Ege Bölgesi'ne ait tüm türkülerin hikayeleri var mı? Ege Bölgesi'ne ait tüm türkülerin hikayeleri var mı? |
ORMANCI TÜRKÜSÜÇıktım Belen kahvesine baktım ovaya Bay Mustafa çağırdı, dam oynamaya, Ormancı da gelir gelmez, yıkar masayı, Söz dinlemez Ormancı, çekmiş kafayı Aman Ormancı, canım Ormancı Köyümüze bıraktın yoktan bir acı Gevenes' in ortasında, değirmen döner, Değirmenin suları, dağından iner, Ormancı'ya atılan kurşun, Tevfik' e döner, Tevfik' in feryatları, yürekler deler, Aman Ormancı, canım Ormancı Köyümüze bıraktın yoktan bir acı Gevenes' in suları hoştur içmeye, Üstünde köprüsü var, gelip geçmeye, Tevfik' imi vurdular, hiç mi hiç yere, Yazık ettin Ormancı, köyün iki gencine Aman Ormancı, canım Ormancı Köyümüze bıraktın yoktan bir acı 1-Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili Okutmanı Hikayesi:Muğla'nın Yatağan ilçesine bağlı Gevenes köyünde Mustafa Şahbudak adın da, 1922 yılında bir efe doğar. Babası ağadır, dolayısıyla Mustafa da bir ağa çocuğudur. Mustafa hiddetli bir kişiliğe sahiptir. Köy Muhtarı Tevfik Cezayirli en yakın canciğer arkadaşıdır. Herke bu ikilinin arkadaşlığına gıpta ile bakar Neredeyse her akşam köy kahvesinde bu iki arkadaş dama maçı düzenlerler iddialı ve dostça yapılan bu karşılaşmalar, kahvedekiler tarafından ilgi ile izlenir. Çünkü bu olayların mükafatını, izleyiciler almaktadır. 1946 yılı, Temmuz ayının sıcak bir gününde bu arkadaşlığa kan damlar, öfke seli karışır. Uğursu hadise cezaevinde sonuçlanarak, elli beş yıldır söylenegelen bir drama dönüşür. Sıcak bir temmuz günü Mustafa Şahbudak, her zamanki gibi yine köy kahvesi ne gider. O sırada kahveye Muhtar Tevfik Cezayirli'yi görmeğe, Yatağan ilçe Milli Eğitim Müfettişi ile tahsildar gelmiştir. Muhtar olmadığı için misafirleri her zaman olduğu gibi, Mustafa Şahbudak ağırlama görevini üstlenir. İki misafiri alıp yemeğe götürür. Döndüklerinde Muhtar'ı kendilerini bekler görürler. O gün iki misafirden izin isteyip, yine dama tahtasının başına otururlar. Oyunun yarısında orman memuru, Mehmet İn, çıkagelir. Mehmet, sarhoştur. Bir gün önce, komşu olan Çiftlik köyünde yangın olmuştur. 1946 seçimlerinin evrakları Yatağan'a gönderilecektir. Seçim evrakını Yatağan'a, köy bekçisinin götürmesi zorunludur. Ormancı ise, yangın evrakının bir an önce ilçeye götürülmesi için, bekçiyi Muhtar'dan ister. Muhtar: -Olmaz, daha acil olan seçim sonuçlarının ulaştırılması gerekiyor. Bekçiyi gönderemem der. Bunun üzerine Ormancı ile Muhtar arasında, bir tartışma başlar. Muhtar en sonunda: -Ayıp ediyorsun Mehmet, bize müsaade et, der. Ormancı kahveye girip tekrar geri döner, gelir. Dama masasını bir yumrukta darmadağın eder. Mustafa Şahbudak, bu davranışa tahammül edemez ve Ormancı'ya bir tokat atar. Olayın büyüyeceğini anlayan köylüler, adamı alıp sakinleşmesi için kahvenin arka tarafına götürürler. Ormancı oradan bağırarak küfürler savurmaktadır. Küfürler Mustafa Şahbudak'ın tahammül sınırını daha da zorlar. Yerinden kalkar, Ormancı'nın üzerine yürür. Ormancı Mehmet'in, kamasını çıkarıp Mustafa Şahbudak'ın sol kolunun pazısından yaralar. O zaman, Mustafa Şahbudak Ormancıyı korkutmak için, belindeki tabancayı çıkarır, yere doğru ateş eder. İşte ne olursa, o an olur! Muhtar, Ormancı'nın ikinci kez kama vurmaması için elini tutar. Fakat, Mustafa Bey tetiği çoktan çekmiştir... Ormancı bunun üzerine kaçmaya başlar. Mustafa Şahbudak kaçmasın diye, bir el daha ateş eder. Bu ateş de öldürmek için değil, kaçmasına engel olmak içindir. ikinci atış üzerine Mehmet in, yere düşer. Arka cebinde tabaka olduğu için, ona hiç bir şey olmaz. Bu arada ne yazık ki, Mustafa Şahbudak, kaza kurşunu ile dostu Tevfik'i vurur. O günlerin imkansızlıkları içerisinde Tevfik'i, tahta bir sal üzerinde Muğla devlet hastahanesine götürürler. Tevfik, çok kan kaybetmektedir. Mustafa, Doktor Veli Bey'e: Babamın selamı var, bu adamı iyileştir. der. Veli Bey: -O ölecek, önce senin kolunu saralım. der. O sırada Tevfik eliyle işaret edip Mustafa'yı yanına çağırarak: -Ben ölüyorum hakkını helal et. der. Mustafa: -Hayır, sen ölmeyeceksin! derken ağlamaya başlar. Aslında orada herkes efelerin ağlamadığını bilir. Ancak Mustafa, arkadaşının bu durumuna dayanamamıştır. Gerçekten de biraz sonra Tevfik, hayata gözlerini kapar. Mustafa, en yakın arkadaşını öldürdüğü için polise teslim olur, Bu olay üzerine dört yıl ceza