Arama

Osmanlı'da Teknoloji - Sayfa 2

Güncelleme: 9 Ağustos 2011 Gösterim: 123.167 Cevap: 41
lionhead - avatarı
lionhead
Kayıtlı Üye
4 Temmuz 2006       Mesaj #11
lionhead - avatarı
Kayıtlı Üye
YALNIZ TÜRKİYE’NİN DEĞİL DÜNYANIN TEKNOLOJİ DEVİ: TEI

Sponsorlu Bağlantılar
TUSAŞ Motor Sanayii AŞ (TEI), askeri ve ticari havacılık sanayiinde ileri teknolojiye sahip ürünleri ve modern üretimiyle yalnız ulusal değil, uluslararası başarılara da imza atıyor. NASA, GEAE, TÜBİTAK gibi araştırma geliştirme kurumlarıyla ortak faaliyetler yürüten TUSAŞ Motor Sanayii AŞ, 7 Avrupa ülkesinin ‘Geleceğin Büyük Uçağı’ projesinde de yer alıyor. TEI’nin her geçen gün gelişen teknolojik gücünü TUSAŞ Motor Sanayii Aş Genel Müdürü Tayfun Mutlu anlatıyor...

Askeri ve ticari havacılık sanayiinde yüksek teknolojiye sahip ürünleri, kalitesi ve modern üretimiyle TEI, uluslararası alanda isim yapan kuruluşlarımızdan biri. Bize TEI’yi anlatır mısınız?

Tusaş Motor Sanayii A.Ş. (TEI), Türk ortaklar ve General Elektrik (ABD) arasında imzalanan ortaklık anlaşması ile 1985 yılında kurulmuş olan bir anonim şirket. TEI’nin Türk ortakları, TUSAŞ - Türk Uçak Sanayii A.Ş., Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı ve Türk Hava Kurumu. TEI, öncelikle F-16 uçaklarının F110-GE-100/129 motorları olmak üzere, uçak motorları üretim teknolojisinin transferi, parça üretim kabiliyetinin kazanılması, uçak motorlarının montajı, kontrolü ve test kabiliyetinin kazanılması amacına yönelik kuruldu. Bugün başlangıç hedeflerini aştı, havacılık ve uzay sanayii gibi yoğun rekabete dayalı bir alanda teknoloji ve kalitesi ile bir dünya şirketi konumuna geldi. TEI’nin ana faaliyet alanlarını, uçak/helikopter motorları ve gaz türbinleri için parça imalatı, motor montaj ve testi, satış sonrası hizmetler ve araştırma-geliştirme çalışmaları olarak özetlemek mümkün. Şirketimiz, Hava Kuvvetleri Komutanlığına teslim edilmiş F110-GE-100/129 motorunun montaj ve testinin yanısıra, 17 değişik motor programına ait 363 değişik konfigürasyonlu uçak/helikopter motor ve gaz türbin parçası üretiyor ve ürettiği parçaların yüzde 90’ını ABD, Fransa, Avustralya, Romanya ve İsviçre’ye ihraç ediyor. 1987-2002 yılları arasında gerçekleşen toplam ihracat miktarımız 450 milyon dolar.
TEI, 1998 yılında tamamladığı F110 projesinin ardından gerek askeri gerek ticari motor aksamları üretiminin yanı sıra NATO AWACS uçaklarına ait “TF33 Motoru Depo Seviyesi Bakımı”, “Cougar Helikopteri Makila 1A1 Motor Montajı -Testi” ve “Ejektör Sistemi Geliştirme” gibi projeleri yürüttü. TEI, Türkiye’de uçak motor sanayiinin odak noktası oldu; dahası ufku dünyaya açık bir kuruluş. Gerçekleştirdiği üretim ve ihracat sonucu sağladığı döviz girdisinin yanı sıra, günümüze kadar yaptığı işler ve yarattığı istihdamla da ülkemiz ekonomisine ciddi katkı sağlıyor.

TEI, TÜBİTAK, GEAE ve NASA ile birlikte mühendislik tasarım ve geliştirme projelerini de yürütüyor. Örneğin J85 Ejektör Sistemi Geliştirme Projesi. Bu projeyle de 2002 İhracat Teşvik ödülünü ve General Elektrik Uçak Motorları tarafından “2002 Brian H.Rowe Mühendislik Ödülü”nü kazandı. Bu projeyi ana hatlarıyla anlatır mısınız?

Kalıcı uçak motor sanayiinden bahsedebilmek için vazgeçilmez önemde olduğuna inandığımız ürün geliştirme konusunda yıllardan bu yana büyük gayretler sarfediliyor, çok önemli adımlar atılıyor. Geçtiğimiz dönem içinde ürün geliştirme konusunda çok önemli aşamalar kaydedildi. J85 Ejektör Sistemi Geliştirme projesi bunlardan biri. Bu projeye, AR-GE çalışmalarımız kapsamında ağırlıklı olarak gerçekleştirilen bilgisayar destekli tasarım ve bilgisayar destekli mühendislik uygulamaları çerçevesinde somut projeler üretme çabasıyla 1996 yılında başladık. T38 ve F5 uçaklarında yakıt tasarrufu sağlayacak ve motor tepkisini artıracak bir ejektör ‘nozul’un tasarımı, geliştirilmesi, uçuş ve yer testleri, sertifikasyonu, imalatı ve pazarlanması amacıyla yürütmekte olduğumuz bu proje, fiziksel üretimden bilgi üretimine geçiş döneminin en önemli adımlarından biri.
J85 Motoru Ejektörünün prototip tasarımı, TEI ve GEAE mühendisleri tarafından planlanan bir işbölümü içinde gerçekleştirildi. Prototip imalatı, TEI’de geliştirilip tamamlandı; 1998 yılında, yer ve uçuş testleri yapıldı ve beklenilen performans değerleri başarıyla elde edildi. 1998 yılı ortalarında kalifikasyon parçası tasarımı yapıldı; yeni tasarımın üretimi 2000 yılında TEI’de tamamlandı ve prototiplerin son testlerinin yapılmasının ardından, seri üretim çalışmalarına geçildi. Bu projede üretim halen yoğun olarak devam ediyor. Bugüne kadar toplam 107 uçaklık ejektör kit üretildi ve müşteriye teslim edildi.

TEI, yedi Avrupa ülkesi tarafından desteklenen bir konsorsiyum projesi olan A400M Geleceğin Büyük Uçağı/FLA programına da katılıyor. Bu projeden söz eder misiniz? TEI’nin bu projeye katkısı ne olacak?

TEI olarak son yıllarda özellikle AR-GE bölümünün büyütülmesi ve altyapısının sağlamlaştırılması için çalışmalara hız verdik; gerekli her türlü donanımı da sağladık. Ejektör Sistemi Geliştirme Projesi ile mühendislik, tasarım ve geliştirme konularında çok önemli olan altyapıyı oluşturduktan sonra yeni projelere yöneldik. Geçtiğimiz günler içinde gerek ulusal havacılık sanayimiz gerekse şirketimiz açısından önemli olan Geleceğin Büyük Uçağı (FLA) Projesi ile ilgili bir süreden beri devam eden yoğun çalışmaları sonuçlandırdık. TEI, Avrupa’nın önde gelen uçak motor firmaları ile birlikte, Airbus Military Corporation tarafından üretilecek Geleceğin Büyük Uçağı (FLA)’nın TP400-D6 motorlarının tasarım, geliştirme ve üretim faaliyetlerini gerçekleştirecek. FLA projesi, halihazırda Avrupa ülkelerinde kullanılmakta olan askeri nakliye uçaklarının yerini alacak bir uçağın hem tasarımı, hem geliştirilmesi hem de üretimi faaliyetlerini içeriyor. Proje kapsamında uçak tasarım ve üretim faaliyetlerini yürütmek üzere ana yüklenici olarak Airbus Military Corporation firması kuruldu ve 2009-2021 yıllarında Türkiye, Almanya, Fransa, İngiltere, İspanya, Belçika ve Lüksemburg için uçak üretimi yapılması planlandı. Projede Avrupa’lı motor üreticileri var. Fransa’dan Snecma Moteurs, İngiltere’den Rolls Royce, Almanya’dan MTU ve İspanya’dan ITP oluşturduğu EPI (EuroProp International) grubunun teklif ettiği TP400-D6 motoru, Airbus Military Corporation tarafından 6 Mayıs’ta seçildi. “Three-Shaft Turboprop” teknolojisi ile üretilecek motor projesinde, TEI ve ITP (Industria de Turbo Propulsores-İspanya) firmaları işbirliği yapıyor. TEI, ITP firmasıyla Haziran’da “Endüstriyel İşbirliği Anlaşması” imzaladı. TEI, motorun tasarım ve geliştirme çalışmalarına, TEI-Eskişehir tesisleri ile İspanya’nın Madrid ve Bilbao şehirlerinde iştirak edecek.
Uçağın stratejik ve taktik görev performansını karşılayabilmek üzere, her uçakta dört adet kullanılacak yeni jenerasyon TP400-D6 motorunun tipi Three-Shaft Turboprop, gücü 11.000+ shp (Deniz Seviyesi), maksimum pervane hızı 840 rpm, basınç/sıkıştırma oranı 25, ağırlığı 1,830 (Kuru), uzunluğu 3,500 mm, pervanesi 17,5 feetpropeller, 8 blades olacak. TEI, uluslararası TP400-D6 motor projesinde Front Structure Modül tasarımını, bunun geliştirilmesini, sertifikasyon testlerinin yapılması ve üretimini üstlenecek. Ayrıca Turboprop Nozzle Modülü’nün de aynı şekilde tasarımını, geliştirilmesini, sertifikasyon testlerinin yapılması ve üretimini yürütecek. Avrupa’da 5 farklı motor bremzesinde gerçekleştilecek motor test faaliyetleri için “Özel Test Ekipmanları (ÖTE)” tasarımı ve tedariği de TEI’nın bu projedeki görevleri içinde. Bu noktada TEI, tasarım teknolojileri edinimi kapsamında uçak motorlarına ait soğuk bölgelerin tasarımı konusunda “Aerodinamik Tasarım, Mekanik Tasarım, Detaylandırma, Yapısal Analiz, Termal Analiz, Ağırlık Hesapları, Ömür Hesapları, Malzeme ve Prosesler ile Hava ve Yağlama Sistemleri Tasarımı” kabiliyetlerini kazanarak, uluslararası projelerde söz sahibi olacak. İleri teknoloji mühendislik yazılım ve donanımlarının kullanılacağı Ar-Ge çalışmaları, TEI’nin mühendis ve teknisyenleri tarafından 2009 yılına kadar Türkiye ve İspanya’da sürdürülecek. Seri üretimi, 2009 yılından itibaren başlayacak ve TEI-Eskişehir tesislerinden motor modüllerinin sevkiyatları gerçekleştirilecek. İş bölümü çerçevesinde, TEI tarafından tasarlanıp, geliştirilen ve üretilen modüller ve motorun ömrü boyunca yedek parça ihtiyaçları da TEI tarafından sağlanacak.
TEI’nin üretim tesisleri gerçekten bu kadar büyük projelerin altından kalkabilecek ölçüde, en yüksek teknoloji, tezgah ve teçhizatla donatılmış durumda. Burada ürettiğimiz yüzbinlerce motor aksamı ile modülün çoğunda tek tedarikçi TEI. Kurulduğumuz tarihten itibaren yüklendiğimiz bütün projeleri başarıyla yerine getirdik. Sonuçta da havacılık ve uzay sanayii gibi yoğun rekabete dayalı bir alanda kullandığımız ileri teknoloji ve kaliteli üretimle bir dünya şirketi haline geldik.

ABD ile İngiltere’nin ortaklaşa yürüttükleri, 2008 yılından itibaren servise girecek olan Müşterek Taarruz Uçağı (JSF) Projesi’ndeki TEI’nin faaliyetleri hakkında bilgi verebilir misiniz?

TEI, 1998 yılından beri proje kapsamındaki tüm faaliyetlere iştirak ediyor. Lockheed Martin, Boeing, General Electric ve Pratt & Whithey firmalarıyla muhtelif görüşmeler yapıldı ve projede gerek araştırma ve geliştirme gerekse üretim ve satış sonrası faaliyetlerden iş payı almak hususunda çalışmalar sürdürüldü. Havacılık sektöründe 21.yüzyılın en önemli projelerinden biri “Joint Strike Fighter Projesi” olacak. Bu projede de Türkiye’nin önde gelen motor ve motor aksamı üreticisi olarak TEI yer alıyor. Sistem geliştirme ve uygulama fazından itibaren ürün geliştirme, üretim ve satış sonrası hizmet alanındaki tüm faaliyetlerde bulunmak amacıyla çalışma ve temaslarımız devam ediyor.
Son düzenleyen NeutralizeR; 13 Mart 2017 20:09
yasamak kucuk bir umut we insana duyulan sewgiden ibarettir..
lionhead - avatarı
lionhead
Kayıtlı Üye
4 Temmuz 2006       Mesaj #12
lionhead - avatarı
Kayıtlı Üye
ANADOLU’NUN DAHİ MÜHENDİSİ: CEZERİ

