Arama

Psikanaliz Nedir? Psikanaliz Kuramı Hakkında

Güncelleme: 10 Aralık 2015 Gösterim: 36.073 Cevap: 7
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Kasım 2007       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Psikanaliz
Vikipedi, özgür ansiklopedi
Sponsorlu Bağlantılar

Psikanaliz, Sigmund Freud'un çalışmaları üzerine kurulmuş bir psikolojik kuramlar ve yöntemler ailesidir. Bir psikoterapi tekniği olarak psikanaliz, hastaların zihinsel süreçlerinin bilinçdışı unsurları arasındaki bağlantıları ortaya çıkarmaya çalışır. Analistin amacı hastanın transferansın sorgulanmamış ya da bilinçdışı engellerinden, yani artık işe yaramayan ve özgürlüğü kısıtlayan eski ilişki kalıplarından, serbest kalmasına yardım etmektir.
Psikanaliz kuramı ortaya atıldıktan sonra ciddi eleştirilere maruz kalmıştır. Günümüzde psikanalizin bilimsel geçerliliği konusunda önemli şüpheler bulunmaktadır.

Tarihçe
Psikanaliz, 1890'larda Viyana'da nevrotik ya da histerik belirtiler gösteren hastalara etkili bir tedavi bulmaya çalışan bir nörolog olan Sigmund Freud'dan miras kalmıştır. Bu hastalarla konuşmalarının sonucunda, Freud hastaların rahatsızlıklarının kültür tarafından kabul edilmeyen, sonuç olarak bastırılmış ve bilinçdışı cinsel doğanın arzu ve fantazilerinden kaynaklandığına inanmıştır. Kuramı geliştikçe, Freud da hastalarını tedavi ederken karşılaştığı olayları biçilendirmek ve açıklamak için sayısız sistem geliştirtirmiş ve kenara koymuştur.
Günümüzde Önemli Psikanaliz Okulları:
  • Kendilik Psikolojisi, diğer insanlarla kurulan karşılıklı empatik ilişkilerle dengeli bir kendilik hissinin gelişimini vurgular; Heinz Kohut
  • Lacancı psikanaliz, psikanalizi semiyotik ve Hegel'in felsefesi ile birleştirir;
  • Analitik psikoloji, daha çok tinsel bir yaklaşım taşır;
  • Nesne ilişkileri teorisi, bireyin içselleştirilmiş ve düşlenmiş diğerleri ile ilişkilerinin dinamiklerini vurgular; Margaret Mahler, Melanie Klein;
  • Kişilerarası psikanaliz, kişilerarası ilişkilerin küçük ayrıntılarının üzerinde durur; Harry Stack Sullivan
  • İlişkisel psikanaliz, kişilerarası psikanaliz ile nesne ilişkileri teorisini birleştirir; Stephen A. Mitchell, Jessica Benjamin, Jay R. Greenberg;
  • Modern psikanaliz, bir grup teorik ve klinik bilgi ile Hyman Spotnitz ve arkadaşları Freud'un teorisini geliştirmiş ve teoriyi tüm duygusal bozukluklar yelpazesine uygulanabilir hale getirmişlerdir. Modern psikanalitik müdahaleler öncelikli olarak hastada entellektüel bir içgörüü geliştirmektense hastaya duygusal-olgun bir iletişimi sağlamayı amaçlar.
Bu okulların çarpıcı farklı teorileri olsa da, çoğunluğu kendi kendini aldatmanın ve bireyin geçmişinin şimdiki ruhsal yaşamı üzerindeki güçlü etkilerinin önemini vurgulamaya devam ederler.
Bugün psikanalitik fikirler kültür içinde, özellikle çocuk bakımı, eğitim, yazınsal eleştiri, psikiyatri ve özellikle tıbbi ve tıbbi olmayan psikoterapi içinde gömülüdür. Evrilmiş ana analitik fikirler olmasına rağmen, özellikle ilk teorisyenlerin yönergelerini takip eden gruplar vardır.

Teknik
Psikanalizin ana metodu, serbest çağrışımın transferans ve direnç analizidir. Analizana (hastaya), rahat bir halde, aklına gelenleri söylemesi söylenir. Burada, düşler, umutlar, dilekler ve fantaziler geçmiş aile yaşantısının birer anısı olarak ilgi konusudur. Genellikle, analist sadece dinler ve sadece profesyonel kanaati gerektiğinde, yani hasta için içgörü uyandırma fırsatı yakaladığında yorumlar. Dinlemede, analist empatik tarafsızlığı, yani güvenli bir ortam yaratmak için geliştirilen yargılamayan bir duruşu, korur. Analist, analizanın söyleminde ve davranışlarında beliren kalıp ve çekingenlikleri değerlendirirken, analizandan tüm dürüstlüğü ile bilincine ne gelirse konuşmasını ister.
Birçok klinisyen psikanalizi ciddi psikolojik bozukluğu olan olgular, örneğin psikoz, intihara meyilli depresyon ya da ağır tedavi edilmemiş alkolizm, için önermez. Bu tip hastalar "analiz-edilemez" olarak nitelendirilir. Tipik uygulamalar klinik depresyon ve kişilik bozukluklarını içerir.
Günümüz bazı psikanaliz şekilleri, kendine güveni artırma yoluyla hastalara özsaygı kazandırmakta, ölüm korkusu ve bu korkunun davranışlar üzerindeki etkilerini yenmekte, ve birbiriyle bağdaşmaz gibi gözüken ilişkileri sürdürmekte yardımcı olmaya çalışır. Bireysel danışan seansları bir gelenek olarak kalsa da, psikanaliz bir grup terapi şekli olarak Harry Stack Sullivan tarafından uyarlandı.

Etkililik (Efficacy)
Şu an birçok psikanalist, analizin daha çok nevroz olguları ve kişilik ya da karakter sorunları yaşayan olgularda yararlı bir yöntem olduğunu iddia eder. Psikanalizin daha çok samimiyet ve ilişkilerin kökleşmiş sorunları ve oturmuş problemli yaşam kalıpları ile uğraşırken faydalı olduğuna inanılır. Terapötik bir tedavi olarak psikanaliz genellikle haftada üç ila beş görüşme ile sürer ve doğal ya da normal olgun bir gelişme için belli bir tedavi süresini gerekli kılar (üç ila beş yıl arası).
Geçmiş randomize kontrollü denemelerin analizi belirli psikiyatrik bozukluklarda psikanalitik tedavinin, tedavinin olmadığı durumlardan daha etkili olduğunu gösterir. Psikanalizin ve psikanalitik psikoterapinin etkililiği üzerine yapılan deneysel çalışmalar da psikanalitik araştırmacılar arasında belirginleşmiştir.
Bazı toplulukların psikodinamik tedavileri ile yapılan araştırmalar farklı sonuçlar vermiştir. Analist Bertram Karon ve arkadaşları tarafından Michigan Eyaleti Üniversitesi'nde yapılan bir araştırma yeterli düzeyde eğitildikleri zaman psikodinamik terapistlerin şizofrenik hastalarda etkili olabileceklerini önermiştir. Daha yakın döneme ait araştırmalar ise bu önermeler hakkında şüphelidir. Şizofreni Hastaları Sonuçları Araştırma Grubu (PORT) raporu etkililiğinin kanıtlanması için daha çok denemeye ihtiyaç duyulduğunu belirterek, psikodinamik terapinin şizofreni olgularında kullanılmasına karşı çıkmışlardır (öneri 22). Ancak, PORT'un önerisi deneysel çalışmalardan çok klinisyenlerin düşünceleri üzerine gelişmiştir ve deneysel veriler bu öneri ile çakışmamaktadır (özete bağlantı). Cochrane Kütüphanesindeki güncel bir medikal literatür çalışması (güncellenmiş özet) şizofreniyi tedavide psikodinamik psikoterapinin etkiliğini gösteren bir verinin olmadığı sonucuna varmıştır. Başka veriler de, örneğin cinsel suçluların tedavisinde psikanalizin etkili olmadığını (ve muhtemelen zararlı) göstermiştir.

Maliyet ve Süre
Psikanalitik tedavinin Amerika Birleşik Devletleri'nde bir psikanaliz enstitüsünde bir psikanalist adayı ile seansı 10 dolardan kıdemli bir eğitim analisti ile seansı 250 dolara kadar değişebilen bir maliyeti vardır.
Tedavinin süresi değişkendir. Kimi psikodinamik yaklaşımlar, örneğin Kısa ilişkisel terapi ve Kısa süreli psikodinamik terapi tedaviyi 20-30 seans ile bitirir. Geleneksel psikanaliz tedavisi daha uzun bir zaman alır, yaklaşık 3-5 yıl. Tedavi süresinin uzunluğu hastanın ihtiyaçlarına göre değişkenlik gösterir.

Eğitim
Psikanalizin tarihi boyunca az sayıda istisnalar dışında, birçok psikanaliz topluluğu üniversite zemininin dışında varolmuştur.
Psikanalitik eğitim çoğunlukla bir psikanaliz enstitüsünde gerçekleşir ve bu eğitim 4-10 yıl sürebilir. Bir psikanalistin eğitimi dersleri, hasta tedavilerinde aldığı süpervizyonu ve 4 yıl ya da daha fazla sürebilen kişisel analizini kapsar.
Profesyonel psikanaliz dünyasında devam eden bir tartışma psikanalitik eğitime girecek olan adayların niteliklerinin neler olması gerektiğini yönündeki kaygılardır. Freud, sosyal bilimlerden gelen ve tıp eğitiminden gelmeyen adayların da hekimler kadar eğitime hazır olduklarına inanmıştır.
Amerikan Psikanaliz Derneği, yakın bir zamana kadar psikanaliz eğitimini tıp doktorlarıyla sınırlamıştı. Geniş tartışmalar ve yasal mücadelelerden sonra psikanalitik eğitim diğer ruh sağlığı uzmanları, örneğin psikologlar ve klinik sosyal çalışmacılar, için açık hale geldi. Şu an ABD'de, edebi çalışmalar ya da felsefe gibi disiplinlerden gelen adaylar için eğitim veren kısıtlı sayıda enstitü vardır. Öbür taraftan, Avrupa'daki ve Latin Amerika'daki birçok enstitü formal klinik eğitim almayan adayları programlarına kabul etmektedir.

Klasik Psikanalitik Kuram
Freud'un orijinal görüşleri klasik psikanalitik kuramı oluşturur. Kuramda zihnin yapısı, psişik öğeleri, kişiliğin gelişimi ve değişimi dinamik bir bakış açısından anlatılır.
Psikanaliz genel olarak aşağıdaki hipotezlerden oluşur:
  • İnsan gelişimi en iyi cinsel arzunun değişen nesneleri yoluyla anlaşılabilir.
  • Psişik sistem alışılmış olarak cinsel ve saldırgan istekleri baskılar ve bu istekler düşüncelerin bilinçdışı sistemlerinde saklanır.
  • İstekler üstündeki bilinçdışı çatışmalar kendilerini rüyalarda, dil süçmelerinde ve diğer belirtilerde ifade eder.
  • Bilinçdışı çatışmalar nevrozun kaynağıdır.
  • Nevroz, psikanaliz yoluyla bilinçdışı isteklerin ve bastırılmış olanın bilince geri getirilmesi ile tedavi edilebilir.
Bilinçdışı ve Psişik Yapılar
Bilinçdışı ile dürtülerin farkındalık dışında olduğu zihinsel işlevler bölümü kastedilir. Psikanalitik bilinçdışı, popüler bir kavram olan bilinçaltına benzer ama aynı değildir. Psikanaliz için, bilinçdışı bilinçte olmayan her şey değildir. Örneğin, motor becerileri, istemdışı fizyolojik hareketler değil ancak bilinçli aktif düşüncedeki bastırılanlardır. Ayrıca, önyargı gibi otomatik süreçlerin örnekleri ve şimdiki ilişkilerin üzerindeki geçmişin etkileri bilinçdışıdır.
Freud'a göre, psikolojik bastırma yoluyla aklın ötesine taşınan kültür tarafından kabul edilmeyen düşünceler, arzular ve istekler, travmatik yaşantılar ve acı veren duyguların deposu bilindışıydı. Ancak, içerik her zaman olumsuz olmak zorunda değildi. Psikanalitik bakış açısına göre, bilindışı sadece kendi etkileri ile farkedilebilen bir güçtü - kendini belirtilerle ifade ederdi.
Freud'un daha sonra geliştirdiği "yapısal teorisi"ne göre ego, superego ve id zihnin bölümleridir. "İd" "ilkel arzuları" (cinsellik, saldırganlık, açlık vs.) saklayan, "süperego" içselleştirilmiş norm, ahlak ve tabuları kapsayan, ve "ego" bu iki bölümün arabulucusu ve kendilik duygusuna yol veren bölümdür.

