanda belirtildigine göre Fâtih Sultan Mehmed, babasi II. Murad'in Kostandin'de derbent bekleyen yirmi kadar kefereyi haractan muaf saydigi, kendisinin de buna aynen uydugu görülmektedir. Bu belge, harac uygulamasinin kurulus döneminde mevcud oldugunu göstermektedir.

Harac-i Muvazzaf, arazi üzerine maktu bir sekilde konmus bulunan akça olup zaman ve mintikalara göre farkli isimler aliyordu. Bunlarin bir kismi adeta topragin ücreti olarak alinmaktaydi. Bu gruba girenlerden bir kismim söyle isimlendirmek mümkün olacaktir: Resm-i Çift, Resm-i Zemin, Resm-i Asiyâb, Resm-i Tapu, Bir kismi da bir çesit sahsî vergilere girmekteydi ki bunlar da: Resm-i Arûs, Resm-i Mücerred, Ispenç ve Dühan gibi isimler aliyordu. Biraz asagida görülecegi gibi Harac-i Mukasem, Osmanlilar döneminde "ösür" kelimesi ile ifade ediliyordu. Bu bakimdan biz de ösür bahsinde ona temas edecegiz.

ÖSÜR

Bilindigi gibi Islâm vergi hukukuna göre, ziraî mahsullerden belli nisbetler sartlar dahilinde Müslüman tebeadan alinan vergiye Ösür denir. Osmanli Devleti'nin kurulus yillarinda diger Müslüman devletlerde oldugu gibi, mülk olan "arazi-i ösriyye"den sadece ösür alinmaktaydi. Bu dönemde Osmanlilarda arazi biri "Ösriyye" digeri de "Haraciyye" olmak üzere ikiye ayriliyordu. Fakat XIV. asrin son çeyreginden itibaren bazi sebeplerden dolayi birtakim degisiklikler yapilarak, arazinin bir kismi "Emiriyye" olarak kabul edildi. Bu durum, daha sonralari Hicaz mintikasi hariç kalmak üzere "Osmanlilarda arazi sultaniyyedir" seklinde ifadesini bulacak olan bir vaziyete getirilmis oldu. Binaenaleyh, Osmanli Devleti'nde ösür denince biri kurulus dönemindeki mülk arazi mahsulatindan alinan vergi ve sonralari sadece Hicaz bölgesinde alinan ösür ile, digeri de arazi-i emiriyyeye mahsus olmak üzere alinan ve "amme-i nâs tarafindan galat-i fâhis" olarak kendisine ösür denen "harac-i mukasem" anlasilmaktadir. Zira Osmanlilarda haracin mukasem kismina ösür adi verilmekteydi.

Osmanli Devleti'nde, Ösür kelimesi yerine baska tabirler de kullaniliyordu ki bunlar, son dönemlerde ortaya çikmisti. Dimus, Ikta ve Sâlariye bu neviden kelimelerdi. Dimus, Suriye'ye ait defterlerde, Ikta, Irak mintikasina ait defterlerde Sâlariye ise Anadolu ve Rumeli defterlerinde zikr edilmekteydi. Osmanli Devleti'nde ösür, su asagidaki maddalerden de alinmaktaydi: Bag, sira, bahçe, bostan, fevakih, kovan, harir, pamuk, giyah, odun ve ag (balik).

CIZYE

Islâm hukukuna göre cizye, devletin, müslüman olmayan vatandasini (tebeasini) yakindan ilgilendiren bir vergidir. Bir mânâda buna, devletin müslüman tebeadan aldigi zekât karsiligidir denebilir. Zira müslüman olmayan tebeayi cizyeye baglamakla, devlette bir denge saglanmis bulunuyordu. Islâm nazarinda müslümanlarla zimmîler (devletin müslüman olmayan tebeasi = ehl-i zimmet) devletin vatandaslaridir. Ayni haklardan faydalanmakta ve ayni ölçülerde devletin imkanlarindan yararlanmaktadirlar. Bu sebeple, Müslümanlarin ödedigi zekâta karsilik, ehl-i zimmette cizye vermekteydi. Gerçekten Islâm Devleti, bu vergiyi koyarken yukarida belirtilen dengeyi saglamaktan baska bir sey düsünmüyordu. Nitekim ilk Islâm fetihleri ve bu fetihlerin sonucunda Islâm devletinin idaresine giren Gayr-i müslimlerin durumundan bahs edilirken "zimmîler bazan eski idarecilerinin topladiklari vergiden daha az bir vergi yükü ile mükellef tutuluyorlardi. Bu hal, Islâm'in onlari hakkiyle himaye ettigini göstermesi bakimindan Islâm devleti için bir serefti" denilmektedir.

Osmanli vergi hukukunun "Tekâlif-i Ser'iyye" bölümüne dahil olan cizye, maliyenin en önemli gelir kaynaklarindan birini teskil ediyordu. Müslüman bir devlet olmasi hasebiyle bu devlete, cizye uygulamasinin ilk kurulus yillarindan itibaren basladigi söylenebilir.

Devletin, idaresinde bulunan gayr-i müslimlerin haklarim korumak, onlara gelebilecek zararlari ortadan kaldirmak ve askerlik hizmeti karsiliginda aldigi bu vergi, önemsiz denebilecek kadar az bir seydir. O kadar ki bunu, müslüman vatandas ile müslüman olmayan vatandas arasinda mühim ve farkli bir muamele olarak görmek mümkün degildir. Gerçekten devlet, tebeasi olan zimmîlerin bütün haklarini korudugu gibi onlara gelebilecek zararlari da ortadan kaldirmaya çalisiyordu. Hatta, onlara yapilan bir haksizlik veya onlara karsi islenen bir suç, aninda en agir bir sekilde cezalandirilirdi. Nitekim 24 Cemaziyelevvel 975 (26 Kasim 1567) tarihli ve Alacahisar Beyi'ne gönderilen bir hükümde, dagda üç nefer zimmîyi katl eden dört sipahinin suçlarinin sabit görülmesi üzerine idam edilmeleri gerektigi bildirilmektedir. Bu belge, suç isleyenlerin din, irk ve milliyetlerine bakilmaksizin, suçlarinin gerektirdigi cezalarin verildigini göstermektedir. Günümüzde çok normal görünen bu olay, o asirlarin dünyasinda bu kadar rahatlikla uygulanamazdi.

Osmanlilarda, padisahlarin cizye ile ilgili bütün resmî tahrirleri seriatin cizyeye ait kararlarina dayaniyordu. Nitekim daha Sultan I. Murad Han zamaninda bu verginin Islâm hukukuna uygun olarak iki sekilde cibayet edildigi (toplandigi) görülmektedir. Bu sekillerden biri, Köstendil Tekfuru Konstantin ile anlasilarak alinan "Maktu Cizey", digeri de Bosna ve Hersek ile sair tebeadan alinan "Ale'r-Ruûs Cizye"dir.

Osmanli Devleti'nde bu vergiyi vermekle yükümlü tutulan kimseler, sadece ergenlik (bulûg) çagina gelmis akil ve vücutça saglam olan erkeklerdir. Binaenaleyh sadaka ile geçinen rahipler, çalisamayacak derecede bir rahatsizligi olup fakir düsenler, 14-75 yaslarindan küçük veya büyük olanlar ile kadinlar cizyeden muaf idiler. Bundan da anlasilacagi üzere Osmanlilarda cizye, tamamen Islâm hukukunun esaslarina göre uygulaniyordu.

Baslangiçta, devletin bütün bölgelerinde ayni miktarda cizye alinmiyordu. Zira bu dönemde, tedavülde bulunan paranin kiymet ve degeri de ayni degildi. Bu sebeple cizye miktari, verilen fetvalara ve bölgelere göre azalip çogalabiliyordu. Bu konuda dikkatimizi çeken en önemli fetva Seyhülislâm Ebû Suûd Efendi (1545-1574)'nin fetvasidir. Bu fetvaya göre biz, o dönemin fakirlik ve zenginlik ölçüleri gibi toplumun sosyal yapisi hakkinda da bilgi sahibi oluyoruz. Nitekim o, "amele kadir olan kâfir ki, ikiyüz dirhem-i ser'iyeye kadir olmaya, ol makule ednâdir, on iki dirhem-i ser'î alinir. Ikiyüz dirhem-i ser'iyyeye kadir olup amele kadir olan evsat makulesidir, yirmi dirhem-i ser'î alinir. On bin dirhem-i ser'iyyeye malik olan 'a'la makulesidir, onlarin cizye-i ser'iyeleri kirk dirhem-i ser'idir" demektedir.

Kismen toplumun sosyoekonomik durumundan kaynaklansa bile büyük ölçüde devlet müsamahasinin bir neticesi olarak cizye mükellefinin tabi bulundugu siniflamada en az cizye verenler (ednâ sinifi), her zaman öbür siniflardan daha fazla olmuslardir. Örnek olmasi bakimindan 1103 (1691) senesinin Brud (Brod) kazasi ve tevabiinde cizye verenlerin siniflarina göre sayisina baktigimiz zaman karsimiza asagidaki tablo çikmaktadir:

A'la: 27 Evsat: 147 Ednâ: 166.

Daha önce de belirtildigi gibi, Müslüman devletlerde cizye mükellefi, bütün insanî hak ve vecibelerden rahatlikla istifade edebilmekteydi. C.H. Becker'in Islâm Ansiklopedisi'ndeki "Cizye" maddesinde belirttigi gibi cizye ödeyen mükellefler, Islâm devleti ile yalniz iman ve âyinlerine müsamaha degil, hatta himaye isteme hakkini da kendilerine bahs eden bir mukavele akd etmis olurlar ki, benzer örnekleri Osmanli Devleti'nde çokça görmek mümkündür. Nitekim Edirne'de meydana gelen bir yanginda, dükkânlari yanan Yahudilere, devlet tarafindan verilen atiyye ile yardimin taksim seklini gösteren bir belgeye sahip bulunuyoruz.

Osmanli Devleti'nde hazine için tahsil edilen cizye, her senenin Muharrem ayinda degisik müesseselerce toplaniyordu. Birligi ortadan kaldiran bu uygulama, bazen devlet hazinesini büyük sikintilara sokuyordu. Bu durumu düzeltmek için 1101 (1689) senesinde Sadrazam Köprülüzâde Fâzil Mustafa Pasa, devrin ilgilileri ile yaptigi istisareden sonra, cizyenin toplanmasini belli kaide ve sistemlere baglayarak toplama isinin tek elden yapilmasini sagladi. Bundan sonra her üç sinif zimmî için ayri birer mühür kazdirdi. Bunlara "a'la", "evsat" ve "edna fakir" gibi kayitlar koydurttu. Her sene için tarihleri degisen bu mühürlerin ve dolayisiyle cizye mükelleflerinin, birbirinden açik ve kesin çizgilerle ayrilabilmesi için bunlarin gerek sekillerinde ve gerekse yazi karakterlerinde farkli uygulamalara gidildi. Bu uygulama o kadar yayginlasti ki, asagida fotokopilerini göreceginiz mühürler 1269 (1852) senesine aittir. Demek oluyor ki cizyenin kaldirilisina kadar bu uygulama devam etmistir.

Bu uygulamada cizye mühürleri ile birlikte cizye kagitlarinin renkleri de degisiyordu. Kagitlarin üzerinde de cizyenin hangi seneye ait oldugu, sinifi, cizye muhasebesi, bas hazinedar ve cizye umum mülteziminin isimleri vardi.

Osmanlilarda cizye uygulamasi, 1272 (1855) senesinde cizyenin, "Bedel-i askeriye"ye tebdili zamanina kadar devam etti.

ÖRFÎ VERGILER (TEKALIFI ÖRFIYYE)

Osmanlilarda ser'î vergilerin yaninda, temeli ihtiyaçlardan dogan ve örfe dayanan bir verginin daha bulunduguna temas edilmisti. Bu, örfî vergiler veya tekâlif-i örfiyye denilen ayri bir kategoride mütalaa edilir. Osmanli Devleti, kendisinden önceki diger devletlerde oldugu gibi, örfî vergileri belirleyip koymak zorunda idi. Zira devrin özelligi diyebilecegimiz harpler, durmaksizin devam ediyor ve ser'î vergiler de bu durumun yükledigi masraflari karsilamaktan uzak bulunuyordu. Külliyetli miktarda askerin beslenmesi, donatilmasi ve harbe hazir bir duruma getirilebilmesi ile donanmanin hazir halde bulundurulmasi gibi mecburiyetler, devleti böyle bir vergiyi koyma zorunda birakiyordu. Iste bunun için devlet, II. Bâyezid (1481-1512)'in son senelerine tesadüf eden günlerde "Imdadiye-i seferiye" adi ile bir örfî vergi koymak suretiyle bu sikintiyi ortadan kaldirip gidermeye çalisiyordu.

Görüldügü gibi, devlet için ser'î vergilerden ayri olarak örfî vergi tarh etmek, bir zaruret halini almisti. Bu mecburiyet, devleti, vaz' ettigi (koydugu) bu örfî vergileri devam ettirmek ve miktarinin azalmamasi için gerekli tedbirlere bas vurmak zorunda birakiyordu. Yine bu zaruretin bir sonucu olarak örfî vergilerin sayi ve kalemleri, belirten ihtiyaçlara göre çogaltiliyordu. Böyle bir uygulamaya müsaade edildigine daha önce de temas edilmisti. Zaten Osmanli sultanlarinin bu hususta ser'î hukuka göre hareket ettikleri, emir ve fermanlari ile, eski uygulamalari bir araya toplayan kanunnâme mecmualarinin basinda bulunan "ser'-i serife muvafakati mukarrer olup hâlen muteber kavanîn ve mesâli-i ser'iyyedir" ifadesinden de açikça anlasilmaktadir.

Normal olarak geçici olmasi gereken ve fakat bir biri ardi sira gelen muharebe ve ekonomik sikintilar neticesinde devamlilik kazanan örfî vergileri de iki kisma ayirmak mümkündür:

1- Tekâlifiâdiye

2- Tekâlif-i sakka

1- Tekâlif-i Âdiye: Ser'î hukuka göre malî bir terim olarak "ca'l" adi da verilen bu vergi türü, araliksiz devam eden harp ve malî krizlerin bir sonucu olarak ortaya çikmisti. Böyle bir zaruretin, örfî vergilerin konmasina cevaz ve imkân sagladigi daha önce anlatilmisti. Binaenaleyh, Islâm hukukunun müsaade ettigi bu nevi vergilerin Osmanli Devleti'nde bulunmasinda bir sakinca yok demektir. Bu yüzden "tekâlif-i örfiyye" diye zikr edilen vergilere ser'an ruhsatin verildigini söyleyebiliriz.

2- Tekâlif-i Sakka: Bu, harp, malî kriz ve tabii âfet gibi bir zarurete bagli olmadan tekâlif kaideleri disina çikilarak konmus bulunan vergilerdir. Belli bir kaide ve sistemi olmadigindan bu tip vergilerde hak ve adâlete pek riayet edilmeyeceginden, böyle vergilere ser'an müsaade edilmemistir. Nitekim Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566) devrinin sadrazami Lütfi Pasa (H. 942-947) bu konuya temasla söyle der: "Cenk içinde askere hilaf-i kanun vergi vermemek gerektir."

Osmanlilarda, Tanzimat'a kadar devam eden örfî vergilerin bu ikinci kismi olan "sakka"nin olmadigini, tebea üzerine böyle bir verginin tarh edilmedigi, ancak bazi vergilerin buna benzemelerinden dolayi "sakka" zannedildikleri belirtilmektedir. Bununla beraber, bilhassa XVII. asirdan itibaren bu tip vergilerin zaman zaman ortaya çiktigi bilinmektedir. Fakat padisahlar, bununla mücadele ediyor ve böyle bir yola bas vurulmamasi için "adâletnâmeler" gönderiyorlardi.

Örfî vergilerin tahsili, ser'î vergilerin tahsilinden farkli idi. Ser'î tekâlif, umumiyetle ziraî mahsul sahibi reâyâya, daha dogru bir ifade ile köylüye hasr edilmis görünmektedir. Gerçi zekât ve cizye gibi ser'î vergiler, bu kaidenin disinda bulunmaktadir. Fakat ziraî mahsûl ile daha çok hasir nesir olan köylü, ösür ve harac gibi ziraî vergilerin mükellefi bulunmaktadir. Buna karsilik örfî vergiler, daha çok sehirliyi bilhassa ticaret erbabini ve pazarlarla alakali kimseleri kapsamaktaydi. Sehirlerde tatbik olunan örfî tekâlif sekli, bilhassa ticaret ve sanayi faaliyetine dayanmakta oldugundan birçok vergi bu kisma dahil bulunuyordu. Keza büyük bir kisminin devlet adina sipahîler tarafindan alindigini bildigimiz ser'î vergilerin aksine bu, her sene vali, mütesellim ve voyvodalar tarafindan, mintika ileri gelenleri ve kadi marifetiyle memleketin nüfusu veya evi (hâne) üzerine tarh olunuyordu. "Rûz-i Hizir" ve "Rûz-i Kasim" hesabina göre senede iki taksitle alinmak üzere tevzi defterleri tanzim ediliyordu. Tanzim edilen bu defterler, ser'iye mahkemelerinin siciline kayd edilirdi. Bu defterlere bir memleket halkindan, toplanmasi kararlastirilmis ne kadar örfî vergi varsa tamami yazilirdi. Yazilan bu miktar, esit sekilde fertlere taksim edilerek alinirdi. Bu defterlerin tasdikli bir sureti, tahsil için kethüda, emin veya özel memurlara verilirdi. Vergi mükellefleri de bu defterlerin kapsadigi sekil ve miktarda vergilerini vererek, kendilerine düsen vatandaslik görevlerini yerine getirmis olurlardi.

Zaman ve mintikalara göre isimleri ile birlikte çesitleri de degisen örfî vergiler, hazinenin vaz geçemiyecegi bir malî yardim halini almisti. Bu vergilerin basinda "îmdadiye" diye isimlendirilen vergi gelmektedir. "îmdadiye-i seferiye" ve "îmdadiye-i hazariye" olmak üzere iki kisma ayrilan bu vergi, isminden de anlasilacagi üzere sefer ve harplere bagli olarak tarh ve cibâyet edilen bir vergi kalemidir. Muharebe masraflarini karsilamak üzere vatandaslardan alinan bir vergidir. Bu vergi, Osmanli Devleti'nin, durmak bilmeyen harplerle karsilasmasi yüzünden hazinenin, malî külfeti kaldiramamasi sebebiyle konulmustu.

Muharebeler esnasinda, bosalan devlet hazinesinin (beytü'l-mal) ihtiyaci olan parayi tedarik etmek ve askerin donatilmasini saglamak için konulan imdadiye vergisi, bazan hazineye gönderilir, bazan da dogrudan dogruya orduya memur olan serdarlara verilirdi. Miktari, durum ve ihtiyaca bagli olarak fermanlarla artip eksilen bu vergi kalemi, tevzi defterlerine yazilip toplanirdi. Bu vergi, sadece esnaf, tüccar vs. gibi halk tabakalarindan alinmiyordu. Duruma göre devlet adamlari da bu vergiye istirak ediyorlardi.

Osmanli Devleti'nde, örfî vergiler kismina giren vergi kalemlerinden biri de "Avânz" adini tasiyan vergidir. Bu vergi, olaganüstü hallerde, tebeaya yüklenen bedenî, malî ve aynî bir vergidir. Avâriz-i divâniye adi ile de anilan bu vergi, devlet masraflarinin memleket nüfusuna tevzi ve taksimi sonucu ortaya çikmistir. Çok eski bir vergi olmakla beraber, ne zaman ihdas olundugu kesin olarak bilinememektedir. Bununla beraber bu verginin Osmanlilardan önce Anadolu beyliklerindeki mevcudiyetinden bazi vesikalar sayesinde haberdar olmaktayiz. Vergi muafiyetini ilgilendiren bu belgeleri nesr eden Uzunçarsili, benzerinin Osmanlilarda da aynen uygulandigini bildirerek söyle der: "Anadolu beyliklerindeki vergi ve rüsûmdan yani "avâriz-i divaniye" ve "rüsûm-i örfiyye"den muafiyet muameleleri, birbirlerinin aynidir. Bu hususa dair asagida vesikalar kisminda Karamanogullarina ait kayitlarla Osmanli tahrir kayitlan karsilastirilacak olursa görüsümüz kesinlik kazanir."

Bu verginin 4-5 yilda bir defa alindigini belirten Lütfi Pasa, bunun Yavuz Sultan Selim (1512-1520) döneminde sadece bir defa alindigini kaydeder.

Devlet, fevkalade bir vaziyetin icab ettirdigi masraflar ile muayyen vasiflan haiz yiyecek maddelerini, harp levazim ve masraflarini, belirü vergi kaynaklarindan karsilayamayacagini anladigi zaman, özel bazi tedbirler ile memleketin bütün imkânlarini seferber etmeye karar verirdi. Bu karar geregince vaziyetin icabina göre, kendisine lazim olan para, hizmet, esya ve mahsûl miktari tesbit edilerek muhtelif bölge ve mahallere tevzi edilirdi.

Halk arasinda "salgun" diye de adlandirilan bu vergi XIX. asirda tamamen paraya çevrildi. Tanzimat fermani ile de ortadan kaldirildi.

"Avâriz" vergisi, degisik isimlerle zikr ediliyordu. Menzil mali, bedel-i nüzûl, zahire baha, han, resm-i sürsat, kürekçi bedeli, kömür ve kereste bedeli, beldaran, hâne, çayir kirasi gibi isimler bunlardan birkaçidir."

Diger bütün vergilerde oldugu gibi, bazi sinif ve zümreler avârizdan muaf tutulmuslardir. Askerî sinifa mensub olanlarla ilmî ve dinî bazi mansiblarin sahipleri, derbentçi, tuzcu, çeltikçi, ortakçi, katranci ve dogancilar ile bazi vakiflarin reâyasi ve bazi hizmet erbabini burada zikredebiliriz.

Osmanli örfî vergilerinden bir kalem de "Harçlar" adi altinda zikredilmektedir. Bu vergi, daha ziyade resmî dairelere isi düsenlerden alinmaktaydi. Degisik isimlerle alinan bu harçlar, mahkemelerde hakim, kadi ve naiblerin verdikleri hüccetlerden, sicillere geçirilen hükümlerden, mesihat makamindan yazili olarak çikan fetvalardan, ölen bir kimsenin mirasçilari arasinda yapilan miras taksiminden, nikah vs. gibi muamelelerin karsiligi olarak alinmaktaydi.

Osmanli devlet teskilatinda, divan-i hümayunda bulunan önemli vazifelilerden biri. Padisahin imzasi demek olan "tugra"yi çekmekle görevli olan Nisanci, bazi tarihi' kaynaklarda ve vesikalarda "muvakkî, tevkiî ve tugraî" isimleriyle de anilir. Padisahin emrini havi olan ve bastarafina tugra çekilmis vesikalar, Osmanli teskilat dilinde "nisan-i serifi sultani, nisan-i hümâyûn, tugra-i garrâ-i hakani, tevhi-i hümâyun, tevhi-i refî" gibi isimlerle anilir, ancak yaygin olarak bu evraklar kisaca nisan olarak isimlendirilirdi. Ayrica Nisancilar, devletin kanunlarini iyi bilen, eski ile yeni kanunlari ve ser'î hukukî kanunlari birlikte telif edebilmesi hasebiyle divanda yeri geldikçe görüsü alinir ve "turakes-i ahkâm, tugra-i serif hizmetlisi, müftî-i kanun" olarak isimlendirilirlerdi.

Islâmiyetin ilk devirlerinde, halifelere verilen istidalara, devlet reisi tarafindan verilen cevaba, "tevhi" denilirdi. Osmanli devletindeki hatt-i hümayun demek olan bu serhleri, divandaki katiplerin basi yazardi. Hz. Ömer (r.a.) istidalari (dilekçeleri) bizzat kendisi cevaplandirirdi. Amr îbn As'a verdigi bir cevap da ise söyle yazmislardi: "Emirin senin hakkinda nasil olmasini istiyorsan sen de halk hakkinda öyle ol". Tevhîler ayni zamanda devlet baskaninin imzasini tasidigindan, geçen zaman içinde özel sekiller almislardir. Abbasilerden itibaren, tevhi yazilma isi için "divanü'i-insa" denilen daire kurulmustur. Bu daire, Büyük Selçuklu Devleti'nde Türkçe olan tugra kelimesi kullanilarak "divanü't-tugra" ismini almistir. Anadolu Selçuklu Devleti'nde, Büyük Divan'da bulunan ve arazi defterlerine bakan ve dirlik tevcih beratlarini hazirlayan dairenin baskanina "Pervaneci" denilmistir. Bu memur, Osmanli teskilatindaki Nisanciya tekabül etmekteydi. Uygur ve Karahanli Devletlerindeki "ulug bitigci" de ayni islerle vazifeli memur idi.

Osmanli devletinde, nisancilarin Orhan Gazi zamanindan itibaren, bu padisaha ve haliflerine ait berat ve tugralarin mevcudiyeti ile anlasilmaktadir. Nisanci kelimesi, Sultan Ikinci Murad devrinde, arabca müvekki' nin yerine kullanilmaya baslanmistir.

Nisanci'ya ait ilk topluca bilgiye Fatih Kanunnâmesi'nde rastlanir. Kanunnâmeye göre, merkezde vezirlik, kadiaskerlik ve bas defterdarliktan sonra en yüksek memuriyet nisancilik idi. Devletin disari ile yazismasini temin ve tugra çekmek,'en basta gelen vazifesi idi. Divan toplantilari esnasinda diger yüksek memurlarla beraber çadirda oturur, Divan'dan sonra verilen yemekte vezirler ve defterdarlarla,ayni sofrada otururdu. Nisancilik vazifesine, edebî sahsiyetlerden ve âlimlerden tayin yapilmasi usûldendi ve bu sebeble nisanciliga en çok müderrisler getirilirdi.

Tesbit edilebilen ilk, nisanci olan Muhammed Asgarü'l-cezerî'den itibaren, bu memuriyette vazife yapan bütün nisancilar, devletin nizamlarina, teskilatina ve müesseselerine dair kanunlarin toplanmasinda, nesredilmesinde baslica rolü oynadilar. Gerçekten, Leyszâde Mehmed b. Mustafa, Fatih Kanunnâmesi diye bilinen Kanunnâme-i Âli Osman'in bir araya getirilmesinde ve yazilmasinda en büyük pay sahiplerindendir. Nisancilik vazifesinde bulunanlarin teskilatfri isleyisine diger bir katkilari da, divandan çikan ferman'larin tertip, imla ve insa tarzlarinda koyduklari kaidelerdir. Konulan bu kaideler, bu nisancilarin haleflerince de aynen tatbik edilmistir. Meselâ, Tacîzâde Cafer Çelebi, Koca Nisanci Celâlzâde Mustafa Çelebi, Ramazanzâde, Okçuzâde, Hamza Pasa'nin kendilerine mahsus ferman ve mensur yazis tarzlari vardir.

Onyedinci asir sonlarinda kaleme alinmis Tevhiî Abdurrahman Pasa Kanunnâmesinde, Nisancilara mahsus olan kiyafe't söyle tarif edilmektedir. Mücevveze sarik sarar, sof üstlük, lokmali kutnî, iç kaftani ve orta abayi giyer, orta raht vururdu. Ayrica bu kanunnamede Nisancilarin 400 akçelik haslari oldugu ye Sadr-i â'zamla her vakit görüsebildikleri kayitlidir. Bundan baska Eflak-Bogdan voyvodaliklari ile Erdel Kralinin tevcihinden dolayi muayyen bir gelirleri mevcuttur.

Osmanli merkez teskilatindaki bu mühim memuriyet, 1836'da kaldirildi. Yerine getirildigi görevler de defter eminligine devredildi. Önemli fermanlara Bab-i âlî, diger fermanlara ise defter eminliginde Tugra-nüvis denilen memurlar tarafindan tugra çekilmeye baslandi. 1838'de ise tugra-nüvislik de kaldirildi ve Bâb-i âli ile birlestirilerek tugra çekme isi, Bâb-i âli dairelerinde yapilmaya baslanildi. Daha sonra, nisancilik sadece paye olarak verildi.

Tazminattan sonra ise, nisanciligin vazifeleri birkaç memuriyete dagitildi. Asli vazifeleri Mabeyn baskatipligi ile Hariciye nazirligina, diger önemsiz vazifeler ise maliye ve defteri hakanî dairelerinde yerine getirilmege baslandi.

Ordu Teşkilatı

Osmanli ordusu, kurulusundan 20. yüzyilin basina kadar kara ve deniz kuvvetleri olmak üzere teskilâtlanmisti. 1909-1910 yillarinda Avrupa ordu teskilâtina giren Hava kuvvetleri, 1912'de de Osmanli Devletinde kuruldu.

Osmanlilarin kurulusunda ordu, asiret kuvvetlerinden meydana geliyordu. Fetihlerin genislemesiyle, gönüllülerin, feth edilen yerlere iskânla da Türkmen bey ve kuvvetlerinin katilmasiyla asker miktari artip, teskilâtlanmaya gidildi. Beylik, akinci ve gönüllü kuvvetlerine ilâveten 1361 yilinda yaya (piyâde) ve müsellem (süvâri) olmak üzere muntazam ve dâimî ordu teskilâti kuruldu. Osmanli kara kuvvetleri piyâde, süvâri eyâlet askerleri, teknik ve yardimci siniflardan meydana gelirdi. Piyâdeler; acemi, yeniçeri, cebeci, topçu, top arabacilari, lagimci, humbaraci ocaklari olmak üzere yedi ocaga ayrilirdi. Süvâriler de; sipâhi, silâhtar, sag ulûfeciler, sol ulûfeciler, sag garipler, sol garipler bölükleri olmak üzere alti bölüge ayrilirdi. Eyâlet askerleri timarli sipâhiler ve yerli kulu teskilâti olmak üzere ikiye ayrilirdi. Timarli sipâhiler, Osmanli ordusunun en önemli kismi olup; timar sâhipleriyle, bunlarin beslemek ve yetistirmekle yükümlü olduklari cebelülerden meydana gelirdi. Yerli kulu teskilâti; yurtiçi, geri hizmet, kale kuvvetleri teskilâti olmak üzere üç bölümdü. Yurtiçi teskilâti; belderanlar, cerahorlar, derbendciler, martalozlar, menzilciler, voynuklar gruplarindan; geri hizmet teskilâti, yaya ve müsellemler ile yörüklerden; kale kuvvetleri teskilâti, azaplar, gönüllü ve beslilerden meydana gelirdi. Akincilar, Osmanli ordusunun öncü kuvvetleri olup, kurulusuna, gelismesine ve genislemesine çok hizmetleri geçti. Akincilar onlu sisteme göre teskilâtlanmislardi.

Deniz kuvvetleri (Donanma): Osmanli Deniz Kuvvetleri, Karesi, Mentese, Aydin gibi denizci beyliklerin hâkimiyet altina alinmasiyla sâhip olunan gemi ve personeliyle kuruldu. Ilk zamanlarda Karamürsel, Edincik ve Izmit'teki gemi insâ tezgâhlari, Sultan Birinci Bâyezîd Han (1386-1402) zamâninda Gelibolu, Sultan Birinci Selim Han (1512-1520) zamaninda Haliç, Sultan Birinci Süleyman Han (1520-1566) zamâninda Süveys ve zamanla Ruscuk, Birecik tersâneleri kuruldu. Bu tersânelerde kürekli ve yelkenli gemiler îmâl ediliyordu. Buharli gemilerin kesfiyle 1827'de donanma, Bugu denilen bu gemilerle de donatildi. Kürekli gemi çesitleri olarak; uçurma, karamürsel, aktarma, üstüaçik, çete kayigi, brolik, celiyye, çamlica, sayka, firkate, mavna, kalite, girab, sahtur, çekelve, kirlangiç, bastarde ve kadirga kullanildi. Yelkenli gemi çesitlerinden de; ates, agripar, barça, brik, uskuna, korvet, kalyon, firkateyn, kapak ve üç ambarli kullanildi. Donanma-i Hümâyûnun basi 1867 yilina kadar kaptan-i derya, bu târihten sonra da bahriye nâziri ünvânini tasidi. Osmanli donanmasi, muazzam teskilâti, kuvvetli harp filosu, cesur, üstün kâbiliyetli kaptan ve leventleriyle Karadeniz, Ege Denizi, Akdeniz ve Kizildeniz'e hâkim olup, Hind ve Atlas Okyanuslarinda Osmanli sancagi ile armasini dalgalandirip temsil ediyorlardi. Osmanli donanmasinin 27 Eylül 1538 târihinde müttefik Avrupa devlet ve kavimlerinden meydana gelen Haçli donanmasina karsi kazandigi Preveze Deniz Zaferi, bugün de Deniz Kuvvetleri günü olarak kabul edilmektedir.

Osmanli ordusunda atessiz, atesli, koruyucu silâhlar kullanilmaktaydi. Atessiz silâhlar; kiliç, ok, sapan, bozdogan, topuz da denilen gürz, kamçi, dögen, balta, meç, simsir, gaddara, yatagan, hançer, kama, mizrak, cirit, kantariye, kastaniçe, süngü, zipkin, tirpan, çatal, halbart, mancinik, müteharrik kule; Atesli Silâhlar; sayka, zarbazen, miyane zarbazen, sahî zarbazen, sakloz, dranki, bedoluska, marten, ejderhan, kolonborna, miyane, balyemez adlarindaki toplar sishaneli karabina, çakmakli, fitilli çesitleriyle tüfek, tabanca kullanilirdi. Zirh, karakal, migfer, kalkan da düsman silâhindan muhâfaza için kullanilirdi.

1839 Tanzimat ilânina kadar ordu-yu hümâyûnda mülkî vazifeleri de olan askerî rütbeler sunlardir: Sadâret, vezir, beylerbeyi, ülâ, sancak beyi, alaybeyi, kaymakam, binbasi, sagkolagasi, yüzbasi, mülâzim-i evvel, mülâzim-i sânî, zâbit vekili, basçavus, onbasi, nefer. Son devir askerî rütbeler ve Ikinci Abdülhamîd Han (1876-1909) zamâninda, 1900'de subay maaslari: müsîr (maresal) iki yüz elli altin, ferik (korgeneneral) yüz altin, mirliva (tümgeneral) altmis altin, miralay (albay) yirmi bes altin, kaymakam (yarbay) on sekiz altin, binbasi on iki altin, kolagasi (kidemli yüzbasi) on altin, yüzbasi bes altin, mülâzim-i evvel (üstegmen) iki buçuk altin, mülâzim-i sâni (tegmen) iki altin, nefer (er) bir mecidiye (bir altinin beste biri). Bu maaslar net ve kesintisiz olup, her ay da ihsân-i sahâne (pâdisâh hediyesi) alan pekçok subay vardi.