Sponsorlu Bağlantılar
İki yüzyıl önce sanayi devrimini yapmış Batı dünyasıyla karşılaştırıldığında Türkiye’nin tasarlayıp, yapma anlamında makinelerle geçmişinin çok eskiye dayanmadığı, Anadolu insanının icatlarının son derece sınırlı kaldığı çok yaygın bir kanı. Elbette üretim süreçlerini dönüştürme, kitlesel üretime olanak tanıma ve endüstriyel gelişimi hızlandırma anlamında çok da yanlış bir kanı değil. Ama... İşte her şeyin bir “ama”sı var.
Tarihin gölge düşmüş yaprakları arasından Bediüzzaman Ebû’l İz İbni İsmail İbni Rezzaz El Cezeri bize bakarken, bunları söylemek hiç de kolay değil. Çünkü Artuklu Türklerinin Diyarbakır’da hüküm sürdüğü yıllarda Artukoğulları Sultanı Mahmut bin Mehmet bin Kara Aslan’ın sarayında 32 yıl mühendislik yapan Cezeri’nin buluşları, asırlar sonra hayat bulan birçok teknik aracın temelini oluşturdu.
Doğum ve ölüm tarihleri kesin olarak bilinmemekle birlikte 1136-1206 yılları arasında yaşadığı tahmin edilen Cezeri’nin su saatleri, su robotları, otomatik termos gibi birçok teknik ve mekanik buluşu yaşadığı dönemde de izleyenleri şaşırtırdı. Ama asıl ilginç olan Cezeri’nin bilgisayarın dayandığı sistemin ve sibernetik biliminin temellerini atan bilim adamı olmasıdır. Ebû’l İz El Cezeri, bilgisayarın babası olarak bilinen İngiliz matematikçi Charles Babbage’den 6 yüzyıl önce aynı sisteme dayalı makineler ve otomatik aletler yaptı ve bunları çalıştırdı; sibernetiğin kurucusu olarak bilinen nörolog Ross Ashby’den 800 yıl önce de sibernetik ve otomatik makinelerin kendi kendine çalışması konusunda bilimsel çalışmalar yaptı; bu bilimin temellerini attı.
Dünya bilim tarihi açısından bugünkü sibernetik ve robot biliminde çalışmalar yapan ilk bilim adamı olan Ebû’l İz El Cezeri, çalışmalarını Artukoğulları Sultanı için yazdığı Kitab’ül-Cami Beyn’el İlmi ve el-Ameli’en Nafi fi Sınaati’l Hiyel (Mekanik Hareketlerden Mühendislikte Faydalanmayı İçeren Kitap) adlı eserinde ortaya koydu. 50’den fazla cihazın kullanım esaslarını, yararlanma olanaklarını çizimlerle gösterdiği bu olağanüstü kitapta Cezeri, “Tatbikata çevrilmeyen her teknik ilmin, doğru ile yanlış arasında kalacağını” söyler. Bu kitabın orijinali günümüze kadar ulaşamadıysa da, bilinen 15 kopyasından 10’u Avrupa’nın farklı müzelerinde, 5 tanesi Topkapı ve Süleymaniye kütüphanelerinde yer almaktadır.
Kısaca Kitab-ül Hiyel adıyla bilinen eseri 6 bölümden oluşur. Birinci bölümde binkam (su saati) ile finkanların (kandilli su saati) saat-ı müsteviye ve saat-ı zamaniye olarak nasıl yapılacağı hakkında 10 şekil; ikinci bölümde çeşitli kap kacakların yapılışı hakkında 10 şekil, üçüncü bölümde hacamat ve abdestle ilgili ibrik ve tasların yapılması hakkında 10 şekil; dördüncü bölümde havuzlar ve fıskiyeler ile müzik otomatları hakkında 10 şekil; beşinci bölümde çok derin olmayan bir kuyudan veya akan bir nehirden suyu yükselten aletler hakkında 5 şekil; 6. bölümde birbirine benzemeyen muhtelif şekillerin yapılışı hakkında 5 şekil yer alır.
Teorik çalışmalardan çok pratik ve el yordamıyla ampirik çalışmalar yapan Cezeri’nin kullandığı bir başka yöntem de yapacağı cihazların önceden kağıttan maketlerini inşa edip geometri kurallarından yararlanmaktı. İlk hesap makinesinden asırlar önce aynı sistemle çalışan benzer bir mekanizmayı, geliştirdiği saatte kullanan Cezeri, sadece otomatik sistemler kurmakla kalmamış, otomatik olarak çalışan sistemler arasında denge kurmayı da başarmıştı. Cezeri, Jacquard’ın otomatik kontrollü makinelerin ilki sayılan otomatik dokuma tezgahından 600 yıl önce değişik haznelerdeki suyun seviyesine göre ne zaman su dökeceğine, ne zaman meyve ve içecek sunacağına karar veren otomatik hizmetçiyi geliştirdi. Bazı makinelerinde hidro mekanik etkilerle denge kurma ve harekette bulunma sistemine yönelen Cezeri, bazılarında ise şamandıra ve palangalar arasında dişli çarklar kullanarak karşılıklı etkileme sistemini kurmaya çalıştı. Kendiliğinden çalışan otomatik sistemlerden sonra su gücü ve basınç etkisinden yararlanarak kendi kendine denge kuran ve ayarlama yapan dengeyi oluşturması, Cezeri’nin otomasyon konusundaki en önemli katkısıdır.
Bugün sibernetiğin ve bilgisayarın ilk adımlarını attığı ve ilk robotu yapıp çalıştırdığı kabul edilen Ebû’l İz El Cezeri, Anadolu’da yaşadı.
yasamak kucuk bir umut we insana duyulan sewgiden ibarettir..
lionhead - avatarı
lionhead
Kayıtlı Üye
4 Temmuz 2006       Mesaj #13
lionhead - avatarı
Kayıtlı Üye
TEKNOLOJİK GELİŞMELERİN EKONOMİYE KATKILARI

Üretim süreçlerindeki farklılaşmanın yol açtığı dönüşüm sonucunda ortaya çıkan ürün geliştirme ve yeni teknolojilerin yaygın kullanımı, ülkelerin ekonomik büyüme süreçlerinde çok önemli rol oynuyor. Türkiye’nin hızlı ekonomik kalkınması ve global pazarlarda rekabet gücüne ulaşmasının yolu da, her sektörde ileri teknolojilerin yarattığı yönelimleri göz önünde bulundurmak ve doğru stratejileri, teknoloji politikalarını oluşturmaktan geçiyor.

Prof. Dr. Hacer Ansal
İTÜ, İşletme Fakültesi

1970'lerde dünya kapitalizminin içine girdiği ekonomik krizle birlikte, sanayide yeniden yapılanmaya gidildiği ve üretimde yeni paradigmaların ortaya çıktığı gözleniyor. Özellikle Batı ülkelerinde kriz, üretkenlik artışında büyük bir yavaşlama, imalat sektöründe fazla kapasite ya da kapasite kullanım oranlarında düşüş, artan enflasyon ve rekor düzeylere ulaşan işsizlik oranları biçiminde kendini gösteriyor.

Dünya ekonomisindeki bu çalkantı ve ekonomik durgunluk ortamında bir yandan hızlı teknolojik değişimin yarattığı baskı, öte yandan sermayenin ve üretimin globalleşmesi, ülkeler ve firmalar arasındaki rekabeti büyük ölçüde kızıştırdı. Bu ekonomik ortamın yarattığı belirsizlik, özellikle teknolojik değişim karşısında hem firmalar hem de hükümetler açısından doğru değerlendirmeler yapılıp, doğru politikalar ve stratejiler saptamayı çok önemli kılıyor.

Dünya ekonomisinde kriz sonrası ortaya çıkan tüm bu gelişmeler rekabetin koşullarını da değiştirdi ve Batılı ülkelerin sanayilerini bir yeniden yapılanmaya zorladı. 1970'lerden bu yana, dünya pazarlarında dalgalanan ve sürekli değişen talebe karşı esneklik kazanma çabası içinde üretim süreçlerinde teknolojik bir dönüşüm gerçekleştiriliyor. Bu teknolojik dönüşüm, geçen yüzyıldan özellikle de 1945'den bu yana egemen olan Fordist kitle üretimi sistemine dayalı ekonomik ve sosyal gelişim modelinden bir sapma göstererek yeni bir teknolojik paradigma ortaya çıkarıyor. Daha önce genellikle fiyat bazında rekabet edilir; başarı, büyük ölçeklerde ucuz ve standart mal üreterek elde edilirken, uluslararası rekabet gücü artık fiyatın yanı sıra yaratıcılığa, değişen talebe hızla cevap verme yeteneğine dayanmaya başladı. Bu da, bir yandan mikroelektronik esaslı teknolojilerin giderek daha yoğun bir şekilde nihai ürünlere ve üretim süreçlerine adaptasyonu ile bir yandan da, yeni, esnek üretim organizasyon biçimleri uygulanarak başarılmaya çalışılıyor.

Üretim süreçlerinde ortaya çıkan bu teknolojik dönüşümün doğası, yönü, nedenleri ve sonuçları üzerine farklı alanlarda yapılan çeşitli çalışmalar, bu dönüşümün çok farklı yanlarını ön plana çıkarıyor. Ama bu çalışmaların hemen tümünün vurguladıkları nokta, ürün geliştirmenin ve yeni teknolojilerin yaygın kullanımının ülkelerin ekonomik büyüme süreçleri üzerinde çok önemli rolleri olduğu. Genellikle gelişmiş ülkelerde yapılan bu çalışmalarda ulaşılan teknolojik yeniliklerin ekonomik büyümenin itici gücü olduğu sonucu, artık yaygın bir kabul görmüş durumda.

Öte yandan, gelişmekte olan ülkelerde yürütülen çalışmalar, teknolojik açıdan belli bir gelişmişlik düzeyine ulaşılmadıkça, hızlı bir ekonomik büyümenin gerçekleşemediğini gösteriyor. Bu ülkelerde -Türkiye'de de olduğu gibi- teknolojik gelişme, yerel olarak yürütülen Ar-Ge çalışmalarına bağlı olarak değil, genellikle gelişmiş ülkelerden teknoloji transferi yolu ile başlıyor ve transfer edilen bu teknolojinin yerel koşullara adaptasyonu faaliyetlerine bağlı olarak teknolojik yeteneğin oluşturulması yolu ile sağlanabiliyor. Bir ülkenin teknolojik yeteneğini ölçebilmek için geliştirilen bazı göstergelerle teknolojik yeteneklerine göre ülkeler çeşitli kategorilere ayrılarak bu kategoriler arasında ekonomik büyüme, kişi başına düşen milli gelir, ve çeşitli sektörlerdeki yurt içi hasıla arasında ilişkiler irdeleniyor. Yapılan bu çalışmalarda teknolojik gelişkinlikle, ekonomik büyüme arasında ciddi bir ilişki olduğu görülüyor.

Son dönemlerde uluslararası ticaret alanında yürütülen teorik ve ampirik çalışmalarda da, ülkelerin rekabet gücü kazanmasında teknolojinin önemi vurgulanıyor. Örneğin, OECD ülkelerinde 40 sanayi dalında yürütülen bir inceleme, bir ülkenin ihracat performansının o ülkelerde alınan patentlerin toplam patentler içindeki payının bir fonksiyonu olduğunu gösteriyor. İngiltere ve Almanya'da yürütülen bir başka çalışma, bu ülkelerin farklı sanayi dallarındaki Ar-Ge faaliyetlerinin yoğunluğu ile ihracat yoğunluğu arasında sıkı bir ilişki olduğunu ortaya çıkarıyor.

Hindistan, Brezilya gibi bazı ülkelerde yürütülen çalışmalarda, teknolojinin bu ülkelerin ihracat performansları üzerinde önemli bir rolünün olmadığı görülüyor. Çünkü bu ülkelerin ihracatları, teknolojik üstünlüğe değil, genellikle vasıfsız ve ucuz emek avantajı ile üretilmiş standart mallara dayanıyor.
Gelişmiş ülkelerde mikroelektronik teknolojinin üretim süreçlerine yaygın olarak adaptasyonu sonucunda, yeni ürün geliştirme açısından artan teknolojik yenilik hızına bağlı olarak, ürün ömür çevrimi giderek kısalıyor. Bu yüzden gelişmekte olan ülke firmalarının yüksek teknoloji sektörlerinde, kendilerinin yerel olarak yürüttüğü Ar-Ge faaliyetlerine bağlı olarak bir rekabet gücü kazanmaları henüz pek mümkün gözükmüyor. Ancak düşük ve orta teknoloji sektörlerinde, o sektörlerdeki yeni teknolojileri bünyelerine adapte edebildikleri ölçüde rekabet üstünlüğü sağlayabiliyorlar. Bütün bu bulgular, prodüktivite artışı ve ekonomik büyüme sağlanabilmesi için gelişmekte olan ülkelerde teknolojik gelişmeyi sağlamanın, yani teknolojik yeteneklerin ileri bir düzeye çıkarılması ve yeni teknolojilerin üretim süreçlerine ve ürünlere başarı ile adapte edilmesinin zorunluluğuna işaret ediyor.

Gelişmekte olan ülkelerin global pazarda rekabet üstünlüğü yakalayabilecek, lider olabilecek ürün çıkaramaması, bu ülkelerde sınai üretimin lisans anlaşmaları çerçevesi içinde sürdürülmesi, ürün geliştirme ile özgün tasarımların yaratılamaması, tasarlanan ürünlerin üretiminde de kulllanılan temel teknolojilerin olgunluk dönemindeki teknolojiler olması gibi nedenlere dayanıyor. Dolayısıyla ülkelerin ekonomik büyüme sağlayabilmelerinin yanı sıra, dış pazarlarda rekabet üstünlüğü sağlayabilmeleri de yine firmaların yeni teknolojileri hem ürün tasarımı, hem de üretim süreçlerinde başarı ile kullanabilmelerine bağlı. Prodüktivite artışı ile ekonomik büyüme arasındaki ilişki, büyük ölçüde mikroelektronik teknolojinin yaygınlaşma hızına ve bilgi birikimine bağlı.

"Mikroelektronik teknoloji devrimi" ve "bilgi çağı" kavramları yaygın olarak kullanılmaya başlandı. "Bilgi çağı" ya da "bilgi toplumu" kavramlarıyla bilginin, üretim süreçlerindeki öneminin giderek arttığı vurgulanmaya çalışılırken, bir yandan da "bilgi-yoğun" sektörlerin ülke ekonomilerinin, özellikle çıktı ve istihdam artışı açısından, en dinamik kısmını oluşturduğu anlatılıyor. Ancak bilgi çağını yakalayabilmenin en temel ön koşulunun, mikroelektronik altyapının sağlanması olduğu açık. Ekonomide mikroelektronik teknolojinin yaygınlaşması ve firmalarda başarı ile uygulanması, firma performansına, dolayısıyla ekonomik büyümeye katkı sağlıyor.

Mikroelektronik Teknoloji Devrimi
Mikroelektronik teknolojisinin ürünlere uygulanması ve üretim süreçlerinde yoğun bir biçimde mikroelektronik bazlı teknolojilerin kullanımı, gelişmiş ülkelerde 1970'lerden bu yana gözlenen yeniden yapılanmanın ve teknolojik dönüşümün en önemli gücünü oluşturuyor. Almanya, İngiltere, Fransa, İsveç, Danimarka ve Finlandiya'da yürütülen ve her bir ülkede bin 200 firmayı kapsayan bir çalışma, 1973-1987 yılları arasında üretim süreçlerinde mikroelektronik bazlı ileri imalat teknolojilerinin kullanımının ortalama yüzde 1.5 (İngiltere) - yüzde 20 (İsveç)'lerden yüzde 70-85 'lere çıktığını gösteriyor. Bu çalışmaya göre, teknolojinin yayılmasının erken dönemlerinde firmaların yeni teknolojinin yarattığı fırsatlardan haberdar olmamaları, yaygınlaşmayı çok büyük ölçüde geciktiriyor.

Aynı çalışma, mikroelektronik teknolojisi uygulamasının hem ülkeler arasında hem de firma büyüklüklerine göre çok büyük farklılık gösterdiğine dikkat çekiyor. Ülke ekonomilerindeki ortalama yaygınlık oranları biraz daha derinlemesine irdelendiğinde, yeni teknolojilerin yaygınlık derecelerinin sektörler arasında da büyük farklılıklar göstereceği açık. Ancak genel olarak elektrik-elektronik ve makine mamullerinde ve üretim süreçlerinde mikroelektronik teknolojisi kullanım oranı, tüm sektörler arasında en yüksek düzeyde iken, tekstil ve hazır giyim sektörlerinde bu oran çok daha sınırlı kalıyor.

Firmaların yeni teknolojileri adapte etme nedenlerine bakıldığında büyük farklılıklar olduğu gözlenmekle birlikte, genellikle işçilik maliyetlerini aşağıya çekmek, bazı alanlarda karşılaşılan işçi yetersizliği, üretim süreçlerinde daha sıkı bir kontrol sağlayarak verimliliği arttırmak, üretilen mal ve hizmetin kalitesini arttırmak, müşteri istekleri doğrultusunda imalata yönelmek, sürekli değişen ve dalgalanan talebi karşılama kapasitesini/yeteneğini arttırmak olarak sıralandığı görülüyor. Yeni teknolojilerin adaptasyonunun en yaygın amacı işçilik maliyetlerinin aşağıya çekilmesi doğrultusunda.

Ayrıca, geleneksel vasıflı işçilerin üretim süreci üzerindeki kontrolü, mikroelektronik bazlı makinelerle ortadan kaldırılabiliyor. Dolayısıyla, özellikle makine sektöründe yeni teknolojiler sayesinde vasfın ve bilginin kaynağının işçilerden yönetime transferi gerçekleştirilebiliyor. Artan kontrol ile birlikte de çok daha yüksek verimlilik sağlanıyor. Ancak yeni teknolojilerin genel olarak emeği ikame edici yönünün, özellikle gelişmekte olan ülkelerde işsizliğin çok büyük düzeylere ulaştığı bir ortamda ekonomiye katkı olarak değerlendirmek mümkün değil.