yer. Ceza. evindeyken her gece Tevfik rüyasına girer. Ancak Ormancı'ya kini gittikçe artar. Bu acı olaydan sonra köyde kalamayacağını anlayan Ormancı, tayin ister. Kavaklıdere Orman Müdürlüğüne atanır. Aslen Marmarislidir. Emekliliğinden sonra oraya yerleşir. Doksanlı yılların başında, kendi memleketi olan Marmaris'te ölür. Mustafa Şahbudak cezaevinden çıktıktan sonra, anılarla dolu o köyde yaşayamayacağını anlayıp, Muğla merkeze yerleşir. Çok sevdiği, günlerini birlikte geçirdiği arkadaşını Muhtar Tevfik Cezayirli'yi tek kurşunla öldürdüğünde arkada yirmi beş yaşında bir eş ve üç çocuk bırakır. Muhtar'ın eşi Pembe, bu acıya dayanamayınca birkaç yıl sonra aklı dengesini yitirir. Oğlanın biri İzmir'e yerleşir. Diğer oğlanla kız, köyde evlenirler ve hayatlarını orada sürdürmeye devam etmekteler. Yıllardır her şeyi unutmaya çalışan Mustafa'ya bir gün arkadaşları, Tahir Usta adında bir değirmenciden bahsederler. Bu değirmenci, annesinin akrabasıdır. Değirmenci Tahir Usta aynı zamanda türkü de bestelemektedir. İşte Gevenes köyünde yaşanan bu acı olay da bu kişi tarafından bestelenmiştir. Düğünlerde okunan, herkesin diline düşen türkü ''Ormancıdır.'' Bir gün, radyodan duyduğu bu türkü ile unutmak istediği olayları, tekrar yaşar gibi olur. Radyoyu kapatır, bu türküden çok incinmiştir. Ormancı türküde Ormancı adı ile, Mustafa Şahbudak ise ''Bay Mustafa" adı ile yer almıştır. Ormancı Mehmet'in bir anlık sarhoşluğunun musibetini, yıllarca pişmanlık duyarak ve memleketinde barınamayarak ödedi demek yanlış olur. Çünkü o türkü yaşadığı müddetçe kötü adam olarak anılacaktır ve tarihe öyle geçecektir.* Sabahleyin Çıktım Odun Yoluna - Acıpayam yöresi Sabahleyin çıktım odun yoluna Hiç bakmamışım anam sa?ıma soluma Dolaşık taşlarda koydum ölüme Yetiş anam yetiş aldırdın beni Dolaşık taşlarda koydum ölümü Issız derelerde sabah olmadı Çağladı kanlarım anam dere olmadı Bir zaman yanıma kimse gelmedi Yetiş anam yetiş aldırdın beni Dolaşık taşları öldürdü beni Oduna gittim cuma ertesi Mevkiyi sorarsen Dolaşık deresi Anam ne zorumuş çiçek alması Yetiş anam yetiş aldırdın beni Dolaşık taşlarda koydun ölümü Doktorlar savcılar keşfe geldiler Al kanlar içinde beni gördüler Yazık olmuş eyvah gence dediler Yetiş anam yetiş aldırdın beni Doalşık taşları öldürdü beni hikayesi:1953 yılının bir ilkbahar sabahında Acıpayam ı Dodurgalar kasabası davul ve zurna sesleriyle şenlenir. şimdi o gün köyde yapılan bir düğünü anlatmaya çalışalım sizlere. Günlerden cumartesidir. Düğün evinde erkenden bir kaynaşma, telaş ve oradan oraya koşuşmalar görülmektedir. Sanki bir bayram sabahıdır. Düğün sahibinin yakın akrabası olan kadınlar evde toplanmış, yemek hazırlığına başlamışlardır. Yakın komşulardan sini tepsi, leğen, kazan gibi kap, kacaklar ödünç olarak toplanmakta çeşmelerden sular getirilmektedir.Bir yandan ateşler yakılıp yemek kazanları kurulurken, diğer yandan da danalar, oğlaklar, kuzular erkekler tarafından kesilip derileri yüzülmektedir. O gün kazanlar kaynayıp yemekler pişecek ve köy halkı yiyip, içip eğlenecektir. Kazanlar kurulmaya, kuzular oğlaklar kesilmeye dururken şimdi sıra düğün odununa gelmiştir düğün sonrası yakılacak olan odunu getirmek üzere, sabahın erken saatinde delikanlılar, damadın yakın arkadaşları düğün evinde toplanırlar. Düğün odununa giden genç sayısı ile at araba merkep (eşek) sayısı düğün sahibinin hatırlık derecesine göre değişir. Gençler sevdikleri arkadaşlarının düğün odununa bir eşekle değil, komşulardan da aldıkları eşeklerle katılarak çok odunun getirilmesini isterler. Ayrıca yöre geleneklerine göre, düğün evine getirilecek odunların bir kısmını kız evine göndermek adettir. Gençler hazırlıklarını tamamladıktan sonra odun yolunu tutarlar. Odun dağında türküler söylenip, eğlenilerek odunlar kesilir. Yemekler yenir ve köye hareket edilir. Yolda gelirken damadın arkadaşlarından Ali Dana adındaki genç, bir ara arkadaşlarından ayrılır. Gözüne Dolaşık taş denilen sarp kayanın başındaki sarmaşık çiçekler ilişir. Ali o çiçekleri koparıp düğün bayrağına asmayı ve damata vermeyi düşünür. Kimsenin cesaret edip de çıkmadığı o sarp kayanın başına çıkar, sarmaşık çiçeklerini koparmaya çalışır. Ali in oduncu arkadaşları onun gelmediğini bir an farkederler. Fakat arkadan geleceğini düşünerek yollarına devam ederler. Ali korka korka çıktığı kayanın başındaki sarmaşıklardan