Arama

Osmanlı'da Teknoloji

Güncelleme: 9 Ağustos 2011 Gösterim: 123.113 Cevap: 41
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
1 Mayıs 2006       Mesaj #1
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
XVI. Yüzyıl'da Osmanlı Astronomisi ve Müesseseleri

Sponsorlu Bağlantılar
XVI yüzyıl Osmanlı Devleti'nin her alanda zirveye ulaştığı bir asırdır. Bir taraftan sınırları üç kıtada en son noktasına varmış, karada ve denizde zamanının en güçlü ordularını meydana getirmiş, diğer taraftan sahip olduğu düzenli gelirler ve sağlam ekonomi ile belirli bir refah seviyesine ulaşmıştır. XVI. yüzyılda böylesine maddi bir kudreti yakalayan Osmanlı Devleti, bilim, kültür ve sanatta da en mütekâmil dönemini yaşamıştır. Osmanlı astronomi literatürünü oluşturan 600 astronom veya astronomi eseri müellifinin seksen beşi XVI. yüzyılda yaşamış ve bu asırda Osmanlı astronomisinin önemli eserleri yazıldığı gibi Türkçe'de altmışa yakın eser kaleme alınmıştır.


XIV. yüzyılın başında İznik'te kurulan ilk Osmanlı medresesi ile başlayan ve Fatih Sultan Mehmed'in fetihten sonra İstanbul'da tesis ettiği Semaniye Medreseleri ile devam eden ve yine İstanbul'da Kanuni Sultan Süleyman tarafından kurulan Süleymaniye Medreseleri ile tam anlamıyla yerleşen Osmanlı yüksek eğitim sistemi, artık en olgun noktasına varmıştı. Fatih edreselerinin kurulmasıyla astronominin de içinde bulunduğu akli ilimlerin eğitimi medrese tahsilinin bir unsuru haline gelmiştir. Diğer taraftan, klasik İslâm biliminin Kahire-Şam, Meraga ve Semerkant gibi ana bilim geleneklerinin birikimleri İstanbul'a aktarılmıştı. Böylece İstanbul, İslâm dünyasının sadece siyasî başkenti olmasının yanında aynı zamanda bilim ve kültür başkenti de olmuştu. Osmanlı âlimleri de devraldıkları klasik İslâm bilimini geliştirmiş ve üzerine orijinal eklemelerde bulunmuşlardır.
Bu yüzyılda ilmi müesseseler yönünden de bir klasikleşme müşahede edilmektedir. Yukarıda zikrettiğimiz medreseler son hâlini almış ve Dârültıp Medresesi tesis edilmiştir. Aynı durum astronomi müesseseleri için de söz konusudur.

r1
"Takiyüddin el-Rasıd tarafından kurulan İstanbul Rasathanesi"

r2

İstanbul Rasadhanesi kurucusu Râsıd Takiyüddin Beyoğlundaki Rasadhanesi önünde yardımcısı ve öğrencileri ile
XVI. yüzyıla gelindiğinde, Osmanlı Devleti'nde, doğrudan Osmanlı saray teşkilâtının bir unsuru olan ve Osmanlılarda resmî astronomi işlerini yürüten müneccimbaşılık, Zîc-i İlhanî ve Uluğ Bey Zîci'nin tashihi için kurulan ve astronomik gözlemleri esas alan İstanbul Rasathanesi ve daha çok camilerin bir unsuru olarak vakit tayini ile ilgilenen muvakkıthaneler zikredilmesi gereken üç önemli klasik astronomi müessesesidir. Osmanlı astronomi literatürünü oluşturan 600 astronom veya astronomi eseri müellifinin seksen beşi XVI. yüzyılda yaşamış ve bu asırda Osmanlı astronomisinin önemli eserleri yazıldığı gibi Türkçe'de altmışa yakın eser kaleme alınmıştır.
Müneccimbaşılık
Osmanlı Devleti'nde ve hususiyle saraydaki müneccimlerin başında bulunan kişiye "müneccimbaşı" denilmektedir. Müneccimbaşılık, arşiv belgeleri ve kaynaklardaki bilgilere göre, XV. yüzyılın sonları ile XVI. yüzyılın başlarında ortaya çıkmış bir müessesedir. Osmanlı sarayında bîrun erkânından olan müneccimbaşılar, aslen ilmiye sınıfına mensup, medrese mezunu kişiler arasından seçilmekteydi.
XVI. yüzyılda Seydi İbrahim b. Seyyid, İshak Sa'di Çelebi, Yusuf b. Ömer, Mustafa b. Ali, Takiyüddin Râsıd gibi kişiler müneccimbaşılıkta bulunmuşlardır. Mustafa b. Ali astronomi ve coğrafya sahasında oldukça mühim bazı eserler telif etmiştir. Takiyüddin Râsıd da astronomi ve matematik sahasında birçok önemli eser vermesinin yanında İstanbul'da bir de rasathane açmış ve bazı gözlemlerde bulunmuştur. XVI. yüzyılda müneccimbaşıların astronomi ve astroloji alanında saraya ait bir çok vazifesi bulunmaktaydı.

Müneccimbaşılar XVI. yüzyıldan itibaren saray ve ileri gelen devlet adamları için takvim, imsakiye ve zâyiçe gibi işler yapmaya başlamışlardır. Müneccimbaşının en önemli vazifesi takvim hazırlamaktı. Takvimler 1800 senesine kadar Uluğ Bey Zîci'ne göre, bu tarihden sonra da Jacques Cassini Zîci'ne göre hesap edilmiştir. Ayrıca her Ramazan ayından önce imsakiye hazırlanması ve zâyiçe hazırlamak da müneccimbaşıların vazifeleri arasında bulunmaktaydı. Başta cülus olmak üzere savaş, doğum, düğün, denize gemi indirilmesi, has atların çayıra salınması, padişahın yazlık ve kışlığına gitmesi gibi birçok önemli, önemsiz konuda müneccimbaşılar ve bazen müneccim-i sânîler uğurlu saat tesbit ederlerdi. Başta padişahlar olmak üzere birçok devlet adamı müneccimbaşıları zâyiçelerine göre değerlendirmiş ve zâyiçelerinin isabetli çıkması üzerine onlara birçok ihsanlarda bulunmuşlardır. Bununla birlikte Sultan I. Abdülhamid ve III. Selim gibi uğurlu saate ve zâyiçeye itimat etmeyen padişahlar da bulunmaktaydı. Ancak uğurlu saat uygulaması âdet haline geldiği için bu padişahlar inanmadıkları bu işin önüne geçememişlerdir.


Diğer taraftan kuyruklu yıldızların geçişi, zelzele, yangın, Güneş ve Ay tutulmaları gibi önemli astronomi hâdiseleri ile fevkalade olayları da müneccimbaşılar takip eder ve yorumları ile birlikte saraya bildirirlerdi.

Muvakkıthanelerin idaresi müneccimbaşılara ait idi. Bunun yanında Dârü'r-rasadü'l-cedid adıyla İstanbul'da kurulan rasathanenin idaresi Müneccimbaşı Takiyüddin Râsıd'ın idaresindeydi. XIX. yüzyılın ilk yarısında kurulan Mekteb-i Fenn-i Nücûm adlı mektep de Müneccimbaşı Hüseyin Hüsni ve Müneccimbaşı Sadullah Efendi'nin idaresinde bulunmaktaydı.

Ulemâ sınıfına mensup saray memurlarından olan müneccimbaşılar, silahtar ağaya bağlı olan hekimbaşının maiyyetinde bulunduklarından tayin ve azilleri de onun tarafından yürütülürdü. Müneccimbaşılar, XVI. asırda saraya takvim takdim etmelerinden dolayı 2000 akçe, müneccimler ise 1000 akçe ücret almaktaydılar (4). Osmanlı Devleti'nde otuz yedi kişi müneccimbaşılıkta bulunmuştur. Bunların arasında Takiyüddin Râsıd (ö. 1585) İstanbul'da kurduğu rasathane ile, Müneccimbaşı Derviş Ahmet Dede (ö. 1702) de yazdığı Arapça tarih kitabı Camiü'd-Düvel ile meşhur olmuştur. Müneccimbaşı Hüseyin Efendi (ö. 1650) ise zâyiçelerinin isabetiyle tanınmıştır. Müneccimbaşılar ilmiye mensubu olduklarından dolayı müderrislik ve kadılık gibi birçok vazifelerde bulunmuşlardır.

XVI. yüzyıldan sonra belirli bir sisteme göre devam eden müneccimbaşılık Osmanlı Devleti'nin sonuna kadar faaliyetlerini sürdürmüştür. Müneccimbaşı Hüseyin Hilmi Efendi'nin vefatına kadar gelen bu müessese, onun 1924 yılında vefatıyla yerine tekrar müneccimbaşı tayin edilmeyerek lağvedilmiş ve 1927 senesinde baş muvakkıtlık makamı tesis edilmiştir.
İstanbul Rasathanesi
Osmanlılarda ilk rasathane İstanbul'da Sultan III. Murad döneminde (1574-1595) Takiyüddin Râsıd tarafından kurulmuştur. Şam'da 932/1526 senesinde doğan Takiyüddin, Şam ve Mısır'da eğitimini tamamladıktan sonra bir müddet kadılık ve müderrislik yapmış, bu arada astronomi ve matematik alanında önemli çalışmalarda bulunmuştur. l570'te Mısır'dan İstanbul'a gelen Takiyüddin, bir sene sonra (1571) vefat eden Müneccimbaşı Mustafa b. Ali'nin yerine müneccimbaşılığa tayin edilmiştir.

r3
"1577 de İstanbul semasında bir ay görülen, Takiyüddin tarafından izlenen Kuyruklu Yıldız."

r4

Takiyüddin el-Rasıd tarafından kurulan İstanbul Rasathanesinde bulunan "Zâtu'l-Halak Şehinşahname
İstanbul'da başta Hoca Sadeddin Efendi olmak üzere meşhur ulemâ ve önemli devlet adamları ile yakınlık sağlayan Takiyüddin, Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa vasıtasıyla da Sultan III. Murad ile tanışmıştır. Takiyüddin, astronomiye meraklı olan padişaha kullanmakta oldukları Uluğ Bey Zîci'nin yaptığı hesaplara kâfi gelmediğini ve yeni bir zîcin hazırlanması gerektiğini anlatarak rasathane kurulması fikrini açtı. Sultan Murad, atalarına nasip olmayan ve ilk defa kendisine nasip olacak bu işi memnuniyetle karşılayarak rasathanenin hemen inşa edilmesini ister ve ayrıca gerekli olan maddî desteği de verir. Bu arada çalışmalarına Galata Kulesi'nden devam eden Takiyüddin, 985/1577'den itibaren de kısmen tamamlanan Dâru'r-rasadü'l-cedîd adındaki yeni rasathanede faaliyetlerini sürdürür.
Bir büyük bir de küçük iki ayrı binadan müteşekkil olan rasathane, Tophane sırtlarında bir yerde inşa edilmiştir. Takiyüddin eski İslâm rasathanelerinde kullanılmış olan aletleri büyük bir titizlikle imal etmiştir. Bununla birlikte bazı yeni aletler de icat etmiş ve gözlemlerinde ilk defa kullanmıştır. Rasathane'de çoğunluğu astronomi ve matematik kitaplarından oluşan büyük bir kütüphane de kurulmuştur. Rasathanenin sekizi râsıd, dördü kâtip ve diğer dördü de yardımcı olarak vazife yapan Takiyüddin ile birlikte on altı kişilik bir kadrosu bulunmaktaydı.

Rasathane'de bulunan aletler ise şunlardı: Zâtü'l-halak (armillae zodiak), kadran (mural quadrant), zâtü's-semt ve'l-irtifâ (azimuthal semicircle), zâtü'ş-şubeteyn (triquetrum), rub'u mıstar (rub -u deffe), zâtü's-sekbeteyn (dipotra), zâtü'l-evtâr, el-müşebbehe bi'l-menâtik (sextant).

Şam ve Semerkant astronomi ekollerini şahsında birleştiren Takiyüddin, rasathanede ilk olarak Uluğ Bey Zîci'nin tashihi işine başlamıştır. Bununla birlikte Güneş ve Ay tutulmaları ile çeşitli gözlemler de yapmıştır. Ramazan 985/Eylül 1578 tarihinde İstanbul'dan bir ay süreyle gözlenen kuyruklu yıldızı da rasathaneden gece gündüz uyumadan gözlemiş ve gözlemlerinin neticelerini padişaha sunmuştur. Takiyüddin yeni geliştirdiği teknikler ve aletler vasıtasıyla gözlemlerinde yeni uygulamalar ve astronomi problemlerinde orijinal çözümler getirmiştir. İlk defa mekanik saat kullanarak çok dakik gözlemler yapmıştır. Diğer taraftan da astronomi hesaplarında altmış tabanlı sayı sistemi yerine on tabanlı sayı sistemini kullanmakla ve ondalık kesirlere göre trigonometri cetvelleri hazırlamakla dikkat çekmiştir. Ekliptik ile ekvator arasındaki 23° 27' lik açıyı 1 dakika 40 saniye farkla 23° 28' 40" bularak ilk defa gerçeğe en yakın ve doğru dereceyi hesaplamıştır. Güneş parametreleri hesabında da yeni bir yöntem uygulamıştır. Sabit yıldızların boylamlarının tesbitinde ise Ay yerine Venüs'ü kullanarak daha dakik neticeler elde etmeyi planlamıştır. Osmanlılarda otomatik makineler üzerine ilk eseri de Takiyüddin yazmıştır.

Rasathane, çok kısa sayılabilecek bir zamanda oldukça önemli faaliyetlere sahne olmuştur. Takiyüddin gözlemlerini Sidrot Muhtaha'l-Efkâr fi Melekût al-Felek al-Devvâr veya al-Zîc al-Şehinşâhî adlarıyla bilinen eserinde bir araya toplamıştır. Ancak Takiyüddin rasathanede yaptığı gözlemlerle Güneş ile ilgili cetvellerini tamamlayabilmiş ise de Ay ile ilgili cetvelleri tamamlayamamıştır. Takiyüddin kendisi ile aynı zamanda yaşamış ve rasathane kurmuş olan Tycho Brahe ile karşılaştırıldığında Brahe'den daha net ve dakik rasatlar yaptığı ortaya çıkmaktadır. Ayrıca onun rasathanesinde bulunan bazı aletler Brahe'nin aletlerinden daha üstündü. Ancak Takiyüddin rasatlarını tamamlayamazken Tycho Brahe uzun süre rasat yapmış ve 777 yıldızın yerini tesbit etmiştir.

İslâm âlimlerinin astronomi eserlerini inceleyen Takiyüddin, eserlerinde yeni unsurlar yanında eskilerin tenkidini de yapmıştır. Rasathane bazı siyasi çekişmeler sebebiyle ve dini gerekçeler ileri sürülerek 4 Zilhicce 987/22 Ocak 1580 tarihinde Padişah'ın emriyle Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa tarafından yıkılmıştır .
Muvakkıthaneler
Osmanlı-Türk medeniyetinde, imaret adıyla bilinen kamu binalarından olan muvakkıthaneler, hemen her şehir ve kasabada cami veya mescidlerin bahçesinde bir iki oda hâlinde bulunan kurumlardır. Muvakkıthaneler bulundukları külliyenin vakfı tarafından idare edilmekte olup, buralarda vazife yapan kişilere ise muvakkit denilirdi.

Emeviler döneminde (661-750) ortaya çıkan muvakkıthaneler, Osmanlılarda özellikle İstanbul'un fethinden sonra yaygınlaşmıştır. İstanbul'da ilk inşa edilen muvakkıthane 1470 tarihli Fatih Camii Muvakkıthanesidir . Osmanlılar İstanbul'da birçok muvakkıthane kurmuşlardır. Bunlardan en meşhuru, XVI. asırda kurulan Bayezid Camii Muvakkıthanesi idi. Evliya Çelebi bu ünün, muvakkıthane saatlerinin çok dakik olmasından ileri geldiğini söylemektedir. Yavuz Selim, Fatih, Şehzade, Eminönü'nde bulunan muvakkıthaneler de İstanbul'un diğer meşhur muvakkıthaneleri idi. Özellikle namaz vakitlerini belirlemek için kurulmuş olan muvakkıthanelerde bu iş güneş saatleri ile yapılırdı.

r5
"İstanbul semalarında bir ay görünen 1577 Kuyruklu Yıldızın bir başka resmi"

Ayrıca muvakkıtlar, isteyenlere basit astronomi dersleri de verirlerdi. Bazı muvakkıtlar senelik takvim ile Ramazan ayı için imsakiye hazırlarlardı. Muvakkıtların hemen hemen tamamı basit astronomi aletlerini kullanmayı bildikleri gibi içlerinde bu sahada eser verecek seviyede bilgi sahibi olanlar da vardı.
Muvakkıthaneler, muvakkıtların bilgisine göre hem bir astronomi eğitimi yeri ve hem de basit bir gözlemevi idi. Bu yüzden İstanbul'daki bazı muvakkıthanelerin, mü-neccimbaşıların yetişmelerinde önemli bir yeri bulunmaktaydı. Zira bir kısım muvakkıtlar, muvakkıthanelerdeki başarılı çalışmaları ve faaliyetleri sebebiyle müneccimbaşılığa kadar yükselmişlerdir.

Bu kurumların idaresi ve görevlilerin maaşı, bağlı bulundukları vakıf tarafından karşılandığı halde tayinleri müneccimbaşı tarafından yapılırdı. Vefat eden muvakkıtın yerine oğlu tayin edilir, eğer muvakkıtın evladı yoksa isteklilerden imtihanla biri tayin edilirdi. Muvakkit olacak kişilerin ehliyetli olmasına dikkat edilirdi. Bu husus vakfiyelerde de belirtilirdi. Muvakkıthaneler, XIX. asırda mekanik saatlerin yaygınlaşmasına rağmen Osmanlı Devleti'nin sonuna kadar varlıklarını muhafaza etmişlerdir. Cumhuriyetin ilânı ile başmuvakkıtlık (1927) adı altında kurulan yeni bir müesseseye devredilen muvakkıthaneler, 20 Eylül 1952'de kapatılmıştır. Bugün bazı muvakkıthanelerin binaları hâlen mevcut olmakla beraber, çoğu metruk ya da başka amaçlarla kullanılmaktadır.

Son düzenleyen BrookLyn; 9 Ağustos 2011 12:28
lionhead - avatarı
lionhead
Kayıtlı Üye
23 Haziran 2006       Mesaj #2
lionhead - avatarı
Kayıtlı Üye
Türkiye'de Şimdiye Kadar Olan Teknoloji Serüveni
Osmanlı Sarayı için geliştirilen Otomatlardan biri de 1769 Yılında Baron Von Kempelen tarafından yapılan satranç oynayan adamdı.Bu otomat Viyana ve Moskova fuarlarında sergilenmişti.Ancak daha sonraları bu otomatın içinde insan gizlendiği iddia edilmiştir.Bir Zemberekten güç alan metal silindir ve üzerindeki kamlar sayesinde olasılıkları hesaplayabilen karmaşık bir mekanizması vardı.O yıllarda Laterna mekaniğinin benzeri olan bu sistemler daha sonraları Thomas Alva Edison'a da ilham kaynağı olacak ve Edison üzerinde sabitlenmiş kamları bulunan silindirin yerine üzerine yazılabilir balmumu silindiri koyarak gramafonu icad edecekti.Bu örnek tarihte icatların öyle gökten düşmediğine ilişkin çarpıcı bir örnektir.
Sponsorlu Bağlantılar

Robotik biliminin babası: El Cezeri
Batı Literatüründe M.Ö 300 Yıllarında Yunan Matematikçi Archytas tarafından buharla çalışan bir Güvercin yapılmış olduğu belirtilsede robotikle ilgili bilinen en eski kayıt Anadolu'ya aittir. Artuklu Türklerinin Diyarbakır’da hüküm sürdüğü yıllarda yaşayan El Cezeri’nin ( Ebu el İz İbni İsmail İbni Rezzaz El Cezeri) 1136-1206 yılları arasında yaşadığı tahmin edilmektedir.Dünya bilim tarihi açısından bugünkü sibernetik ve robot biliminde çalışmalar yapan ilk bilim adamı olan Ebû’l İz El Cezeri, çalışmalarını Artukoğulları Sultanı için yazdığı Kitab’ül-Cami Beyn’el İlmi ve el-Ameli’en Nafi fi Sınaati’l Hiyel (Mekanik Hareketlerden Mühendislikte Faydalanmayı İçeren Kitap) adlı eserinde ortaya koydu. 50’den fazla cihazın kullanım esaslarını, yararlanma olanaklarını çizimlerle gösterdiği bu olağanüstü kitapta Cezeri, “Tatbikata çevrilmeyen her teknik ilmin, doğru ile yanlış arasında kalacağını” söyler. Bu kitabın orijinali günümüze kadar ulaşamadıysa da, bilinen 15 kopyasından 10’u Avrupa’nın farklı müzelerinde, 5 tanesi Topkapı ve Süleymaniye kütüphanelerinde yer almaktadır. Kısaca Kitab-ül Hiyel adıyla bilinen eseri 6 bölümden oluşur. Birinci bölümde binkam (su saati) ile finkanların (kandilli su saati) saat-ı müsteviye ve saat-ı zamaniye olarak nasıl yapılacağı hakkında 10 şekil; ikinci bölümde çeşitli kap kacakların yapılışı hakkında 10 şekil, üçüncü bölümde hacamat ve abdestle ilgili ibrik ve tasların yapılması hakkında 10 şekil; dördüncü bölümde havuzlar ve fıskiyeler ile müzik otomatları hakkında 10 şekil; beşinci bölümde çok derin olmayan bir kuyudan veya akan bir nehirden suyu yükselten aletler hakkında 5 şekil; 6. bölümde birbirine benzemeyen muhtelif şekillerin yapılışı hakkında 5 şekil yer alır. Teorik çalışmalardan çok pratik ve el yordamıyla ampirik çalışmalar yapan Cezeri’nin kullandığı bir başka yöntem de yapacağı cihazların önceden kağıttan maketlerini inşa edip geometri kurallarından yararlanmaktı. İlk hesap makinesinden asırlar önce aynı sistemle çalışan benzer bir mekanizmayı, geliştirdiği saatte kullanan Cezeri, sadece otomatik sistemler kurmakla kalmamış, otomatik olarak çalışan sistemler arasında denge kurmayı da başarmıştı. Cezeri, Jacquard’ın otomatik kontrollü makinelerin ilki sayılan otomatik dokuma tezgahından 600 yıl önce değişik haznelerdeki suyun seviyesine göre ne zaman su dökeceğine, ne zaman meyve ve içecek sunacağına karar veren otomatik hizmetçiyi geliştirdi.