Mikroelektronik-bazlı yeni teknolojilerin firma bazında yaptığı olumlu etkilerin en başında, konvansiyonel tezgahlara kıyasla çok daha büyük hassasiyetle ve hızla çalışmalarından ötürü üretilen mal ve hizmette büyük bir kalite artışı sağlaması geliyor. Bu nedenle de özellikle makine sanayiinde yeni teknolojiler giderek artan bir hızda yaygınlaşıyor. Diğer yandan şiddetlenen rekabetle birlikte, müşteri istekleri doğrultusunda, siparişe göre üretim taleplerini karşılamak, firmalar açısından zorunlu hale geliyor. İleri imalat teknolojileri sayesinde firmalar, üretimlerini büyük ölçüde esnekleştirebiliyor, tek bir birimle çok çeşitli işlemler minimum maliyet ve sürede gerçekleştirilebiliyor. Böylece hem çeşit hem de sayı olarak hızla değişen pazar taleplerini karşılamak mümkün olabiliyor. Ayrıca örneğin bir CNC tezgahının ortalama 3-4 konvansiyonel tezgahı ikame ettiği düşünülünce, yeni teknolojiler firma bazında -istihdamın yanı sıra- enerji kullanımı ve fabrika alanını da büyük ölçüde azaltabiliyor.

Mikroelektroniğin yarattığı esnekliğin çeşitli malların üretimini olanaklı kıldığı gibi, model üretme ve değişik modele makineleri hazırlama süresini de azalttığını görüyoruz. Dolayısıyla, sık model değişiminden ve mal çeşitlemesinden doğan maliyetler büyük ölçüde düştü, ürün ve çeşit ekonomisinin altyapısı oluştu. Örneğin metal sektöründe yapılan bir çalışma, 1980'lerde İsveç'te 1-1.5 saatte yapılan bir kalıp hazırlama işleminin Japonya'daki fabrikalarda bir kaç dakikaya indirildiğini gösteriyor.

Mikroelektronik teknolojinin bir de üretim ölçeğine etkisi açısından ekonomiye olan katkısını değerlendirmeye çalışırsak, pek çok iktisatçı, mühendis ve yönetici tarafından geniş kabul gören, "optimum fabrika ve firma ölçeği, yeni teknoloji ile küçüldüğü için, küçük ölçekli esnek üreticilerin sektörlere girmesi mümkün olabilmektedir" görüşü özellikle gelişmekte olan ülkeler açısından önemli sonuçlar yaratacak nitelikte. Mikroelektronik teknoloji ile birlikte küçük ölçekli üretim artık verimli hale geldiğinden, ölçek çeşitli sektörlere giriş için bir engel oluşturmuyor; çok sayıda küçük üretim biriminin işbirliğine dayanan, adem-i merkeziyetçi, esnek uzmanlık modelindeki gibi bir sanayileşmeyi mümkün kılıyor. Özellikle pazarın ve müşterilerin çok çeşitlendiği sektörlerde, yeni teknolojiler sayesinde ürün ölçeğinin düşmesi, gelişmekte olan ülkelerin firmalarına özel talep dilimlerinde başarı fırsatı yaratıyor.

Ancak yeni teknolojinin yarattığı tüm olanaklarla birlikte üretim süreçlerine adaptasyonunun çok kolay bir iş olmadığı da unutulmamalı. Önemli ölçüde "yaparak" ve "kullanarak öğrenme" süreci gerektiriyor. Yeni makinelerin kullanımının öğrenilmesinin ötesinde, yeni ürünler ya da üretim süreçleri tasarımı yapmak, firmada farklı işlevler/birimler arasında entegrasyonu sağlamak ve bunu tasarım ve yönetimle bağlamak, hala gelişmekte olan ülkeler için çok sorunlu alanlar.
Sonuç olarak Türkiye açısından baktığımızda, hızlı ekonomik kalkınmanın ve global pazarlarda rekabet gücüne ulaşmanın yolunun, her sektörde ileri teknolojilerin yarattığı yönelimlerin göz önünde bulundurulması ve doğru stratejilerin, eğitim ve teknoloji politikalarının oluşturulması ve uygulanmasından geçtiği çok açık. Dolayısıyla, bu konuda hem firmalarımıza hem de hükümetlere büyük görevler düşüyor.
Son düzenleyen NeutralizeR; 13 Mart 2017 20:10
yasamak kucuk bir umut we insana duyulan sewgiden ibarettir..
lionhead - avatarı
lionhead
Kayıtlı Üye
5 Temmuz 2006       Mesaj #14
lionhead - avatarı
Kayıtlı Üye
ALİ KUŞÇU
ali kuscu Türk-İslam dünyasının büyük astronomi ve kelam alimi olan Ali Kuşçu, XV. yüzyıl başlarında Semerkant’ta doğdu. Babası Muhammed, ünlü Türk Sultanı ve astronomu Uluğ Bey’in kuşçusu olduğu için, ailesi ‘Kuşçu’ lakabıyla meşhur oldu. Küçük yaştan itibaren matematik ve astronomiye ilgi duyan Ali Kuşçu, devrin en büyük alimleri olan Bursalı Kadızâde Rumî, Gıyâseddin Cemşîd ve Muînuddîn Kâşî’den matematik ve astronomi dersi aldı.

Daha sonra bilgisini artırmak için Kirman’a gitti. Burada Hall-ü Eşkâl-i Kamer (Ay Safhalarının Açıklanması) adlı risale ile Şerh-i Tecrîd adlı eserini yazdı.Ali Kuşçu, Semerkant ve Kirman'da eğitimini tamamladıktan sonra Uluğ Bey'e yardımcı ve rasathanesine müdür olmuştu. 1449'da hacca gitmek istedi. Tebriz'de Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan kendisine büyük saygı gösterdi ve Fatih'le barış görüşmelerinde yardımını istedi. Ali Kuşçu, Uzun Hasan'ın sözcülüğünü yaptıktan sonra Fatih'in davetiyle İstanbul'a geldi. XV. yüzyılın ilk yarısında, Semerkant, dünyanın en önemli bilim merkeziydi. Uluğ Bey Rasathanesi, gök bilgisi araştırmaları için en doğru sonuçları alıyordu. Rasathanenin genç müdürü Ali Kuşçu, gece gündüz demeden çalışıyor, bilimsel gerçeklere yenilerini katmak için uğraşıp didiniyordu.

Gökyüzü bilgisi (astronomi), hem değişmez kuralların, kanunların tespit edilmesine yarıyor, hem de gözlemlerle kontrol edilebiliyordu. Otuz yıla yakın bu işte çalışan Ali Kuşçu, bir gün ansızın her şeyi yüzüstü bırakarak hacca gitmeye karar vermişti. Buna da sebep, en olmayacak bir zamanda, sevgili hükümdarı Uluğ Bey'in 1449 yılında öldürülmesiydi. Gürgân tahtının bu bilgin ve kudretli hûkümdarı, kendi öz oğlu Abdüllâtif'in ihânetine uğramıştı.

Uluğ Bey, Ali Kuşçu için bambaşka bir mânâ taşıyordu. Her şeyden önce hocasıydı. Ondan matematik ve astronomi dersleri almış, eserlerini uzun uzun incelemiş, sohbetlerinde bulunmuş, hâttâ Doğancıbaşısı olduğu için, adının ucundaki “Kuşçu” lâkabı bile böylece yadigâr kalmıştı.Uluğ Bey, kendi kurduğu rasathaneye de müdür olarak Ali Kuşçu'yu lâyık görmüş, henüz tecrübesiz bir çağdayken bu dev rasathanenin başındaki çalışmalarda, ona bizzat yardımcı olmuştu. İşte Uluğ Bey'in bir ihanete kurban giderek öldürülmesi Ali Kuşçu'yu can evinden vuran bir olaydı.

Ali Kuşçu bu olayla çok kırıldı. Çoluk çocuğunu toparlayıp Tebriz'e geldi. Uzun Hasan kendisine o kadar saygı gösterdi ki, Konstantiniye Fâtih'i, bir devri kapayıp yenisini açan genç cihangirle ihtilâfında aracılık etmesini istedi. Genç Fâtih'in de bilgin olduğunu, bilginlere büyük saygı gösterdiğini biliyordu. İstanbul'da olup bitenler, kuş kanadıyla Tebriz'e ulaşıyordu. Şiîlerin casusları ve habercileri yalnız padişahın savaş niyetlerine ve hazırlıklarına dair haberler ulaştırmakla kalmıyorlardı.

Bunun üzerine Ali Kuşçu, kendisine bunca itibar eden Uzun Hasan'ın dileğini kırmayarak yol hazırlıklarını tamamladı. Semerkant'ta Kızıl Elma olarak bilinen eski Bizantium'a ulaştı. Haberciler; onun geleceğini daha önceden saraya uçurmuşlardı. Huzura kabul edildiği zaman Osmanlı hükümdarından beklemediği kadar iltifat gördü. Çünkü, kendisinden önce, eserleri İstanbul'ca biliniyordu. Uluğ Bey Rasathanesi'ndeki çalışmalarından, Semerkant'a aylarca uzak bulunan İstanbul'daki hükümdarın haberi vardı.

Osmanlı tahtında oturan II. Mehmet (Fatih), gayet dikkatli, bilgili, uyanık bir padişahtı. Âdet olan merasimle Uzun Hasan'ın elçisini kabul etmiş, dileklerini dinlemiş, ama hemen geri dönmesine izin vermemişti. Ondan, gelip artık batıya kaymış olan ilim merkezlerini aydınlatmasını, bilgisiyle İstanbul medreselerinde ilim heveslisi gençleri yetiştirmesini rica etti.

Bu teklif, Ali Kuşçu için beklenmedik bir iltifattı. Cefâlı olduğu kadar şefkatli olduğunu da bildiği Fatih'in isteği, onun için emir demekti. Ama, ahlâkı dürüst bir ilim adamı olduğunu şu sözlerle ispat etti: “Hünkârım izin verirlerse önce Tebriz'e döneyim. Çünkü burada bulunuşumun gerçek sebebi, Akkoyunlu Hükümdarı'nın elçisi olmaktır. Elçiye zeval yoktur. Gerektir ki, hünkârımın lütûfkâr davetini kabul etmeden önce vazifemi iyi bir sonuca ulaştırdığımı, beni gönderen, bana güvenmiş olan insana bildireyim...”

Ali Kuşçu'nun bu mazereti, Fatih'e son derece akla yakın göründü. Padişah; iki şeye birden sevinmişti: Kuşçu, davetini kabul etmişti, gelip buradaki ilim öğrencilerini yetiştirecekti. İkincisi ise, son derece mert ve ahlâklı bir insandı. Her haliyle, medreselerde yetiştireceği gençlere örnek olacaktı. Bu sebeple, bir müddet daha misafir ettikten sonra kendisine izin verdi.

Değerli matematik ve astronomi bilgini Ali Kuşçu, sözünü tuttu. İki yıl sonra, ailesini de alarak Tebriz'den hareket etti. Osmanlı İmparatorluğunun sınırlarından karşılanarak ihtişam içinde İstanbul'a getirildi. Ölümüne kadar da gençleri yetiştirmekle uğraştı. Kuşçu’nun ders vermeye başlamasıyla, İstanbul medreselerinde astronomi ve matematik alanında büyük gelişme oldu.

Ali Kuşçu’nun İstanbul’a gelişi önemlidir; çünkü o zamana kadar İstanbul’da astronomi ile uğraşan güçlü bir bilgin yoktu. Ali Kuşçu, Osmanlılar arasında astronomi bilimini yaydı.


Ali Kuşçu 1474’te İstanbul’da vefat etti.
yasamak kucuk bir umut we insana duyulan sewgiden ibarettir..
lionhead - avatarı
lionhead
Kayıtlı Üye
5 Temmuz 2006       Mesaj #15
lionhead - avatarı
Kayıtlı Üye
Bilimin Dikenli Yolları

Ortaçağda en güçlü kurumlardan biri olan Katolik Kilisenin yeni astronomik bilgileri şiddetle reddetmesinin sebebi, bu bilgilerin kilisenin otoritesini zedelemesiydi. Bu bilgilerle, bütün ervrenin sadece insanlar için yaratıldığı ve dünyanın evrenin merkezi olduğunu savunan incilin "tartışılmaz tek fikirliliği" çürütülmüş oldu. Buna bağlı olarak da kilisenin otoritesi sarsıldı. Bunun için Katolik dünya bütün güç ve olanaklarını kullanarak Kopernik fikirlerinin savunucularını yakalayıp ölümle cezalandırmaya başladı.

1600 yılında, Roma'da bulunan "Çiçekler meydanı"nda İtalyan filozof ve "Kopernikçi" Jordano Bruno, dinsizlikle suçlanıp yakılarak idam edildi. Bruno, Koperniğin görüşlerini daha da geliştirmiştir. O, evrenin bir merkezinin olamayacağını, güneşin sadece güneş sisteminin merkezi olduğunu, diğer yıldızların da bizim güneş gibi olduğunu ve onların da çevresinde akıllı yaratıklar barındıran gezegenlerin var olduğunu savunmuştur. Ne engizisyon mahkemelerinin işkenceleri ne de ona verilen ölüm cezası onu bu fikirlerinden vazgeçirmeye yetmiştir.
Sadece 10 yıl sonra. bir başka büyük İtalyan bilim adamı Galileo Galilei teleskopuyla yaptığı gözlemlerle Koperniğin görüşlerinin doğruluğunu bir kez daha kanıtlamıştır. O Venüs'ün Ay'a benzer fazlarının olduğunu, onun yuvarlak bir yapıya sahip olduğunu ve Güneş'in ışınlarını yansıtarak parladığını gözlemlerle kanıtlamıştır. Ayrıca Samanyolu galaksisinin de normal gözle seçilemeyen milyonlarca yıldızdan oluştuğuna inanmıştır. Dolayısıyla evrenin Bruno'nun söylediği kadar muazzam olduğuna da kanıt getirmiştir. Bütün bu muhteşemliğin dünyanın etrafında döndüğünü kabul etmek de enayilik olurdu. Galile'nin bu buluşları Kopernik gibi düşünenlerin artmasına yol açmıştır. Buna paralel olarak da kilise takiplerini arttırmış ve cezalarını ağırlaştırmıştır. 1616'da Koperniğin kitabı yasaklanmıştır. Galile'ye de, her ne kadar Papa ile yakın dost olsa da fikirlerini savunması yasaklanmıştır. Ama o bu yasağa uymayarak Engizisyon Mahkemesi tarafından yargılanmıştır. Galile Papa ile olan dostluğunu kullanarak fikirlerinden vazgeçmesine karşılık olarak idamdan kurtulmuştur. Hayatının sonuna kadar da gözetim altında yaşamıştır. Katolik kilise Galile'nin doğruluğunu da ancak 1992(!) yılında kabul etmiştir.
yasamak kucuk bir umut we insana duyulan sewgiden ibarettir..
lionhead - avatarı
lionhead
Kayıtlı Üye
5 Temmuz 2006       Mesaj #16
lionhead - avatarı
Kayıtlı Üye
XVI. YÜZYILDA OSMANLI ASTRONOMİSİ VE MÜESSESELERİ
Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu İ.Ü. Edebiyat Fakültesi