İd
İd, doğuştan vardır ve psişik enerjinin kaynağıdır. İlkel arzular; açlık, su, dışkılama, cinsellik ve ısınma, için temel güdüler İd'de saklıdır. Freud, bu psişik enerjinin bebeğin doğuştan getirdiği biyolojik bir enerji olduğunu söyler. Libido adını verdiği bu biyolojik enerji, bebeğin büyüyüp geliştiği süreçte psişik bir enerji haline gelir. Kurama göre, bu süreç bebeğin bilinç düzeyinde değildir, bilinçdışı olarak gerçekleşir.
İd, haz ilkesi (pleasure principle) ile hareket eder ve amaç bir an önce doyuma ulaşmaktır. Amaca ulaşamamak ve bu yolda engellenmek gerginliğe neden olur ve bunu yenmek için gösterilecek çabayı körükler. Freud'a göre, doyuma ulaşmak ve gerginliği azaltmak için bir yolu birincil süreç (primary process) düşüncedir. Buna göre, istenilen ve arzu edilen şey düşlenerek doyuma ulaşılır.

Ego
Ego, İd'den sonra gelişen bir diğer yapıdır. Bebeğin altıncı ayından itibaren İd'den kaynaklanarak gelişmeye başlayan Ego, bilinci ve gerçekliği temsil eder. Enerjisini İd'den alır ve aldığı bu enerjiye göre şekillenir. İd'in doyuma ulaşmak için kullandığı birincil süreç tarzı düşüncenin yerini ikincil süreç (secondary process) tarzı düşünceye bıraktığı yerdir. Düşleyerek yaşamanın mümkün olmadığını söyleyen Ego, devreye düşünme, karar verme ve planlama yetilerini sokar. İd'in sabırsızca doyum elde etme ve düşlemlerini daha gerçekçi yapıya dönüştüren Ego, gerçeklik ilkesine (reality principle) göre çalışır.

Süperego
İd ve Ego'dan sonra Süperego yapısı oluşur. Çocuk konuşmayı ve kültürü öğrenmeye başladıkça Süperego'su gelişir. Büyüme aşamalarının her birinde kültürü (babanın dilini), normları, sembolleri, kuralları, yasakları öğrenir ve içselleştirir. Vicdani yapısı gelişen çocuk, çevresi tarafından kimi zaman onaylanır, kimi zaman onaylanmaz. Bakıcıları tarafından kabul edilmeyen şeyleri farkeder ve onaylanmamaktan kaçınır. Örneğin, bakıcıları tarafından onaylanmak için yatağını ıslatmamayı öğrenir ve bundan haz duyar.

Kişiliğin Dinamiği
Klasik psikianalize göre, bu üç ruhsal yapı çok karmaşık ilişkilerle ve sistematikle insan gelişimini belirler ve kişiliğini oluşturur. Bu üç yapı sürekli olarak, birbirinden kaynaklanan ve birbiriyle etkileşen dinamik bir yapıdır (kişiliğin dinamiği). Bu dinamik yapı, Freud'un görüşlerini takip edenlerin ve geliştirenlerin kendilerini psikodinamik kuramcılar olarak tanımlamalarını da yol açmıştır.
Breuer ile birlikte Freud, histeri vakaları üzerinde yoğunlukla çalışmış ve kuramını geliştirmiştir. Hastalarından edindiği bilgiler doğrultusunda, Freud farkında olunmayan bilinçdışı gelişen ve etkileşen güçlerin olduğu varsayımını kabul etmiştir. Bu durumda, İd ve Süperego'nun çalışmaları bilinç düzeyindedir ve kişi bu etkileşimin farkında değildir. Ego, birincil düzeyde biliçlidir ve biliçdışı gerçekleşen savunma mekanizmaları ile kişiyi yoğun kaygı ve çatışmadan korur.

Etkileri
Psikanalizden etkilenmiş olan psikanalist ve teorisyenler, filozof ve yazınsal eleştirmenler:
Alfred Adler, Karl Abraham, Franz Alexander, Lou Andreas-Salomé, Jacob Arlow, Michael Balint, Therese Benedek, John Benjamin, Bruno Bettelheim, Edward Bibring Wilfred Bion, John Bowlby, Charles Brenner, Abraham A. Brill, Ruth Mack Brunswick, Helene Deutsch, Françoise Dolto, Kurt R. Eissler, Erik Erikson, Ronald Fairbairn, Pierre Fédida, Otto Fenichel, Sandor Ferenczi, Anna Freud, Sigmund Freud, Erich Fromm, Frieda Fromm-Reichmann, Merton Gill, Andre Green, Ralph R. Greenson Heinz Hartmann, Edith Jacobson, Ernest Jones, Carl Jung, Otto Kernberg, Paulina Kernberg, Melanie Klein, Heinz Kohut, G. Stanley Hall, Paula Heimann, Karen Horney, Luce Irigaray, Susan S. Isaacs, Julia Kristeva, Jacques Lacan, Jean Laplanche, Bertram D. Lewin, Hans Loewald, Rudolf Loewenstein, Margaret Mahler, Adolf Meyer, Donald Meltzer, Karl Menninger, Stephen A. Mitchell, Sandor Rado, Otto Rank, Theodor Reik, Joan Riviere, Herbert Rosenfeld, David Rapaport, Harold F Searles, Hanna Segal, Roy Schafer, Melitta Schmideberg, Sabina Spielrein, Rene Spitz, Daniel N. Stern, Robert J Stoller, Harry Stack Sullivan, Neville Symington, Viktor Tausk, Frances Tustin, Namık Volkan, Donald Winnicott ve Slavoj Zizek.

AeraCura - avatarı
AeraCura
Ziyaretçi
17 Eylül 2008       Mesaj #2
AeraCura - avatarı
Ziyaretçi
Psikanalitik Kuram

Sponsorlu Bağlantılar
PSİKANALİTİK KURAM
İnsan davranışlarını ortaya çıkaran nedenlerin neler olduğu tarih boyunca insanların ilgisini çekmiş, birçok araştırmanın yapılmasına yol açmıştır. 20. yüzyıla kadar özellikle ruhsal davranışlar mantıklı bir nedene bağlanamamış, yeterli açıklamaları yapılamamıştı. Ruhsal davranış bozuklukları bu zamana kadar beyindeki yapısal bir bozukluğa, yozlaşmaya (dejenerasyona), sinir zayıflamasına ya da doğaüstü güçlere bağlanma eğilimindeydi. (Doğan, 1999,107)
19. yüzyılın son yılında ve 20. yüzyılın başlarında öne sürülen psikanalitik kuram, normal ve normal dışı davranışları anlamamıza büyük yardımı olan modeller sunmuştur. Bu kurama sonraki yıllarda değişikliklere uğramış, bazı eklemeler yapılmış ve geliştirilmiştir.
Sigmund Freud tarafından öne sürülen psikanalitik kuram, bize hem normal, hem de anormal zihinsel süreçlerin işleyişiyle ve bunların somut yansımaları olan davranışlarla ilgili bilgiler verir. Bu kuramın da çıkış noktası olarak aldığı ilk varsayım, daha önce Spinoza tarafından tanımlandığı belirtilen nedensellik varsayımıdır. Ruhsal nedensellik varsayımına göre, hiçbir davranışımız nedensiz, rastgele ya da şansa bağlı değildir. Her davranışımızın altında yatan bir neden vardır. Bu neden her zaman insanın dışında ya da çevresinde değildir, insan davranışlarının nedenleri kimi zaman onun iç dünyasıyla ilgilidir. (Arı, 1999, 21)
Freud'e göre, kişiliğin güdüsü ve kişinin en büyük yoksunluğu sevgidir. İnsan bilinçli davranışlardan çok bilinç dışı güçlerle hareket etmektedir. Çoğu kez kendisi de bu bilinç-dışı davranışlarının kökenine inemez. Ancak, insanın bilinçdışı davranışları derinlemesine analiz edilirse (psikanaliz) altında sevgi arayışı yatmaktadır. İnsanın herhangi bir nedenle tatmin edemediği sevgi (aşk) yoksunluğu onu bunalımlara ve anormal davranışlara itmektedir. (Eren,2001, 85)
Haz ilkesi: Organizmanın acı ya da ağrıdan kaçarak haz aramasını gösterir. Haz ilkesi doğuştan vardır. Amacı doyuma ulaşmak ve haz sağlamaktır. Amacının gerçekleşmesini "burada ve şimdi ilkesi"ne göre ister. Engellenmeye dayanamaz. Çocukluk yıllarında etkindir.büyüme ve olgunlaşmayla etkinliği azalır, fakat tümüyle ortadan kalkmaz ve yaşam boyu sürer .
Gerçeklik ilkesi: Organizmanın gereksinmelerinin dış gerçeklere göre ertelenmesini ya da doyurulmasını sağlar. Doğuştan yoktur. Benliğin gelişmesiyle etkinlik göstermeye başlar, benliğin gelişmesine ve olgunlaşmasına koşut olarak etkinliği artar. Zamanla, haz ilkesinin etkinliği azalırken, gerçeklik ilkesinin etkinliği artar .