bir tutam koparır, ineceği sırada bir güzel sarmaşık daha gözüne ilişir onuda koparayım derken, tutunduğu kayanın kopmasıyla birlikte cansız yere düşerek param parça olur. Arkadaşları odun yüklü eşekleriyle köye varmışlardır. Bir süre sonra Ali nin gelmediği anlaşılınca geriye, odun dağına dönüp onu aramaya koyulurlar. Arkadaşları Ali yi dolaşık taşın dibinde kanlar içinde ölü olarak bulurlar. Bu acıklı haber köye ulaşır ulaşmaz dolaşık taş deresine gelen halk şaşkına döner. Ali nin cesedini pazar günü köye getirirler. Düğün yarıda kalmış bütün köy halkı mateme bürünmüştür. Düğün tamamlanır ama davulsuz zurnasız, eğlentisiz gelin eve getirilir. Bu ölüm olayından birkaç gün sonra, aynı köyden ve düğünde çalgıcılık yapan Aşık Ömer San bir türkü (ağıt) yakar. Bu ağıt kısa sürede tüm çevreye yayılmış, olayı duymayan ve üzülmeyen kalmamıştır. Türkünün öyküsünü ve sözlerini Mansur Kaynak, Acıpayam ın Dodurgalar kasabasında Aşık Ömer San dan derlemiştir (1975) Bodrum Hakimi İntihar eden Mefaret Hanım'ın öyküsü yarım asırdır filmlere konu oldu, türküsü Bodrum ve Milas yöresinin dilinden düşmedi ama kimse "gerçeği" bilemedi. Bodrum Hakimi, şimdi, Tolga Çandar'ın çıkardığı "Türküleri Egenin 2" albümüne adını verdi. İşte size birden fazla gerçeği olan yaşanmış bir öykü. Bodrumlular erken biçer ekini Feleğe kurban mı gittin Bodrum Hakimi Türkiye'nin ilk kadın hakimlerindendi Bodrum Hakimi. Tek görev yeri Bodrum değildi elbet, ama Bodrumlular onu öyle sevmişlerdi ki... Bu dürüst, gözüpek, "erkek gibi" hakim hanıma saygıyla karışık bir sevgi duyuyorlardı. Aslen nereli olduğu önemli değildi, "Bodrum Hakimi" idi o. "Mefaret Tüzün (Bodrum Hakimi) Tavşanlı 1906 - Bodrum 1954 Türkiye'nin ilk kadın hakimlerinden olan Tüzün, 24 Eylül 1951 yılında Bodrum'da göreve başladı. Keşiflere at sırtında gidip gelen hakime hanım, cesurluğu ve girişimciliğiyle kısa zamanda yöre halkının sevgisini kazanmıştı. 1954'te kaybettiği nişanlısının ardından Tüzün'ün de beklenmedik ölümü, Bodrum'da büyük üzüntü yarattı. Bodrumlular, Hakim'e olan sevgilerini adına bir türkü yakarak yaşatmaya çalışmışlardır". Bodrum'da iz bırakanlar takviminde böyle tanıtılıyor Bodrum Hakimi Mefaret Tüzün. Hakkında bundan fazlasını öğrenmek de pek mümkün değil zaten. Denediğiniz zaman resmi makamlardan da Bodrum'un yaşlılarından da aynı tepkiyi alıyorsunuz: "Niye soruyorsunuz? Geçmiş zaman, ne olmuşsa olmuş bitmiş işte, öğrenip de ne yapacaksınız?" Bodrumlular söz birliği etmişçesine 43 yıldır saklıyor Mefaret Hanım'ın ölüme götüren sırrı. Mefaret Hanım'ın arkasından halkın yaktığı türküyü yıllar sonra seslendirip yeni albümüne alan Tolga Çandar, uzun süre bu sırrın izini sürmüş. Ama zar zor açtığı her kapının arkasında birbirinden farklı öyküler çıkmış karşısına. Bunlardan bir tanesine göre, Hakim Hanım Bodrum'da bir gence idam cezası vermiş. Bunun üzerine çocuğun ağabeyi onu kaçırıp Turgutreis'in karşısındaki Çatal adalarında tecavüz etmiş. Bundan çok etkilenen Mefaret Hanım da dönüşte kendisini öldürmüş. Anlatılan diğer öyküler ise ayrıntıları farklı olsa da Mefaret Hanım'ın ölümünün arkasında bir aşk olduğu yolunda. Bunlardan biri, "Bodrum Hakimi" filmine de konu olan öykü. Türkan Şoray'ın bütün azametiyle canlandırdığı muhteşem hakim hanımın hiçbir zor karşısında eğilmeyen başı sonunda bir aşka yenik düşüyordu. Ya sevdiği adama ölüm cezası verecekti, ya da... İkinci yolu seçti Bodrum Hakimi. Şu Bodrum'un dağlarında ceylanlar dolaşır Kara haber Mefaret Hanıma pek tez ulaşır Bodrum'da sıkı sıkı mühürlenmiş ağızlardan yarım yamalak dökülenler ise, hakim hanımın sevgilisinin filmdeki gibi bir suçlu değil, Bodrum'un savcısı olduğu yönünde. Ama bu aşkın Mefaret Hanım'ı neden intihara sürüklediği konusunda rivayet muhtelif. Karşılıksız değildi aşkı besbelli. Ama herhalde evlenemeyeceklerdi. Ama neden? Savcı evli miydi, ya da önce evlilik vaadettiği Mefaret Hanım'ı sonra terk mi etti... Büyük olasılıkla Bodrumlular pek sevdikleri "hakim hanım"larına böyle gayrimeşru bir ilişkiyi yakıştırmak istemediklerinden susuyorlar bu konuda, takvimlerinde bile "nişanlısı" sıfatını kullanmayı tercih ediyorlar. Mefaret Hanım'ın son gecesine ilişkin anlatılanlar ise daha da hazin. Milaslı Türk sanat müziği bestekarı Zeki Duygulu'nun konseri var o gece. Bodrumlular ciple Milas'ın yolunu tutuyor. Mefaret Hanım da aralarında. Ve