Saray Teşkilatı

Osmanli Devletinin kurulusundan sonra, saray teskilâti da diger müesseseler gibi gelisme gösterdi. Bursa ve Edirne saraylarindan sonra, Istanbul'un fethi üzerine bugünkü Istanbul Üniversitesi merkez binâsinin oldugu yerde, Fâtih Sultan Mehmed Han tarafindan Saray-i Atîk denilen eski saray kuruldu. Daha sonra yine Fâtih tarafindan Saray-i Cedid adi verilen Topkapi Sarayi yaptirildi.

Bu saraylar pâdisâhlarin hem ikâmet ettikleri yer ve hem de bütün devlet islerinin görüsülüp karar verildigi en yüksek devlet dâiresiydi.

Osmanli Devletinde saray teskilâti üç kisimdan meydana gelmekteydi:

1) Bîrûn adi verilen dis kisim,
2) Enderûn adi verilen iç kisim,
3) Harem-i hümâyûn.

Sarayin Birûn adi verilen kismi sarayin disi, yâni Babüs'saâde hâricindeki teskilâtidir. Sarayin Birûn teskilâtinin isleri çesitli oldugundan, her birinin memurlari da ayri ayri siniflardandi.

Burada görevli olan ilmiye sinifi ile Birûn agalari denen agalar, sarayin hem harem ve hem de enderûn kisminin hâricindeki yerlerde ve dâirelerde bulunup, vazifelerini yaparlar ve aksamlari evlerine giderlerdi. Birûn teskilâtina âit bütün tâyinler sadr-i âzam tarafindan yapilirdi.

Enderûn: Sarayin bu kismi yüksek dereceli devlet memuru yetistiren bir mektep ve terbiye yeriydi. Pâdisâhlar bir kismi sarayda ve bir kismi da orduda olmak üzere Müslüman Türk terbiye ve kültürü ile yogrulmus, kendilerine sâdik bir sinif yetistirdikten sonra, Osmanli devlet idâresini bunlarin eline vermistir.

Küçük yastaki devsirme denilen çocuklar, saraya alinmadan sivil Müslüman Türk âilelerin yaninda büyük bir îtinâ ile yetistirilerek, Müslüman Türk terbiyesi görürlerdi. Dînî bilgileri ve Türkçeyi ögrenirler daha sonra saraya alinirlar, burada da mükemmel bir tahsil gördükten sonra, siralari gelince liyâkat ve kâbiliyetlerine göre saray hâricindeki çesitli devlet hizmetlerine tâyin edilirlerdi. Sarayda her kogusun ve sinifin fertlerinin kaydina mahsus defterler olup, bunlarin saray terbiyesi üzere yetismeleri için her kogusta lala tâbir edilen hocalar vardi.

Osmanli Sarayi, hem devletin en yüksek idâre organi ve hem de en yüksek idârecilerini yetistiren bir müessese idi. Sarayin kendine mahsus usûl ve erkâni vardi. Islâm ahlâkinin ve insanlik seciyesinin en güzel örnekleri burada yasanir ve buradan Osmanli ülkesine ve dünyâya yayilirdi.

Harem-i Hümâyûn: Pâdisâhin âile efrâdinin; pâdisâh kadinlarinin, pâdisâhin kiz ve erkek çocuklari ile harem agalarinin ve muhâsiplerinin oturdugu yerdi. Yerlesim olarak vâlide sultanin dâiresi, sehzâdeler mektebi, pâdisâhlarin yatak odalari, câriyelerin yetistigi yerler gibi bölümleri vardi. Haremde; vâlide sultan, baskadin efendi, pâdisâh kizlari, gedikli kadin, hizmetçi (câriye)ler bulunurdu.

Osmanli sarayinin harem bölümü, hânedan mensuplarinin husûsî âile hayatlarini yasadiklari yerdi. Devletin bütün müesseseleri ve cemiyet hayatinda oldugu gibi, buradaki günlük hayat da, Islâmiyetin esaslarina Türk örf ve an'anesine titizlikle riâyet edilerek yürütülürdü. Harem-i Hümâyûnda bulunanlar, küçük yaslarindan îtibâren çok titiz ve ciddî bir egitimden geçirilerek yetistirilir, sarayin müstesnâ âdâb ve terbiyesine uymasina îtinâ gösterilirdi.

Asirlar boyunca cihan-sümûl Osmanli Devletini idâre etmis, ülkeler fethetmis, ilim ve irfânin ilerlemesine, medeniyetin yükselmesine ve yayilmasina hizmet etmis pâdisâhlarla, mümtaz ahlâk, iffet, sefkat, merhamet ve hamiyet nümûnesi hanim sultanlar, hep bu Harem-i Hümâyûnda terbiye edilerek yetismislerdir. Haremde, hânedan âilesinin yasayisini düzenleyen çok muazzam bir tesrifât, (protokol) vardi. Harem teskilâti ve müessesesini anlatan çesitli târihî vesikalar mevcuttur.

Harem-i Hümâyûnda bulunan câriyeler, Islâm ordularinin düsmanlarla yaptigi harplerde esir edilen kadin ve kizlarla, pâdisâha hediye edilenlerden hizmetçi olarak sarayda bulunanlardi. Bunlarin çogu hizmetçi olarak hanim sultanlarin ve haremde vazifeli kadin görevlilerin emrinde hizmet ederek yetisirlerdi. Câriyelerin hepsi, uzun süre çok ciddi bir terbiyeden geçirilir, Islâm ahlâki ve Türk örfüne göre yetistirilir, çesitli hizmetlerle vazifelendirilirlerdi. Temayüz edenlerinden pek azi, pâdisâhin özel hizmetlerini görmekle de vazifelendirilirdi. Bu dereceye yükselmek, câriyeler için pek büyük bir meziyet ve mazhariyetti ve uzun terbiyelerden sonra ulasilirdi. Gerek pâdisâhin ve gerekse Harem-i Hümâyûnda bulunan diger hânedan mensuplarinin hizmetlerindeki câriyelerle olan muâmeleleri, Islâm hukûkuna uygundu. Keyfilikten, zevk ve safâya zebunluktan uzak olup, Islâmiyetin târif ettigi mesru âile hayâtinin bir nümûnesiydi. Câriyelerden çogu kendiliklerinden Müslüman olur, ya sarayda serefli bir ömür sürerler veya münâsip kimselere zengin çeyizlerle gelin edilirler, yuva kurarlardi.

Eski ve ortaçaglardaki krallik ve imparatorluk saraylarinda yasanan zevk ve safâhat âlemleriyle, bilhassa saraya mensup kadinlarin karistigi entrikalarin sehvetleri kamçilayan hikâyelerini dinleyip yazmaga alismis bâzi Avrupali muharrirlerle, onlari taklit eden yerli isimler, hiçbir yabancinin girmemis, hiçbir uygunsuz haber duyulmamis olan Osmanli sarayinda da bu kâbil olaylari çok arastirmislar, yazacak hiçbir sey bulamamislardir. Asirlar boyunca devam etmis bir hânedan âilesinden süpheli rivâyetler hâlindeki tek tük olayi ise, genis hayalleriyle süsleyip bire bin katarak anlatmislardir. Bilhassa Bati insaninin ulasmayi gâye edindigi zevk ve safâhat hayâtinin Avrupa saraylarinda görülen nümûneleri; onlarin târihte emsalsiz bir ihtisam sâhibi Osmanli sarayinda da benzeri bir hayat hayâl etmelerine sebep olmustur. Çünkü Avrupali için iktidar ve maddiyatin zevki ve safâyi teminden baska nihâî bir maksadi yok gibidir. Harem kelimesiyse, özellikle son zamanlarda çesitli bahânelerle istismar edilmis, Müslüman-Türk ahlâkinin besigi âile yuvasi, çesitli bozuk düsünce sâhiplerinin uydurma sözleriyle lekelenmek istenmistir. Bu maksatli iftiralarla dolu yazilarin hedefi; târihteki, Türk ahlâk ve devletini asagi düsürmektir. Bu tip maksatli yazilarin hiçbir vesikasi ve degeri de yoktur. Harem kadinlarinin hiçbiri, devrinde kendi hayâtini ve haremi anlatan kitap yazmamistir.

Sosyal Hayat

Osmanlilarda sinifsiz toplum hayâti vardi. Köle vardi, fakat; Osmanli ülkesinden alinmazdi. Kölelik devamli degildi; âzâd edilip, hürriyete kavusarak, devlet kademesinde vazife alabilirdi. Kölelikten yetisme ve köle çocugu pekçok devlet adami yüksek memuriyetlerde bulunurdu. Kölelikten yetisme sadr-i âzamlar da vardi. Bunlardan Koca Yusuf Pasa, Yusuf Ziyâeddin Pasa, Ibrâhim Edhem Pasa, Resid Mehmed Pasa, Hursid Ahmed Pasa, Sâhin Ali Pasa, Silâhtar Süleyman Pasa, Siyavus Pasa gibi sadr-i âzamlar kölelikten yetiserek devlet kademesinde yükselen sahsiyetlerdir. Köylü hür olup, serflik yoktu. Köylüler ve kasabada oturan halk üretici durumundaydi. Sehirlerde esnaf, îmâlâtçi, sanatkâr, idâreci ve ilmiye teskilâti mensuplari otururlardi. Askerligi Müslüman halk yapardi. Bütün ülke halki Osmanlilik suuru tasirdi. Milliyet ayirimi yapilmayip, ümmet esâsi aranirdi. Gayr-i müslimler askerlik yapmayip, erkekleri cizye vermekle mükellefti. Müslümanlar çogunlukta olup, dört hak mezhep (Hanefî, Sâfiî, Hanbelî, Mâlikî) ve bimezhep firka mensuplari da olmasina ragmen resmî mezhep Hanefiliktir. Müslümanlarin temsilcisi Halîfe olup, 1516 târihinden îtibâren Osmanli pâdisâhlari bu mânevî makamin da temsilcileridir. Hiristiyanlardan Ortodoks mezhebinin merkezi Istanbul'dadir. Ermeni patrikligi de Istanbul'da olup, merkezleri de Osmanli hâkimiyetindeki Revan'di. Osmanli topraklarinda Katolikler de bulunmasina ragmen merkezleri Vatikan'di. Yahûdîlerde olan Filistin, Osmanli tebeasindandi. Mûsevîligin dogus yeri ve merkezi Osmanli topragi idi. Avrupalilarin zulmünden kaçan Yahûdîleri de Osmanlilar himâye ediyordu. Osmanli vatandasi olan Müslüman ve gayri müslim topluluklar Rum, Ermeni, Yahûdî, Gürcü, Sirp, Bulgar, Macar, Rumen, kendi din ve dillerinde mâbet, okul açip, ibâdetlerini yapabilme hürriyetine sâhiptiler. Bu hosgörü, günümüzün hiçbir liberal, kapitalist, komünist ve dikta rejiminin imkân tanimadigi ölçüde serbestti. Gayri Türk Müslümanlar devlet kadrosunda ve orduda vazife alirdi, fakat gayri müslimler, Tanzimatin îlânina kadar bu hakka sâhip degildi. Gayri müslimler, Tanzimat ve Mesrutiyet ile devlet memuru ve orduya girme hakki kazanmislarsa da, askerlik yapmak istemediklerinden silâh altina alinmamislardir. Serbest meslekle ugrasirlardi. Gayri müslimler tarafindan islenen hirsizlik, yol kesme, gasp, soygun, adam öldürme, devlet makâmina zarar verme, Islâm dînine karsi hareketler, devlet tarafindan yasaklara uymama, câsusluk ve bunlara benzer suçlar devletçe ve disindakiler de, kendi kilise ve havralarinda bakilirdi. Pâdisâhin, ülkedeki gayri müslim ve Türkler üzerinde tâvizsiz hâkimiyeti olup, din adamlari ve kavmî liderleri, Avrupalilarin ve Prusya'nin tahrikine kapilmadan önce merkeze hürmetkârdilar. Osmanli tebeasi olup da, propaganda ve tahriklerine kapilarak Osmanliya ihânet eden kavimlerin hiçbiri bugüne kadar huzur yüzü görmemislerdir.
Son düzenleyen RoxBury; 9 Eylül 2007 14:04 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi
RoxBury - avatarı
RoxBury
Ziyaretçi
9 Eylül 2007       Mesaj #6
RoxBury - avatarı
Ziyaretçi
Toprak İdaresi

Osmanli Devleti'nin kurulus döneminde ve bu devletin ekonomik, sosyal ve askerî gelismesinde önemli derecede rol oynayan etkenlerden biri de süphesiz ki toprak sistemidir. Bu sistemin gelismesi ile ilgili müesseseler, devlete bir dinamizm veriyordu. Bu sebepledir ki ortadan kalkip tarihe mal olusuna kadar toprak, bu devletin hayatinda önemli bir rol oynamisti.

Bir toplumun, devlet olabilmesi için, bazi hususiyetleri tasimasi gerekir. Toprak (ülke) bu hususiyetlerin basinda gelmektedir. Çünkü her bagimsiz devletin, hak ve selahiyetlerini, mutlak surette kullanabildigi, belirli sinirlarla tesbit ve tayin edilmis bulunan cografî bir toprak parçasi diye tarif edilen "ülke" kavrami, ancak belli bir topraga sahip olmakla mümkün olabilir.

Islâm öncesi Türklerinde toprak, biri fertlerin digeri de cemaatin olmak üzere iki kisma ayriliyordu. Islâm öncesi Türk devletlerinin, kismen yerlesik de olsa, göçebe hayat tarzi ve an'anelerine göre bir mülkiyet telakkisine sahip olduklari bilinmektedir. Hayvanlarina otlak vazifesi görmesinden dolayi göçebeler için topragin ehemmiyeti büyüktü. Eski Türklerde otlaklar, fertlerin degil, kabile veya cemaatlerin mülkiyetinde bulunuyorlardi. Yedisu havalisinde oturan Kazak-Kirgizlarin isledikleri topraklarda, özel mülkiyet ve cemaat mülkiyeti olmak üzere iki tip mülkiyet vardi. Özel mülkiyete dahil bulunan arazi, kabilenin müsterek mülkiyetinde bulunan topraklarin paylasilmasi ve sahis ile kabileye ait olmayan bos yerlerin benimsenmesi suretiyle meydana gelmisti. Hususi mülkiyette sahibi, tam anlamiyla toragi temellük eder. Öldügü zaman arazi, ogullarina miras kalir. Ancak vâris bulunmadigi zaman söz konusu olan toprak cemaata kalir. Cemaat içerisinde yeni bir aile kurulunca, cemaat ona idaresindeki araziden bir hisse verir. Sayet verilebilecek yeni bir arazi yoksa, cemaat tarafindan onun için, bir arazinin tedarik edilmesine çalisilirdi. Cemaat mülkiyetine ait olan arazi, muayyen parçalara ayrilarak bir kira karsiliginda geçici olarak fertlerin istifadesine terk edilirdi. Bu arazinin kiracilar elinde birakilma müddeti, muhtelif yerlerde toprak, su ve ekim sartlarina göre degisiyordu.

Türklerin Islâm'i kabul edip Islâm medeniyeti içindeki yerlerini almalarindan sonra, dinî, iktisadî ve ictimaî hayatlarinda degisiklikler meydana geldi. Bu sebeple Müslüman Türkler, her konuda oldugu gibi toprak hukuku ve idaresi bakimindan da Islâmî prensiplere bagli kaldilar. Bunun içindir ki, Islâm toprak hukuku ile ilgilenenler tarihî açidan bu sistemi dört ana devreye ayirirlar. Bunlar:

a)Islâmiyetin baslangicindan Hz. Ömer'in halifeligi dönemine kadar olan devre,

b)Hz. Ömer devri,

c)Abbasi ve Selçuklu devri,

d)Osmanli devri.

Islâm medeniyeti içerisinde basli basina bir devreye konu olabilecek olan Osmanli toprak uygulamasi, gerçekten toprak hukuku bakimindan büyük bir önem arz eder. Filhakika Osmanlilar, birçok müessesede oldugu gibi toprak mevzuunda da kendisinden önceki müslüman devletlerin tatbikatindan istifade etmislerdi. Zaten onlara bigâne kalmalari da mümkün degildi. Bu sebepledir ki devlet, henüz bir beylik durumunda oldugu zaman bile, Islâmî bir sistemin yerlesmesi için çalisiyordu. Bunun içindir ki bu Müslüman unsurlar (göçlerle gelen ve uçlarda yasayan göçebe Müslüman Türkler) Osmanli Beyligi'ni siyasî ve kültürel bakimlardan, klasik Islâm geleneklerinin ihyasini hedef tutan bir devlet olmaya dogru gelistirdiler. Osman Gazi'nin halefleri, tedricen "sultan"lar haline geldiler. Onlarin etrafinda karakterini dil ve irktan ziyade din ve medeniyetin tayin ettigi bir "Osmanlilar cemiyeti" tesekkül etti.

Islâm âleminde bir gelenek olarak, Osmanlilardan önceki müslüman devletlerde ve özellikle Büyük Selçuklularda görülen ikta sistemi, Büyük Selçuklulardan sonra gelen bütün Türk Islâm devletlerinde uygulanmistir.

Selçuklularin, askerî mukataalar ihdas etmeleri, hanedanin, kendi baslica dayanagi olan Türk unsuruna mensup kütleleri yabanci sahalarda yerlestirmek, onlara hem toprak vermek hem de lüzumunda askerî bir kuvvet olarak faydalanmak fikrinden dogmustur. Bu suretle yavas yavas topraga baglanan göçebeler, hem bir karisiklik âmili olmaktan çikiyor, hem de devlete kuvvetli bir askerî dayanak teskil ediyorlardi. Bu usulün ehemmiyet ve faydasi, bilhassa Bizans'tan zapt edilen yeni sahalarda daha açik bir sekilde görünüyordu. Kismen harplerde ve fetihlerde imha veya esir edilen ve kismen de yerlerinde birakilan yerli ahaliden kalmis genis Anadolu topraklari, Selçuklularin takib ettikleri ikta sistemi sayesinde yavas yavas Türklesti.

Osmanlilarin, kendilerinden önceki Müslüman Türk devletlerinden mâhirâne bir usul ile alip tatbik ettikleri timar sistemi, Osman Gazi ile baslar. O, zapt ettigi bütün yerleri timar olarak silah arkadaslari ile askerlerine veriyordu. Itaat eden yerli halki da yerinde birakiyordu. Hatta o, arkadaslarindan bazilarinin uysal ve itaat eden ahaliyi herhangi bir sebeple yerlerinden kaçirmalarina engel oluyordu. Âsikpasazâde'ye göre o: "Her kime kim bir timar virem âni sebepsiz elinden almayalar ve hem ol öldügü vakitte ogluna ve eger küçücük dahi olsa vireler. Hizmetkârlari sefer vakti olicak sefere varalar, tâ ol sefere yarayinca. Ve her kim kanun düzse Allah andan râzi olsun. Ve eger neslimden bir kisi bu kanundan gayri bir kanun koyacak olursa edenden ve ettirenlerden Allah Teâla râzi olmasin" demistir. Selçuklu uygulamasi ile ayni özellikleri tasiyan bu sözlerden su sonuçlar çikmaktadir:

1- Sebepsiz yere hiç kimsenin timari elinden alinamaz.

2-Timar sahibinin ölümü halinde timari ogluna intikal eder.

3-Ogul sefere gidemeyecek kadar küçükse, harbe gidecek yasa gelinceye kadar onun yerine hizmetkârlari sefere gideceklerdir.

Anadolu'da, Osman Gazi ile baslayan timar sistemi, ondan sonra gelen torunlari tarafindan devam ettirildi. Gerçekten de Orhan zamaninda timar tevcihlerine dair bir çok tarihî kayit bulunmaktadir. Ayrica gazilerin yani timar erlerinin yeni zaptedilen uslara yerlestirildigi hakkindaki rivayetler de timarlarin askerî özellik ve mahiyetlerini daha iyi anlamamiza vesile olmaktadir. Hatta timarlarda bulunan yerli halk da zaman zaman sipahilerle birlikte kendi din kardeslerine karsi harplere katiliyorlardi. Rumeli fetihleri baslayinca timar sistemi oralarda da uygulanmaya basladi. Gelibolu havalisinin Yakub Ece ile Gazi Fazil'a timar olarak verildigi ilk tarihî kaynaklarda belirtilmektedir. Sultan I. Murad devrinde Rumeli fütuhati ehemmiyet kazaninca Anadolu'dan pekçok halk ve bazi Türk asiretleri oradan alinip Rumeli'ye iskan ettirildiler. Bu yeni gelenlerin geçimlerini saglamak için onlara toprak tahsis edilmesi gerekiyordu. Bu durum sebebiyle, timar sistemi daha da yayginlik kazanmaya basladi.

Baslangiçta "Has" ile "Timar" seklinde ikiye ayrilmis olan birlikler, I. Murad döneminde yeni bir kategorinin katilmasi ile üç kisma ayrildilar. Rumeli Beylerbeyi Lala Sahin Pasa ölünce, onun yerine Kara Ali oglu Kara Timurtas Pasa beylerbeyi olmustu. Dirlikleri yeniden düzenlemek isteyen Kara Timurtas Pasa, "Has" ile "Timar" arasinda "Zeâmet" adi ile yeni bir derece ihdas etti. Tedricî bir tekâmül takib ettigi muhakkak olan bu toprak sistemi, topragin mülkiyet haklari ile ilgili degildir. Böylece rakabesi (possesio) devlet elinde alikonulmus topraklar rejimi, Osmanli Devleti'nde en genis ölçüde ve en serbest bir sekilde tatbik edilebilmistir. Bu rejimde, topragin menfaati kendisine birakilan sinif, topragi fiilen isleyen reâyâdir. Burada sunu da hemen belirtelim ki, Osmanli reâyasinin sahip bulundugu haklar, Avrupa'daki "Serf'lerin sahip oldugu haklar ile kiyas edilemeyecek kadar daha medenî, daha insanî ve daha mütekâmildir. Konuyu daha netlestirmek ve bir fikir vermek üzere Osmanli reâyasinin muasiri olan Avrupa'daki serflikten ve onlarin durumundan kisaca söz etmek gerekir.

Avrupa'da topraga yerlestirilmis olan köle (serf, çiftçi) bazi isleri hür insanlar gibi yapamaz. O, birçok haktan mahrumdur. Derebeylik sisteminin getirdigi feodalizme göre serfler, hukukî bakimdan diger insanlardan tamamen farkli bir hüviyete sahiptirler. Asagidaki maddeler, onlarin nasil bir statüye sahip olduklarini ortaya koyacaktir:

a- Istedikleri ile evlenemezler, baska senyörlerin serfleri veya hürlerle evlenemez.

b- Serflerin mirasi hür olan insanlarinki gibi vârislerine intikal etmez, sahipleri istedikleri gibi mirasa müdahale edebilirler.

> c-Istedikleri meslegi seçme, çalisip çalismamada serbestlikleri yoktur.

d-Efendilerinin angarya islerinde çalismak ve belli zamanlarda onlara hediye takdim mecburiyetleri var.

e- Serfleri cezalandirmak efendilerine aittir.

f-Serfler, ruhban sinifi ve manastirlara giremezler, mahkemelerde hür bir insana karsi sahidlikleri kabul edilmez.

Serflerin içinde bulundugu bu duruma karsilik Osmanli reâyâsi hür insanlardi. Onlar ,her türlü hukukî statüye sahiptirler. Serf veya ortakçi kullarla bir ilgileri yoktur. Bu sebepledir ki, Avrupa feodal toplum yapisinda görülen köylü isyan ve ihtilallerine, son derece karisik dinî ve sosyal gruplari bünyesinde toplayan Osmanli Devleti'nde tarihin hiç bir döneminde rastlanmaz. Sinif tesekkül ve kavgasina zemin hazirlamayan Osmanli toplum yapisi, baska toplumlarla kiyasi mümkün olmayan sosyal bir özellik arzeder. Bati insaninin yüzyillar boyu sürdürdügü sinif mücadelesini ve kölelikten kurtulma savasinin izlerini Türk ictimaî hayatinda görmek mümkün degildir.

Osmanli Devleti kuruldugu ve daha sonra feth ettigi memleketlerde, bir çesit toprak köleliginin mevcud oldugu düzensiz bir derebeylik nizami ile karsilasmistir. Bu nizamin, toprak münasebetlerinde sebep olacagi düzensizlikleri önlemek için mevcud toprak düzenine sür'atle müdahale etmis, topraga dayanan asalete son vermek suretiyle, topragi isleyenleri serf olmaktan çikarmis, derebeylik yerine timar sistemini, serf yerine timar sahibi olan sipahî ile aralarinda sadece akdî bir münasebet bulunan, bir çesit aynî hak sahibi kiraciya benzer toprak mutasarriflarini ikame etmistir. Böyle bir toprak düzeni ise topragin mülkiyetinin devlette olmasiyla mümkündür. Iste bunun içindir ki Osmanli hükümdarlari, Islâm fetihlerinin baslangicinda oldugu gibi, fethedilen topraklarin bir kisminin mülkiyetini halka birakirken, bir kisminin rakabesini hazine için alikoymus ve sadece tasarruf hakkini halka tefviz etmistir.

Baslangiçta, arazinin mülk ve mirî olarak ikiye ayrildigi Osmanli Devleti'nde, bilahare arazinin tamamina yakin bir kismi mirî rejime tabi tutulmustur. Üsküp ve Selânik kanununun basina koydugu mukaddimesinde Ebu Suud Efendi (898-982/1490-1574), arazinin mirî olus sebeplerine temas ederken ayni zamanda, Islâm hukukuna göre arazinin mahiyetinden de söz eder. Ona göre:

"Bilâd-i Islâmiyede olan arazi, muktezay-i seriat-i serife üzre üç kisimdir:

Bir kismi arz-i ösriyyedir ki hin-i fetihte (fetih esnasinda) ehl-i Islâm'a temlik olunmustur. Sahih mülkleridir (gerçek mülkleridir). Sâir mallari gibi nice dilerlerse tasarruf ederler. Ehl-i Islâm üzerine ibtidâen harac vaz'i, na mesrû olmagin (mesru olmadigi için) ösür vaz' olunmustur. Ekerler, biçerler, hâsil olan gallenin ösründen gayri asla bir habbe alinmaz. Âni dahi kendiler fukara ve mesâkine virürler. Sipahdan ve gayridan asla bir ferde helâl degüldür. Arz-i Hicaz ve arz-i Basra böyledir.

Bir kismi dahi arz-i haraciyedir ki, hin-i fetihte keferenin ellerinde mukarrer kilinup kendilerine temlik olunub üzerlerine hasillarindan ösür yahut sümün yahud subu', yahud südüs, nisfa degin (1/10, 1/8, 1/7, 1/6, 1/2) arzin tahammülüne göre harac-i mukaseme vaz' olunup yilda bir miktar akça dahi harac-i muvazzaf vaz' olunmustur. Bu kisim dahi sahiplerinin mülk-i sahihleridir. Bey'a ve siraya (satma, satin alma) vesair enva-i tasarrufata kadirdirler. Istira edenler dahi vech-i mezbur üzerine ekerler biçerler, harac-i mukasemin ve harac-i muvazzafin verirler. Ehl-i Islâm istira etseler dahi kefereden alinagelen haraclari sâkit olmaz (haraçlari düsmez). Bi kusur edâ ederler. Egerçi ehl-i Islâm'a ibtidâen harac vaz' olunmak mesru degildir. Amma bekaen alinmak mesrudur. Mutasarrif olanlar eger ehl-i zimmettir eger ehl-i islâmdir madem ki ellerinde olan yerleri ziraat ve hiraset edüp ta'dil eylemeyeler asla dahl ve taarruz olunmaz nice dilerler ise tasarruf ederler. Fevt oldukta sair emvâl ve emlakleri gibi vereselerine intikal eder. Sevad-i Irak arazisi böyledir. Kütüb-i ser'iyyede mestûr ve meshur olan arazi bu iki kisimdir.

Bir kisim dahi vardir ki, ne ösriyyedir ne de vech-i mezbûr üzerine haraciyyedir. Âna arz-i memleket derler. Asli haraciyedir. Lakin sahiplerine temlik olundugu takdirde fevt olup verese-i kesire mabeynlerinde taksim olunup her birine bir cüz'î kit'a degüp her birinin hissesine mabeynlerinde taksim olunup her birine bir cüz'î kit'a degiip her birinin hissesine göre haraclari tevzi ve tayin olunmakta kemal-i suûbet ve iskâl olup belki âdeten muhal olmagin rakabe-i arazi, beytü'l-mal-i müslimîn içün alikonulup reâyaya ariyet tarikiyla virülüp ziraat ve hiraset idüp, bag, bahça ve bostan idüp hâsil olandan harac-i mukasemin ve harac-i muvazzafin vermek emr olunmustur. Sevad-i Irak'in arazisi eimme-i din mezheblerinde bu kabildendir.

Bu diyar-i bereket siarin arazisi dahi bu uslûb üzerine arz-i memlekettir ki, arz-i mîrî demekle mâruftur. Reâyânin mülkleri degüldür. Ariyet tarikiyla tasarruf idüp ziraat ve hiraset idüp ösür adina harac-i mukasemesin ve çift akçasi adina harac-i muvazzafin virüp madem ki, ta'til itmeyüp vücuh-i merkume üzerine tamir idüp hukukun eda ederler kimesne dahl ve taarruz eylemeyüp fevt oluncaya degin nice dilerler ise tasarruf ederler. Fevt oldukta ogullari kendilerin makamlarina kayimlar tafsil-i mezbur üzerine tasarruf ederler. Ogullan kalmaz ise hariçten tamire kadir kimesnelere ücret-i muaccele alinip tapuya verilip anlar dahi tafsil-i sâbik üzere tasarruf ederler."

Görüldügü gibi devlet, reâyânin elindeki topragin miras yolu ile parçalanmasi, serbest alisveris usûlü ile gelisigüzel sahip degistirmesi ve borç için hacz edilmesi gibi sebeplerie müstakil küçük köylü isletmelerinin mevcudiyetini tehlikeye düsüren muameleleri önleyici hükümler koymustu. Bu yüzden kanunnâmelerde "yer beyliktir", yerde bey'u sira ve hibe ve miras vesair tasarrufat ser'an ve örfen memnudur denilmektedir.

Müslüman Devletlerde arazinin mîrî olus sekillerini söyle siralayabiliriz:

a) Fethedilen arazi, gâliplere (fâtihlere) tevzi, veya mahallî halk elinde birakilmayarak devlete (beytü'l-mal) mal edilmek suretiyle. Islâm hukukuna göre devlet baskani bu arazi ile ilgili olarak istedigi gibi tasarrufta bulunabilir.

b) Fetih esnasinda nasil muamele gördügü belli olmayan arazi.

c) Mülk araziden olan topragin, mâlikinin mirasçi birakmadan ölmesi ve vasiyette bulunmamasi halinde arazinin hazineye intikal etmesi ile.

d) Topragin, mururu zaman (zaman asimi) ile sahibi bilinememek yüzünden hazineye intikali suretiyle.

e) Rakabesi devlete ait olmak üzere ihya edilen ölü (mevat) toprak.

Osmanli toprak sisteminde "emîriyye" denilen arazi de iki kisma ayrilmaktadir. Bunlar:

1- Arazi-i emirîye-i sirfa (beytü'l-male ait)

2- Arazi-i emirîye-i mevkufa (vakfa ait)

Tafsilatina girmeden,sadece kaç kisim olduguna isaret ettigimiz arazi-i emirîye, 1274/1858 tarihli arazi kanunnâmesinin 3. maddesinde söyle tarif edilmektedir:

"Arazi-i emirîyye, beytü'l-male ait olarak ihale ve tefvizi, taraf-i Devlet-i Aliyye'den icra olunagelen tarla ve çayir ve yaylak ve kislak ve korular ve emsali yerlerdir ki, mukaddema ferag ve mahlulat vukuunda sahib-i arz itibar olunan timar ve zeamet ashabinin ve bir aralik mültezim ve muhassillarin izin ve tefviziyle tasarruf olunur iken, muahharan bunlarin ilgasi hasebiyle el-haletu hazihi taraf-i Devlet-i Aliyye'den bu hususa memur olan zatin izin ve tefviziyle tasarruf olunup mutasarriflari yedlerine bâlâsi tugrali tapu senetleri verilir."

1858 tarihli arazi kanununa göre Osmanlilarda arazi: a- Arazi-i Memlûke, b- Arazi-i Emîrîye, c- Arazi-i Mevkufa, d- Arazi-i Metrûke, e- Arâzi-i Mevât olmak üzere bes gruba ayrilmaktadir:

> a- Arazi-i Memlûke: Mülkiyet yolu ile tasarruf edilen topraklar olup dört kisimdan ibarettir: 1- Kasaba ve köylerdeki arsalar olup yarim dönümlük yerlerdir. 2- Emîrîye topraklardan mülkiyete dönüstürülen yerlerdir. 3- Ösrî topraklardir. 4- Haracî topraklardir.

Arazi-i Memlûkeye mâlik olanlar, mallarini diledikleri gibi kullanir, isler, satar, hibe veya vakf edebilir. Bütün bu muamelat için fikhî hükümler tatbik edilir.

b- Arazi-i Emirîye: Devlete ait olup fertlere, tarla, otlak, yaylak, kislak vs. olarak tahsis edilen yerlerdir. Eskiden timar ve zeamet sahipleri tarafindan kullanilan bu topraklar, arazi kanunnâmesi hükümlerine göre tapu ile tasarruf edilir hale getirilmistir.

c- Arazi-i Mevkufa: Toplumun menfaati göz önünde bulundurularak vakf edilmis olan topraklardir. Vakfi yapan (vâkif) tarafindan tesbit edilen sartlara göre kullanilir.

d- Arazi-i Metrûke: Toplumun menfaati için yapilan yollar, köprüler ile köy ve kasaba halkinin birlikte istifade edebilmesi için birakilan mera, koru vs. gibi yerlerdir.

e- Arazi-i Mevât: Köy, kasaba ve fertlere tahsis edilmemis bulunan ve imar bölgeleri disinda birakilmis olan topraklardir.