Haz ve gerçeklik ilkelerinin etkinlikleri
Birincil süreç düşünme biçimi: İsteklerin ve gereksinmelerin doyumunu, içgüdüsel boşalmayı amaçlayan mantık öncesi düşünme biçimidir. Haz ilkesiyle birlikte çalışır.
İkincil süreç düşünme biçimi: Benliğin olgunlaşması, toplumsal yaşam ve öğrenme süreciyle birincil süreç düşünme biçiminden ayrışarak gelişen mantıklı düşünme biçimidir. Gerçeklik ilkesiyle birlikte çalışır.(Doğan,1999, 109)
Freud, zihinsel süreçlerin salt bilinç kavramıyla açıklanamayacağına inanıyordu. 1870'li yıllarda Paris'te hipnoz oturumlarındaki gözlemlerinden, daha sonraki yıllarda hipnoz uygulamalarından, hastalarla ilgili çalışmalarından ve deneyimlerinden yola çıkarak bilinçdışı ve bastırma kavramlarını öne sürdü. Bu iki yeni kavram psikanalitik kuramın iki temel taşını oluşturdu.
Freud'un iki temel varsayımından birincisi bölmesel varsayım, ikincisi yapısal varsayımdır.
A- Bölmesel Varsayım (Zihinsel Nitelikler)
Freud, 1900 yılında ruhsal aygıtı oluşturduğunu düşündüğü üç yapıyı bu varsayımıyla öne sürmüştür. Buna göre, ruhsal aygıt bilinç, bilinçöncesi ve bilinçdışı alanlarından oluşur. Bilinç ve bilinçöncesi kavramları Freud'dan Önce de biliniyordu. Bu yapılar beyinde anatomik bir yapıyı göstermediği gibi beynin belli alanlarına da lokalize edilemez. Sonraki yıllarda Freud bölmesel terimi yerine zihinsel nitelikler terimini, kullanmıştır.
Bu üç yapı zihinsel süreçlerin niteliklerini gösterir:
Bilinç: İnsan yaşamının her döneminde; her anında iç ve dış enerji değişiklikleriyle karşılaşır. Bunlardan ancak bazıları uyaran niteliği taşır ve algılanır. Burada seçici dikkat ve bireysel nitelikler önemlidir. Seçilen uyaran algılandıktan sonra uygun tepki verilir. Organizmanın iç ve dış dünyada olan bitenlerin farkında olabilmesi, seçebilmesi, algılayabilmesi, ayırdedebilmesi ve uygun yanıt verebilmesi için gerekli olan uyanıklık durumuna bilinçlilik denir. Bilinç alanındaki İçerikler gerçeklik ilkesine ve ikincil süreç düşünme biçimine uyar. (Gençtan,1998,65)
Bilinçöncesi: Zihinsel süreçlerin bu niteliği doğuştan yoktur ve çocukluk döneminde gelişir. Bilinç alanında olmayan, fakat istemli çabayla bilinç alanına getirilebilen istek, eğilim, dürtü, duygu, düşünce, anı, olay gibi içerikler bilinçöncesi nitelik taşır. Bilinçöncesi içerikler hem bilince, hem de bilinçdışına ulaşabilir. Bu içerikler gerçeklik ilkesine ve ikincil süreç düşünme biçimine uyar. Bilinçöncesi, hangi içeriklerin tutulup hangilerinin bilinçdışına bastırılacağını saptayan bir süzgeç ya da otosansür düzeneği gibi işlev görür.(Doğan, 1999, 110)
Bilinçdışı: Bilinçli duruma geldiklerinde bireyde anksiyete yaratacak potansiyele sahip olan istek, eğilim, dürtü, duygu, düşünce, anı, olay gibi içeriklerin itilerek tutuldukları alandır. Bu içerikler doyuma ulaşmak için sürekli olarak bilinç alanına çıkmak ister. Bunlar istemli çabayla bilince getirilemez, bunun için Özel tekniklerin kullanılması gerekir. Bilinçdışı İçerikler haz ilkesine ve birincil süreç düşünme biçimine uyar. (Bacanlı,- 70)
Bu üç nitelik biribirinden kesin sınırlarla ayrılamaz, aralarında sürekli ve dinamik bir etkileşim vardır.

B- Yapısal Varsayım
Freud ilk varsayımı olan bölmesel varsayım üzerinde çalışmalar ve
yeniden değerlendirmeler yaparak geliştirdi, yeni kavramlar Öne sürdü.

Bölmesel varsayım
O'na göre bölmesel varsayımın yapılan zihinsel içerikleri ve süreçleri açıklamak için yetersizdi. Ruhsal aygıtla ilgili görüşlerini yeniden düzenleyerek 1923'te ikinci varsayımı olan yapısal varsayımı öne sürdü. Buna göre ruhsal aygıt üç soyut yapıdan oluşmaktadır:
  • Üstbenlik (Süperego)
  • Benlik (Ego)
  • Altbenlik (id)
Bu zihinsel yapılar biribirleriyle ilişkili zihinsel içeriklerden ve süreçlerden oluşmaktadır. Anatomik ya da somut yapılar değillerdir, beynin işlevleri olarak kabul edilirler. Ruhsal aygıtın üç yapısı arasında sürekli ve dinamik bir etkileşim vardır (Doğan, 1999,111):
Altbenlik (İd): Ruhsal aygıtın doğuştan gelen ve en eski yapısıdır. Bir yaşına kadar ruhsal aygıt salt altbenlikten oluşur. Dış dünya ile ilişkisi olmayan bu yapı, organizmanın güç kaynağıdır; içgüdüsel dürtülerin ruhsal temsilcilerini kapsar. Altbenlik içerikleri sürekli boşalma ve doyum arar, tümüyle bilincdışıdır. Bunlar haz ilkesine ve birincil süreç düşünme biçimine uyar. burada ve şimdi ilkesi geçerlidir.
Benlik (Ego): Ruhsal aygıtın organizmayı bir davranışa yönelten yapısıdır. Yaşamın birinci yılından başlayarak dış dünyanın etkisiyle, altbenlikten bir parça özel bir yapı kazanarak ayrışır ve benliği oluşturur. Bir-iki yaşları arasında ruhsal aygıt altbenlik ve benlikten oluşur. Benlik gelişmesi bebeğin kendisi ve kendisi olmayanı ayırması, motor gelişmesi, dürtüler üzerinde egemenlik kurması, gerçeklik ilkesinin gelişmesi, ikincil süreç düşünme biçiminin gelişmesi gibi etkenlerle ilgilidir.
Benlik ruhsal aygıtın "uyum yapıcı" yapısıdır. Daha ayrıntılı söylemek gerekirse, ruhsal aygıtın algılayıcı, açıklayıcı, uyum yapıcı ve uygulayıcı yapısıdır. Benlik bu işlevlerini yerine getirirken altbenlik ve üstbenlikle ilişki kurar. (Sabuncuoğlu, 2001,125)
Benliğin işlevleri şöyle sıralanabilir:
1. İç uyaranların algılanması,
2. Dış uyaranların algılanması ve dış dünyayla ilişkilerin sürdürülmesi,
3. İç uyaranlarla dış uyaranlar arasında bir düzenleme yapılması ve bunların çevre koşullarına uydurulması,
4. Doyumun sağlanmasına ve fiziksel çevrenin değiştirilmesine yönelik eylemlere geçilmesi.
Benlik temel olarak hem altbenlik isteklerini, hem üstbenlik yasaklarını, hem de çevre koşullarını dikkate alarak uyumsal bir davranış ortaya koymaya çalışır. Bunu yaparken kimi zaman altbenlikle, kimi zaman da üstbenlikle işbirliği yapar. Bu işbirliğini belirleyen etkenler benlik gücü ve olgunluğuyla. üstbenlik gücüdür.

ÜSTBENLİK

ÇEVRE ———— (BENLİK) ———— ÇÖZÜM

ALTBENLİK

Benliğin çalışması
Üstbenlik (Süperego): Bebeklerin dış dünyaya yönelik ilgileri salt gereksinmelerinin doyumuyla ilgilidir. Bebeklerde haz ilkesi egemen olduğundan gereksinmelerini gideren, doyum ve haz sağlayan nesneler "iyi", bunları sağlamayan nesneler "kötü" olarak nitelendirilir. Anal dönemde tuvalet eğitimiyle birlikte anne-baba çocuğa iyi-kötü, doğru-yanlış ve daha sonra ayıp ya da günah kavramlarını vermeye başlar. Ancak bu yaşlardaki çocuklarda soyut düşünme yetisi henüz gelişmediğinden, çocuğun zihninde bunlar salt onaylanan-onaylanmayan ya da ödüllendirilen-cezalandırılan biçiminde somut olarak algılanır. Bu kavramlar üstbenliğin çekirdeğini oluşturur ve "ilkel üstbenlik" olarak adlandırılır.
Üstbenliğin en önemli gelişme dönemi ödipal karmaşanın çözümlendiği dönemdir, beş-altı yaşlarıdır. Ödipal karmaşanın çözümündeki temel özellik, çocuğun kendi cinsiyetinden anne-babasıyla özdeşim yapmasıdır. Özdeşimle, çocuk kendi cinsiyetiyle ilgili davranış kalıplarını, toplumun değer yargılarını öğrenir (Burada anne-babanm aile içinde toplumun temsilcileri oldukları akılda tutulmalıdır). Bunlar Üstbenliğin özelliklerini oluşturur. Üstbenlik gelişimi daha sonraki yıllarda da sürer. Gençlik döneminin sonunda, katı olan üstbenlik özellikleri yeniden gözden geçirilir, yeni düzenlemeler (rötüşler) yapılır ve son biçimini alır.
Üstbenlik ruhsal aygıtın dizginleyici, suçlayıcı, yargılayıcı, cezalandırıcı yapısıdır. Günlük yasamdaki karşılığı '"vicdan", belirtisi ise "suçluluk duygusu"dur. Bir sözümüzün ya da davranışımızın ardından vicdanımızın sızladığım söylediğimiz durumlarda ruhsal aygıtta olan şey, Üstbenliğin benliği cezalandırmasıdır. Üstbenliğin insanın uyumsal davranışlarda bulunmasında Önemli bir rolü vardır.

BENLİK


ALTBENLİK ÜSTBENLİK





KAYNAKÇA
• Arı, Ramazan., Üre, Ömer. ve Yılmaz Hasan., Gelişim ve Öğrenme Psikolojisi, Mikro Yayınları, Konya, 1999.
• Bacanlı, Hasan. Eğitim Psikolojisi, Alkım Yayınevi, İstanbul.
• Doğan, Orhan. Tıp Fakülteleri İçin Davranış Bilimleri Ders Kitabı,Cumhuriyet Üniversitesi Yayınları, Sivas, 1999.
• Eren, Erol., Örgütsel Davranış ve Yönetim Psikolojisi, Beta, İstanbul, 2001.
• Gençtan, Engin, Psikanaliz ve sonrası, Remzi Kitabevi, İstanbul.1998.
• Göze, Ergun. Fröyd ve Fröydizmin içyüzü, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1992.
• Güney, Salih. Davranış Bilimleri, Nobel Yayınevi, Ankara, 2000.
• Fromm, Erich. Sigmund Freud'un misyonu, Öteki Yayınevi, Ankara, 1998.
• Köknel, Özcan.. Kişilik, Altın Kitaplar Basımevi, İstanbul, 1982 .
• Sabuncuoğlu, Zeyyat. Örgütsel psikoloji, Ezgi Kitabevi, Bursa,2001.
• Şimşek, Şerif M. Davranış bilimlerine giriş ve örgütlerde davranış, Nobel Yayınevi, 2001.

_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
26 Ocak 2009       Mesaj #3
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Psikanaliz / Psikanalizin Kavram Haritası

BİLİNÇLİLİK

Gerçeklere uyumu önde tutan mantıksal düşüncenin egemen olduğu bölmedir. Daha doğrusu bilinçli zihinsel süreçler bu niteliği taşırlar. Bilinçlilikte düşünce, duygu ve anılardaki neden-sonuç, zaman yer bağlantıları gerçeğe uygun olarak kurulur ve bunlara dayanan eylem uyumsal (adaptive) dır. Gerçeği değerlendirme yetisi ile dış gerçekte olanla zihinde olan birbirinden ayırt edilir. Çocukluğun ilk yıllarında düşünce biçimi böyle mantıksal ve dış gerçeğe uyumsal nitelikte değildir. Çocukluğun ilk dönemlerindeki ilkel ve gerçeği tanımayan düşünce biçiminden, zamanla olgunlaşma ve öğrenme ile ayrışarak gelişen bilinçli mantıksal düşünceye "ikincil süreç" adı verilir. İşte bilinçlilikte egemen olan düşünce biçimi ikincil süreç niteliği taşır.

BİLİNÇ ÖNCESİ DÜŞÜNCELER

Kişinin belirli bir anda bilincinde ayırt edemediği birçok düşünceleri ve anıları vardır. Bunların bazıları bilinçli bir çaba ile bilinç düzeyine çağrılabilir. Bu çeşit düşüncelere ise BİLİNÇ ÖNCESİ DÜŞÜNCELER adı verilir. Örneğin, bir süre önce karşılaştığımız bir olayı artık bilincimizden tümüyle silmiş gibi olabiliriz. Ancak bu olayla ilgili bir çağrışım, bir uyaran tüm olayın yeniden bilince dönmesini sağlayabilir. Bu tür bilinçten silinmiş gibi sanılan ve uyaranlarla, çağrışımlarla bilince gelebilen anılar, duygular, dürtüler, bilinç öncesi niteliği taşırlar.