o gece konserde bir şarkıyı tam üç kez çaldırıyor: Uslu dur kadınım çıldırtma beni Ben artık bildiğin o ten değilim Bir başka yağmurla ıslak mendilim Yeter artık ağlatma beni Uslu dur kadınım çıldırtma beni Dökülmüş yaprağım, sararmış güzüm Çiğli kirpiklerle yaşlıdır gözüm Bu gurbet ellerde ben bir öksüzüm Yeter artık ağlatma beni Uslu dur kadınım çıldırtma beni Bu konser Bodrumlular'ın Mefaret Tüzün'ü son görüşü oluyor. Tolga Çandar o gece kendini asan hakim hanımın ölümünün Bodrum'da ne büyük bir üzüntü yarattığını annesinden dinlemiş. O zamanlar henüz çocuk olan annesi tarlada çalışırken gelen ve mola veren otobüsü ve üstündeki cenazeyi hiç unutmamış. Yıllarca ne bu öykü düşmüş dilinden ne de Bodrum Hakimi'nin türküsü. Hakim Hanım'ın memleketi Kütahya Tavşan Hakim Hanım sen eyledin bizleri perişan Bu Kütahya konusu da ayrı bir muamma. Takvimde de türküde de Mefaret Hanım'ın Tavşanlılı olduğu söylense de bunun aslı yok gibi. Tavşanlı kaymakamıyla konuşan Tolga Çandar Hakim Hanım'ın bir süre Tavşanlı'da görev yaptığını, tıpkı Bodrum'daki gibi yöre halkı tarafından çok sevildiğini, giderken de gözyaşları içinde konvoylarla uğurlandığını öğrenmiş. Mefaret Tüzün'ün gerçekte Tekirdağlı olduğu sanılıyor. Çandar, kendisini çocukluğundan beri derinden etkileyen bu kadının peşini bırakmamaya kararlı. Elinde Bodrum kaymakamlığından zar zor edindiği sararmış bir fotoğraf var. Hakim'in sevgilisi olduğu söylenen savcıyı aramış, bulamamış, akrabalarına sormuş, öğrenememiş, şimdi Adalet Bakanlığı'nda araştırmalarına devam ediyor. Bu arada da hiç olmazsa bir türküyle bu talihsiz kadına bir selam gönderiyor. Türkü, Bodrumlular'ın yaktığı bir ağıt ama Milaslı radyo sanatçısı Nazmi Yükselen onu TRT repertuvarına girecek şekilde düzenlemiş ve 60'lı yıllarda plağa okumuş. İşin ilginç yanı, Tolga Çandar Yunan adası Kos'ta da dinlemiş bu türküyü. Hemen sormuş "bu ne?" diye, "karşıda yaşanmış bir öykü" demişler. Şimdi Tolga Çandar'ın sesiyle yeniden hayat buluyor "Bodrum Hakimi"nin öyküsü. Çok sade, tek bir bağlamayla, kırk yıl uzaktan yürekleri dağlamaya devam ediyor: Nasıl astın Mefaret Hanım ipe de kendini Altın makas gümüş bıçak ile doğradılar tenini Hekimoğlu Aynalı martin yaptırdım narinim kendi nefsime Konaklar yaptırdım döşetemedim. Ünye de Fatsa bir oldu narinim baş edemedim Konaklar yaptırdım mermer direkli Hekimoğlu sorarsan narinim demir yürekli Bahçe armut dibinde kaymak yedin mi Hekimoğlu'nu görünce narinim budur dedin mi Çiftlice Muhtarı ****tur ******** Hekimoğlu geliyor narinim uçkur çözerek Hekimoğlu derler bir ufak uşak Bir omzundan bir omzuna narinim yüz arma fişek Ordu dolaylarında yaşayan Hekimoğlu, yoksul bir ailenin çocuğudur. Üstelik yoksul bir anneden başka hiç kimsesi yok. Çevresinde dürüstlüğü, akıllılığı ve yiğitliğiyle tanınan bir gençtir. Yörede egemenlik kurmuş bir Gürcü Beyi vardır. Bu Gürcü Beyi, Ayşa adında güzel ve narin bir kızla sözlüdür. Ne ki, bu kız Gürcü Beyini sevmemekte, Hekimoğlu'na bağlanmıştır. Bu, dostlukla, arkadaşlıkla karışık bir sevgidir. Üstelik Hekimoğlu'yla görüşmeye başlamıştır. İşte Bey, iki gencin ilişkisinin bu noktaya vardığını duyar duymaz Hekimoğlu'na düşman olur ve ona savaş açar. Hekimoğlu'yla teke tek görüşüp, hesaplaşmayı önerir; bir de yer belirtir. Hekimoğlu, gözüpek, mert bir gençtir. Aynalı mavzerini kuşanıp, tek başına buluşma; yerine gider. Gitmeye gider ama, Bey sözünde durmamış adamlarıyla gelmiştir. Üstelik adamlarından biri, buluşma yerine varır varmaz, sabırsızlanıp Hekimoğlu'nu yaylım ateşine tutar. Ötekiler de çevresini sararlar. Hekimoğlu'yla Beyin adamları arasında yaman bir çatışma olur. Hekimoğlu, çatışma sonunda çemberi yararak kurtulur. Olaydan hemen sonra, Bolu da tek başına yaşayan anasının yanına gider. Anasına durumu anlatır ve artık şehir yerinde duramayacağını bildirir. Anasıyla helallaşıp, yanına Mehmet adlı iki amca oğlunu alarak dağa çıkar. Çıkış bu çıkış ve ölünceye kadar Hekimoğlu artık dağdadır. Hekimoğlu'nun dağa çıkış nedenini ve biçimini bilen, duyan yöre köylüleri kendisine kucak açarlar. Onun mertliği, yiğitliği ve doğru sözlülüğü köylüleri daha da etkiler ve her açıdan kendisine yardım ederler. Özellikle yoksul köylülerle dostluk kurar, zenginlerden aldıklarıyla onlara yardım eder. Hekimoğlu, artık Gürcü Beyinin korkulu düşü olmuştur. Bu yüzden Bey, kendisini sürekli