Bazı makinelerinde hidro mekanik etkilerle denge kurma ve harekette bulunma sistemine yönelen Cezeri, bazılarında ise şamandıra ve palangalar arasında dişli çarklar kullanarak karşılıklı etkileme sistemini kurmaya çalıştı. Kendiliğinden çalışan otomatik sistemlerden sonra su gücü ve basınç etkisinden yararlanarak kendi kendine denge kuran ve ayarlama yapan dengeyi oluşturması, Cezeri’nin otomasyon konusundaki en önemli katkısıdır. Bugün sibernetiğin ve bilgisayarın ilk adımlarını attığı ve ilk robotu yapıp çalıştırdığı kabul edilen Ebû’l İz El Cezeri, Anadolu’da yaşadı.

Kitab-ül Hiyel 6 bölümden oluşmaktadır:


Konu başlıkları
  • 1 Tanım
  • 2 Robot (ik) kelimesinin Kökeni
  • 3 Endüstriyel Robotik
  • 4 Operasyonel Robotik
  • 5 Tıp ve Sağlıkta Robotik
  • 6 Sibernetik
  • 7 Sinemada Robotik
  • 8 Oyuncak Robotlar
  • 9 Hobi Amaçlı Robotik
  • 10 Robotik biliminin babası: El Cezeri
  • 10.1 Kitab-ül Hiyel den örnekler
  • 10.2 18. ve 19.Yüzyılda Avrupa'da Robotik
Kitab-ül Hiyel'den örnekler:
  • Otomatik Kuşlar
  • Filli saat
  • Otomatik yüzen kayık ve çalgıcılar
  • Birbirine şerbet ikram eden iki şeyh
  • Dört çıkışlı iki şamandıralı otomatik sistem
  • İki bölümlü testi (termos)
  • Otomatik su akıtma , ikramda bulunma ve kurulama makinası
  • Su çarkı kepçe mekanizması
  • Motor-kompresör mekanizması
  • Su çarkı su dolabı
Yapay Zeka Ve Robotik

Anadolu'nun Dahi Mühendisi: Cezeri

İki yüzyıl önce sanayi devrimini yapmış Batı dünyasıyla karşılaştırıldığında Türkiye’nin tasarlayıp, yapma anlamında makinelerle geçmişinin çok eskiye dayanmadığı, Anadolu insanının icatlarının son derece sınırlı kaldığı çok yaygın bir kanı. Elbette üretim süreçlerini dönüştürme, kitlesel üretime olanak tanıma ve endüstriyel gelişimi hızlandırma anlamında çok da yanlış bir kanı değil. Ama... İşte her şeyin bir “ama”sı var. Tarihin gölge düşmüş yaprakları arasından Bediüzzaman Ebû’l İz İbni İsmail İbni Rezzaz El Cezeri bize bakarken, bunları söylemek hiç de kolay değil. Çünkü Artuklu Türklerinin Diyarbakır’da hüküm sürdüğü yıllarda Artukoğulları Sultanı Mahmut bin Mehmet bin Kara Aslan’ın sarayında 32 yıl mühendislik yapan Cezeri’nin buluşları, asırlar sonra hayat bulan birçok teknik aracın temelini oluşturdu.

Doğum ve ölüm tarihleri kesin olarak bilinmemekle birlikte 1136-1206 yılları arasında yaşadığı tahmin edilen Cezeri’nin su saatleri, su robotları, otomatik termos gibi birçok teknik ve mekanik buluşu yaşadığı dönemde de izleyenleri şaşırtırdı. Ama asıl ilginç olan Cezeri’nin bilgisayarın dayandığı sistemin ve sibernetik biliminin temellerini atan bilim adamı olmasıdır. Ebû’l İz El Cezeri, bilgisayarın babası olarak bilinen İngiliz matematikçi Charles Babbage’den 6 yüzyıl önce aynı sisteme dayalı makineler ve otomatik aletler yaptı ve bunları çalıştırdı; sibernetiğin kurucusu olarak bilinen nörolog Ross Ashby’den 800 yıl önce de sibernetik ve otomatik makinelerin kendi kendine çalışması konusunda bilimsel çalışmalar yaptı; bu bilimin temellerini attı.

Dünya bilim tarihi açısından bugünkü sibernetik ve robot biliminde çalışmalar yapan ilk bilim adamı olan Ebû’l İz El Cezeri, çalışmalarını Artukoğulları Sultanı için yazdığı Kitab’ül-Cami Beyn’el İlmi ve el-Ameli’en Nafi fi Sınaati’l Hiyel (Mekanik Hareketlerden Mühendislikte Faydalanmayı İçeren Kitap) adlı eserinde ortaya koydu. 50’den fazla cihazın kullanım esaslarını, yararlanma olanaklarını çizimlerle gösterdiği bu olağanüstü kitapta Cezeri, “Tatbikata çevrilmeyen her teknik ilmin, doğru ile yanlış arasında kalacağını” söyler. Bu kitabın orijinali günümüze kadar ulaşamadıysa da, bilinen 15 kopyasından 10’u Avrupa’nın farklı müzelerinde, 5 tanesi Topkapı ve Süleymaniye kütüphanelerinde yer almaktadır.
Kısaca Kitab-ül Hiyel adıyla bilinen eseri 6 bölümden oluşur. Birinci bölümde binkam (su saati) ile finkanların (kandilli su saati) saat-ı müsteviye ve saat-ı zamaniye olarak nasıl yapılacağı hakkında 10 şekil; ikinci bölümde çeşitli kap kacakların yapılışı hakkında 10 şekil, üçüncü bölümde hacamat ve abdestle ilgili ibrik ve tasların yapılması hakkında 10 şekil; dördüncü bölümde havuzlar ve fıskiyeler ile müzik otomatları hakkında 10 şekil; beşinci bölümde çok derin olmayan bir kuyudan veya akan bir nehirden suyu yükselten aletler hakkında 5 şekil; 6. bölümde birbirine benzemeyen muhtelif şekillerin yapılışı hakkında 5 şekil yer alır.

Teorik çalışmalardan çok pratik ve el yordamıyla ampirik çalışmalar yapan Cezeri’nin kullandığı bir başka yöntem de yapacağı cihazların önceden kağıttan maketlerini inşa edip geometri kurallarından yararlanmaktı. İlk hesap makinesinden asırlar önce aynı sistemle çalışan benzer bir mekanizmayı, geliştirdiği saatte kullanan Cezeri, sadece otomatik sistemler kurmakla kalmamış, otomatik olarak çalışan sistemler arasında denge kurmayı da başarmıştı. Cezeri, Jacquard’ın otomatik kontrollü makinelerin ilki sayılan otomatik dokuma tezgahından 600 yıl önce değişik haznelerdeki suyun seviyesine göre ne zaman su dökeceğine, ne zaman meyve ve içecek sunacağına karar veren otomatik hizmetçiyi geliştirdi. Bazı makinelerinde hidro mekanik etkilerle denge kurma ve harekette bulunma sistemine yönelen Cezeri, bazılarında ise şamandıra ve palangalar arasında dişli çarklar kullanarak karşılıklı etkileme sistemini kurmaya çalıştı. Kendiliğinden çalışan otomatik sistemlerden sonra su gücü ve basınç etkisinden yararlanarak kendi kendine denge kuran ve ayarlama yapan dengeyi oluşturması, Cezeri’nin otomasyon konusundaki en önemli katkısıdır.

Bugün sibernetiğin ve bilgisayarın ilk adımlarını attığı ve ilk robotu yapıp çalıştırdığı kabul edilen Ebû’l İz El Cezeri, Anadolu’da yaşadı.

Son düzenleyen BrookLyn; 9 Ağustos 2011 12:34
yasamak kucuk bir umut we insana duyulan sewgiden ibarettir..
lionhead - avatarı
lionhead
Kayıtlı Üye
25 Haziran 2006       Mesaj #3
lionhead - avatarı
Kayıtlı Üye
Hangi Tarih? - Avrupa, Türkiye ve Atatürk
Ahmet Taner Kışlalı'nın, 11.7.1997 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan bu makalesi güncelliğini koruduğu için 21.10.2000 tarihinde bir kez daha yayımlanmıştı.
Şu sözler daha çok yeni. Prof. Justin McCarty'ye ait:
"...Atatürk olmasaydı, Türk belki Özbekistan'da olurdu, ama Trakya ve Anadolu'da kalmazdı. 100 yılda tüm civar büyük coğrafyadan sürülmüş ve katledilmiş Türklerin Konya Ovası'ndan sürülmeleri ve atılımları ne kadar sürerdi sanıyorsunuz?"
Ve Amerikalı tarihçi devam ediyor:
"...Ne Türk ne de Türkiye kalırdı. Mustafa Kemal sadece ülkeyi kurtarmadı, Türk neslini de kurtardı!"
Bu sözler İstanbul'da, Haliç Rotary Kulübü'nün düzenlediği bir toplantıda edildi. Konuşmacı somut konuştu. Rakamlar verdi. Kanıtlar gösterdi. Tarihin nasıl tersyüz edildiğini sergiledi.Ama basın, numaracı cumhuriyetçilerden esirgemediği ilgiyi, bu olaydan esirgedi. Prof. McCarty'ye göre, Türkler Hıristiyanları katletmedi. Tersine, Hıristiyanlar Türkleri ve Müslümanları katlettiler.

1821'de patlak veren Yunan milliyetçiliği; bulunan, yakalanan her Türkün öldürülmesine neden olmuştu. Yunan etkisiyle, Arnavutluk ve Romanya'da da ele geçen tüm Müslümanlar katledilmişlerdi. O dönemde öldürülen Türklerin sayısının 25 bin dolayında olduğu tahmin ediliyordu. Bulgaristan'daki 1876 ayaklanmasında da Türkler kitle halinde yok edilmişlerdi. Türk köyleri yakılıp yıkılırken bir-iki kişinin kaçmasına izin veriyorlardı. Amaç, onların olanları diğer köylerde anlatmaları ve Türklerin kaçıp topraklarını terk etmelerinin sağlanmasıydı. Savaş bittiğinde 675 bin Türk sürgüne zorlanmış ve yüzde 17'si yollarda ölmüştü. Manastır'da ve Kavala'da yapılan katliamı, İngiliz elçileri de raporlarında doğruluyorlardı.

Ermeni katliamını ise Fransız kaynakları belgeliyordu.Prof. McCarty'ye göre, Doğu Anadolu'daki nüfusun yaklaşık yüzde 7-9'u Ermenilerce öldürülmüştü. Amerikalı tarihçinin kanıtlara dayanarak çizdiği tablo çok açık. 19'uncu yüzyılın başlarından 20'nci yüzyılın başlarına kadar, Balkanlar'dan Kafkaslar'a kadar 5 milyon 60 bin Türk öldürülmüş. 5 milyon 381 bini de sürgün edilmiş, yerinden yurdundan olmuş.
Peki bu vahşet ne zaman ne kadar sürmüş?
Yanıtını Prof. McCarty çok net veriyor:
"...Türk bağımsızlık savaşında bir şey oldu ve plan artık yürümedi!.. Yunanlılar bozguna uğrayınca, kaçarken her yeri yaktılar, yıktılar, herkesi öldürdüler. Amerikan elçisi ve Amerikan kaynakları bu olayı doğruluyorlar... Sadece Batı'da Rumlar tarafından 1 milyonun üzerinde Türk öldürüldü, 1-2 milyonu da sürgüne zorlandı."
Ve ekliyor:
"...Çok kötü bir yüzyıl olmuştur. Müslüman ülkesi yok edilmiştir. 1800-1922 arasında Yunanlılar 950 bin göçmen, 320 bin ölü verdiler. Ermeniler 910 bin göçmen ve 580 bin ölü verdi. Oysa aynı dönemde 5 milyon Müslüman göç etmek zorunda kaldı, 5 milyondan fazlası da öldü."
Sonuç?
"...Bu ibret tablosunun karşısında, kim suçlu diye sormak gerekiyor. Mustafa Kemal'in itildiği Konya Ovası'nı gözler önüne getirin. Bir yüzyılda nereden nereye gelinmiş! Ben size diyorum ki, Atatürk olmasaydı, Türk kalmazdı... Diyebilirdi ki, ben Selanik'e kadar gidiyorum. Herkes arkasından giderdi. Hayır, büyük önder Türklerin ne kadar acı çektiğini, ne bedel ödediğini biliyordu. O tam tersine düşmanlıkları, nefreti unutmasını ulusa telkin etti. Ve sadece büyük bir insanın söyleyebileceği 'Yurtta barış, dünyada barış' dedi."

Prof. McCarty, "Kürt sorunü'na da -alışılmış Batı'dan- farklı bir açıdan bakıyor. 1926'dan sonra "Kürt liderler'in güçlerini korumalarına izin verilmesinin hata olduğunu söylüyor. Kürtlerin Türkiye'de cumhurbaşkanı, başbakan, bakan, general bile olabildiklerini Batı'ya anlatmak gerektiğini savunuyor.
Ve konuşmasını noktalarken şöyle diyor:
"...Yüzyıllık tarihte Türkler hakkındaki yalanların iki kaynağı var. Misyonerler ve İngilizler. İngilizler -propaganda büroları aracılığı ile- bugün bile inanılan yalanlar yayıyorlar... Benim söylediklerimi bir Türk söylese, kimse inanmaz. İnsanlar dışarıda Türklere karşı önyargılılar."
Amerikalı tarihçi, Atatürk'ün diktatör olduğunu söyleyenlere de karşı çıkıyor. Ve Attilâ İlhan'ın "Hangi"li kitap dizisine bir yenisini eklemek gerektiğini düşündürüyor: Hangi Tarih?

1 Eylül 2000 tarihli Müdafaa-i Hukuk gazetesinin birinci sayfasına, vaktiyle Atatürk'ün Hâkimiyeti Milliye gazetesinde neşredilen şu sözlerini koymuşlar.
Atatürk diyor ki:
"Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir. Ben milletimin ve büyük ecdadımın en kıymetli mirasından olan istiklal aşkı ile yaratılmış bir adamım. Bence bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın kalıcı olması, mutlaka o milletin istiklale sahip olmasıyla mümkündür. Ben şahsen bu saydığım niteliklere çok önem veririm. Ben yaşayabilmek için mutlaka bağımsız bir milletin evladı kalmalıyım. Bu sebeple milli istiklal benim için bir hayat meselesidir. Milletimin menfaatleri gerektirdiği takdirde her milletle medeni ölçüler içinde dostluk yapmaya özen gösteririm. Ancak benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin de bu arzusundan vazgeçinceye kadar amansız düşmanı olurum."
Necip Mirkelâmoğlu, adı geçen eserinde şu bilgileri de veriyor:
Atatürk, henüz yirmi üç yaşında bir yüzbaşıdır, bir toplantıda arkadaşlarına, "Bu bedbaht memlekete karşı mühim vazifelerimiz vardır, onu kurtarmak yegâne hedefimizdir" sözleriyle "tarihi misyonunun" ilk işaretlerini verdikten sonra, 1907 yılında, 27 yaşında, 'kolağası' (ön yüzbaşı) rütbesinde iken "yegâne hedefimiz" dediği "misyon"un detaylarını, Bulgar Türkologu İvan Manolov'a, şu sözlerle açıklamıştı:
"Gün gelecek, şimdi hepinizin hayal sandığınız reformları ben gerçekleştireceğim. Mensup olduğum millet bana inanacak. Sultanlık kaldırılmalıdır. Devletin yapısı mütecanis (tek türlü) bir temele dayanmalıdır. Din ve devlet birbirinden ayrılmalıdır. Doğu medeniyetinden ayrılıp Batı medeniyetine yönelmek zorundayız.

Erkekle kadın arasındaki farkı kaldırmalıyız. Böylece yeni bir toplum düzeni kurmalıyız. Batı medeniyetine girmemizi zorlaştıran yazıyı kaldırmalıyız. Latin alfabesini kabul etmeliyiz. Kıyafetimize kadar her noktada Batıya yönelmeliyiz. Emin olunuz ki, bir gün, bu hedeflere ulaşacağız." (Atatürk Bir Çağın Açılışı, Prof. Dr. Sadi Irmak, s. 5.)

1951'de Amerika'da yayımlanan Caucasus dergisinde "Hayret verici siyasi kehanetler" başlığı altında bir yazı yayımlanıyor. Bu yazı Atatürk'le General McArthur arasında 1932 yılında yapılmış olan bir konuşmayı naklediyor. Generalin sorusu üzerine Atatürk, yakın gelecekteki savaş ihtimalleri üzerine şu tahlil ve tahminlerde bulunuyor: "Almanya, kısa sürede büyük bir ordu meydana getirebilecek ve İngiltere ile Rusya hariç, bütün Avrupa'yı işgal edebilecek yetenektedir. Savaşın patlaması 1940-1945'ten daha sonraya kalmayacaktır. Fransa büyük bir askeri güç oluşturma yeteneğini kaybetmiştir. İngiltere artık, adalarının savunması bakımından Fransa'yı hesaba katamaz. İtalya Mussolini'nin yönetiminde şüphesiz önemli ölçüde yükselmiş ve ilerlemiştir. Mussolini, gelecek savaşa katılmaktan kaçınırsa, İtalya'nın dış görünüşündeki büyüklüğün yarattığı tehditten yararlanarak, barış konferansı masasında ana rollerden birini oynayabilir. Ama, korkarım ki, İtalya'nın bugünkü şefi, bir Sezar rolü oynamanın cazibesine dayanamayacak ve İtalya'nın bir askeri güç olma yeteneğinden uzak olduğu gerçeğini hemen ortaya koyacaktır. Amerika, tıpkı geçen savaşta olduğu gibi, tarafsız kalamayacak ve Almanya, Amerika'nın savaşa katılması sonucu yenilecektir. (...) Avrupa'da patlayacak savaşta, zafer kazanacak olan İngiltere, Fransa ve Almanya değil, fakat, Bolşevik Rusya olacaktır." (Cemal Erginsoy, Atatürk'ü Araştırma Merkezi Dergisi, sayı 2, s. 538.)

Amerikan dergisi, bu konuşmayı "hayret verici kehanet" olarak vasıflandırıyor. Sonradan gelişen olayların, bu yorumları 'yüzde yüz' oranında doğrulamış olması karşısında, dergi, daha başka nasıl bir niteleme yapabilirdi?
Arnold Toynnbee diyor ki:
"Bir an için tahayyül ediniz ki: Batı dünyasındaki rönesans, reformasyon, bilim ve düşünce ihtilali, Fransız inkılabı ve sanayi devrimini, Atatürk, bir insan ömrüne sığdırmıştır." (s.559)
Prof.Dr. Herbert Melzig diyor ki:
"Büyük Yunan filozofu Platon'un, 'Krallar filozof olsa ve filozoflar kralların tahtında otursaydı...' şeklindeki dileği, iki bin yıllık tarihte gerçekleşmedi. Halbuki, 20. yüzyılda ilk defa olarak Atatürk'ün şahsında Platon'un istediği gibi kelimenin tam anlamıyla bunu görmekteyiz. O, dâhi bir fikir adamı olarak bir miletin, yani Türk milletinin mukadderatını ele almış ve bu milletiyle atıldığı Kurtuluş Savaşı, bu milletin medeni durumunu değiştirmiş bir inkılap ve diğer milletlerin haklarını da koruyan barış ile insanlığa muhteşem bir örnek vermiştir."

Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti Teknolojinin Belirleyiciliğini Nasıl "Iskaladı"?

Tınaz Titiz
Otomasyon Dergisi, Ekim 1998, syf: 172-173


Bugün tüm bilimadamlarımız, düşünürlerimiz ve politikacılarımız, önemli saydıkları uğraşılarını bir yana bıraksalar, bütçe kaynaklarımızın tamamı, halen harcanmakta oldukları yerlere sarf edilmekten vazgeçilse; bununla da yetinilmeyip bizleri bizden daha iyi bilen yabancı uzmanlar -ki sayıları tahminimizden fazladır- davet edilse ve hepsine birden, "toplum yaşamının kalitesini belirleyen ana değişkenin teknoloji ve onun ikiz kardeşi olan rekabete dayalı girişimcilik olduğu gerçeği, hem Osmanlı, hem onun mirası üzerinde yeni bir devlet kuranlar, hem de şimdi yaşayanlarımız tarafından nasıl ıskalandı?.. Bu bir rastlantı mıdır yoksa başka neden(ler) mi vardır?" sorusunun cevabını bulma görevi verilip, kaynaklar da bu iş için ayrılsa.