BİLİNÇDIŞI

Kişinin özel bir çabası ile bilince çağrılamayan, farkına varılamayan yaşantıların saklı olduğu ruhsal bölmedir; daha doğru bir deyimle, bu nitelikte olan ruhsal süreçlerdir. Bu yaşantılar ancak özel yöntemlerle: uyutum, serbest çağrışım, düşlerin, anormal ruhsal belirtilerin incelenmesi ile açığa çıkarılabilir. Zihinsel işlemlerin tümü birden kavramsal olarak bölmelere ayrılmış ve bunlara bilinç, bilinçöncesi ve bilinçdışı adları verilmiştir. Bilinçdışını yargılama, algılama, istenç gibi birer yeti olarak görmek yanlış olur. Aslında bunlar arasında kesin sınırlar olduğu da düşünülemez. Bu kavramlar, bilinçli olarak ayırt edebildiğimiz ve hiç ayırt edemediğimiz psikolojik işlemlerin niteliğini belirten kavramlardır. Hiç kuşkusuz bilinç, bilinç öncesi ve bilinçdışı arasında bir süreklilik ve bağlantı vardır ve aralarında dinamik bir etkileşim söz konusudur. Önemli olan, bilinçdışında bulunan istek ve anıların zaman ve yer tanımaksızın eski güçlerini, eski enerjilerini sürdürebilmeleri ve çeşitli biçimlerde davranış üzerinde etkili olabilmeleridir. Örneğin, bilinçdışı bir korku, bir saplantı kişiyi yetişkin yaşamında etkileyebilir ve kişi bu etkileyici gücü hiç ayırt edemeyebilir. Öyle ki, insan davranışları tümden mantıksal düşüncenin ve istencin ürünü değildir. Uzun yıllar evlenmeyen ve annesini bırakamayan bir erkek, evliliğe karşı birçok akılcı gibi görünen bilinçli düşünceler ileri sürebilir. Fakat bunların altında, bilinçdışındaki bir Oedipal (Ödipal) saplantı evlenemeyişinin gerçek dinamik kaynağı olabilir.



SERBEST ÇAĞRIŞIM

Bilinçdışının incelenebilesi için bireyin aklına gelen bir düşünceyi hiçbir baskı, denetim ve süzgece uğratmadan açığa vurmasıdır. Serbest çağrışım normalde, uyanıklık durumunda düşüncelerde varolan denetim ve süzgecin, direncin kaldırılmasıdır. Serbest çağrışım klasik psikanalizin temel kuralıdır.

DİRENÇ (Resistance)

Bireyde bilinçdışının bilinçlenmesini, anormal davranış, düşünce ve duyguların bırakılmasını, değiştirilmesini, olumlu hasta-hekim ilişkisinin kurulmasını, iç görü kazanmayı, özetle değişmeyi ve iyileşmeyi önleyen ya da güçleştiren ve bireyin içinden gelen her türlü bilinçli ya da bilinçdışı direnme ve savunmadır. Direncin farkına varıldıkça direnç çözülür ve hastanın iç görü kazanmaya yönelik çabaları (serbest çağrışım, terapistle olumlu işbirliği, açılma, boşalma, vb...) verimli yönde gelişir, kolaylaşır.

AKTARIM (Transference)

Bireyin çocukluk çağında kendisi için önemli kişilerle (anne, baba, kardeş, vb...) yaşamış olduğu duygu ve tutumları şimdi ilişki kurduğu kişilerle ve duygulara göre değerlendirerek tepkiler göstermesidir. Psikoterapi sürecinde hekime çocukluğunda ana-babası ve başka önemli kişilerle yaşamış olduğu sevgiyi, nefreti, korkuyu, bağımlılığı ya da bu duygularla ilgili savunucu tutumları hekime aktarır. Hasta hekim ilişkisi içerisinde bunun tanınması, çözümlenmesi (analiz edilmesi), hastanın çocuksu davranışlarının tanınmasına yol açar. Bu da iç görü kazanma ve değişmenin ön koşuludur.

KARŞI AKTARIM (Counter-Transference)

Hekimin kendi çocukluğundaki duygu ve tutumları hastasına aktarması olayına denir. Duygulanımın aksi yönde olmasıdır. Psikanalistin, hastanın davranışlarına karşı bilinçli yanıtlardan farklı olarak, hastaya karşı kendi bilinçdışı istekleri ve çatışmalarına dayalı tepkiler vermesidir. Hekimin bunları tanıması ve sağaltım sürecini olumsuz yönde etkilemelerine olanak vermemesi gerekir.

İÇ GÖRÜ

Rahatsızlık belirtileri ile bunların kaynakları arasındaki bağları görmektir. Bir başka deyimle herhangi bir davranışın altında yatan bilinçdışı nedenlerin (dürtüler, savunmalar, geçmişteki ilişkiler, olaylar, çatışmalar, karmaşalar, vb.) bilincine varmaktır. İç görü kazanmak bir amaç değil, araçtır. Kazanılan iç görü değişmek, iyileşmek, yeni çözüm ve baş etme yolları için kullanılmadıkça, entelektüel bir egzersizden başka bir şey olamaz.
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
26 Ocak 2009       Mesaj #4
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Psikanaliz / Psikanaliz ekolleri

1940'lardan sonra psikanalizin bir evrim sürecine girdiğini söyleyebiliriz. Klasik psikanaliz, haftada 4-5 seanstan oluşan ve hastanın serbest çağrışımla çözümlenmeye çalışıldığı bir yaklaşım uyguluyordu. Buna karşılık yeni psikanalistler seans sıklıklarını azaltmışlar, serbest çağrışım tekniğinden farklı teknikler geliştirmişler ve serbest çağrışım olmadan da bilinçaltına ulaşılabileceğini savunmuşlardır. Freud sonrası gelişen ve DİNAMİK PSİKOTERAPİ adı altında toplanan olgular, birbirlerinden bir takım özelliklerle ayrılan bir ekoller bütününü oluşturur. Günümüzde psikologlar Freud temelli 280 kuramı hastalarına uyguluyorlar. Aynı zamanda dinamik ve dinamik olmayan 400'ü aşkın psikoterapi tekniği kullanılıyor. Bunların arasında; ortam terapisi, meşguliyet terapisi, sanat terapileri, çeşitli grup terapileri, aile danışmanları, evlilik danışmanları, çocuk terapileri, yeni doğan psikiyatrisi göze çarpmaktadır.

Bugün psikanaliz, doğuşundan bir asır geçtikten sonra hiç olmadığı kadar canlı. Üstelik temel kuramları zamanla zenginleşse de özde aynı kaldı.
Günümüzdeki psikanaliz ekollerini dört başlık altında toplayabiliriz. Dürtü-Savunma Ekolü, Obje İlişkileri Ekolü, Ben (ego) Psikolojisi, Benlik Psikolojisi.

Tüm psikanaliz ekollerinin temelinde yedi ana varsayım vardır. Bunlar:


A. Psikolojik determinizm: Tüm insan davranışlarının bir anlamı vardır. İnsan zihninin belli bir takım işleyişi, belli yasalar çerçevesinde diğer işleyişlere bağlıdır. Sonuçlara bakarak sebeplere ulaşmak olasıdır.


B. Bilinçdışı süreçlerin varlığı: İnsan zihninin belli bir katmanındaki bilgiler, izlenimler, ihtiyaçlar, bilinçli alan tarafından algılanamaz, kullanılamaz.

C. Motivasyonun amaç yönelimli ve dinamik niteliği: İnsan zihni dürtüler tarafından harekete geçirilir. Zihin amaca yönelik işler. Amaçsa, dürtüleri doyuma kavuşturmak, acıdan kaçınmaktır.

D. Epigenetik gelişim: Her gelişim, birbirini takip eden dönemlerden oluşur ve her dönemin bir kriz noktası vardır. Herhangi bir döneme ait kriz noktası aşılamazsa, bir sonraki döneme ait kriz noktasının aşılması engellenir.


E. İnsan zihninin zamanın belli bir noktasında sahip olduğu işlevler: İnsan zihninin üç öğesi vardır. İd, ego, süperego. İd, içgüdülerin, dürtülerin, doyurulmayı bekleyen gereksinimlerin haznesidir. Süperego, töresel, ahlaki içselleştirmelerin, yasaların, yasakların, değerlerin ve ideallerin katmanıdır. Ego, bu iki katman arasında yer alan ve savunmaları ile birbirine zıt iki kuvvet arasında denge kurmaya çalışan bir katman ve bünyedir.


F. Psişik aygıtın adaptif özelliği: İnsan sadece dürtüler, yasalar ve yasaklara göre yaşamaz, aynı zamanda gerçeklik yönelimli planlamalar, stratejiler, yargılar oluşturmak, ayakta kalmak için çevreye en adaptif yanıtları vermek durumundadır.


G. İnsan varlığının psikososyal yanı: İnsan içinde yaşadığı toplumdan etkilenir ve toplumu etkiler.

DÜRTÜ SAVUNMA EKOLÜ


Dürtü savunma ekolünde odak, dürtüler ve bunlara karşı koymaya çalışan savunmaların yarattığı çatışma üzerinedir. Arzular, istekler, gereksinmeler, ki daha çok vücut çıkışlı gerilim yükselmeleridir, doyurulmayı beklerken sosyal gerçekler, yasaklar ve cezalandırmalarla karşılaşırlar. Bu çatışma sonucunda, ortaya çıkan olgular, kaygı, suçluluk, utanç, ketlenme, semptom oluşumu ve patolojik kişilik özellikleridir.
Zihnin yapısı, altben, ben ve üstben üçlemesinden oluşur. Psişik aygıtın enerji kaynağı cinsellik ve saldırganlık ile ifade edilen ikili iç güdüdür. Gelişim, birbirini izleyen psikoseksüel devrelerden oluşur. Oral, Anal, Fallik, Oedipal ve Gizil devreler.
Analizde değişimi sağlayan etken, "aktarım"ın (transference) yorumlanmasının olanak sağladığı çatışma çözümüdür. Analistin en önemli rolü aktarımın yorumunu yapmaktır.


BENLİK (SELF) PSİKOLOJİSİ

Self ( kendi, kendilik, benlik) psikolojisi, insanın kendine verdiği değeri ve bütünlüğünü koruyabilmesinde dış ilişkilerinin önemini vurgular. Bu kuramsal yaklaşıma göre, tedaviye gelen kişi, kendini iyi hissedebilmek için diğer insanlardan gelecek olumlu tepkilere aşırı bir ihtiyaç duyar.
Self psikolojisi Heinz Kohut'un ciddi narsistik bozukluklar gösteren hastaların psikanalitik tedavisi sırasında edindiği izlenimler sonucu geliştirilmiştir. Bu insanlar tedavi ortamına klasik nevrotik hastalardan farklı belirtiler getirmekte ve tanımlamakta güçlük çektikleri bir çöküntüden ya da ilişkilerindeki doyumsuzluktan yakınmaktaydılar. Kendilerine verdikleri değer, çevrelerindeki insanların tepkilerinden kolayca etkilenebiliyordu. (Kohut'un Pataloji Kategorileri)

Kohut, bu hastaların iki tür transferans geliştirdiğini gözlemledi. Ayna transferansı ve idealize ederek transferans.