XVI yüzyıl Osmanlı Devleti'nin her alanda zirveye ulaştığı bir asırdır. Bir taraftan sınırları üç kıtada en son noktasına varmış, karada ve denizde zamanının en güçlü ordularını meydana getirmiş, diğer taraftan sahip olduğu düzenli gelirler ve sağlam ekonomi ile belirli bir refah seviyesine ulaşmıştır. XVI. yüzyılda böylesine maddi bir kudreti yakalayan Osmanlı Devleti, bilim, kültür ve sanatta da en mütekâmil dönemini yaşamıştır. Osmanlı astronomi literatürünü oluşturan 600 astronom veya astronomi eseri müellifinin seksen beşi XVI. yüzyılda yaşamış ve bu asırda Osmanlı astronomisinin önemli eserleri yazıldığı gibi Türkçe’de altmışa yakın eser kaleme alınmıştır.
XIV. yüzyılın başında İznik'te kurulan ilk Osmanlı medresesi ile başlayan ve Fatih Sultan Mehmed'in fetihten sonra İstanbul'da tesis ettiği Semaniye Medreseleri ile devam eden ve yine İstanbul'da Kanuni Sultan Süleyman tarafından kurulan Süleymaniye Medreseleri ile tam anlamıyla yerleşen Osmanlı yüksek eğitim sistemi, artık en olgun noktasına varmıştı. Fatih edreselerinin kurulmasıyla astronominin de içinde bulunduğu akli ilimlerin eğitimi medrese tahsilinin bir unsuru haline gelmiştir. Diğer taraftan, klasik İslâm biliminin Kahire-Şam, Meraga ve Semerkant gibi ana bilim geleneklerinin birikimleri İstanbul'a aktarılmıştı. Böylece İstanbul, İslâm dünyasının sadece siyasî başkenti olmasının yanında aynı zamanda bilim ve kültür başkenti de olmuştu. Osmanlı âlimleri de devraldıkları klasik İslâm bilimini geliştirmiş ve üzerine orijinal eklemelerde bulunmuşlardır.
Bu yüzyılda ilmi müesseseler yönünden de bir klasikleşme müşahede edilmektedir. Yukarıda zikrettiğimiz medreseler son hâlini almış ve Dârültıp Medresesi tesis edilmiştir. Aynı durum astronomi müesseseleri için de söz konusudur.
r1
Takiyüddin el-Rasıd tarafından kurulan İstanbul Rasathanesir2
İstanbul Rasadhanesi kurucusu Râsıd Takiyüddin Beyoğlundaki Rasadhanesi önünde yardımcısı ve öğrencileri ile
XVI. yüzyıla gelindiğinde, Osmanlı Devleti'nde, doğrudan Osmanlı saray teşkilâtının bir unsuru olan ve Osmanlılarda resmî astronomi işlerini yürüten müneccimbaşılık, Zîc-i İlhanî ve Uluğ Bey Zîci'nin tashihi için kurulan ve astronomik gözlemleri esas alan İstanbul Rasathanesi ve daha çok camilerin bir unsuru olarak vakit tayini ile ilgilenen muvakkıthaneler zikredilmesi gereken üç önemli klasik astronomi müessesesidir.
Osmanlı astronomi literatürünü oluşturan 600 astronom veya astronomi eseri müellifinin seksen beşi XVI. yüzyılda yaşamış ve bu asırda Osmanlı astronomisinin önemli eserleri yazıldığı gibi Türkçe’de altmışa yakın eser kaleme alınmıştır.

Müneccimbaşılık
Osmanlı Devleti'nde ve hususiyle saraydaki müneccimlerin başında bulunan kişiye "müneccimbaşı" denilmektedir. Müneccimbaşılık, arşiv belgeleri ve kaynaklardaki bilgilere göre, XV. yüzyılın sonları ile XVI. yüzyılın başlarında ortaya çıkmış bir müessesedir. Osmanlı sarayında bîrun erkânından olan müneccimbaşılar, aslen ilmiye sınıfına mensup, medrese mezunu kişiler arasından seçilmekteydi.
XVI. yüzyılda Seydi İbrahim b. Seyyid, İshak Sa'di Çelebi, Yusuf b. Ömer, Mustafa b. Ali, Takiyüddin Râsıd gibi kişiler müneccimbaşılıkta bulunmuşlardır. Mustafa b. Ali astronomi ve coğrafya sahasında oldukça mühim bazı eserler telif etmiştir. Takiyüddin Râsıd da astronomi ve matematik sahasında birçok önemli eser vermesinin yanında İstanbul'da bir de rasathane açmış ve bazı gözlemlerde bulunmuştur. XVI. yüzyılda müneccimbaşıların astronomi ve astroloji alanında saraya ait bir çok vazifesi bulunmaktaydı. Müneccimbaşılar XVI. yüzyıldan itibaren saray ve ileri gelen devlet adamları için takvim, imsakiye ve zâyiçe gibi işler yapmaya başlamışlardır. Müneccimbaşının en önemli vazifesi takvim hazırlamaktı. Takvimler 1800 senesine kadar Uluğ Bey Zîci'ne göre, bu tarihden sonra da Jacques Cassini Zîci'ne göre hesap edilmiştir. Ayrıca her Ramazan ayından önce imsakiye hazırlanması ve zâyiçe hazırlamak da müneccimbaşıların vazifeleri arasında bulunmaktaydı. Başta cülus olmak üzere savaş, doğum, düğün, denize gemi indirilmesi, has atların çayıra salınması, padişahın yazlık ve kışlığına gitmesi gibi birçok önemli, önemsiz konuda müneccimbaşılar ve bazen müneccim-i sânîler uğurlu saat tesbit ederlerdi. Başta padişahlar olmak üzere birçok devlet adamı müneccimbaşıları zâyiçelerine göre değerlendirmiş ve zâyiçelerinin isabetli çıkması üzerine onlara birçok ihsanlarda bulunmuşlardır. Bununla birlikte Sultan I. Abdülhamid ve III. Selim gibi uğurlu saate ve zâyiçeye itimat etmeyen padişahlar da bulunmaktaydı. Ancak uğurlu saat uygulaması âdet haline geldiği için bu padişahlar inanmadıkları bu işin önüne geçememişlerdir.
Diğer taraftan kuyruklu yıldızların geçişi, zelzele, yangın, Güneş ve Ay tutulmaları gibi önemli astronomi hâdiseleri ile fevkalade olayları da müneccimbaşılar takip eder ve yorumları ile birlikte saraya bildirirlerdi.
Muvakkıthanelerin idaresi müneccimbaşılara ait idi. Bunun yanında Dârü'r-rasadü'l-cedid adıyla İstanbul'da kurulan rasathanenin idaresi Müneccimbaşı Takiyüddin Râsıd'ın idaresindeydi. XIX. yüzyılın ilk yarısında kurulan Mekteb-i Fenn-i Nücûm adlı mektep de Müneccimbaşı Hüseyin Hüsni ve Müneccimbaşı Sadullah Efendi'nin idaresinde bulunmaktaydı.
Ulemâ sınıfına mensup saray memurlarından olan müneccimbaşılar, silahtar ağaya bağlı olan hekimbaşının maiyyetinde bulunduklarından tayin ve azilleri de onun tarafından yürütülürdü. Müneccimbaşılar, XVI. asırda saraya takvim takdim etmelerinden dolayı 2000 akçe, müneccimler ise 1000 akçe ücret almaktaydılar (4). Osmanlı Devleti'nde otuz yedi kişi müneccimbaşılıkta bulunmuştur. Bunların arasında Takiyüddin Râsıd (ö. 1585) İstanbul'da kurduğu rasathane ile, Müneccimbaşı Derviş Ahmet Dede (ö. 1702) de yazdığı Arapça tarih kitabı Camiü'd-Düvel ile meşhur olmuştur. Müneccimbaşı Hüseyin Efendi (ö. 1650) ise zâyiçelerinin isabetiyle tanınmıştır. Müneccimbaşılar ilmiye mensubu olduklarından dolayı müderrislik ve kadılık gibi birçok vazifelerde bulunmuşlardır.
XVI. yüzyıldan sonra belirli bir sisteme göre devam eden müneccimbaşılık Osmanlı Devleti'nin sonuna kadar faaliyetlerini sürdürmüştür. Müneccimbaşı Hüseyin Hilmi Efendi'nin vefatına kadar gelen bu müessese, onun 1924 yılında vefatıyla yerine tekrar müneccimbaşı tayin edilmeyerek lağvedilmiş ve 1927 senesinde baş muvakkıtlık makamı tesis edilmiştir.

İstanbul Rasathanesi
Osmanlılarda ilk rasathane İstanbul'da Sultan III. Murad döneminde (1574-1595) Takiyüddin Râsıd tarafından kurulmuştur. Şam'da 932/1526 senesinde doğan Takiyüddin, Şam ve Mısır'da eğitimini tamamladıktan sonra bir müddet kadılık ve müderrislik yapmış, bu arada astronomi ve matematik alanında önemli çalışmalarda bulunmuştur. l570'te Mısır'dan İstanbul'a gelen Takiyüddin, bir sene sonra (1571) vefat eden Müneccimbaşı Mustafa b. Ali'nin yerine müneccimbaşılığa tayin edilmiştir.
r3
1577 de İstanbul semasında bir ay görülen,
Takiyüddin tarafından izlenen Kuyruklu Yıldız.r4
Takiyüddin el-Rasıd tarafından kurulan
İstanbul Rasathanesinde bulunan
"Zâtu'l-Halak Şehinşahname
İstanbul'da başta Hoca Sadeddin Efendi olmak üzere meşhur ulemâ ve önemli devlet adamları ile yakınlık sağlayan Takiyüddin, Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa vasıtasıyla da Sultan III. Murad ile tanışmıştır.
Takiyüddin, astronomiye meraklı olan padişaha kullanmakta oldukları Uluğ Bey Zîci'nin yaptığı hesaplara kâfi gelmediğini ve yeni bir zîcin hazırlanması gerektiğini anlatarak rasathane kurulması fikrini açtı. Sultan Murad, atalarına nasip olmayan ve ilk defa kendisine nasip olacak bu işi memnuniyetle karşılayarak rasathanenin hemen inşa edilmesini ister ve ayrıca gerekli olan maddî desteği de verir. Bu arada çalışmalarına Galata Kulesi'nden devam eden Takiyüddin, 985/1577'den itibaren de kısmen tamamlanan Dâru'r-rasadü'l-cedîd adındaki yeni rasathanede faaliyetlerini sürdürür.
Bir büyük bir de küçük iki ayrı binadan müteşekkil olan rasathane, Tophane sırtlarında bir yerde inşa edilmiştir. Takiyüddin eski İslâm rasathanelerinde kullanılmış olan aletleri büyük bir titizlikle imal etmiştir. Bununla birlikte bazı yeni aletler de icat etmiş ve gözlemlerinde ilk defa kullanmıştır. Rasathane'de çoğunluğu astronomi ve matematik kitaplarından oluşan büyük bir kütüphane de kurulmuştur. Rasathanenin sekizi râsıd, dördü kâtip ve diğer dördü de yardımcı olarak vazife yapan Takiyüddin ile birlikte on altı kişilik bir kadrosu bulunmaktaydı.
Rasathane'de bulunan aletler ise şunlardı: Zâtü'l-halak (armillae zodiak), kadran (mural quadrant), zâtü's-semt ve'l-irtifâ (azimuthal semicircle), zâtü'ş-şubeteyn (triquetrum), rub'u mıstar (rub -u deffe), zâtü's-sekbeteyn (dipotra), zâtü'l-evtâr, el-müşebbehe bi'l-menâtik (sextant).
Şam ve Semerkant astronomi ekollerini şahsında birleştiren Takiyüddin, rasathanede ilk olarak Uluğ Bey Zîci'nin tashihi işine başlamıştır. Bununla birlikte Güneş ve Ay tutulmaları ile çeşitli gözlemler de yapmıştır. Ramazan 985/Eylül 1578 tarihinde İstanbul'dan bir ay süreyle gözlenen kuyruklu yıldızı da rasathaneden gece gündüz uyumadan gözlemiş ve gözlemlerinin neticelerini padişaha sunmuştur. Takiyüddin yeni geliştirdiği teknikler ve aletler vasıtasıyla gözlemlerinde yeni uygulamalar ve astronomi problemlerinde orijinal çözümler getirmiştir. İlk defa mekanik saat kullanarak çok dakik gözlemler yapmıştır. Diğer taraftan da astronomi hesaplarında altmış tabanlı sayı sistemi yerine on tabanlı sayı sistemini kullanmakla ve ondalık kesirlere göre trigonometri cetvelleri hazırlamakla dikkat çekmiştir. Ekliptik ile ekvator arasındaki 23° 27' lik açıyı 1 dakika 40 saniye farkla 23° 28' 40" bularak ilk defa gerçeğe en yakın ve doğru dereceyi hesaplamıştır. Güneş parametreleri hesabında da yeni bir yöntem uygulamıştır. Sabit yıldızların boylamlarının tesbitinde ise Ay yerine Venüs'ü kullanarak daha dakik neticeler elde etmeyi planlamıştır. Osmanlılarda otomatik makineler üzerine ilk eseri de Takiyüddin yazmıştır.
Rasathane, çok kısa sayılabilecek bir zamanda oldukça önemli faaliyetlere sahne olmuştur. Takiyüddin gözlemlerini Sidrot Muhtaha'l-Efkâr fi Melekût al-Felek al-Devvâr veya al-Zîc al-Şehinşâhî adlarıyla bilinen eserinde bir araya toplamıştır. Ancak Takiyüddin rasathanede yaptığı gözlemlerle Güneş ile ilgili cetvellerini tamamlayabilmiş ise de Ay ile ilgili cetvelleri tamamlayamamıştır. Takiyüddin kendisi ile aynı zamanda yaşamış ve rasathane kurmuş olan Tycho Brahe ile karşılaştırıldığında Brahe'den daha net ve dakik rasatlar yaptığı ortaya çıkmaktadır. Ayrıca onun rasathanesinde bulunan bazı aletler Brahe'nin aletlerinden daha üstündü. Ancak Takiyüddin rasatlarını tamamlayamazken Tycho Brahe uzun süre rasat yapmış ve 777 yıldızın yerini tesbit etmiştir.
İslâm âlimlerinin astronomi eserlerini inceleyen Takiyüddin, eserlerinde yeni unsurlar yanında eskilerin tenkidini de yapmıştır.
Rasathane bazı siyasi çekişmeler sebebiyle ve dini gerekçeler ileri sürülerek 4 Zilhicce 987/22 Ocak 1580 tarihinde Padişah'ın emriyle Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa tarafından yıkılmıştır .