Bu sistem, devlete ait mîrî arazinin, savaslarda yararliligi görülen, kale yapim ve tamirinde bulunan, devlete hizmet eden mücahidlere, askerlere ve diger bazi hizmet erbabina dagitilarak, bu kimselerin, kendilerine verilen araziye ait örfî ve ser'î vergileri toplamasi seklinde belirlenebilir. Topragin "rakabe" denilen çiplak mülkiyeti devlete, kullanma ve yararlanma hakki timar sahibine aittir. Daha önce de temas edildigi gibi toprak üzerindeki bu hak, babadan ogula intikal etmekte, ancak timar sahibinin topragi satmasi, hibe etmesi, bagislamasi, rehine koymasi veya miras olarak intikal ettirmesi mümkün degildir.

Osmanli Devleti'nde, mirî arazi rejiminin sonucu olarak timar (dirlik) adi verilen bir sistem ortaya çikti. Bu, daha önceki Müslüman devletlerdeki "Ikta" sistemi ile ayni olmakla birlikte ona göre biraz daha gelismisti. Osman Gazi'nin fetihleri ile ortaya çiktigini daha önce gördügümüz bu uygulama, I. Murad döneminde teskilâtli ve sistemli bir kurum haline geldi. Önceleri timar ve has diye ikiye ayrilan dirliklere bu devirde Kara Timurtas Pasa yardimiyla "zeâmet" diye malî yönde ikinci derecede bulunan bir kisim daha ilave edildi.

Devlette, büyük bir fonksiyonu bulunan timar sistemi, Osmanli toprak rejiminin temelini teskil ediyordu. Zira bu toplumda iktisadî, ictimaî, askerî ve idarî teskilâtlarin tamami büyük ölçüde toprak ekonomisine dayanmaktaydi. Toplum hayatinda en küçük vazife sahibinden, devletin en üst kademesinde bulunan hükümdara varincaya kadar hemen hemen bütün sosyal gruplar, geçimlerini toprak ürünleri ile sagliyorlardi.

Toprak taksimatinin en küçük bölümü olan timar, geliri 3 bin ila 20 bin akça arasinda degisen askerî dirliklere verilen bir isimdir. Devrin imkânlari göz önünde bulundurularak bir kisim asker ve memurlara geçimlerini temin hususunda böyle bir kaynak saglanmistir. Nitekim bu mânâda "zeâmet ve timar ki defi a'da için tâyin olunan mal-i mukateledir ve asker dahi bunlari tasarruf edenlerdir denilmektedir. Keza, Islâm Ansiklopedisindeki genis makalesinde Barkan da bu mevzuda sunlari söylemektedir:

"Osmanli Imparatorlugunda geçimlerini veya hizmetlerine ait masraflari karsilamak üzere bir kisim asker ve memurlara, muayyen bölgelerden kendi nâm ve hesaplarina tahsil selâhiyeti ile birlikte tahsis edilmis olan vergi kaynaklarina ve bu arada bilhassa defter yazilarindaki senelik geliri 20 bin akçaya kadar olan askerî dirliklere verilen isimdir." Kendisine böyle bir imkân taninan kisi (timar sahibi, sipahî), buna karsilik bâzi vazifelerle mükellef tutulmaktadir. O, batidaki toprak sahiplerinin, serflerine karsi takindiklari tavir gibi bir pozisyonda bulunamaz. Keza, timari içinde meydana gelen olaylara, toprak sahibi sifatiyle müdahalede bulunamaz. Zira "Osmanli Imparatorlugunun adlî düzeni icabi, herhangi bir cezanin tatbiki için bütün suçlarin kadi mahkemeleri önünde usûlü vechiyle tesbit edilerek hükme baglanmis bulunmasi lâzimdir. Ne kadar kudretli kisiler olurlarsa olsunlar, timar sahipleri reâyanin hukuk ve ceza dâvalarina bakmak ve onlara ceza tâyin etmek yetkisine sahip degildi. Hatta diger askerî sinif mensuplari gibi, timar sahiplerinin de kendi reâyasi ile beraber ayni mahkemeler önünde, ayni kanunlara göre muhakeme edilerek hüküm giymeleri icabediyordu. Mahkeme karari olmaksizin, kimsenin hapsedilmesi, zincire vurulmasi, iskenceye tâbi tutulmasi veya para cezasi ödemesi câiz degildi." Osmanlilarda topragin rakabesi devlete aittir. Bununla beraber, çiftçinin vermekle mükellef tutuldugu vergiyi dogrudan dogruya devlet degil ve fakat onun adina bir maas karsiligi olarak herhangi bir memur alir ki, böyle bir memuriyeti bulunana sipahî, bu tatbikata da, "timar sistemi" adi verilmektedir. Sipahî, timari içinde çalisanlara haksiz bir ceza veremiyecegi gibi, onlara angarya da yükleyemez. Zira Osmanlilarda, timari içinde, sipahinin bir kisim topraklari kendi nâm ve hesabina isleten ve bu maksatla idaresi altinda bulunan reâyânin isgücünü angarya mükellefiyetleri ile kullanmak mecburiyetinde olan büyük bir çiftlik sâhibi durumunda olmadigi anlasilmaktadir. Ayni sekilde, mîrî arazi tasarruf eden bir reâyâ ile sipahî arasinda, büyük ölçüde ekonomik bir farklilasma görülmez. Birisi, idarîaskerî vazifeler karsiligi toprak gelirinden istifade ederken, digeri sadece emek karsiligi bu ürünlerden faydalanmaktadir. Osmanli cemiyetindeki bu iki sinif insanin emeklerini toprak geliri ile karsilamasi, maddî farklilasmayi ortadan kaldiran önemli bir âmil olmustur.

Sipahî, reâyâdan miktar ve cinsleri kanunlarla tesbit ve tâyin edilmis olan bir kisim vergiden fazlasini tahsile selâhiyetli degildi. Selâhiyetini tecavüz edenden de dirligi, bir daha geri verilmemek sartiyle alinirdi. Nitekim, 14 Muharrem 973 (12 Agustos 1565) de Sivas Beylerbeyi, Sivas ve Arapkir kadilarina yazilan bir hükümde, Divrigi Beyi Kasim'in seriat ve kanuna aykiri olarak reâyâya haksizlik ettiginin mahkeme tarafindan tesbit edilmis olmasi cihetiyle, sancaginin tebdiline karar verildigi bildirilmektedir. Ayni seneye 973 (1565) ait baska bir belgeye göre Avlonya Kadisina yazilan bir hükümde de mezkûr kazaya bagli Aspurokilise adindaki köyde timar tasarruf eden Burhan oglu Ahmed Sipahî, ehl-i senaattan olmak, çesitli kötülük ve haksizliklari bulunmakla hapsedilmesi ve timarinin elinden alinmasina dair tafsilâtli bilgi verilmektedir. Ekonomik ve sosyal durumlari ile dinî inançlari tamamen farkli, çesitli kavimlere mensup kimseleri sinirlan içinde barindirarak onlari tebea edinen Osmanli Devleti, böylece timar sahibinin yapabilecegi herhangi bir haksizligin önünü almis oluyordu.

Sipahî, mîrî arazinin halka tefvizinde, devletin bir temsilcisi olarak vazife görmektedir. O, arazinin gerçek sahibi degildir. Bunun içindir ki devlet, timarlarin kapali bir sistem halinde çalismasini engellemek, onlari devamli kontrol etmek ve gerektiginde müdahalede bulunmak için devamli surette buralara çesitli memurlarini gönderir. "Timar sahiplerinin kendilerine tahsis edilmis olan arazi ve reâyâya ait ser'î veya örfî bir takim hak ve resimleri (vergi) kendi nâm ve hesaplarina toplayip onlarin gelirleri ile birtakim vazifelerin ifâsini temin ettiklerini biliyoruz. Bununla beraber, sipahî timarlarini, malî bakimdan hârice karsi tamamiyle kapali ve müstakil bir bütün, bir müafiyet (imnunite) sahasi olarak kabul etmek de mümkün degildir. Çünkü vergilerin toplanma sekli ile aidiyyeti hususlari, siki bir sekilde merkeziyetçi bir devlet teskilâti tarafindan mürakebe edilmekte ve sipahî timarina, muhtelif hak ve vazifeler dolayisiyle birçok devlet memuru girip çikmaktadir."

TIMAR SISTEMININ TEKÂMÜLÜ
Osmanlilarda, Osman Gazi ile baslayan timar sistemi, Yildirim Bâyezid zamaninda Timur'la yapilan savastan dolayi bir duraklama devresine girmisti. Bu hâl, Fâtih devrine kadar tesirini göstermistir. Fâtih Sultan Mehmed, devletin artan ihtiyaçlarina uygun olarak, devlet teskilâtini tanzim etmek ve bu arada timar sistemini gelistirmek için yeni kanunlar çikarmistir. Nitekim o, timar sisteminin düzenlenmesi, timar topraklarinin arttirilmasi ve aksakliklarin giderilmesi konusunda önemli yeniliklerde bulunmustu. Onun, aslinda devlete ait olup çesitli yollarla devletin elinden çikarak mülk veya vakif haline gelmis olan topraklan tekrar mîrî haline getirmesi operasyonu meshurdur. Bu dönemde bütün vakif ve mülkler gözden geçirilerek 20.000'den fazla köy ve mezra vakif veya mülk olmaktan çikarilip sipahilere dagitilmistir.

II. Bâyezid (1481-1512) zamaninda timar teskilâtinda pek büyük bir degisiklik yapilmadi. Yavuz Sultan Selim (1512-1520) devrinde timar sistemi mükemmel bir sekilde islenmis, sipahî ve "cebelû"lerin miktari 1514 yilinda 140 bin kisiyi bulmustu.

Timar teskilâti, Kanunî Sultan Süleyman devrinde tekâmülünün zirvesine ulasmistir. Kanunî'nin timarlarla ilgili fermanlari bu hususta çok açik birer delil teskil etmektedirler. Keza bu dönemdeki timar sayisindan ve "cebelû" miktarindan da haberdar bulunmaktayiz. Nitekim, Kanunî zamaninda irili ufakli 37521 timar vardi. Bunlardan 6620 Rumeli, 2614 Anadolu, 419 Haleb ve Sam vilâyetlerinde bulunuyordu. Bunlardan 9653'ü kale muhafiz timari, geriye kalan 27868'i ise tamamiyle eskinci timari idi. Bahis mevzu 27868 eskinci timari sahiplerinin, harbe beraber götürmek mecburiyetinde olduklari "cebelû" (veya cebelî) denilen silâhli ve zirhli askerlerle 70-80 bin kisilik atli bir timarli sipahî ordusu teskil ettikleri tahmin edilmektedir. Padisahin hassa ordusu demek olan Istanbul'daki KapiKulu Ocaklarinin bu devirdeki mevcudu ise henüz 27 bin civarinda idi. Kanunî zamaninda bütün müesseseler gibi dirlik (timar) sistemi de tekâmülünün zirvesine ulasmistir. Bu dönemdeki timarli asker sayisinin yukanda verilenden daha fazla oldugu ve bunun 200 bin civarinda bulundugu da söylenmektedir.

Osmanli toprak düzeninde dirlikler, üç kisma ayriliyordu. Bunlar:

a) Has: Padisah, vezir ve ileri gelen devlet adamlarina tahsis edilip, senelik hâsilati 100 bin akçadan fazla olan yerlere (dirliklere) denirdi. Her has sahibi, gelirinin her bes bin akçasi için bütün masraflari kendisine ait olmak üzere bir "cebelû" yetistirmek ve beraberinde harbe götürmek mecburiyetindeydi. Haslar irsî degildir.

b) Zeâmet: Senelik hâsilati 20-100 bin akça arasinda degisen dirliklerdir. Bu gelirin 20 bin akçasi kiliç hakki oldugundan, zeâmet sahibi bunun disinda kalan her bes bin akça için bir "cebelî"yi yetistirmek ve harbe götürmek zorundaydi. Zeâmetler, devlet merkezinde bulunan hazine ve timar defterdarlarina, zeâmet kethüdalarina, sancaklardaki alay-beyine kale dizdarlarina, kapicibasilara, hâcegan-i divan-i hümâyuna ve müteferrikalara tevcih olunurdu. Bunlarin büyük bir suçu görülmedikçe zeâmetleri ellerinden alinmazdi.

c) Timar: En küçük kategoriyi teskil eden ve senelik geliri 3.000-20.000 akça arasinda olan dirliklerdir. Bu dirlikte, cinslerine göre kiliç hakki degismektedir. Nitekim, Rumeli'de bulunan Budin, Bosna, Timasvar beylerbeyliklerindeki 6000'lik tezkireli timarlarin kiliçlari 3'er bindir. Anadolu, Karaman, Maras, Rum, Diyarbekir, Erzurum, Haleb, Sam, Bagdad ve Kibris eyâletlerindeki tezkireli timarlarin kiliçlan ise 2 bindir. Kiliç hakkinin disinda kalan her üç bin akça için timar sâhibi bir "cebelî" yetistirmek zorundadir.

Osmanli toprak rejiminde her dirligin çekirdegini teskil eden ve "kiliç" adi verilen bir kisim vardir. Timarlar, kiliç tâbir edilen ve hiç degismeyen bir çekirdek kismi ile bu kisma zamanla ilâve edilmis olan hisselerden tesekkül eder. Timarlarin bulundugu yer ve durumuna göre farklilik arz eden her "kiliç"a bir timar sahibinin tayin edilmis olmasi lâzimdir. Bir kiliç yerine iki kisi tayin edilemez. Bu, her sancaktaki zeâmet ve timarlarin büyüklü-küçüklü dagilis seklinin ve kadro mevcutlarinin ayni kalmasini temin için bas vurulmus bir çaredir.

TIMAR ÇESITLERI
Osmanli toprak düzeninde, timarlari siniflandirmak güç ve ince bir is olmakla birlikte onlari tiplerine göre birkaç kisma ayirabiliriz. Bunlar:

1. Timar arazisinin mülk olarak verilip verilmemesine göre:

a) Mülk timarlar: Anadolu'nun bazi vilâyetlerinde mevcud olan bu tip timar sâhipleri, sefer aninda yerlerine "cebelû"lerini gönderebiliyor, kendileri ise sefere istirak etmeyebiliyorlardi. Bu mükellefiyetini yerine getirmeyen timar sahibinin bir yillik geliri hazine tarafindan alinirdi. Fakat timar baskasina verilmezdi. Ölümü halinde ogluna, yoksa diger mirasçilarina kalirdi.

b) Mülk olmayan timarlar: Bunlar, hizmet mukabili vâridatinin bir kisminin tahsisi suretiyle verilen timarlardir ki, Osmanli timarlarinin çogu bu nevi'dendir.

2. Timar sahiplerinin gördügü islere göre:

a) Eskinci timarlari: Bunlarin sahipleri alay beyinin sancagi altinda sefere eserler (giderler). "Cebelî"leri ile birlikte sefere gitmek zorunda olan bu tip timarlarin mutasarriflari, sefere esmedikleri zaman timarlan ellerinden alinirdi. Osmanli toprak sisteminde bu nevi'den olan timarlar çogunlukta idi.

b) Mustahfiz timarlari: Bu timarlarin sahipleri, mensubu bulunduklari kale muhafazasinda bulunurlardi.

c) Hizmet timarlari: Bâzi serhadlerde bulunan câmilerin imâmet ve hitâbetinde bulunanlar ile saraya hizmet edenlere verilen timarlardir.

3. Verilis sekillerine göre: Timarlarin, beylerbeyi tarafindan veya Istanbul'dan verilmesine göre siniflandirilmasi ile ilgilidir. Buna göre timarlar ikiye ayrilmaktadir:

a) Tezkireli: Beylerbeyilerin, bir tezkire ile devlet merkezine teklif ettikleri timarlara bu isim verilirdi.

b) Tezkiresiz: Beylerbeyilerin, kendi beratlari ile verdikleri timarlara da tezkiresiz adi verilir.

Küçük timarlarin dagitilmasinda beylerbeyilerin selâhiyetleri büyüktü. Muhtelif eyâletlerde degisik baremlerde olmak üzere defter yazilari belirli bir rakamin altinda olan timarlarin sahiplerini beylerbeyiler kendi tugralarini tasiyan beratlarla dogrudan dogruya tâyin edebiliyorlardi. Daha büyük bir gelir saglayan timarlarda ise beylerbeyi, o timara hak kazanmis olan sipahinin eline bir "tezkire" vererek tâyinini devlet merkezine teklif eder. Bu sipahinin berati, devlet merkezinden verilirdi. Beylerbeyinden böyle bir tezkire alan sipahî, Istanbul'a giderek 6 ay içinde beratini almak zorunda idi. Aksi takdirde timarinin gelirinden faydalanamazdi.

Dogrudan dogruya beylerbeyi tarafindan verilen tezkiresiz timarlarin defter geliri düsüktür. Bunlarin en büyügü Rumeli'deki eyâletlerle (Budin, Bosna, Timasvar vs.) Sam, Haleb, Diyarbekir, Erzurum ve Bagdad bölgelerinde 6000, Anadolu ve Kibris eyâletlerinde 5000, Karaman, Zülkadiriye ve Rum eyâletlerinde de 3000 akçalik geliri olan timarlardir.

Osmanli timar sisteminde dikkat edilen hususlardan biri de tezkireli timarlarin bozulup tezkiresiz hâle getirilemeyisidir.

4. Malî durumlarina göre:

a) Serbest timarlar: Timar sahibinin "resm-i arûs", "resm-i tapu", "kislak", "yaylak", "cürüm, cinayet" vs. gibi vergileri, alma hakkina sahip bulundugu timarlardir, (dirliklerdir). Bunlar, vezir, beylerbeyi, sancakbeyi, nisanci, defterdar, divan kâtipleri, çavuslar çeribasilari, sübasilar ve dizdarlar gibi yüksek rütbeli idare âmirleri ile memur ve askerlerin has ve zeâmetleridir. Bunlar, bazi imtiyazlara sahiptirler.

b) Serbest olmayan timarlar: Böyle bir timari tasarruf eden sipahînin, serbest timar tasarruf eden gibi bir yetkisi yoktur. Onun için yukarida adi geçen vergileri kendi nâm ve hesabina alamaz.

Çesitli yönleri ile tedkik ettigimiz timar sisteminin geçirmis oldugu merhaleler ile farkli sebeblere bagli olarak aldiklari degisik isimleri gördük. Beldiceanu, kendine göre ve özellikle timar tasarruf eden kimselere göre ayri bir siniflandirma yapmaktadir.

TIMAR SISTEMININ BOZULMASI VE ORTADAN KALKMASI
Kanunî Sultan Süleyman devrinde, tekâmülünün zirvesine erisen timar sistemi, bu pâdisahin ölümünden sonra bozulma temâyülü göstermeye baslamis olacaktir. Koçi Bey (? 1640), 992 (1584) tarihine kadar timarlarin kiliç ehli elinde ve ocakzâdelerde bulundugunu, bu sinifa yabanci ve kötü kisilerin girmedigini keza timarlarin büyükler ile âyânin sepetine de girmedigini belirterek o ana kadar bir bozulma belirtisi görülmedigine isaret eder. Fakat XVI. asrin sonlarina dogru timarlarin iltizam usûlü ile verilmesi, bunun neticesinde mültezimlerin fazla kâr saglayabilmeleri için reâyâya haksizliklarda bulunmalari, bozulmanin baslangici sayilmaktadir. III. Murad (1574-1595) devrinde bozulma emâreleri, daha belirgin bir sekil almisti. Zira bu devrede eski kanunlara riayet edilmeyerek çesitli yollardan timar sahibi olan kimseler türedi. Bununla ilgili olarak Koçi Bey, "bosalan timar ve zeâmetler de eski kanunlara aykiri olarak Istanbul tarafindan verilmeye baslandi. Ileri gelenler ve vükelâ, bosalan yerleri adamlarina ve akrabalarina verip, Islâm memleketinde olan timar ve zeâmetin seçmelerini ser'-i serife ve yüksek kanuna aykiri olarak kimini mülk olarak, kimini vakif olarak, kimini vücudu sihhatta olan kimselere emeklilik olarak verip bütün zeâmet ve timar, ileri gelenlerin yemligi oldu. Bu bozukluklar, devletin en secaatli, güçlü, san ve sevkete sebep olan askerinin harap olmasina sebep oldu. Halbuki parali asker, asagi tabaka halkindan devsirilirse hiç bir yararligi olmaz. Aksine bunlar, baris günlerinde azginlik ve isyana sebep olup ser aleti olduklarindan epeyce zamandan beri taskinligin ardi arkasi kesilmemektedir. Bu beylerbeyliklerinde ve sancakbeyliklerinde, vezirlerin agalarin, müteferrika, çavus ve kâtipler zümresinde, dilsiz, cüce taifesinde, padisah nedimlerinde bölük halkinin ileri gelenlerinde bir çok timar ve zeametler olup, kimi hizmetkârlari üzerine, kimi azadsiz kullan üzerine berat çikarmislardir. Nâm adamlarinin olup, mahsûlü kendileri yerler. Içlerinde öyleleri vardir ki, yirmiotuz belki, kirkelli kadar zeâmet ve timari bu yoldan alip, ürününü kendileri yeyip, sefer-i hümâyun olunca, cebe ve cevsen yerine aba ve kebe giydirip birer semerli beygir ile sefere gönderirler. Kendileri evlerinde zevk ve safâ, seyir ve sohbette olurlar" diyerek bozulmanin sebep ve sekillerini göstermeye çalismistir.

Iltizam usûlünün dogmasi, timarlarin akraba ile yakinlara dagitilmasi ve rüsvetin ortaya çikmasi sonucu, timar sahiplerinin askere gitmemesi üzerine bas gösteren bozulmanin sebeplerini söyle siralayabiliriz:

a) Merkezî devlet bürolarinda timar kayitlarinin son derece karisik bir hâle düsmesi. Timar sahiplerinin seferlerde yapilmasi gerekli yoklamalarinin türlü tesirler altinda iyi bir sekilde yapilamamasi ve bu yoklamalarin daha sonraki timar dagitimi için iyice muhafaza edilmemesi.

b) Bos kalan timarlarin, istihkak sahiplerine verilmesi yerine bir kenara ayrilarak (sepete konarak) çesitli hileli yollarla bazi nüfûzlu kisilerin adamlarina verilmesi.

c) Is adami vasfindaki yeni timar sahipleri, sefer zahmetinden, baç ve can korkusundan halas olup safâ ve huzur içinde kâr ve kazançlari ile mesgul olabilmek için, harp zamanlarinda timarlarini bir takim aracilara, seferden dönüste bu timarlardan eski sahipleri lehine feragat etmek sartiyle, devir ve tahvil ettirmenin yolunu bulmakta idiler.

Görüldügü gibi timar sisteminde, reâyâ, sipahi ve devlet olmak üzere üç temel taraf bulunmaktadir. Bunlarin, birbirlerine karsi nasil davranmalari gerektigi, kanunnâme, adaletnâme ve zaman zaman isdar edilen fermanlarla tesbit edilmisti. Bununla beraber bu üçlünün bazan birbirlerine karsi olan yanlis davranislari, Osmanli sosyoekonomik tarihinin en önemli konusu olmustur. Bilindigi gibi dirlik sisteminde devlet, arazinin rakabesine yani çiplak mülkiyetine sahiptir. Sâhib-i arz veya timar sahibi adiyla da anilan sipahi ise devlete ait araziyi isleten, devletin reâyâdan alacagi vergileri toplayan kimsedir. Sipahi, topladigi bu paralarin bir kismini kendine ayirmakta, kalan kismi ile asker besleyip bu askerlerle birlikte seferlere istirak etmektedir. Bu durumu ile sipahi, mîrî topragi isleyen bir devlet memurudur. Bu bakimdan, reâyâ üzerinde herhangi bir tasarruf yetkisi bulunmamaktadir. O, sorumlulugu altinda bulunan topraklarda devletin otoritesini temsil etmektedir.

Reâyâ ise üzerinde yasadigi topraklan isleyip bunlarin vergisini devlet adina sipahiye vermek zorundadir. O asirlarda halkin elinde nakit para pek fazla bulunmadigindan vergileri aynî (mahsûl) olarak öderlerdi. Reâyâ bu mahsulü teslim etmek üzere kendisine en yakin pazara götürmek zorunda idi. Sipahi, reâyânin bunu daha uzaktaki pazara götürmesini isteyemezdi. Bundan baska reâyâya eziyet edilmesine, maddî ve manevî külfet yüklenmesine (angarya) izin verilmezdi. Devlet, sipahi, reâyâ üçlüsünün statüleri ve karsilikli mükellefiyetleri "Tahrir Defterleri"nin basinda yer alan sancak kanunnâmelerinde genis ve etrafli bir sekilde belirlenmistir. Ayrica siyasetnâme nevinden olan eserlerde devletin bekasinin reâyâ ile mümkün oldugu ifade edilmektedir. Nitekim Kâtib Çelebi (Düsturu'l-Amel li Islahi'l-Halel, Istanbul 1280, s. 124) söyle demektedir: "Evvela reâyâ ve berâyâ selâtin ve ümerâya vediat-i ilâhiye oldugundan gayri La mülke illâ bi'rricâl, velâ ricâle illâ bi's-seyf velâ seyfe illâ bi'l-mal, velâ mâle illâ bi'rraiyye, velâ raiyye illâ bi'l-adl."

Farkli sebeplere bagli olarak bozulmaya yüz tutan timar sisteminin islahi için, çesitli tedbirlere bas vurulmus olmakla beraber, bu gidisin önü bir türlü alinamamistir.

Kurulusundan beri, Osmanli Devleti'nin ekonomik, sosyal ve askerî tarihinde büyük bir rol oynayarak önemli bir hizmet ifa etmis olan timar rejimi, birkaç asirdan beri buhranlar içinde geçen hayatinin son safhasinda sessiz sedasiz bir sekilde ve herhangi bir sarsintiya sebep olmadan ortadan kalkti. Tarihe mal olmasi çesitli safhalar geçiren bu sistemin ilk tatbikati, 1703 senesinde Girit adasinda basladi. Ülkenin diger mintikalarindaki timarlar ise 1812 yilindan itibaren mahlul oldukça (bosaldikça) baskasina verilmemeye baslandi. Bu uygulama ile timar sahiplerinin sayisi gittikçe azalmaya yüz tuttu. Nihayet, Yeniçeri Ocagi'nin lagv edilmesi ile muntazam ve disiplinli bir askerî sinif vücuda getirildikten sonra, intizamlarini büsbütün kaybetmis olan timar sahiplerinin de eskiden oldugu gibi kendi hallerine birakilmasi uygun görülmedi. Bu sebeple H. 1263 (M. 1848) senesinde bütün timar sahipleri kaydi hayat sartiyla ve yarim timar bedeli ile emekliye sevk edilerek timar sistemine son verildi.
RoxBury - avatarı
RoxBury
Ziyaretçi
9 Eylül 2007       Mesaj #7
RoxBury - avatarı
Ziyaretçi
1. Balkan Savasi--1.Dünya Savaşı--1.Kosova Savaşı--1.Viyana Kuşatması



1. Balkan Savasi

1789 Fransiz Ihtilâlinin dünyaya yaydigi Milliyetçilik akimi neticesinde, imparatorluklar dahilinde bulunan milletler, bagimsizlik için harekete geçmisler ve bazi devletlerin destek ve yardimlari ile ayaklanmislardir. Osmanli tarihinde XIX. yüzyil, bu tür ayaklanmalar dönemidir. Balkan yarimadasinda çok çesitli millet yasadigi için, milliyetçi ayaklanmalar en fazla burada meydana gelmistir.
Balkanlarda çikan ayaklanmalari daha çok, XVII. yüzyilda gelismeye basliyan ve en büyük gayesi, Baltik denizine ve özellikle Akdenize çikmak olan Rusya kiskirtiyordu. Akdenize inmek için önce Karadeniz'i, sonra Istanbul ve Çanakkale bogazlarini ele geçirmesi gerekiyordu. Iste Rusya bu gayeye ulasmak için her yola bas vurmaktan geri kalmamistir. Bu yollardan biri de irk ve din bakimindan akraba oldugu Balkan Prensliklerini alet olarak kullanip, bu genç devletleri Osmanli Devletinin varligini sona erdirmeleri için kiskirtmakti. Osmanlilar Trablusgarp'ta savasirlarken, Sirbistan'in baskenti Belgrat'taki Rus elçisi harekete geçerek, Balkanlarda Osmanli Devletinin elinde kalan son toprak parçalarinin Sirbistan ile Bulgaristan arasinda paylasilmasi için tesebbüste bulundu. Neticede iki devlet arasinda bir ittifak imzalatmaya muvaffak oldu. Kisa bir süre sonra bu ittifaka Karadag ve Yunanistan da katildi. Böylece Balkanlarda Osmanli Devletine karsi harekete geçme hazirliklari tamamlanmis oldu.

Bu sirada Türk ordusu subaylari iki partiye ayrilmis ve hükümet Ruslarin Balkanlarda savasa müsaade etmiyecegi hususundaki yalan teminatina inanmisti. Sofya elçiliginden hariciye Nâzin olan Asim Bey de 15 Temmuzda, meclis-i Mebûsan'da: "Balkanlardan imanim kadar eminim" tarihi cümlesini ihtiva eden bir nutuk söyliyerek, harb ihtimalinin bulunmadigini iddia etmisti. Ayrica Âsim Beyin yerine gelen yeni Hariciye Nâzin Ermeni Gabriel Noradingiyan da Rusya'nin teminatinin kesin oldugunu hükümete bildirmisti. Bu inandirici teminatlar neticesinde Rumelindeki en iyi 120 tabur asker terhis edilmisti.

Balkan devletleri ittifaktan sonra Osmanli Devletine isteklerini bildirdiler. Bu ittifaktan haberi olmayan Ittihatçilar, savas için yüksek ögrenim talebesini kiskirtarak, Babiâli önünde "Harb" diye bagirtmis ve hükümet aleyhinde nümayis yaptirmislardi. Harbin kolay geçecegini zannediyorlardi. Halbuki müttefikler, Türkiye'ye karsi uygulayacaklari savasi ve taksim projelerini en ince teferruatina kadar tesbit etmislerdi.

8 Ekim 1912'de Karadag Prensligi Osmanli Devletine savas açti. 18 Ekimde Osmanlilar, Bulgaristan, Sirbistan, birkaç gün sonra da Yunanistan ile savasa girdi.

Ikmal ve Levazim Teskilâtinin çok bozuldugu Osmanli ordusu seferberligini çok geç yapabildi. Terhis edilip Anadolu'ya gönderilen 120 taburu, savasin sonunda bile yeniden silâh altina alamadi.

Bulgaristan'a karsi çikacak kuvvetler 5 kolordu halinde, "Sark Ordusu" namiyla toplandi ve I. Ferik Abdullah Pasa'nin kumandasina verildi. Edirne mevkiindeki bagimsiz kuvvetler Sükrü Pasa'nin emrindeydi. Yunanistan'a karsi Selanik'te bir kolordu ve Yanya kalesindeki kuvvetler birakilmisti. Karadag'a karsi kuvvetler Iskodra kalesinde toplanmisti. Sirbistan'a karsi Makedonya'yi "Garb Ordusu" kumandani müstakbel sadrazam Birinci Ferik Ali Riza Pasa savunacakti.

Savasi idare kabiliyetinden mahrum Nâzim Pasa'nin hiçbir hazirligi olmayan orduyu hemen Bulgarlara karsi taarruza geçirmesiyle hezimet basladi ve artik arkasi alinamadi. Osmanli ordulari Bulgarlara karsi bütün Trakya'yi birakarak Çatalca'ya kadar çekilmek zorunda kaldigi gibi, Sirbistan'a karsi Kumova'da yenilmisti. 6 Kasimda Prevezeyi alan Yunanlilar, Veliahd Konstantin idaresindeki büyük kuvvetlerini Selanik üzerine gönderdiler. Selânik'i savunmakla görevli jandarma pasasi Tahsin Pasa, tek silâh atmadan, muazzam kolordusunu bütün silâhlari ile beraber yunanlilar'a teslim etti. Sultan II. Abdülhamîd Hân devrinde ihtilas (devlet malini zimmetine geçirmesi) suçu tesbit edilmis olan bu Tahsin Pasa, o devirde menküb (rütbe ve haysiyetten düsmüs) oldugu gerekçesiyle, Selanik kolordusunun basina getirilmisti. Bütün Kuzey Arnavutluk da Sirp-Karadaglilar tarafindan isgal edildi.

Selânik'in düsmesinden 8 gün önce, artik "Hakan-i mahlu" veya "Hakan-i sabik" diye anilan Sultan II. Abdülhamid Han, Istanbul'a getirilmisti. Sultan Abdülhamid Hân-i Selanik'ten almaya, nazirlardan Vezir Damat Germiyanoglu, Arif Hikmet ve Dâmâd Çavdaroglu Mehmed Serif Pasalar gitmislerdi. Sultan Abdülhamid Hân muhafizlarinin yaninda, ikisi de bilgin ve degerli eserler sahibi dâmâdlariyle konusmasi meshurdur. Gazete okumasi yasak oldugu için, kulaktan aldigi bilgi disinda siyasî durumu etrafli sekilde bilmeyen "Sabik Hakan", 4 Balkan devletinin ittifakina ve bu ittifakin haber alinmamasina hayret etmistir. Makedonya'da kiliseler meselesinin Ittihatçilar araciligi ile ortadan kaldirildigini ögrenince, Balkanlarin ittifakini bununla izah etmis, fakat ittifakin ögrenilmemesi karsisinda elçilerin, ataselerin ne is yaptiklarini sormustur. "Allah bu hallere sebep olanlarin Kahhar ismiyle kahretsin, devleti batirdilar" diye büyük teessürle gemiye binmistir.

Selânik'i ele geçiren Yunanlilar, daha sonra Ege adalarindan Bozcaada, Limni, Somatraki ve Tasoz adalarini isgal ettiler.

3 Aralik 1912'de imza edilen ateskes anlasmasi (mütareke) ile silâhli çatisma durmus oldu. Balkan devletleri ile Osmanli Devleti arasinda Antlasma 30 Mayis 1913'de Londra'da imzalanmistir. Bu baris antlasmasi ile Osmanli Devleti, Ege adalarinin durumunun tayinini ve Arnavutlugun sinirlarinin çizilmesi isini büyük devletlere birakmakta, Girit'i hukuken Yunanistan'a terketmekte ve Midye-Enez hattinin batisinda kalan topraklari da Balkan devletlerine birakmakta idi. Bu çizilen sinirla, kendisini kahramanca savunan, fakat yiyecek sikintisindan son derece muzdarib duruma düsmesi sebebi ile düsen Edirne, Bulgaristan'a geçiyor. Bulgaristan Kavala ile Dedeagaç arasindaki topraklari alarak Ege denizine ulasiyordu.