Ayna transferansında hasta sürekli terapistinin onayını ve beğenisini arar. Bu arayış, çocuğun ilgi çekme gösterilerine karşılık annesinin gözlerinde pırıltı aramasını andırır. Kohut'a göre anneden gelen onaylayıcı tepkiler normal bir gelişim için büyük önem taşır ve çocuğun kendisine önem verebilmesini sağlar. Anne onaylayıcı tepkiler vermediğinde, çocuk bütünlük duygusunu sürdürmede ve kendine olan saygısını korumada güçlük çeker. Bütünlüğünü koruyamayan çocuk umutsuzluk içinde kusursuz olmaya ve "performansı" ile ebeveynini etkilemeye çalışır. Tedaviye gelen bir yetişkin de ayna transferansı geliştirdiğinde, terapisti için performans göstererek ondan onay alabilme çabalarına girebilir.

İdealize ederek transferansta tedaviye gelen kişi, terapisti sınırsız gücüyle rahatlatan ve iyileştiren bir varlık olarak yaşar. Ayna tepkisini zaten alamayan çocuğun, anneyi idealize etme ihtiyacı da karşılanamamış olabilir. Böylesi bir geçmiş yaşantı, idealize etme ihtiyacının tedavi ortamında terapiste yöneltilmesine neden olur.


Bu iki transfer türü, çocukluğun ilk dönemlerindeki yetersiz ebeveyn sonucu oluşan dağılma eğilimine karşı geliştirilmiş çabalardır. Bu ekole göre temel anksiyete, dağılma anksiyetesidir. İnsanın selfobje tepkilerinden yoksun kalması sonucu dağılacağı ve psikolojik ölümüyle yüzleşeceği korkusunu tanımlar. Self psikolojisine göre, uyuşturucu kullanımı, cinsel davranış sapmaları, yemek yeme nöbetleri gibi bir çok belirti davranışı, dağılma eğiliminde olan benliğin iç uyumunu ve bütünlüğünü koruma ve sürdürme amacıyla alınmış acil önlemlerin anlatımıdır.

Self Psikolojisinde tedavinin asıl amacı benlik bütünlüğünü koruyabilmeye yöneliktir.

Bugün benlik psikolojisi en kuvvetli Psikanalitik ekollerden biridir. Özellikle A.B.D.de çok sayıda klinisyen Benlik Psikolojisini yakından izlemektedir. Son yıllarda sayısı artan çok sayıda enstitüde Benlik Psikolojisine dayalı psikanalitik eğitim verilmektedir. Avrupa'da da Benlik Psikolojisi Enstitü ve topluluklarının hızla arttığı görülmektedir. Türkiye'de bir Benlik Psikolojisi topluluğu kurma çalışmaları 1998'de başlamıştır. Bu konuda gelişmeler ümit vericidir.

OBJE İLİŞKİLERİ KURAMI

Ego psikolojisine göre, içgüdüsel dürtüler birincil, obje ilişkileri ikincildir. Obje ilişkileri kuramı ise dürtülerin bir ilişki içinde belirlendiğini ve bu ikisinin birbirinden soyutlanamayacağı görüşünü savunur. Bu araştırıcıların tümü Oedipus Kompleksi öncesindeki gelişimle ilgilenir ve çalışmalarını içleştirilmiş obje ilişkilerine odaklaştırırlar.

Bu kurama göre, insanlar arası ilişkiler, ilişkilerin içleştirilmiş imgelerine dönüştürülerek yaşanır. Çocuklar gelişimleri sırasında, ilişki içinde oldukları kişileri içleştirmekten öte ilişkilerin kendisini iç dünyalarına mal ederek yaşarlar. Emzirme süreci bebek için sıcak ve olumlu bir yaşantıdır. Böyle bir süreçte bebek, kendisini, annesini ve emzirilme olayının yarattığı duyguları olumlu bir yaşantı olarak algılar. Acıktığında anneyi yanında bulamaması ise olumsuz bir yaşantıya neden olur. Engellenmiş olan kendisini ve ilgisiz annesini olumsuz bir biçimde algılarken korku ve kızgınlık da yaşar. Bu karşıt yaşantıları giderek, kendi imgesini (ben), objenin imgesini (anne) ve bu ikisi arasında oluşan duyguları içeren ilişkilerin karşıt yönleri olarak içselleştirir.
Olumlu nitelikler taşıyan obje imgesi, bebeğin, acıktığı zaman annesine duyduğu ihtiyaçtan kaynaklanır ve doyum arayışı içinde olan bebeğin, annenin sanrısal bir imgesini yaratmasıyla başlar. Annenin olumlu ve sevecen yönlerinin içleştirilmiş imgelere dönüşmesi, bebeğin anneyi kaybetme korkularından kaynaklanır.

Annenin olumsuz yönlerinin içleştirilmesi biraz daha karışıktır. Bir objeyle kurulan bağ, hiç obje olmamasına yeğlenir ve bebek annenin olumsuz-kötü yönlerini de içleştirerek bunun üzerinde denetim sağlamaya çalışır. Öte yandan içleştirilen bir obje imgesi, dıştaki objenin gerçek niteliğini yansıtmıyor olabilir. Klinik çalışmalarda da gözlemlendiği gibi, olumsuz bir objeyle kurulan yoğun bağ, bu objeyle daha iyi bir bağ kurabilme isteğini de içerir. Bu değerlendirme, neden bazı insanların özellikle kendilerine karşı reddedici bir tutum gösteren kişilere yönelme eğiliminde olduklarını da açıklar.

Obje ilişkileri ekolü insanı çocukluktan taşınmış içsel bir dramanın terimleri ile okumaya çalışır. Kişi, çocukluğunda oynamak zorunda kaldığı, içselleştirdiği ve özdeşleştiği bu dramayı, yaşamının ileriki dönemlerinde de yansıtmaktadır. Bunun sonucunda ya kendi piyesine oyuncular aramakta, ya da tam kendi piyesine uygun rollere sahip kumpanyalara katılmaktadır.

BEN (EGO) PSİKOLOJİSİ KURAMI

Ego psikolojisinin çağdaş temsilcileri, Freud'un normal ve sağlıklı davranışları doğrudan ve yeterince incelememiş olduğu kanısındadırlar. Bu araştırıcılar, olağan insan davranışlarının tümünü, kızgınlık, cinsel istek gibi içgüdüsel dürtüler ve bunların denetimindeki güçlüklerden kaynaklanan korkularla açıklamanın yanıltıcı bir yaklaşım olduğu görüşündedirler. Onlara göre davranışlar, iç güdüsel dürtülerden başka nedenleri (örneğin, bazı öğrenme süreçleri) de içerirler. Dolayısıyla insan, içinde bulunduğu durumları, elinde olmayan nedenlerle değil, kendi seçimleri sonucu yaşar. Bu seçimler yalnızca iç güdülerin zorlamasıyla değil, görme, işitme gibi davranış araçlarının iç güdülerden bağımsız olarak çevreyle ilişkide bulunması sonucu gelişir.
Bu ekol, adaptasyon kapasiteleri ve savunmalara özel önem verir. Kişiliğin gelişimi ile beraber, adaptasyon kabiliyetinin, gerçeklik sınamasının ve savunmaların geliştiği ve genişlediği iddia edilir.

Ego psikolojisinin temsilcileri bu görüşlerden hareket ederek, çalışmalarını insanın kendine yön verebildiği ve çevresiyle baş edebildiği etkin davranışları anlayabilme amacına yönelmişlerdir.


Ben psikologlarının patoloji üzerine düşüncelerinde "ben zayıflığı"nın büyük yeri vardır. Ben zayıflığı kendisini, hazzı erteleyememe, dürtüyü kontrol edememe, kaygıyı tolere edememe ve hayal kırıklıkları ile başa çıkamama ile gösterir. Bu zayıflığa sebep ise, altbenin dürtüleri ile çevresel baskılar arasındaki uzlaşmaz çatışmaların yarattığı gerilim ve doğuştan varolan yapısal eksiklik ve kusurlardır. Analizdeki değiştirici etken, ilkel savunmaların çözümlenmesi ve gelişmiş (gerçeklik yönelimli) savunmaların oluşumu sağlamaktır.
Alvarez Ocean - avatarı
Alvarez Ocean
Ziyaretçi
28 Kasım 2009       Mesaj #5
Alvarez Ocean - avatarı
Ziyaretçi
Psikanalitik Kuram

Adler, insanoğlunun temel sorununu, doğuştan var olan bir aşağılık hissine karşı, bir kudret ile çekişme olarak görmüştür. Ona göre nörozun esası, kişilerin karakter yapısı ve ego dürtüleri ile ilgili bir sorundur.
Jung, insanoğlunun cinsellikten çok, daha yüksek bir takım kuvvetler tarafından etkilendiğini ve insanın hayvani yapısının, yaratıcılık kudreti ile bir bağdaşma hali yaşamak zorunda olduğunu ileri sürmüştür. Libidoyu da yeniden tarif ederek onu genel bir hayat enerjisi olarak nitelendirmiştir. Jung insanın kendisini yenilemeye çalıştığını ve yaratıcı bir gelişim içinde olduğunu savunmakta ve kişiliğin ırksal ve soy gelişimsel yönlerine önem vermektedir. İnsanları içe ve dışa dönük olmak üzere iki gruba ayırmıştır. Bu grubun her bölümünün hislere, düşlere, düşünceye, içgüdüye ve duygusal bölümlere ayrıldığını belirtmiştir.
Otto Rank’e göre duygular ve düşünceler, insan davranışlarının başlıca belirleyicileri ve denetimcileridir. İnsanların tepki getirecekleri olayları ve görecekleri tepkileri kendilerinin seçtiğini ve çevrelerini yine kendilerinin yarattığını, insanın dünyaya bazı eğilimlerle birlikte geldiğini savunmuştur.
Karen Horney, bozuk davranışların aile içi ilişkilerdeki aksaklıklar sonucu ortaya çıktığını savunmuştur. Horney ayrca oedipus karmaşasının çocukla ana-baba arasındaki cinsel saldırgan türde bir çatışma olmadığını, bu karmaşanın ana-babanın çocuğa karşı geliştirdiği ret etme, aşırı koruma ve cezalandırma gibi kusurlu tutumlar sonucu, çocukta oluşan anksiyete sonucunda ortaya çıktığını belirtmiştir. Ayrıca, Freud’un kadın psikolojisini belirleyici en önemli etmenin, erkek üreme organına imrenme olduğu biçimindeki görüşüne şiddetle karşı çıkmıştır. Kadın psikolojisinin temelinde güvensizlik duygusunun varlığını kabul etmiştir; ancak bunun cinsel organların anatomik farkları ile pek ilgisinin olmadığı görüşünü savunmuştur.
Ego Analistleri