Muvakkıthaneler
Osmanlı-Türk medeniyetinde, imaret adıyla bilinen kamu binalarından olan muvakkıthaneler, hemen her şehir ve kasabada cami veya mescidlerin bahçesinde bir iki oda hâlinde bulunan kurumlardır. Muvakkıthaneler bulundukları külliyenin vakfı tarafından idare edilmekte olup, buralarda vazife yapan kişilere ise muvakkit denilirdi.
Emeviler döneminde (661-750) ortaya çıkan muvakkıthaneler, Osmanlılarda özellikle İstanbul'un fethinden sonra yaygınlaşmıştır. İstanbul'da ilk inşa edilen muvakkıthane 1470 tarihli Fatih Camii Muvakkıthanesidir . Osmanlılar İstanbul'da birçok muvakkıthane kurmuşlardır. Bunlardan en meşhuru, XVI. asırda kurulan Bayezid Camii Muvakkıthanesi idi. Evliya Çelebi bu ünün, muvakkıthane saatlerinin çok dakik olmasından ileri geldiğini söylemektedir. Yavuz Selim, Fatih, Şehzade, Eminönü'nde bulunan muvakkıthaneler de İstanbul'un diğer meşhur muvakkıthaneleri idi.
Özellikle namaz vakitlerini belirlemek için kurulmuş olan muvakkıthanelerde bu iş güneş saatleri ile yapılırdı.
r5
İstanbul semalarında bir ay görünen 1577 Kuyruklu Yıldızın bir başka resmi
Ayrıca muvakkıtlar, isteyenlere basit astronomi dersleri de verirlerdi. Bazı muvakkıtlar senelik takvim ile Ramazan ayı için imsakiye hazırlarlardı. Muvakkıtların hemen hemen tamamı basit astronomi aletlerini kullanmayı bildikleri gibi içlerinde bu sahada eser verecek seviyede bilgi sahibi olanlar da vardı.
Muvakkıthaneler, muvakkıtların bilgisine göre hem bir astronomi eğitimi yeri ve hem de basit bir gözlemevi idi. Bu yüzden İstanbul'daki bazı muvakkıthanelerin, mü-neccimbaşıların yetişmelerinde önemli bir yeri bulunmaktaydı. Zira bir kısım muvakkıtlar, muvakkıthanelerdeki başarılı çalışmaları ve faaliyetleri sebebiyle müneccimbaşılığa kadar yükselmişlerdir.
Bu kurumların idaresi ve görevlilerin maaşı, bağlı bulundukları vakıf tarafından karşılandığı halde tayinleri müneccimbaşı tarafından yapılırdı. Vefat eden muvakkıtın yerine oğlu tayin edilir, eğer muvakkıtın evladı yoksa isteklilerden imtihanla biri tayin edilirdi. Muvakkit olacak kişilerin ehliyetli olmasına dikkat edilirdi. Bu husus vakfiyelerde de belirtilirdi.
Muvakkıthaneler, XIX. asırda mekanik saatlerin yaygınlaşmasına rağmen Osmanlı Devleti'nin sonuna kadar varlıklarını muhafaza etmişlerdir. Cumhuriyetin ilânı ile başmuvakkıtlık (1927) adı altında kurulan yeni bir müesseseye devredilen muvakkıthaneler, 20 Eylül 1952'de kapatılmıştır. Bugün bazı muvakkıthanelerin binaları hâlen mevcut olmakla beraber, çoğu metruk ya da başka amaçlarla kullanılmaktadır.

Kaynak:
Osmanlı imparatorluğunun doruğu 16. yüzyıl teknolojisi, Editor Prof. Dr. Kazım Çeçen, İstanbul 1999, Omaş ofset A.Ş.
yasamak kucuk bir umut we insana duyulan sewgiden ibarettir..
lionhead - avatarı
lionhead
Kayıtlı Üye
5 Temmuz 2006       Mesaj #17
lionhead - avatarı
Kayıtlı Üye
OSMANLILARDA ZAMAN
Prof. Dr. Atilla Bir
İTÜ Elektrik Elektronik Fakültesi

Zamanın Tanımlanması
Zamanın nasıl belirleneceği sorunu insan zekasını çok eski çağlardan beri sürekli meşgul etmiş bir sorundur (Resim 1). M.Ö. 150'de Hipparkhus stereometrik projeksiyon kavramını geliştirerek tüm uzay hareketlerinin düzlemsel trigonometriye ne şekilde iz düşürülebileceğini göstermiş bulunuyordu. Bu önemli kuramsal bilgi Ptolemaios'dan sonra da kullanılmıştır. Yöntem 9. yüzyılda İslam ülkelerinde benimsenerek özellikle namaz vakitlerinin belirlenmesi, karada ve denizde yön tayini, arazi ölçümlerinin yapılması, yüksekliklerin ve derinliklerin belirlenmesi gibi değişik konularda yaygın uygulama alanı bulmuştur. Bu sorunlarla uğraşırken küresel geometri ve gök cisimlerinin hareketi ile ilgili konularda önemli ilerlemeler kaydedilmiştir.
İslamda zamanın belirlenmesi sorunuyla uğraşılırken daha önce bilinegelen ve temeli stereometrik izdüşümüne dayanan usturlaplardan yararlanılmıştır. Bu alet yüzyıllar boyunca geliştirilerek özel sorunların çözümüne daha uygun biçimlere getirilmiştir. Saat ayarının kuramsal temelleri bulunulan yerdeki güneşin konumuna ve bir çubuğun gölgesine bağlı olarak 8. yüzyılda belirlenmiş bulunuyordu. Zamanla ilgili tanımlar gözle görülen olaylara dayandırıldığından herkes tarafından kolaylıkla soruşturulabilir nitelikteydi.
Zamanın bulunulan tarihe ve yere bağlı olarak tanımlanmış olması, nüfusun yoğun olduğu yerlerde, konunun muvakkit adı verilen uzman kişilerce belirlenmesini zorunlu hale getirmiştir. Sultanlar zamanın doğru tespiti için, merkezi camilerde muvakkithaneler kurmuş, burada görev alacak kişilerin yetişmesini sağlamış, bu müesseseleri gerekli araç ve gereçlerle donatmışlardır. İslam dünyasının liderleri hükmettikleri eyaletlerin her bölümü için namaz vakitlerini hesaplatmayı görev edinmişlerdir.
Resim 1. İstanbul Sultanahmet Meydanındaki III. Tutmosis'e ait (M.Ö. 1500) dikilitaş.

Fatih Sultan Mehmet'in 1456'da Semerkantlı astronom Ali Kuşçu'yu tüm imparatorlukta namaz saatlerinin hesaplaması için görevlendirdiği bilinmektedir. Osmanlı İmparatorluğunun 17. yüzyılda en geniş topraklara eriştiği dönemde İstanbul'da bir rasathane kuran Takiyüddin'e de benzer bir görev verilmiştir.
1- Hicri ve Rumi Takvim
İslam ülkelerinde kullanılan Hicri takvim Hz.Muhammed'in M.S. 622'de Mekke'den Medine'ye hicretiyle başlar. Hicri - Kameri takvim, ayın dünyanın etrafında dönüşüne göre tanımlanır. Bir yıl Muharrem, Sefer, Rebiyülevvel, Rebiyülahir, Cemaziyülevvel, Cemaziyülahir, Recep, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkaade ve Zilhicce adı verilen 12 aydan oluşur. Her bir Kameri ay yaklaşık 29.5 gün sürer ve bir Kameri yıl 354 gün olarak elde edilir. Bu nedenle Kameri takvimde 6 adet 29 günlük 6 adet 30 günlük ay bulunur. Hangi ayların 29 ya da 30 gün süreceği ayın fazı göz önünde bulundurularak Şeyh ül İslam tarafından belirlenir.
Ancak gerçek Kameri ay 29.5 günden 44 dakika 3 saniye daha uzun olduğundan 12 Kameri ayın belirlediği 354 günlük kuramsal Kameri yıldan 8 saat 48 dakika 36 saniye daha uzundur. 30 yılda bu hata 11 gün 0 saat 18 dakika 0 saniye olacağından eşzamanlılığı sağlamak için 30 yıl boyunca 19 adet 354 gün süreli ve 11 adet 355 gün süreli sene oluşturulur. 355 günlük seneler son aya bir gün ilave edilerek gerçeklenir. Böylece eşzamanlık sağlanır ve ancak 2400 senede bir takvime tekrar 1 gün ilave etmek gerekir.
Kameri yılın ortalama süresi günlerin yıllara göre dağılımından (19x354+11 x 355) / 30=354 gün 8 saat 48 dakika olarak hesaplanır. Bugün kullanılan güneş yılı yaklaşık 365 gün 5 saat 48 dakika olduğundan Kameri yıl güneş yılından yaklaşık 10 gün 21 saat daha kısadır. Buna göre, 1 Kameri yıl güneş yılının 0.9702 katına, 1 güneş yılı Kameri yılın 1.0307 katına karşı düşer. Ayrıca hicret 15 Temmuz 622'de gerçekleştiğinden, kameri takvimin miladi takvimine göre 621.536 yıl kadar faz farkı bulunur. Eğer örneğin 1 Ocak 1993'ün hicri takvimdeki karşılığını bulmak istersek yukarıdaki değerlerden (1992-621.536) x l.0307=1412.5372 buluruz. Hicri takvime göre 1412 yıl geçmiş olduğundan bu tarih hicri 1413 yılına karşı düşer.
Hicri takvimin haricinde Osmanlı devletinde 1678'den sonra maliye ile ilgili işlerde Rumi takvim de kullanılmaya başlanmıştır. Mali yılın başlangıcı 1 Mart olarak kabul edilir. Rumi yıl 365 gün olup güneş yılına karşı düşen miladi seneyle eş uzunluktadır. Rumi sene her 33 yılda 354 gün olan hicri seneyi bir yıl geçer. Bu farkı gidermek için Rumi seneden her 33 yılda bir hicret yılı düşülür; buna sıvış senesi denir. Her iki takvim arasında ayrıca 13 günlük bir fark bulunur. Ayrıca Rumi sene miladi 584'te başlatıldığından Rumi seneyi bulmak için Miladi seneden 584 çıkarmak gerekir. Aylar Mart, Nisan, Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül, Teşrini-evvel, Teşrini-sani. Kanuni-evvel. Kanuni-sani, Şubat olarak adlandırılır. Örneğin Miladi 1 Ocak 1993 tarihi Rumi 19 Kanuni-evvel 1408 tarihine karşı düşer. Osmanlı devletinin sonuna kadar mali işlemlerde kullanılan Rumi sene 1925'te Miladi takvim yılının kabul edilmesi üzerine terk edilmiştir.
2- Gün ve Saat Tanımı
İslam dünyasında yeni gün güneşin batışıyla başlar. Güneş ufukta kaybolunca saat 12 ya da 0'dır. Bir sonraki güneş batışına kadar geçen süre 2x12 saate ayrılır. Ezani saat adı verilen bu saat tanımında, günün başlangıcı değişmekte ancak gün boyunca bir saatlik süre aynı kalmaktadır.
Bunun dışında Helenistik çağdan kalma başka bir saat kavramı, Zamanı saat'ta kullanılır. Bu saat kavramında gündüz ve gece süreleri kendi başlarına ayrı ayrı 12 eşit parçaya bölünür. Tanım gereği bir günün süresi aynı kalmakla birlikte, gündüz ve gece saatlerinin süreleri mevsime bağlı olarak değişir.
3- Namaz Vakitlerinin Tanımı
Namaz vakitleri aşağıda belirtilen şekilde belirlenir (Sekil 1) :
Şekil 1: Namaz vakitlerinin güneşin konumuna göre tanımlanması

3.1.-Akşam namazı: Akşam namazı güneşin 625 metre rakımlı bir yerde gözlenen batış anında kılınır. Bu durumda ezani saate göre saat 12'dir ve yeni bir gün başlamış olur.
3.2.-Yatsı namazı: Güneş merkezinin ufkun 17° altında bulunduğu sırada kılınır.Bu zaman öznel olarak yan yana duran beyaz ve siyah renkli iki cismin ayırdedilemez olduğu an olarak tanımlanır.
3.3.- Sabah namazı: Sabah namazı, güneş ufukta doğduğunda bitmesi gerektiğinden, başlangıcı da buna göre ayarlanır.
3.4.- Öğle namazı: Ufka göre dik duran bir çubuğun gölgesi uzamaya başladığı an kılınır (Şekil 2).
3.5.- İkindi namazı: "Asr'ı evvel" ve "Asr' ı sani" olarak adlandırılan iki zaman arasında kılınır (Şekil 2)
Şekil 2: Öğle, asr'ı evvel ve asr'ı sani zamanlarının bir çubuğun gölgesine göre tanımlanması

"Asr'ı evvel": Çubuk gölgesinin, aynı günün öğle vaktindeki en kısa gölge uzunluğu ile kendi uzunluğu toplamı kadar olduğu an olarak tanımlanır.
"Asr'ı sani": Çubuk gölgesinin, aynı günün öğle vaktindeki en kısa gölge uzunluğu ile kendi uzunluğunun iki katı kadar olduğu an olarak tanımlanır.
Bu tanımlardan başka Ramazan ayında oruç şafak vaktinde "imsak" 'ta başlar: Bu anda güneş ufkun 19° altındadır ve güneşin doğması için 1 saat 16 dakika kadar bir zaman vardır (l° = 4 dakika). Bu zaman da öznel olarak yan yana duran beyaz ve siyah cisimlerin ayırt edilmeye başlandığı an olarak tanımlanır. Oruç güneş batıncaya kadar sürer. Bayram namazı (iyd) camilerde güneş ufkun 5° üzerine çıkınca, ya da doğduktan 20 dakika sonra, kılınmaya başlanır.
Kesin zaman belirlenmesi sadece öğle ve ikindi namazlarında mümkün olduğundan diğer namaz vakitleri ve oruca başlama vakti için 10 dakikalık bir hoşgörü tanınır. Buna göre sabah namazı ve oruca başlama 10 dakika erken, akşam ve yatsı namazları ile iftar vakti 10 dakika geç olabilir.
Şeker bayramı 29 gün süren ramazan ayının sonunda hilalin görünmesiyle başlar. Kurban bayramı 68 gün sonra kutlanır. Şu halde Şeker bayramı 1. Şevval'de, Kurban bayramı ise 2 ay 10 gün sonra 10. Zilhicce'de kutlanır.

Kaynak:
Osmanlı imparatorluğunun doruğu 16. yüzyıl teknolojisi, Editor Prof. Dr. Kazım Çeçen, İstanbul 1999, Omaş ofset A.Ş.
yasamak kucuk bir umut we insana duyulan sewgiden ibarettir..
lionhead - avatarı
lionhead
Kayıtlı Üye
5 Temmuz 2006       Mesaj #18
lionhead - avatarı
Kayıtlı Üye
OSMANLILARDA GÜNEŞ SAATLERİ



Prof. Dr. Atilla Bir
İTÜ Elektrik Elektronik Fakültesi


İslamda zamanın belirlenmesinde güneş saatlerinden yaygın olarak yararlanıldığı bilinmekle birlikte, bugün özgün güneş saat örneklerine, cami duvarlarına işlenmiş bulunan saatler dışında, çok ender rastlanmaktadır . Mekanik saatlerin 17.yüzyıldan itibaren yaygınlaşması ile birlikte önemlerini yitiren güneş saatleri dış etkenlerin etkisiyle hızla aşınarak yok olmuşlardır.

Yatay Güneş Saatleri

Konumu nedeniyle korunmuş bulunan bir yatay güneş saatine örnek olarak Topkapı Sarayı'nın 3. avlusunda III. Ahmet Kütüphanesi'nin yanındaki saat verilebilir (Resim 1).