2.500 yillik Türk tarihinin büyük felâketlerinden biri olan Balkan savasinda Türkler, Anadolu'dan sonra ikinci anayurt haline gelmis olan Rumeli'ni biraktilar. Bu Rumeli, 550 yildir Türk yurdu idi. Birçok bölgede Türkler, ezici ekseriyet halinde idiler. Türkiye, hemen hemen bir Avrupa devleti olmak durumundan çikti.

93 Harbinde görülen göç ve göçmen felâketinin daha siddetlisi Balkan harbinde cereyan etti. Yüzbinlerce Türk, herseylerini birakarak eriye eriye Istanbul'a eristiler ve Anadolu'ya dagildilar. Balkanlarin, bilhassa Bulgarlarin yaptiklari zulüm tüyler ürpertici oldu. Onbinlerce sivil Türk, kadin, ihtiyar, çocuk ve bebekler dahil olmak üzere her türlü iskencelerle dograndi.



1.Dünya Savaşı

1914-1918 senelerinde Ingiltere, Rusya ve Fransa'nin yer aldigi îtilâf devletleriyle, aralarinda Osmanli Devleti'nin de bulundugu Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan'dan meydana gelen ittifak devletleri arasinda meydana gelen ve Harb-i umûmi diye de bilinen savas.
1789'dâ meydana gelen Fransiz ihtilâli ve çeyrek yüzyil süren ihtilâl savaslari; on dokuzuncu yüzyil içinde bir takim siyâsî, ekonomik ve sosyal gelismelere sebeb oldu. Ihtilâlin ortaya çikardigi fikirler ve içtimaî müesseseler, devletlere oldugu kadar milletlerin davranislarina da yeni bir istikâmet verdi. Bu gelismeler devletler arasi münâsebetlerin de yeni bir çerçeve içinde olmasina yol açti. Liberalizm ve milliyetçilik hareketlerinin çikmasi, Italya ve Almanya'nin birliklerini kurmasini sagladi. Almanya ve Italya, devletler arasi münâsebetlerde büyük devlet olarak yeralmak istediler. Bu hareketler, Avrupa' da yeni bloklarin ortaya çikmasina ve bunlarin birbirleriyle çatismasina yol açti. Bloklar arasindaki gerginlik, karsilikli silahlanmalara sebeb oldu. Bu gelismeler, Balkanlarda milliyetçilik akimlarinin gelismesine ve Osmanli Devleti himayesindeki Balkan milletlerinin kaynasmasina sebeb oldu.

Alman basbakani Bismark'in, Alman Imparatorlugu'nu kurmak için uyguladigi baris siyâseti,devletler arasindaki rekabeti arttirdi. On dokuzuncu asirda meydana gelen sanayilesme ve sömürgecilik faaliyetleri, diplomatik münâsebetlerin alaninin Avrupa'dan Afrika ve Uzakdogu Asya'ya kaymasini sagladi. Almanya'nin denizlerde ve sömürgelerde Ingiltere ile rekabete yönelmesi, dünyâ pazarlarini ele geçirmeye çalismasi ve askerî yönden güçlenmesi; diger devletler gibi Ingiltere'yi de endiseye sevk etti. Nitekim Almanya, 1890'dan sonra tâkib ettigi politika ile Güney dogu Avrupa ve ön Asya'yi etkisi altina aldi. Afrika ve Uzakdogu'da girisimlerde bulunmaya basladi. Böylece Almanya, Ingiltere için denizlerde güçlü bir râkib, Avrupa'da da dengeyi bozan bir güç hâline geldi. Bu da Ingiltere' nin güvenligi, Hindistan yolu ve deniz asiri çikarlari yönünden çok tehlikeliydi. Almanya'nin gücünün ve etkinliginin azaltilmasini isteyen ingiltere, Almanya'yi ezmek için çesitli tedbirlere basvurdu.

Fransa da, yâni basinda güçlü bir Almanya'nin bulunmasindan endise ediyordu. 1870'deh beri Almanya'dan Alsace-Loren'i ele geçirmek ve intikam almak istiyordu. Çikabilecek bir savasta müttefikleri ile birlikte Almanya'yi parçalamanin hesabini yapiyordu.

Rusya ise, bati sinirlarinda birgüç olarak beliren Almanya'nin,, Dogu Avrupa'daki panislavist emellerine set çekmesinden endise ediyordu. Bu sebeble Almanya'yi yikarak ve ona dayanan Avusturya-Macaristan Imparatorlugunu parçalayarak bu tehlikeyi ortadan kaldirmak, bütün Slavlari Rus hâkimiyeti altina alabilmek gayesini güdüyordu. Ayrica, Ingiltere'nin karsi çikmasindan dolayi bir türlü alamadigi Istanbul ve bogazlari, Ingiltere ve Fransa'nin müttefiki olmasindan faydalanarak ele geçirmek ve sicak denizlere açilmak emelindeydi.

Bütün bu gelismelerin hedefi olan Almanya ise, ekonomik ve siyâsî yönden dünyâda daha etkin hâle gelmek istiyordu, özellikle doguya dogru genislemek ve yeni pazarlar ele geçirmek emelindeydi. Avrupa'nin gittikçe güçten düsen devleti Avusturya-Macaristan Imparatorlugu ise, kendisine en büyük zararin panislavizmden gelecegini biliyordu. Rusya'nin destegi ve kiskirtmasiyla harekete gecen, büyük iddialar pesinde kosan Sirbistan'i ortadan kaldirarak, doguya dogru genislemek ve Rus etkisini Balkanlardan uzaklastirmak istiyordu.

Italya ise, Almanya ile ittifak içinde bulunmasina ragmen gizlice Fransa ile anlasmisti. Gayesi, Avusturya'nin hâkimiyeti altinda kalan Italya topraklarini kurtararak, Akdeniz ve çevresinde yeni sömürgeler elde etmekti.

Büyük devletlerin hepsi bir harbin çikmasinda kendi çikar ve emelleri açisindan fayda görmekte ve harbin çikmasi için zahirî sebebler aramaktaydilar.

Avrupa'da Almanya, Avusturya-Macaristan ve Italya'dan meydana gelen üçlü ittifak ve Ingiltere, Fransa ve Rusya'dan meydana gelen üçlü îtilaf bloklarinin kurulmasi ve savas hazirliklarinin devam ettigi sirada Osmanli Devleti; ittihâdcilarin tesvik ve tahrikiyle girdigi Balkan harbinden maglûb çikmis, pek çok vatan topragini kaybetmis, düzenli ve disiplinli ordulari daginik, bitkin ve teçhîzâtsiz olup, perisan bir hâldeydi. Çikacak bir harbe girmeye maddî gücü ve tahammülü olmadigi gibi, böyle bir harbe girmeyi gerekli kilacak birsebeb de yoktu.

28 Temmuz 1914 günü Avusturya-Macaristan veliahdi Arsidük Fransuva Ferdinand'in Saraybosna'da bir Sirpli tarafindan öldürülmesi üzerine, Avusturya, Sirbistan'a agir bir ültimatom verdi ve harb ilân ettigini bildirdi. Rusya Sirbistan'in, Almanya da Avusturya'nin yaninda harbe girdi. Böylece bir hafta içinde Avrupa, dünyâ çapinda bir harbe sürüklendi. Almanya Rusya'ya, Rusya'nin müttefiki olan Fransa da Almanya' ya savas ilân etti. Fransa'yi ezmek ve ardindan Rusya üzerine yürümek üzere hazirlanan Almanya' nin Belçika'dan geçmesi gerekiyordu. Belçika geçis izni vermeyince, Almanya Belçika'ya savas îlân etti. Fransa ve Rusya' nin müttefiki olan Ingiltere de bu sirada Almanya ve Avusturya'ya savas ilân etti. Belçika'ya giren Almanlar hizla Fransa üzerine yürüdüler, ilk anda geri çekilen Fransizlar, Marne nehri üzerinde kuvvetli bir savunma hatti kurdular. Bu hatti yaramayan Almanlar, dogu cephesine dönüp, Ruslari iki defa maglûb ettiler. Avusturya ise hiç bir basari saglayamadigi gibi Ruslara da yenildi. Galiçya, Ruslar tarafindan isgal edildi. Denizlerde Ingiltere ile Almanya arasinda meydana gelen iki savasin ilkini Almanlar, digerini ise Ingilizler kazandi.

Bu arada Almanya'nin Uzakdogu'da yayilmasini istemeyen Japonya, 23 Agustos 1914'de Almanya'ya savas îlân ederek itilâf devletlerinin yaninda yer aldi.

Trablusgarb ve Balkan savaslarindan yenik çikan Osmanli Devleti, ordu ve donanmasini islâha çalismasi yaninda, bloklara ayrilmis Avrupa'da kendisini siyâsî yalnizliktan kurtarma tesebbüslerine giristi. 23 Ocak 1913'de düzenledikleri Bâb-i âlî baskiniyla iktidari ele geçiren Ittihâd ve Terakkî firkasinin ileri gelenlerinden olan Cemâl Pasa, Fransiz dostlugundan faydalanarak Osmanli Devleti'ni îtilâf devletleri safina sokmak istediyse de netice alamadi. Çünkü Osmanli Devleti'nin, itilaf devletleri yaninda yer almasi, Fransa ve Ingiltere'nin müttefiki olan Rusya' nin isine gelmiyordu, itilâf devletleri arasinda yer alma tesebbüsleri neticesiz' kalan Ittihad ve Terâkki ileri gelenleri, Enver Pasa'nin Alman hayranligi sebebiyle Almanya'nin yaninda yer almak için tesebbüse geçtiler. Harbin baslamasindan bes gün sonra, 2 Agustos 1914'de sadrâzam Saîd Halim Pasa, harbiye nâziri Enver Pasa, dâhiliye naziri Talat Pasa ve Meclis-i meb'ûsân reisi Halil beylerden meydana gelen dörtlü grup; Fransa tarafdâri olan Cemâl Pasa ile diger vükelâ ve Meclis-i meb'ûsânin haberi olmadan Osmanli-Alman ittifakini imzaladilar. Daha önceki bütün harbler, Meclis-i meb'ûsân ve hey'et-i vükelâdan baska sarayda toplanan fevkalâde harb meclisinin karariyla ilân edilirdi. Birinci dünyâ harbine girisin ilk basamagi olan bu ittifak andlasmasi, pâdisâhtan, bütün meclislerden ve yetkililerden gizli olarak imzalanmak suretiyle Osmanli Devleti' 'nin yikilisi hazirlandi. Hiçbir millî menfeat saglamayan, fakat pek çok yükümlülükler getiren bu ittifak andlasmasinin imzalanmasindan sonra, ihtiyat tedbiri olarak ertesi günden baslamak üzere seferberlik ilan edildi. Harb hazirliklarina vakit bulabilmek için zahiri olarak tarafsizligini ilân eden Ittihâd ve Terakki, 11 Agustos Sali günü Goeben ve Breslau isimli Alman zirhlilarinin ingiliz takibinden kurtulmak üzere Çanakkale bogazindan girmelerine müsâde etti.

Bu Alman zirhlilarinin Çanakkale bogazindan içeri girmesinden ise, sadrazamin, kabinenin, Meclis-i meb'ûsânin, hey'et-i vükelânin ve Enver Pasa haricindeki diger Ittihâd ve Terakki ileri gelenlerinin de haberi olmadi. O günün aksami Saîd Halim Pasa' nin yalisinda toplanan Encümen-i veküleâya biraz geç gelen harbiye nâziri Enver Pasa, içeri girerken gülerek; "Bir oglumuz dünyâya geldi" dedi. Hemen îzâh ederek, Alman gemilerinin Ingiliz takibinden kurtarmak için içeri alinmalarini kendisinin emrettigini söyledi. Bu suretle Enver Pasa, Almanya'nin Türkiye'yi istedigi zaman harbe sokacak bir vaziyete gelmesini te'min etmek gibi târihin hiç bir zaman affetmiyecegi bir cinayeti tek basina isledigi gibi, faciaya ses çikarmayan arkadaslari da suç ortakligini kabul etmis oldular.

Bütün bu gelismelere ragmen Osmanli Devleti'nin tarafsiz oldugunu kabul eden itilâf devletleri, Osmanli Devleti'nin tarafsiz kalmasini ve harbe girmemesini saglamak için gayret sarfettiler. Fransa ve Ingiltere büyükelçileri, sadrâzami ziyaret ederek protesto notasi verdiler.

Itilâf devletlerinin bu tesebbüsleri karsisinda, hükümet, Alman sefirine müracaat ederek bir müddet gemilerin silâhtan arindirilmasini istediyse de, vaziyete hâkim olan Alman sefîri, hükümetin bu istegini kesin olarak reddetti. Alman sefirinin bu davranisi üzerine, Saîd Halîm Pasa'nm yalisinda toplanan Encümen-i vükelâ, Alman zirhlilarini Osmanli Devleti tarafindan satin alinmis gibi göstermeye karar verdi, Itilâf devletleri bu hayalî satis oyununa inanmamis olmakla beraber, Osmanli Devleti'nin tarafsizligini te'min için, inanmis göründüler. Gemilerin Alman mürettebattan arindirilmasini istedilerse de bu istekleri kabul edilmedi. Alman gemilerinin birincisine Yavuz, ikincisine de Midilli adi verildi. Biraz sonra da donanma baskumandanligina Alman filo kumandani Amiral Souchon (Suson) Pasa tâyin edildi. Böylece tarafsiz kalmaya giden bütün yollar kapatildi.

Almanya, dogu Avrupa'daki Rus kuvvetlerinin bir kismini üzerinden atabilmek için Osmanli Devleti'nin bir an önce harbe girmesini istiyordu. Enver, Talat ve Cemâl Pasa disindaki diger Osmanli idarecileri ise, devletin mali ve askerî durumunun iyi olmadigini ileri sürerek harbe girisin geciktirilmesini istiyorlardi. Fakat ittihadcilarin Balkan harbinde halk üzerinde biraktiklari kötü hâtiralarin silinmesini isteyen, böylece binde bir ihtimâlle de olsa ulasilacak bir Alman zaferinden sonra kendi ikbâllerinin daha parlak olacagini zanneden, gerçekte ise sâdece Alman ordularinin üzerinde bulunap Avrupa' daki yükünü hafifletmek isteyen harbiye naziri Enver Pasa ve kabinenin bâzi üyeleri, devletin bir an evvel savasa girmesini istiyorlardi. Netîcede Enver Pasa'nin izniyle amiral Souchon donanmayi alarak 29-30 Ekim 1914 gecesi Karadeniz'e çikti. Odesa ve Sivastopol gibi Rus limanlarini bombaladi. Böylece fiilen harbe giren Osmanli Devleti'ne karsi îtilâf devletleri harb îlân ettiler.

Gerek Almanya gerekse Itti-hâd ve Terakkî ileri gelenleri, Rusya ve Ingiltere'nin hâkimiyeti altinda bulunan veya sömürgesi olan müslümanlari ayaklandirarak bu iki devlete gaile çikaracaklarini ümid etmislerdi. Ancak çesitli sebeblerle beklenen netice alinamadi. Harbin basladigi ilk zamanlarda tarafsizligini îlân eden Italya; Ingiltere ve Fransa' nin bâzi vâdlerde bulunmasi üzerine 20 Mayis 1915'de Avusturya' ya, Agustos 1915'de de Almanya ve Osmanli Devleti'ne karsi savas îlân ettigini bildirerek itilâf devletleri yaninda yer aldi. ikinci Balkan savasinda kaybettigi topraklari geri almak isteyen Bulgaristan da, 6 Eylül 1915'de Almanya ve Avusturya ile imzaladigi andlas-malar geregince Sirbistan'a karsi savasa girdi.

Osmanli Devleti'nin fiilen harbe girmesinden sonra itilâf ve ittifak devletleri degisik cephelerde savasmaya basladilar.

1 Kasim 1914'de Ruslarin Dogubâyezîd'den sinirimiza tecâvüz etmeleri ile Kafkas cephesi açildi. Ruslar ilk iki muharebede maglûb edildi ise de tâkib edilip atilamadi. "Dondurucu kista taarruz dogru olmaz. Ilkbahara te'hir edelim" tavsiyelerine ehemmiyet vermiyen Enver Pasa'nin bizzat idare ettigi Sarikamis harekâtinda dondurucu kisin da etkisiyle en kiymetli ordu birliklerimiz imha edildi. Ruslar, 1915'e kadar Van, Mus, Bitlis; 1916'dan sonra Erzurum, Erzincan, Trabzon, Bayburt, Gümüshane'yi zabt ederek Sarkî Anadolu'yu ellerine geçirdiler.

1 Kasim 1914'de Ingilizlerin Süveys'te Akabe'yi bombardiman etmeleri üzerine Filistin-Sûriye cephesi açildi. Bahriye naziri Cemal Pasa'nin basinda bulundugu ve büyük hayâllerle 1915'de yapilan kanal harekâti iki defa basarisizlikla neticelendi.Bu bölgeye gönderilen ordumuz zayiat vererek Gazze'ye çekildi. 1917*de meydana gelen üç Gazze savasinin ikisini ordularimiz kazandi ise de, üçüncüsünde yenildi. 1918 Nablus meydan muharebesinde de, Ingilizlerin oyunlarina aldanan bedevilerin ihaneti neticesinde yenildi. Neticede Suriye. Filistin, Sam, Haleb ve Beyrut elimizden çikti.

Ingilizlerin 1 Kasim 1914'de Basra körfezine asker çikarmalari ile Irak cephesi kurulmustu. Umûmi kumandanliga tâyin edilen Süleyman Askerî Bey, ingilizlere maglûb oldu ve civar yerler düsman eline geçti. Albay Halil Bey'in Küt zaferini kazanmasina ragmen, bundan istifâde edilemedi, ingilizlerin bu havalideki askerleri tamamen temizlenmeden, Iran seferine girisilip, kuvvetler dagitildi. Bundan istifâde eden düsman, takviye kuvvetleri alarak 11 Mart 1917'de mukavemet görmeden Bagdad'i ele geçirdi. Sehrin düsüsü ile Irak bölgesi de elimizden çikti.

Birinci Dünyâ savasi esnasinda Çanakkale'de de çok mühim savaslar oldu. Gauben ve Breslau gemilerinin Osmanlilara siginmasindan sonra düsman Çanakkale üzerine yüklendi. 1915'den sonra Çanakkale'de meydana gelen savaslar sehamet destanlari ile doludur. Kirte, Zigindere ve Anafartalar, Kocaçimen, Conkbayiri, Kanlisirt, Kirtetepe, Kanlitepe, Aslantepe muharebeleri cereyan etti. Düsmanlar muvaffak olamayacaklarini anlayinca belli etmeden gizlice çekilmeye basladilar ve 1916 Ocagi'nda tamamen çekilip gittiler.

Türk milletinin târihinde ayri bir önem tasiyan ve 9 aya yakin süren Çanakkale muharebelerinde 250.000 kadar sehîd verilmis, yeni yetisen bir nesil burada erimistir. Neticede Türk cesareti Ingiliz sogukkanliligini, Türk azmi Ingiliz inadini ve Türk vatanseverligi Ingiliz gururunu yenmis, sanli târihimize "Çanakkale geçilmez" ibaresini yazdirmistir.

Avrupa'da durumun îtilâf devletleri lehine gelistigini gören Romanya da, bâzi topraklar elde edebilecegini düsünerek 28 Agustos 1916'da itilâf devletlerinin yaninda harbe girdi.

Denizlerde de savaslar oldu. Yavuz ve Midilli gemilerinin Rus sahillerini bombardiman etmelerinden sonra Ruslar da Trabzon'u bombaladilar, Ingilizler Gazze ve Iskenderun limanlarini, donanmamiz Batum'u bombardiman etmisti. Kanal'da, Gazze'de, Suriye ve Çanakkale muharebelerinde Ingilizler tayyareden de istifâde ettiler.

1917*de Rusya'nin savastan çekilmesi ile bosalan yeri Amerika doldurdu. Bu durum merkezî kuvvetlerin aleyhine oldu. Bu tarihte bütün devletlerde bir yorgunluk ve bikkinlik basgösterdi. Rusya'nin savastan çekilmesiyle imzalanan Brest-Litovsk andlasmasi ile Osmanli Devleti, dogudaki topraklarini istilâdan kurtardigi gibi, Kafkasya'daki isyanlari firsat bilerek Baku'yu ele geçirmeye kalkisti. Ancak 1917 Haziran'inda, Yunanistan'in itilâf devletleri safinda savasa girmesi ve ayrica 1918 yazi sonlarina dogru itilâf devletlerinin bütün cephelerde umûmî bir taarruza geçmeleri, merkezi devletlerin sonunu getirdi.

1918 Eylül'ünde Bulgarlar, Makedonya cephesinde Fransiz taarruzu neticesinde yenilince, mütâreke istediler. Bulgarlarin savastan çekilmesiyle Almanya yolu kesilmis, daha önemlisi, Istanbul, Trakya yönünden bir saldiriya açik duruma gelmisti. Bu sirada sayisi dokuza çikan Türk ordulari hayli uzaklarda savasiyordu. Gerek bu durum, gerekse Suriye cephesindeki yenilgi, yillardir zafer vadiyle aldatilan millete, Ittihâd ve Terakkî'nin siyâsetinin basarisizligini göstermisti. Savasa devam etmekte hiç bir fayda yoktu, 1918 Mart'inda sadrâzam olan Talat Pasa, mütârekeyi imzalayacak bir hükümetin kurulmasina imkân vermek için 7 Ekim 1918'de istifa etti. Hükümeti daha çok itilâf firkasi mensuplari ile Ahmed Izzet Pasa kurdu. Bu sirada dört yildir Anadolu Türk erkeklerini cepheden cepheye kosduran, yüzbinlerce sehîd veren, gâlib fakat maglûb sayilan Osmanlilar, mütâreke istemek mecburiyetinde kaldilar. Bagdâd-Kerkük arasindaki Kûtül-Amare'de Osmanlilarca esir alinan ve Büyükada'daki kampta bulundurulan Ingiliz generali Townshend (Tavnsend) araciligi ile Londra'ya basvuran Ahmed Izzet Pasa hükümeti, Bozcaada yaninda Limni adasindaki Mondros limaninda demirleyen Ingiliz Akdeniz donanmasi amirallik gemisi Agamemnon zirhlisi içinde, dikte ettirilen mütâreke sartlarini 30 Ekim 1918 günü imzalamak mecburiyetinde kaldi. Bu mütârekenin imzalanmasi esnasinda, Osmanli Devleti'ni bahriye nâzin Rauf, hâriciye müstesari Resâd Hikmet ve erkân-i harb kaymakami Sâdullah beyler temsil etti. Amerika cumhurbaskani Wilson'un ünlü on dört maddelik prensiplerini Ingiltere ve Fransa kabul etmislerdi. Bu Wilson prensiplerinde; "Osmanli Devleti'nin Türk olan bölgelerinde, itirazsiz olarak Türklerin hâkimiyeti saglanacak ve bir bölgenin halki.coklukça hangi idareyi istiyorsa, o idareye tâbi olacaktir" hükümleri de vardi.

Bütün bunlara ragmen, Ingilizler müttefikleri Fransizlara bile bildirmeden Akdeniz baskumandani visamiral Arthur Calhorpe (Kaltorp)'a, Londra'dan telsizle bildirdikleri, bütün Osmanli târihinde görülmemis korkunç bir esaret ve teslim olus vesikasi olan yirmi bes maddelik Mondros mütârekesini dikte ettirerek ve hiç bir îtirâzina yer vermiyerek Osmanli temsilcilerine imzalattilar.

Bu mütârekenin imzalanmaini tâkib eden günlerde, keyfî idareleri, ikbâl ve makam hirslari sebebiyle Osmanli Devleti'nin yikilmasina, milyona varan müslüman-Türk evlâdinin sehid olmasina ve Anadolu disindaki bütün topraklarimizin elden çikmasina sebeb olan ittihâd ve Terakki'nin üçlüsü olan Talat, Enver ve Cemâl pasalar ile diger ileri gelenleri yurt disina kaçtilar.

Halkimizin seferberlik dedigi dört yil süren Birinci dünyâ harbinde Osmanli ordulari; Kafkasya cephesinde ve Karpatlardaki Galiçya'da Ruslarla; Makedonya' da Yunanistan ve Fransizlarla; Çanakkale'de Ingiltere-Fransa-Italya ve (Hintli, Avusturalyali) sömürgeleriyle; Sûriye-Filistin ve Irak cephelerinde, Yeni Zelanda ve Hindistan dâhil, Ingiltere Imparatorlugu ordulari ile san ve serefle kahramanca çarpisti. Bu kahramanliklar halk türkülerine yedi düvelin önünde; "Osmanliydi ki dayandi" sözleriyle aksetmistir.

Basta Ingiltere, Fransa ve Rusya olmak üzere, Amerika, Belçika, Brezilya, Çin, Kosta Rika, Küba, Yunanistan, Guatemala, Haiti, Honduras, italya, Japonya, Liberya, Montenegro, Nikaragua, Panama, Portekiz, Romanya,Sirbistan ve Siam'dan meydana gelen itilâf devletlerine karsi; Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan'dan meydana gelen ittifak devletlerinin yaninda harbe giren Osmanli Devleti, Hicaz, Yemen, Asir, Irak, Suriye, Filistin, Lübnan ve Misir'i kaybetti. Osmanli Devleti'nin Birinci dünya harbindeki asker zayiatinin yekûnu ise 3.842.580 (üç milyon sekiz yüz kirk iki bin bes yüz seksen) kisidir. Dört milyona yaklasan bu müdhis yekûnun 550.000'i (bes yüz elli bin ) sehîd; 891.364'ü (sekiz yüz doksan bir bin üç yüz altmis dört) malûl; 103.731 'i (yüz üç bin yedi yüz otuz bir) kayip; 2.167.841'i (iki milyon yüz altmis yedi bin sekiz yüz kirk bir) yarali ve 129.644'ü (yüz yirmi dokuz bin alti yüz kirk dört) esirdir. Bu esirlerin büyük bir kismi esarette ölmüstür. Memleketin çesitli bölgelerinde açlik, salgin, bulasici hastalik ve muhaceret (göç) sebebiyle telef olan sivil ahâli kurbanlari bu yekûna dâhil degildir. Pek çok harb gemimizin de tahrîb oldugu bu harb esnasinda, Osmanli Devleti'nin daha önceki harbler sebebiyle zâten zayif durumda bulunan hazînesi iflâs hâline geldi, iste bütün bu millî felâketlere sebeb olanlarin, daragaçlariyla beraber kurduklari idarenin mâhiyetini de, faciaya sebeb olanlarin basindaki Talat Pasa; "Bizim bu memlekette kurdugumuz idare, olsa olsa münevver bir istibdâddir" diyerek ifâde etmistir. Kurulan dîvân-i harb, kaçak olan Talat, Enver ve Cemâl pasalar ile Dr. Nâzim'i giyabî olarak îdâma mahkûm etti.

Birinci dünyâ harbinden sonra îtilaf devletleri kazançli çikarken, ittifak devletleri zararli çikmis, en degerli topraklari ellerinden alinmistir. 1815 Viyana kongresinde kurulan, ancak on dokuzuncu yüz yil boyunca önemli degismelere ugramakla beraber umûmî olarak 1914 yilina kadar gelen Avrupa siyâsî haritasi ile güçler dengesi yikildi. Bunun neticesinde Almanya, Avusturya-Macaristan ve Osmanli Imparatorluklari parçalanarak yerlerine küçük ve yeni bir çok devlet kuruldu. Avrupa'da yeni bir siyâsî harita ve güçler dengesi ortaya çikti. Daha genis mânâda dünyâda yeni bir statüko kuruldu. Ancak bu degisiklik, müttefik devletlerin lehine idi. itilâf devletleri; yenilen devletlerin topraklarini küçültecek, bâzilarini isgal edecek veya o topraklarda yeni devletler kuracak, askerî kisitlamalar ve yasaklar koyacak sekilde andlasmalar kabul ettirdiler. Bunun neticesinde yikilan üç imparatorlugun biraktigi bosluk, basta Ingiltere olmak üzere; Fransa, Italya ve Japonya gibi devletler tarafindan doldurulmak istendi.

Birinci dünyâ harbinden en kârli çikan devlet Ingiltere idi. Almanya'yi yenilgiye ugratmakla Avrupa'dan adasina gelebilecek tehlikelerden ve denizlerde bu devletin rekabetinden kurtulmus oldu. Diger taraftan Almanya' yi Ortadogu'dan uzaklastirarak, güçlü bir rakîbi ortadan kaldirdi ve böylece bölgeye hâkim oldu. Ayni zamanda Rusya'yi etkisiz hâle getirdi ve Fransa'yi da ikinci plânda birakti. Neticede, dünyânin bir numarali devleti hâline geldi.

Fransa ise; Almanya ve Avusturya-Macaristan devletlerinin yenilmesi ve parçalanmasi ile sinirlarindaki iki büyük tehlikeden kurtuldu. Avrupa'da ve Ortadogu'da elde ettigi kazançlarla da Ingiltere'den sonra ikinci devlet oldu.

Italya, Avusturya'dan aldigi topraklarla kuzeye dogru genisledi. Anadolu'da kendisine birakilan payi az buldugundan Ingiltere ve Fransa'ya kirgin olmakla beraber, elde ettigi adalar ve yerlerle Akdeniz ve çevresinde etkili duruma geldi. Japonya ise, Uzak Dogu'da genis çikarlar elde ederek dünyâda söz ve etki sahibi oldu.

Birinci dünyâ harbi sebebiyle gerek îtilâf, gerekse ittifak devletlerinin kendi bünyelerinde de bâzi siyâsî hâdiseler meydana geldi.

Ancak Birinci dünyâ harbi sirasinda ve sonrasinda yapilan andlasmalar, yenilenlere çok agir sartlar getirdiginden, gâlib devletlerin de çikarlarina aykiri oldugundan ilk zamanlardan itibaren tepkilere, anlasmazliklara ve yeni mes'elelerin ortaya çikmasina yol açti. Bunlar da barisin uzun sürmemesine sebeb oldu. Dünyâda kisa bir müddet sonra yeniden bir umûmî savas tehlikesi basgösterdi.



1.Kosova Savaşı

Birinci Kosova Meydan Muharebesi (1362-1389): Osmanlilarin kurulusundan itibaren kuvvetlenmesi, Avrupa kitasinda fetihlerde bulunmasi, buradaki devletleri endiseye sevketti. Tek baslarina karsi koyamayacaklarini anlayan bu devletler, ittifak halinde harekete karar verdiler ve anlastilar. Sirp Krali Lazar ile Bosna Krali Tvartko ve Arnavud Prensi Jorj Kastriyota öncülügünde; Bulgar, Arnavud, Ulah, Sirp Prensleri de ittifaka katildilar. Hayati muharebe meydanlarinda geçerek, Islâm Dini'nin cihad emrini yerine getiren, Birinci Sultan Murâd Hân, Osmanli Devleti aleyhine yapilan Hiristiyan ittifakindan, casuslar vasitasiyla haberdar oldu. Gerekli tedbirleri yerinde ve zamaninda alinmak suretiyle, düsmanin dikkatini çekmeden, plânli olarak harbe hazirlanildi. Haçli ittifakina karsi, Anadolu beyliklerinden yardimci kuvvetler istenerek, gönüllüleri davet edildi. Balkanlar'daki ittifaki bozmak için, Vezir-i âzam Çandarlizâde Ali Pasa, otuzbin kisilik kuvvetle 1388'de, Bulgarlari saf disi ederek, Bulgaristan ve Mora isgal etti.

Türkler'i, Balkanlar'dan atmak için hazirlanan ittifaka karsi bütün hazirliklarini tamamlayan Sultan Murad Hân, Harp Meclisi'nin ardindan, altmisbin kadar mevcutlu Osmanli ordusu ile Anadolu beylikleri kuvvetleri ve gönüllü Müslümanlar ile 1389'da, Sirp Krali Lazar'in merkezi olan Pristine istikametine hareket etti. Rumeli Akinci kumandani Gazi Evrenuz Bey ile Pasa Yigit kumandasindaki Osmanli öncü kuvvetleri, Kosova'da müttefik Haçli kuvvetleriyle karsilastilar. Osmanli ordusunun, Balkanlar'da ilerlerken, geçtigi yerlerde yagma, tahribat yapmamasi, Islâmi Hiristiyanlara çok iyi tanitti. Islâmiyet hakkinda bilgileri olmayan halk, hayretler içinde kaldilar. Idarecilerinden zulüm, eziyet, kötü muameleden baska birsey görmeyen ahâli, bundan sonraki seneler Türk idaresini arzu ve istekle beklediler ve benimsediler.

Muharebe öncesi toplanan harp divaninda; istisareden sonra Sultan Murad-i Hüdavendigâr; kumandan ve hey'ete:

"-Cümleniz berhudar olasiniz... Firasetinizi açikça bildirdiniz.... Gayri hepimiz biliriz ki, zafer ancak Allahü teâlânin yardimiyla gerçeklesir.... Küffar ordusu 'bizden fazladir. Fakat Müslüman mücahid kâfirden secâatlidir... Beglerim,, pasalarim, hadi göreyim sizi... Bu gece, asker evlâdciklarimi hosça tutasiniz... Onlara, Yüce Allah'imiza dua etmelerini vaziyet edesiniz... Helâllasasiniz. Ola ki yarin, çogumuz cennette bulusuruz." hitabini yapip, kendisi de mübarek Berât gecesi Kur'ân-i kerîm okuduktan sonra harb meydanindaki çadirinda, firtina devam ederken, tarihe geçen su duayi Allahü teâlâdan niyaz etti:

"-Ya Rabbim! Bu firtina, su âciz Murad kulunun günâhlari yüzünden çiktiysa, masum askerlerimi cezalandirma. Onlari bagisla... Allahim... Onlar ki buraya kadar, sadece Senin adini yüceltmek, Islâm dinini kâfirlere duyurmak için geldiler. Bu firtina âfetini, onlarin üzerinden def eyle... Senin sanina lâyik bir zafer kazanmalarini nasip eyle. Onlara öyle bir zafer kazandir ki, bütün Müslümanlar bayram ede..... Müslümanlari mansûr ve muzaffer eyle. Ve dilersen o bayram gününde su Murâd kulunu sana kurban olsun.... Önce beni gazi kildin, sonra sehid et."