Psikanalitik kuramda en önemli değişiklikler ego analistleri ya da neo-freudçular olarak bilinen bir grup tarafından yapılmıştır. Bu hareketin öncüleri arasında Anna Freud, Eric Ericson, David Rapaport ve Heinz Hartmann’ı sayabiliriz. Egoanalistleri, Freud’un tasarladığı insan modelinin içgüdüsel hareketlere aşırı bağımlı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ayrıca Freud organizmanın çevre ile olan etkileşimini göz ardı etmediği halde, bu model insanın zihninde gelişen dürtülerle harekete geçirildiği bir dürtü modelidir. Ego analistleri insanın çevresini kontrol etme ve bazı içgüdüsel hareketlerini gerçekleştirmesini sağlayacak zaman ve araçları seçme yetenekleri üzerinde daha fazla durmuşlardır. Bunlar davranışların tarihsel sebeplerini araştırmak yerine, mevcut yaşama koşulları üzerinde durmuşlar, insanı bir taraftan doğuştan gelen enerjilerle, bir taraftan da dış olaylarla şuraya buraya itilen, sürekli olarak bu çatışan etkiler arasında uzlaşma sağlamaya çalışan statik bir varlık olarak görmemişlerdir. Onlara göre davranış, sağlıklı bir şekilde gelişiyorsa insan hem bu davranışı hem de diş olayların etkisini kendi seçtiği tepkilerle kontrol etmektedir. İnsanın kaderi doğal enerjilerin ya da dış olayların elinde değildir.
Normal uyum özelliği gösteren davranışlar üzerinde durduklarından, davranış bozuklukları hakkında geliştirdikleri teorik formülasyonları da buna oranla azdır. Bununla beraber ana düşünce, ego kontrolü tehlikeye girdiğinde davranışın patolojik bir duruma dönüştüğü şeklindedir. Bu nedenle ego fonksiyonları haz enerjilerini ya da çevreden gelen istekleri kontrol edemediğinden ya da idare edemediğinden ruhsal bozukluklar görülebilmektedir.
İd psikolojisi egonun bütün enerjisini id’den aldığını söylerken, ego psikolojisi ise id’den ayrı olarak hafıza, algılama ve motor koordinasyonu gibi doğuştan gelen ego süreçleri üzerinde durmuştur. İlgilenilen konular, kimliğini bulma, içtenlik ve ego bütünlüğüdür.
Nesne İlişkileri Teorisi

Nesne ilişkileri dış dünyaya ait bir kişiyi değer verilen bir bütünlük olarak ve bu kişinin özne ile ilişkisini içermektedir. Ayrılma-bireyleşme evresine ilişkin tartışmalar sırasında, Mahler kişi ile dış dünya arasındaki içe alınmış nesneler ile bilinçdışı arasındaki sürekli karşılıklı değişimlere dikkat çekmiştir.
Fairbairn, Kernberg ve Kohut gibi nesne ilişkileri teorisyenleri, kişiler ve objeler arasındaki ilişkilerin insan yaşamındaki organize rolünü incelemişlerdir.

Nesne ilişkileri, kişiler arasında değil, zihinde oluşan olaylardır. Nesne ilişkileri, insanın yaşamının ilk dönemlerinde diğer insanlarla kurduğu ilişkilerden oldukça etkilenir ve bunun sonucu olarak sonraki ilişkileri etkiler.
Yaşamın ilk birkaç ayında benlik ya da obje yoktur. Bu döneme saplanıp kalmak, bu çocukta içe dönüklüğün şiddetli bir patolojiye dönüşmesine sebep olur. Bunun sonucunda ise kişide, kendine ait bir imaj oluşmadığı için mental organizasyon oluşturmaması ve ayrıca objelerle ilişki kuramaması durumları görülür. Çocuk daha sonra ayırt etme dönemlerine girer. Bu dönemde objeleri diğerinden ayırabilir. Ayırt etme yeteneğinin çalışmaması ise sembiyoz saplanma olarak görülen bir sembiyoz psikozuna sebep olabilir.
Kendilik psikolojisi

Kohut’a göre ideal kimlik tipi, kendine saygılı ve kendine güvenen bağımsız kişiliktir. Kimliğinden aldığı güvenle, kişi başkalarına aşırı derecede bağlanmaz ve anne babalarının kopyası olmaz.
Kişilik gelişimi dönemlerinde ebeveynler, çocuğun yansıtılma ve idealize edilme ihtiyaçlarını karşılayamazlarsa, çocuk problemli bir kimlik geliştirir. Kohut yansıtılma ve idealize edilme ihtiyaçları tam olarak karşılanamamış ve bu yüzden narsist kişilik geliştirmiş farklı tipler üzerinde durmaktadır. Örneğin yansıtılma eksikliği hisseden kişilikler beğenilmeye ve taktir görmeye açtırlar. Sürekli olarak her şeyin merkezi olmak isterler. Bu tür kişiler dikkat çekmek için, ilişkiden ilişkiye, performanstan performansa geçerler. İdealize olmak isteyen kişiler ise prestijleri ve güçleri için istedikleri kişiyi sonsuza kadar arama çabası içindedirler. Saygı duyabilecek birini bulabilirlerse, bu aramanın her şeye değdiğini düşünürler.
Temel kavramlar
Psikanalitik kuramın temelini oluşturan iki temel ilke vardır. Bunlar;
1-Nedensellik-Psişik determinizm
2-Bilinçdışının insanın ruhsal hayatında çok daha dominant bir rol oynadığıdır.
1-Nedensellik-Psişik Determinizm
Hiçbir şeyin ya da olayın şansa bağlı ya da rast gele olmadığıdır. Her ruhsal olay ondan öncekiler tarafından belirlenmiştir. Zihinsel yaşamımızdaki olayların öncekilerle ilintisiz ve rast geleymiş gibi olmaları sadece görünüştedir. Her unutma ya da yitirmeye, olayla ilgili kişinin bir niyet veya isteğinin neden olduğu gösterilebilir. İster normal ister patolojik olsun, günlük hayatımızda her yaptığımız işin ve söylediğimiz sözcüğün bir anlamı, bir geçmişi ve bir de geleceği vardır.

2-Bilinçdışının (Unconscious) Varlığı
Psikanaliz, zihnimizden geçen süreçlerin çoğunun bilinçdışı olduğunu ilk kez iddia eden disiplin olmuştur. Bir düşünce, bir his, bir rüya, hatırlanan veya hatırlanmayan bir anı, o anlarda artık bilincimizde olmayan bir takım süreçlerle kendilerinden evvel gelen düşünce ve hislerden devamlılıklarını koparmışlardır.
Yıllar boyu sorulmuş olan klasik soru şudur; bilinçdışının varlığını nasıl kanıtlarız? Cevap: rüyalar, hipnoz, hipnoz sonrası telkin, günlük hayatımızın dil sürçmeleri, unutkanlıklar, otomatik yazma. Tüm bunlarda bilinçsel kontrol ortadan kalkmıştır.
Mental Enerji: Doğada tek bir enerji vardır ve değişik görünüm almalarından ibarettir. Enerji ortadan kaybolmaz, fakat birikebilir, saklanabilir, kanalize edilebilir, bloke edilebilir veya kullanılabilir. Bir alandan başka bir alana kaydırılabilir.
Devamlılık Prensibi ve Tekrar Dürtüsü: Konstantlık

Enerji dağılımı Freud’un kuramında en başta gelen prensiplerden biridir. Organizma bir uyaran karşısında kalınca bir gerilim ve denge bozukluğu ortaya çıkar. İşte organizma bu denge bozukluğunu düzeltmek ve gerilimi ortadan kaldırmak için tepkilerde bulunur ve tekrar dengesini elde etmeye çalışır.
Ekonomi Prensibi: Enerji yok olmaz. Bir şeye, olaya enerji yüklendiğinde o şey mental enerji ile dolar. Buna katheksis denir. Enerji yüklenen nesneler, olaylar veya organizmanın kendisi kathekde olur. Bu enerji yok olmayacağına göre şekil değiştirebilir veya başka alana kaydırılır.
Zevk ve Haz Prensibi: Organizma dengede olduğu zaman mutludur. Doyum bulduğu zaman haz duyar ve bunu yaşam boyunca hep arar. Gerilim doyumsuzluğun ve bazı şeylerin eksik olduğunun işaretidir. İşte organizma bunu kapatmaya çalışır. Gerilim sonucu biriken enerjiyi boşaltma ve huzura kavuşma savaşındadır. İnsan davranışlarında görülen bozukluklar mental enerjinin yeterince kullanılamaması, bloke olması, saplanması, dolayısıyla kişinin gerginliğinin huzursuzluğunun sonucudur.
Freud’un Temel Kuramları

1-Topografik Kuram
2-Yapısal Kuram
3-Libido Kuramı
4-Ruhsal-Cinsel (psikoseksüel) Gelişme Kuramı
5-Ruhsal Çatışma, Savunmalar ve Belirti Oluşumu Kuramı
6-Sağaltım ve Araştırma Yöntemi Olarak Psikanaliz