Bu soruya bu denli önem verilmesi doğru mudur? Bence doğrudur, hatta daha fazla önem verilse daha da doğru olur; çünkü bu gerçek anlaşılmadığı sürece tüm kaynaklarımız boşuna harcanmaya devam edecek, boşa harcanmakla kalmayıp kendi başımıza yeni yeni sorunlar üretmemize yol açacaktır.
Altından, petrolden ya da filanca dış kaynaktan gelecek uzun vadeli dış krediden çok daha değerli olan zamanımızı, teknolojinin belirleyiciliğini idrak edip bu yolda çaba harcamak yerine, beşinci sınıf insanların beşinci sınıf tartışmalarına ayırma hastalığımız nasıl oldu da kültürel kodumuza işledi?
Osmanlıyı ilerleme devrinde "ileri", duraklama ve gerileme devirlerinde de "geri" bıraktıran öğenin, rakiplerimizin teknoloji alanındaki göreli durumu olduğu, gerek o zaman, gerek imparatorluk yıkıldıktan sonra, gerekse bugün nasıl olup da anlaşılamıyor? Yoksa anlaşılıyor da, gelişebilmenin başka yolları mı keşfedilmeye çalışılıyor?

Geri kalmışlığımızı bugüne kadar, üzerinde pek kafa yormadığımız kalıplarla açıklamaya çalıştık. Matbaanın benimsenmesindeki gecikme, kılıç kuvvetiyle sağlanan egemenlikler, dinin softalar elinde aldığı şeklin felsefe ve bilimi dışlaması ya da benzer "kalıp'lar... Acaba bunlar ne denli doğrudur, hepsi bu kadar mıdır, başkaları da var mı?
S.F. Markham, 1947 yılında yazdığı "İklimler ve Ulusların Enerjileri" (Climate and Energy of Nations-Oxford Univ. Press) adlı kitabında, antik medeniyetlerin daima 21 °C eşsıcaklık çizgisi üzerinde yer aldığını, ayrıca, kancalı kurt ve malarya'nın da toplumların enerjilerini belirleyici öğeler olduklarını göstermektedir. 1987 yılında Uppsala ACTA Üniversitesi'nde yapılan bir doktora çalışması, 1858-1976 arasında İsveç'te yapılan 49 önemli buluşun, bu ülkeyi bir buz çölünden endüstri ötesi ülke konumuna getirdiğini gösteriyor.

Alman bilimci E. Sachau, X. yüzyılın İslam dünyasında egemen olan düşüncenin bir dönüm noktası oluşturduğunu, El-Eş'ari ve Gazali bu düşünceye yeni bir yön vermemiş olsalardı, Arapların Galile'leri, Kepler'leri, Newtonian yetiştiren bir ulus olabileceklerini savunur (TEZ, Z., Ortaçağ islam Dünyasında Bilim ve Teknoloji). Acaba bu sav doğru mudur? I. Dünya Savaşı sırasında başlıca enerji kaynağı ve ayrıca da Demir-Çelik sektörünün girdisi olan taşkömürü üretimini artırmak zorunda olan Almanya'da yapılan bir araştırma, kömür işçilerinin beslenmeleri ile üretim arasında bire bir ilişki olduğunu kanıtlamıştır. 1977'de Zonguldak'ta kömür işletmelerinde yapılan bir beslenme araştırması, çalışanların kötü beslendiklerini, ayrıca da çeşitli parazitler nedeniyle aldıkları besinlerden yararlanamadıklarını göstermiştir. Markham'ın bulguları bu etütle çakışmaktadır. Peki, kömür işçileri arasında yapılan bu araştırma tüm toplum içinde geçerli midir? Eğer geçerliyse genel bir "enerji yetmezliği" ile yaşaya geliyoruz demek değil midir?

Lozan Antlaşması'na konulan ve üzerinde hemen hiç tartışma olmayan bir madde ile 1929 yılına kadar, o günün ileri teknolojisi sayılan elektrik motoru ve benzeri donanımın gümrük ve vergilerinin belirli sınırları aşamayacağı (ve böylece yerli teknoloji üretiminin caydırılacağı) acaba kaç kişinin dikkatini çekmiştir? İnsanların çoğunda ve özellikle okumuş kesimde mevcut olduğu neredeyse kesin olan "buluşçuluk antipatisi" nereden kaynaklanmaktadır? Kültürel kod'a işleyecek kadar etkili olan sebep(ler) nelerdir?

İş yaratmanın kaynağı olarak yeni yatırım yapmayı -ki kolay değildir- ve mevcut kamu kadrolarını şişirmeyi -ki çok kolaydır- icadedebilmiş olan yönetim elitimiz ve onların danışmanları, sonuçta ortaya çıkan "Kalabalık Kamu Kadroları" -"Düşük ücret" - "Düşük Nitelik" sarmalının sorumluları değiller midir?
Tüm sistemlerimiz ve onların işlerliğini sağlayacak olan mevzuatımız bu yarı cahil kadrolar tarafından yapıldığına göre, "buluşçuluk antipati-si"nin önemli bir nedeni "iş yaratamamak" olgusu değil midir?
Bu ve benzeri soruların cevaplarını kahve sohbetleri sırasında değil, en akıllı insanlarımızı, en güçlü kurumlarımızı seferber ederek aramak ve hastalığımıza yol açan nedenleri bulmak zorundayız.
Bu araştırmanın en kritik yanı, basma kalıp, kişilerin kendilerine "pek doğal" görünen şablonlara saplanmalarıdır. Bilimin tüm kuralları, bu araştırmanın hiç bir evresinde göz ardı edilmemelidir.
Bunlar yapılana kadar diğer alanlarda harcanacak çabaların neye hizmet edeceğini şimdiden bilmek mümkün görünmüyor?
Son düzenleyen BrookLyn; 9 Ağustos 2011 12:40
yasamak kucuk bir umut we insana duyulan sewgiden ibarettir..
lionhead - avatarı
lionhead
Kayıtlı Üye
3 Temmuz 2006       Mesaj #4
lionhead - avatarı
Kayıtlı Üye
Akli İlimlerin İhmali Meselesi Üzerine Bazı Mülahazalar
Yaşar SARIKAYA


Medreselerle ilgili tartışmalar, bu kurumlar üzerine yapılan değerlendirme ve tenkitler içersinde en çok göze çarpan hususlardan birisi, aklı ilimler olarak tanımlanan derslerin bu okullarda özellikle 16. yüzyılın sonlarından itibaren ihmal edildikleri, hatta programdan çıkarıldıkları ve bu durumun, medreselerin inkırazına sebep olduğu şeklindeki görüşlerdir .Biz bu makalemizde medreseleri, işte bu açıdan, okutulan dersler bakımından ele alacak, özellikle de aklı ilimler olarak nitelendirilen derslerin­ klişeleşmiş ifadeyle­ medreselerde ihmali meselesini inceleyeceğiz. Hangi ilim dalları ulum-i akliye kategorisine girer? Bu ilimler , medreselerde okutulmuşlar mıdır? Yoksa ihmal mi edilmişlerdir? Medreselerin gerilemesiyle, aklı ilimlerin bir alakası var mıdır? Bu soruların cevaplarını bulmaya çalışacağız.


Ulum-i Akliye
Osmanlı medreselerinde okutulan dersler , ait oldukları ilmi disipline göre çeşitli isimler altında tasnif edilmişlerdir. İlimlerin tasnifinde en yaygın kullanılan tanımlama, ulum-i nakliye ve ulum-i akliye ifadeleridir. Ulum-i nakliye, '.şeriatı vaz' edenden nakil ve rivayet edilen haberlere'' dayanan ilimler olarak tarif edilmektedir ki bunlar, Esas olarak Kur'an ve Hadis ilimleri dediğimiz, Tefsir, Kıraat, Hadis, Fıkıh ve Kelamdır. Nakli ilimler için ''ulum-i diniye'' veya, ''ulum-i şer 'iye'' tabirleri de sıklıkla kullanılagelmiştir.


İslam alimlerinin ilimlerin ta'rif ve tasnifinde kullandıkları ikinci terim '' Ulum-i akliye'' dir ki bunlar , dini ilimlerin dışında kalan ve antik devire ait oldukları için ulum el-avail ve ulum el-kudama adıyla da anılan bilim dallarıdır. Daha ziyade insan aklına dayanan, akıl ve fikir yürütme yoluyla elde edilen ve öğrenilen aklı ilimler, felsefe'nin yanında riyazı ve tabii ilimleri de kapsar.


Gazali ve daha sonra İbn Haldun gibi İslam alimlerinin ilimler hakkında kullandıkları bu terminoloji, günümüz modern tarih, eğitim ve bilim tarihi araştırmacıları tarafından da genel kabul görmüştür. Nitekim, Emin Beğ ''Tarihçe-i Tarik-i Tedris'' adlı makalesinde, okutulan dersleri, ulum-i şer'iye ve ulum-i akliye olarak iki ana grupta incelemektedir, Emin Beğ'in ulum-i akliye kategorisine aldığı dersler tab'iyyat, riyaziyat ve tababettir.1 Emin Beğ'in aklı ilimler içinde gösterdiği dersler, Uzunçarşılı'nın tasnifinde ulum-i aliye kategorisinde inceleniyor. Uzunçarşılı, bu kategoriyi daha geniş tutuyor ve buna, Emin Beğ'den farklı olarak kelam, mantık, belagat gibi dersleri de ekliyor. Uzunçarşılı'nın kullandığı ulum-i aliye tabiri ve buna dahil ettiği dersler, aynen Ş.Tekindağ'da da karşımıza çıkıyor, Mustafa Bilge, ''İlk Osmanlı Medreseleri''nde okutulan dersler için ulum-i nakliye ve ulum-i akliye tasnifi yapıyor. M. Bilge'nin aklı ilimler sınıfına aldığı dersler kelam, mantık, belagat ve hey'ettir. Akyüz ise, felsefe, matematik ve hey'et derslerini ''ulum-i akliye'' olarak değerlendiriyor.


Şu halde, Osmanlı medreseleri ve ders programları hakkında makale veya kitap şeklinde çalışması olan yazar ve araştırmacılar, Hikmet, Mantık, Hey'et, Hesap ve Hendese gibi direkt nassa dayanmayan disiplinleri, akli ilimler olarak değerlendirmektedirler, Ulum-i akliyeden yukarda zikredilen ilim dalları anlaşıldığına göre şimdi şu soruları sorabiliriz, Bu derslerin, Osmanlı medrese sistemindeki yeri nedir'? Bunlar , medrese ders programlarında yer almışlar mıdır?


Akli İlimlerin İhmal Edilmeleri Meselesi
Bu soruların yanıtlarına geçmeden önce genel geçer hükmü burada hatırlatmakta yarar olduğu kanısındayım. -Bir kısmı yukarda zikredilen­ pek çok araştırmacıya göre akli ilimler kategorisinde gösterilen ilmi disiplinler, 16. y.yılın başlarına kadar nakli ilimlerle büyük bir ahenk içersinde okutulurken, nasıl olduysa daha sonra bu ahenk akli ilimler aleyhine bozulmuş ve bunlar , giderek tedrisat programından bile tamamen çıkarılmışlar ve nihayet bu durum, ilmi sahada büyük bir duraklama ve gerilemeye zemin hazırlamış ve hatta medreselerin bozulmasının başlıca nedeni olmuştur.


Nitekim Emin Beğ, Fatih'in kurduğu ve kendi ismiyle anılan medreselerde, Haşiye-i tecrid ve Şerh-i mevakıf' gibi aklı derslerin okutulmasının tensib edildiğini, ancak Kanuni'den sonra bu dersler ''bunlar felsefiyattır'' denerek kaldırılıp, yerlerine Hidaye ve Ekmel gibi dini-fıkhı derslerin konduğunu, bu durumun medrese tedrisatının inkırazına sebep olduğunu ifade etmektedir. Uzunçarşılı ise, İlmiye Teşkilatı'nda şunları yazmaktadır. ''Medreselerin bozulmasında tefekkürü faaliyete getirecek olan matematik, kelam ve felsefe (hikemiyat) gibi akli ilimlerin terk edilerek bunların yerine tamamen nakli İlimlerin kaim olması birinci derecede amil olmuştur''. Aynı görüşler Ş. Tekindağ tarafından da dile getirilmektedir ''. ..Medreselerin bozulmasında Matematik, Kelam ve Hikmet (felsefe) gibi aklı ilimlerin terk edilerek bunların yerlerine tamamen nakli ilimlerin konması birinci derecede rol oynadığı anlaşılmaktadır...''.


Aklı ilimler hakkında ileri sürülen bu tür ifadeler, H. Atay tarafından da dile getirilmektedir. Atay, medreselerin gerileyiş sebeplerini açıklarken ''Medreselerin gerilemesinde rol oynayan başlıca sebeplerden biri de tecrübi ve akli ilimlere karşı çıkılmasıdır'' görüşünü savunmuştur .Parmaksızoğlu da Matematik, Hendese, Astronomi ve Felsefe'nin 16. asrın sonlarına doğru kaldırıldığı görüşünü paylaşmaktadır .Konuyla ilgili benzer görüşler , Pakalın , Akyüz ve Akgündüz tarafından da tekrar edilmektedir.


Görüldüğü gibi, değerli araştırmacılarımız, birbirine benzer ifadelerle, medreselerde aklı ilimlerin l6. y.yıldan sonra yavaş yavaş terk edildikleri; bu durumun ilmin inkırazına ve medreselerin gerilemesine neden olduğu konusunda adeta hemfikirdirler. Peki neye dayanarak böylesine büyük iddialar ileri sürülmektedir?


Medreselerin gerilemesini akli ilimlerin terk edilmesine bağlayan görüşler , şüphesiz, Katip Çelebi (öl. 1656)'nin iki değişik eserinde yer verdiği eleştiri ve rivayetleri referans olarak almaktadırlar. K.Çelebi, Keşfü'z-zünan adlı eserinde şunları söyler:


''Derim ki, Felsefe ve Hikmet Rum'da (Anadolu) fetihten sonra, Osmanlı Devleti (tarihinin) ortalarına kadar revaç buldu. (Bu devirde) bir kimse, aklı ve nakli ilimleri tahsili ve ihatası ölçüsünde şeref ve i'tibara sahip olurdu. ...Gerileme devri ile birlikte ilimler de duraklama devrine girdi. Bu sırada Şeyhü'l-İslamlardan biri hikmetin okutulmasını menetti... Pek azı dışında felsefi ilimler söndü.''


Katip Çelebi, benzer eleştirilerini Mizanü'l-fiak'da da dile getirmektedir. Burada, Kanuni devrine kadar hikmet ile şeriat ilimlerini uzlaştıran alimler vardı, der ve şöyle devam eder:


''... Ebu'l-Feth Sultan Muhammed Han, Medaris-i Semaniye'yi yaptırıp, kanuna göre iş görülüp okutulsun diye vakfiyesinde yazmış ve Haşiye-i tecrid ve Şerh-i mevakif derslerinin okutulmasını bildirmişti. Sonra gelenler, bu dersler felsefiyattır diye kaldırıp (bunların yerlerine) Hidaye ve Ekmel derslerini okutmayı akla uygun gördüler .


Yalnız bunlarla yetinmek akla uygun olmadığı için ne felsefiyat kaldı, ne Hidaye kaldı ne de Ekmel...''


K.Çelebi'nin bu rivayetlerinin çelişkilerle dolu olduğu ve elde ettiği bilgileri birbirine karıştırdığı, son yapılan çalışmalarda ortaya konmuştur. Pek çok araştırına ve çalışmaya kaynaklık teşkil ettiğinden ve büyük sonuçların çıkarılmasına neden olduğundan dolayı, bu çelişkiler ve yanlışlıkların özellikle konumuzu ilgilendiren tarafına kısaca değinilmesinde fayda vardır. Önce, ilk rivayette sözü edilen Felsefe ve Hikmetin fetihten Osmanlı'nın ortalarına kadar revaç bulması meselesine değinelim.

Eğer söz konusu olan antik yunan bilimleri ve felsefesi ise, bunun İslam dünyasında revaç bulmasının, IX.-X. asırlara tekabül ettiği, bilinen bir gerçektir. Özellikle XI. asırdan sonra sünni İslam anlayışının egemen olmasıyla birlikte ve sünni kelamcıların etkileriyle saf (antik /Yunan) felsefe öğretimi, İslam eğitim-öğretim kurumlarına giremediği gibi, bununla özel iştigal için bile, büyük cesaret gerekmekteydi. Mesela, Osmanlı medreselerine numune teşkil eden Selçuklu medreselerinde Felsefe öğretimine yer verilmedi.

Her ne kadar ilk dönem Osmanlı medreselerinin ders programlarıyla ilgili herhangi bir kaynak mevcut değilse de, buralarda, Uzunçarşılı'nın da ifade ettiği gibi, daha önceki devirlerdeki medrese programlarının uygulandığı muhakkaktır. Öyleyse Katip Çelebi'nin yukarıdaki ifadelerinin, Felsefe dersinin herhangi bir dönem medreselerde okutulup daha sonra kaldırıldığı anlamına gelmesi mümkün değildir Bu rivayet, -dikkatlice okunduğunda görüleceği gibi­ esasında medreselerle de ilgili değildir .Zaten 0, yukarıdaki ifadelerinde, Felsefenin medresede okutulduğunu iddia etmiyor; buna mukabil, hem akli hem de nakli bilimleri tahsil eden ve bu ikisini kendinde meczeden bazı alimlerden söz ediyor. İsmini verdiği alimler, felsefe sahasında değil, akli ilimlerin diğer kollarını teşkil eden Matematik ve Astronomi sahasında isim yapmışlardır. Dolayısıyla Keşf'z-zünan'daki ifadelerden, Çelebi'nin bugün bizim anladığımız manada Felsefe'yi kastettiği de şüphelidir. Eğer burada söz konusu olan Felsefe dışındaki Matematik ve Astronomi gibi diğer akli ilimler ise, -ki isimlerini zikrettiği Osmanlı alimleri bu sahalardaki çalışmalarıyla meşhur olmuşlardır­ bu durumda, 14. asırdan itibaren hakikaten bir revaç bulmadan sözedilebilir.

Fakat, bu sahalarla ilgili çalışmaların 16. asırdan sonra İnkıta'a uğradığını ve akli ilimleri bilen alimlerin artık yetişmediğini söylemek de kolay değildir. Zira, sonraki devirlerde akli ilimlerdeki çalışmalarla isim yapmış Davud el-Antaki (öl. l008/1599), Recep b. Hüseyin elfeleki (öl. 1087/1614), Ebubekir b. Behram ed-Dimeşki (öl. 1102/1692), Yanyah Es'ad Efendi (öl. 1143/1730), Hasan el-Ceberti (öl. 1188/1774) ve Gelenbevi ismail Efendi (öl. 1205/1791) gibi pek çok Osmanlı alimi vardır. Dolayısıyla bu tür rivayetleri, bir aydının, bilime verilen ehemmiyetle ilgili genel değerlendirmeleri olarak görmek gerekmektedir .Kaldı ki bu tür ifadeler , her çağda, o çağın entellektüellerince ileri sürülmesi doğal olan ve hatta beklenen birer yakınmadır.

K.Çelebi, ''bu sırada şeyhü'l-İslamlar'dan biri hikmetin okutulmasını menetti'' diyor ama bu kişinin kim olduğunu belirtmiyor. Atay'ın da işaret ettiği gibi, Osmanlı medreselerinde hikmet veya aklı ilimlerin tahsilini ve tedrisini men eden bir şeyhü'l-İslam fetvası veya bir ferman henüz bulunabilmiş değildir. Dolayısıyla bu rivayeti de ihtiyatla ele almak gerekmektedir.


Mizanü'l-hak'taki rivayete gelince: K.Çelebi, burada ''Ebu'l-Feth Sultan Muhammed Han, medaris-i semaniyeyi yaptırıp, kanuna göre iş görülüp okutulsun diye vakfiyesinde yazmış ve Haş'iye-i tecrid ve Şerh-i mevakii derslerinin okutulmasını bildirmişti'' der. Oysa bugün elimizde mevcut Fatih külliyesine ait on vakfiye içersinde -ki bunlardan en meşhuru III. Murad döneminde kaleme alman ve 1938'de ''Fatih Mehmet II Vakfiyeleri'' adıyla K. Edip Kürkçüoğlu tarafından incelenip Vakıflar Umum Müdürlüğü'nce basılan Türkçe vakfiyedir­ hiç birisinde Çelebi'nin ifadelerini doğrulayacak bilgiler bulunmamaktadır. Bu vakfiyelerde külliye ile ilgili genel hususlardan bahsedilmekte; ders türleri ve kitap isimleri zikredilmemektedir .Yalnız,müderrisler için, akli ve nakli ilimlerde şöhret bulmuş ehliyetli kişiler olmaları istenmektedir.