1389 yazinda Kosava'da, düsmana karsi harp nizami alan Osmanli ordusuna Sultan Murad Hân kumanda edip, merkez kuvvetlerinin basindaydi. Vezir-i Âzam Ali Pasa, Sultan'in yanindaydi. Ordunun sag kolunda Sehzade Bâyezid, Rumeli Beylerbeyisi Kara Timurtas Pasa, Akinci Beyi Evrenuz Bey, sol kolda Karesi Sancakbeyi Yakup Beg, Anadolu Beylerbeyi Saruca Pasa bulunuyor ve kumanda ediyordu. Merkez kuvvetlerinin önünde Yeniçeriler ve onlarin önünde de toplar vardi. Her kolun önüne biner okçu yerlestirildi. Haçli ordusunun merkezinde bulunan Sirp despotu Lazar, birliklere komuta ediyordu. Sag kola Lazar'in yegeni ve damadi Brankoviç, sol kola Bosna Krali Tvartka kumanda ediyordu. Düsman kuvvetleri Sirp, Bosna, Macar, Ulah, Arnavud, Leh ve Çeklerden meydana gelip, mevcudu Osmanli kuvvetlerinden fazlaydi. Muharebe 9 Agustos 1389 günü Haçhlar'in top atisiyla basladi. Türk ordusunun kahramanligi ve harp plâninin mükemmelligi ve muvaffakiyetle tatbiki neticesinde, üstün Haçli ordusu, sekiz saat içerisinde bozuldu. Sag kalan Haçli kuvvetleri geri çekilip, çareyi kaçmakta buldular. Muhar****** kazanilmasinda ve düsmani imha ve takip edilmesinde, Sehzade Bayezid'in büyük rolü oldu. Haçli kumandani Lazar ile oglu, yüksek rütbeli kumandanlar ve mahiyyetleri esir edildiler. Murad Hân, zaferden sonra devrin an'anesi geregince, sükran ifadesiyle muharebe meydaninda dolasirken, Lazar'in damadi, yarali sirp asilzadelerinden Milos Obiliç'in halini sorarken sehid edildi. Sultan Murâd-i Hüdâvendigâr'in sehâdetinden önceki vasiyyetinde, Bâyezid Hân, Osmanli Sultani oldu. ikiyüzbinlik Haçli ordusunun kumandanlari dahi öldürülüp, Kosova'da zafer kazanilmasi neticesinde; Osmanli Devleti Balkanlar'a kesin olarak yerlesti ve Sirp Kralligi yikilarak, Sirbistan, Türk hakimiyetine geçirildi. Bölgeye, Türk ve Islâm nüfusu iskân edilerek, hakimiyet pekistirildi.



1.Viyana Kuşatması

Mohaç'ta Macaristan ordusunu tamamen imha edip bölgeyi Osmanli Devleti sinirlari içine katan Kanunî Sultan Süleyman Han, savastan sonra Budapeste' ye gelip Macaristan'in yeni statüsünü tesbit etmisti. Buna göre Macaristan, Osmanli Devleti'ne bagli bir krallik olarak bilinen ve Mohaç muharebesine katilmayan Transilvanya (Erdel) voyvodasi Zapolya'ya verilecekti. Nitekim Kanunî Sultan Süleyman Han 16 Ekim 1526'da Macaristan tacini Zapolya'ya veren târihî fermanini imzaladi ve Budapeste'de Macaristan tahtina geçirdi. Kuzeydogu Macaristan'da Tokay sehrinde toplanan Macar diet (asiller) meclisi Zapolya'yi kral tanidi. Macar kralliginin Bohenya tacina bagli olan ve Osmanli ordularinin girmedigi Bohenya, Moravya, Slovakya ve Silezya gibi ülkeler ise, Mohaç'ta öldürülen Macar krali Layos'un karisi ve ispanyaAlmanya imparatoru CharlesOuint'in kardesi olan Avusturya arsidükü Ferdinand'da kaldi. Kanunî Sultan Süleyman istanbul'a döndükten sonra harekete geçen Ferdinand, Bratislava'da Osmanlilara karsi olan asillerden tesekkül ettirilmis bir diet meclisi toplayarak kendini Macaristan ve Bohenya krali îlân ettirdi. Agabeyi Ispanya Almanya imparatoru CharlesQuint' in de destegini alarak iyice güçlenen Ferdinand, Tokay meydan muharebesinde Zapolya'yi yenerek Budapeste'yi (Budin) almis ve Macaristan'in büyük bir kismini ele geçirmisti. Bunun üzerine Zapolay, Kanunî Sultan Süleyman Han'dan yardim istedi.

Kanunî Sultan Süleyman Han, Mohaç zaferi ve kiliç hakkiyla zaptettigi genis Macaristan ülkelerinin Alman asilli bir hükümdarin eline geçmesine müsâde edemezdi. Bu, Osmanli Devleti için vahim neticeler dogurabilirdi.

Kanunî Sultan Süleyman Han sefer hazirliklariyla mesgulken, Macaristan'dan fethedilen arazinin geri verilmesi karsiliginda baris yapmak istegiyle Ferdinand'in elçileri geldi. Fakat Almanlari, Budin ve Macaristan' dan çikarip atmak, Ferdinand'a gözdagi vermek, bulunabilirse, Alman ordusunu yakalayip yok etmek arzusunda olan Kanunî Sultan Süleyman Han, o zamanin âdetleri geregi elçileri tevkif ettirdi. Hazirliklarini tamamladiktan sonra serbest birakip savas için yola çiktigini söyleyip Ferdinad'a gönderdi.

10 Mayis 1529'da istanbul'dan hareket eden Süleyman Han, 20 Haziran'da Sofya'ya ve 18 Agustos'da Mohaç ovasina ulasti. Zapolya da 6000 Macar askeri ile orduya katildi ve burada Pâdisâh' in elini öpmekle sereflendi. Eylül' de Budin'i kusatan sultan Süleyman Han, teslim teklifinin reddedilmesi üzerine siddetli bir muhasara savasina basladi. 8 Eylül'de kale kapilarindan biri ele geçirilip umûmî hücum baslatilinca, ümit kalmadigini anlayan müdâfiler, hayatlarina dokunulmamak sartiyla kaleyi teslim ettiler. Kisa zamanda gösterilen bu muvaffakiyet karsisinda, Osmanli hâkimiyetine daha fazla karsi duramayacagini anlayan Bogdan voyvodasi besinci Petro Raves de ordugâha gelerek bir tâbiiyyet andlasmasi imzaladi. Elbasan sancakbeyi Hasan Bey'i Budin'de muhafiz birakan Kanunî, 12 Eylül' de Macar taht sehrinden ayrilip Viyana üzerine yürüdü. Bu arada Ferdinand'in adamlari tarafindan kaçirilmak üzereyken izvornik sancakbeyi Sultanzâde Bâli Bey' in ele geçirdigi meshur Macar taci, yeniçeri sekbanbasisi tarafindan Zapolya'ya giydirildi.

Kanunî Sultan Süleyman Han, 22 Eylül'de Almanya sinirini geçti. Ertesi gün Bâli Bey'in kardesi Semendire sancakbeyi Sultanzâde Mehmed Bey, Alman öncü kuvvetlerinin büyük bir kismini Viyana'nin on bes kilometre güneydogusundaki Bruck kasabasi yakinlarinda imha etti. Esir edilen Alman kuvvetleri komutani Christophe Von Zedlitz ve alti general Sultan'a gönderildi. 27 Eylül'de Viyana önlerine gelen ordu-yi hümâyûn, hiristiyanligin en büyük devleti olan Alman imparatorlugu'nun baskentini muhasaraya basladi.

Kanunî Sultan Süleyman Han, 120.000 kisilik bir orduyla Budin' den ayrilip Viyana üzerine yürüdügü haberi duyulunca, sâdece Almanya'da degil, bütün Avrupa' da müthis bir telas ve korku baslamis, Türklerin gelisi karsisinda, o sirada had safhada olan mezhep mücâdeleleri bile bir tarafa birakilarak, Viyana'ya yardim kampanyasi açilmis ve Avrupa'nin her yerinden muhtelif milletlere mensup yardim kuvveti akin akin gelmeye baslamis, hattâ muhâsaradan biraz evvel bu kuvvetlerin büyük bir kismi kaleye yerlesmisti. Osmanli ordusunun hasmetinden büyük bir korkuya kapilan Ferdinand, alelacele sehri terkederek kaçmis, yerine ihtiyar ve tecrübeli bir asker olan, Kont Nicolos Von Salm'i kale komutani olarak birakmisti. Müdâfaa hazirliklarina baslayan Kont Salm de, Türk ordusu gelmeden Viyana yakinlarindaki mahalleleri tamamen yakip yikmis, birinci istihkâm hattindan yirmi adim içerde ikinci bir istihkâm insâ etmis, Tuna sahillerine kaziklar diktirerek müdâfaa için gerekli tedbirleri almisti. Osmanli humbaracilarinin yakici te'sirlerinden korunmak için evlerin ahsap çatilarini yiktirmis, top güllelerinin te'sirini azaltmak için de, sokaklarin kaldirimlarini söktürmüstü. Ayrica iki ay yetecek kadar erzaki te'min edip, sehirdeki sivil halki disari çikarmisti.

Kanunî Sultan Süleyman Han, Viyana'ya gelirken hiç bir zaman kaleyi alma gayesini gütmemis, istedigi zaman bunu gerçeklestirebilecegini göstererek göz dagi vermek istemisti. Üstelik yeni fethedilmis olan Macaristan'da islâm idaresi tam yerlesmeden Viyana'nin da alinip askerin çok genis bir alana yayilmasi, stratejik bakimdan hatali olurdu. Kisin yaklasmasi kale çevresinin yogun yagmurlar sebebiyle bataklik hâline gelmis olduguna aldirmadan kaleyi kusatmisti.

Kaleyi muhasaraya baslayan Kanunî Sultan Süleyman Han, on yedi gün boyunca döverek, sehrin surlarini iyice tahrip etmisti. Bu sirada bir Osmanli güllesinin isâbetiyle kale komutani Kont Salm de öldürülmüstü. Çevreden aldigi istihbaratlar sonunda Viyana'ya yüzelli kilometre uzaktaki Linz'de Alman ordusunun da Osmanli ordusunun karsisina çikmayacagi anlasilinca, CharIesQuint'e verilen cezanin yeterli olduguna kanâat getiren Kanunî Sultan Süleyman Han, orduya muhasarayi kaldirma emrini verirken, çesitli beyler kumandasindaki akinci kuvvetlerini akina göndererek,Avusturya, Güney Almanya (Bavyera), Muravya, Bohenya. Slovakya, Silezya (simdiki Çekoslovakya) ve Slovesya gibi Alman Imparatorlugu'na bagli ülkeleri bastan basa çignetti. 16 Ekim'de Viyana önlerinden hareket eden ordu-yi hümâyûn, 25 Ekim'de Budin'e 16 Aralik'ta da istanbul'a döndü.

2.Balkan Savaşı--2.Kosova Savaşı--2.Viyana Kuşatması--Ankara Savaşı



2.Balkan Savaşı

I. Balkan Savasinda Osmanli Devletinin agir maglubiyete ugrayip Balkanlardan çekilmesi sonucunda, Balkanlarda siyâsî bakimdan büyük bir bosluk ve dengesizlik meydana geldi. Ganimetin paylasilmasinda anlasamiyan Balkan devletleri, birbirine düstüler.
Sirbistan askeri, hareket dolayisiyla, Sirp-Bulgar ittifakinin çizdigi ve kendisine ayirdigi arazi parçasindan daha büyük bir bölgeyi ele geçirmisti. Sirplarin bu arazi bölgelerini geri vermemesi anlasmazligin dügüm noktasini teskil ediyordu. Diger taraftan Londra Konferansinda en büyük payi Bulgaristan'in almasi, diger müttefiklerin hosnutsuzluguna sebebiyet vermisti. Bulgarlarin Ege kiyisina ulasmis olmasini Yunanlilar sert tepki ile karsilamislardi. Bu husus, Yunanistan ile Sirbistan'i birbirine yaklastirmis ve aralarinda ittifak anlasmasi akdine sebep olmustu. Sirbistan ile Yunanistan'in birbirlerine yaklastiklarini gören Bulgaristan, bu iki devlete tam hazirliklarini yapmadan önce 29-30 Haziran 1913'de saldirdi. Ancak Bulgar ordusu Yunanlilar ve Sirplar tarafindan Makedonya'dan çikarildi. Bu sirada Bulgaristan'dan pay almak istiyen Romenler de savasa girdiler ve kisa zamanda Bulgar Dobruca'sini ele geçirdiler. Bulgar ordulari birkaç cephede savasmak zorunda kaldigi için yenilmeye basladi.

Osmanli Devleti de bu tarihî firsati kaçirmadi ve bütün özellikleri ile bir Türk sehri olan Edirne'yi geri aldi.

Bu yenilgiler üzerine Bulgarlar, bir yandan Romanya kralina basvurarak Balkanli devletlerle, bir yandan da Babiâli'ye basvurarak Osmanli Devletiyle baris yapmak istediler.

II. Balkan Savasi sonunda, Bulgaristan'la diger Balkan devletlerinin imzaladiklari 10 Agustos 1913 tarihli Bükres Antlasmasi, Romanya ile Bulgaristan'in yeni sinirini belirtiyor, Tuna'nin güneyinde kalan önemli bir arazi parçasini Güney-Dobruca dahil Romanya'ya birakiyordu.

Osmanli Devleti ile Bulgaristan arasinda 29 Eylül 1913 tarihinde imzalanan Istanbul Antlasmasi ile Bulgaristan, Kirklareli, Dimetoka ve Edirne'yi Osmanli Devletine geri verdi. Antlasmada Bulgaristan'da kalan Türklerin de durumu ele alinmakta, Türklerin mülkiyet haklarina saygi gösterilecegi de belirtilmekte idi.

Osmanli Devleti ile Yunanistan arasinda imzalanan 14 Kasim 1913 tarihli Atina Antlasmasi ile Girit kesin olarak Yunanistan'a birakildi. Ege adalarinin ne olacagi da büyük devletlerce kararlastirilacakti. Büyük devletler ancak 1914 Subatinda Londra'da, bu adalardan Imroz, Bozcaada ve Meis bir yana, digerlerinin Yunanistan'a ve Italya isgalinde olanlari da Italya'ya kalmasina karar verdiler. Ancak bu karar üzerinde henüz bir anlasmaya varilamadan I. Dünya Harbi çikti. Sirbistan'la antlasma ise 13 Mart 1914'de Istanbul'da imza edilmistir. Sirbistan'la Osmanli Devletinin artik ortak siniri olmadigindan, sadece Sirbistan'da kalan Türklerin durumlari düzenlenmistir.

I. Dünya Savasi öncesi dönemde Osmanli Imparatorlugu, Afrika ile ilgisini kesmis, Balkanlarda agir toprak kaybina ugramis, Bulgaristan'dan geri aldigi Edirne ile Dogu-Trakya'da kalabilmistir. Balkanlardaki devletlerin güçlenmesi ise, Avusturya-Macaristan ve Almanya' nin burada ilerleme egilimlerine ve Rusya ile Ingiltere'nin nüfuzlarina set çekmisti.



2.Kosova Savaşı

Ikinci Kosova Meydan Muharebesi (1472-1451): Türklerin Avrupa'daki, ilerleyisini durdurmak için, Hiristiyan devlet ve milletler, her maglubiyetin ardindan yeni ittifaklar kuruyorlardi. Osmanli Sultani Ikinci Murad Hân (1421-1451) devrinde, 1444'deki Varna maglubiyetinin öcünü almak hissiyle, Macar Kral Naibi Hunyadi Yanus, Almanya, Polonya, Romanya ve diger ülkelerden doksanbin kisilik ordu topladi. 1448'de Osmanli Devleti'ne tâbi Sirbistan'a giren Hunyadi Yanus'un kumandasindaki müttefik kuvvetlerin, buralari isgal haberi üzerine, Ikinci Sultan Murâd Hân, süratle harekete geçti. Anadolu'daki Karamanogullari Beyliginden ve Sirbistan'dan yardimci kuvvetler alan Sultan Murad Hân, Ekim 1448'de Kosova'da düsmanla karsilasti. Iki ordunun mevcudu da esit durumda olmasina ragmen, Osmanlilar devrin en üstün atesli silahlarina ve topa sahipti. Müttefik ordusu agir zirhli olup, çesitli milletlerden meydana geliyordu. Türkler ise muharebe egitim ve tecrübesi ile üstün taktik kabiliyet vasiflari yaninda, sarsilmaz bir iman birligi içindeydiler. Sultan Murad Hân, Türk-Islâm an'anesi geregince, muharebeden önce sulh teklif etti. Sulh, Haçli taassubu ile red edilince, düsman ordusu hakkinda bütün bilgileri degerlendirerek, harp nizâmi alindi. Osmanli ordusunun merkezinde Ikinci Sultan Murad Hân, sag kolda Saruca Pasa, sol kolda, Dayi Karaca Pasa bulunuyordu. Öncü kuvvetler, Akinci beylerinden Hizir Bey, Isa Bey, Turahan Bey, ihtiyat da Sinan Bey kumandasinda toplanmisti. Hunyadi Yanus'un kumandasindaki müttefik ordusunun saginda Macarlar, Sicilyalilar, sol kolda da Almanya, Polonya, Romanya kuvvetleri vardi.

17 Ekim 1448 tarihinde Hunyadi Yanus, zaferden emin bir sekilde taarruzla muharebeyi baslatti. Müttefik askerler, coskuyla hücum etmesine ragmen, Türkler karsisinda birinci gün üstünlügü saglayamadilar. Türklerin geri çekilecegini uman Hunyadi Yanus, ikinci gün ögleyin baslatilan taaruz da neticesiz kalinca, gece baskinina tesebbüs etti fakat basarili olamadi. Muhar****** üçüncü günü olan 19 Ekim sabahi baslayan taarruzda, Osmanli ordusu, sahte ric'at taktigini tatbik ederek, mukavemet etmeden geri çekildi. Sag ve sol kollar açilarak, müttefiklere Osmanli merkez kuvvetleri hedef tayin ettirildi. Türkler'in kaçtigini zanneden Haçli ordusu zafer kazandik hissiyle suursuzca merkez istikametine ilerledi. Merkezde safha safha geri alinirken, düsmanin iyice dagildigi tespit edilince, karsi taarruza geçildi. Merkeze girmis olan düsman kuvvetleri, yandan ve geriden sarildi, iyice çevrildigini anlayan Haçlilar, ümitsizce bir an karsilik verdiler ve kaçmaya basladilar. Önceden kaçanlar ve geri çekilenler disinda Haçlilar muharebe meydaninda imha edildi.

Ikinci Kosova Meydan Muharebesi neticesinde, Türklerin Balkanlar'dan atilamayacagi kesinlesince, Avrupalilar taarruzu birakip, müdafaaya geçtiler. Balkanlar'da baslatilan menfaat mücadelesi, hosgörü ve adalet prensiplerini tatbik etme siyasetince Osmanlilar lehine neticelendi.



2.Viyana Kuşatması

Köprülü Fazıl Ahmed Paşa'nın vefatı üzerine, 5 Kasım 1676 tarihinde Merzifonlu Kara Mustafa Paşa sadrazamlığa getirildi. Rusya seferinin, yapılan barış antlaşmasıyla bitmesinden sonra, Macaristan'da Avusturya'ya karşı isyan edip tekrar Osmanlı Devleti himayesini isteyen Tökeli İmre (Emeric Thökely), Merzifonlu Kara Mustafa Paşa tarafından Orta Macaristan Kralı ilan edildi.

Macarların lideri konumuna gelen Tökeli İmre, Avusturya kralı I. Leopold'a karşı direnişe geçti. Tökeli'nin Osmanlılardan yardım istemesi üzerine, bunu fırsat bilen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Viyana'yı kuşattı(14 Temmuz 1683).

60 gün süren kuşatma sırasında Viyana'ya 18 büyük yürüyüş gerçekleştirildi. Ancak büyük ve son saldırı için Merzifonlu Kara Mustafa Paşa sürekli bekliyordu. Bu arada Papanın çağrısı üzerine Lehistan Kralı Jan Sobiyeski Viyana'nın yardımına yetişti.

Düşmana 80 bin kişilik ordusuyla büyük moral ve güç kazandıran Lehistan Kralının gelmesiyle, Osmanlı Ordusu iki ordu arasında sıkıştı. Kırım kuvvetlerinin yeterli gayreti ve mücadeleyi göstermemesi üzerine, Osmanlı ordusu dağıldı ve büyük bir bozguna uğradı; ordu hızlı ve düzensiz şekilde Belgrad'a doğru geri çekildi.

İkinci Viyana Kuşatması'ndaki başarısızlık Sultan Dördüncü Mehmed'in Merzifonlu Kara Mustafa Paşaya olan güvenini sarsmadıysa da, düşmanları sadrazamı başarısızlığın tek sorumlusu olarak gösterdiler. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Belgrad'da idam edildi. Yerine Kara İbrahim Paşa sadrazamlığa getirildi.

Viyana önlerinde bozguna uğrayan Osmanlı Ordusu geri çekilince düşman kuvvetleri Macaristan girdi. Sırasıyla Vişgrad (18 Haziran 1684), Uyvar (19 Ağustos 1685), Budin (2 Eylül 1686) kaleleri Avusturyalıların eline geçti. Diğer taraftan Venedik, Avusturya ile anlaşarak Osmanlı Devleti'ne karşı cephe açtı ve adaların bazılarını ele geçirdi. Venedik Yunanistan'da Patras, Korent, İnebahtı, Mizistre gibi önemli kalelere ve son olarak Atina'yı ele geçirdi (25 Eylül 1687).

İkinci Viyana Kuşatması'nın Osmanlı tarihinde önemi büyüktür. Şimdiye kadar bu denli büyük bir yenilgiye uğramayan Osmanlı Devleti artık gerilemeye başlıyordu. İkinci Viyana Kuşatması'ndan sonra Avrupa Devletleri Türkleri Avrupa'dan çıkarma umuduna kapılıp kutsal ittifakı kurdular.

Avusturya ve Venedik'e karşı alınan mağlubiyetler ve önemli kalelerin kaybedilmesi Osmanlı Devleti'nde büyük yankı uyandırmıştı. Ordu da isyanlar başladı. Askerler başarısızlığının sebebi olarak Sultan Dördüncü Mehmed'i suçluyorlardı. Askerlerin isteği ile sadrazam olan Siyavuş Paşa, bütün devlet adamlarının hazır bulunduğu bir toplantıda Sultan Dördüncü Mehmed'in tahttan indirilerek yerine Şehzade Süleyman'ın tahta geçirilmesine dair bir karar aldı. Sultan Dördüncü Mehmed 8 Kasım 1687 tarihinde tahttan indirildi.



Ankara Savaşı

Osmanli sultâni Yildirim Bâyezid ile Timur Han'nin 1402 senesinde Ankara'da yaptiklari muharebe. Yildirim Bâyezîd Han; Nigbolu zaferiyle Rumeli'de Osmanli hâkimiyetini te'sis ettikten sonra, Anadolu'da birligi saglamak için harekete geçti. Bu niyetle Aydin, Mentese, Karaman ve isfendiyarogullari beyliklerine son verdi. Ancak bu beyliklerin basindaki beyler, Asya'da kuvvetli bir devlet kurup, batiya yönelen Timur Han'a sigindilar. Ayni sekilde Tîmûr Han'nin hükümdarligina son verdigi Karakoyunlu beyi Kara Yûsuf ile Tebriz hükümdari Ahmed Bey de Yildirim Bâyezîd'e siginmis, Erzincan beyi Mutahharten de akrabalarini Yildirim Bâyezîd'e göndererek yardim istemisdi. Tîmûr Han'a siginan Anadolu beyleri, Osmanli sultâni hakkinda; Tîmûr Han'nin önünden kaçan beylerde Yildirim Bâyezîd'e Timur'la ilgili olmadik seyler söyleyip kötüleyerek, her iki müslüman Türk hükümdarinin arasini açtilar, iki taraf da karsilikli kendilerine siginanlari müdâfaa ettiler. Tîmûr Han, Yildirim Bâyezîd'e mektup göndererek kendisine siginanlarin iadesini istedi. Bu mektuplarda her iki hükümdarin birbirlerine hakaret dolu sözlere yer verdikleri ilim adamlari arasinda kabul görmemektedir. Bu gün bilinen hakaret dolu mektuplarin sahte oldugu isbatlanmistir. Yildirim Bâyezîd, Tîmûr Han'nin istegini kabul etmeyince savas kaçinilmaz oldu.

Tîmûr Han, kuvvetli bir ordu ile, Anadolu içlerine dogru harekete geçti. Bunu haber alan Yildirim Bâyezîd de, Istanbul kusatmasini kaldirarak, kuvvetlerini Bursa'da toplamaya basladi. Bursa'dan hareket eden Osmanli ordusu, iki koldan yürüyerek Ankara önüne geldi. Bu sirada Tîmûr Han Sivas'i ele geçirmisdi Onun, Sivas'da oldugunu haber alan Yildirim Bâyezîd, agirliklarinin bir kismini Ankara'da birakarak Akdagmadeni ve Kadisehri daglik mintikasinda mevzi almak istedi, iki ordunun öncü kuvvetleri Sivas ve Tokat bölgelerinde karsilastilar ise de, Osmanli sultâni Sivas ile Tokat arasindaki geçitleri tuttugundan, burada muharebe yapmayi kendisi için tehlikeli gören Timur Han Kayseri'ye dogru yürüdü. Timur Han, Bâyezîd'i kendisine dogru çekmek istediyse de duruma vâkif olan Yildirim Bâyezîd bu oyuna gelmedi ve yapacagi taarruzun zamanini bekledi

Tîmûr Han. Kirsehir üzerinden hizla Ankara önlerine gelerek kaleyi kusatti. Kale muhafizi Yâkûb Bey, kaleyi siddetle müdâfaa etti. Tîmûr Han. Osmanli ordusunun gelecegini tahmin ettigi yolu iyice tahkirn etti. Osmanli ordusu ise onun hiç beklemedigi taraftan ve tahmininden çok erken Ankara önlerine geldi.

Osmanli ordusunun merkezinde sultân Yildirim Bâyezîd bulunuyordu. Yaninda sadrâzam Çandarlizâde Ali Pasa, sehzade Isa, Mustafa ve Musa Çelebiler yer aliyordu. Sag cenahta bulunan Anadolu birliklerine vezir Tîmûrtas Pasa, sol cenahta yer alan Rumeli birliklerine sehzade Süleyman Sah kumanda ediyordu, ihtiyat kuvvetlerinin basinda da Sehzade Mehmed Çelebi bulunuyordu. Sol cenahin ihtiyat kuvvetlerini, Sirbistan despotu ve Sultân'nin kayin biraderi Stefan Lazreviç'in kumandasinda yirmi bine yakin zirhli sirp askeri meydana getiriyordu. Merkez ihtiyatinda Karakoyunlular, sag cenahin ihtiyatinda Kara tatarlar denilen Türklesmis Mogollar yer aliyordu. Ayrica Süleyman Sah'in kumandasinda akinci kuvvetleri de vardi. Osmanli askerinin sayisi yetmis binden fazla idi.

Tîmûr Han, ordusunun merkezinde yer almisti. Torunu Muhammed Mirza, zirhli ve atli olan Mâverâünnehr askeri ile ihtiyatta idi. Diger torunlari Pir Muhammed ve Iskender Mirza, Muhammed Mirza'nin yaninda yer aliyorlardi. Sag cenaha üçüncü oglu Mîransah, sol cenaha ise dördüncü oglu Sahruh Mirza kumanda ediyordu. Zirhli otuz iki fil, ordunun önünde dizilmisti. Ikiye ayrilmis olan merkez kuvvetlerin sag tarafina Tîmûr Han'nin ikinci oglu Ömer Seyh Mirza, sol tarafina ise Emir Celâl islâm kumanda ediyordu. Akkoyunlu sultâni Osman Bey ile Emîr Cihan Sah'in tümenleri sag cenahin önünde yeralmisti. Mutahharten Bey Karamanoglu, Aydinoglu, Menteseogiu, Germiyanoglu, Saruhanoglu ve Candaroglu, sag cenahta yer almislardi. Çagatay sultâni Mahmüd Han, Timur'un yaninda idi.

Muharebe günü sabah namazindan sonra Yildirim Bâyezîd, askerlerine veciz bir hitabede bulundu. Fakat karsi taraf da sünnî müslüman ve Türk oldugu için, askerin, hiristiyan ordularina karsi gösterdigi basariyi gösteremiyecegi ortada idi.

Iki ordu, Ankara'nin kuzey dogusundaki Çubuk ovasinda 28 Temmuz 1402 târihinde karsilasti. Burada, o devrin en büyük kumandanlarindan ikisi arasinda târihin en büyük savaslarindan biri oldu. Fil görmemis Osmanli atlari ürktü. Osmanli ordusundaki Kara tatarlarin aniden Tîmûr tarafina geçip, Rumeli sipahilerinin arkasindan ok atmaya baslamalari, Osmanlinin taarruz gücünü kirdi. Bu sirada Osmanli ordusundaki Karaman, Candar, Germiyan, Aydin, Mentese ve Saruhanli sipahileri karsi tarafta bayrak açmis olan beylerini görünce, Tîmûr Han'in tarafina geçtiler. Yildirim Bâyezîd'in yaninda az bir asker kaldi. Osmanli ordusunun bir kismi geri çekildi. Kara Tîmûrtas ve Fîruz pasalar, birlikleri tamamen bozuluncaya kadar dayandilar. Yildirim Bâyezîd gün batarken üç bin kisi ile Çataltepe'de muharebeye devam ediyordu. Burada süren üç saatlik vurusmadan sonra maglûbiyeti anlayinca etrafindaki askerleri yararak kurtulmak istedi. Yildirim Bâyezîd'in ati yaralaninca oglu ile beraber Çagatay hani sultan Mahmüd Han'in kumanda ettigi birlik tarafindan esir alindi.

Tîmûr Han kendisini iyi karsiladi ve tesellîde bulundu. Bir Osmanli pâdisâhina yarasir sekilde, izzet ve ikramda bulundu. Timur'un, Yildirim Bâyezîd'e iyi davranmadigi iddialari uydurmadir. Ancak esaret zilletini çekemeyen Yildirim Bâyezîd Han, kederinden ve nefes darligindan kirk dört yasinda vefat etti. Tîmûr Han ölüm haberini alinca; "Yazik oldu, büyük bir mücâhid kaybettik" demekten kendini alamadi.

Ankara savasi ortaçagin en büyük meydan muharebesidir. Iki yüz binden fazla Türk askeri birbiri ile savasmistir. Anadolu topraklarinda iki müslüman devlet arasinda yapilmis olan büyük meydan muhârebelerindendir. Ankara savasinin önemli neticeleri arasinda; AnadoluTürk birliginin parçalanmasi, Bizans ve istanbul fethinin elli yil daha uzamasi ve Osmanli Devleti'nin gelismesinin en azindan yarim asirdan daha fazla gecikmesi sayilabilir.

Tîmûr Han, Ankara savasinda kirk bine yakin zayiat vermistir. Hâlbuki o bu muharebeye kadar alti binden fazla kayip vermemisti. Buna Osmanli ordusundaki sevk ve idarenin mükemmeliyeti sebeb olmustur. Bâzi tarihçiler, Yildirim Bâyezîd ile harb ettigi için Tîmûr Han'i haksiz olarak kötülemekte, harp sahasinda olanlari, zulüm ve ortaligi kana boyamak seklinde bildirmektedir. Hâlbuki bunun iki devlet arasinda bir hâkimiyet savasi oldugu unutulmamali, bu savas tarafsiz ele alinip degerlendirilmelidir.
Son düzenleyen RoxBury; 9 Eylül 2007 14:15 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi
RoxBury - avatarı
RoxBury
Ziyaretçi
9 Eylül 2007       Mesaj #8
RoxBury - avatarı
Ziyaretçi
Belgradın Fethi-- Cerba Savaşı--Çaldıran Savaşı--Eğri Kalesinin Fethi--Eğriboz Zaferi



Belgradın Fethi

Kanûnî Sultan Süleyman tahta çıktığında Avrupa'nın en güçlü devleti Roma-Germen İmparatorluğu (Almanya) idi. Almanya İmparatoru Şarlken Macaristan'a hakim olmak için Macar kralı ile yakın akrabalık ilişkileri kurmuştu. Macar Kralı İkinci Lui, Şarlken'e güvenerek vergilerini ödemiyor kendisine gönderilen Osmanlı elçilerini öldürtüyordu.

Fatih Sultan Mehmed, Avrupa'da düzenlediği seferlerde Sırbistan'ı almıştı. Ancak stratejik bir öneme sahip Macaristan alınamamıştı. Kanûnî Sultan Süleyman Macaristan'ı almak üzere harekete geçti. Belgrad, karadan ve Tuna ırmağındaki Osmanlı donanması tarafından kuşatıldı. Şehir, gayet iyi savunulmasına rağmen teslim olmak zorunda kaldı (29 Ağustos 1521). Belgrad Muhafızlığına Balı Paşa getirildi. Bu sefer sonunda İstanbul'a gönderilen bazı Belgradlılar kurulan Belgrad köyüne yerleştirildi.

Belgrad'ın fethi, Kanûnî Sultan Süleyman'ın ilk fethidir.

Belgrad, bundan sonraki yıllarda Osmanlı Devleti'nin Avrupa'ya açılan en büyük kapısı oldu. Bu sebeple Belgrad'a Darü'l-cihad" denildi



Cerba Savaşı

Turgut Reis'in İspanyollar'ın elinde bulunan Cerbe adasını kuşatması üzerine, Andrea Doria komutasındaki bir Haçlı donanması İspanyollara yardıma geldi. Yapılan Cerbe Deniz Savaşında büyük bir zafer kazanıldı. Cerbe Osmanlılara geçti (1559).



Çaldıran Savaşı

Yavuz Sultan Selim, babası Sultan İkinci Bayezid ve kardeşleri ile taht mücadeleleri vererek tahta çıktığında, Osmanlı Devleti sıkıntılı bir dönem yaşıyordu. Bu bunalımlı dönemin en büyük sebebi Doğu'daki Şii-Safevi Devletiydi. Bu devletin ortadan kalkmasıyla huzur sağlanacak ve Türkistan yolu Osmanlılara açılacaktı.

Yavuz Sultan Selim'in en büyük amacı doğudaki bütün Türk İslam devletlerini tek bir devlet çatısı altında birleştirmekti. Yavuz Sultan Selim, 1514 yılı baharında ordusuyla birlikte İran seferine çıktı. Osmanlı kuvvetleri, Erzincan'dan Tebriz'e doğru yürüyüşüne devam etti.