1-Topografik Kuram
Freud’un bölmesel varsayımında zihinsel işlemlerin bu üç bölgesi, hiçbir zaman beyinde anatomik bir yapıya ve bölgelere karşılık olarak düşünülmemiştir. Zihinsel işlemlerin tümü birden kavramsal olarak bölmelere ayrılmış ve bunlara bilinç, bilinçöncesi, bilinçdışı adları verilmiştir.
Bilinç: gerçekle uyumu önde tutan, mantıksal düşüncenin egemen olduğu bölmedir. Bilinçlilikte düşünce, duygu ve anılardaki neden-sonuç, zaman, yer bağlantıları gerçeğe uygun olarak kurulur ve bunlara dayanan eylem uyumludur. Gerçeği değerlendirme yetisi ile dış gerçekte olanla zihinde olan birbirinden ayırt edilir. Çocukluğun ilk yıllarında düşünce biçimi böyle mantıksal ve dış gerçeğe uyumsal nitelikte değildir. Çocukluğun ilk dönemlerindeki ilkel ve gerçeği tanımayan düşünce biçiminden, zamanla olgunlaşma ve öğrenme ile ayrışarak gelişen bilinçli mantıksal düşünceye ikincil süreç (secondary process) adı verilir. İşte bilinçte egemen olan düşünce biçimi ikincil süreç niteliğini taşır.
Bilinçöncesi: Kişinin belirli bir anda bilincinde ayırt edemediği birçok düşünceleri ve anıları vardır. Bazıları bilinçli bir çaba ile çağrılabilir. İşte bu çeşit düşüncelere bilinçöncesi düşünceler adı verilir. Bunlar bilincimizde o an bulunmadığı halde özel bir çaba ile bilince çağrılabilir. Örneğin; bir süre önce karşılaştığımız bir olayı artık bilincimizden tümüyle silmiş olabiliriz. Bu olay ile ilgili bir çağrışım, bir uyaran tüm olayın yeniden bilince dönmesini sağlayabilir.
Bilinçaltı: Kişinin özel bir çabası ile bilince çağrılamayan, farkına varılamayan saklı olduğu ruhsal bölmedir. Bu yaşantılar ancak özel yöntemlerle; hipnoz, serbest çağrışım, düşlerin, anormal ruhsal belirtilerin incelenmesi ile açığa çıkarılabilir.
2-Yapısal Kuram
Freud’un düşüncelerindeki sürekli değişme ve gelişmeler giderek topografik kuramı terk etmesine ve yapısal bir kişilik modeli geliştirmesine yol açmıştır. Kişilik üç ana sistemden oluşmaktadır. Bunlar; id, ego, süperego’dur. Davranışlar bu üç sistemin etkileşiminin bir ürünüdür ve bu sistemlerden biri diğerinden bağımsız olarak çalışamamaktadır.
İd (altbenlik): Kalıtımla geçen, doğuştan varolan, yapıda yerleşmiş bulunan her şeyi içerir. Bedenden kaynağını alan içgüdüsel dürtüler ruhsal anlatımlarını ilk olarak altbenlikte bulurlar. Tümden bilinçdışıdır ve bilinçdışı süreçlerdeki kurallar, daha doğrusu kuralsızlıklar geçerlidir. Dış dünya ile bağlantısı yoktur. Zaman ve yer kavramı tanımaz. Birbirine karşıt dürtü ve eğilimler yan yana bulunabilirler. Cinsel ve saldırganlık dürtülerin boşalımı sağlanabilir.
Ego (benlik): Düzenleyici dizge adını da verebileceğimiz benliğin özellikleri ve işlevleri;
*İçerden dürtüsel gereksinimlerin algılanması,
*Dış dünyadan koşulların ve durumların algılanması,
*Bütünleştirme ve birleştirme yetisi ile dürtülerin birbirleriyle, üstbenliğin istekleri ile düzenlenmesi ve çevresel koşullara uyabilecek bir niteliğe sokulması,
*Yürütme yetisi ile istemli davranışın eyleme geçirilmesi benliğin temel işlevi uyumdur. Bu uyumu yaparken benlik, bir yandan organizma içindeki ilkel dürtüsel güçlerle; bir yandan çevresel koşullar ve gereklerle; bir yandan da üstbenliğin istekleriyle bağdaşmak, bunlar arasındaki bir uzlaşma sağlamak zorundadır.
Benliğin görevi organizmayı acıdan korumak ve doyum sağlamaya çalışmaktır. Altbenlikte egemen olan doyum ve haz ilkesine (pleasure principle) karşılık, benlikte egemen olan gerçeklik ilkesidir. Gerçeği değerlendirme yetisi bireyin ruhsal dünyasının içinde ve dışında olup bitenlerin ayırt edilebilmesidir. Neyin düşünce, neyin eylem ve olay, neyin imge, neyin gerçek olduğunun bilinmesidir. Bu bir benlik işlevidir.
Benliğin içerden gelen uyaranlarla, dışarda bulunan koşullar arasında bir denge kurmaya çalışması, bir yandan organizmanın doğal gelişme yetileri (bellek, algılama, zeka) bir yandan da engellenme ve çatışmalara karşı geliştirdiği savunma yolları ile gerçekleştirilir.
Süperego (üstbenlik): Bireyin uzun çocukluk yıllarında benliğin bir parçası giderek ana-baba ve toplumsal değer yargılarını içeren bir yapı olarak ayrışır. Bu özel yapıya üstbenlik denir. Çocukluğun ilk yıllarında çocuk yanlış ile doğruyu, iyi ile kötüyü yalnız kendi dürtüsel doyumuna göre değerlendirir. İkinci yaştan başlayarak çocuk çevreden gelen iyi-kötü, yanlış-doğru değer yargılarını anlamaya başlar. Anne-baba ya da başka önemli kişilerin neyi onayladıklarını, neyi beğendiklerini ayırt edebilir. Onaylanmayan bir davranış yapınca dışardan bir acı geleceğini (sevginin azalması, azarlanma, belki dayak) sezebilmektedir. Giderek çocuk başkalarının gözü önünde neyin yasaklandığını öğrenir ve bu yasağı başkalarının önünde yapınca korku ve utanç duygusu duyar. Bu duygular üstbenlik gelişiminin öncüleridir.
Psikanalitik kuramda üstbenliğin gelişmesi genellikle oedipus karmaşasını çözmek için yapılan özdeşime bağlanmakla birlikte, çocuğun daha sonraki dönemlerinde de toplumsal ilişkilerle sağlanan özdeşimlerin de üstbenlik gelişiminde yer aldığını unutmamak gerekir.
Yargılayıcı dizge adını da verebileceğimiz üstbenliğin insan yaşantısındaki belirtisi suçluluk duygusudur. Kimi bireylerde üstbenlik çok katı ve özür tanımaz, bağışlamaz bir güçte gelişmiş olabilir. Benlik katı bir üstbenliğin baskısı altında ezilebilir. Böyle ağır cezalandırıcı, suçlayıcı üstbenlik gelişimi birçok ruhsal bozukluğun doğuşuna neden olabileceği gibi, çok gevşek bir üst benlik gelişimi de bireylerin toplum içinde önemli uyuşmazlıklarla karşılaşmasına yol açabilir.
Güdüleme(Motivation)
Güdü (motive) deyince, organizmayı belli ve düzenli bir davranışa yönelten herhangi bir durumdur. Bu organizmanın fizyolojik bir gereksiniminden doğabileceği gibi (açlık güdüsü), psikososyal gelişme sürecinde öğrenme ile de doğabilir (başarı güdüsü). Açlık güdüsü deyince açlığı karşılayan ve onu ortadan kaldırmak için gerekli davranışları başlatan bir durum, başarı güdüsü deyince başarı gereksinimini karşılayacak davranışı başlatan bir durum.
Dürtü (drive): Bir eksiklik ya da hoş olmayan bir uyaranın etkisi altında dengesi değişmiş olan organizmanın eski durumunu alabilmesi için bir itme, bir canlandırmadır. Bu tanımlamalardan güdü ile dürtü arasında önemli bir ayrım olmadığı görülmektedir. Her iki terim birbirinin yerine kullanabilirse de, genel olarak dürtü terimi biyolojik gereksinimleri belirleyen itici güç için (açlık, susuzluk, cinsel dürtüler) kullanılmakta; güdü de dürtü anlamını da içine alan, fakat daha çok yaşam deneyimleri belirleyen daha genel ve kapsayıcı bir terim olarak kullanılmaktadır (güven, korunma, onuru koruma güdüsü).
İçgüdü (instinct): Değişmeyen türe özgü kalıplaşmış davranış örüntülerini doğuran ve sürdüren güçlerdir. Dürtüler, güdüler özlerini, amaçlarını, nesnelerini değiştirebilmelerine, gelişebilmelerine, öğrenme ile ortaya çıkabilmelerine karşılık; içgüdüler, türe özgü davranış örneklerini başlatan değişmeyen ve doğal olarak bulunan güçlerdir. Kuşların göç etmeleri, balıkların özel yerlerde yumurtlamaları gibi.
3-Psikanalitik Dürtü Kuramı (Libido Kuramı)
Canlı organizmalardaki yapım ve yıkım süreçlerini başlatan iki temel dürtü, ölüm dürtüsü ve libidodur. Ölüm dürtüsü yıkıcı davranışları başlatan güçtür. Böyle bir dürtünün doğal varlığı tartışma konusudur. Saldırgan yıkıcı dürtülerin doğuştan var olan bir temel dürtü olmadığını, engellenme ve çatışmalarla ortaya çıkan, gelişen bir güdü olduğu görüşü benimsenmiştir. Libido kuramı çok eleştirilmiş olmakla birlikte genellikle daha çok kabul görmüştür.
Freud’a göre libido cinsel haz veren herhangi bir nesne ya da uyarana yönelme anlamında kullanılmaktadır. Bu anlamda, sevilen, hoşlanılan her nesnenin cinsel niteliği vardır. Libido aslında cinsel dürtünün dinamik belirtisidir. Genellikle libido ile cinsel dürtü eş anlamda kullanılmaktadır.

Libidonun temel özellikleri;
*Libido karmaşık başka öğe, dürtülerden oluşur ve bunlar parçalanabilir (oral, anal, genital dürtüler)
*Her öğe dürtü kendi kaynağının özelliğini taşır ve kaynaklar libididinal bölgeler olarak bilinir (oral, anal bölgeler)
*Her dürtünün bir amacı ve nesnesi vardır. Amacı boşalma ve doyumdur.
*Bir öğe dürtü öbüründen bağımsız ya da birlikte bulunabilir. Örneğin; cinsel doyum için ağız ve eşeysel organ hem birlikte, hem de ayrı kullanılabilir.
*Dürtüler birbirleriyle yer değiştirebilirler. Birine bağlı enerji yüklemi öbürüne aktarılabilir. Örneğin; yüceleştirme ile cinsel dürtü amaç ve nesnesini tümden değiştirerek cinsellikten sıyrılmış bir güdü durumuna gelebilir.
Libido başlangıçta bedene yatırılmıştır ve bu duruma birincil narsizm denir. Benlik yapısı gelişirken ve çevredeki nesnelerle ilişkiler, bağlar kurulurken bu nesnelerin ruhsal aygıt içindeki tasarımları üzerine libididinal yüklenim ve buna nesne libidosu denir. Ancak kişideki libidonun bir bölümü sürekli olarak benlikte yatırılmıştır (birincil narsizm). Bireyin kendi benliğini sevmesi, ona bağlı olması anlamına gelen birincil narsizm, yaşayabilmek için gereklidir. Yetişkin çağlarda olumsuz koşullarda, ağır güvensizlik durumlarında bireyin nesnelere yüklenen libidosunu geri kendi bedenine ve benliğine çekmesi ikincil narsizmdir. Bu durumda birey dış nesnelere olan sevgi ve ilgi bağlarını kendi bedenine ve benliğine yöneltir. Çevredeki uyaran ve nesnelerle ilgileri, bağları azalır; içine kapanır ve giderek iç dünyası ve kendi bedeninin uyaranları ile ilgilenir, onlardan doyum arar. Bu ikincil narsizm durumu hipokondriazis ve içe kapanım (şizofreni gibi) durumlarda belirgindir.
4-Ruhsal-Cinsel Gelişme Kuramı (Psikoseksüel Kuram)
Gelişim dönemleri:
Oral Dönem (0-1 Yaş): Bu dönemde egemen olan haz ilkesidir; doğal dürtülerin hemen doyurulması, gerginliğin hemen giderilmesi çocuğun en başta gelen beklentisidir. Bu döneme oral dönem deyişinin nedeni; bu çağda ağız ve dudakların özel haz bölgesi olarak kullanılması ve tüm yaşamın bu bölge aracılığıyla sürdürülebilmesi gerçeğidir.
Ağız ve dudaklar eşyaların tanınmasına yaramaktadır. Her eline geçen şeyi ağzına götürerek eşyayı, dünyayı tanıma yolunda gelişmeler sağlamaktadır. Tam bir narsizm içinde bulunan çocuk zihninde yavaş yavaş annenin ve başka haz veren nesnelerin imgeleri oluşur. Narsistik libido, giderek artan derecelerde, dışardaki doyum veren nesnelerin zihnindeki imgelerine yatırılır (nesne libidosu). Böylelikle oto-erotizm yavaş yavaş azalır; doyum, nesne ilişkilerinden sağlanmaya başlanır.