O halde K. Çelebi'nin ifade ettiği bilgiler, en azından şu an elde bulunan kaynaklara göre doğru değildir ve çelişkilerle doludur. Çelişkilerle doludur; zira, Fatih'in vakfiyesinde okunmasını istediği ifade edilen eserlerden ilki olan Haşiye-i tecrid'in, aynı isimle anılan en alt düzeyli medreselerde (yirmili veya yirmibeşli) okutulduğu, şerh-i mevakıfın da bizzat kendisinin Cihannüma'sında belirttiği gibi Kırklı medreselere ait bir kitap olduğu bilinen bir husustur. Buna göre her iki eserin de en yüksek medrese kabul edilen Medaris-i Semaniye'de okutulması, ihtimal dahilinde gözükmemektedir.


Yukarda kısaca ele alman rivayetler, aklı ilimlerin medreselerde ihmal ve terk edildiklerini göstermekten çok uzaktır. Kaldı ki, Çelebi'nin kaldırıldığını iddia ettiği kitaplar, kelam ilmine aittir. Pek çok yazarın dini ilimler kategorisinde gösterdiği Kelam'ın ve buna ait kitapların program dışı kalması -ki bu medrese tarihinde hiç vaki olmamıştır­ nasıl oluyor da aklı ve felsefi ilimlerin ihmali anlamına geliyor? Bu ifadeleri birer tarihi gerçekmiş gibi kabullenip, bunlardan büyük sonuçlar çıkaran ve bir kısmı yukarda ismen zikredilen araştırmacıların görüşleri, böylece sağlam dayanaktan yoksun bulunmaktadır. Zira biraz sonra etraflıca ele alacağımız çok sayıda belge ve kaynak, program dışı bırakıldığı iddia edilen derslerin, sonraki yüzyıllarda medreselerde hala okutulduklarını açık bir şekilde göstermektedir. Kanaatimce yapılan yanlış değerlendirmelerin temelinde medrese kurumunun ne olduğuyla ilgili soru yatmaktadır. Medrese değimiz kurum nedir? Ne için kurulmuştur? Bu kurumda verilen eğitim ve öğretimin maksadı nedir? Bu sorulara verilecek doğru cevaplar , mezkur kurumlar hakkında daha sağlam konuşmaya imkan sağlayacaktır.


Her şeyden önce medreseler, esas itibariyle fıkıh başta olmak üzere İslam ilimlerinin tedris ve tahsil edildikleri müesseselerdir .Başka bir ifadeyle medreseler , Nizamü'l-mülk'le beraber kurumlaşmasından itibaren, gerek Selçuklular devrinde ve gerekse Osmanlı'larda, ilk planda devletin müderris, kadı ve müftü ihtiyacını karşılamaya matuf faaliyet gösteren kurumlar olarak dikkat çekmektedirler. Bu bakımdan medreseleri, G .Makdisi'nin de ifade ettiği gibi esas itibariyle, kurucunun mensup olduğu mezhebe göre fikıh öğretimi yapılan bir eğitim-öğretim kurumu, bir okul (College of law) olarak tarif etmek abartılı olmayacaktır. Bu özellik Osmanlı medreseleri için de geçerlidir.


Bazı yerlerde hadis, kıraat ve tıp gibi ilimlerin öğretimi için kurulan özel medreseleri bir tarafa bırakırsak, medreseler genellikle, devletin ihtiyaç duyduğu müderris, müftü ve kadıların yetiştirilmesine hizmet etmişlerdir. Hem müftülerin hem de kadıların vazifeleri icabı İslam hukukunu iyi bilmeleri gerekmekteydi .Bunun için medreseler , başta fıkıh olmak üzere hadis, tefsir, akaid ve ahlak gibi ulum-i nakliye olarak nitelendirilen dini-hukuki derslerin tedris ve ta'lim edildikleri kurumlar olarak faaliyet göstermişlerdir. Bir araştırma enstitüsü ya da bir akademi olmaktan çok, devlet kurumlarına eleman yetiştiren birer eğitim kurumu olarak çalışmışlardır. Bundan dolayı, medreselerde bilimsel çalışmalar , ilmi etüdler ve araştırmalar istisnaidir. Esas olan, var olan bilgileri muhafaza etmek ve bunu yeni nesillere ­gerekirse küçük ilavelerle (şerh ve haşiye şeklinde) aktarmaktır.


Peki, akli ilimlere, medrese ders programları arasında hiç yer verilmedi mi?
Ulum-i akliye kategorisinde yer alan derslerin 16 .yüzyıla kadar okutulduğunda bir şüphe olmadığına göre ve sorun bu derslerin mezkur asırdan sonra ihmal edildiği iddiası olduğuna göre biz, söz konusu derslerin sonraki asırlardaki durumunu inceleyeceğiz. Hemen belirtelim: Akli ilimler olarak bilinen dersler , medrese tedrisatının esasını teşkil etmezler, ancak bu, mezkur derslerin hiç okutulmadığı anlamına da gelmez. Akli ilimler , medreselerde, asıl ilimlere hazırlayıcı veya yardımcı ilimler olarak tahsil ve tedris edilmişlerdir. Bu durum, medresenin kurumsallaşmasından beri hem Selçuklularda, hem de Osmanlı döneminde geçerli olmuştur. Bu görüşümüzü destekleyen pek çok malzeme bulunmaktadır. Bu belgelerden biri medrese mezunlarına ait otobiyografilerdir.


Nitekim Taşköprülü-zade (öl, 968/1561), eş-Şaka'ik en-nu'maniye'de, Şeyhü'l­islam Feyzullah Efendi (öl. 1115703) kendi hal tercümesinde, Abdullah b. Muhammed el-Ahıskavi (öl. 1218/1803) Revamizu'z-a'yan adlı eserinde okudukları ve okuttukları dersler hakkında bilgiler vermişlerdir.


Taşköprülüzade, eş'-Şaka'ik en-Nu'maniye fi Ulemai'd-Devleti'l­ Osmaniye adlı eserinin sonunda, kendi haltercümesini verir. Burada tahsil ve müderrislik hayatı boyunca okuduğu ve okuttuğu derslerden bahseder. Buna göre O, nakli ilimlerin yanında akli ilimlere ait Mantık'tan İs'agoci'yi Hüsameddin el-Kati'nin şerhiyle birlikte, Şerhu's-şemşiye'yi Şerif el-Cürcani'nin buna yazdığı haşiyesiyle birlikte okumuş ve Şerif el-Cürcani'nin Şerhu'l-matali' inin bazı bölümlerini de tahkik ve itkan etmiştir .


Taşköprülüzade, Hikmet'ten Şerh-i Hidayeti'l-hikme'yi Hocazade'nin buna yazdığı haşiyeleriyle birlikte okumuştur. Hey'et'le ilgili olarak Kadızade-i Rumi'nin Şerh-i muzahhas fi'l-hey'e'sini , Mirim Çelebi'nin Risale fi semti'l-kıble'sini ve Ali Kuşçi'nin el-Fethiyye fi'l-hey'e'sini okumuştur.


Hendese'den, Kadızade-i Rumi'nin Şerh-i eş'kali't-te'sis'ini ve hisab'tan Şerhi't-tecnis fi’l-hisab'ı okumuştur. Bu durum bize, sözü edilen derslerin, Semaniye Medreseleri'nin kuruluşundan bir asır sonra, XVI. yüzyılın ortalarında hala medreselerde okutulmaya devam edildiklerini gösterir.


XVII. yüzyılın ikinci döneminde okuduğu anlaşılan Şeyhü'lislam Feyzullah Efendi kendi haltercümesi'nde akli ilimlerden şu kitapları okuduğunu zikretmektedir, Mantık dersinde, Şerh-i tehilbu'l-mantık ve haşiyesini; Hikmet'ten Şerh-i hidayeti'l-hikme ve Şerh-i hikmeti'l­ 'ayn ; Hey'et'ten Şerh-i muzahhas fi'l ­hey'e ve haşiyesi; Hisab'tan Hulasatu'l-hisab ; Hendese'den Eşkali't-te'sis'i okumuştur ki bu, şikayet konusu olan derslerin XVII. yüzyılın ikinci yarısında da medrese okutulmaya devam edildiklerini gösterir, Daha da ilginci, Feyzullah Efendinin, Çelebi'nin kaldırıldığını iddia ettiği Kelam'a ait Şerh-i tecrid ve Haşiye-­i tecrid'i de okuduğu dersler arasında zikretmesidir.


Akli ilimlerin 18. asırda da okutulmaya devam edildiklerini, Abdullah b, Muhammed el-Ahıskavi (öl. 1218/1803)'nin ''Revamizu'l-ayan'' adlı eserde verdiği bilgilerden de anlıyoruz. Kur'an'ı babasından öğrenen el-Ahıskavi, daha sonra Kars'a gelerek burada Arap dili ve edebiyatıyla diğer klasik dini-nakli ilimleri tahsile başlamış, bu esnada akli ilimlerden şerh-i isagoci'yi; el-Fenari fi'l ­mantık'ı tanınmış şerhleriyle; Kadımir'in haşiyesi Lari'yle birlikte; Şerh-i hikmeti'l­'ayn'ı diğer şerhlerle birlikte okumuştur, Daha sonra Amid'e gelen Ahıskavi, burada Hulasatü'l-hisab'ı okumuş ve riyaziye, hendese, ilm-i mikat, usturlab'la ilgili bilgileri öğrenmiştir, Kendisi, Şerh-i şemşiyye ve Eş'kalü't-te'sis ile şerh-i çağmini fi'l-hey'e'yi de okuduğu dersler arasında zikretmektedir.


Medrese mensuplarına ait hal tercümelerinden başka bir takım eserler daha vardır ki, bunlar bize bir taraftan dönemin genel geçer ilim anlayışını yansıttıkları gibi, diğer taraftan tedavülde bulunan dersler hakkında da ışık tutmaktadırlar.


Bunlar arasında İshak b. Hasan et­ Tokadi (öl 1689)'nin Nazmu'l-ulum'u , Saçaklı­zade (öl. 1732)'nin Tertibu'l-ulum'u ve Erzurumlu İbrahim Hakkı (öl, 1780)'nın Tertibu'l-ulum'u oldukça dikkat çekicidir. 17. asır sonları ile 18. asra ait bu eserlerin ortak yönü, bir kemal sahibi olabilmesi için tahsil etmesi önerilen ilim dalları arasında ulum-i akliye kategorisinde yer alan derslere de yer vermeleridir. Bu eserlere bakıldığında, akli ilimlerin mezkur asırlarda tedavülde oldukları ve ulema ve medreseliler tarafından okunup işlendikleri anlaşılmaktadır.


Medreselerde okutulan dersler ve kitaplarla ilgili bilgilerimize ışık tutacak kaynaklar arasında batılı yazarların, araştırma ve gözlemlerine dayanan eserler de vardır. Bunlardan birisi, 1679/80'de İstanbul'da bulunan İtalyan Comte de Marsigli'nin gözlemlerine yer verdiği eserdir, Osmanlıların en önemli meşguliyetlerinden birisinin ilim tahsili olduğuna dikkat çeken yazar, okullarda dini ilimleri öğrenenlerden ilerlemek ve yükselmek isteyenlerin mantık, antik çağ bilimleri ve bilhassa tıp sahalarına büyük ilgi gösterdiklerini, geometri, astronomi, coğrafya ve ahlak dersleri üzerinde İlgiyle durduklarını belirtiyor, Yine, 17 y. yılın ikinci yarısında Osmanlı Devleti'ne gelen İngiliz seyyah Wheler, İmparatorluğun bütün büyük şehirlerinde geometri ve diğer ilimlerde ders veren müderrisler'in varlığından söz etmektedir. 1741 yılında Fransa'nın İstanbul elçiliğince hazırlattırılan Kevakib-i Seb'a (Yedi Yıldız) adlı eser de bize, konumuz açısından çok çarpıcı bilgiler sunmaktadır. Bir medrese öğrencisinin, sırasıyla aldığı dersleri ayrıntılarıyla veren eser, nahivden sonra Mantık ilmine başladığını, bu dersle ilgili olarak sırasıyla önce İs'agoci risalesini, daha sonra bunun şerhi Hüsam-ı Kati ve haşiyesi Muhyiddin risalesi'ni, sonra Fenari ve haşiyesini, sonra Şemsiyye kitabını, sonra Tehzib'i ta'lik ve şerhleriyle, sonra Şemsiyye'nin şerhi Kutbuddin-i Şirazi, haşiyesi Seyyid ve Kara Davud ile okuduğunu ve Mantık tahsilini, Şerh-i matali' ile tamamladığını belirtir.


Esere göre, daha sonra, Nazari Hikmet ilmine başlanır. Bu derse Hidayetü'l-hikme'yi okuyarak başlayan talebe, daha sonra bunun şerhi Kadımir ve haşiyesi Lari'yi de geçerek, bu ilmi Hikmetül­ 'ayn kitabıyla tamamlar .
Bundan sonra Kelam ilmine geçilir. Esere göre bu derste, Ömer Nesefi risalesi, Şerh-i aka'id ve haşiyesi Hayali, İsbat-ı Vacip, Aka'id-i celal gibi kelam kitaplarıyla temel bilgileri elde edenler, daha sonra Mevakif veya Şerh-i mevakıf'a geçerler ve bu ilmin tahsilini Şerh-i makasıd ile tamamlarlar.

Eserde, Hikmet, Hey'et, Hendese ve Hisabla ilgili olarak da şunlar belirtilmektedir:

''Şerh-i Mevakıf ve Makasıd her ne kadar kelam ilmiyse de alet ilimlerinin cümlesini, hikmet, hey'et, hendese ve hisabı zikreder. Hendese ve hisab ''mahsusat'' kabilinden olup çok fikre muhtaç olmadığından onu müstakilen ders edip okumazlar. Hemen zikrolunan ilimler arasında müzakere ederler. İktisar rütbesinde hendese ilminde Eşkal-i te'sis adlı bir kitap vardır; onu okurlar. Ondan sonra istiksa rütbesinde delilleriyle Öklidis kitabını okurlar. Hisabda dahi iktisar rütbesinde Bahaiyye vardır; onu okurlar. Üzerine Ramazan Efendi2 ve Çulli'si dahi takrir olunup iktisadın yukarı rütbesine yakın olur...''


Eser talebelerin tatil günleri ve bu günlerdeki meşguliyetleriyle ilgili aktardığı bilgiler arasındaki şu ifadeler konumuz açısından oldukça önemlidir.


“...Malum ola ki alimler, öğrencilerin tabiatlarına melal gelmeyip daima ilme teşvik etmek için Salı ve Cuma günlerini tatil etmişlerdir. Bu iki günde öğrenciler bazı malzemelerini hazırlar , yaz günü ise mesire yerlerine gezmeğe giderler. Orada da yine pek boş durmayıp hisab, hendese ilmi, usturlab, rub', misaha, Hind, Kıbt ve Zenc hisabı, parmak hisabı, ağırlıkları kaldırma ilmi (=mekanik) ve bunlar gibi müstakilen derse ihtiyaç duyulmayan ilimleri müzakere ederler. Kış günü ise, geceleri sohbet edip, muamma, bilmece, muhadarat, tarih, şiir , aruz ve divan müzakere ederler ...”


Bu ifadeler , aklı ilimlerin 18. yüzyılın ilk yarısında da okutulmakta olduklarını hatta tatil günlerinde bile öğrencilerin, Matematik, Geometri, Astronomi ile ilgili bilgilerini geliştirmek ve uygulamakla meşgul olduklarını, açık bir şekilde göstermektedir.


Ders programlarını tesbit etmemize ışık tutacak bir diğer mühim kaynak, medrese tahsilini bitiren talebelere hocaları tarafından verilen İcazetname'lerdir. Hem okunan İlim dallarını, hem kullanılan ders kitaplarını tesbit etmede son derece sağlam bilgiler sunan bu belgelerden bir kısmı genel (İcazet-i amme) ve uzun olup, icazeti veren hoca ve alan akli ve nakli ilimleri başarıyla tahsil ettiklerini İfade eder .Bazı İcazetnamelerde ise İlimler ve dersler hakkında tafsilatlı bilgiler verilmemekte; sadece İcazeti alanın akli ve nakli ilimleri başarıyla tamamladığı zikredilmektedir. Bir de belli br ilim dalıyla ilgili olarak verilen hususi icazetnameler (İcazet-i hassa) vardır. Bunlar akli veya nakli ilimlerden birinden (mesela Feraiz, Hadis, Kıraat v.s.) aldığı icazetlerdir. Aklı ilimlere ait verilen veya alınan İcazetlere örnek olarak şunları vermek mümkündür. Ahmed ibn İsa eş-şafi'i, hocası Kemaluddin b. Takiyyüddin eş-şafi'i el-Halebi'nin aritmetik ile ilgili eserini okumuş ve 17 Recep 1054 yılında bu dersten icazet almıştır. Yine Muhammed Hasib b. Ahmed el-Kıbrısi, Muhammed b. Ali el-Bozkırı el ­Mağnisavi'den hisab ve feraiz okutma icazeti almıştır. Osman b. Salim el­ Vardani el-Hayyat diye tanınan hocası Ebu'l-İtkan Mustafa el­ Vefa'i (öl. 1203/1789)'den astronomi ve matematik ilimleri için bir icazetname almıştır.


Genel İcazetnamelerde konumuz açısından dikkat çekici olan, icazeti alan ve verenin hususiyetlerinden bahsedilirken genellikle onların, hem ulum-i nakliye'yi hem de ulum-i akliyeyi okumuş kimseler oldukları belirtilmektedir. Nitekim Mustafa Da'fi b. İbrahim el­ Giridi adlı bir şahsa verilen İcazette bu kimsenin ilimlerin cüz'iyyatını ve külliyatını; fenlerin aklı ve naklisini tahsil ettiği belirtilmektedir. Aynı İcazetnamede sözü edilen şahsın müderrisler zincirinde yer alan katip, şair ve hatip olan Mevlana Haki Abdurrahman Efendi’den fünün-i hikem ve tabi'iyat, ilahiyat ve riyaziyat okuduğu zikredilmektedir. H. 1260 yılında ibrahim Edhem b. İsmail el-Balıkesri'ye verilen bir İcazetnamede bu şahsın, akli ve nakli ilimleri başarıyla okuduğu belirtilmektedir. Erginli Muhammed Hulusi Efendi'ye verilen 1298/1881 tarihli icazetnamede, mezkur şahsın dini ilimler yanında Kelam, Belagat, Mantık, Hikmet, Edebiyat vesaire okuduğu belirtilmektedir.Tarihi okunamayan bir icazetnamede Kastamonulu Muhammed Vasfı Efendi'nin nakli ilimler yanında Mantıktan İs’agoci, Tasavvurat ve Tasdikat; Kelam'dan Tehzib okuduğu görülmektedir. Bir başka İcazetnamede Hasan Tahsin el-Rizevi adlı şahsın nakli ilimler yanında akli ilimlerden İsagoci şerhini, el-Fenari'yi, el-Hayali ve Kadımir'i; Şerhu'l-metali'; Şerh-i mevakıf ve Şerh-i çağmini'yi tahsil ettiği yazılmaktadır.


Bu örneklerden bize, aklı ilimler olarak nitelendirilen derslerin bazılarının veya tamamının, 19. yüzyılda da medreselerde okunmuş veya okutulmuş olduklarını göstermektedir. Mezkur asrın ikinci yarısına ait ve Mübahat Kütükoğlu tarafından yayınlanan ''1869'da Faal İstanbul Medreseleri'' listesinde mevcut 5369 talebeden 1101'nin mantık (374 Fenari, 610 Tasavvurat, 117 Tasdıkat); 287'sinin Aka'id şerhi; 108'inin hikmetten Kadımir 3, 182'si ise kelam'dan Celal 4 okumakta olduğu görülmektedir. Bu, aklı ilimlerden Mantık, Kelam ve Hikmet'in, İstanbul medreselerinde, 19 y.yılın ikinci yarısında da tahsil edilmeye devam edildiğini göstermektedir .Ancak bu listede, Hendese ve Hey'etin yer almadığı dikkat çekmektedir. Bundan, söz konusu dersleri, mezkur öğretim döneminde okuyan bulunmadığı anlaşılabilir. Fakat, listenin bütün öğretim dönemini kapsamadığı ve İstanbul'daki medreselerle sınırlı olduğu da unutulmamalıdır. Bir başka husus, mezkur derslerin, 18. asrın sonlarına doğru kurulmaya başlayan ve 19. asrın ortalarından itibaren hızla yayılan Medrese dışı eğitim-öğretim kurumlarına kaydırılmış olabileceğidir.


Aklı ilimlerin terk veya ihmalinin doğru olmadığının bir başka delili, bu derslere ait kitapların medreselerde, değişik zamanlarda, defalarca istinsah edilmeleridir. Örneğin Hisab ilmine ait Hulasatü'l-hisab adlı eser, ilki 1064'te olmak üzere, çeşitli bölgelerde bulunan 14'den fazla medresede istinsah edilmiştir Yine Kadızade-i Rumi'nin Hendeseye ait Tuhfetü'r-re'is adlı eseri de, aralarında İstanbul Semaniye ve Şehzade medreseleriyle Bursa Sultaniye medresesinin de bulunduğu 30'dan fazla yüksek dereceli medresede istinsah edilmiş ve üzerine çok sayıda şerh ve haşiye yazılmıştır. Kadızade-i Rumi'nin, Astronomiyle ilgili Şerhü'l-mulahhas fi'l-hey'e'si de 20'den fazla medresede istinsah edilmiştir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür .İstinsahların en yoğun olduğu dönem 18 yüzyıldır. Bu kitapları istinsah edenler, müderrisler veya kısmen de talebelerdir. Bir Müderris veya talebe, kullanmayacaksa bir kitabı neden yazmak veya kopyalamak ihtiyacı duysun. O halde, bu kitaplar kullanılıyordu, işleniyordu, isteniyordu ki, istinsah edildiler.