Çaldıran'da 23 Ağustos 1514'te yapılan savaşta Osmanlı kuvvetleri büyük bir zafer kazanırken, Safeviler bozguna uğradılar. Şah, kaçarak hayatını zor kurtardı.

Yavuz yoluna devam ederek Tebriz'e girdi. Şehirdeki birçok sanatçı ve ilim adamı İstanbul'a gönderildi. Bu zafer sonucunda Şah İsmail eski prestijini kaybetti. Bu sayede Doğu Anadolu'da Osmanlılar için bir tehlike kalmamış oldu.

15 Eylül 1514'te de Tebriz'den Karabağ'a hareket eden Yavuz'un amacı, kışı orada geçirip, baharda İran'ı tümüyle almaktı. Ancak şartlar müsait olmadığı için Amasya'ya gidildi. Çaldıran Zaferi'nden sonra, Erzincan, Bayburt kesin olarak Osmanlı hakimiyetine geçti. Kemah kalesi alındı. 12 Haziran 1515'de kazanılan Turnadağ zaferi ile Dulkadiroğlu beyliğine son verildi. Diyarbakır, Mardin ve Bitlis Osmanlı hakimiyetine girdi. Böylece Anadolu'da Türk birliği sağlanmış oldu.



Eğri Kalesinin Fethi

Durumun kötüye gittiğini anlayan Sultan Üçüncü Mehmed devlet büyüklerini toplayıp şöyle dedi:

"Ceddimiz, devletimizin kurucusu Osman Gazi Hazretleri'nden, büyük dedemiz Kanuni Sultan Süleyman'a kadar bütün padişahlar askerin önünde sefere çıkmışlardır. Dedemiz Sultan İkinci Selim'le (Sultan İkinci Selim) cennetmekan pederimiz Sultan Murad (Sultan Üçüncü Murad) bu usulü bozdular. Biz dahi, başlangıçta seferi paşalarımıza ısmarlamakla hataya düştük. Asker evlatlarımız bizi başlarında görmek isterler. Kararımız odur ki; yakında sefere çıkacağız. Hazırlıklar tamamlansın. Küffara haddini bildirmeye gitmek gerekir."

Sultan Üçüncü Mehmed kendisine karşı çıkan annesi Safiye Sultan'a da şöyle der:

"Valide, biz Sultan oğlu sultanız, kullanmayacaksak Eyüp Sultan Camiinde bu kılıcı niçün kuşandık? Kararımız karardır, sefere çıkacağız. Taht uğruna devleti feda etmeyiz."

20 Haziran'da ordu hareket etti ve kuşatılan Eğri Kalesi 12 Ekim 1596'da padişaha teslim edildi.



Eğriboz Zaferi

Sultan İkinci Süleyman kendi iç meseleleriyle uğraşırken, Venedik ve Lehistan'da da karışıklık yaşanıyordu. Ancak o an için asayişi sağlamış olan Avusturya, Osmanlı'nın içinde bulunduğu kaos ortamından yararlanmasını bildi. Tuna'yı geçen Avusturya kuvvetleri Eğri (14 Kasım 1687), İstoni ve Belgrad kalelerini (6 Eylül 1688) ele geçirdiler.

Belgrad'ın düşmesi Avrupalılara Balkanların yolunu açtı. Bosna, Erdel ve Eflak Avusturyalılar tarafından işgal edildi. Bu ilerleyiş karşısında toparlanan Osmanlı kuvvetleri karşı saldırıyı başlattılar. 30 Ekim 1688'de Çelebi İbrahim Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetleri Eğriboz zaferini kazandılar. 1689 yılı yazında Sultan İkinci Süleyman, Avusturya seferine çıktı.

Sadrazam Köprülü Fazıl Mustafa Paşa komutasındaki yenilenmiş Osmanlı kuvvetleri, 8 Temmuz 1690'da Gladova ve Orsova'yı geri aldılar. Kanije 11 Temmuz 1690'da düşman eline geçtiyse de, Osmanlı kuvvetleri 8 Ekim 1690'da Belgrad'ı geri almayı başardılar. Böylece Tuna Hattı yeniden kurulmuş oldu.

Fas'ın Fethi--Hacova Zaferi--İnebahtı Savaşı--İstanbulun Fethi--Kanije Kalesi Zaferi



Fas'ın Fethi

Osmanlı Devleti Fas'a kadar olan tüm Kuzey Afrika'yı topraklarına katmıştı. Sultan Üçüncü Murad tahta geçtiği sırada Fas'ta iktidar mücadeleleri boy gösteriyordu. Fas Osmanlı'dan yana olanlar ve Portekiz'den yana olanlar diye ikiye bölünmüştü.

1578 yılında Fas sultanının da ricası ile Fas'a giden Ramazan Paşa komutasında ki Osmanlı kuvvetleri Vadi-üs Sebil'de yapılan savaşta Portekiz kuvvetlerini yendiler ve böylece Fas Sultanlığı Osmanlı himayesine alındı.



Hacova Zaferi

Eğri Kalesi'nin fethinden sonra, Osmanlı birlikleri ilerleyerek 15 Ekim 1596 günü Haçova'da Avrupa ordusuyla karşılaştı. Bu ordu da Avusturya, Alman, Erdel, İspanyol, Fransız, Çek ve Leh kuvvetleri vardı.

Avusturya Arşidükü Maxmilien komutasındaki düşman kuvvetleri ile yapılan savaşta Osmanlı birlikleri, düşman birliklerinin tüfek atışlarına maruz kaldı. Pek çok askerimiz şehit oldu.

Ordu merkezinin ele geçirilip padişahın ayrıldığı haberi yayıldı. Ancak bu gelişmelerden haberi olmayan akıncılar canla başla savaşa devam ediyordu. Yalnızca bu akıncı birliklerinin mücadelesi bile düşman ordusunun dağılmasına yetti ve kazanılan Haçova Zaferi ile Osmanlılara Viyana yolu açıldı (26 Ekim 1596).

Haçova Savaşı'ndan sonra Sultan Üçüncü Mehmed İstanbul'a döndü. Avusturya Cephesi'ne Satırcı Mehmed Paşa atanmıştı. Tata Kalesi'ni geri almayı başaran Satırcı Mehmed Paşa, Budin'in kuzeyindeki Vaç bölgesinde düşman kuvvetleri karşısında başarılı olamadı. Bu arada Avusturya temsilcileri ile bir barış antlaşması yapılmaya çalışıldıysada, olumlu bir sonuç alınamadı. Bir süre sonra Avusturya kuvvetleri Kanuni Sultan Süleyman zamanında fethedilen Yanıkkale'yi (Raab Kalesi) ele geçirdiler (1598).



İnebahtı Savaşı

Kıbrıs'ın alınması Avrupa'da bir Haçlı donanmasının hazırlanmasına neden oldu. Don Juan komutasındaki Haçlı donanmasında Venedik, İspanya, Malta, Papalık ve diğer İtalya hükümetlerine ait gemiler bulunuyordu. Osmanlı Donanmasının değerli komutanları Pertev Paşa ve Uluç Ali Paşa bu karşılaşma sırasında savunma yapılmasını istedilerse de Kaptan-ı Derya Ali Paşa saldırıda bulunulmasını istedi.

İki donanma Mora'nın kuzey, Orta-Yunanistan ile Karlıeli'nin güney kapılarında bulunan İnebahtı körfezinde karşılaştı (7 Ekim 1571). Şiddetli çarpışmalardan sonra Kaptan-ı Derya Ali Paşa ve beraberindekiler şehit düştü.

Osmanlı donanması beklemediği bir darbe aldı ve çok sayıda gemisi batırıldı. Savaşta büyük başarılar göstererek gemilerini kurtarmayı başaran Uluç Ali Paşa Sokullu Mehmed Paşa tarafından, Kaptan-ı Deryalığa getirildi.

Sokullu Mehmed Paşa yeni bir donanma hazırlamasını istedi. Bunun için çok sayıda malzemeye ihtiyaç olduğunu kısa süre içinde böyle bir donanmanın hazırlanmasının zor olduğunu söyleyen Uluç Ali Paşa'ya Sokullu; "Bütün donanmanın demirlerini gümüşten, halatlarını ibrişimden, yelkenlerini atlastan yapabiliriz. Hangi geminin malzemesi yetişmezse gel benden al." demesi Osmanlı Devletinin o dönemdeki gücünü göstermesi açısından önemlidir.

Sokullu Mehmed Paşa gönderilen Venedik elçisine İnebahtı Deniz Savaşıyla ilgili olarak
"Biz Kıbrıs'ı almakla sizin kolunuzu kestik, siz İnebahtı'nda bizi yenmekle, sakalımızı traş ettiniz. Kesilen kolun yerine yenisi gelmez, fakat kesilen sakalın yerine daha gür çıkar."


Bununla beraber İnebahtı faciasından sonra kaybedilen binlerce denizciyi yerrine getirmek kolay olmamış ve tecrübesiz, leventlerden teşkil edilen yeni donanma Osmanlı'ya Akdeniz'de eski kudretini kazandıramamıştır. Artık Avrupa siyasetini yönlendirecek ve ticaret yollarını hakimiyet altına alacak Hint Seferleri gibi büyük projelere de edilmemiştir.



İstanbulun Fethi

Fatih Sultan Mehmed padişah olduktan sonra ilk iş olarak, devamlı ayaklanma çıkaran Karamanoğlu Beyliğine karşı sefere çıktı. Karamanoğlu İbrahim Bey af diledi. Fatih İstanbul'un fethini düşündüğü için onu bağışladı.

Fatih Sultan Mehmed, büyük gayesini gerçekleştirmek için, Macarlara, Sırplara ve Bizanslılara karşı yumuşak davranıyordu. Amacı Haçlıların birleşmesini önlemek, onları tahrik etmemek ve zaman kazanmaktı.

Bin yıllık tarihinin sonuna gelmiş olan Bizans küçüle küçüle sadece İstanbul şehrinin sınırları içinde hüküm süren bir devlet durumuna düşmüştü. Ancak buna rağmen Bizans'ın varlığı, Balkanlar'daki Türk hakimiyeti açısından tehlikeli oluyordu.

Bizans İmparatorları, Anadolu'daki çeşitli siyasi güçleri de Osmanlı aleyhine kışkırtmaktan geri kalmıyorlardı. Hatta zaman zaman Osmanlı şehzadeleri arasındaki taht kavgalarına karışıp devletin iç düzenini bozuyorlardı.


YAPILAN HAZIRLIKLAR


İstanbul'un Osmanlı Devleti'nin hakimiyeti altında girmesi, ticari ve kültürel yönden önemli bir avantajın daha ele geçirilmesi demekti. Boğazlar tam anlamıyla kontrol altına alınacak ve bu sayede Karadeniz ticaret yolları ele geçirilmiş olacaktı. Karamanoğulları meselesini çözen Fatih Sultan Mehmed, İstanbul'un fethi için gerekli hazırlıklara başladı.

Devrin mühendislerinden Musluhiddin, Saruca Sekban ile Osmanlılara sığınan Macar Urban Edirne'de top dökümü işiyle görevlendirildi. "Şahi" adı verilen bu topların yanında, tekerlekli kuleler ve aşırtma güllelerin üretilmesi (havan topu) yapılan hazırlıklar arasındaydı. Yaptırılan bu büyük toplar İstanbul'un fethedilmesinde önemli rol oynadı.

Yıldırım Bayezid'in İstanbul kuşatması sırasında yaptırdığı Anadolu Hisarının karşısına, Rumeli Hisarı (Boğazkesen) inşa edildi. Bu sayede Boğazlar'ın kontrolü sağlanacak, deniz yoluyla gelebilecek yardımlara karşı tedbir alınmış olacaktı. 400 parçadan oluşan bir donanma inşa edildi. Turhan Bey komutasındaki bir Osmanlı donanması Mora'ya gönderildi ve İstanbul'a yardım gelmesi engellendi.

Eflak ve Sırbistan ile var olan barış antlaşmaları yenilendi. Macarlarla da üç yıllık bir antlaşma yapıldı. Osmanlıların bu hazırlıkları karşısında, Bizanslılar da boş durmuyordu. Surlar sağlamlaştırılıyor ve şehre yiyecek depolanıyordu. Ayrıca Bizans İmparatoru Konstantin, Haliç'e bir zincir gerdirerek, buradan gelecek tehlikeyi önlemeye çalıştı.

Aynı zamanda Haçlı dünyasından yardım isteniyor, Papa ise yapacağı yardım karşısında Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleştirilmesini istiyordu. Ancak Katoliklerden nefret eden Ortodoks Rumlar, Roma kilisesine bağlanmak istemiyor, "İstanbul'da Kardinal Külahı görmektense, Türk Sarığı görmeye razıyız" diyorlardı.


KUSATMA VE SAVAS

Fatih Sultan Mehmed, hazırlıklar tamamlandıktan sonra, Bizans İmparatoru Konstantin'e bir elçi göndererek, kan dökülmeden şehrin teslim edilmesini istedi. Fakat İmparatordan gelen savaşa hazırız mesajı üzerine, İstanbul'un kara surları önüne gelen Osmanlı ordusu, 6 Nisan 1453'de kuşatmayı başlattı. Osmanlı donanması ise Haliç'in girişinde ve Sarayburnu önünde demirlemişti. Ordu; merkez, sağ ve sol olarak üç kısma ayrıldı. 19 Nisan'da yapılan ilk saldırıda, tekerlekli kuleler kullanıldı ve bu saldırı ile Topkapı surlarından burçlara kadar yanaşıldı.

Osmanlı Ordusundaki er sayısı 150.000 ile 200.000 arasındaydı. Bu kuvvetlere Rumeli ve Anadolu beylerine bağlı çeşitli kuvvetler de katılmıştı.

Çok şiddetli çarpışmalar oluyor, Bizanslılar şehri koruyan surların zarar gören bölümlerini hemen tamir ediyorlardı.

Venedik ve Cenevizliler de donanmalarıyla Bizans'a yardım ediyorlardı. Fatih Sultan Mehmed Osmanlı donanmasının kuşatma sırasında yeterince kullanılamadığını ve bu yüzden kuşatmanın uzadığını düşünüyordu. İstanbul'un Haliç tarafındaki surlarının zayıf olduğu biliniyordu. Bizans bu bölgeye zinciri bu nedenle germişti. Yüksekten atılan taş gülleler Bizans donanmasından bazı gemileri batırmıştı fakat bir kısım donanmanın Haliç'e indirilmesi kesin olarak gerekliydi.

Fatih Sultan Mehmed, İstanbul'un fethedilmesini kolaylaştıracak önemli kararını verdi. Osmanlı donanmasına ait bazı gemiler karadan çekilerek Haliç'e indirilecekti.

Tophane önündeki kıyıdan başlayıp Kasımpaşa'ya kadar ulaşan bir güzergah üzerine kızaklar yerleştirildi. Gemilerin, kızakların üzerinden kaydırılabilmesi için, Galata Cenevizlilerinden zeytinyağı, sade yağ ve domuz yağı alınarak kızaklar yağlandı. 21-22 Nisan gecesi 67(yada 72) parça gemi düzeltilmiş yoldan Haliç'e indirildi.

Haliç'teki Türk donanmasına ait toplar, surları dövmeye başladı. Ciddi çarpışmalar cereyan etti. Bundan sonraki günlerde top savaşı, ok, tüfek atışları, lağım kazmalar, büyük ve hareketli savaş kulelerinin surlara saldırıları devam etti.

Kuşatmanın uzun sürmesi ve kesin başarıya ulaşılamaması askerler arasında endişe yarattı. Ancak, İstanbul'u her ne şartta olursa olsun almaya kararlı olan Fatih Sultan Mehmed kumandanların ve alimlerin de bulunduğu bir toplantı düzenledi. Cesaretlendirici bir konuşma yaptıktan sonra, 29 Mayıs'ta genel saldırının yapılacağına dair kararını açıkladı.

Çarpışmalar sırasında Bizans'ı koruyan surlar üzerinde kapatılması mümkün olmayan gedikler açılmaya başlamıştı. Surlar içerisine küçük sızmalar oluyor, ancak geri püskürtülüyordu. İlk defa Ulubatlı Hasan ve arkadaşlarının şehit olmak pahasına tutunmayı başardıkları İstanbul surları, artık direnemiyordu. 53 gün süren ve 19 Nisan, 6 Mayıs, 12 Mayıs ve 29 Mayıs'ta yapılan dört büyük saldırıdan sonra Doğu Roma İmparatorluğu'nun 1125 yıllık başkenti olan İstanbul, 29 Mayıs 1453 salı günü fethedildi.


FETIHIN SONUCLARI

İstanbul'un fethi, çok önemli sonuçları da beraberinde getirdi. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul'un fethinden sonra batıdaki hakimiyeti pekiştirmek, sınırları genişletmek, İslam'ı en uzak yerlere kadar yaymak ve Hıristiyan birliğini bozmak amacıyla Avrupa üzerine bir çok seferler düzenledi.

Sırbistan (1454,1459), Mora (1460), Eflak (1462), Boğdan (1476), Bosna-Hersek, Arnavutluk, Venedik (1463-1479), İtalya (1480) ve Macaristan seferleriyle Osmanlı İmparatorluğu Avrupa'daki hakimiyetini pekiştirdi.

Sırbistan Krallığı tamamen ortadan kaldırılıp Osmanlı sancağı haline getirildi, Mora tamamen fethedildi, Eflak Osmanlı eyaleti yapıldı, Bosna tekrar Osmanlı hakimiyetine alındı, Arnavutluk ele geçirildi. 16 yıl süren Osmanlı-Venedik Deniz Savaşları sonunda Venedik barış imzalamayı kabul etti. İtalya'ya yapılan sefer sırasında Roma'nın fethi açısından çok önemli bir merkez olan Otranto, fethedildi ancak Fatih Sultan Mehmed'in ölümü üzerine kaybedildi.



Kanije Kalesi Zaferi

Satırcı Mehmed Paşa iki yıldır hiçbir askeri başarı kazanamamıştı. Bu süre içinde bazı Osmanlı kaleleri Avusturyalıların eline geçmişti. Mehmed Paşa'nın idamı üzerine, Sadrazam Damat İbrahim Paşa ordunun başına geçti ve Belgrad'a geldi. Bu sırada Avusturya barış istemişti.

Avusturyalılar daha önce geri aldıkları Eğri'yi ve Hatvan'ı bize vermeyi önerdiler. Bu öneriye karşılık, Osmanlı temsilcileri Estergon, Neograd, Vürek ve Yanıkkale'yi istediler. Antlaşma yapılamadı.

Belgrad'da kışı geçiren Damat İbrahim Paşa, Kanije Kalesi'ni kuşatıp sıkıştırmaya başladı. Kuşatma devam ederken, kale içinde esir olan Türklerin canlarını feda etmek uğruna havaya uçurdukları barut deposu kalenin harap olmasına yol açtı. Ancak yine de teslim olmayan Kanije Kalesi'nin yardımına bu seferde Philippe Emmanuel komutasındaki 20.000 kişilik bir ordu geldi. İki ateş arasında kalan Osmanlı ordusu kahramanca savaşmaya devam etti. Yardıma gelen düşman ordusunun geri çekilmesi üzerine, 40 gün süren bir kuşatmadan sonra Kanije teslim oldu.

Beylerbeyliğin merkezi Kanije'ye alındı, Kanije Beylerbeyliği Tiryaki Hasan Paşa'ya verildi. Sultan Üçüncü Mehmed, bu başarısından dolayı Damat İbrahim Paşa'ya kendisi padişah olarak yaşadığı sürece sadrazamlıkta kalacağı vaadinde bulundu (10 Eylül 1601). Kanije kalesini geri almaya çalışan Arşidük Ferdinand, Kanije'yi büyük bir orduyla kuşattı. Tiryaki Hasan Paşa komutasındaki az sayıda asker iki aydan fazla kaleyi korudu. Yiyecek içecek malzemesi ve cephanesi tükenmeye başlayan Osmanlı kuvvetleri beklenmedik bir çıkışla kendisinden kat kat üstün görünen düşman ordusunu Kanije kalesi önünde yendi (18 Kasım 1601). Bu zaferden sonra İstolni, Belgrad ve Estergon, 1603'de de Uyvar fethedildi.

Devamı gelcek
Son düzenleyen RoxBury; 9 Eylül 2007 14:26 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi
RoxBury - avatarı
RoxBury
Ziyaretçi
9 Eylül 2007       Mesaj #9
RoxBury - avatarı
Ziyaretçi
Kıbrıs'ın Fethi--Kırım Savaşı--Kırımın Fethi--Kurtuluş Savaşı--Mercidabık Zaferi



Kıbrıs'ın Fethi

Kıbrıs Venediklilerin elinde bulunmaktaydı. Mısır'ın alınmasından sonra Memluklülere vergi veren Kıbrıs, Osmanlılara vergi vermeye başlamıştı. Ekonomik, stratejik ve coğrafi yönden çok önemli olan Kıbrıs seferinin kolay olacağı düşüncesiyle Lala Mustafa Paşa Kıbrıs Seferine taraftar olurken, Sokullu Mehmed Paşa ise yeni bir Haçlı Seferine yol açacağı endişesiyle Kıbrıs'ın fethine muhalif kalmıştı.

1570 yılının Ekim ayında Kıbrıs'taki irili ufaklı tüm şehirler alınmış, Kıbrıs'ın başkenti durumundaki Lefkoşe Osmanlıların eline geçmişti. Ancak Kıbrıs'ın en önemli kentlerinden olan Magosa henüz alınamamıştı. Lala Mustafa Paşa komutasındaki Osmanlı birlikleri yardımcı birliklerin de gelmesiyle, Magosa kalesini karadan ve denizden kuşatmaya başladı. Yaklaşık bir yıl süren kuşatmadan sonra Magosa da teslim olmak zorunda kaldı (4 Ağustos 1571). Adaya Türkler yerleştirildi.



Kırım Savaşı

Ondokuzuncu yüzyilda, Rusya'ya karsi, Avrupa devletlerinin Türkiye ile müttefik oldugu büyük savas. Osmanli Devleti ile müttefiki Ingiltere, Fransa ve Italya, Ruslar'a karsi savastilar.
Kirim Savasi'nin görünen sebebi; Kudüs'teki Islâm, Hiristiyan ve Musevi dinlerince mukaddes olan makamlar mes'elesidir. Savasin asil sebebi ve Avrupa devletlerinin Türkiye'nin yaninda Ruslar'a karsi ittifak etmeleri; Ingiltere'nin, Hindistan'daki Müslüman Gürganiyye-Baburlüler Devleti'ni yikip, bölgenin hakimiyetini saglama faaliyetleridir. Bu gayenin tahakkuku için engel kabul ettigi Osmanli Devleti'ni büyük savasa sokup, Rusya ile mesgul etmek istemesidir. Ruslar'in Akdeniz' e inmesini kendi güvenligi ve Ortadogu'daki menfaatlerine ters düsen Fransa'yi da, büyük savasin içine sürüklemeye Ingiliz siyaseti muvaffak oldu. Fransa Imparatoru Üçüncü Napolyon Bonapart da, ülke içinde, kralcilara karsi ahâlinin destegini saglamak için kilisenin destegine muhtaçti. Ingiltere, Üçüncü Bonapart'i, Rus Çari Birinci Nikola'nin, Kudüs'de, Katolikler'e karsi Ortadokslar'i ayaklandirdigini ileri sürdü. Kirim Savasi'na sonradan katilan Sardenya Kralligi da Italya birligini kurmak için siyasi destege ihtiyaci vardi. Italyan Piemento hükümetini de büyük savasla mesgul eden Ingilizler, Büyük Britanya Imparatorlugu topraklarina toprak, hazinelerine zenginlik katarken, dünya hakimiyeti için engel gördügü Islâmiyeti de, yikmak için faaliyetlerini daha da artiriyordu. Çarlik Rusya'si Bahriye Naziri Prens Mençikofu, büyükelçi sifatiyla 28 Subat 1853'de Istanbul'a gönderip, Türkiye'ye baska bir devletin taarruzuna karsi yardim teklif etti. Çok cüretkârane yapilan teklife karsi müttefiklerin yardimi talebi de sahte olup, çabalari yaldizli reklâm propagandasi ve sahte dostluktu. Müttefiklerin teklifine aldanip da; 26 Eylül 1852'de Bâb-i Âlî'de yüzaltmisüç kisi toplayip, Rusya'ya savas ilân eden Mustafa Resîd Pasa'nin hareketi, kahramanlik gibi görünse de; sonucu büyük bir aldanis ve Osmanlilarin yipratilma hareketidir.

Rusya, "Sicak Denizlere Inme" siyaseti geregince; Balkanlar'daki Slavlar'in ve Ortadokslar'in hâmiligini, yardim teklifi karsiligi, Türkiye'den istiyordu. Ihtilâller ülkesi Fransa da, Ortadogu'daki katoliklerin koruyuculugunu yapmak istiyordu. Fransiz Devlet Baskani Imparator Üçüncü Napolyon Bonapart da ülke içinde iktidarini kuvvetlendirmek için Kudüs'deki mukaddes makamlar meselesinin içine girdi. Rusya ve Fransa, kendi emparyalizmi için bu hesaplar içindeyken, Osmanli Sultani Abdülmecid Hân; hakimiyet prensibiyle hareket edip, Kudüs'teki mukaddes makamlarin ülkesi içinde bulundugunu ve bu eserlere hizmetlerin Osmanlilarca ifâ edildigini ilân etti. Kendi hesaplari pesinde olan ülkeler tarafindan Sultan Abdülmecid Hân'in tepkisi büyük hayrete sebebiyet verdi. Fransa Ingiltere'nin de tesvikiyle Rusya'ya karsi Osmanli Devleti'nin yaninda oldugunu ilân etti. Sonradan Papalik Italya'sinin da katildigi Kirim Savasi'nda, Ingiltere ve Fransa, sahte dostluklarla Osmanli Devleti'nin yaninda yer aldi. Bu dostluga aldanmakta Koca Mustafa Resîd Pasa'nin büyük rolü vardir. Rus Çari Birinci Nikola, "Hasta Adam" lâkabini taktigi Osmanli Devleti topraklarindan Eflâk ve Bogdan'a, 3 Temmuz 1853'de girdi.

Rus isgal kuvvetleri Baskumandani Pres Gorçakof, bu harekâtin isgal olmadigini ilân etti. Ruslar'in Osmanli sinirini geçerek yayinladiklari beyanname, büyük hayrete sebep oldu. Rus Disisleri Bakani Nesselro'de de Avrupa ülkelerine bu isgalin Türkiye'ye savas ilân etmek olmadigini bir beyanname ile ilan etti.

Ruslar'in, Eflâk ve Bogdan'a girmesiyle, Rumeli Ordu Kumandani Ömer Lütfi Pasa, ordusu ile Tuna Cephesine geldi. Ömer Pasa, Ruslar'a; Eflâk ve Bogdan' in onbes gün içinde tahliyesini isteyip, aksi taktirde harekete geçilecegi bildirildi. 28 Eylül 1853'de Rus elçilik personelinin Türkiye'yi terketmesiyle; Bogazlarin, tarafsiz milletlerin ticaret gemilerine açik oldugu ilân edildi. Rumeli Ordu Kumandani Ömer Pasa'nin teklifi, Rus Baskumandani General Gorçakof tarafindan kabul edilmedi.

Ömer Pasa'nin altmisbin kisilik kuvvetine karsi, Ruslarin, Tuna boyunda yüzellibin kisilik kuvveti vardi. Türk Ordusu, zamanla takviye edildi. 23 Ekim 1853'de, iki vapur, asker yüklü olarak çektigi sekiz dubadan meydana gelen Ruslar'in Tuna Filosuna Isakçi önünde Türkler'in ada bataryalarindan ates açildi. Savasta iki duba batirildi. Diger duba ve vapurlar yaralanarak, Ruslar'in üçyüz askeri telef edildi.

Ruslar, Balkanlar'i çevirerek, Sirplarla Makedonya Rumlari'ni Türkler'e karsi ayaklandirip Osmanli Devleti'ni zor duruma düsürmek istedi. Ömer Pasa, Rus harekâtina karsi 22 Ekim 1853'te, Kalafat'a girerek, onlari sasirtti. Anadolu Cephesinde de Müsir Abdülkerim Nâdir Pasa, Kafkasya'da harekâtda bulunup, Seyh Samil ile irtibat kuruldu. Kafkasya'daki yerli ahâliden, Ruslar'a karsi destek saglandi. Ekim sonunda Dogu Karadeniz ve Batum civarindaki Sekvetli Kalesi fethedildi. Ruslar kaleyi geri almak için karadan ve denizden kusattilarsa da, büyük kayip vererek geri çekildiler. Kafkasya Cephesi'nde Ruslar'in Muraviev kumandasindaki yüzaltmisbin askerine karsi, Abdülkerim Pasa kumandasinda yüzellibin asker mevcuttu. Ingiltere ve Fransa'nin gönderdigi müttefik donanma, Besike Körfezi önlerinden Kasim 1853'de Istanbul'a gelip, Beykoz'a demirledi. Rumeli Ordusu, Kasim 1853'de Ruslar'a karsi Tuna boyundan hareket ederek, 5 Kasim'da Oltenico Zaferi'ni kazandilar. Ruslar bozgun halinde Bükres'e çekildiler. Kafkasya Cephesi' ndeki Anadolu Ordusuna erzak ve mühimmat götüren Osman Pasa kumandasindaki oniki gemilik Türk filosu, Karadeniz'deki siddetli firtinadan dolayi Sinop Limani'na siginmisti. Türk filosunu takip eden Rus Amirali Nochimof, takviye alip, gerekli kesfini tamamlayinca 30 Kasim 1853'de Sinop'u basti. Sinop limanindaki Türk filosundan alti Türk ve bir Ingiliz ticaret gemisini batirip, iki bin Türkü sehid ettiler. Sinop'un Müslüman mahalleleri üçyüzonsekiz Rus topuyla bombardiman edildi. Ikibinbesyüz ev tahrip edilip, yerli ahâliden sehid olanlar oldu. Ruslar'in, insanlik disi Sinop baskini, ünya kamuoyunda infiale sebep oldu. Rus amiralinin, bombardimandan sonra olaydan duydugu teessürünü bildirmesi, Eflak ve Bogdan'i isgal edip, bunun sinir tecavüzü olmadigini beyannameler ile ilân etmeleri gibi aksi tesir yapti. Istanbul'daki Ingiliz ve Fransiz donanmalari 1853 sonunda Karadeniz'e açildi. Rumeli Ordusu, Tuna boyundan hareket ederek Çatana Muharebesi'nde, 5 Ocak 1854 de binbesyüz Rus'a karsi yediyüzdoksan sehid vererek, zafer kazandi. Bu yenilgi üzerine Çar, Rus baskumandani Gorçakof'u vazifesinden alip, yerine Maresal Paskieviç' i tayin etti. Balkanlardaki Rus propogandasi yayginlastirildi. Rus Ajanlar, "Çarlik, Yunanlilar'a Istanbul'u kazandirmak için Balkanlarda Osmanli, Ingiltere ve Fransa ile savasiyor." propogandalarini yaptilar. Yunanlilar, Ayasofya'da ayin yapmak hayaliyle Rus vaadine aklanip; para, mühimmat, teskilatçi subay yardimi da alarak, Epir ve Teselya'da ayaklandilar. Yunan ayaklanmasini bastirmak için, Osmanli Devleti Keçecizade Fuat Pasa'yi gönderdi. Fuad Pasa, l Nisan 1854'de Nardo'da zafer kazandi. Fransizlar da, Atina ve Pire'ye asilere karsi asker çikardilar.

Rus yayilmasinin önüne geçmek için. Ingiltere ve Fransa'nin Balkanlar'daki isgali kaldirma istegine, Avusturya-Macaristan Imparatorlugu ile Prusya da katildi. Ingiltere, Fransa, Osmanli Devletinin yaninda fiilen savasa katildi. Müttefikler, Kuvvetlerini 31 Mart 1854 de Geliboluya topladilar. Ingiltere kuvvetlerine Lord Raglan, Fransa kuvvetlerine de Maresal Arnard kumanda ediyordu. Tuna boyunda Ömer Pasa, 17 Nisan 1854 de Küçük Eflâk ile Sirbistan arasindaki Kalafat Muharebesi'nde Rus taarruzunu zaafa ugratti. Müttefik donanmasina Odesa'dan ates açilmasi üzerine sehir bombardiman edildi. Sekiz gemiden meydana gelen müttefik filosu, Ruslar'in onbes gemisini batirip, istihkâm ve tahkimatlarini, mühimmat depolarini, tersane tesislerini bombardimanla tahrip ederek, onüç gemiyi de ele geçirdiler.