Resim 1: Topkapı Sarayı 3. avlusundaki III. Ahmet kütüphanesinin yanındaki güneş saati


Bir kaidenin üzerindeki saate bakmak için dört basamaklı mermer bir merdivene tırmanmak gerekir. Saatin doğu tarafında bulunan cetvelin altında "Ameli Süleyman Katib-i evvel", yani Hazinenin birinci katibi Süleyman tarafından yapılmıştır, ibaresi görülmektedir. Saatin batı tarafında ise "Vaz-ül basıta fi zaman-ı Ebül-Feth Sultan Mehmet Han ve ceddede Seyyid Abdullah Silahtar Sultan Selim bin Sultan Mustafa Han ebede mülkehu i lâ âhirüd devran; Sene 1208 Şaban" yazılıdır. Bugünkü dile çevrilirse "Bu güneş saati Fatih Sultan Mehmet devrinde yerleştirilmiş ve Sultan Mustafa'nın oğlu Sultan Selim'in, hükmetme zamanları ahirete kadar uzansın, silahtarı Seyyid Abdullah tarafından yenilenmiştir, sene 1794, Şubat/Mart" ifadesi okunur

Bu kayıtlara göre bu güneş saati Fatih Sultan Mehmet döneminde (1453-1481 yıllarında) hazine katibi Süleyman Bey tarafından çizilmiş ve Sultan III. Selim döneminde Silahtar Seyyid Abdullah tarafından Hicri 1208 senesinde restore edilmiştir. Nitekim Topkapı Sarayı arşivinde Hicri 1208 (1794) senesinden kalan bir masraf belgesine göre, adı geçen güneş saatinin tamiri için, o senenin Mart ayında 1000 kuruş (bir altın) harcama yapıldığı görülmektedir .



Şekil 2: Topkapı sarayında III. Ahmet kütüphanesi yanındaki yatay güneş saatinin üzerindeki çizimler.


Saatin kadranı kuzey-güney doğrultusuna yerleştirilmiştir (Şekil 2). Mermerden yapılmış olan saat kadranının ortasında toplanan yağmur sularının akması için bir delik bulunur. Kadranın 65x44 cm2 'lik kısmında 2 adet güneş saati yer alır. Bu saatlerde zaman, güneydeki 5 cm uzunluğundaki kısa dik çubuğun gölgesi ve kuzeydeki oyma işlemeli çubuğa bağlı, kadranın güneyindeki bir noktaya 4l°'lik eğimle gerilmiş, çelik bir telin gölgesinden yararlanılarak belirlenir.

Bu kadranda bulunan iki saatten ilkin kelebek biçiminde olanını ve ekrana dik bir çubukla ölçüm yapılanını inceleyelim. Düzlemsel saatlere kitabede belirtildiği gibi 'basıta' adı verilir. Bu isim güneş saatlerinde 'basit düzlemsel saat' anlamına gelir. Saatin kuzey ve güneyi birer hiperbolik eğriyle sınırlıdır. Bu eğrilerden kuzeyde bulunanı 22 Aralık kış dönencesi Oğlak burcuna ve güneyde bulunanı 21 Haziran yaz dönencesi Yengeç burcuna aittir. İleride gösterileceği gibi düzlemsel saatlerde bir çubuğun gölgesi genelde gün boyunca bir hiperbol çizer. Sadece senede iki kez gündüz ve gecenin eşit olduğu 21 Mart (Koç burcu) ve 23 Eylül'de (Terazi burcu) bu eğri bir doğruya dönüşür. Bu özel günlerde zaman güneş saatinin ortasında batı-doğu yönünde uzanan doğru üzerinde okunur .

Kelebek biçimindeki bu güneş saati ezani saatleri belirlemeye yarar. Tanım gereği ezani saate göre güneş battığında saat 12 ya da 0'dır. Saatin okunabilmesi için gölgenin ekrana aksetmesi gerekir. Güneş doğar ve batarken gölge sonsuz uzun olduğundan sıhhatli bir belirleme ancak güneş doğduktan 1 saat sonra yapılabilir ve bu durum güneş batmadan 1 saat öncesine kadar sürer. Rakamlar kadranın güney batı ucunda 10 ile başlar sırasıyla batı doğrusunu takip ederek 11,12, 1, 2, 3 ve 4 ile ekranın kuzey-batı ucuna erişir. Bu noktadan itibaren rakamlar kuzeydeki kış hiperbolünü (22 Aralık) takip ederek 5'ten 11 'e kadar sıralanarak kadranın kuzey-doğu ucuna erişir. Güneş ezani saat gereği her gün saat 12'de battığından kadranda her gün güneş batmadan l saat önce okunabilecek son rakam 11 'dir.

Dünya dönüş ekseninin eğikliği nedeniyle güneş mevsime bağlı olarak her gün farklı bir saatte doğar. Ancak gece ve gündüzün eşit olduğu 21 Mart ve 23 Eylül'de ezani saate göre güneş saat 12'de doğar ve batar. Buna göre yaz ve kış dönencesinde çubuğun gölgesi kadranda batı-doğu eksenini izler. Güneş doğduktan 1 saat sonra çubuğun gölgesi eksenin batı ucundaki 1 rakamı üzerine düşer. Saat 2 olduğunda gölgenin nereye düşeceği belirlenmek istenirse, 2 rakamının bulunduğu yerden güney-doğu yönüne uzanan doğru izlenir ve bu doğrunun batı-doğu eksenini kestiği nokta belirlenir. Her saat aralığı dört parçaya ayrılmış bulunduğundan aynı şekilde çeyrek saatlere ait noktalar ve aradaki değerler de iç değer biçimle (enterpolasyonla) kolaylıkla belirlenir. Saat 6 olduğunda benzer şekilde 6 rakamından güneydoğu yönüne doğru uzanan doğru izlenirse bu doğrunun batı-doğu ekseni ile kesiştiği noktadan kuzey-güney ekseninin de geçtiği görülür. Bu durumda öğle olmuş ve çubuğun gölgesi yaz ya da kış dönencesinde en kısa boya erişmiştir. Öğleden sonra çubuğun gölgesi simetrik olarak eksenin doğu yarısını izler ve güneş batmadan 1 saat önce gölge, saatin kuzey-doğu ucundaki 11 rakamının belirlediği ve saatin doğu sınırını oluşturan doğruyla kesiştiği noktaya ulaşır.

Yazın 21 Haziranda çubuğun gölgesi güney hiperbolünü izler. Güneş 9'da doğar ve 1 saat sonra gölge batıdaki 10 rakamı üzerine düşer. Gölgenin en kısa olduğu öğle saatinde saat 4.30 ve batmadan önce saat yine 11 'dir.

Kışın 22 Aralık'ta çubuğun gölgesi kuzey hiperbolünü izler. Bu tarihte güneş 3'te doğduktan 1 saat sonra 4, gölgenin en kısa olduğu öğle saatinde saat 7.30 ve güneş batmadan 1 saat önce saat yine 11 'dir.

21 Mart ilkbahar ve 23 Eylül sonbahar dönence doğrusu, 21 Haziran yaz ve 22 Aralık kış hiperbolleri dışındaki bir noktaya ait saat belirlenirken aynı ezani saatleri birleştiren doğrultuların batı-doğu ekseninin üzerinde ve altında, 12 eşit parçaya bölündüğünü göz önünde bulundurmak gerekir. Buna göre çubuğun gölgesi belirli bir saat için bir sene boyunca saat doğrusunda 12x4=48 taksimatlık devrini tamamlar. Gölge her bir taksimat aralığında yaklaşık olarak 365/48= 7.6 gün ≈ 1 hafta kalır. Eğer daha doğru bir belirleme yapmak istenirse

21 Mart ile 21 Haziran tarihleri arasında 92 gün,
21 Haziran ile 23 Eylül tarihleri arasında 94 gün,
23 Eylül ile 22 Aralık tarihleri arasında 90 gün,
22 Aralık ile 21 Mart tarihleri arasında 89 (88) gün,

bulunduğunu değerlendirmek gerekir

Örnek olarak saat kadranındaki A noktasını ele alalım (Şekil 2). Bu nokta 10 ile 10 15' doğrulan arasında yer almakta ve 22 Aralık hiperbolüne kadar 5 taksimatlık bir mesafede bulunmaktadır. Eğer yukarıdaki gün farklarından yararlanarak 22 Aralığa 89 x ( 5 / 12 ) = 37 gün ilave edilirse 28 Ocak, ya da 23 Eylül'e 90 x ( 12-5 ) / 12 = 53 gün ilave edilirse 14 Kasım bulunur. Buna göre çubuğun gölgesi 28 Ocak ve 14 Kasım'da ezani saate göre tam saat 10 07' 30" da A noktası üzerine düşer (10 + 1/8 taksimat = 10 + 15' / 2 = 10 07' 30" ).

Bu saat ile gölgenin her bir konumu için güneşin kaçta doğduğu, doğuştan itibaren ne kadar zaman geçtiği ve güneşin batışına kadar ne kadar zamanın kaldığı kolaylıkla belirlenebilir. Çubuk gölgesinin A noktasına düştüğü gün güneş 2 45' da doğmuş (4 rakamının altındaki 5. taksimat), güneş doğduktan sonra (10 07' 30") - (2 45')= 7 22' 30" kadar zaman geçmiş, güneşin batışına 12- (10 07' 30") = 1 52' 30" kadar zaman kalmıştır.



Şekil 1: Öğle, asr'ı evvel ve asr'ı sani zamanlarının bir çubuğun gölgesine göre tanımlanması


Kadranın doğu tarafında eğri bir çizgi vardır. Bu eğri çizgi ikindi namazının kılınacağı zamanı belirlemeye yarayan "asr" eğrisidir. Tanıma göre ikindi namazı (Bkz. Şekil 1) çubuk gölgesinin kendi uzunluğu ile aynı günün öğle vaktindeki en kısa gölge uzunluğu toplamı kadar olduğu vakit başlar (asr'ı evvel), çubuk gölgesinin kendi uzunluğunun iki katı ile aynı günün öğle vaktindeki en kısa gölge uzunluğu kadar olduğu vakit sona erer (asr'ı sani). O halde ezani saat ayarına göre ikindi namazı (asr'ı evvel) 22 Haziranda 8 32', 22 Aralıkta 9 48' ve 21 Mart, 23 Eylülde ise 9 25' de kılınmalıdır. Nihayet gölgenin A noktasına düştüğü tarihte ikindi namazı 9 40'ta (kuzey hiperbolünün altında 5. taksimat) kılınmalıdır.



Şekil 3: Yatay güneş saatinde kartezyen koordinat sisteminin yerleştirilişi.


Kadranda çizilmiş bulunan eğrileri analitik olarak inceleyebilmek için koordinat merkezini çubuğun bulunduğu noktaya, OX eksenini kuzey yönüne, OY eksenini batı yönüne yerleştirelim (Şekil 3). Yükseklik açısı h ve kuzey-güney eksenine göre azimut açısı olan güneşe göre, q boyundaki bir çubuğun gölgesine ait x,y koordinatları

olarak bulunur.


Şekil 4: s-zaman açısının, bulunulan yerin enlemi, deklinasyonu, azimut açısı ve h güneş yüksekliği cinsinden belirlenmesi.


Güneşin hareketini gök küresinde bulunduğumuz yer O'ya göre belirlemeye çalışalım (Şekil 4). Bulunduğumuz yerin enlemi olduğuna göre, K kuzey kutbu ufka göre İstanbul'da 'lık açı yapmaktadır. S güneşi KOG dünya ekseni etrafında gün boyunca ekvator düzlemine paralel bir düzlemde döner. Ancak dünyanın dönüş ekseni güneş düzlenime göre kadar eğik olduğundan, güneş 21 Mart ve 23 Eylül günlerinde ekvator düzleminde, 21 Haziranda ekvatora göre ve 22 Aralıkta lık bir açıyla dünyayı aydınlatır. Ara değerleri deklinasyon açısıyla tanımlanır.
Zaman, güneşin KOG etrafında dönüşüne karşı düşen, s zaman açısıyla belirlenebilir. ZKS küresel üçgeninde K açısı s, Z açısı KZ yayı , KS yayı , zs yayı olduğundan, bu üçgene küresel sinüs teoremi uygulanırsa

kosinüs teoremi uygulanırsa

ve nihayet kotanjant teoremi uygulanırsa, ilişkileri elde edilir.

Eğer (2) ilişkisindeki h ve a açıları (3) ve (4) yardımıyla yok edilirse

(5) ile birlikte,

bağıntıları bulunur.

Amaç s zaman açısını yok etmek olduğuna göre (7)'den cos s çözülür ve (6)'ya uygulanırsa gölgenin gün boyunca izleyeceği hiperbolün analitik ifadesi elde edilir:

Bu eğri (İstanbul enlemi) ve için 21 Haziran güney yaz hiperbolünü, için 22 Aralık kuzey kış hiperbolünü, için 21 Mart ve 23 Eylül doğu-batı doğrusunu verir. Bu doğrunun denklemi (8)'den

olarak bulunur.

Ezani saat güneşin batışına göre tanımlandığından, günün başlangıcı bulunan yere ( açısına) ve güneş düzleminin ekvatora göre yaptığı açıya ( açısına) bağlıdır. Güneş battığında (6) ve (7) denklemleriyle verilen y ve x koordinatları sonsuza gider. Bu bağıntılarda paydayı sıfırlayan zaman açısı

günün başlangıcını belirler. Belirli bir ezani saatte, belirli bir enlemi, güneş deklinasyonu için güneş saatindeki çubuğun gölgesine ait koordinatları bulmak istersek, zamanını (6) ve (7) ifadelerine yerleştirmek gerekir. Denklemlerde açısı yok edilirse kadrandaki doğruların analitik ifadesi bulunur(17, 18). Bu ifadeler çok karmaşık olduğundan burada verilmemiştir

Kadrandaki ikinci güneş saatinde zaman, kadranın batı, kuzey ve doğu kenarını çevreleyen bir taksimat ve ufka göre 41° eğimle gerili bir telin gölgesinden yararlanılarak belirlenir (Resim 1 ve Şekil 2). Kadrandaki taksimat batıda 0'dan başlar, kuzey-güney ekseninde 6'ya erişir ve doğuda 12'de sona erer. Yer küresi kendi ekseni etrafında 24 saatte 360° döndüğüne göre, her saatte yer küresi 15°'lik bir dönüş yapar. Buna göre 1°'lik açı dakikaya karşı düşer.



Şekil 5: Dünya eksenine paralel 41 °lik telin konumu.


Kadranda her saat aralığı 30'a bölündüğüne göre, taksimatlarda kısa olanlar 2', uzun olanlar 4', daha uzun olanlar 20' ve nihayet en uzun olanlar 60' ya da saat başlarını gösterir. Sonuncu taksimatın yanına saatler rakamla yazılıdır.

Gölgesinden zamanın belirleneceği tel kuzeye yönelik ve ufukla 4l°'lık bir açı yaptığından enlemi olan İstanbul'da dünya eksenine paraleldir (Şekil 5). Güneş gün boyunca dünya ekseni etrafında döndüğünden tel eksenin de etrafında dönmüş olur. Tele dik bir düzlemde telin gölgesi s saat açılarını verir. Ancak kadran tele dik olmayıp ufka paralel olduğundan s saat açıları eğimi 41° olan bir düzleme iz düşürülmüş haldedir.



Şekil 6: a) Bulunulan yerde güneşin ufuk düzlemi üzerinde mevsimlere bağlı olarak gök kubbesinde izlediği yörünge,
b) Güneş yörüngesinin bahar dönencelerinde ufuk düzlemine izdüşümü ve yatay güneş saatlerindeki taksimatın elde edilişi.


Tek taksimatlı ikinci güneş saatinde zaman karakteristik bir tarih için verilmiştir, hakiki zaman okunan değere zaman farkları ilave edilerek bulunur. Kadrandaki taksimat gece ve gündüzün eşit olduğu 21 Mart ve 21 Eylül'e aittir. Güneş bu tarihlerde ufukta D noktasında doğar, öğleyin en yüksek S noktasına erişir ve akşam B noktasında batar (Şekil 6a). Güneşin bu tarihlerde izlediği DSB yayında I5°'lık saat açıları alınır ve bunlar ufka iz düşürülürse kadranda görülen taksimat elde edilir (Şekil 6b). Bu taksimat KG ekseninde DB eksenine göre daha sıkışıktır. Şu halde kadranda sadece bahar dönencelerinde ezani saat telin gölgesinden doğrudan doğruya okunabilir.