Görüldüğü gibi, pek çok kaynak, aklı ilimlerin -hiç değilse bazılarının ­medreselerde sürekli bir şekilde tedris ve tahsil edildiklerini gösteriyor. Sözkonusu derslerin ihmal edilmelerine dair K.Çelebi'ye ait rivayetler okutulduklarına dair pek çok rivayet, delil ve belge bulunmaktadır.


Medreselerin Gerilemesinde Akli İlimlerin Rolü Meselesi
Akli İlimlerin İhmal edildiğinden hareket eden yazarlar , İfadelerinin devamında, bu durumun, İlmin İnkırazına yol açtığını ve medreselerin gerilemesine birinci derecede sebep olduğunu ileri sürmektedirler. Yukarıda ayrıntılı olarak verdiğimiz bilgi, belge ve kaynaklar bize, aklı ilimlerin program dışı bırakılmalarının söz konusu olmadığını, tersine medrese tedrisatında bir sürekliliğin, büyük bir geleneğin mevcut olduğunu gösteriyor. Kaldı ki, medreselerin gerilemesi ile akli ilimler arasında bir bağ kurma, bu kurumların kuruluş, amaç ve işleyişleri dikkate alındığında anlamsız -hatta imkansız ­kalmaktadır. Medreselerin gerilemesinden söz edildiğine göre, bu kurumlar için bir gelişme, bİr yükselme dönemi kabul ediliyor demektir. Öyleyse şu soruyu sormak gerekir. Medreselerin yükselmesi, akli ilimlerin buralarda okutulması neticesinde mi olmuştur? Osmanlı medreselerinin, 15. asırda yükseldiği ve 16. asırda en parlak dönemine ulaştığı genel olarak kabul edilirse, o durumda, bu yükselmeyi sağlayan temel dinamiklerin akli ilimler olduğu söylenebilir mi? Bu sorulara doğru cevaplar verebilmek, Medrese sistemini, amaç, içerik ve işleyiş açısından iyi anlamak ve doğru değerlendirmekle mümkündür. Yukarda kısaca değinildiği gibi, medrese tedris sisteminde, esas olan dini/nakli ilimlerdir. Akli ilimler ise araçtır , asli ilimlere hazırlayıcı ve yardımcı derslerdir. Bu itibarla, medreselerin gerileyişi, hangi devirlerde ne kadar akli ilimlerin okutulup okutulmaması ile ilgili bir durum değildir. Böyle bir kriter, asıl gayesi, dini kaynaklardan yararlanarak görev yapacak yargıç, müftü ve müderris yetiştirmek olan bir eğitim kurumu için geçerli olamaz. Medrese kendisinin asli görevi olan İslam ilimlerinin eğitim ve öğretimi görevini, pek çok dış etkenler tarafından etkilenmiş olmasına rağmen, tarih boyunca kesintisiz bir şekilde sürdürmüştür. Dolayısıyla medresenin gerileyişi ve çöküşü, iddia edildiği ve sanıldığı gibi kendi bünyesi içine giren, yavaş yavaş bütün organları kemiren ve nihayet ölüme götüren hastalık gibi bir İflas süreci değildir. Medresenin İ'tibarının kaybının sebebİ daha çok, bu kurumun devlet için arzettiği fonksiyonda aranmalıdır. İslami bir eğitim kurumu olarak medrese başlangıçta devlet elitinin, memurların, müderrislerin, müftü, hakim ve yargıçların ve diğer önemli devlet görevlilerinin eğitiminde ve yetiştirilmesinde çok önemli bir rol oynuyordu. Osmanlı yönetimi, meşruiyetini, şer'i esaslarda arıyordu. Eğitimle beraber yönetim, hukuk, adalet ve yargı sistemleri de, şer-i şerif esaslarına göre biçimlendirilmişti. Bu esasların tesbiti, yorumu ve uygulaması, medreselerden yetişen ulemanın yetkisi altındaydı. Ulema ve medrese, sistemin ortasında, tam merkezinde yer alıyordu. Ulemanın başı Şeyhü'I-islam, protokolde Vezir-i A'zam'ın arkasında kalmasına rağmen hem Sultan hem de vezirleri, önemli kararlarlarını ve icraatlarını, onun onayına sunmak zorundaydı. Medresenin ürettiği zihniyet ve kültür , sistemin arzu ve hedefleriyle çelişmiyordu. Sistem için medrese, medrese için de sistem gerekliydi. Bu durum, Tanzimata kadar -daha doğru bir İfade ile modernleşme sürecinin başlamasına kadar­- devam etti.


Tanzimattan sonra devlet, kendini yeniden tanımladı; klasik Osmanlı sisteminde gedikler açılmaya ve buralara, Avrupa uygarlığının ürünü kurum ve kuruluşlar yerleştirilmeye başlandı. Batı'ya yöneliş, Avrupa'nın sadece tekniğini değil, aynı zamanda zihniyetini, İdeolojisini, felsefesini, bilimini, kültürünü... de beraberinde getirdi. Bu yeni değişim ve dönüşümle medrese, kendini bir anda sistemin merkezinden uzaklaştırıldığını gördü. Yerine batı modeline göre kurulan eğitim kurumları geçti. Medreseliler de, hem kıyafetleriyle, hem zihniyet ve ideolojileriyle gücü ve İktidarı elinde bulunduranların yanında ve yeni sistem içersinde ahengi bozan bir görüntüye sahipti. Medreselerin işlevsizliği, İflası,itibar kaybı v.s. İşte burada, bu değişim ve dönüşümde aranmalıdır. Evet, İlim zihniyeti, program, disiplin, devamlılık v.s. gibi hususlar bir sistemin sağlıklı işlemesi açısından önemli faktörlerdir. Ancak, Medreselerin gerilemesi çerçevesinde öne sürülen nedenler, 16. asırdan sonra birdenbire ortaya çıkmış değildir.


Sonuç
Bütün bu bilgi ve belgelerin ışığında konumuzu şu şekilde sonuçlandırabiliriz:

  • Akli ilimlerin ihmal ve terkiyle ilgili K.Çelebi'nin tenkitleri doğruyu yansıtmamaktadır. Konuyla ilgili yeni çalışmalar ve bilhassa Prof. Dr. İhsanoğlu, K.Çelebi'nin rivayetlerindeki çelişkileri detaylarıyla incelemiştir.
  • K. Çelebi'nin ''sonradan gelenler, bunlar felsefiyattır'' diyerek programdan çıkardıklarını iddia ettiği Haşiye-i tecrid ve Şerh-i mevakıf, Kelam ilmine ait olup, sonraki devirlerde de elden düşmediği anlaşılmaktadır. Medrese eğitim sisteminin doğal bir parçası olan Kelam ilmi, ya yukarda zikredilen eserler veya bu ilme ait diğer standart ders kitapları vasıtasıyla kesintisiz tedris ve tahsil edilmiştir.
  • Akli ilimlerin diğer kollarım teşkil eden derslerin ve bu derslere ait klasik eserlerin, 16. yüzyıldan sonra da okutuldukları görülmektedir. Ancak bu derslerin, medrese eğitim sisteminin temelini teşkil etmedikleri, dini-nakli ilimlere 'yardımcı ders '' olarak değerlendirildikleri açıktır.
  • Medrese sistemi (program, amaç, işleyiş, içerik v.s.) içersinde bir bütünlük, bir süreklilik, değişmeyen uzun bir gelenek mevcuttur. Dolayısıyla 15., 16. asırlarda tahsil ve tedris edilen ilimler, bu süreklilik ve gelenek gereği, 17 ., 18., 19. asırda da vardır, okunmuştur ve okutulmuştur. Medrese sistemi içinde ilk esaslı değişmeler, ancak II. Meşrutiyetten sonra gerçekleşmiştir.
  • Akli ilimler sahasında geçerli olan derslerin kalitesi, içeriği, amacıyla müderris ve talebelerin bu alandaki ilmi performansları, esasında medrese sitemini kavramak açısından araştırılması gereken önemli sorular olmakla beraber , bu tebliğin sınırını ve konusu aşan bir konudur.
  • Ulum-i akliyenin program dışı bırakılmaları söz konusu olmadığına göre, medreselerin gerilemesinde bu ilimlerin ihmalinin birinci derecede amil olduğu tezi de havada kalıyor, demektir. Esasen, medreselerin yükselmesi veya gerilemesini akli ilimlerin okutulup okutulmamasına bağlamak mümkün değildir.
  • Bu söylenenlerden, Medrese sisteminin her devirde mükemmel işlediği, hiç bir kusuru olmadığı, burada çok kaliteli eğitim-öğretim faaliyeti yürütüldüğü, hiç bir eleştiriyi hak etmediği anlaşılmamalıdır.
Ruhr-Universitaet-Bochum
  1. Emin Beğ: ''Tarihçe-i Tarik-i Tedris'', İlmiye Salnamesi, s. 647.
  2. Aslı " Hallu'l-Hulasa li-ehli'r-riyasa" dır ve Ramazan b. Ebi Hureyre el-Cezeri el-Kadiri (1076/1665'te sağ)'nin Hulasatu'l-hisab'a yazdığı bir şerhtir.
  3. Hidayetü'l-hikme'nin bir şerhi olan Kadımir, aynı adla meşhur Hind'li Mir Hüseyin el-Meybudi'ye aittir.
  4. Celal, Celaleddin ed-Devvani'nin, Taftazani'nin Tehzibu'l-kelam ve'l-mantık adlı eserine yazdığı bir şerhtir.

Osmanlı Medreselerinde Mantık Eğitimi Üzerine
Osmanlı Döneminde Bir İmparatorluk Dili Olarak Türkçe
Osmanlı Devleti'nde Eğitim Hizmetlerinin Finansmanı
Osmanlı Medreselerinde Tartışma Metodolojisi
Akli İlimlerin İhmali Meselesi Üzerine Bazı Mülahazalar
Son Dönem Taşra Medreseleri Üzerine Bazı Düşünceler
Osmanlı Sıbyan Mekteplerinde Okutulan Dersler
Osmanlılar Bilime Set Çekmedi
Bizi Bilimde Geri Bırakan Sebepler Nelerdir?
Amerikan Eğitimine Bir Bakış

Muhammed Abdüh'ün Osmanlı Eğitim Sistemi Hk. Görüşleri
Son düzenleyen BrookLyn; 9 Ağustos 2011 12:48
yasamak kucuk bir umut we insana duyulan sewgiden ibarettir..
lionhead - avatarı
lionhead
Kayıtlı Üye
3 Temmuz 2006       Mesaj #5
lionhead - avatarı
Kayıtlı Üye
Puslu Kıtalar Atlası’yla birçok okuru şaşırtan ve sevindiren İhsan Oktay Anar’ın ikinci romanı Kitab-ül Hiyel, “eski zaman mucitlerinin inanılmaz hayat öyküleri”ni anlatıyor.
Yafes Çelebi, Calud ve Lalezar Necef Bey’den Angilidis Efendi’ye, Samur ve Yağmur Çelebiler’den Uzun İhsan Efendi’ye bir sürü mucit, hiyelkar, aktarıcı, "rivayet edici", mağdur, sarhoş, meyhaneci, kahveci. Okuyanın okumayanlara kolay anlatamayacağı ama insanın birileriyle paylaşmak isteyeceği romanlardan, Kitab-ül Hiyel.
Son düzenleyen BrookLyn; 9 Ağustos 2011 12:49
yasamak kucuk bir umut we insana duyulan sewgiden ibarettir..
lionhead - avatarı
lionhead
Kayıtlı Üye
3 Temmuz 2006       Mesaj #6
lionhead - avatarı
Kayıtlı Üye
Üstün insanlar, mensup oldukları milletlerin değil, insanlığın malıdır. Bütün uluslar onlarla gururlanırlar. İşte Ebu'l-İz de bunlardan biridir.

Buharlı otomatik sistemler 1780 yılında, İskoçyalı Mühendis James Watt tarafından bulunduğu halde, Ebu'l-İz Hidromekanik otomatik cihazları, çok önceden 1206 yılında, tam 574 yıl önce, Artuklular devrinde Diyarbakır'da (Hasankeyf) geliştirmiştir.
Son düzenleyen BrookLyn; 9 Ağustos 2011 12:50
yasamak kucuk bir umut we insana duyulan sewgiden ibarettir..
lionhead - avatarı
lionhead
Kayıtlı Üye
3 Temmuz 2006       Mesaj #7
lionhead - avatarı
Kayıtlı Üye
21’nci yüzyılda yaşanacak teknolojik gelişme hızı, gelişmekte olan ülkelerin bu alanda politikalar üretemedikleri sürece çok hızlı bir şekilde geride kalacaklarını ortaya koymaktadır. Bütün bu koşullar, Türkiye’nin çağdaş mühendislik eğitimini yaygınlaştırmasının yanı sıra sanayileşmeden,teknolojik öngörü’den teknoloji üretiminden, araştırma ve geliştirmeden,üniversite-sanayi işbirliğinden yana politikalara duyduğu gereksinimi çok açık bir şekilde göstermektedir.

Bu nedenle ülkemizdeki mühendis ve mimarların daha donanımlı birikimli ve bilinçli olarak yetiştirilmesinin yanı sıra toplumsal ve teknik işbölümü içerisinde mesleki eğitimleri ile uyumlu üretken bir konuma sahip olmaları için gerekli politikaların uygulanması da çok büyük bir önem ve öncelik taşımaktadır.

Bu nedenle çağdaş bir mühendislik eğitimi formasyonunun deformasyona uğramadan ülkenin kalkınmasına yöneltilebilmesinin, üretim ekonomisi, üniversite sanayi işbirliği ve bilim ve teknoloji politikaları ve insan kaynakları planlaması temelinde uygulanan kalkınma stratejileri ile ilişkisi analiz edilmelidir.

Çağdaş bir mühendislik formasyonundan beklenecek olan faydaların enformasyon formasyon - deformasyon çevriminde bütüncül bir yaklaşımla ele alınması gereklidir.
Son düzenleyen BrookLyn; 9 Ağustos 2011 12:51
yasamak kucuk bir umut we insana duyulan sewgiden ibarettir..
lionhead - avatarı
lionhead
Kayıtlı Üye
3 Temmuz 2006       Mesaj #8
lionhead - avatarı
Kayıtlı Üye
Az Gelişmişliğin Kıskacındaki Türkiye ve Mühendislik Enformasyon - Formasyon - Deformasyon

Giriş

Çok hızlı yaşanan teknolojik gelişim 21.yüzyılın mühendislik profilini de hızla değiştirmektedir. Mühendislerin eğitimi, mesleki, toplumsal sorumlulukları ve üretim süreçlerindeki vazgeçilmez yerleri de bu değişimden aynı ölçüde etkilenmektedir ve etkilenmeye devam edecektir. Bu nedenle yaşanan bu süreçte eğitimi de içerecek şekilde mühendisin değişen profiliyle ilgili değerlendirmeler yapılmalıdır .Ancak bunun yanı sıra azgelişmişliğin ve istikrarsızlığın kıskacındaki ülkemizde mühendislerden beklenen temel işlevlerin bilgi toplumuna evrilme sürecindeki sanayi toplumlarında hızla değişen mühendislik profili ve işleviyle ne ölçüde örtüştüğü veya neden örtüşemediği de ele alınmalıdır.
Bu süreçte mühendislik eğitiminin kalitesinin yanı sıra uygulamada mühendislik birikiminin kullanılma düzeyi ve mühendislerden ne beklendiği de sebep-sonuç ilişkileri içerisinde analiz edilmelidir. Mühendislerin teknoloji üretecek,teknolojik ve bilimsel gelişmeleri takip edecek bir formasyonda yetiştirildiklerini varsaysak bile, mezuniyet sonrasında üretim süreçlerindeki çalışma koşulları ve konumları da bu analize konu olmalıdır.

21’nci yüzyılda yaşanacak teknolojik gelişme hızı gelişmekte olan ülkelerin bu alanda politikalar üretemedikleri sürece çok hızlı bir şekilde geride kalacaklarını ortaya koymaktadır. Bütün bu koşullar, Türkiye’nin çağdaş mühendislik eğitimini yaygınlaştırmasının yanı sıra sanayileşme için teknolojik öngörü, teknoloji üretimi için de araştırma – geliştirme ve üniversite-sanayi işbirliğinden yana politikalara duyduğu gereksinimi çok açık bir şekilde göstermektedir. Bu nedenle ülkemizdeki mühendis ve mimarların daha donanımlı birikimli ve bilinçli olarak yetiştirilmesinin yanısıra toplumsal ve teknik işbölümü içerisinde mesleki eğitimleri ile uyumlu üretken bir konuma sahip olmaları için gerekli politikaların uygulanması da çok büyük bir önem ve öncelik taşımaktadır.
Yaşanan tüm gelişmeler, konunun bütün parametreleriyle birlikte ilgili tüm tarafların, Üniversitelerin, Sivil Toplum Kuruluşlarının ve Meslek Odalarının ilgi ve çalışma alanı içerisinde yer alması zorunluluğunu ortaya koymaktadır. Bu konuda kaybedilen zamanın bedeli 21 yüzyılda ülkemiz için çok yüksek olacaktır


Bilim Teknoloji ve Refah

Bilimsel buluşların ve teknolojik ilerlemelerin ekonomik büyüme ve toplumsal refah için yarattığı fırsatlardan yararlanmanın başlıca koşulu, yeni bilimsel bilginin yenilikçi ürünlere, proseslere, organizasyonlara, pazarlara ve hizmetlere dönüştürülebilmesidir. Küresel ortamda toplumsal refah artışı sağlayabilmek için endüstriyel rekabette üstünlük ve bunun içinde teknoloji yeteneğinin üst seviyede olması gerekmektedir. Üst seviyedeki teknoloji yeteneği için önkoşul da bilgi temeli ve üniversite-sanayi işbirliğini de kapsayacak şekilde Ar-Ge çalışmalarındaki derinlik olmaktadır.

18.yüzyıl sonlarından bu yana çok hızlı gelişen teknolojik yeniliklerin itici gücünün bilimsel temelli bilgi olduğu bilinmektedir.Bundan sonraki gelişmelerde bilimsel bilginin etkisini değerlendirebilmek için şu veriye bakmak yeterli olacaktır; 1760 yılında üretilen bilgi,1760-1950 yılları arasında ikiye katlanmış ve artık her 2-3 yılda bir tekrar ikiye katlanmaktadır. 21’nci yüzyılın hemen başlarında kullanılacak teknolojilerin %70’inin henüz bilinmediği buna karşılık bu dönemde bugünkü çalışan nufusun %70’inin çalışmaya devam edeceği savı, üzerinde önemle durulması gereken bir öngörüdür. Bilim ve teknolojideki çok hızlı değişim sonucu yeni bir transformasyon döneminin yaşandığı ve jenerik teknolojilerin büyük önem kazandığı gözlenmektedir. Jenerik teknolojiler kapsamında özellikle çok kısa bir süre içinde insan yaşamını ve kalitesini etkileyecek olan moleküler biyoloji ile ilişkili olarak genetik bilimi ve mühendisliği, nöro-fizyoloji ve beyin bilimine bağlı olarak yapay zeka, uzay fiziği ile güneş sistemi çalışmalarına bağlı uzay ve enerji ile ileri malzemeler ve sanayi odaklı ileri bilgisayar uygulamaları öne çıkmaktadır[1].

Gelişmiş ve Geri Kalmış Ülkeler Arasındaki Belirleyici Unsur

Teknolojik Farklılık, Teknoloji Transfer Mekanizmaları ve Teknolojinin Derinliği
"Teknik" ve "Teknoloji" terimleri iki ayrı kavrama işaret eder. "Teknik", üretimde kullanılan, bilimsel bilgiye dayalı, metodik süreçlere (proseslere) ilişkin bir bilgi ve deneyim kümesini; ‘ Teknoloji ’ ise, söz konusu teknikleri ve bu tekniklerin uygulanması ile ilgili alet, makina ve malzemeleri geliştirebilmenin bilgi ve deneyimini ifade eder.

Burada önemli olan nokta, teknolojik bilginin faydaya ve uygulamaya yönelik olmasıdır. Teknolojik bilgiyi, bilimsel bilgiden ayıran nokta budur. Kısaca, bilim doğanın nasıl işlediğinin (doğa yasalarının) bilgisi iken, teknoloji doğayı dönüştürebilmenin ve ona egemen olabilmenin bilgisidir.

Bu açıklamalar ışığında daha geniş tanımı ile; Teknoloji; ‘araştırma-geliştirme, tasarım, üretim, pazarlama, satış ve satış sonrası hizmeti kapsayan bir endüstriyel sürecin, etkin ve verimli bir biçimde gerçekleştirilmesi için kullanılması gereken bilgi ve becerilerin tümü’ şeklinde olmaktadır. Gelişmiş ve geri kalmış ülkeler arasındaki sınırı belirleyen en temel unsur olan teknolojik farklılık ise teknoloji transfer sistemlerinde kendini göstermektedir.