Ruslar, 15 Mayis'ta Tuna nehri kiyisindaki Silistre' yi seksenbin askerle kusatti. Bu kusatmaya karsi Silistre'yi onbin askerle Musa Pasa müdafaa etti. 25 Haziran'a kadar sanli bir mücâdele veren Türk kuvvetleri, Ruslar'a onbesbin ölü ve yirmibesbin yarali verdirdiler. Rus Maresali Paskieviç ve üç general yaralandi. Dokuz Rus generalinin öldürüldügü Silistre'de Paskieviç'in yerine Generel Gorçakof tayin edildi. Türkler'in tekrar hakim oldugu Silistre'de üçbin sehid verildi. Silistre'yi büyük bir kahramanlikla müdafaa eden Musa Pasa, namaz kilmak için abdest alirken, bombardiman esnasinda gülle isabet etmesi neticesinde sehid oldu. Az sayidaki Türk kuvvetlerine yenilen Ruslar Silistre kusatmasini kaldirdilar. Ruslar Silistre'den geri çekilirken otuzbin askerle daha takviye edildiler. 8 Temmuz'da Yerköy Muharebesi'ni de kaybeden Ruslar, Iki general ve altibin asker de burada kaybettiler. Eflak ve Bogdan'da binlerce ölü ve yarali vererek çekilen Rus kuvvetlerinin yerine 6 Agustosta Türk kuvvetleri girdi. Rus zulmünden bikan Romanyalilar, Osmanli kuvvetlerini sevinçle karsilayip, büyük merasimler tertip ettiler. Romanyalilar Hiristiyan olmasina ragmen Hilâl'in, Salib'e galibiyetinden dolayi Bükres Büyük Kilisesi'nde dua ettiler. Yüzyillardir Osmanli hakimiyetinde bulunmalarina bir kere daha sükrettiler. Osmanli Devleti ve müttefikleri, Avusturya-Macaristan Imparatorlugu ile anlasma yapip, Eflâk ve Bogdan'in, Tuna' nin güvenligini bunlara verip, Kirim'a saldirmaya karar verdiler. Ingiliz ve Fransiz donanmasi Baltik'a açilip, Ruslar'i taciz etti. Rumelideki Türk kuvvetleri mevcudu, yüzseksenbine kadar çikarildi. Temmuz ayindan beri Varna'da bulunan ellibesbin kisilik müttefik kuvvetleri, Eylül ayinda Krim'a hareket etti. Rüstem Pasa ve Fransiz Arnaud, Ingiliz Lord Raglan kumandasindaki müttefik kuvvetler; elliyedibin asker, seksendokuz savas gemisi ve ikiyüzaltmisyedi nakliye gemisiyle, 14 Eylül 1854 de Kirim Yarimadasi'na çikartma yapti. Müttefik kuvvetlerin hedefi, Ruslar'in Karadeniz'deki en kuvvetli ve müstahkem liman sehri Sivastopol'dü. 19 Eylül' de Eskihisar mevkiinden hareket eden müttefik kuvvetleri, Prens Mençikof idaresindeki, General Gorçakofun da bulundugu ellibin Rus askerine karsi 20 Eylül'de Alma'da muharebeye tutustular. Alma Muharebesi'nde Ruslar besbin ölü, onikibin yarali, müttefikler de binsekizyüz ölü ve üçbin yarali verdiler. Alma'da zafer kazanan müttefiklerin hedefi Sivastopol idi. Ruslar sehir limanindaki donanmalarinin bir kismini batirarak trafige kapayip, denizden asker çikarilmasini zorlastirdilar. Osmanlilar ve müttefikler Kinm'a devamli asker, silah, mühimmat ve erzak gönderdiler.

Sivastopolu çevirip, sehir yakinlarindaki Balaklava limanini isgal ettiler. 25 Ekim'de Balaklava, 5 Kasim 1854 de înkerman muharebelerinde Ruslar, doksanbin askerle savasmalarina ragmen yenildiler. Müttefiklerin gayesi, Mençikofu devamli takip edip, sikistirarak, büyük kuvvetlerle Sivastopol'ü kusatip, sehri zaptetmekti, înkerman yenilgisine dayanamayan Rus baskumandani Prens Mençikof kederinden öldü. Yerine General Gorçakof tayin edildi.

1854-1855 kisinda Kirim'da askeri harekâtin durmasina ragmen, siyasi faaliyetler yogunlasti. Italyan birligini temin için Sardenya Kralliginin Piemento hükümeti, müttefiklerin destegini saglamak için anlasma ile Kirim'a onbesbin asker gönderdi.

Sistemlesen bir ideal haline gelen "Rus yayilma siyaseti"nin Çar Deli Petro gibi büyük takipçisi olan birinci Nikola, Osmanlilarin üst üste kazandigi zaferleri kabullenemiyerek, intihar etti. Yeni Rus Çari ikinci Alexandre, Çarlik zulümlerine devam edecegini ilan ederek Mart 1855 de tahta çikti.

Müttefikler, 1855 baharinda büyük hazirlik yaparak, Kirim'in asker, silah, mühimmat ve erzak stokunu takviye ettiler. Komuta kademesinde dedegisiklik oldu. Fransiz baskumandanligina General Pelissier, Lord Raglan'in hastaliktan ölmesiyle de yerine Ingiliz generali Simson tayin edildi. Müttefik kuvvetleri mevcudu, ikiyüzbin civarindaydi. 24 Mayis'ta Ruslar'in Sivastopol'a asker sevkiyati yaptigi stratejik öneme haiz Kerç Bogazina müttefiklerin asker çikartmasiyla harekât baslatildi. Buharli savas gemilerinden meydana gelen yirmiiki gemilik Müttefik filosu Azak Denizi'ne gönderildi. Ruslar'in Karadeniz sahilleri isgal edilerek, çok kayip verdirildi. Yazin bütün siddetiyle devam eden çarpismalardan sonra, Eylül ayinda Sivastopol'a karsi büyük umumi hücuma geçildi. Rus Baskumandani Gorçakof devamli yardim alarak asker mevcudunu artirdi. Gorçakof, müttefikleri Karadeniz'e dökmek için büyük hazirliklara giristi. Devamli bombardiman edilen Sivastopol'un 8 Eylül'de Malakof istihkamlarinin zaptedilmesiyle Ruslar dayanamayacaklarini anlayip, sehri terketmeye basladilar. 9 Eylül'de müttefiklerin eline geçen Karadeniz'in en mühim sehri Sivastopol, bombardiman ve Ruslarin yanginlariyla harabe haline gelmisti.

12 Eylül 1855'de bütünüyle müttefiklerin isgaline ugrayan Sivastopol istihkâmlari, limani, tersaneleri tahrip edildi. Müttefikler harekâta devam ederek, Ruslar'i takip ettiler. Kilburnu Zaferi kazanilip, Özi Kalesi fethedildi. Osmanli ordusu baskumandani Ömer Pasa, Anadolu cephesine yardim etmek için Kafkasya'ya hareket etti. Sohumkale'ye asker çikarip, Ruslar'in kusatmasi altindaki Kars'a yardim etmek istiyordu. Kafkasya'da yerli ahâli Rus zulmünden biktigindan Osmanlinin yaninda yer aldilar. Kafkasya'nin "Hürriyet Günesi" Seyh Sâmil, Ruslara karsi destanlasan mücâdeleler verdi. Osmanli Sultani ve Islâm Halîfesi Sultan Abdülmecid Han'in tevecühünü kazanmak için Moskof a karsi Çerkesler, Gürcüler ve yerli ahâli bütün imkânlariyla mücâdeleye katildi. Üç aydan beri Ruslar' in kusatmasi altinda bulunan Kars, onbin askerle, kirkbin Çar askerine karsi dayandi. Mütemadiyen Rumeli ordusunun ve Müttefiklerin ihtiyacini karsilamaya çalisan istanbul Hükümeti, Kafkasya cephesine fazla ikmal yapamadi. Istanbul'dan gönderilen ikmalin bir kismi da Rus taaruzuna maruz kaldigindan yerine ulastirilamadi. Ömer Pasa sehre yetismeden 28 Kasim 1855 de Kars, açlik yüzünden askeri, silâhi, cephane ve erzaki üstün düsmana anlasma ile teslim edildi. Kirim savasi, 1855 sonunda askeri harekât olarak bitmesine ve Müttefiklerin israrina ragmen Ruslar barisa yanasmadilar. Bu durum 1856 Subatina kadar devam etti. Ilk önce Viyana'da baslayan baris görüsmelerine, Paris'te devam edildi.

Osmanli Devleti, Rusya, Ingiltere, Fransa, Italya, Avusturya-Macaristan ve Prusyanin katildigi Paris görüsmeleri 3ü Mart 1856 da Paris Andlasmasiyla neticelendi. Kirim Savasi Osmanli Devletinin toprak kaybina sebep olmamasina ragmen, siyasi olarak aleyhimize oldu. Her iki tarafin ikiyüzellibinden ziyade asker kaybina sebep olan Kirim savasinda müttefikler siyasi bakimdan kârli çikti. Osmanli Devleti'ni Rusya ile savasa sokarak, mesgul olmasini firsat bilen Ingiltere, büyük devletlerin dikkâtini Hindistan'dan uzaklastirdi. Gürganiyye Islâm Devletini yikarak, Hindistan hazinelerine sahip olup, ticaretini gelistirdi. Islahat fermaniyla ülke içindeki gayri müslimleri simartip, isyana götüren haklar verildi. Bunu gayet iyi degerlendiren Fransa, günümüze kadar devam eden Ortadogu hadiselerine sebebiyet verdirdi. Italya, müttefiklerden siyasi yardim alarak, birligini kuvvetlendirip tamamladi. Rusya savastan maglup çikmasina ragmen, Paris Andlasmasi'na aykiri hareket edip, büyük idealini önce siyasi faaliyet olarak, sonra da her türlü hareketlere tesebbüs ederek devam ettirdi.



Kırımın Fethi

Fatih Sultan Mehmed, Karadeniz'e de hakim olmak istiyordu. Venedik ve Cenevizlilerin İslam dünyasının aleyhine yaptıkları esir ticaretini önlemek, İstanbul'a gelen ticari malların taşınmasında esas rolü oynayan Kırım sahillerini ele geçirmek, Karadeniz'i bir Türk Gölü haline getirmek amacıyla hareket eden Fatih, işe 1459'da Amasra'yı fethederek başladı.

1460'da Candaroğulları Beyliği'ne son verildi. 1461'de Trabzon'un, 1475'de de Kırım'ın fethiyle Karadeniz bir Türk gölü haline geldi.

Bu sayede Karedeniz'deki Ceneviz üstünlüğü sona erdi ve İpekyolu'nun tüm denetimi Osmanlı Devleti'ne geçti.



Kurtuluş Savaşı

Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşına Almanya'nın yanında katılmıştı. Ağır ve yorucu savaşlardan çıkmış Osmanlılar savaş sırasında kahramanca çarpışmalarına rağmen, düşman kuvvetlerinin tüm yurdu işgal etmelerine engel olamamışlardı. Bu sıralarda imzalanan Mondros ve Sevr Antlaşmaları, Osmanlı İmparatorluğu'nun tamamen yok etmeye ve Türk yurdunu parçalamaya yönelik hazırlanmıştı.

Sultan Mehmed Vahidüddin Osmanlı Mebusan Meclisi'nin toplanmasına karar verdi. Toplanan meclis düşman devletlerin görüşleri dışında bir karar alarak Misak-ı Milli'yi kabul etti. Bunun üzerine İngilizler İstanbul'u resmen işgal edip Osmanlı Mebusan Meclisini dağıttılar.

19 Mayıs 1919 yılında Samsun'a çıkarak Milli Mücadele ateşini yakan Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları Anadolu'daki direniş hareketini örgütlediler. Kongreler, Kuva-yı Milliye direnişleri gerçekleştirildi. Nihayet 23 Nisan 1920'de TBMM'nin Ankara'da açılmasına karar verildi.

Türk milleti, canını ve malını hiçe sayarak girdiği Kurtuluş Savaşından muzaffer çıkmış, düşmanlar vatan topraklarından atılmıştı. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa idaresinde büyük bir zafer kazanılmıştı. Yeni meclis saltanatın kaldırılması ve Osmanlı hanedanının sınırdışı edilmesini kararlaştırdı.



Mercidabık Zaferi

Fatih Sultan Mehmed devrinden kalan anlaşmazlık ve İran Seferi, Mısırlıların ve Safevilerin ittifak yapmalarına neden oldu. Yavuz Sultan Selim, bu ittifakın yapılacağını öğrenince Mısır seferine karar verdi. Yavuz Sultan Selim, 5 Haziran 1516'da Mısır seferine çıktı. 27 Temmuz günü Osmanlı Ordusu Mısır sınırına dayanmıştı. Mısır Sultanlığı'na bağlı Antep (18 Ağustos 1516) ve Besni (19 Ağustos 1516) kaleleri birer gün arayla teslim oldular.

Ancak asıl savaş 24 Ağustos 1516'da Mercidabık'da oldu. Mısır Ordusu Osmanlıların ezici top ateşi karşısında fazla dayanamadı. Mısır hükümdarı Gansu Gavri ölü olarak bulundu. Kazanılan Mercidabık zaferi sonunda Suriye'nin kapıları Osmanlılara açılmış oldu.

Mohac Savaşı--Niğbolu Zaferi--Osmanlı-Rus Savaşları--Otlukbeli Savaşı--Preveze Savaşı



Mohac Savaşı

Kanunî Sultan Süleyman sefer hazirliklarini tamamladiktan sonra, 1526 yilinin sonlarina dogru, muhtesem ordusu ile Istanbul' dan hareket etti. Ordunun mevcudu 100 bin kisi idi. Ayrica 300 kadar top vardi. Ordunun ilerlemesi büyük bir disiplin içinde devam etti. Ekili araziye girmek, buralarda hayvan otlatmak, Hiristiyan halkin hayvanlarini almak veya onlara baska türlü zarar vermek siddetle yasaklanmis, bu yasaklara tam olarak uyulmustu.

Ordu Belgrad'a ulastigi zaman Ramazan Bayrami da gelmisti. Bayram namazi burada kilindi ve kutlama töreni yapildi. Sonra tekrar yola çikildi. Uylok, Petervaradin, Osiyek gibi bazi kaleler fethedildi.

Drava Nehri'ne varildigi zaman burada bir köprü yapmak gerekti. Padisah ve veziriazam köprünün yapimina bizzat nezaret ettiler. Ordu bütün agirliklariyla bu köprüden geçtikten sonra Kanunî köprünün yikilmasini emretti. Böylece Macaristan'i tamamen almadan geri dönülmeyecegini belli ediyordu.

Drava Nehri'nin asilmasindan sonra hiçbir tabii engel bulunmayan genis Macar Ovasi'na çikilmisti. Fakat yagmur ve sis yüzünden ilerleme yavas oluyordu. Köprüyü geçtikten sonra yagmur hafiflemisti ama yol çamurdu ve yerler bataklik olusmustu.

Istanbul'dan Mohaç Ovasi'na Türk ordusu 4 ay süren bir yürüyüsle gelmisti, öte yandan Macar ordusu da Budapeste'den yola çikmis ve 40 günlük bir yürüyüsten sonra ancak 160 kilometrelik bir yol alarak Mohaç Ovasi'na yaklasmisti.

Charles-Quint Macarlar'a yardim edecek durumda degildi. Çünkü o günlerde Ingiltere, Fransa ve Italya, Charles-Quint'e karsi bir ittifak kurmuslardi. Fakat Papa tarafindan gönderilen ücretli askerler Macar ordusuna katilmisti.

Simdi iki ordu Mohaç Ovasi'nda karsi karsiya gelmis bulunuyordu. Macar ordusu 150 bin kisilikti. Ayrica 100 kadar toplari vardi. Türk ordusu 100 bin kisiden meydana geliyordu ama 300 kadar topu vardi. Macarlar daha çok agir zirhli süvarilerine güveniyorlardi ve Türkler'in savas teknolojisindeki üstünlügünü, topu çok iyi kullandiklarini henüz anlayamamislardi. Tabii Türk ordusunun asil kuvveti asla toplardan ileri gelmiyordu.

26 Agustos'ta her iki taraf savas için hazirliklarini bitirmis, ovaya dogru agir agir ilerlemeye baslamislardi.

Türk ordusunun 5 bin kisiden olusan öncü kuvvetinin basinda Bali Bey vardi. Onu Rumeli askeri ve 150 top ile Sadrazam Ibrahim Pasa takip ediyordu. Sadrazamin gerisinde de Anadolu askeri ve geri kalan toplarla Behram Pasa bulunuyordu. Daha sonra muhafizlar, yeniçeriler ve süvari alaylari ile Türk ordularinin baskumandani Kanunî Sultan Süleyman geliyordu. Artçi vazifesi gören Bosna süvarisinin basinda Hüsrev Bey vardi.

Bu düzende Mohaç'a giren Türk ordusu, ovanin güneybati yamaçlarini hâkimiyeti altina aldi. 28 Agustos'ta bir savas meclisi toplandi ve ertesi gün yapilacak savasin planlari tartisildi. Bu meclise eski savaslari görmüs tecrübeli ve bilgili kumandanlar da çagrilmisti. Bu tecrübeli kumandanlardan biri olan ve düsman kuvveti hakkinda bilgisi bulunan Bali Bey, kütle halinde cephe hücumu yapilmamasi, darbenin yan ve gerilerden vurulmasi fikrini ileri sürdü. Bu görüs oybirligiyle kabul edildi. Hazirlanan plana göre ordu batidaki tepelerin gerisinde hazirlanacakti. Macar zirhli süvarisinin hücumunu kirmak için bir topçu hattinin kurulmasina da karar verildi.

Düsmana hücum edilmeyip onun hücum etmesi beklenecek, düsman hücum edince de kitalar hafifçe geriye ve yanlara kaydirilacakti. Macarlar bütün kuvvetlerini merkeze yönelttikleri ve içeri girdikleri zaman, birden kanatlarina hücum edilecek ve o zamana kadar sol kanat açiginda tutulacak süvari kitalari ile düsmanin geriside çevrilerek imha edilecekti.

Macar ordusunun plani da söyle idi: Savas, Nazinyart ve Külküt köyleri arasindaki arazide olacakti. Sol kanat Tuna'ya dayanacak, sag kanat ise mümkün oldugu kadar uzatilacakti. Birinci hat bütün gücüyle Türk ordusunun merkezine atilacak ve Türkler'in birinci hatti ne pahasina olursa olsun püskürtülecekti. Bundan sonra çekilmeye mecbur birakilan Türk kuvvetlerini zirhli süvariler takip ederek ezecek, imha edecekti.

29 Agustos 1526. Mohaç Ovasi'nda tarihin en büyük imha savaslarindan birinin baslayacagi gün. Günlerden beri siddetlenip yavaslayarak yagan yagmur o gün bir firtina halini aldi. Macarlar'bu havada Türkler'in savasi baslatamayacaklarini düsündüler. Ama Bali Bey'in kesif kollarini görünce Türk ordusunun savas için hazir duruma geçtigini anladilar ve hemen onlar da hazir duruma geçtiler.

Kanunî, ovanin en yüksek tepesini tutmustu. Buraya daha sonra "Türk Tepesi" veya "Hünkar Tepesi" adi verilecekti.

Sabah namazi topluca kilindi. Bu siraca düsman sancaklarinin göründügü haberi geldi. Bunun üzerine Kanunî kendi sancaklarini açtirdi, zirhlilarini giydi ve askere kisa, özlü bir hitabede bulundu. Savas öncesinde güzel ve etkili konusma, Osmanogullari'nda babadan ogula geçen üstün yeteneklerden biriydi. Herkesin gözlerini yasartan hitabeden sonra sultan ellerini açarak dua etti: "Ilâhî, kuvvet ve kudret sendedir! Imdat ve himaye senden! Ümmeti Muhammed'e yardim et!" dedi.

Bunun üzerine süvariler atlarindan inerek secde ettiler. Sonra tekrar atlarina binerek padisahlarinin ugrunda canlarini feda edeceklerine yemin ettiler. Veziriazam da kahramanlik göstereceklere büyük ödüller vaadetti ve ilk safta vurusmak üzere Rumeli askerinin basina geçti.

Fakat saatler geçtigi halde çarpisma baslamiyordu. Kanunî, plan geregince önce düsmanin saldirmasini beklemekteydi.

Ikindi vakti Macar zirhli süvarileri hizla ileri atildilar, olanca güçleriyle Türk birinci hattina yüklendiler ve yildirim gibi Türk ordusunun içine girdiler. Bu andan itibaren Türkler in plani titizlikle uygulandi: Ibrahim Pasa kuvvetleri sag ve sol kanada açilarak geriledi. Bu gerilemeyi bozgun zanneden kral II.Layos, ikinci hattaki kuvvetlerini de hücuma geçirdi. Fakat Macar ordusu Rumeli askerinin yanlara çekilmesiyle karsilarina Anadolu askerinin çiktigini gördü. Bu hatti yarmaya basladiklari zaman ise yeniçerilerin inatçi direnisi ile karsilasmis ve az sanra da toplarin menziline girmislerdi. Yine plan geregince Bali ve Hüsrev beyler, akinci birlikleriyle düsmani yandan çevirmeye basladilar. Ayni anda 300 top birden ateslendi ve Macar zirhli süvarisi hatasini o zaman anladi, ama perisan olmaktan kurtulamadi. Ayni zamanda sag ve sola açilan Türk piyadesi karsi hücuma geçmis, düsmani çembere almisti.

Macar sövalyelerinden 32'si, Osmanli padisahini ölü veya diri ele geçirmek ve böylece zaferi kazanmak için yemin etmislerdi. Bunlar gerçekten büyük bir fedakârlik ve yigitlikle vurusarak Türk ordusu merkezine kadar yaklastilar. Fakat Kanunî'nin bulundugu yere ancak üç tanesi ulasabildi. Kanunî bu üç sövalye ile tek basina vurusarak onlari kilici ile öldürdü! Bu arada kendisi de birçok darbe almis ve sayisiz oklara hedef olmustu. Fakat üzerindeki zirh onu koruyordu.

Savasin baslamasindan birbuçuk saat sonra Macarlar Türk planini nihayet anlamislardi ama artik çok geçti, iki taraftan sarilmislardi. Kiskaci yarmaya çalistiklari zaman tam bir basarisizliga ugradilar ve bataklik tarafina sürüklendiklerini gördüler. Baskumandan ve kral, Macar ordusunun yönetimini kaybetmis durumdaydilar.

Türk toplari Macarlar'in sag ve sol kollarini karistirdiktan sonra merkez birliklerini de dagitmisti. Bunlar takip edildi. Basta baskumandan Pol Tomori olmak üzere 25 bin düsman askeri kiliçtan geçildi" Kral II.Layos ile birçok Macar asilzadesi ve kumandan, Karasu batakligina saplanip boguldular. Mohaç Ovasi ve Karasu (Kvasso) batakligi koca Macar ordusuna mezar oldu. Türkler ise böyle müthis bir savasta tarihin kaydetmedigi, esine rastlanmayan bir basari göstermis, sadece 150 sehit vermislerdi! Sadece 150 sehit vererek koca Macar ordusunu imha etmek, iki saat gibi kisa bir zamanda olmustu.

Savasin kesin sonucu aksamdan evvel alinmis olmasina ragmen padisah, gece yarisina kadar kimsenin yerini terketmemesini tellallar araciligi ile emretti. Fakat boru ve mizika takimlari zafer marslariyla Mohaç Ovasi'ni yanki yanki inletiyor, adeta sarsiyordu. Kanunî, gece yarisina kadar at üstünde, askerlerinin arasinda dolasarak, ordunun zafer sevincini onlarla beraber yasadi (29 Agustos 1526).

Ertesi gün, erguvan renkli otagi hümayunda tahtina oturan padisah tebrikleri kabul etti. Kumandanlara derecelerine göre hediyeler dagitildi. Askerler ödüllendirildi. Savas meydani ölülerden temizlendi, Istanbul, Bursa, Sam, Kahire, Diyarbakir, Halep, Edirne, Eflak ve Bogdan'a zafernameler yazildi. Padisah annesi Hafsa Sultan'a bizzat yazdigi mektupla zaferini bildirdi.

Kanunî 3 Eylül'e kadar Mohaç'ta kaldi. 3 Eylül'de yola çikildi ve 10 Eylül'de Macaristan'in baskenti Budin (Buda) sehrinin önüne gelindi. Halk arasindan seçilen bir heyet sehrin anahtarini teslim edince, Kanunî ertesi gün büyük bir törenle Budin'e girdi. Burada on gün kaldiktan sonra Peste'ye geçti. (Bugün Buda ve Peste birleserek 'Budapeste' adini almis bulunuyor).

Kanunî Budapeste'de iken Türk birlikleri Macaristan'in geri kalan önemli kalelerini birer birer ele geçirdiler. Cihan padisahi Macar tahtini Erdel voyvodasi Yanos Zapolya' ya verdi.

Kanunî, örnek bir. askerî yürüyüsle Belgrad-Sofya, Edirne Üzerinden Istanbul'a geldigi zaman bütün Macaristan Türk hâkimiyetine geçmis bulunuyordu.



Niğbolu Zaferi

Osmanlıların Rumeli'deki faaliyetlerinin devam etmesi, akıncıların Bosna'ya ve Arnavutluk'a kadar ilerlemeleri Haçlıları telaşa düşürdü. Macar Kralı Sigismund, Papa'nın da desteğiyle başta Fransız, İngiliz ve Alman kuvvetleri olmak üzere bütün Avrupa ülkelerinin katılımıyla oluşan Haçlı Ordusu'nun başına geçti. Bu ordu 1396 yılının Mayıs ayında harekete geçti.

Bu ittifakın amacı beş yıldır kuşatma altında bulunan İstanbul'u kurtarmaktı. Haçlılar Tuna kıyısındaki Niğbolu kalesini kuşattılar. Kale kumandanı Doğan Bey, Yıldırım Bayezid komutasındaki Osmanlı Ordusu yetişinceye kadar kaleyi başarıyla savundu. 1396 yılında Niğbolu kalesi önlerinde çok kanlı çarpışmalar oldu. Haçlılar, tarihe Niğbolu Savaşı olarak geçen bu çatışmada büyük bir bozguna uğradılar. Savaş sonunda Haçlıların aldığı yerler Osmanlı Devletine geçti. Bulgar Krallığı ortadan kaldırıldı ve Macaristan içlerine doğru akınlar yapıldı. Haçlı dünyası yarım yüzyıl Türklerin üzerine yürümeye cesaret edemedi. Bu savaştan sonra Yıldırım Bayezid'e Abbasi Halifesi tarafından "Sultan-i iklim-i Rum" yani "Anadolu Sultanı" ünvanı verildi.

Niğbolu Savaşından sonra İstanbul üçüncü defa kuşatıldı. Daha önceden yapımına başlanmış olan Anadoluhisarı bu kuşatma sırasında tamamlandı. Güçlü bir deniz kuvveti ve büyük topların olmaması fethi engelliyordu. Bu sebeple Yıldırım Bayezid, Türk Denizciliğini geliştirmeye çalıştı. Yıldırım İstanbul'u kuşatma altında tutarak, şehrin teslim olacağını düşünüyordu. Ancak Timur tehlikesi ortaya çıkınca, Bizans'la bir antlaşma yapıldı ve kuşatma kaldırıldı. Bu antlaşmayla, İstanbul Sirkeci'de bir cami, bir İslam Mahkemesi ve bir Türk mahallesi kuruldu. Yıllık haraç arttırıldı. Aynı yıl Yunanistan'a ve Mora'ya sefer düzenlendi.

1398 yılında Karaman ülkesi ve Karadeniz beylikleri fethedildi. Bir yıl sonra da Dulgadiroğulları beyliğine son verildi. Yıldırım Bayezid, ayrıca İstanbul Galata'da bulunan Ceneviz Kolonisi ile de savaştı.



Osmanlı-Rus Savaşları
Sultan Üçüncü Selim tahta çıktığında Osmanlı Devleti Rusya ve Avusturya ile savaş halindeydi. Sultan Üçüncü Selim bu iki devlete karşı mücadeleye devam etti.

Bu savaşın temel sebepleri Kırım'ı kurtarmak ve Osmanlı topraklarını aralarında paylaşma hesapları yapan Avusturya ve Rusya'ya engel olmaktı. Kırım'ın jeopolitik konumu İstanbul'un güvenliği için çok önemliydi. Bu savaşlar sırasında Avusturya'ya karşı İsmail Zaferi gibi bazı başarılar kazanılmışsa da, Ruslara karşı aynı başarı gösterilememişti. Ruslarla yapılan Fokşan (1 Ağustos 1789) ve Boze Savaşları'nda (22 Eylül 1789) Osmanlı kuvvetleri büyük kayıplar verdi. Akkerman kalesi Ruslara geçti ve Baserabya bölgesi Rus işgaline uğradı. Sebeş, Muhadiye, Lazarethane ve Pançova'yı işgal eden Avusturyalılar ise önce Belgrad'ı (8 Ekim 1789) daha sonra ise Semendire'yi ele geçirdiler.


Otlukbeli Savaşı

Karamanoğlu İbrahim'in 1464'te ölmesi üzerine oğulları birbirlerine düşmüşlerdi. Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın yardımıyla İshak Bey Karamanoğlu beyliğine sahip oldu. Bunun üzerine diğer oğlu Pir Ahmed Bey Fatih Sultan Mehmed'den yardım istedi ve gelen yardım sayesinde Beyliği ele geçirdi. Fakat Pir Ahmed Bey bir süre sonra gidip Venediklilerle anlaşınca, bu duruma sinirlenen Fatih Sultan Mehmed, Karaman Seferi'ne çıkmaya karar verdi.

Konya ve Karaman alınarak Osmanlı'ya bağlandı. Karaman halkı İstanbul'a ve çeşitli yerlere göç ettirildiler. Pir Ahmed Bey kaçarak Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'a sığındı. Bu olay Osmanlılarla Akkoyunluların arasının açılmasına neden oldu.

Osmanlılar Avrupa ve Anadolu'daki topraklarını genişletirken, Akkoyunlular Devleti'de Doğu Anadolu, Kafkasya, İran ve Irak üzerinde hakimiyet kurmuşlardı. Sınırlarını genişleten iki Türk Devleti arasında büyük bir savaş kaçınılmaz olmuştu. Otlukbeli mevkiinde 11 Ağustos 1473'de yapılan savaşta, devrin en kuvvetli savaş tekniğine ve araçlarına sahip olan Osmanlı ordusu, Uzun Hasan'ın kuvvetli süvarilerden kurulmuş olan ordusunu birkaç saatte dağıttı.

Bu savaştan sonra Akkoyunlular bir daha kendilerini toparlayamadılar. Fatih Sultan Mehmed, Akkoyunlu tehlikesini bu şekilde engellemiş oldu. Anadolu'da ve Rumeli'de birçok sefer düzenleyip pek çok zafer kazanmıştı.

Buna rağmen güneyde güçlü bir devlet konumunda olan Memlüklerle problemler yaşandığı halde sıcak bir savaştan kaçınmıştı.



Preveze Savaşı

Osmanlıların Akdeniz'de kuvvetlenmeleri ve tüm Ege denizine hakim olmaları Avrupa'yı telaşlandırmıştı. Ayrıca devam eden Avusturya ve Macaristan seferleri büyük bir Haçlı donanması hazırlanmasına neden oldu. Andrea Doria komutasındaki Haçlı donanmasında Venedik ve Cenevizliler'den başka Malta, Portekiz ve İspanya'ya ait gemiler de bulunuyordu.

Haçlı donanması 602, Osmanlı donanması ise sadece 122 parçaydı. Preveze körfezinde 27 Eylül 1538'de yapılan savaşta, Barbaros Hayreddin komutasındaki Osmanlı donanması büyük bir zafer elde etti.

Tarihe Preveze Deniz Zaferi olarak geçen bu savaş sonunda Akdeniz bir Türk Gölü haline geldi.

Prut Savaşı--Ridaniye Zaferi--Rodos’un Fethi--Rus-Avusturya Savaşı--Salakamen Savaşı



Prut Savaşı

Rusya, Osmanlı Devleti ile mücadelesinde kendi lehine bir zemin yaratmak istiyordu. Osmanlı Devleti içinde yaşayan Ortodoks toplumları kışkırtarak Osmanlı Devleti'ni zayıflatacak ve yapacağı savaşlarda daha önce kaybettiği toprakları geri alacaktı. Eflak ve Boğdan Beylerini Osmanlılara karşı kışkırtan Rus Çarı Deli Petro, Poltova Savaşı'nda İsveç Kralı Demirbaş Şarl'ı yenince, Demirbaş Şarl Osmanlılara sığındı. İsveç Kralını kovalayan Rus birliklerinin Osmanlı topraklarına akınlar düzenlemesi üzerine, Osmanlı Devleti Rusya'ya karşı savaş ilan etti (1711).

Sadrazamlığa getirilen Baltacı Mehmed Paşa, 100.000 kişilik bir orduyla Tuna'yı geçerek Eflak'a girerken, Osmanlı donanması da Karadeniz'e açıldı. Osmanlı kuvvetleri, Kırım Ordusunun da desteği ile Rus birliklerini Prut Nehri kıyısında çember içine aldılar. O an için kurtuluş imkanı bulunmayan Rus Çarı Deli Petro, Moskova'ya bir mektup yazarak durumun zorluğunu ve ümitsizliğini anlattı. Çariçe Birinci Katarina araya girerek Osmanlı Devleti'ne barış teklifinde bulundu. Hem Kırım Hanı, hem de İsveç Kralı saldırıya geçilip Rus ordusunun yok edilmesini savunuyorlardı. Ancak Baltacı Mehmed Paşa, yeniçerilere güvenmiyordu. Kuşatma sırasında yeni bir kutsal ittifakın oluşturulabileceği düşüncesine sahip olan ve Osmanlı ordusunun çok yıpranacağı endişesini taşıyan Baltacı Mehmed Paşa barış yapılmasını kabul etti (21 Temmuz 1711). İmzalanan Prut antlaşması ile Azak kalesi Osmanlılara geri verildi. Ruslar, İstanbul'da devamlı bir elçi bulundurmayacak ve İsveç Kralı Şarl'ın serbestçe ülkesine dönmesine izin vereceklerdi.

Osmanlı Devleti kazandığı bu başarıdan sonra, daha önce kaybedilen Mora yarımadasını da geri almak istiyordu. Venedikli korsanların Osmanlı ticaret gemilerine saldırmaları ve Mora halkının Osmanlı Devleti'nin yönetimi altına girmeyi istemesi Venediklilere savaş açılmasına neden oldu (8 Aralık 1714). Silahtar Ali Paşa, Modon, Koron ve Navarin'i alarak Mora'yı fethetti (22 Ağustos 1715).



Ridaniye Zaferi
28 Ağustos 1516'da Halep'e giren Yavuz Sultan Selim hiçbir direnmeyle karşılaşmadan şehri teslim aldı.Hama (19 Eylül 1516), Humus (21 Eylül 1516) ve Şam (27 Eylül 1516) aynı şekilde teslim olurken, Lübnan emirleri de Osmanlı hakimiyetini kabul ettiler. Yoluna devam eden Yavuz 30 Aralık 1516'da Kudüs'e, 2 Ocak 1517'de Gazze'ye girdi. Mercidabık Savaşı'ndan sonra Mısır'ın başına Tumanbay geçti. Tumanbay Osmanlı hakimiyetini kabul etmediği gibi, barış teklifi için gelen Osmanlı elçisini öldürmüş ve Venedikliler'den top ve silah alarak Ridaniye'de kuvvetli bir savunma hattı kurmuştu.

Yavuz Sultan Selim, ordusuyla birlikte, ilkçağdan beri hiçbir komutanın cebren geçemediği Sina Çölü'nü 13 günde geçerek, Ridaniye'de Mısır Ordusu ile karşılaştı.

Mısır Ordusu'na, El-Mukaddam Dağı'nın etrafını dolaşarak güneyden saldıran Yavuz Sultan Selim, bu manevra sayesinde Mısır ordusunun yönleri sabit olan toplarını etkisiz hale getirdi. 22 Ocak 1517'de Ridaniye Zaferi kazanıldı. Bu zaferle birlikte Memlük Devleti tarihe karıştı.