Bahar dönenceleri dışındaki ezani saatleri belirleyebilmek için iki yöntemden yararlanılır.


Tablo 1 Hakiki zamanı belirlemek için bahar dönencesine göre ölçeklendirilmiş saat kadranında okunan değere ilave edilmesi
ya da çıkarılması gereken zaman farkına ait tablo .

Tablo 2 Latince, Eski ve Yeni Türkçe isimleriyle burç simgeleri ve başlangıç tarihleri.



İlk yöntemde senenin her günü için bahar dönencesine göre zaman farkı bir tablodan okunur. Bu tablo güneş saatinin doğu kenarında bulunmaktadır (Tablo 1). Okuma yapılacak günün tarihi burçlara göre belirlenir. Burçlar güneşin hareket ettiği ekliptik kuşağındaki 12 takım yıldızına göre adlandırılır. Bunların simgeleri, Latince, eski ve yeni Türkçe isimleriyle başlangıç tarihleri Tablo 2'de verilmiştir.

Örnek olarak 27 Şubat gününü ele alalım. Yukarıdaki listeye göre güneş 19 Şubat Balık Burcuna girer. Verilen bu tarih Balık burcunun 8. günüdür. Tablo 1 'de Balık (Hut) 8'in karşılığında okunur. Buna göre, dakikaya karşı düştüğünden kadranda öğleyin okunan 6 yerine saat dır, yani kadranda okunan değere dakika ilave etmek gerekir.

1 Temmuzda güneş 10 günden beri Yengeç (Sertan) burcundadır. Tablo 1'de Sertan 10 karşılığında okunur. Buna göre telin gölgesinde okunan zamandan
çıkarmak gerekir. Örneğin öğle saatinde okunan 6 yerine ezani saat dır.

Zaman farkını bulmada kullanılan ikinci yöntem güneşin bahar dönencelerine göre doğuş ve batış zaman farklarını belirlemektir. Şekil 6a'da görüldüğü gibi 21 Haziranda güneş doğuda noktasında doğar, öğleyin ye yükselir ve akşam batıda B2 noktasında batar. 22 Aralıkta güneş doğuda noktasında doğar, öğleyin 'e yükselir ve akşam batıda noktasında batar. Şekil 6b'de güneşin hareketi ufuk düzlemine iz düşürülmüş olarak gösterilmiştir. En uzun gün ile en kısa gün arasındaki açı farkının olduğu görülmektedir. Eğer dik üçgeninde (Şekil 6b) olarak alınırsa

yazılabilir.
Benzer şekilde OMS2 dik üçgeninde (Şekil 6a) olduğundan OS2 = R, OM = q

ve nihayet OMO2 dik üçgeninde(Şekil a) olduğundan OO2 = x

yazılabilir. (12) ve (11) ilişkileri oranlanır ve (13)'e eşitlenirse,

elde edilir. Özellikle enlemi olan İstanbul ve ekliptik açısı için olarak bulunur.

Elde edilen fark açısı telin saat ekranına bağlandığı nokta merkez olmak üzere saatin güney-doğu ve güney-batı yönüne doğru uzanan iki yay üzerine işlenmiştir (Şekil 2). açısının yönü kuzey kış ve güney yaz hiperbollerinin asimptotlarına paraleldir. Yayların üzerine işlenmiş bulunan 1 saat 30 dakikalık taksimat, en uzun gün (21 Haziran) ve en kısa gün (21 Aralık) ile 21 Mart ve 23 Eylül dönence günleri arasındaki zaman farkına karşı düşer.

Bu saat ile senenin herhangi bir gününde zaman belirlenecek ise o gün güneşin hangi açıda doğduğu ya da battığını belirleyip taksimat üzerindeki saat farkını okumak gerekir. Bu fark yaz aylarında okunan saat değerine ilave edilirken, kış aylarında çıkarılmalıdır.

Dikey Güneş Saatleri

Dikey güneş saatleri genellikle camilerin güney-batı cephelerinde bulunur ve namaz vakitlerinin belirlenmesinde kullanılır. Camilerde kıble Mekke'ye yönelik bulunduğundan güneş saatlerinin yer aldığı duvarlar da kıble yönüne paralel(güney-batı) ya da kıble yönüne dik (güney-doğu) yönündedir.


Şekil 7 Kıble yönünün belirlenmesi


Kıble yönünü belirlemek için Şekil 7'de görüldüğü gibi İstanbul ve Mekke'den geçen boylam daireleri ve bu iki şehri birleştiren büyük daire çizilirse küresel IKM üçgeni elde edilir. Bu üçgende K açısı boylam farkları, I açısı kuzeye göre kıble açısı. IK yayı İstanbul ve KM yayı Mekke enlem açısı cinsinden ifade edilebilir. IKM üçgenine kotanjant teoremi uygulanır ve düzenlenirse kıble açısı için

ilişkisi elde edilir.
İstanbul boylamı , Mekke’nin boylamı
olduğuna göre İstanbul'da kıble yönü güneye göre olarak hesaplanır.



Şekil 8: Camilerin kıble yönüne göre konumları.


İstanbul camilerinin güney-doğu duvarları doğuyla , güney-batı duvarları güneyle 29°'lik bir açı yapar (Şekil 8). Namaz saatlerinde öğle ve ikindi vaktinin belirlenmesi önem taşıdığından camilerdeki güneş saatleri genellikle güney-batı duvarında yer alır. Bu durumda güneş açısı 119° ile 229° arasında yer alır. q boyundaki duvara dik çubuğun bulunduğu nokta dikey saatin koordinat merkezi olarak alınırsa, y ekseni yere dik. x ekseni batı yönüne yönelik, bulunulan yerin enlemi, deklinasyon açısı ve nihayet çubuğun güneyle yaptığı açı olmak üzere çubuğun gölgesi

hiperbolünü izler.
Bahar dönenceleri için alınırsa;

doğrusu elde edilir. Denklemlerde İstanbul için enlem açısı . caminin güney-batı cephesi için güneye göre açı olarak alınmalıdır.



Şekil 10 Dikey güneş saatindeki duvara dik ve dünya eksenine paralel çubuklar arasındaki ilişki.


Öğleyin güneş tam güneyde bulunduğundan çubuğun gölgesi ( Bak Şekil 10)

öğle doğrusu, akşam ufukta batarken y = 0 doğrusu üzerine düşer. Gölgenin mevsime göre konumu (16) ilişkisinden hesaplanabilir.



Şekil 9 Üsküdar Mihrimah Camiindeki dikey güneş saati üzerindeki çizimler.


Dikey güneş saatlerinin kadranlarında, süresi mevsimlere göre değişen öğle ile akşam saatleri arasındaki zaman farkını belirleyebilmek için, genellikle yatay güneş saatlerinde olduğu gibi, dünyanın kuzey-güney dönüş eksenine paralel bir ikinci çubuk daha bulunur (Şekil 9. Dünya dönüş eksenine paralel çubuğun gölgesinden belirlenecek zamanın duvara dik çubuğun gölgesinden okunan zamanla uyuşması için eksene paralel çubuğun kadrana öğle doğrusu üzerinde tutturulması gerekir. Şekil 10'deki konstruksiyondan kolaylıkla hesaplanabileceği gibi noktası (18) ve

ilişkisinden belirlenebilir.



Resim 2. İstanbul Üsküdar MihrimahCamiinde bulunan dikey güneş saati.


İstanbul'daki dikey güneş saatleri Murat Paşa, Fatih, Sultan Selim, Sultan Ahmet, Beyazıt, Süleymaniye, Ayasofya camilerinde bulunur. Bu saatlerin çoğunda cami duvarına doğrudan çizilmiş bulunan işaretler silinmiş, çubuklar kopmuş, eğritmiş ya da düşmüş haldedir. İstanbul'daki en güzel dikey saat Üsküdar'da Mihrimah Camiinde bulunur (Resim 2, Şekil 9. Mermer bir levhaya çizili ve duvara demir tırnaklarla tutturulan saatin sağ alt köşesinde Muvakkit Derviş Yahya Muhittin tarafından yeni Merkez Camiinde kullanılmak üzere 1183 (1770) senesinde yaptırılığı belirtilmektedir. Kadranın üst tarafında "Eser-i Saitzade Mehmet Arif Elmemur bi Hizmetül Evkat" başlığı yer almaktadır. Bu saat, Sultan 1. Abdülhamit'in inşa ettirdiği Beylerbeyi Cami Muvakkithanesinde bulunmaktayken, sonraları İskele Camii de denen Mihrimah Camii'nin duvarına yerleştirilmiştir. Yatay çubuk 1970'de yenilenmiş ancak kutup eksenine paralel çubuğun yeri belli olmakla birlikte takılmamıştır.


Kaynak:
Osmanlı imparatorluğunun doruğu 16. yüzyıl teknolojisi, Editor Prof. Dr. Kazım Çeçen, İstanbul 1999, Omaş ofset A.Ş.
arkadaslar burda verılen sekıller ve resımleri veremıyorum eger cok arzu edıyorsanız lınkı tıklamınız yeterlı olacaktır ... Gunes Saati
Son düzenleyen NeutralizeR; 13 Mart 2017 20:11
yasamak kucuk bir umut we insana duyulan sewgiden ibarettir..
lionhead - avatarı
lionhead
Kayıtlı Üye
5 Temmuz 2006       Mesaj #19
lionhead - avatarı
Kayıtlı Üye
TAKİYÜDDİN'İN İSTANBUL GÖZLEMEVİ

Yavuz Unat

On altıncı yüzyılın ikinci yarısında, III. Murat döneminde, İstanbul'da Tophane sırtlarında Takiyüddin tarafından kurulan gözlemevinin Osmanlı bilim tarihinde önemli bir yeri vardır. Osmanlı'nın en önemli bilginlerinden olan Takiyüddin el-Râsıd, 1526 yılında Şam'da doğmuş, Mısır ve Şam'da yetişmiştir. 1550 yılında İstanbul'a gelen Takiyüddin, ekonomik nedenlerden dolayı yargı alanında çalışmayı seçerek Mısır'a gitmiş (1555), bir süre yargı görevinde bulunduktan sonra tekrar İstanbul'a dönmüştür (1570). Bir yıl sonra müneccim başı Mustafa Çelebi'nin ölümüyle II. Selim tarafından müneccim başılığa getirilen Takiyüddin, bu görevdeyken Hoca Saadettin Efendi ile dostluk kurmuş ve 1574'te Galata Kulesi'nde gözlem çalışmalarına başlamıştır. 1577 yılında III. Murat'ın fermanlıyla Tophane sırtlarında bir gözlemevi kurmuş, ancak ne yazık ki bu gözlemevi, Şeyhülislam Kadızâde'nin "Gözlemevleri Bulundukları Ülkeleri Felakete Sürükler" şeklindeki fetvası üzerine 1580'de yıkılmış ve bu olaydan beş yıl sonra da Takiyüddin ölmüştür.