Gelişmiş ülkelerde bu sistem, temel bilim, temel ve uygulamalı araştırma ve teknoloji geliştirme kurumlarından, ulusal endüstriye bilgi akış sistemi diğer bir deyişle yatay teknoloji transferi olarak gözlenirken, az gelişmiş ülkelerde teknoloji transferi dikey teknoloji transferi olarak da algılanabilecek gelişmiş ülkelerden üretim teknik ve bilgilerinin aktarılması olarak karşımıza çıkmaktadır.
Diğer bir deyişle, gelişmiş ülkelerde sahip olunan teknolojinin derinliği fazla, az gelişmiş ülkelerde ise sığdır. Teknolojinin derinliği arttıkça yaratılan katma değerin ivmesel bir artış gösterdiği bilinmektedir. Aynı şekilde teknolojinin derinliği ile bilimsel bazlı bilginin doğrudan ilişkisi vardır ve gelişmiş ülke sistemlerindeki yatay teknoloji transferi mekanizmalarına anlam kazandıran açıklamanın özü budur.

Bu iki sistem arasındaki gelişmişlik ve az gelişmişlik sınırını da belirleyen en önemli farklar şunlardır:

a) Yaratılan Katma Değer / Maliyet oranındaki fark,
b) Teknoloji içindeki gömülü bilgiye (tacit knowledge) sahip olma,
c) Zaman.
Bu üç unsurun gelişmişlik sürecindeki etkilerinin daha iyi anlaşılabilmesi için Şekil 1 ve Şekil 2’de verilen diyagramların ulusal teknoloji haritaları ile çakıştırılması ve sahip olunan ya da olunduğu düşünülen teknolojilerin hangi aralığa geldiğinin bilinmesi gerekmektedir.
Az gelişmiş ülkelerin, Şekil 1’de taralı alan zaman limitinde- uygun maliyetle ve hala mevcut olan bir pazarda pay sahibi olabilmek için optimum aralık- teknoloji transfer etmeleri ve Şekil 2’de belirtilen teknoloji transferinden teknoloji üretme çevrimini amaç edinerek bir politika oluşturmaları zorunludur.

Şekil 1. Teknoloji Başvuru Spekturumu
Kaynak: Hruby. F.Michael, Technoleverage, AMACOM.

Şekil 2. Teknoloji İzdüşümü
Kaynak:Kim Linsu,Prof.,Krea’s Experience,Jan.2000

Teknoloji üretme çevrimi başlıca şu aşamalardan oluşur:

a- Gereksinim duyulan teknoloji tanımı ve satın alabilme (transfer edebilme)
b- Kopyalama ve tekrarlar
c- Yaratıcı kopyalama
d- Tasarım Yeteneği kazanma
e- Teknolojiyi Özümseme
f- Teknoloji Geliştirme
g- Teknoloji Üretme
h- Teknoloji satışı.
Tüm bu süreçlerde gelişmiş ülkelerde uygulanan yatay teknoloji transfer mekanizmaları
Ar-Ge ve üniversite sanayi işbirliği uygulamaları vb.-gerçekleştirilmek zorundadır. Teknoloji üretme çevriminde yer alan tüm süreçlerin yapılabileceği zaman dilimi de Şekil 1’de belirtilen taralı alan limiti olmak zorundadır. Çünkü, Bilimsel bilginin artış hızına paralel olarak teknolojinin yarı ömrü de çok kısalmış durumdadır. Daha önce en ucuz ve en pahalı tanımı şarap için yapılırken, şimdi bu ünvanı teknoloji almıştır. Günlük hayatımızda cep telefonları ve benzer pek çok örnekte olduğu gibi çok yüksek bedeller ödeyerek aldığımız teknoloji tabanlı ürünler pek kısa bir süre sonra alıcı bile bulamaz olmaktadırlar.

Teknolojinin Toplumsal Denetimi:
Bir bilim adamı teknolojiyi mükemmel bir otomobile benzetiyor ve şöyle devam ediyor; ‘ancak bu aracın yol haritası, geri görüş aynaları ve farları bulunmamaktadır.’
Özellikle deneysel bilimin teknolojiye uygulanması ile son 300 yılda çok hızlı yaşanan teknolojik gelişmelere paralel olarak teknolojinin toplumsal denetimi sadece bu teknolojilerin denetim dışı gelişmesinden ve kullanılmasından çekinen gelişmiş ülkelerde değil aynı zamanda az gelişmiş ülkelerde de en uygun teknolojinin (Apropriate Technology) seçimi açısından önemli bir gündem oluşturmaktadır.
Daha önceleri bilime dayalı, bilimden etkilenen ve birbirini destekleyen bilim teknoloji ilişkisinin özellikle son 25 yılda teknoloji ağırlıklı geliştiği gözlenmektedir. Evrensel ve kamusal ağırlığı temsil eden bilimin yerine, sahibinin çıkarlarına ağırlık veren teknoloji lehine bozulan bu denge, teknolojinin toplumsal denetimini ya da dayatmaların kıskacında yaşayan azgelişmiş toplumlarda kamu ve ülke çıkarları adına denetim yapması gerekli unsurları önemli kılmaktadır.

Ülkemizde de pek çok yansıması bilinen sosyo- kültürel yapıya uygun olmayan teknolojilerin etkilerine ilişkin en çarpıcı örneklerden biri Meksika deneyimidir.
Meksika 1988 yılına kadar, geleneksel tarımsal ürünleri ile kendini besleyebilen bir ülke iken, çok uluslu şirketlerle ve yüksek teknolojili tarımsal yöntemlerle ihracata yönelik değişik ürünler üretmeye yöneltilmiş ve 1992 yılında buna ödediği bedel, tarım ürünlerinin 1/3’ünü ithal eder duruma düşerek bu ürünleri ithal edebilmek için petrol gelirlerinin yarısını harcamak olmuştur.

Teknoloji-Mühendis İlişkisi
‘Uygulamaya dönüşmeyen bilim, doğru ile yanlış arasında bir yerdedir’El-Cezeri
ABD’ de mühendislik eğitimi programlarının uygunluk değerlendirmesini yapan ABET (Accreditation Board of Engineering and Technology) tanımına göre;
‘Mühendislik; eğitim, deneyim ve uygulama ile edinilen matematik ve doğa bilimler bilgisinin, doğal güç ve kaynakların insanlık yararına ve sürdürebilirlik ilkeleri dikkate alınarak ve mühendislik etiği gözetilerek kullanılması için yöntemler geliştirilme uğraşıdır.’

Fransız Mühendisler ve Bilim İnsanları Ulusal Konseyi (CNISF) ise Mühendisi;
Toplumun beşeri, toplumsal ve ekonomik ögelerini göz önünde bulundurarak, belirtilmiş bir gereksinime, kararlaştırılmış rasyonel kriterlerden hareketle, mümkün olan en iyi yanıtı vermek üzere, kişiler, soyut veriler ya da maddi araçlar organizasyonu sistemini tasarlamak, gerçekleştirmek ya da işletmek için, bilimsel ya da teknik ağırlıklı bilgi ve yetenek kullanan bir ekonomik öge’ olarak tarif etmektedir.

Bu tanımlardan hareketle bir tanımlama denemesi yapacak olursak; ‘Eğitim, deneyim ve uygulama ile, matematik, doğa ve mühendislik bilimleri bilgileri sonucu edinilen formasyonun, insanlık yararına bir gereksinmeye yanıt vermek üzere ekonomiklik ögeleri de göz önünde bulundurularak; teknik ağırlıklı ekipmanların, ürünlerin, proseslerin, sistemlerin ya da hizmetlerin tasarımı, hayata geçirilmesi, işletilmesi, bakımı, dağıtımı, teknik satışı ya da danışmanlık ve denetiminin yapılması ve bu amaçlarla araştırma-geliştirme etkinliklerinde kullanılması işlevine mühendislik denir’ diyebiliriz.
Yapılan incelemeler mühendislik bilgisinin yarı ömrünün de, farklı mühendislik dallarına göre 2,5-7,5 yıl arasında değiştiğini göstermektedir.

Mühendis, en kısa şekilde ‘bilimi teknolojiye, teknolojiyi uygulamaya dönüştüren’ olarak tanımlanıyorsa, teknoloji yarı ömrü ile mühendislik bilgisinin yarı ömrünün çakışması bir rastlantı değildir. Günümüzde inşaat mühendisliği alanında bu yarı ömrün 3-4,5 yıl arasında olduğu öne sürülmektedir. [4]. Yapılan araştırmalara göre Mühendislik mezuniyet bilgisinin %5’i her sene eski ve geçersiz hale gelmektedir.
Bu hızla gelişen teknolojinin etkisi ile mühendislerin ve mühendisliğin profilinde yaşanan değişimde rol oynayan başlıca faktörler ise;
  • Bilim ve teknolojideki değişim
  • Mühendisin çalıştığı fiziki ve sosyal ortamdaki değişim ve
  • Bilginin artan rolü
olarak karşımıza çıkmaktadır.

Yaşanan bu gelişmeler “mühendislik” mesleğinde çok büyük değişikliklere yol açmış ve açmaya devam etmektedir. Örneğin “Doku Mühendisliği, canlı hücreler ve sentetik polimerlerden/liflerden yarı sentetik, canlı doku ve organların tasarım ve imalatını konu almaktadır. Bu mühendislik disiplini ilk ticari ürünlerini 1998 yılında vermiştir. Kısaca günümüzde malzeme teknolojisi ve biyoteknolojide yaşanan ilerlemeler pek çok mühendislik kavramını kökten değiştirmektedir. Bir diğer deyişle mühendislik konusu malzeme, ürün ve sistemlerin, proseslerin doğası değişmekte ve birçok mühendislik disiplini hızla birbirine yaklaşmaktadır.

Mühendislikte tasarım ortamı yarım yüzyıl gibi bir sürede T cetveli ve sürgülü hesap cetvellerinden bilgisayar destekli tasarım ortamına(CAD) ilerlemiştir. Artık mühendisler farklı mekanlarda elektronik ortamda eşzamanlı olarak birlikte ürün geliştirebilmektedir. Bilgisayar Destekli Tasarımın yanı sıra Bilgisayar Destekli İmalat (CAM) ve Bilgisayar Destekli Mühendislik(CAE) artık günümüzün mühendislik ortamını karakterize eden kavramlar olmuştur.


Hangi Bilgi?


Mühendislik Yaşamaında Üç Kavram

Günümüzde bilgideki artış hızının yanı sıra enformasyon ve telekominikasyon teknolojilerindeki çarpıcı gelişmeler ‘bilgi’ye erişimi de kolaylaştırmaktadır. Ancak burada her türlü bilgiye erişimin kolaylaştığı yanılgısına düşülmemelidir. Kolaylaşan ‘enformasyon yani işlenmemiş bilgi’ye ya da en fazla “codified” yani ‘kodlanmış/açık bilgi’ ¹ ye erişimdir. Ama “tacit knowledge” yani ‘gömülü /örtük bilgi’ 2'ye erişim eskisinden çok daha zor hale gelmiştir.

İşte yaşanan tüm bu süreçler bilginin kaynağı ve değerlendirilmesinin yanı sıra mühendislik yaşamında yukarıda sayılan bazı kavramların incelenmesini de gerekli kılmaktadır. Ancak burada bilgi ile enformasyonu (”knowledge” ve “information”ı) karıştırmamak gerekmektedir. Bu iki kavramın, sonunda aklın oluşumuna ulaşan bir sürecin iki farklı aşamasını oluşturduğu ileri sürülmektedir. Bu süreç ise: veri(data) ® işlenmemiş bilgi(information) ® bilgi (knowledge) ®akıl/bilgelik(wisdom) olarak tanımlanmaktadır.

Günümüzde eğitim sistemleri artık öğrenme yerine öğrenmeyi öğrenme, okur-yazar yerine bilgi okur- yazar yaklaşımı üzerine kurulmaktadır. Öğrenmeyi öğrenen ve verilere ulaşmaktaki zorlukları aşan bir mühendisin bu enformasyon’u (information) bilgi’ye (Knowledege) ve bilgeliğe (wisdom) dönüştürmesi ve en etken bir şekilde kullanabilmesinin en temel şartı bir formasyon sahibi olmasıdır. Diger bir deyişle alınan enformasyon’un yani işlenmemiş bilginin işlenerek en uygun çözüme ulaşmak için kullanılabilmesi, kazanılmış formasyon’ undüzeyi ile doğru orantılı olarak artacaktır.

Enformasyon - Formasyon - Deformasyon
Mühendis, mesleki yaşamında bize bilgi diye sunulan şeyleri eleştirip değiştirebilmeye çalışabilir. Teknolojik gelişmelerin çeşitlendirdiği çözümler arasından çoğu zaman bir seçim yapmak durumunda kalabilir. Bu nedenlerle mühendisin bilimsel ve toplumsal açıdan en uygun değerlendirmeyi- teknolojinin toplumsal denetimi de dahil olmak üzere- ve en uygun seçimi yapabilmesi için bağımsız düşünme ve sorgulama yeteneği temelinde şekillenmiş bir bilimsel ve toplumsal mühendislik ‘formasyon’ una sahip olması gereklidir. Enformasyon toplumu, bilgi toplumuna geçiş süreci, öğrenen toplum, yaşam boyuöğrenim,sürekli eğitim gibi kavramlar günümüzde geçmişten daha farklı bir mühendislik formasyonu gereğini ortaya koymaktadır. Mühendisler-mimarlar mesleklerini mesleki yaşamları boyunca ve değişen ve gelişen teknolojilere sahip olabilmek için öğrenmeye devam ederler. Bu da öğrenme alanında sürekliliğin ve deneyimin önemini ortaya koyar.

Kodlanmış Bilgi

Bazı kodlar (örneğin, bir dil) kullanılarak, iletilebileceği, saklanabileceği ve taşınabileceği bir ortama aktarılan bilgidir. Diğer bir deyişle bir sisteme göre düzenlenerek, bir bildiriye dönüştürülen ve böylece herkese açık hale gelen bilgidir.

Örtük Bilgi
Bir sisteme göre düzenlenmiş olarak hazır bulunmayan, açıkça ortaya konmamış olan bilgidir. “Know-how” olarak andığımız türden bilgiler ya da bir ustanın marifetinin ardındaki bilgiler ‘örtük bilgi’dir Mühendislik-mimarlık alanında yaşanan teknolojik gelişimin hızı gözönüne alınırsa mühendisçe bir yaşam, öğrenme ve üretim alanında sürekliliğe zorunlu bir yaşam olarak ortaya çıkmaktadır. Bu sürekliliğin sağlanması için de mühendislik eğitiminde temel bilgilerin sağlıklı ve tam olarak verilerek bir mühendislik formasyonu kazandırılması büyük önem taşımaktadır.. Bir diğer deyişle mühendis hayat boyu öğrenmenin ve ortak öğrenmenin metodolojisini öğrenmiş olmak zorundadır. Diğer taraftan sürekli eğitim ile mühendislik bilgisinin geliştirilerek üretime yansıtılabilmesi temel mühendislik formasyonunun düzeyi ile doğrudan bağlantılı bulunmaktadır.

Mühendislik eğitimi veren okullar kitlesel eğitim veren kurumlara dönüştüğü ölçüde ve kalite yönetimi ve değerlendirmesinden uzaklaştığı ölçüde böyle bir mühendislik formasyonu verebilmekten de uzaklaşmaktadır. Uzaklaşılan bu kavram, bilimsel bilgi ve teknik nosyonlar kazandırmanın yanı sıra öğrenciyi öğrenim süresinde aynı zamanda gelişmiş bağımsız düşünebilme yeteneğine sahip, katılımcı ve sorumlu bir vatandaş olmaya da yönlendirecek olan formasyon kavramıdır.

İşlenmemiş bilgi (enformasyon) üniversite eğitimi dışında çeşitli kurs, bilgi erişim olanakları ve diğer programlarla elde edilebilir ama mühendisi daha önce tanımlanan bilgi setini (know-how) edinebilme isteğine, yeteneğine ve becerisine sahip kılacak bir mesleki formasyon altyapısının sonradan alınması zor görünmektedir. Bu formasyon, mühendisçe düşünerek üretmek için mühendisliğin temel ilkelerini benimsemiş olmanın yanısıra toplumsal sorumluluk bilinci taşımayı da kapsamalıdır. Diğer bir deyişle mühendis üretim ve yenilikleri yaratma sürecindeki temel konumunda nihai amacının insanların mutluluğu ve refahı için üretmek olduğunu bilmek ve bunu bilince çıkartmak zorundadır. Bu durum mühendisin katıldığı sürecin her aşamasını , hangi toplumsal yarara katkı sağlayacağı ve hangi sonuca ulaşacağı açısından değerlendirmeye almasını gerekli kılmaktadır.
Diğer taraftan yukarıda tanımlanan formasyon ile mezun olunsa bile özellikle azgelişmiş ülkelerde uygulama alanında mühendisi yine birçok sorun beklemektedir.
Türkiye’deki bazı üniversitelerden mezun olan birçok mühendisin gelişmiş ülkelerde çok başarılı oldukları bilinmektedir. Bir başka ortamda başarılı olabilen mühendislerin içinden çıktığı ortamda neden başarılı olamadıkları ya da başarı için gerekli hangi koşulların olmadığı kompleks bir sistemler bütünü analizinin konusudur.

Özellikle az gelişmiş ülkelerde mühendislik eğitiminin ,üretim ve istihdam ilişkilerinin gerçekteki durumuyla uyum içinde olmaması,eğitim modelinin toplumsal ve teknik işbölümünün örgütlenişine uyumlu ulusal bir model üzerine oturmamış olması sorunlar yaratmaktadır. Bu durumda mühendisin mesleki öğreniminde edinmiş olduğu bilgilerin önemli bir bölümü bu ilişkiler içerisinde boşlukta kalmakta pratik karşılığını bulamamaktadır. Bu da mühendisin genellikle mesleki eğitim ve formasyonu ile uyumlu bir toplumsal konumu elde edememesi sonucunu doğurmaktadır. Diğer bir deyişle toplumsal yapı içinde eğitim ve üretim arasında dengeli bir ilişki kurulamamışsa- sanayileşmede gerilik ,açık ve gizli işsizlik ve iş ortamında tatminsizlik- eğitilen bireyin mesleki tatmin içerisinde üreterek,toplumla bütünleşerek yaratıcı, sorumlu bir kimliğe sahip olması mümkün olmaz ve bu durumda bireyin kendisine ve bazı temel değerlere yabancılaşması süreci başlar.

Mevcut ekonomik ilişkilerin şekillendirdiği toplumsal değerler, “yetkin-yeterli” değil “yetkili”, “değerli” değil de “önemli” olmayı öne çıkardığı sürece bu yabancılaşma hızlanacaktır. Mühendis, teknolojiyi takip etmeye, üretime ve çözüm bulmaya endeksli bir yaşam tarzı yerine doğmalar ve katı kabuller arasına sıkışmış durağan bir yaşam tarzına mahküm edildiğinde ise mesleki bir deformasyon sürecine girecektir.
Toplumsal ve teknik işbölümündeki kaos’un istikrarsızlık unsurları lehine sürdüğü, üretimin durduğu, sanayileşmenin norm ve standartlarından uzaklaşıldığı ve çağdışı yönetim anlayışının hakim olduğu ortamlarda mühendis, mesleki eğitimi ve beklentileri ile uyumlu bir konumu bulamaz , mesleki kimliğini yeterince ifade edemez ve kendisini geliştiremez. Yaşanan bu süreç, alınan formasyonun deformasyona uğramaya başladığı süreçtir. Bu sürecin uzun veya kısa olmasının ötesinde esas olan başlamış olması ve plastik bir deformasyon şeklinde yaşanıyor olmasıdır. Yani genellikle geri dönüşü yoktur. Tıpkı teknoloji gibi.

Ülkemizde özellikle kamu kesiminde çalışan onbinlerce mühendis ve mimarın yanısıra ,diğer kesimlerde de piyasadaki talebin düzeyine yönelik olarak mühendislik mimarlık hizmetleri veren meslek mensupları yukarıda tanımlanan süreçi yaşamaktadır. Bunun yanısıra donanım ve deneyim kazanabilecekleri en aktif dönemlerini gizli ve açık işsiz olarak geçiren veya mesleğinin dışındaki işlerde çalışanlar da doğal olarak bu sürecin içinde yer almaktadırlar.

Pozitif bilimlerle sonuç almak için formasyon kazandırılan mühendislerin en kolay deforme olabilecekleri ortam mesleki eğitimi ile uyumsuz bir konumda üretimden ve mesleki tatminden uzak kaldıkları ortamdır. Mühendislik formasyonu kazanmış bir kişinin özellikle bilimsel bilginin ve çözüm alternatiflerinin çok hızlı arttığı çağımızda mesleğini uygulamadan ve üretimden uzak kalarak mühendis kalabilmesi çok zordur Çünkü mühendis mesleğini uygularken öğrenmeye devam eder ve mesleki tatmin boyutunu ancak uygulamada yaşar.