jandarmaya şikayet eder ve kesintisiz izletir. Hekimoğlu'nu ihbar etmeleri için çeşitli yörelerde adamlar tutar. Fakat halk koruduğu için, Hekimoğlu'nu bir türlü ele geçiremezler. Hatta bir defasında, Beyin adamlarından birinin ihbarı üzerine Hekimoğlu'nun kaldığı evi jandarmalar basıyorlar. Bütün çevre kuşatılmıştır. Evin altında bir fırın vardır. Hekimoğlu fırıncının yardımıyla fırının ekmek pişirilen yerini arkadan delip kaçmayı başarır. Hekimoğlu, kaçmaya kaçıyor ama, Beyin, iki amca oğlunu öldürttüğünü haber alıyor ve doğru Çiftlice köyüne iniyor. Gittiği ev muhtarın evidir. Bu Muhtar, Hekimoğlu'ndan yana görünüyor, oysa gerçekte Beyin adamıdır ve onunla işbirliği içindedir. Nitekim adamlarından biri aracılığıyla ihbarda bulunur ve Hekimoğlu jandarmalarca sarılır. Hekimoğlu, Muhtarın <<****luğu>> yüzünden kıstırılmıştır. Büyük bir çatışma çıkar taraflar arasında. Adeta namlular kurşun kusmaktadır. Özetle <<yaman cenk>> olur orada. Olayın sonucuna ilişkin iki söylenti var halk arasında : 1-Hekimoğlu, çatışma sırasında. çemberi yarıyorsa da, aldığı yaralar yüzünden fazla uzaklaşamadan ölüyor. 2 -Atına atlıyor, elini karın bölgesinden aldığı yaralara basarak Ordu'ya kadar geliyor ve burada ölüyor. Hekimoğlu, tipik bir <<erdemli başkaldırıcı>> örneğidir. Haklı bir nedenle dağa çıkıyor. Mertliği, yiğitliği ve iyilikseverliğiyle halk arasında büyük ün yapıyor. Yoksulların dostu, onları ezen varsılların düşmanıdır. Hekimoğlu denince, hemen akla gelen bir özelliği de <<aynalı martini>> dir. Hekimoğlu Türküsü'nde geçen ve kendisinin adıyla özdeşleşen <<aynalı martin>> in özelliği şudur. Hekimoğlu, özel olarak yaptırdığı mavzerinin üstüne bir ayna taktırıyor. Çatışmaya girdiğinde, bu aynayı: düşmanının gözüne tutarak, gözünün kamaşmasına, dolayısıyla hedefini şaşırmasına yol açıyor. Bu yüzden Hekimoğlu'nun, adı, Hekimoğlu'nun adı <<aynalı martin>>le özdeşleşmiştir. |
Kerimoğlu Zeybeği Of aman of aman of Şu Muğla'nın damları da damları Al kanlara boyanmış Kerimoğlu'nun her yanı da her yanı Of aman of aman of Şu Muğla'ynan Yerkesiğin arası Yaktı da beni Kerimoğlu'nun Kaşlarının karası Of aman da aman da Kara Dağların sandalı da sandalı Al kanlara boyanmış Kerimoğlu' nun her yanı da her yanı Of aman da aman da Eyüpüm gitti bulunmaz Elleme kör olası arap Uykularda adam vurulmaz Ülkenin her yöresinde olduğu gibi çeşitli sebeplerden dolayı mevcut kayıtlara göre 16. yüzyılda Muğla'da da küçük çapta başkaldırmalar olmuştur. ancak Muğla'da zeybekliğin belirgin bir biçimde ortaya çıkması, Osmanlı'nın son dönemlerine rastlar. 20. yüzyılın başlarında, yani 1901 yılında ünü ülkece bilinen Kerimoğlu Eyüp Efe'yi görüyoruz. Aynı dönemde ağabeyi Hüseyin de yörede ün salmıştır. Kerimoğlu Eyüp (1882-1901); bugün Yeşilyurt olarak bilinen Pisilidir. Pisi, Muğla merkeze bağlıdır. Küçük yaşta babası Hüseyin'i kaybeder. Anası Hatice tarafından büyütülür. Ağabeyi Hüseyin ile birlikte herkes gibi Pisi'de bir süre hayvancılık ve tarımla uğraşır. Bu arada Eyüp, hayvancılıkla ilgilenirken, ağabeyi Hüseyin ise o dönemde "konturbazlık" denilen tütün kaçakçılığı yapmaya başlar. Çünkü, Osmanlı tütün tekeli "reji" denilen yabancı tekelin eline geçmiş ve tütünün reji dışında satılması yasaklanmıştır. Halk da tütününü reji'ye vermek yerine kaçakçılığı tercih etmiştir. Bu nedenle o dönemde halkla kolluk kuvvetleri arasında büyük çatışmaların çıktığı da bir gerçektir. Kerimoğlu Eyüp'ün ağabeyi Hüseyin, ağırlığı Kafaca'da bulunan bir çok dostu olan bir kişidir. Ancak çeşitli nedenlerden dolayı sık sık hapse girmektedir. Büyük bir çoğunlukla da Bodrum zindanlarında yatmıştır. Ağabeyinin hapiste bulunduğu sıralarda Eyüp, efesinin dostlarıyla ilişkilerini sürdürmüş fakat yaptığı olumsuz davranışlardan dolayı tepkiler almış ve sonuçta kolluk güçleriyle yöre halkının dikkatini üzerine çekmiştir. O yıllarda Pisi'nin muhtarı İzzet Ağa'dır. izzet Ağa, Muğlalı doktor Hüseyin Avni Topaloğlu'nun kahyalığını yapmaktadır. O dönem Muğlasında eşraf ve zenginler Pisi ovasındaki arazilerini kahyalar aracılığı ile işletmektedir. Kahyalık yapanların ise bu nedenle köyde diğer kişilere göre daha zengin ve imtiyazlı olmaları doğaldır. 