Takiyüddin, matematik ve astronomi başta olmak üzere bilimin çeşitli alanlarında örneğin optik ve tıp araştırmalar yapmıştır. Özellikle trigonometri alanındaki çalışmaları övgüye değerdir. 16. yüzyılın ünlü astronomu Copernicus (1473-1543) daha sinüs,kosinüs, tanjant ve kotanjantın sözünü dahi etmezken, Takiyüddin bunların tanımlarını vermiş, kanıtlamalarını yapmış ve cetvellerini hazırlamış; ayrıca çok eskiden beri kullanılmakta olan altmışlık kesirlerin yerine ondalık kesirleri kullanmaya başlamıştır. Aynı zamanda yetenekli bir teknisyendir. Güneş saatleri ve mekanik saatler yapmış; göllerden, ırmaklar ve kuyulardan suları yukarı çıkarmak için çeşitli araçlar tasarlamış ve bunları bir eserinde ayrıntılarıyla tanıtmıştır.
Takiyüddin, 1570 yılında İstanbul'a gelir gelmez gözlemevi kurma arzusunu gerçekleştirmek üzere dönemin önemli bilginleriyle temasa geçmiş, bu ilgi ve isteği Vezir Sokullu Mehmet Paşa ve Hoca Saadettin tarafından desteklenmiştir. Bu ikisi, III. Murat'ı Takiyüddin'in yönetimi altında bir gözlemevi kurulması konusunda ikna etmeyi başarmışlar, konu sonunda Divân'a götürülerek onaylanmış ve böylece Takiyüddin, padişahın adıyla anılacak bir zîc hazırlamakla görevlendirilmiştir (1575).İnşası 1577'de tamamlanan ve bir süre gözlemlere ev sahipliği yapan İstanbul Gözlemevi'nin ömrü ne yazık ki uzun olmamış; bina 1580'de yıktırılmıştır. 1577 senesinin Kasım ayında, İstanbul semalarında ünlü 1577 kuyrukluyıldızı gözlemlenmişti. Takiyüddin kuyrukluyıldız gözlemi vesilesiyle Sultan Murat'a dair kehanetlerde bulunmuş ve bu olayı iyi haberler müjdeleyicisi olarak yorumlayarak, Türk kuvvetlerinin İranlılara karşı başarılı olacağını söylemiştir. Ancak bu gözlemin ardından İstanbul'da 1578'de bir veba salgını baş göstermiş,gözlemevine karşı olumsuz bir tavır oluşmaya başlamış ve saraydakiler bu fırsattan yararlanarak, bir gözlemevinin kurulduğu her yerde felaketlerin birbirini kovaladığını Uluğ Bey'in (1394-1449) ölümünü de örnek göstererek kanıtlamaya çalışmışlardır. Devrin şeyhülislamı Ahmed Şemseddin Efendi padişaha bir rapor sunmuş ve bu raporunda "gözlem yapmanın uğursuz, feleklerin esrar perdesini küstahça öğrenmeye cüret edenin akıbetinin meçhul olduğunu ve eğer bir memlekette zîc hazırlanacak olursa, o memleket mamur iken harap hale geleceğini ve devletin binalarının zelzele ile yıkılacağını" bildirmiştir. Bunun üzerine Kaptan-ı Derya Kılıç Ali paşa'ya bir Hatt-ı Hümayun gönderilmiş; bunun sonucunda Kılıç Ali Paşa gözlemevini yıkmıştır. Takiyüddin muhtemelen, Hoca Saadettin Efendi sayesinde hayatını kurtarmıştır.
Bu gözlemevinde 16. yüzyılın en mükemmel gözlem araçlarının inşa edildiğini biliyoruz. Yapılan araştırmalar, bu gözlemevinde inşa edilen gözlem araçları ile, ünlü astronom Tycho Brahe'nin (1546-1601) Danimarka Kralı Frederic H'nin himayesinde Hven'de 1576 yılında kurduğu gözlemevindeki gözlem araçları arasında tam bir benzerlik olduğunu göstermiştir.
Bu aletler; gökcisimlerinin enlem ve boylamlarının bulunmasında kullanılan "zât el-halâk" (halkalı araç, ar-millary sphere), yıldızların meridyen geçişlerini gözlemekte kullanılan duvar kadranı (l****, mural quadrant), gökcisimlerinin yükseklik ve azimutla-rını bulmaya yarayan "zât el-semt" ve "l-irüfâ" (azimut yarım halkası, azimuthal semicircle), her yönde yükseklik ölçebilen "zât el-şu'beteyn" (cetvelli araç, turquetuni), yıldızların yükseklik ve zenit yüksekliklerini ölçmeye yarayan tahta cetvelden yapılmış "rub-ı mıstara" (rub-ı defe, tahta kadran, cetvelli kadran), Güneş'in ve Ay'ın çaplarını, Güneş ve Ay tutulmalarını hesap etmekte kullanılan "zât el-sakbeteyn" (iki delikli araç, dioptra), ılım noktalarının (ekinoks) saptanmasına yarayan ve Takiyüddin'in kendi icadı olan "zât el-evtar" (kirişli araç), açısal yükseklik ölçen "müşebbehe bi'l-menâtık" (mushabbaha bi'l-manâ-tık) ve aletlerin dakikliğini artırmak için kullanılan "sindi cetveli"dir. Bu aletler dışında Takiyüddin mekanik saati de kullanmıştır. Âlât-ı Rasadiydde ve Sidret el-Müntehâda. saatten bir astronomik alet olarak söz edilir. Bu saatlerin en önemli özelliği, dakik olmaları; dakikayı ve saniyeyi verebilmeleridir. Avrupa'da ilk dakika ve saniye bölümlenmesi, 1550 'li yıllarda yapılmıştır. Takiyüddin de, 1556 yılında kaleme aldığı el-Kevâkib el-Düriyye adlı eserinde "dakika taksimat'ından söz etmiştir.
Yıldızların sağ açıklıkları, Güneş'le yıldızlar arasında geçen süreyle ölçülür. Bunun için de dakik saatlere ihtiyaç vardır. Saatler, ancak 16. yüzyılın ikinci yansında bir gözlem aracı olarak kullanılabilecek dakikliğe ulaşabilmişlerdir.
TAKİYÜDDİN'İN İSTANBUL GÖZLEMEVİ'NDE KULLANDIĞI SAAT
Tycho Brahe, gözlem amacıyla üç saat yaptırtmıştır. Takiyüddin de gözlemevinde saati bir gözlem aracı olarak kullanmıştır. Âlât-ı Rasadiye'de Batlamyus'un (MS 150'ler), "Zamanı dakik olarak ölçmeyi başarsam, gözlemde tamamiyle bir tasarruf yapabilirdim" dediği nakledilir. Takiyüddin, Sidret el-Müntebâ'nın aletler bahsinde de Batlamyus'un dakika bir tarafa, dakiklikte dereceye bile ulaşmak için bir yöntem bulamadığını ve bundan dolayı dakiklikten "sarfı nazar ettiğini" yazar. Buna karşılık Takiyüddin, astronomik saati yapmakla, Batlamyus'un başaramadığını başarmıştır.
Takiyüddin'in kendi icadı olan bu alet, zamanı belirlemek için kullanılan bir tür mekanik saattir. Sidret el-Müntebâ dan anlaşıldığı üzere, üç ayrı saat makinesi takımını kapsamaktadır. Her takım, geniş bir rota üzerinde iki akreple bir yelkovanı döndürür. Her üç takımı birden hareket ettiren kuvvet ise, kısa bir ipe bağlanmış olan büyük bir ağırlık tarafından sağlanmaktadır. Akrebin biri saati, diğeri derecelere bölünmüş bir daire üzerinde Güneş'in saat açısını, yelkovan ise dakikaları işaret etmektedir. Yelkovanın bulunduğu daire 360'a bölündüğünden, her taksimat arası 10 saniyeyi gösterir. Böylece bunun yansını alarak 5 saniyeye kadar zamanı tayin etmek mümkün olabilmektedir.
TAKİYÜDDİN'İN EL-KEVÂKİB EL-DÜHİYYE Fİ BEN-GÂMÂTEL-DEVRİVYEMM ESERİ
Takiyüddin'in bu yapıtı, İslam dünyasında mekanik saatlere ve saat yapımına ilişkin bilinen ilk kuramsal eserdir. Kanunî Süleyman devrinde İmparator Ferdinand'ın sefiri olarak Osmanlı İmparatorluğu'na gönderilen Baron Busbecq'in, seyahatnamesinde Türklerin mekanik saatlere ilgi duymadığını belirtmesinden üç yıl sonra kaleme alınmıştır. Takiyüddin'in cep, duvar, masa saatlerinin yanında astronomik saatlerle gözlem saatlerini de anlattığı bu kitabı, Batı dünyası da dahil olmak üzere, bu yüzyılda bu konuda kaleme alınmış en kapsamlı eserdir.
Kitabın girişinde saatlerin tanımını ve kapsamını veren Takiyüddin, bunları üçe ayırır kum saatleri, su saatleri ve mekanik saatler. Kitabın birinci makalesi, ağırlık sistemine göre çalışan saatlere ilişkin; ikinci makale ise, zemberekli saatlerin yapımı üzerinedir. Makalenin başında, bir zembereğin yapılışı tarif edilir; sonuç bölümünde ise saat yapımının püf noktaları verilir. Takiyüddin yine bu kitabında, 1561 senesinde, namaz vakitlerini bildiren bir saat yaptığından söz etmektedir.
Takiyüddin, Kitâb el-Turuk el-Seniyyefî el-Âlât el-Rûhâniyye (Otomatlar Üzerine Yüce Yöntemler, 1585) adlı eserinde de, makalenin başında sözünü etmiş olduğumuz gibi, çeşitli mekanik saatler, kaldıraçlar, göllerden, ırmaklardan ve kuyulardan suları yukarı çıkarmak için çeşitli araçlar ve fıskiyeler tasarlamış ve bunları ayrıntılarıyla tasvir etmiştir. Burada tasvirleri verilen mekanik aletler, hava, boşluk ve denge prensipleri üzerine yapılan çalışmalara dayanmaktadır.
Takiyüddin, kitabın giriş kısmında mekanik bir göksel saatin yapımını anlatır. Bu mekanik saatle, Ay ve Güneş'in boylamları, hangi ayda ve hangi günde bulunulduğu, Güneş'in hangi burçta olduğu belirlenebilmektedir. Kitabın birinci bölümü, saatler üzerinedir ve bu kısımda kum saatleri ve mekanik saatler hakkında bilgi verilir. Bu bölümün ikinci faslı ay saatinin, üçüncü faslı ışıklı saatin, dördüncü faslı kum saatinin yapımı hakkındadır.
KUM SAATLERİ
Ortadoğu kökenli olan kum saatlerinin, ilkçağlardan beri kullanıldığı sanılmaktadır; Ortaçağ'da -1300lerde- ise yaygın olarak kullanılmışlardır. Bu saatlerde, bir cam bölmedeki kum, dar bir delikten belirli bir zaman diliminde yavaş yavaş alt bölmeye akar ve altta toplanan kumdan zaman belirlenebilir. Bu saatlerin atası su saatleridir. Kum saatindeki prensip su saatindekiyle aynıdır; yalnızca burada suyun yerini kum alır. Kullanımı su saatlerine göre daha kolay olmasına karşın kum saatlerinde saat ölçümü yapmak zordur, zira bu saatler 5, 10, 15, 60 dakika gibi ancak belirli zaman aralıklarını sayacak biçimde geliştirilmişlerdir.
Osmanlılarda bu saatlerin ne zaman kullanılmaya başlandığını bilmiyoruz, ancak denizciliğin yükseliş dönemi olan 16. yüzyıldan itibaren yaygın olarak benimsendikleri bilinmektedir. Osmanlılarda kum saatlerinin hem astronomide hem de namaz vakitlerinin tayininde kullanıldığı da biliniyor.
USTURLAP
Usturlap, Güneş ve yıldızların ufuk yüksekliklerini ölçüp buradan zaman hesabı yapmayı sağlayan bir gözlem aracıdır. 3 ana kısımdan oluşur:
Birinci kısım, genellikle pirinçten yapılan dairesel bir levhadır. Bunun üzerinde göksel kürenin görünen yarısını temsil eden bir veya iki yay ailesi yer alır. Bunlar yükseklik ve azimutu gösterirler. Bu iki yay ailesi de yerel ufka göre yerleştirilir.
İkinci kısım, diğerleriyle aynı çapa sahip ek bir levha üzerinde yer alan ve "rete" adı verilen kısımdır. Bu kısım ekliptiğin derecelerini ve önemli sabit yıldızların bir kısmının haritasını içerir. Dönüşü, yıldızların gökyüzündeki hareketini temsil eder.
Üçüncü kısım ise birinci levhanın dış kısmı üzerine yerleştirilmiştir ve "alidade" (veya el-hidada) olarak adlandırılır. Birinci levhanın dış kısmına çizilmiş olan taksimatlı kısımdır ve bununla Güneş'in ve gökcisimlerinin yükseklikleri ölçülür.
Usturlap, astronomide gökcisimlerinin yükseklikleri ve zaman hesaplarında oldukça yaygın olarak kullanılmış bir araçtır. Ancak 18. yüzyıldan sonra Avrupa'da kullanılmamış ve Osmanlılarda ise, aynı yıllarda, yapımı usturlaba göre daha kolay olan rub'u tahtası tercih edilmiştir.
RUB'U TAHTASI
Astronomik amaçlarla yapılan gözlemlerde kullanılan duvar kadranının (l****) taşınabilir şekli olan rub'u tahtası, özellikle muvakkitlerin kullandığı bir zaman ölçme aracıdır. Tahtadan imal edilen bu alet, yıldızların yükseklik ve zenit yüksekliklerini ölçmeye yarayan bir çeyrek dairedir. Aletle ilgili ilk bilgiler, Harezmî'nin (MS 780-850 civarı) Mefatih el-Ulûm adlı eserinde yer alır. Rub'u tahtası üzerindeki "zamaniyye yayları" ile gündüz zamanlarını bulmak mümkündür. Yine bu alet yardımıyla trigonometrik fonksiyonlar da belirlenebilmektedir.
KIBLENÜMALAR
Kıblenüma, genellikle yolculuklar sırasında kıble yönünün bulunması ve namaz vakitlerinin belirlenmesine yarayan bileşik bir alettir. Tahtadan ve genellikle pirinçten ve gümüşten imal edilmiştir ; yuvarlak bir kutu içinde pusula ve Güneş saatinin bir arada bulunmasından oluşur. Mekanik cep saatleri çıkmadan önce yaygın olarak kullanılmış ve bir cep saati gibi ihtiyaçlara cevap vermiştir. Üzerindeki pusula ile yön tayin edilebilmekte, meridyen doğrultusu belirlenebilmekte ve meridyen doğrultusuna yerleştirilen bir gnomon ile gündüz saatleri tespit edilebilmekteydi.
Osmanlılarda çok uzun süreden beri tanınan bu alet, İslam ülkelerinde muhtemelen 11. yüzyıldan itibaren zaman ve yön belirlemede kullanılmıştır. Avrupa'da mekanik saatler ortaya çıkmadan önce, cepte taşınan güneş saatleri mevcuttu. Ancak bu saatlere pusula ilavesi 1500'lü yıllarda yapılmıştır.
Cepte taşınabilecek kadar küçük kıblenümaların yanı sıra, muvakkithanelerde ve gemilerde kullanılmak üzere daha büyük boyutlarda kıblenümalar da yapılmıştır. Bu alet, Osmanlılarda 19. yüzyıl sonlarında mekanik aletlerin ortaya çıkışına kadar kullanılmıştır.
Kaynak: İstanbul, Zaman İçinde İstanbul, Ekim 2004, Sayı 51
Son düzenleyen NeutralizeR; 13 Mart 2017 20:12
yasamak kucuk bir umut we insana duyulan sewgiden ibarettir..
lionhead - avatarı
lionhead
Kayıtlı Üye
5 Temmuz 2006       Mesaj #20
lionhead - avatarı
Kayıtlı Üye
ALİ KUŞCU
İslam aleminin büyük astronomu. Doğum yeri kesin olarak bilinmemekte; 15 yy.'ın başlarında Semerkant'da doğduğu kabul edilmektedir. Ölümü ise 16 Aralık 1474 olup, mezarı Eyüp Sultan Türbesi yanındadır.
Uluğ Bey'in hükümdarlığı sırasında Semerkant'da ilk ve dini öğrenimini tamamladı. Küçük yaşta Matematik ve Astronomiye karşı aşırı bir ilgi duydu. Devrinin en büyük alimleri olan Uluğ Bey, Bursalı Kadızade Rumi, Gıyaseddin Cemşid ve Muniüd'den aldığı ilimlerle yetinmeyip, daha fazlasını öğrenme arzusu ve isteği ile kimseye haber vermeden, sinesinde ünlü alimlerin toplandığı Kirman'a gitti. Kirman'da bulunduğu sırada akli ve nakli ilimleri üzerinde çalışmalara devam edip, burada "Hall-ül Eşkalil Kamer" risalesini, "Şerh-i Tecrid" adlı eserini hazırladı.
Kirman'dan tekrar Semerkant'a dönen Ali Kuşçu, Kazazade Rumi'nin ölümü üzerine Uluğ Bey tarafından Semerkant Rasathanesi'ne müdür olarak tayin edildi.
Uluğ Bey'in katledilmesinden sonra Semerkant Medresesi'ndeki dersleri ile rasathanedeki çalışmalarına son vererek, Semerkant'dan ayrılıp Tebriz'e, bir müddet sonra da İstanbul'a gelmiştir. İstanbul'a geldiğinde II. Mehmet kendisini Ayasofya Medresesi'ne müderris olarak tayin etti. Bunun yanında kendi hususi kütüphanesinin müdürlük görevini de verdi.
İstanbul Medreseleri'nde astronomi ve matematik ilimlerinde Ali Kuşçu'nun çalışmaları neticesinde büyük gelişmeler görüldü. Derslerine İstanbul'un meşhur alimleri de katılırdı. İlim sahasında hizmet ve adları il ün yapmış olan Hoca Sinan Paşa, Molla Lütfi ve Ali Kuşçu'nun oğlu Mirim Çelebi gibi alimler onun derslerinde yetiştiler. Ali Kuşçu yalnız telif eserleriyle değil, çalışma ve yol göstermesiyle devrini aşan büyük bir alimdir.

Eserleri:

Risale Fi'Hey'e: 1457 yılında, Semerkant'da, Farsça olarak yazmıştır. Osmanlı
Mühendishanesi'n de XIX. asır başlarında ders kitabı olarak okutuldu.
Risale Fi'l-Fethiye: Astronomiden bahseden bu eser, bir önceki eserin eklerle
Arapça'ya çevrilmişidir. Bu eserde, ekliptiğin eğimini hesap eden
Ali Kuşçu, "23 30 17 " olarak bulmuştur. Bugün bulunan değer ise, "23 27 00" dır. Bu iki değer arasındaki küçük fark, Ali Kuşçu'nun Astronomi'deki üstün bilgisini ortaya koyar.
Risale Fil Hesap: Matematik kitabıdır.
Risale Fil Muhammediye: Cebir ve hesap konularından bahseder. Eserin son sayfasında Ali Kuşçu'nun kendi el yazısı ile bir imzası ve eserin 1472 yılında bittiğini belirten bir kayıt vardır.Bunlardan başka Uluğ Bey Ziya'ine yazdığı şerh en mühim eseri olup, çok kıymetlidir.
yasamak kucuk bir umut we insana duyulan sewgiden ibarettir..

Benzer Konular

24 Temmuz 2016 / Misafir Cevaplanmış
26 Mayıs 2011 / virtuecat Osmanlı İmparatorluğu
1 Ekim 2017 / Misafir Osmanlı İmparatorluğu
6 Nisan 2010 / ThinkerBeLL Osmanlı İmparatorluğu
27 Haziran 2012 / Misafir Osmanlı İmparatorluğu