Türkiye İçin Genel Değerlendirme

Dünyada bilim ve teknoloji alanında bu hızlı gelişmeler sürerken ülkemizde ise mühendislerin eğitiminden çalışma koşullarına kadar birçok olumsuzluk yaşanmaktadır. Bir ülkenin
  • Toplumsal ve teknik işbölümü ile uyumlu bir mühendislik eğitimi modeli istihdamı politikası yoksa,
  • Üretim ekonomisine ve sanayileşmeye uzaksa,
  • Bilim ve Teknoloji politikası yoksa,
böyle bir kaostan öncelikle etkilenecek meslek gurubu hem sosyal statü, hem mesleki tatmin, hem de ekonomik düzey olarak mühendis ve mimarlar olacaktır. 21 nci yüzyılın başında mühendis ve mimarlarımızın %35’inin açık işsiz olduğu veya meslekleri dışında bir işte çalıştıkları, çalışanların büyük bir bölümünün ise mesleki tatmin ve mühendislik heyecanı duymadan mesleklerini uyguladıkları bilinmektedir. Bir diğer bilinen gerçek ise ülkemizdeki 200 000 e yakın küçük ve orta ölçekli sanayi işletmesinde mühendis ve mimar istihdam etme geleneğinin oluşmamış olmasıdır.

Uygulamadaki genel politik ve ekonomik tercihlerle,1991 yılında %14 olan yatırım bütçesinin konsolide devlet bütçesi içindeki oranı sürekli azalarak 2000 yılında %5’e düşmüştür. Bugünkü durumumuz ise ortadadır .Bu ekonomik ve politik tercihler ile azgelişmişliğin kıskacına sokulan Türkiye’de çağdaş bir mühendislik formasyonu almış dahi olsalar,uygulamada mühendislerimizi bekleyen koşulların çok olumlu koşullar olmadığı açıktır. 21 nci yüzyılda yaşanacak teknolojik gelişme hızı gelişmekte olan ülkelerin bu alanda politikalar üretemedikleri sürece çok hızlı bir şekilde geride kalacaklarını ortaya koymaktadır. Bütün bu koşullar, Türkiye’nin çağdaş mühendislik eğitimini yaygınlaştırmasının yanısıra sanayileşmeden,teknolojik öngörü’den teknoloji üretiminden, araştırma ve geliştirmeden,üniversite-sanayi işbirliğinden yana plan ve politikalara duyduğu gereksinimi çok açık bir şekilde göstermektedir. Bu nedenle ülkemizdeki mühendis ve mimarların daha donanımlı birikimli ve bilinçli olarak yetiştirilmesinin yanısıra toplumsal ve teknik işbölümü içerisinde mesleki eğitimleri ile uyumlu üretken bir konuma sahip olmaları için gerekli politikaların uygulanması da çok büyük bir önem ve öncelik taşımaktadır.

Konu bu açıdan ele alındığında;
  • Ülkemizde her yıl mezun olan 25 000 mühendis ve mimarın büyük bir bölümünün mühendislik formasyonu açısından yaşadığı sorununun sadece üniversitelerimizdeki yetersizliklerden kaynaklanıp kaynaklanmadığı incelenmelidir.
  • Çağdaş bir mühendislik formasyonu ile mezun olan bir mühendisten mevcut toplumsal işbölümünde ve uygulanan politikalar içerisindeki beklentilerin ne olduğu düşünülmelidir.
  • Eğitimin üretime yönelik olduğu dikkate alınarak çağdaş bir mühendislik formasyonuna sahip mühendislerin deformasyona uğrama sürecinde etkili olan faktörlerin ortadan kaldırılmasının önemi değerlendirilmelidir.
  • Teknolojide yaşanan hızlı gelişmelerin mühendislik eğitiminde formasyon kazandırma sürecini etkilediği kadar, uzak kalındığında deformasyonu hızlandıran bir süreç olduğu da dikkate alınmalıdır.
  • Çağdaş bir mühendislik formasyonunun deformasyona uğramadan ülkenin kalkınmasına yöneltilmesinin üretim ekonomisi,üniversite sanayi işbirliği ve bilim ve teknoloji politikaları temelinde uygulanan kalkınma stratejileri ile ilişkisi analiz edilmelidir.
  • Mühendislik eğitiminde kalitenin arttırılması, kalkınma stratejilerimize yönelik planlama ve teknolojik öngörü yaklaşımları içerisinde ele alınarak mutlaka atılması gereken önemli bir adımdır.Ancak diğer taraftan başdöndürücü bir hızla çoğalan işlenmemiş bilgiyi (enformasyon) işleyebilecek donanım (formasyon) sahibi mühendis şayet üretimden kopartılırsa ve enformasyon hızının gerisinde kalırsa, deformasyon hızlanacak ve bir süre sonra artık arayı kapatmak mümkün olmayacaktır.
  • Bu nedenle çağdaş bir mühendislik formasyonundan beklenen faydalar enformasyon formasyon-deformasyon çevriminde bütüncül bir yaklaşımla ele alınarak dğerlendirilmelidir.
Kaynakça
1. I. Ay ‘Üniversite Öncesi Eğitim ve Araştırmaya Yönelim’- Mühendislik Mimarlık Eğitimi Sempozyumu, MMO,İstanbul. Ekim 1999
2. Teknoloji Ödülü Tanıtım Kılavuzu-Tübitak-Tideb-Ankara
3. A.Göker “Bilim ve Teknolojide Değişim.Değişen Mühendislik Profili, Geleceğin Mühendisi” Seminer Notu.Bilkent Üniversitesi”Science, Technology and Society Course -8 Kasım 2000.Ankara.

4. D.Yıldız “Türkiye 2000’li Yıllara Yaklaşık 340 000 Mühendis ve Mimarla Girecek” İMO Ankara Bülten Eylül-Ekim Bültenleri 1997-TMMOB-İMO - Ankara Şubesi
5. D.Yıldız, M. Kiper “Mühendislik Mimarlık Eğitimi Alanında Kaos-Kalite-Kantite Üzerine” TMMOB MMO Mühendislik Mimarlık Eğitimi Semp.Bildiriler Kitabı.Ekim 1999.İstanbul.
6. “Türkiye’de İnşaat Mühendisliği Öğretiminin Tarihçesi” Türkiye Mühendislik Haberleri-Ekim 1993 Sayı: 368.TMMOB.İMO
7. VIII. Beş Yıllık Kalkınma Planı. DPT Yayını 2000 –Ankara.
01-02 Kasım 2001 tarihinde düzenlenen IV. Ulusal Makina Mühendisliği ve Eğitimi Sempozyum’nda bildiri olarak sunulmuştur.

Son düzenleyen BrookLyn; 9 Ağustos 2011 13:12
yasamak kucuk bir umut we insana duyulan sewgiden ibarettir..
lionhead - avatarı
lionhead
Kayıtlı Üye
3 Temmuz 2006       Mesaj #9
lionhead - avatarı
Kayıtlı Üye
...::: MÜSLÜMAN İLİM ÖNCÜLERİNDEN BAZILARI:::...
İslam Bilim ve Teknolojiye Nasıl Yön Verdi?
Dünyanın bugünkü medeniyet seviyesinde büyük payı olan bilim ve teknolojinin tarihi gelişimi de son derece hızlı oldu. Peki, bilim ve teknolojinin önderliğini üstlendiği uygarlık ve kültür alanındaki bu değişimin tarihsel başlangıcı hangi dönemlerde başlamıştır?
Yukarıda saydığımız keşiflerin tamamı, dokuzuncu yüzyıldan on dördüncü yüzyıla kadar uzanan dünya tarihinde, dönemin en ileri uygarlığı olan "İslam Uygarlığı"nın ürünüdür. Tüm yaşamlarını, dolayısı ile bilime dair tüm çalışmalarının temelini Kuran ayetlerine dayandıran Müslümanlar o dönemde bile bilime sahip çıkmışlardır. Akıla ve bilgiye dayanan uygarlıkları, dünyanın bugün sahip olduğu pek çok değere de kaynaklık etmiştir.
Kuran'da, evrenin yaratılışı ve kainatın düzeni ile ilgili ayetlerin bildirilmesi, bilgi sahibi olmaya büyük önem verilmesi, doğada Allah'ın varlığının delillerinin görülmesi, evrendeki her nesne ve varlığın birbirine olan uyum ve bağlılığı; söz konusu dönemde bilimin ilerlemesine yol göstermiştir.
Teknik ilimler, tıp, astronomi, cebir ve kimya gibi birçok alanda önemli neticeler elde eden Müslüman bilim adamları, medeniyet ve kültür sahasında kısa zamanda kendilerini tüm dünyaya kanıtlamışlardır. Buluşlarıyla uygarlığın ilk adımlarının atılmasına vesile olan Müslümanlar, ilerlemenin yolunu açmışlardır. İslam tarihinde, bilim dallarını tek tek incelediğimizde, hepsinin kaynağının Kuran-ı Kerim olduğunu, bilimin maddi-manevi herşeyin Allah'ın yarattığı sistemin bir parçası olduğunu defalarca ispat ettiğini görmekteyiz.
Müslüman bilim adamları öncelikle, Batı'da Roma ve Doğu'da başta Çin olmak üzere, diğer devletlerde geliştirilen bilim ve teknolojiyi rehber almışlar ve önemli kaynakları tercüme etmişlerdir. Bu bilgi birikiminin içinden imanî ve teknik anlamda yanlış ve tutarsız olan noktaları çıkartarak, kendilerine fayda sağlayacak duruma getirmişlerdir. İlk adım niteliğindeki çalışmalarının ardından, elde ettikleri bilgileri değerlendirip yorumlayarak bilim ve teknolojiye katkıda bulunmaya başlamışlardır.
Beşinci yüzyılın ikinci yarısında doğup gelişen İslamiyet, deneye ve gözleme dayalı bilimin gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır.
İslam dünyasında yetişen bilim adamlarından Cabir Bin Hayyan, 'Kimyasal maddeleri, uçucu maddeler, uçucu olmayan maddeler, yanmayan maddeler ve madenler' olarak dört grupta toplar. Cabir Bin Hayyan'ın bu çalışması, modern kimyanın kurucusu olarak bilinen Lavoisier'e öncülük eder.
El-Kindi, Einstein'dan 1100 yıl önce 800 yılında, izafiyet teorisi ile uğraşır. El-Kindi, 'Zaman cismin var olma süresidir, zamanla bilinebilen ve ölçülebilen hız ve yavaşlık da hareketin sonucudur. Zaman, mekan ve hareket birbirinden bağımsız değildir, göğe doğru çıkan bir insan ağacı küçük görür, inen insan ise büyük görür' der.
Tıp ve eczacılıkta İbn-i Sina ve Razi gibi alimler, anatomi ve tedavi alanına pek çok yeni bilgi eklerken; tarih ve coğrafya bilimlerinde Idrisi, Hamevi ve Taberi ve adını bu satırlara sığdıramayacağımız pek çok İslam âlimi, bilimsel teorilerde önemli ilerlemeler kaydetmişlerdir. Özellikle optik alanında, on birinci yüzyılda İbn-i Heysem, bu bilim dalını tek başına yeniden inşa etmiştir. Dokuzuncu yüzyılda yaşamış olan Sabit bin Kurra, astronomi alanındaki ilk büyük yeniliği gerçekleştirmiş, Batlamyusçu sisteme dokuzuncu yıldızsız küreyi eklemiştir. Onüçüncü yüzyılda, bu sistemin karşılaştığı güçlükleri fark eden yine Müslüman astronomlar olmuş ve Batlamyusçu olmayan gezegen modellerini geliştirmişlerdir. Bunlar, gerçekten zamanlarının çok ilerisinde çalışmalardır. Söz konusu çalışmaları ile bilim tarihine adlarını yazdıran Müslüman bilim adamları, devlet tarafından maddi-manevi destek görmüş, teşvik edilmiş, halk arasında itibar kazanmışlardır. Aynı dönemin Avrupa'sında ise durum tamamen farklıdır. Bilime hizmet eden Avrupalı bilim adamları, pek çok engelleme ile karşılaşıp kısıtlanmakta, hatta çalışmaları tamamen durdurulmak istenmekteydi. (Harun Yahya, Kuran Bilime Yol Gösterir)

Dünyanın Eğimini Hesaplayan Fergani

Harezmi, Hint rakamlarına sıfır rakamını ekleyerek bugün kullandığımız rakamları oluşturuyor; fen bilimlerinde, deneyle sabit olmayan bilgilere itibar edilmemesi gerektiğini söyleyen Ahmet Fergani, enlemler arasındaki mesafeyi hesapladığı gibi, Dünya'nın eksenindeki eğimi en doğru şekilde hesaplıyordu.
Trigonometrik bağlantıları bugünkü kullanılan şekliyle formülleştiren El-Battani, 877 yılından 929 yılına kadar sürekli astronomik gözlemler yapar; Tanjant ve Kotanjant'ın tanımını yaparak Sinüs, Tanjant ve Kotanjant'ın sıfırdan doksan dereceye kadar tablosunu hazırlar.
Ebubekir er-Razi, cerrahide dikiş malzemesi olarak ilk kez hayvan bağırsağını kullanır; tıp biliminde deney ve gözlemin çok önemli olduğundan bahseder ve başhekimi olduğu hastanede görev alacak olan doktorların uzmanlaşmaları gerektiğini söyler.
Ebü'l-Vefa trigonometriye Sekant ve Kosekant kavramlarını kazandırır. Gözün görülebilir cisimler doğrultusunda ışınlar yaydığını söyleyen Öklid ve Batlamyus'a karşı; 'Görülecek cismin şekli, ışık vasıtasıyla gözden girer ve orada mercekler vasıtası ile nakledilir' diyerek, yaptığı sayısız denemelerle 'göze gelen uyarıların görme sinirleri ile beyne iletildiğini' söyleyen İbnü-l-Heysem ise optik biliminin öncüsüdür.
Çeşitli maddelerin birbirinden ayırt edilme yollarından birinin, maddelerin özgül ağırlıkları olduğunu söyleyerek, sıcak su ile soğuk su arasındaki özgül ağırlık farkını tespit eden el-Beyruni; 973 yılında 'Bilimsel çalışmaların, deneylerle ispat edilmesi gerektiğini ve belgelere dayanmasının zorunlu olduğunu' söyler. İbnu'n-Nefis, 1200'lü yıllarda, küçük kan dolaşımını keşfeder.
Bütün İslam ülkelerinde matematik, tıp, uzay bilimleri ve daha birçok ilimin okutulduğu eğitim kurumları, rasathaneler; dönemin en gelişmiş teçhizatları ile donatılmış hastaneler, herkese açık kütüphaneler bulunmaktaydı. Bağdat, Harran ve Endülüs başta olmak üzere Mısır, Kuzey Afrika ve Doğu Fırat çevresindeki birçok İslam şehrinde, eğitim sistemi ve ilim, söz konusu döneme örnek teşkil edecek düzeyde geliştirilmişti. Müslümanlar, yaşadıkları şehirleri uygarlık merkezleri haline getirmişlerdi. Bunlardan biri olan Kurtuba, hastaneleri, kütüphaneleri ve Orta Avrupa'dan öğrencilerin eğitim görmek üzere geldiği okulları ile Avrupa'nın en modern şehri olarak bilinmekteydi.

Bilimin Müslüman Öncüleri Ebul İz El Cezeri
XIII. yüzyılın başında, Diyarbakır Artuklu Sarayı'nda 32 yıl başmühendislik görevi yaptı. El Cezeri, su saatleri, otomatik kontrol düzenleri, fıskiyeler, kan toplama kapları, şifreli anahtarlar ve robotlar gibi, pratik ve estetik birçok düzeni tasarlayan ve bunların nasıl gerçekleştirileceğini anlatan "Kitab-el Hiyal" adlı kitabın yazarıdır.
Cezeri, tarihte sibernetiğin kurucusudur. Sibernetik; haberleşme, denge kurma ve ayarlama bilimidir. İnsanlarda ve makinelerde bilgi alışverişi, kontrolü ve denge durumunu inceler. Bu bilim, zamanla gelişerek bilgisayarların ortaya çıkmasına imkan tanımıştır.
Sibernetik ve otomatik sistemlerin başlangıcı konusunda; Fransızlar Descartes ve Pascal'ı; Almanlar Leibniz'i, İngilizler de R. Bacon'ı öne sürseler de, aslında Cezerî bunu ortaya koyan ve i-lim dünyasına sunan ilk bilgindir.


Hazini
Hazinî, ölçü ve tartı teorilerine yaptığı katkı ile tanınır. Bilime yaptığı diğer bir önemli katkı da yerçekimi hakkındaki görüşleridir. Hazinî, Newton'dan 500 yıl önce, "her cismi yer kürenin merkezine doğru çeken bir güç" olduğunu söylemiştir. Roger Bacon'dan yüzyıl önce de, dünyanın merkezine doğru yaklaştıkça, suyun yoğunlaştığı fikrini ortaya atmıştır.
Hazinî, kimyasal maddelerin yoğunluk ve özgül ağırlıklarını ölçmek amacıyla icat ettiği hassas terazilerle, kimya bilimine de önemli katkılarda bulundu. Öyle ki, icat ettiği ve "Mizanü'l-Hikme" (Hikmet Terazisi) adını verdiği bu hassas terazi ile yaptığı yoğunluk ve ağırlık ölçümleri, günümüz teknolojisi kullanılarak yapılan ölçümlerden pek farklı değildir.
Elementler ** ****
Altın 19.05 19.26
Civa 13.56 13.59
Bakır 8.66 8.85
Pirinç 8.57 8.40
Demir 7.74 7.79
Kalay 7.32 7.29
Kurşun 11.32 11.35

** Hazini'ye göre ** Modern kimyaya göre
Hazinî, Zîc-i Sanacarî (Yıldız Kataloğu) adlı eserinde, yıldızlar ve gezegenlerle ilgili bilgilere ve Selçuklu Devleti'nin enlem ve boylamlarına da yer vermiştir. ‘Risale fi'l-Âlât' (Aletler Bilgisi) adlı kitapçığında ise gözlem aletlerini konu almıştır.


Musaoğulları
Benu Musa kardeşler, Abbasi Halifesi Memun (M.S. 813-833) ve onu izleyen halifeler zamanında, matematiksel bilimlerin gelişmesi yönünde etkin rol oynamış kişilerdi.
Topkapı Sarayı III. Ahmed Kütüphanesi'nde bulunan eserlerinde (A3474), sihirli kaplar, fıskiyeler, kandiller, bir dansimetre, bir körük ve bir kaldırma düzeninden bahsedilmektedir.


Hârizmi
9. Yüzyıl'da Hârizm'de dünyaya geldiği için Hârizmî adıyla tanınan ve büyük bir olasılıkla Türk olan Muhammed ibn Musa, Memun'un Bağdat'ta kurduğu Bilgelik Evi'nde bulunmuş ve bu kurumun kütüphanesinde matematik ve astronomi alanlarında araştırmalar yapmıştır. Aritmetik ve cebirle ilgili iki yapıtı, matematik tarihinin gelişimini büyük ölçüde etkilemiştir.
Hârizmî'nin cebirle ilgili bu yapıtı, 12. Yüzyıl'da Chesterlı Robert ve Cremonalı Gerard tarafından Latinceye tercüme edilmiştir. Yapıtların en ilginç yönlerinden biri, açıların, trigonometrik fonksiyonlarla ifade edildiğini gösteren bir takım tablolar ihtiva etmesidir. Bunların dışında, Hârizmî'nin yön bulmada kullanılan usturlabın biri yapımını ve diğeri de kullanımını anlatan iki eseri daha mevcuttur. Hârizmî, Batlamyus'un Coğrafya adlı yapıtını, ‘Kitâbu Sureti'l-Ard' (Yer'in Biçimi Hakkında) adıyla Arapça'ya tercüme etmiş ve böylece, Yunanlıların matematiksel coğrafyaya ilişkin bilgilerinin İslâm dünyasına girişinde önemli bir rol oynamıştır..

Ali Kuşçu
Semerkant Rasathanesi'nin Müdürlüğü'nü yaptığı sırada, Akkoyunlular adına Osmanlılarla barış görüşmelerinde bulunmak için İstanbul'a geldi. Fatih Sultan Mehmet'in büyük desteğini gördü ve Ayasofya Medresesi'nde görevlendirildi. Burada, Mirim Çelebi, Sarı Lütfü, Sinan Paşa gibi değerli bilim adamlarını yetiştirdi.
Bilhassa, astronomi ve matematik konularında çağının sınırlarını aşacak kadar önemli eğitim ve öğretim çalışmalarında bulunan Ali Kuşçu; Ayasofya Medresesi'nin çalışma programlarını da yeniden düzenlemiştir.
Semerkant Rasathanesi'nde iken ‘Zic-i Uluğ Bey' (Uluğ Bey'in Yıldız Kataloğu) adlı eserin hazırlanması için gerekli gözlem ve hesaplamaları yaptı. Söz konusu eser, çağının en ileri kurumsal matematik bilgilerini içerir.
‘Risaletü'l-Fethiye' adlı eseri ise 19. yüzyılda, İstanbul Mühendishanesi'nde (İstanbul Teknik Üniversitesi) ders kitabı olarak okutulmuştur. Bu eserde, gök cisimlerinin yere olan uzaklığına yer vermiş; ayrıca dünya haritasını da kitabının sonuna eklemiştir. Burada yer kürenin eksenindeki eğikliği 23o30'17" olarak tespit etmiştir. Bu, günümüz modern astronomi verilerine oldukça yakın bir tespittir.