1901 yılı baharında bugün Pisi'de Maşat adı verilen yerde bir düğün kurulur. Düğünde Eyip oyanı kalkar. Hasmı durumunda olan İzzet Ağa da oradaki masalardan birinde dostlarıyla oturmaktadır. Bu sırada ağabeyinin arkadaşı Koca Mehmet düğüne gelir ve Eyüp'ün üzerine izni olmadan oyuna kalkar. Yöre geleneklerinde izni olmadan birinin üzerine oyuna kalkmak büyük saygısızlık ve karşısındaki kişiye yapılabilecek büyük bir hakaretti. Ama efesinin (ağabeyinin) arkadaşı olduğu için Koca Mehmet'e saygı gösterir ve oyundan çekilir. Buna rağmen Koca ehmet oyununu bitirince Eyüp'ün hasmı olan Pisi Muhtarı İzzet Ağa'nın masasına giderek oraya oturur. Eyüp üst üste yapılan bu hakaretler karşısında kızarak İzzet Ağa'nın masasına doğru yönelir ve Koca Mehmet'e ayağa kalkmasını söyler. Ayağa kalkan Mehmet'e "Üzerindeki efemin elbisesini çıkar" der. Bunun üzerine İzzet Ağa, Koca Mehmet'e yapılan davranışa sinirlenerek Eyüp'e saldırmak ister. Eyüp, yanında taşıdığı bindirme (dolma) tabancası ile İzzet Ağa'ya ateş eder ve kolundan yaralar. Düğün yerinden kaçarak Değirmenderesi'ne gelir. Orada Kosmel denilen Koca İsmail tarafından yakalanarak birkaç kişi ile birlikte dövüle dövüle Maşat'a getirilir. Orada tekrar dövülen Eyüp, annesi Hatice tarafından sırtlanarak evine götürülür. Olayı İzzet Ağa zaptiyeye bildirmiştir. Zaptiyelerin köye geldiğini haber alan Eyüp, evindeki mavzeri ve fişekliği alarak kaçar. Zaptiye takibe çıkmıştır. Derken Arap mezarlığı adı verilen yerde, zaptiyelerden biri Eyüp'ü görer ve teslim olmasını ister. Eyüp teslim olmayarak zaptiyeyi öldürür ve dağa kaçar. Pisi ve Yerkesik dağlarında gezinir. Yerini sadece anası Hatice ve ağabeyi Hüseyin bilir. Zaptiye sürekli evine gidip yerini söylemesi için anası Hatice'ye baskı yaparsa da bir türlü öğrenemez ve Eyüp'ü yakalayamazlar. Denizin Dibinde Hatcam - (Çeltikçi yöresi) Denizin Dibinde Hatçam Demirden Evler Ak Gerdanın Altında Çiftedir Benler Al Kınalı Parmaklar Da O Beyaz Eller Yolcuyu Yolundan Anam Eyleyen Dilber Dalga Dalga Dalga Dalga Dalgalanıyor Hatçamı Görenler Anam Sevdalanıyor Alçaklara Duman Çökmüş Yükseklere Buz Gel Sarılalım Kaçalım ince Belli Kiz Yüce Dağ Başında Hatçam Ekin Ekilmez Yağmur Yağmayınca Anam Kökü Sökülmez Ellerin Köyünde Hatçam Kahır Çekilmez Doldur Ağuları içelim Hatçam Dalga Dalga Dalga Dalga Dalgalanıyor Hatçamı Görenler Anam Sevdalanıyor Ovalara Duman inmiş Göremedin Mi A Kız Kendi Saçını Öremedin Mi Arvallinin Önünde De Pınarlar Harlar Hatçam Çıkmış Pencereye Ay Gibi Parlar Ben Hatçamı Yitirdim Dumanlı Dağlar Gözlerimin Pınarları Durmadan Çağlar Onu Onu Onu Onu Onun Onuna Ben De Yandım Hatçanın Basma Donuna Alçaklara Karlar Yağmış Üşümedin Mi Sen Bu İşin Sonunu Düşünmedin Mi TÜRKÜ HİKAYESİ Denizin Dibinde Hatcam - Çeltikçi yöresi Burdur’dan Antalya’ya doğru giderken yaklaşık 38 km. uzaklıkta bulunan Arvallı, yeni adı ile Bağsaray köyünde geçer hikaye. Hikayeye göre Hatçe isminde bir güzel kadın köyün meydanındaki duvarında çift oluklu pınar bulunan bir evde oturur.Türküde sözü geçen pınar bu pınardır. Hatçe güzel ve alımlı bir köy güzelidir. Köyün çobanı Hatça’ya gönlünü kaptırır. O da çobanı sever. Ne var ki Hatçe evlidir.Kader onları bir türlü bir araya getirmemiştir. Her ne kadar olumsuzluklar çok olsa da aşklarına engel olamazlar ve bir zaman sonra birlikte kaçmaya karar verirler. Çobanla birlikte kaçarak Antalya’ya yerleşirler. Yaklaşık 5 ay sonra yakın bir köyde (Kayış) de buna benzer bir olay gerçekleşir ve İbrahim Can isimli mahalli sanatçı bu türküyü yakar |
İslam Oğlu - Usak Bundan 200 yıl kadar önce uşak yöremizde İslam oğlu adında biri yaşarmış . İslam Oğlu köyünde, yufka yürekli tanınan iyilik sever kimseyi incitmeyen bir insanmış. Cana kıyacağı kimsenin aklından bile geçmeyen İslam Oğlu bir gün kahvede otururken ufak bir münakaşa sonunda arkadaşını öldürüyor. Ve dağa çıkıyor. İslam Oğlu nun peşine bir çok zaptiye salınıyor fakat aylarca ele geçmiyor. Bir gün köyün yakınlarında ulu bir çınar ağacının altında otururken köylüler İslam oğlu nu görüyorlar. Hemen zaptiye ye haber salınıyor. İslam oğlu aptestini almış tam namaza durduğu sırada zaptiyeler kendisine ateş açıyorlar. İri gövdeli İslam oğlu ulu çınar ağacına yaslanıp öylece kalıyor. Yere yığılmayan İslam oğlunu ölmedi zanneden köylüler 4 gün yakınına varamıyorlar. 