Rodos’un Fethi

Avrupalılar Akdeniz'deki Rodos, Kıbrıs, Girit, Malta gibi adalara hakim olmuşlar, açık denizlerde keşifler yapmışlar ve denizlerde güçlerini arttırmışlardı. Kanûnî döneminde denizciliğe önem verildi ve büyük başarılar elde edildi.

Kanûnî döneminde Rodos adası, Sen Jan şövalyelerinin elindeydi. Şövalyeler korsanlık yapıyor, Türk donanmasına zarar veriyorlardı. 1522 yılında düzenlenen seferle Rodos fethedildi.


Rus-Avusturya Savaşı

Rusların, Lehistan'ın iç işlerine karışmaları, Avusturya ile ittifak yapma çalışmaları, devam eden İran savaşları sırasında Kırım ordusunun Kafkasya üzerinden geçmesine izin vermemeleri ve Azak kalesini işgal etmeleri gibi sebepler, Sultan Birinci Mahmud'un 16 Haziran 1736 günü Rus seferine çıkma kararını almasına yol açtı.

4 Ağustos 1737 günü Banyaluka Zaferi kazanıldı. Balkanlara ve Kırım'a saldıran Rus kuvvetleri bozguna uğrayarak geri çekildiler. 1 Eylül 1739 günü Belgrad kalesi geri alındı. Osmanlı Devleti'nin Avusturya cephesinde de başarılı olması, Rusya'nın barış istemesine sebep oldu. Osmanlı Devleti 18 Eylül 1739 tarihinde Avusturya ve Rusya ile Belgrad antlaşmasını imzaladı.

Belgrad antlaşmasına göre Azak kalesi Ruslara bırakılacak, Rusların savaş sırasında elde ettiği diğer topraklar Osmanlı Devleti'ne teslim edilecek ve Ruslar Karadeniz'de savaş ve ticaret gemisi bulundurmayacaktı. Bu antlaşmanın imzalanmasında Fransa'nın katkıları oldu ve Fransa'ya daha önce verilmiş olan imtiyazlar arttırıldı.

Sultan Birinci Mahmud'un son yılları barış içinde geçti. Ancak bu aralar meydana gelen yangınlar İstanbul'da büyük zarara yol açıyordu. 28 Aralık 1745 günü çıkan büyük İstanbul yangını sırasında Balat ve Fener'de 800 ev yandı. Beş yıl sonra çıkan başka bir yangında İstanbul'un birkaç mahallesi ve tarihi konakları kül oldu (4 Şubat 1750). 3 Eylül 1754 günü büyük İstanbul Depremi meydana geldi. İstanbul'un beş altı gün içinde 14 defa sallandığı bu deprem sırasında Ayasofya, Bayezid ve Fatih camilerinin kubbeleri de zarar gördü.


Salakamen Savaşı
Sultan İkinci Ahmed padişah olduğunda Köprülü Fazıl Mustafa Paşa sadrazamdı. Sultan İkinci Süleyman'ın son yıllarında Köprülü Fazıl Mustafa Paşa önemli askeri başarılar elde etmişti. Belgrad'dan çıkıp Tuna'yı aşarak, Avusturya üzerine yürüyen Köprülü Fazıl Mustafa Paşa, Kırım kuvvetlerini beklemeden Petervaradin'de düşmana ani bir darbe vurmak istedi.

Ancak pusuya düşürülen Köprülü Fazıl Mustafa Paşa Salakamen'de bozguna uğradı ve kendisi de alnından vurularak şehit oldu. Avusturya cephesindeki ilerleyiş ve mücadele böylece sona erdi. Avusturya ile yapılmakta olan savaş neticelenemedi ve Osmanlı akınları durdu. Köprülü Fazıl Mustafa Paşa'nın yapmaya çalıştığı ıslahat hareketlerinden de, o öldükten sonra vazgeçildi.

Lehistan'ın amacı, 1672 yılında Osmanlılar tarafından fethedilen Podolya eyaletinin başkenti olan Kamaniçe'yi ele geçirmekti. Ancak Lehistan'ın kuvvetli hücumlarına direnen Kahraman Paşa kaleyi korumayı başardı. Bunun dışında Venediklilere karşı da başarılı direnişler yapıldı. Eğriboz kalesi kahramanca savunularak Venediklilerin eline geçmesi engellendi. Diğer yandan Sakız Kalesi de Venediklilerin saldırısına uğradı. Ancak Sakız Kalesi tüm çabalara rağmen, 21 Eylül 1695 tarihinde şartlı olarak Venediklilere teslim edildi.
Son düzenleyen RoxBury; 9 Eylül 2007 15:51 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi
RoxBury - avatarı
RoxBury
Ziyaretçi
9 Eylül 2007       Mesaj #10
RoxBury - avatarı
Ziyaretçi
Sırp Sındığı Savaşı--Trablusgarp Savaşı--Trablusgarp'ın Fethi-- Tunus’un Fethi--Varna Savaşı--Venedik Savaşı



Sırp Sındığı Savaşı

Islâm memleketlerine yönelen ve "Haçli Seferleri" diye anilan tecâvüz hareketleri, bir asra yakin zamandan beri durmustu. Fakat, Osmanli Türkleri'nin Bati Trakyayi elde etmeleri ve Bulgaristan ortalarina kadar sokulmalari, Haçlilik ruhunun hortlamasina sebebiyet verdi.
Filibe'nin zapti sirasinda kaçan ve Sirbistan'a siginan Rum kumandani, vakit geçirmeden Türkler üzerine yürünmesini tavsiye ediyor, devamli tahriklerde bulunuyordu. Ancak, Sirplar'in da Bulgarlar'in da bu macerayi göze alabilecek kuvvet ve cesaretleri yoktu. Türkler'i geri püskürtmeye çalisirken, ellerindeki topraklan kaybedebilirlerdi. Ayrica, Balkan kavimleri, kendilerine din, can, mal ve kazanç hürriyeti getiren Islâm idaresinden memnundular; tekrar eski kötü jönlere dönmeyi istemiyorlardi. Denizci bir devlet olan Venedikliler ise, Dogu'daki ticarî menfaatlerinin haleldar olacagi korkusuyla, tarafsiz kalma siyasetinden ayrilmiyorlardi.

Osmanlilar'a karsi çikabilecek tek devlet Macaristan'di. Balkanlar'i da hâkimiyeti altina alma sevdasina düsen Macar Krali Layos, böylece hazirlanmaya basladi.

Iste o siralarda, Papa V. Urban da, Macar ve Sirp krallari ile Eflâk (Romanya) ve Bosna prenslikleri arasinda askeri ittifak kurulmasina önayak oldu. Tarihlerimizde umumiyetle 60 bin kisi olarak gösterilen Haçlilar, Macar Krali Layos kumandasinda Edirne'ye dogru yürüdüler.

Sultan Murad, o sirada Bursa'da bulunuyordu ve Türk ordusunun büyük kismi Anadolu'da idi. Rumeli Beylerbeyi Lala Sahin Pasa, bir taraftan padisaha haber yollarken, bir taraftan da Haci Ilbeyi kumandasindaki 10 bin kisilik akinci kuvvetini, kesif gayesiyle göndermisti.

Herhangi bir mukavemet görmeden ilerleyen Haçli ordusu, Meriç nehrini geçtikten sonra, Edirne'nin birkaç kilometre ötesinde durakladi. Taarruza geçtikleri anda, bu sehri zaptedecekleri ve Trakya'nin güneyine sarkacaklari muhakkakti. Çünkü, Bursa'dan yola çikacak Osmanli ordusu, kisa zamanda oraya erisemezdi.

Haci Ilbeyi, konak yerinde eglenceye dalan ve müstakbel zaferlerin tadini simdiden çikarmaya kalkan Haçlilar'a karsi, bir gece baskini düzenlemeyi kararlastirdi. Kimseden talimat almamisti ve bu tehlikeli tesebbüsten zararli çikilirsa, kendi elleriyle idam fermanini hazirlamis olacakti. Fakat, gece karanliginda hücuma geçen 10 bin Türk akincisi, düsmani tam gaflet halinde bastirdilar. "Koyun sürüsüne dalan kurt gibi" neye ugradiklarini sasiran Haçli askerlerini kiliçtan geçirdiler. Kaçabilenlerin çogunlugu da Meriç sularinda boguldu. Kral Layos ise, canini güçlükle kurtararak memleketine dönebilmisti. Osmanlilar'in, müttefik Hiristiyan ordularina karsi elde ettigi bu zafer, tarihlerimizde "Sirp Sindigi" olarak anilir.

Öte yandan, Sultan I. Murad Bursa'dan hareket etmis, Gelibolu'ya geçmeden önce, Katalanlar elinde bulunan Karabiga'nin fethini kararlastirmisti. Çünkü, ordusunun arkasini emniyete almak istiyordu. Sirp Sindigi Zaferi'nin haberi ulasinca, denizden ve karadan yaptigi taarruzun siddetini arttirdi ve nihayet kaleyi düsürerek, Marmara'nin güney sahillerindeki Türk hâkimiyetini tamamladi. Bu arada, Gazi Evrenos Serez'i fethetmisti.

Sirp Sindigi Zaferi, devlet merkezinin Bursa'da tutulmasinin mahzurlu olacagini göstermisti. Çünkü, Osmanlilar'a yönelecek tehlikeler, simdilik sâdece Hiristiyan dünyâsindan geliyordu. Ayrica, devletin istikbâli de, Rumeli'de tutunmasina bagli idi. Bu sebeple, Edirne sehri askeri merkez haline getirildi.

Bizans Imparatoru V. loannes Paleologos, Türkler'in Rumeli'de kazandigi topraklan istirdada çalismayacagini ve Türk düsmanlari ile ittifak kurmayacagini taahhüt etmisti ama, el altindan bunun aksi faaliyette bulunmaktan vazgeçmiyordu. Nitekim, gizlice Macaristan'a gitmis ve kendisine yardim edilirse, Ortodoks mezhebini birakip Katolik olacagina söz vermisti. Fakat, memleketine dönerken, Bulgar Krali Ivan Sisman, onu yakalatarak Nigbolu kalesine hapsetmisti.

O sirada, Macar Krali Layos, Papa nezdindeki tesebbüslerine hiz vermisti. Böylece, bir taraftan Papa'nin Türkler aleyhindeki tahrikleri, bir taraftan da Bizans imparatoru'nu kurtarmak maksadiyla, Savua Kontu VI. Amadeo, 15 kadirga ile yola çikti. Ugradigi Agriboz ve Midilli adalarindan yardimci kuvvetler alip Çanakkale Bogazi'na girdi ve 1366'da Gelibolu'yu zaptetti. Türklerin donanmalari bulunmadigi için, bu isgali önleyememislerdi. Ancak, 1367 Haziran'inda Bizans'a birakilan Gelibolu, kisa bir müddet sonra tekrar Türk topraklarina katilacaktir.



Trablusgarp Savaşı
Sömürgecilik yarışında birliğini geç sağladığı için geri kalan İtalya, Kuzey Afrika'da Osmanlılara ait olan Trablusgarb'ı ele geçirmek istedi. Avrupalı devletlerin de desteğini alan İtalya, Osmanlı Devleti'ne bir ültimatom vererek, Trablusgarp'ın kendisine bırakılmasını istedi. İtalyanların bu isteği reddedilince Trablusgarp ve Bingazi işgal edildi (1911).

Mustafa Kemal ve Enver Bey Trablusgarp'a geçerek Derne ve Tobruk'da önemli direniş hatları oluşturdular. İtalya Osmanlı Devleti'ni barışa zorlamak için Çanakkale'de Türk istihkamlarını denizden topa tuttular. Ayrıca Oniki adaya asker çıkardılar. Balkan Savaşlarının başlaması üzerine İtalyanlarla barış imzalandı ve Trablusgarp Savaşı sona erdi. Yapılan Uşi Barış Antlaşması'na göre; Trablusgarp ve Bingazi İtalya'ya verildi. Oniki ada Yunanistan'ın işgal etmemesi için geri verilmek üzere İtalya'da kalıyordu.


Trablusgarp'ın Fethi
Şarlken, Trablusgarb'ı aldıktan sonra buraya Sen Jan Şövalyeler'ini yerleştirmişti. Barbaros'un Preveze Deniz Zaferini kazanması ve Venediklilerin Osmanlılarla barış imzalamaları Şarlken ve Papa'yı kızdırmıştı. Hazırlanan Haçlı donanması Cezayir'e saldırdı ancak, Osmanlı donanması karşısında bozguna uğradı (1541).

Barbaros'un yetiştirdiği Turgut Reis Trablusgarb'ı karadan ve denizden kuşatarak aldı. Ayrıca bu seferle Bingazi de Osmanlı ülkesine katıldı (1551).


Tunus’un Fethi
Osmanlılar Uluç Ali Paşa komutasındaki yeni hazırlanmış donanma ile Akdeniz'e indi. Venedikliler barış istediler. Ayrıca Tunus kıyılarında bazı bölgeler fethedildi (1574).


Varna Savaşı

Sultan İkinci Murad büyük bir hızla Edirne'ye geldi. Osmanlı Ordusunun başına geçti. Varna önlerine gelen Osmanlı Ordusu, Haçlılara karşı saldırıya geçti. Haçlı Ordusunun Varna önlerinde bozguna uğratılmasıyla büyük bir zafer kazanıldı (10 Kasım 1444).

Varna Savaşı, Haçlıların İstanbul'un Türkler tarafından fethedilmesini engellemek için yaptıkları son girişim oldu.

Bu savaş, Osmanlıları Segedin Antlaşmasına zorlayan şartları tamamen değiştirdi. Sultan İkinci Murad, bir müddet sonra tahtı, yine oğluna bırakarak çekildiyse de devlet adamlarının ısrarları sonucu tekrar tahtına döndü.


Venedik Savaşı

İstanbul'un alınmasıyla ekonomik alanda en çok zarar gören devlet Venedik olmuştu. Fatih Sultan Mehmed zamanında kendilerine kapitülasyonlar verilmiş ve bu sayede Haçlı birliğinden ayrılmışlardı. Fakat Venedik her zaman için Osmanlı aleyhtarı bir politika izleyerek, zaman zaman Mora halkını kışkırtıyordu. Sultan İkinci Bayezid bu sorunu kökünden çözmeye ve Venediklilerin ellerinde kalan yerleri de almaya karar verdi.

Karadan ve denizden yapılan kuşatmayla İnebahtı (1499), ardından Moron, Koron ve Navarin kaleleri ele geçirildi. Yunan adalarının da fethedilmesi üzerine, Osmanlılarla başa çıkamayacağını anlayan Venedikliler barış istediler. Yapılan barış antlaşmaları sonunda, Osmanlı'nın fethettiği yerler tekrar Venediklilere verildi.

Ayastefanos Antlaşması--Balta Limanı Antlaşması--Berlin Antlaşması--Bucas Antlaşması



Ayastefanos Antlaşması

1878'de imzalanan Ayastefanos Antlaşmasına göre;

- Osmanlı Devleti'ne bağlı bir Bulgaristan Prensliği kurulacak, Prensliğin sınırları Tuna'dan Ege'ye, Trakya'dan Arnavutluk'a uzanacaktı.

- Bosna-Hersek'e iç işlerinde bağımsızlık verilecek

- Sırbistan, Karadağ ve Romanya tam bağımsızlık kazanacak ve sınırları genişletilecek

- Kars, Ardahan, Batum ve Doğu Beyazıt Rusya'ya verilecek

- Teselya Yunanistan'a bırakılacak

- Girit ve Ermenistan'da ıslahat yapılacak

- Osmanlı Devleti Rusya'ya 30 bin ruble savaş tazminatı ödeyecekti.

Rusya'nın Osmanlı Devleti'ni Ayastefanos Antlaşmasıyla istediği gibi parçalamasını istemeyen Avrupalı Devletler bu antlaşmaya itiraz ettiler. Berlin'de toplanan konferanstan sonra yeni bir antlaşma imzalandı. Berlin Antlaşması ile:

- Ayastefanos Antlaşmasıyla kurulan Bulgaristan, üç kısma ayrıldı.

- Bosna-Hersek Osmanlı Devleti'ne ait kabul edilecek fakat Avusturya tarafından yönetilecekti.

- Karadağ, Sırbistan ve Romanya'nın bağımsızlığı devam edecek, fakat sınırları değiştirilecek

- Kars, Ardahan, Batum, Ruslarda kalacak, fakat Doğu Beyazıt Osmanlı Devleti'ne bırakılacak

- Teselya Bölgesi Yunanistan'a ait olacak

- Rumeli'de ve Anadolu'da Ermenilerin oturduğu bölgelerde ıslahatlar yapılacak

- Osmanlı Devleti, Rusya'ya 60 milyon ruble savaş tazminatı ödeyecekti.



Balta Limanı Antlaşması
1838'de Ingiltere, daha sonra diger Avrupa devletleri ile Balta limaninda yapilan ticâret andlasmalari.

Osmanli Devleti'nde ekonomik faaliyet genis ölçüde devletin kontrolü altinda cereyan etmekteydi. Yaygin bir iktisadî faaliyet olan tarim, devlete ait topraklarin isletilmesi esâsina dayaniyordu. Buna bagli olarak kurulan timar sistemi, Osmanli zirâat ekonomisinin temelini teskil etmekteydi. Sanayi üretimi ise devlet kontrolündeki ahilik müessesesi içinde yürütülüyordu. Kapali bir iktisat sistemi olan ahîlik, üyelerine çalisma zevki, meslek disiplini, dürüstlük, kanaatkârlik gibi saglam ahlâk kurallarini asiliyor, meslek itibârini korudugu gibi, standartlari ayakta tutarak, haksiz rekabetleri önlüyordu. Hükümetin müdâhalesi ahiligin iç islerine kadar gitmez, yalnizca ahilige bagli subelerin îmâl ettikleri mallarin kalite, mikdâr ve fiyatlarinda olurdu. Böylece ahîlik sistemi, ham maddelerin arz ve talebini tanzim eden bir mekanizma olarak islerdi. 17. ve 18. yüzyillarda pamuk, ipek, kereste ve demir gibi maddeler ulasim güçlükleri ve üretimdeki yetersizlikler dolayisiyla piyasaya her zaman yeterli mikdârda yâni bütün talebi karsilayacak ölçüde sevk edilemezdi. Bu bakimdan ham maddelerin, ahilige mensûb ustalarin eline normal fiyatlar üzerinden ve onlardan hiç birini issiz birakmiyacak sekilde dagitilmasi büyük bir ehemmiyet arz ederdi. Bâzi maddelere sik sik konan ihraç yasaklari veya bu maddelerin stokçular tarafindan satin alinmasini önleyen tedbirler bu cümledendi.

Bu arada 1820'lerin basinda Ingiltere, sanayi inkilâbini tamamlamis ve Napolyon savaslari sonunda da Fransa'yi yenerek rakipsiz duruma gelmisti. Dünyâ pazarlarinda ingiltere sanayii ile rekabet edebilecek bir ülke yoktu. Sanayi inkilâbini henüz tamamlamamis olan diger Avrupa ülkeleri korumaci tedbirlerle Ingiltere'nin kendi pazarlarina girmelerini önlüyorlardi. Bu durumda Ingiltere ticâret ve sanayi sermâyesi için yapilacak tek sey kaliyordu. O da, Avrupa disindaki ülkelerin pazarlarini ve ham maddelerini ticârete açmak. Nitekim onlar bu gaye ile 1820' lerden 1840'lara kadar Latin Amerika'dan Çin'e kadar pek çok bölgede, ya anlasmak suretiyle veyahut silâh zoruyla, pek çok ticâret andlasmasi imzaladilar.

Avrupa'da sanayi inkilâbinin neticesi olarak daha fazla hammaddeye ihtiyâç duyulmaya baslanmasi üzerine, Osmanli hükümeti de 1826'dan itibaren, ham maddesini disariya çikararak esnafin issiz kalmasini önlemek maksâdiyle bir nevi himaye sistemi olan yed-i vâhid (tekel) usûlünü uygulamaya koydu. Sistemin ayrica yeni kurulmus olan Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye ordusuna kaynak bulmak ve üreticinin mahsûlünü ucuza satarak aldanmasini önlemek gibi gayeleri de bulunuyordu. Yed-i vâhid uygulamasi özellikle Ingiliz tüccarlarini son derece rahatsiz ediyordu. Nitekim Ingiliz sefiri Ponsenby, yed-i vâhid usûlü ile ticâret serbestisine konmus engellere siddetle çatmakta; "Türkiye'de mahsûl yetistirenler, bunlarin fiyatlarini tesbit etmekte yegâne hâkim olan imtiyazli kimselere satmak mecburiyetinde kaldikça, Türk sanâyiinin gerilige mahkûm kalacagini iddia etmekte idi. Kisaca yed-i vâhid usûlü, Ingiltere'nin Osmanli Devleti'ni gönlünce sömürmesini engellemekteydi.

Bu sebeple Ingilizler, Osmanli ticâretinde kendilerine ters düsen hükümlerin kaldirilmasi için 1833' den itibaren ünlü hâriciye nazirlari Polmerston araciligiyla ugrasmaya basladilar. 1836'daki muzakerelerde Osmanli hey'etine baskanlik eden gümrük emini Tâhir Efendi, eski düzenden mümkün oldugunca az tâviz vermeye çalismis ve Ingiliz isteklerine boyun egmemisti. Bu durumda Ingiliz diplomasisi Osmanli bürokrasisinin zayif ve bunalimli bir devresini kollamaya basladi. Nitekim bu firsat iki yönlü olarak Ingilizlerin karsisina çikti. 1837'de Londra büyük elçiliginden hâriciye nazirligina getirilen Mustafa Resîd Pasa, Ingilizlere yakin bir müzakereci idi. Londra büyükelçiliginde iken mason locasina kayitli olan Resîd Pasa, Osmanli Devleti'ni iktisâdi bakimdan çökertecek bir andlasmaya yanasmakta hiç tereddüt göstermedi. Bu sirada Mehmed Ali Pasa Misir'da Osmanli Devleti için büyük bir tehlike arz ediyordu. Resîd Pasa, Misir mes'elesinde Ingilizlerin yardimlarini te'min bahanesiyle Balta Limani'ndaki yalisinda dört gün süren ve çok gizli tutulan pazarliklar sonucunda, 16 Agustos 1838'de Osmanli-Ingiliz ticâret andlasmasini imzaladilar. Andlasma, 8 Ekim 1838'de kraliçe Victoria, bir ay sonra da Sultan Mahmûd tarafindan tasdîk olundu. Esas ve zeyl olmak üzere iki kisim hâlinde tanzim edilen andlasmanin birinci kismi (esas) iç ticârete ait maddeleri; zeyli meydana getiren ikinci kisim ise Ingiltere'den ithâl edilecek mallarla, transit esyalarin gümrüklendirilme sekillerini ihtiva ediyordu.

Andlasmanin zeyl kisminin ikinci maddesine göre zirâi mahsûller ile sâir esya üzerine konan yed-i vâhid yâni tekel usûlü tamamen kaldiriliyordu. Bu madde ile emperyalizmin önündeki engeller kaldirilarak iktisadî sistemimiz felce ugramis oluyordu. Ayrica iç ticâretin Osmanli vatandaslarina münhasir kalmasi da kaldirilip, istisnasiz bir sekilde Ingiliz tüccarlarina veriliyordu.

Andlasmanin diger önemli hükümlerine gelince; dördüncü madde ile, Britanya tebeasi, Osmanli memleketleri mahsûlü olan bütün maddeleri, istisnasiz olarak ihraç etme müsâadesine sâhib olacaklardi. Altinci madde ile transit resmi kaldirilmaktaydi. Yedinci madde ile, Ingiliz gemileriyle gelen Ingiliz emtiasi için bir defa gümrügü ödendikten sonra, ithalâtçi veya alici tarafindan nereye götürülürse götürülsün bir daha gümrük ödenmeyecekti. Andlasmanin bu hükümleri ile, Osmanli hazînesi, önemli bir gelir kaynagindan mahrum kaldi, önceden yabanci bir emtia bir eyâletten diger bir eyâlete geçerken ilâve gümrük ödemek zorunda bulundugundan, fiyati artarak rekabet gücünü kaybediyordu. Simdi ise Osmanli tüccari bir yerden bir yere bir mali götürüp, satarken y üzde 12 verg i verirken, Ingiliz tüccarlari ortaklari ve adamlari yüzde bes vergi ödeyecekti. Böylece Ingiliz tüccarlari Osmanli tüccarina karsi korunmus oluyordu. Bilâhare transitresminin devam etmesine karar verilmis ise de buna karsilik ithalât resimlerine yüzde ikiye varan bir indirime daha gidildi.

Bu arada andlasma hükümlerinin Misir, Afrika eyâletleri dâhil bütün Osmanli ülkelerinde ve her sinif halk tarafindan tatbik ve riâyet olunacagina dikkat çekildikten sonra, isteyen bütün dost devletlerede istisnasiz olarak andlasmanin tesmîl edilecegi taahhüd olunuyordu. Nitekim 19. yüzyilin ilk çeyregine kadar Osmanli dis ticâretinde birinci sirayi alan Fransa menfâatlerine halel gelecegini bilerek bu andlasma hükümlerine siddetle karsi çiktigi hâlde, çok geçmeden 25 Kasim 1838'de yukaridaki maddeye istinaden ayni hükümleri ihtiva eden bir andlasma imzaladi. Bunu, Avrupa'nin diger devletleri tâkib etmekte gecikmediler. 31 Ocak 1840'da Isveç ve Norveç, 2 Mart 1840'da Ispanya, 14 Mart 1840'da Hollanda. 30 Nisan 1840'da Belçika, 1 Mayis 1841'de Danimarka ve 20 Mart 1843'de Portekiz ile andlasmalar imzalandi.

Mustafa Resid Pasa'nin faaliyetleri sonucu 1838'de önce Ingiltere ve sonraki yillarda diger Avrupa devletleriyle imzalanan bu ticarî andlasmalar esnafi ve tüccarlarimizi usakliga, devletimizi de borç batakligina düsürmekten öte bir ise yaramamistir. Nitekim andlasmanin imzalanmasindan sonra Avusturya basbakani; "iste Osmanli simdi bitti" derken, Osmanli'ya büyük bir darbenin vuruldugunu daha isin basinda söylemekten kendini alamamistir. Aradan yirmi yil geçtikten sonra, 1858'de andlasmanin te'sirlerini anlatan Ingiliz Edvvard Michelson ise; "Yabanci ülkelerde büyük ünü olan Türk sanayiinin bir çok kollari simdi tamamen yok olmustur. Bunlar arasinda pamuk sanayii basda gelir ki, bunlar tamâmiyle Ingiliz sanayii tarafindan saglanmaktadir Sam'in çelik biçaklari; Kibris' in sekeri, Iznik'in çini, Teselya'nin iplik boya sanayii hep yok olmustur. Bütün bu sanayii kollarinin bugün Türk topraklarinda artik izi bile kalmamistir" derken, Türk sanayiinin düstügü aci durumu dile getirmistir. Bu ticâret andlasmalari, devlet hazînesini önemli masraflari karsilayamaz hâle getirdi ve Avrupa'dan borç alma yolu açildi. Böylece disa bagimlilik devri baslamis oldu.

Gerçekten de sultan Abdülazîz 1861'de tahta çikarken, 1838 ticarî andlasmalarinin bir neticesi olarak, dis ticâretin yaninda iç ticâret de yabancilarin eline geçmis, büyük çapta mâlî ve iktisadî çöküntü içerisinde bulunan bir devletle karsilasmis idi.



Berlin Antlaşması
Osmanli târihinde Doksanüç harbi diye bilinen Osmanli-Rus harbinden sonra, 13Temmuz 1878'de, Osmanli Devleti'yle; Rusya, Almanya, Avusturya, Macaristan, ingiltere ve Fransa arasinda Berlin'de imzalanan andlasma.

Sultan ikinci Abdülhamîd Han'in pâdisâh olmasindan sonra kabul edilen Kânûn-i esâsi'ye göre kurulan Meclis-i meb'ûsân; Rusya'nin 24 Nisan 1877'de Osmanli Devletl'ne karsi harb îlâniyla ilgili notasina, Abdülhamîd Han'in karsi çikma gayretlerine bakmayarak harb ilaniyla karsilik verdi. Osmanli ordusunun çesitli cephelerde kahramanca çarpismasina ragmen, harb maglûbiyetle bitti. Rus kuvvetleri Dogu Anadolu'da Erzurum; Rumeli'de ise Edirne'ye kadar ilerlediler. Edirne'nin teslimi ile istanbul yolu Ruslara tamamen açilmis olacakti. Bundan sonraki Rus ilerleyisi karsisinda istanbul'un bile tehlikeye düsecegini gören sultan ikinci Abdülhamîd Han, 9 Ocak 1878'de mütâreke (ateskes) yapilmasi için Rus ordulari baskumandani Grandük Nikola'ya müracaat etti. Mütâreke istegini telgrafla bildirdikten sonra, onunla bu hususda temaslarda bulunmak üzere murahhas olarak hariciye naziri Server Pasa'yi ve hazîne-i nassa nâziri müsir Nâmik Pasa'yi. yanlarinda da askeri müsavir olarak ferik Necib, mîrliva Osman Pasa ve kaymakam Agâh Bey'i gönderdi. 19 Ocak 1878'de bu hey'et Kizanlik'a ulastigi hâlde, Grandük Nlkola, Edirne'nin tesliminden evvel görüsmeye yanasmadi. Bu müddet zarfinda sultan Abdülhamîd Han, Rus carina ve arabuluculuk yapmasi için ingiltere kraliçesi Victoria'ya (Viktorya'ya) müracaat etti. Ruslarin bogazlara hâkim olmasini ingiltere'nin Akdeniz'deki nüfuzu için tehlikeli gören kraliçe Victoria, sulh için arabuluculugu kabul ederek çara müracaat etti. Bunun üzerine Grandük Nikola sulh esaslarinin da imza edilmesi sartiyla mütârekeyi kabul etti.

Rusya'nin, Osmanli Devleti üzerinde hâkim bir duruma gelmesi, Avrupa devletlerini, bilhassa ingiltere'yi harekete geçirdi. Ruslarin istanbul'u isgal etmek kararinda olduklari söylentisi yayildi. Evvelâ, Avusturya harekete geçerek, iki devlet arasinda yapilacak baris andlasmasinin, yürürlükteki andlasmalara uygun olmasini saglamak için Viyana'da bir meclisin toplanmasini istedi, ingiltere ise, bogaz disinda durmakta olan donanmasini Çanakkale bogazindan geçirerek Marmara denizine girdi.

Bu sirada Rus ordulari baskumandani Grandük Nikola, mütâreke için su agir sartlari ileri sürdü:

1-Bulgaristan'a muhtariyet verilecek.

2-Karadag'in istiklâli kabul edilecek ve son harplerde elde ettigi topraklar kendisine verilmek suretiyle hudut tesbit edilecek.

3-Romanya ve Sirbistan'in istiklâlleri tasdîk olunacak ve her iki devlete arazi verilip hudutlari tesbit edilecek.

4-Bosna-Hersek'e muhtariyet verilecek.

5-Rusya' ya, nakit veya arazi terki suretiyle harb tazminati verilecek.

6-Bogazlarda Rus haklarinin korunmasi, Pâdisâh ile Çar arasinda yapilacak müzâkere ile kararlastirilacakti.

Bu esaslarin kabulünden baska, baris esaslarinin vasitasiz olarak Ruslarla müzâkere edilmesi için bir Osmanli murahhas hey'eti Odesa'ya veya Sivastopol'e gidecekti.

Mütâreke sartlari kabul edilince harb harekâti durdurulacak, te'minât olarak; Vidin, Rusçuk, Silistre ve Erzurum kaleleri Türkler tarafindan bosaltilacak, müzâkereler devam ettigi müddetçe bu kalelere Rus askerleri yerlestirilecekti.

Türk murahhas hey'eti, bu agir sartlari ilk önce kabul etmeyerek, hafifletmek ve degistirmek için çok ugrasti. Fakat Ruslar, sarttan kabul edilmedigi takdirde, istanbul üzerine yürüyeceklerini kesin bir dille bildirince, 31 Ocak 1878'de mütâreke ve baris esaslari andlasmasi Edirne'de imzalandi.



Bucas Antlaşması
Hotin antlaşmasından sonra, Lehistan ve Osmanlı Devleti arasında elli yıl süren bir barış süreci yaşanmıştı. Osmanlı himayesindeki Ukrayna Kazaklarına saldıran Lehliler, barışı bozdular. Sultan Dördüncü Mehmed ve Köprülü Fazıl Ahmed Paşa, Ukrayna kazaklarının yardım istemesi üzerine, Lehistan seferine çıktılar. Osmanlı ordusunun ard arda kazandığı başarılardan sonra, Lehistan barış istedi. İmzalanan Bucaş antlaşmasıyla (18 Ekim 1672), Podolya Osmanlılara geçti. Lehistan Kırım Hanına vergi ödemeye devam edecekti. Ayrıca Lehistan her yıl Osmanlı Devleti'ne 22.000 altın ödemeyi kabul ediyordu.

Lehistan meclisinin, bu antlaşmadaki para maddesini kabul etmemesi üzerine, 4 yıl süren İkinci Lehistan seferine çıkıldı. Bazı kalelerin fethedilmesi üzerine, Lehistan elçisi, Podolya ve Ukrayna'nın iadesi şartıyla antlaşma istediyse de bu kabul edilmedi. Bu arada Köprülü Fazıl Ahmed Paşa'nın hastalanması üzerine, 1675 yılında Lehistan serdarlığına İbrahim Paşa tayin edildi. Sultan Dördüncü Mehmed, Köprülü Fazıl Ahmed Paşa ile birlikte Edirne'ye döndü.

İbrahim Paşa, kısa sürede 48 kale ve palangayı fethedince, Lehistan tekrar antlaşma istedi. 27 Ekim 1676'da Zarawno'da imzalanan antlaşma ile 22.000 altından vazgeçilmek şartıyla, daha önce Köprülü Fazıl Ahmed Paşa tarafından imzalan Buçaş antlaşmasının maddeleri aynen kabul edildi. Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmed Paşa antlaşmanın imzalandığı haberini aldıktan bir süre sonra 3 Kasım 1676 tarihinde vefat etti.
Son düzenleyen RoxBury; 9 Eylül 2007 16:13 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi

Benzer Konular

19 Aralık 2016 / Misafir Soru-Cevap
23 Şubat 2016 / Ziyaretçi Cevaplanmış
24 Şubat 2016 / Ziyaretçi Cevaplanmış