Şerafeddin Sabuncuoğlu
Fatih Sultan Mehmet döneminin ünlü doktoru ve tıp bilginidir. ‘Mücerrebname' adlı eserinde, kendi deney ve gözlemlerine yer vermiştir. Asıl çalışma alanı cerrahlık ve deneysel fizyolojidir. ‘Cerrahiyatü'l-Haniye' isimli eserinde, cerrahlıkla ilgili çalışmalarına yer vermiş ve yaptığı cerrahi müdahaleleri resimlerle tasvir etmiştir.

Bursalı Ali Münşi
Tıp bilimine yaptığı en önemli katkılardan biri ‘Kınakına' hakkındaki çalışmasıdır. Burada bu ağacın kabuklarının humma, sıtma gibi hastalıklara iyi gelmesi ile ilgili gözlemlerine yer vermiştir.


...::: islam,barış,humanizm,bilim,kadın hakları,sol,din,demokrasi :::...
yasamak kucuk bir umut we insana duyulan sewgiden ibarettir..
lionhead - avatarı
lionhead
Kayıtlı Üye
4 Temmuz 2006       Mesaj #10
lionhead - avatarı
Kayıtlı Üye
MAKİNENİN İZİNDE OSMANLILAR

Dünyanın her yerinde olduğu gibi Anadolu’da da özellikle su ve havadan yararlanılarak geliştirilen geleneksel makineler yüzyıllar boyu insanların yaşamlarını kolaylaştırdı. Ama doğu dünyası, Avrupa’da ortaya çıkan Rönesans ve Bilim Devrimi sonrasının teknolojik gelişmeleri karşısında önderliği kaybetti. Bu süreçte Osmanlılar’ın temel hedefi teknoloji açığını kapatmak ve çağı yakalamak oldu.

Prof Dr Atilla Bir
İTÜ Elektrik Elektronik Fakültesi
Doç Dr Mustafa Kaçar
İÜ Edebiyat Fakültesi Bilim Tarihi A.B.D


Makine, belirli bir işin gerçekleştirilmesinde ya da fiziksel bir işlevin yerine getirilmesinde, insan ya da hayvan gücüne yardımcı olarak kullanılan ya da tümüyle onların yerini alan bir düzen. Günümüz dünyasında belirli bir işte çalışırken hemen hemen hepimiz belli makinelerden yararlanırız. Örneğin, her evde bir elektrikli süpürge, dikiş makinesi, elektrikli tıraş makinesi yani yapılan işleri kolaylaştıran makineler bulunur. Makineleri kullananlar genellikle makinelerin nasıl çalıştığını bilmediğinden, içgüdüsel olarak onların çok karmaşık olduğuna hükmederler. Ancak en karmaşık makine bile aslında belirli bir amaca yönelik basit elemanlardan oluşan cihazlardır.
Makine kelimesi başlangıçta basit temel elemanları ifade etmede kullanıldı; ancak makine elemanları tek bir sınıflandırmaya tabi tutulmadı. İskenderiyeli Heron (İ.Ö. 1. yüzyıl) beş temel basit makineden bahsetti: kaldıraç, vinç, makara, kama ve vida. Heron, dişli çarkı kuramsal olarak vince eşdeğer kabul etti ve eğik düzlemi makine elemanlarından saymadı. Diğer yazarlar vidayı kendi başına bir elemandan çok eğik düzlemin bir uygulaması olarak değerlendirdiler. Geniş makine tanımı, bugün yukarıda söz konusu edilen beş basit makinenin yanı sıra günümüz karmaşık mekanik sistemlerini de kapsıyor. Günümüzde genellikle basit makineler kaldıraç, eğik düzlem, makara, vinç ve bocurgat, vida, dişli çark ve kama olmak üzere 7 başlık altında toplanıyor.
Tarihin uzun bir döneminde bu basit makinelerden oluşan belirli türden karmaşık düzenlerin türleri ve gelişim evrelerinin öyküsü, insanoğlunun öyküsüne yol gösterdi. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Anadolu da özellikle su ve havadan yararlanılarak geliştirilen geleneksel makineler yüzyıllar boyu insanların yaşamlarını kolaylaştırdı. Kuyu çıkrığı, Arşimet burgusu ya da su salyangozu, tambur, kova dizisi, kepçeli çarklar, bölmeli çarklar, Takiyüddin’in altı silindirli pompası gibi su kaldırma düzenleri, geleneksel makine elemanlarının ikinci uygulama alanı olan su değirmenleri, aralarında El Cezeri’nin de bulunduğu çeşitli mucitlerin yaptığı su saatleri, çeşitli işlevlere sahip otomatlar ya da daha çok eğlence ve estetik zevkleri doyurmaya yönelik çeşitli otomatlar ve Benû Musa kardeşlerin geliştirdiği sihirli kaplar Anadolu’da da geniş bir kullanım alanı buldu.
Ama teknolojiye bağlı ihtiyaçlarını geleneksel makinelerle karşılayan doğu dünyası, Avrupa’da Rönesans, Bilim Devrimi sonrasında meydana gelen teknolojik gelişmeler karşısında bu konudaki önder vasfını kaybetti.

TEKNİĞİN PEŞİNDE OSMANLILAR
Bu süreçte tarihleri boyunca sınırdaş oldukları Avrupalılarla sürekli mücadele içinde geçen ilişkilerinde Osmanlı İmparatorluğu da bu değişimden payını aldı. Ama Osmanlı İmparatorluğu, Batı dünyasıyla arasındaki teknoloji açığını kapatmak için Avrupa’da gelişen her türlü tekniği transfer etti ve günümüze kadar devam eden çağı yakalama çabası içine girdi. Öncellikle harp tekniklerinde ve ateşli silah teknolojisinde Avrupa’yı yakından takip eden Osmanlılar, coğrafya, tıp, saatçilik, madencilik gibi konularda da bilgileri transfer ettiler.
Osmanlılar kendi mensup oldukları kültür ve medeniyetin teknolojik bilgilerinden istifade etmenin yanında kendisinde olmayıp da başka medeniyetlerde bulunan teknikleri de hiçbir engelleme olmadan edindiler. Örneğin 15. yüzyılda Leonardo da Vinci, II. Beyazıt’a (saltanatı 1481-1512) yazdığı mektupta birkaç teknik projeden bahseder. Bunlar arasında gemilerden suyu boşaltmak için yeni bir dolap (pompa) projesi de bulunmaktadır. Aynı şekilde 17. yüzyılda İstanbul’da Azapkapı’da Avrupalılardan öğrenilen çam ağacından tulumbalar yapıldığını ve tulumbalarla kuyulardan ve küplerden kovasız su çekildiğinden bahsedilir. 1717 yılında İstanbul’a gelen ve Müslüman olduktan sonra Gerçek Davut adını Fransız asıllı David adlı bir kişi ülkesinde emme basma tulumba yapmış, İstanbul’da bu yeni sistemle çalışan bir tulumbacı ocağı kurmuştur.
Orta Çağ’ın başlarında daha çok un öğüten değirmenler için güç sağlayan su çarkları, giderek madenlerdeki yeraltı sularının yüzeye pompalanması, maden cevherinin işlenip ezilmesi, maden eritme ocağının körüğünün çalıştırılması, demir dövme çekicinin kaldırılması, tel çekilmesi, çırpıcı dibeği ile bıçkıhane testerelerinin çalıştırılması gibi teknolojik makinelere uygulanmıştır. Böylece bir taraftan su gücü İngiliz sanayileşmesinin lokomotifi görevini gören kömür ve demir üretiminde enerji gereksinimini karşılarken, diğer taraftan tekstil sektöründe otomatik iplik eğirme çıkrıkları ile otomatik kumaş tezgahlarının çalıştırılmasında kullanılmıştır. Buharlı makinenin keşfinden çok sonralarına kadar önemini yitirmeyen su çarkı, gerek Avrupa’da ve gerekse Kuzey Amerika’da en önemli güç kaynağı olmaya devam etmiştir. Aslında sanayi devrimi su çarkını devre dışı bırakmak yerine su çarklarında önemli düzeltmelere ve gelişmelere yol açmıştır. Bu açıdan incelendiğinde 18. yüzyıl sonunda Osmanlı sanayileşmesi için yaygın su gücü kullanımı ile enerji teknolojisi alt yapısının yeterli düzeyde olduğu anlaşılmaktadır.

ÖNCE ORDU
Sanayide büyük atılımlar yaşayan Avrupa ülkelerinde olduğu gibi 18. yüzyılın ikinci yarısı, Osmanlı devleti için de ıslahat dönemi olmuş ve bu konuda bizzat padişah ve idareciler ciddi gayretler göstermişlerdir. İlk ciddi ıslahat gayreti, daha 18. yüzyılın ilk yarısında askeri alanda başlatılmış ve 1735’te yeni bir Humbaracı Ocağı kurulmuştur. Başına aslen bir Fransız olan ve İslamiyeti kabul ederek Osmanlı Devleti hizmetine giren Humbaracı Ahmet Paşa (Alexander Comte de Bonneval) getirilmiştir. Avrupa örneğinde kurulan bu ilk askeri teşkilat 1775 yılında yine bir Fransız subayı olan Baron de Tott’un idaresinde açılan Mühendishane’nin ilk nüvesini oluşturmuştur. Bu dönemde Avrupa’dan çok sayıda uzman ve teknisyenin Osmanlı hizmetine girdiği ve bunlardan Avrupa’daki son gelişmeler konusunda bilgi ve teknoloji transferi konularında faydalanıldığı görülmektedir.
Her konuda olduğu gibi Avrupa kaynaklı teknoloji ve sanayi konusunda da Osmanlılar’da en büyük atılımlar Sultan III. Selim döneminde (1789-1807) gerçekleşmiştir. III. Selim, 1774’te tahta geçen amcası Abdülhamit I döneminde ıslahatçı babasının yolunda ilerlemiş ve veliaht sıfatı ile elindeki olanakları kullanıp saltanata geldiğinde yürürlüğe koyacağı ıslahat tedbirleri konusunda kendisini yetiştirmiştir. İstanbul’daki Fransız elçisi Gouffier’in vasıtası ile yakın adamlarından İshak Beyi Fransa’ya göndererek hem Avrupa devletlerinin durumu hakkında, hem de Fransa’nın askeri durumunun, “kara ve deniz kuvvetlerinin, kalelerinin, tophanelerinin, tersanelerinin” durumu hakkında bilgi toplamış, aynı zamanda Kral Louis XVI ile mektuplaşmıştır. Neticede 1789 yılında başa geçtiğinde Sultan Selim III, ufku genişlemiş ve devlette ıslahat yapılması hususunda fikirleri kuvvetlenmiş bir padişah olarak tahta çıkmıştır.
Osmanlı ordusunun 18. yüzyıl boyunca sürekli bir başıbozukluk ve kargaşa yaşaması, aynı sıkıntıların silah ve mühimmat fabrikalarına sirayet etmesine yol açmıştır. Sultan Selim ve yardımcıları, bu nedenle ıslahat planları hazırlarken, askeri teknolojiye önemli bir yatırım yapmayı ön plana almışlardır. Bu amaçla bir yandan 1793 yılı başında Fransa’daki Valence top dökümhanesi direktörü Guion Pompe-lonne yönetiminde top ve hafif ateşli silahlar için çalışmalar başlatırken, diğer yandan Bakırköy’deki Baruthane-yi Amire ile Selanik, Gelibolu, Bağdat, Kahire, Belgrad ve İzmir’deki yerel baruthanelerin ıslah edilmesi için 1790 yılından itibaren gayret içine girilmiştir. Özellikle 1794 yılı başlarında Evakil Efendi adlı bir Ermeni ustanın yönetiminde Küçükçekmece’nin hemen kuzeyinde Azadlı mevkiinde inşa ettirilen yeni ve büyük baruthanede gerçekleştirilen başarılı üretim, Bakırköy, Gelibolu, Selanik ve İzmir’deki tesislerin devre dışı bırakılması sonucunu getirmiş ve 1795’den itibaren Osmanlı ordusu ve donanmasının cephane gereksinimleri sorunsuz olarak karşılanabilmiştir. Azadlı tesislerinin en önemli özelliğinin ise tüm makine aksamının enerji ihtiyacının su çarkları ile sağlanmasıydı.
1795-1798 yılları arasında yeralan Napolyon Bonapart’ın Mısır çıkartmasına kadar Hasköy hariç diğer tüm Osmanlı silah fabrikalarının yönetimi Aubert ve Cuny adlı iki Fransız uzmana bırakılmışken, bu tarihten sonra İngiliz ve İsveç subayları bu görevleri devralmışlardır. Bu dönemde silah teknolojisi için yapılan çalışmalar kısıtlı sonuçlar vermişse de bunun yan alanları olan madencilik (bakır ve demir üretimi) ve döküm teknolojisi konularında önemli düzenlemeler gerçekleştirilebilmiştir. Kara ordusundaki ıslahatın güç ve yavaş ilerlemesine karşılık donanmada ve Tersane-i Amire’deki ıslahatlar çok daha hızlı sonuçlanmaştır. 1793 yazından itibaren gerek Tersane-i Amire’deki yeniden yapılanma, gerekse gemi inşaatının bir Fransız denizcilik mühendisi olan Jacque Balthasard Le Brun ve iki yardımcısı Jean Baptiste Benoit ve Toussauit Petit ile gerçekleştirilen çok modern bir donanma, Osmanlı deniz kuvvetlerini inanılmaz bir şekilde ıslah etmiştir. 1804 yılına kadar Osmanlı donanmasına 45 yeni savaş gemisi katılmış, gerek gemi mühendisleri ve gerekse Hasköy’deki Mühendishane’de yetiştirilen deniz subayları en üst düzeyde becerilerle donatılmışlardır.

AVRUPA’DAN TEKNOLOJİ TRANSFERİ

Avrupalı bilim adamlarının yanında yetişen ve daha sonra Mühedishânelerde hocalık yapan ilk nesil Osmanlı modern bilim adamları, Avrupa teknolojilerinin ülkeye transferinde etkili olmuşlardır. Bunlar ilk buharlı makineleri almak ve kullanmak üzere görevlendirilmişlerdir. Mühendishane-i Berri-i Hümayun’un ilk hocalarından Hüseyin Rıfkı Tamani (öl. 1816), Yahya Naci Efendi gibi bilim adamları 18. yüzyılın sonlarında Sanayi Devrimi’ni Osmanlı Devleti’nde ilk tanıtımını gerçekleştirmişlerdir. Yine aynı dönemde Mühendishane halifelerinden aslen bir İngiliz olan Mühendis Selim Ağa Kaptan-ı Derya Gazi (Küçük) Hüseyin Paşa’nın emriyle Osmanlı Tersanesinde inşa edilmekte olan “büyük havuz”da ve diğer projelerde kullanılmak üzere buhar gücüyle çalışan tulumba almak üzere İngiltere’ye gönderilmiştir. 1803 yılında gerçekleşen bu olay, Osmanlı tarihinde Avrupa’daki Sanayi Devrimi’nin sonuçlarının transferi konusunda bilinen ilk teşebbüstür.
Önceleri doğrudan Avrupa’dan ithal yoluyla elde edilen buhar makinelerinin çok geçmeden İstanbul’da imal edilmesi yoluna gidilmiştir. Padişah’ın emriyle “saye-i şevket-vaye-i mülukanelerinde Avrupa’da yapılan şeylerin cümlesi ma´ ziyade burada dahi yapılması müyesser olmakda olduğu misillü bu husus içün dahi hezarfen bir kulları tedarik olunub da gerek kazgan ve gerek sa´ire edevat ve çarhların suret-i i´maliyesi tahsil olunmak mümkün olacağı hatır-güzar ve ma´lum-ı hümayun-ı mülukaneleri” Avrupa’da yapılan her şeyin fazlasıyla Osmanlı’da da yapılma yolları aranmıştır.
1830-1836 yılları arasında Mühendishane-i Berri-i Hümayun’un başında bulunan Başhoca Hafız İshak Efendi (öl. 1836) modern batı bilimlerinin Osmanlı devletinde tanıtılmasını ve Osmanlı eğitim müesseselerine girişini sağlayan en önemli simalardan birisiydi. Çalışkanlığı ve hızlı tercüme yapma yeteneği ile ömrünün 1824-1836 yılları arasındaki döneminde 11 ciltten oluşan 7 eser verdiği bilinmektedir. Bu eserlerinden en önemlisi de 4 ciltlik Mecmu-i Ulûm-ı Riyâziye’sidir. Bu eser, matematik, fizik, kimya, astronomi, biyoloji, botanik, zooloji, mineraloji, gibi birçok tabii ve riyazi bilimlerin basılı Türkçe metinlerini bir arada sunan ilk kitap, ilk teşebbüs olması bakından önemlidir. Onun bu mecmuasında yer alan mekanik ve hidrolik konusundaki yazısı bugüne kadar incelenmemiştir. İshak Efendi, ayrıca top dökümcülüğü, jeodezi aletleri ve istihkamcılık gibi askeri teknikler sahasında geniş bir yelpazede eserler vermiştir.
Osmanlı döneminde Türkiye’de hiçbir zaman tam manasıyla sanayi devrimi yaşanmazken, devlet özellikle askeri ihtiyaçları göz önünde bulundurarak Zeytinburnu Demir Fabrikası, Beykoz Deri Fabrikası gibi büyük sanayi işletmeleri kurmuştur. Bunlar dışında harp sanayine yönelik olarak Tersane’de buharlı gemi yapımı da bir ölçüde gerçekleştirilmiştir.
Sivil sahada ise ekonomisi toprağa bağlı bir ülke olan Osmanlı’da tarımda makineleşme dönemi başladığında özellikle zirai aletler ve makineler Avrupa’dan ithal yoluyla getirtilmiştir. Ender olarak büyük çiftlik sahibi aydınlar tarafından geliştirilen tarım makinelerine de rastlanmaktadır. Bunlardan Bursa’da ziraatla uğraşan Rauf Paşa bir harman makinesi icat etmiş ve bunu kullanmıştır.
MEKTEB-İ BAHRİYE-İ ŞAHANE’DE BAŞLAYAN EĞİTİM
Türkiye’de makine mühendisliğine yönelik eğitim ve öğretim, ilk kez bugünkü İstanbul Teknik Üniversitesi’nin temelini oluşturan Mekteb-i Bahriye-i Şahâne’de başlamıştır. Bahriye Mektebi’nin yeniden düzenlenmesi sonucunda okulun öğretim süresi dört yılı idadî (lise), iki yılı harbiye ve iki yılı da denizde eğitim olmak üzere sekiz yıl olmuştur. Harbiye sınıflarını bitirenler mühendis (teğmen) rütbesini alıp iki yıl daha denizde eğitim görüyorlardı. Harbiye bölümünde 1866 yılından başlayarak harp sınıfı olarak adlandırılan “güverte” ve “inşaiye” sınıfları yanında “buhar (makine)” sınıfı açılmıştır. Bu yıl harbiye sınıflarına geçen öğrenciler 1870’de güverte, inşaiye ve makine mühendisleri olarak mezun olmuşlardır. Bahriye Mektebi’nde açılan “buhar (makine)” sınıfından mezun olanlar aslında makine mühendisi olmayıp “gemi makineleri işletme mühendisi”dirler. Bu makine mühendislerinden Ahmed [Besim] Efendi (Paşa ; 1850 - 1828) mezun olunca Tersane-i Âmire’de başmühendis olan Shanks’ın yanına yardımcı olarak atanmış, 1873’de onun ayrılması üzerine başmühendis olmuş ve bu görevini 1909 yılına kadar sürdürmüştür. Ahmet Besim Paşa bu dönemde buhar makinesi tasarımları yapmış ve bu makineler imâl edilerek çeşitli gemilere takılmıştır. Osmanlı döneminde Ahmed Paşa dışında makine tasarımı yapan bir başka mühendis bilinmemektedir.
Türkiye’de 1926 yılına gelinceye kadar makine ve elektrik mühendisliği alanında Bahriye Mektebi dışında eğitim ve öğretim söz konusu olmamıştır. Bu dönemde Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde öğrenim görmüş olan az sayıda makine ve elektrik mühendislerine rastlanmaktadır. Cumhuriyet’in ardından bir yandan Avrupa’nın çeşitli ülkelerine mühendislik öğrenimi görmek üzere öğrenci gönderilmeye başlanmış, öte yandan da ihtiyaç duyulan mühendislik alanlarında (makine, elektrik ve maden) öğretim kurumları açılması yoluna gidilmiştir.
Sanayi devrimi sürecinde Avrupa ile arasında meydana gelen uçurumu kapatmak ve tekrar teknolojide eski önder konumuna ulaşmak ümidiyle büyük gayret gösteren Osmanlılar, yine de teknolojinin hızına hiçbir zaman yetişemediler. Çok nadir, küçük teşebbüsler de seri üretime dönüşmeden ferdi uğraşlar olarak kaldı. Bunun yanında satın alma yoluyla dünya teknolojisini çok yakından takip ve taklit etme noktasında büyük başarı gösterdiler. Sürecin böyle gelişmesinin nedeni, Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomik, kültürel ve siyasi pek çok özelliğinde saklıdır.
yasamak kucuk bir umut we insana duyulan sewgiden ibarettir..

Benzer Konular

24 Temmuz 2016 / Misafir Cevaplanmış
26 Mayıs 2011 / virtuecat Osmanlı İmparatorluğu
1 Ekim 2017 / Misafir Osmanlı İmparatorluğu
6 Nisan 2010 / ThinkerBeLL Osmanlı İmparatorluğu
27 Haziran 2012 / Misafir Osmanlı İmparatorluğu