4 gün sonra ceset yere yıkılıyor. İslam oğluna yakılan bu türkü bugün hala uşak yöresinde düğünlerde söylenir. Ellerde kaşıklar çalınarak, kıvrak zeybek olarak oynanır. İslam oğlu efem derler benim şanıma Üç atlı gelemiyor yanıma İslam oğlu iner gelir inişten Her yanları görünmüyor gümüşten İslam oğlu kale yapar taşınan Gözlerim doldu alkan ile yaşınan *** Yörük Ali Bu türkünün daha bir çok kıtaları, Ege havalisinde söylenmekte ise de, muhite göre değişmeler olmaktadır. Biz, buraya meşhur olmuş on kıtasını aldık... (Efelerin efesi) kelimeleri üzerinde dikkatle durulacak olursa, Yörük Ali´nin muhiti dahilinde olan ve tarihi eserleriyle meşhur (Efes) meydana çıkmaktadır... Yörük Ali (1896-1953) Istiklal Savaşımızın başlarında birçok yararlıklarıyla meşhur olmuş efelerdendir. Nazilli köylülerindendir. Ailesi Sarı Tekeli adlı bir Türk aşiretinden olup, Ayvazoğulları lakabıyle anıhr. Üç sene çetecilik ettikten sonra, hükümete dehalet etmiş, Yunanlıların Izmir´i ve Aydın´ı işgal etmesi üzerine, Çine´nin Yağcılar köyünde tekrar bir küçük çete kurmuştur. 15 Haziran 1920´de Menderes nehrini 50 arkadaşıyla sallarla geçerek Malkoç tren köprüsünü muhafaza eden Yunan karakolunu imha etmiş ve silahlarını almıştır ki, Aydın ve Köşk cephesinde bir buçuk sene kadar vuruşan ve Aydın´ın içindeki savaşta çok yararlığı görülen bu alay´ın adı, 57. nci Tümende (37. nci Yörük Ali Efe Alayı) ismi ile hala anılır. Efe´ye Istiklal madalyası ve Milis albaylığı rütbesi verilmişti. Milli Mücadele´den sonra, çiftlik ve ticaretle meşgul olan Efe, altısı erkek olmak üzere dokuz evlat yetiştirmiştir. 1953 yılında vefat etti. YÖRÜK ALİ TÜRKÜSÜ Yörük Ali’nin evleri, Aman Yörük Ali, Yıkılası her yeri, Canım Yörük Ali, Almış macur kızını, Alamasın sen beni, Sıvattırsın her yeri(evleri) Verem ederim seni. Aman Yörük Al, Yörük Ali’nin............ Canım Yörük Ali, Dolu molu bir şişe, Alamazsın sen beni, Yörük Ali’yi gören, Verem ederim seni. Başlıyor da cümbüşe. *** Ferayi'dir Kızın Adı Şu bizim Milâs, tarih boyunca iki uygarlığa başkentlik etmiştir. İlkin Halikarnassos'tan (Bodrum'dan) önce Karya Krallığına; daha sönra da Menteşe Beyliğine. Menteşe beylerinden Yakup'un oğlu İlyas, av meraklısı, dağlar sevdalısıymış. Silahını omuzladığı gibi, dağlara düşermiş. O dağ senin, bu dağ benim. Hani, bizim Muğla'mızın dağları da dağdır ha. Adam, avcı olmasa bile aç kalmaz Muğla dağlarında. Mevsimine göre çıntar (mantar) toplar, közde kebap edip yer. Mersindi, çilekti, geyik elmasıydı, haruptu, incirdi; doyurur karnını. Sözün akışını değiştirmiyelim; İlyas Bey'den anlatıyorduk: Bu İlyas Bey, bir ilkyaz günü Muğla dağlarında av ardında koşuyormuş. Göktepe dolaylarında olacak; dünya güzeli bir Yörük kızına rasgelmiş. Bilinir ki; Yörükler yazı yaylada, kışı yazıda (ovada) geçirirler. İlyas Bey; bu becene(ıssız) dağ başında bir güzeller güzeliyle karşılaşınca şaşırmış: - İn misin, cin misin? diye sormuş. Kız: - Ne in'im, ne cin! Sencileyin bir insanım. - Peki, ne arıyorsun bu dağ başında? - Kuzularımı, oğlaklarımı güderim. Ya sen? - Ben mi? av avlayıp kuş kuşlardım ki; bugün bahtım karşıma seni çıkardı. Adın ne senin? - Ferayi. - Ferayi. Ferayi. Ferayi... - Benim Türkmen adımı Beyenmedin yalım "galiba"? - Yoo. Çok Beyendim de, Beyendiğimden, düşürmem adını dilimden. - Ya senin adın ne? Neyin nesi, kimin fesisin? - Adım İlyas. Yakup beyin oğlu. - Ooo. Beyimizin oğlu beyimiz onurlandırmış obamızın konduğu yerleri. Ne mutluluk canımıza. Hadi, çadırımıza buyur da, bir tas ayran sunayım sana. Açsındır, çökelek çıkarayım. İlyas Bey, Ferayi'nin sunduğu çökeleği bazlamaya sarıp yemiş, tas tas ayran içmiş. Bir yadan da, Ferayi'yle evlenmeyi kafasına koymuş, içini açmış: - Benle evlenir misin Ferayi? - Bunu anam-atamla konuşman gerek bey.. İlyas Bey dönmüş Milas'a. Anasına iletmiş kararını: - Ana can, hep, benim evlenmemi ister durursun değil mi? - Hemde nasıl! Hayrola, buldun mu yoksa gönlünün sultanını? - Buldum ana. Senden dileğim odur ki; dileğimi bey babama açasın. - Olur oğul. Kim ki gelinimiz olacak kız? - Göktepe'de oba kurmuş Yörük kızı Ferayi. Yakup bey, adamlarından birkaçını yanına alıp, varmış, Ferayi'nin obasına. Hoş-beşten sonra da çıkarınış ağzında baklayı: - Gelişimiz şundandır ki; diye söze başlamış... "Bahçenizdeki gülü dermeye geldik, sizinle kardeşlik olmaya geldik... Oğlum bir Beyenmiş Ferayi'yi, ben iki Beyendim..." Bey bu, sözü buyruktur. Ferayi'nin babası da mırın-kırın etmemiş: - Civan oğlun İlyas'a kız vermek, obamıza şan verir, demiş. Düğün hazırlıklarına tezelden başlanması kararlaştırıldıktan sonra konuklar daha oturmamışlar. Muştuyu İlyas'a ve halka vermek için, Milâs'a doğru yola koyulmuşlar. Onlar obadan uzaklaşırken, Ferayi'nin ağabeyi Mıstık dönmüş sürüyü yaylatmaktan. Neler olup bittiğini sormuş babasına. Babası: - Obamızın başına devlet kuşu kondu oğul! diye girmiş söze; "Yakup Beyoğlu İlyas Bey, bacın Ferayi'ye gönül koymuş ki; babası Ferayi'yi istemeye gelmiş..." Mıstık: - O İlyas olacak beyoğlu Ferayi'yi nerde görmüş? demiş ve "Anlaşılan Ferayi onunla yavuklanmadan (nişanlanmadan) görüşmüş. Ben bunu ar ederim. İlyas kendine başka kısmet arasın" diye eklemiş. Nice ısrar etmişlerse de, "nal" demiş, "mıh" dememiş Mıstık. - Ferayi, bakmış ki başka yol yok; haber salmış İlyas Bey'e: "- Beni falan gün Kanlı Kapuz'un (kanyonun) ağzında bekle. Ben çeyizimi sarı mayaya (dişi deveye) yükler gelirim. Ordan da kaçarız birlikte..." İlyas Bey, atlamış atına, kavil (buluşma) yerine doğru yola düzülmüş. Gelin görün ki; Mıstık sezmiş olan biteni. İzlemiş Ferayi'yi. Kanlı Kapuz'un başında yakalamış. "Demek İlyas'la kaçacaksın ha?" diyerek, çekmiş bıçağını, delik-deşik etmiş biricik bacısını. Sonra da kendini, kapusun kara derinliklerine atmış. İlyas bey kavil yerinde, çeyiz yüklü sarı mayayı başıboş görünce, yüreği ağzına gelmiş. Az sonra da Ferayi'nin, al kanlar içindeki ölüsünü bulmuş. Bunun üzerine İlyas Bey ne yapmış, bilmiyoruz. Bildiğimiz bir yey var: Halk usta, bu acılı öyküyü türküleştirmiş, dünya durdukça çığrılsın; sevenlerin arasına kimse girmesin diye: Ferayidir gızın adı Ferayi de yandım aman Esmer yarim de aman da Ferayi Türkmen de gızı,katarlamış mayayı of yandım aman Esmer yarim de aman da mayayı Ninni ninna,ninni ninnana,nininih,ninaynam Aman da aman Ferayi Demirciler demir döğer,tuncolur öf yandım aman Esmer yarim de aman da tuncolur Sevip sevip ayrılması,gücolur öf yandım aman Esmer yarim de aman da gücolur *** KAR MI YAĞDI KÜTAHYA'NIN DAĞINA Kar mı yağdı Kütahya'nın dağına Ateş düştü ciğerimin bağına Gül donatmış şalvarının ağına Kayırma sevdiğim gün böyle kalmaz Kanar yüreğimin ateşi sönmez Çubuğum yok yol üstüne uzatsam Dermanım yok yar yolunu gözetsem Menendin yok seni kime benzetsem A dağlar ey dağlar laleli dağlar Elleri koynunda bir gelin ağlar Melek misin yeşil donlar giyersin Cellat mısın tatlı cana kıyarsın Çocuk musun el sözüne uyarsın Açıldı çiçekler gelmedi yazlar Elleri koynunda bir gelin ağlar. Kütahya eski Osmanlı Sancağı olması münasebetiyle fazlasıyla kültür ve folklor zenginliğine sahiptir. Etrafını çevreleyen kaplıcaları ( Ilıca , Yoncalı ) , Çamlıca’sı , Hisar’ı , Hıdırlık Tepesi, 1970’li yıllara kadar Sultanbağı , Gündükveren ve Müderris Bahçeleri ile sıhhat , eğlence ve mesire yerleri pek çoktur. Tüm bu güzellikler arasında yerli halkı da gezintiye , sefaya ve mesireye (piknik) düşkün yaşamıştır. 1970’li yıllara kadar faytonlarla , tek atlı arabalarla yukarıda belirtilen yerlere yazın gidilir , çadırlar kurulur 15 gün , 1 ay bazen 3 ay oralarda kalınırmış. Bundan yıllar önce o yılki kazancı kötü olan bir aile Ilıcaya gidemeyeceklerini anlayınca bir çare ararlar ve sonunda evlerinin çatı kiremitlerini satıp döndüğümüzde çalışır tekrar alırız diyerek, Ilıcaya gitmeye karar verirler. Biraz da yazın son dönemi olan güze denk gelir herhalde ki Ilıca’ya giderler. O devirde şimdiki gibi vasıta çok olmadığından, bir atlı araba veya fayton birilerini götürdüğünde dönerken de başkalarını getirdiği gibi , bir başkalarından da “ bizi falan zaman götürüver “ diye sipariş alırlarmış. Bilhassa Ilıca şehir merkezine en uzak kaplıca olduğundan oraya giden bir aile şehire 2 – 3 ay gelmezmiş. Bu olayın kahramanı aile de biraz zamanı uzatırlar ve Kütahya’ya döndüklerinde karşıdan bakıyorlar dağlar karla kaplı “ eyvah yandık “ çığlıklarıyla bir an önce evlerine koşarlar. Kapıyı açtıklarında tüm eşyalarının (Yatak , yastık , yorgan , kilim , minder , giyecekler v.b) kar sularından perişan hale geldiğini görüp otururlar ve başlarlar ağlaşmaya ; Kar mı yağdı Kütahya’nın dağına aman Ateş düştü Ciğerimin aman , bağına hey! *** Gül döşetmiş Şalvarının ağına aman Gayırma sevdiğimGün böyle kalmaz Yanar derunumun ateşi sönmez hey! Diyerek ağıtlar yakarlar. Bu ağıt zaman içinde dilden dile dolaşarak türkü haline gelmiş ve Kütahya folklorunde birinci zeybek oyunu olarak yerini almıştır. |
Saat: 01:29 |
©2005 - 2024, MsXLabs - MaviKaranlık