Bu dönemde çocuk için haz ve doyum veren nesne iyi, bekleten gereksinimini hemen karşılamayan nesne kötüdür. Çocuk iyi nesneleri kendince iyi yanlarını kendi içine atar (introjection). Böylelikle iç alım ve içe atım düzenekleri daha sonraki yıllarda başvurulacak olan özdeşim düzeneğinin öncüleri olurlar.
Bu dönemin sorunları; ayrılma anksiyetesi, çocuğun aşırı doyurulması ya da doyurulmaması nedeniyle oral döneme saplanma ve bağımlı kişilik oluşur.
Anal Dönem (1-3 Yaş): Çocuğun yürümeye, konuşmaya, kendi benliğini çevresinden ayrı algılamaya başladığı; yavaş yavaş bağımsızca isteme ve davranma gibi ruhsal yetilerin yapı taşlarını geliştirdiği çağdır. Psikanalitik kurama göre anal, üretral bölgeler cinsel haz bölgeleri olmuştur.
Çocuğun dışkısını, idrarını tutabilmesi, annenin istediği zaman, istediği yerde yapması çevreden büyük ilgi görür. Böylelikle çocuk artık toplumun iyi-kötü, doğru-yanlış ve ayıp gibi yargıları ile karşılaşır.
Bu dönemde çocuk ters, inatçı, dağınıktır. Dışkısını inatla tutabilir ya da olmadık yerde bırakabilir. Bu nedenle bu döneme anal sadistik dönem adı da verilir.
Bu dönemde çocukta ambivalans duygular yoğundur. Çocuk bu dönemde her eylemin olumlu, olumsuz yanı arasında bocalar. Çocuk anal-sadizm, kirlilik, ambivalans tutumlara karşı savunma düzenekleri oluşturur. Bunlar karşıt tepki kurma, yalıtma ve yer değiştirmedir. Bu savunmaların yerleşmesi ile anal kişilik gelişir.
Bu dönemin sorunları; ailenin yanlış yaklaşımlarından dolayı anal saplanma va anal kişilik özellikleri oluşabilir. Anal kişilikte, aşırı titizlik, cimrilik, inatçılık, aşırı düzenlilik, kararsızlık gibi özellikler vardır.
Fallik Dönem (3-6 Yaş): 3 yaşından başlayarak artık eşeysel organın kendisi cinsel haz bölgesi olmuştur. Bu dönemin en önemli iki sorunu; iğdişlik (kastrasyon) korkusu ve oedipus karmaşasıdır. Çevreden ve başka insanlardan ayrı bir kişi olduğunu bilen çocuk, artık nasıl bir kişi olacağını araştırmaktadır. Kendi bedenine, cinsel ayrılıklara, çevredeki her şeye karşı derin, bitmek bilmez sorma ve öğrenme eğilimi gösterir. Bu döneme bu nedenle bilme tutkusu dönemi de denir. Çocuk cinsel ayrımını yapar, cinsel yasakları ve değerleri hızla öğrenir.
*İğdişlik (kastrasyon) korkusu: Erkek çocuk bu dönemde penisin bütün insanlarda var olduğunu sanarken, kız cinsel organını görmesi ile düşüncesinde cinsel organların başına gelebilecekler bakımından korkular gelişir. Çocuk için penis üstünlüğünün kabul edildiği dönemde, penisi olamayan kişileri görmekle çocuk, penisinin yok edilebileceği, kesilebileceği korkusuna kapılır. Çocukta gelişen bu korkuya iğdişlik korkusu denir.
Bu dönemde çocuğun masturbasyon yapmasına, gece işemelerine karşı aileden ya da herhangi bir kimseden gelen ve penisinin kesilip koparılacağı biçimindeki korkutmalar iğdişlik korkusunu uyaran dış etkenlerdir.
Kızda, erkek çocukta olduğu gibi bir penis olmadığından, kız çocuğun cinsel yaşamdaki ilk duygusu penisi olmadığını keşfetmesi ile ilgilidir. Derin bir eksiklik duygusu altında kız çocukta penise imrenme, yani kendisinde de penis olma isteği belirir. Erkekteki iğdişlik korkusunun kızdaki karşılığı penise imrenme duygusudur.
*Oedipus kompleksi: Freud bu dönemde erkek çocuğun annesine özel bir sevgi ile yönelerek babasıyla yarışmaya girmesi ve ondan nefret etmesi, kız çocuğunda babaya sevgi duyması ve annesinden nefret etmesidir. Kız çocuğundaki bu duruma elektra karmaşası denilmiş fakat tutulmamıştır. Cinsel gelişim yönünden bir çocuğun oedipal aşamasına gelip çatışmaya girmesi için, ilk kez, kendisinde cinsel kimlik yerleşmesi gerekir.
Oedipus kompleksi ve özdeşim: Özdeşim bir başkasının özelliklerini, duygu, davranış, değer ve inançlarını benimseyerek kişinin kendi benliğine alması, kişiliğin bir parçası durumuna getirmesidir. Bu genellikle bilinçdışı bir süreçtir. Klasik psikanaliz kuramında erkek çocuk babası, kız çocuk annesi ile özdeşim yaparak iğdişlik korkusundan ve oedipus karmaşasının çelişkili duygularından kurtulur.
Latent Dönem(6,7-12,15)
Bu dönemde çocukta daha önce geçirilmiş olan ruhsal-cinsel çalkantılar ve çatışmalar yatışma, uyuklama durumuna geçer. Yeni uğraşlar geçmiştir. Ana-baba özdeşimin yanı sıra başka kişilerle de özdeşimler önem kazanmıştır. Toplumsal kurallar ve kurumlarla yüzyüze geldikçe süperegosu daha da gelişir.
Aslında bu dönemde bütün cinsel dürtülerin ve ilgilerin uykuya yattığı söylenemez. Bu yaştaki çocuklarda da cinsel meraklar, cinsel oyunlar görülür.
Ergenlik ve Delikanlılık Dönemi(12,15-20): ergenlik çağı bedensel, cinsel ve ruhsal olarak önemli değişikliklerin olduğu bir dönemdir. Erkekte ve kızda delikanlılık ergenliğin ardından genç erişkinlik çağına dek uzanan dönemdir.
5-Ruhsal Çatışma, Savunmalar ve Belirti Oluşumu Kuramı
Engellenme

Dürtünün amacı boşalım ve gerginliğin ortadan kalkması, doyum ve hazdır. Bu amacın gerçekleşmesi için organizmanın yöneldiği doğrultuda bir engelin bulunması; bu nedenle boşalım ve doyumum olmaması durumuna engellenme denir. Organizmanın doyurulma gereksinimi süregeleceğinden, bu gereksinimin ortaya çıkardığı gerginlikte sürecektir. Bu durum hoş olmayan, istenmeyen bir durumdur. Organizma doğal olarak kendisine acı veren bir durumdan kaçacak ya da böyle durumları, etkenleri ortadan kaldırmaya yönelecektir.
Engellenmeyi Doğuran Etkenler
*İçten gelen etkenler: Bedensel güçsüzlükler, hastalıklar, suçluluk duyguları, korkular, kişinin benliğine sinmiş yasaklar.
*Dıştan gelen etkenler: Doğal afetler, ekonomik çöküntüler, savaşlar, aşırı toplumsal yasaklar. Engellenme bilinçli bir süreç değildir, bilinçdışı birçok etkenlerle engellenme durumları ortaya çıkabilir.
Çatışma

Organizma birbiri ile bağdaşmayan birçok dürtü ya da dürtü nesnesi ile karşı karşıya kalınca çatışma durumu ortaya çıkar. Türleri; yanaşma-yanaşma çatışması, uzaklaşma-uzaklaşma çatışması, yanaşma-uzaklaşma çatışması. Çatışmada bir engellenme durumudur ve gerginliğin artmasına yol açar.
Anksiyete

Dışarıdan gelen bir tehlikeye karşı olan duygusal tepkiye korku denir. Korku benliğe, varlığa yönelik bir tehlike durumunda kaçma davranışlarını başlatan bir duygudur. Korku bulunmasa organizma tehlikeli durumlardan kendisini hemen kurtarma, kaçma durumuna giremezdi.
Kişi için tehlikeler yalnızca dışarda var olan nesnel tehlikeler değildir. Çoğu kez, insan kendi içindeki dürtülerden, eğilimlerden, geçmiş yaşantıların anılarından da korkabilir. Kişiyi hoş olmayan bir duruma sokan herhangi bir şey tehlike olarak algılanır. Bilinçli tehlikeye karşı tepki korku ise; bilinçdışı olan ve nesnesi kişice tanınmayan içten tehlikelere karşı tepki de bunaltıdır.
Freud’a göre normal insanın duyduğu anksiyete ile nevrotik anksiyete birbirinden mantık ve anlaşılır olması bakımından ayrılmaktadır. Günlük yaşamda herkesin yaşadığı anksiyete gerçekçi anksiyetedir. Bunun yanısıra özellikle süperegonun vicdan diye bilinen bölümünün tehlikeli saydığı durumlarda ortaya çıkan anksiyete ise ahlaksal anksiyetedir.
Egonun, içgüdülerin birden boşalma istemlerini engelleyememesi korkusu sonucu oluşan anksiyete ise nevrotik anksiyetedir.
Anksiyetenin kaynakları

Anksiyetenin birincil kaynakları:
-Çaresizlik hisleri,
-Ayrılma veya ayrılma tehdidi,
-Yoksunluk ve kayıp,
-Düş kırıklığı,
-Anksiyetenin özellikle ebeveynlerden önsezi ve özdeşleşme ile geçmesi veya iletişimi: bebekten doğuştan annenin veya anne figürünün kendinin yaşantıları olabilecek sıkıntı, ilgisizlik, nefret duygularını sezebilme yeteneğine sahiptir.
-Onaylanmamak veya önemli bir ergin tarafından onaylanmamak korkusu
-Fiziksel tehditler: dış çevre, iç çevre (açlık, susuzluk, hastalık, fizyolojik durumlar), gerçek-aktüel fiziksel ve ruhsal taciz.
-Şartlandırılmış cevaplar: bir bebek eğer seri halinde fiziksel ve ruhsal yoksunluğa ve acıya maruz bırakılırsa, ilerde ergenlikte kişi buna uyumlu olarak aşırı bir anksiyete reaksiyonu gösterebilir.
Anksiyetenin ikincil kaynakları
Ergenlikte görülen anksiyete türleridir.
-Bilinç-süperego çatışması,
-Önemli kişilerin onaylarını alamama,
-Sosyal çatışma,
-Kendini korumada tehditler,
-Şartlanmış cevaplar: Kişi anksiyete yaratacak olaylara tanık olmuşsa bunun sonucunda fobik veya kompulsif nörotik tabloların oluşumuna neden olabilir.
-Düş kırıklığı ve düşmanlık,
-Çocukluktan kalan artıklar: ayrılma, özdeşleşme, yetersizlik, bağımlılık,
-Üzüntülü beklentiler.
Psikanalitik kuramda nöroz

Freud represe edilmiş cinsel dürtülerin, ergenlik dönemindeki düş kırıklığın ardından bastırmanın etkisinden kurtularak nörotik semptomların geliştiğine inanmıştır. Nöroz represe edilmiş materyalin geri dönüşüdür.
Yeni görüşlerinde Freud ‘dan farkı yoktur:
-İçten gelen dürtüler, kişide bir tehlike ve suçluluk hissi yaratırlar. Dürtüler ya agresif ya da cinsel kökenlidirler.
-Çatışma tümüyle veya gerçekçi olarak çözülmemiştir. Tekrarlanan psişik travmalarla, yetersiz kalan represyon mekanizmasının yardımına koşan diğer savunma mekanizmaları ile olan işbirliği sonucu semptomlar oluşur (symptom formation).
-Semptom oluşurken seçilen temalar, yani neye özel bir çeşit fobi veya obsesyon kliniğinin oluşumu ise semptom seçeneği olarak adlandırılır.
Depresyon kuramı

-Kaybolmuş bir sevgi nesnesi,
-Kaybedilmiş nesneye esasında bir ikilem,
-Kaybedilmiş nesne içselleştirilmiştir,
-İçselleştirilmiş sevgi nesnesi özdeşleşilmiştir,
-Temelde kayıp nesneye karşı hissedilmiş ikilem ve onun içerdiği şiddet, şimdi kişinin kendine yönelmiştir.
Psikoz kuramı

Freud’a göre psikozlarda benlik bütünlüğü çatışma ile ego içinde kaybolur. Şizofreniyi ego mekanizmalarının bozulup hastanın regresyona girmesine bağlarlar. Klinik tabloya hakim regresyona karşın hasta, kopmuş olduğu gerçek dünya ile semptomları yoluyla bir ilişki kurmaya çabalar.
Paranoyayı da bilinçötesinden gelen eşcinsellik hislerinin bilinç yüzeyine çıkması, bir yandan iğdişlik anksiyetesini tehdit etmesi olarak nitelendirmiştir.
Sapkınlıklar
Çocukluk çağının cinsel gelişmesi sırasında libididinal kompleksler karşısında üç çözüm yolu söz konusudur:
*Birey kendini sapkınlığa kaptırır
*Birey onu zorlayan cinsel eğilimi, noksan bir şekilde bilinçaltına iter ve bastırarak nevrotik olur
*Birey gerçek olaylarla olumlu bir savunma mekanizması geliştirir ve normal cinsel yaşam oluşur.
Psikanalitik kuramda sapkınlık kişinin cinsel kimliğine karşı tehdit ve tehlikelere karşı oluşur. Pregenital ve fallik dönemdeki anksiyeteler iki cinslilik identifikasyonları sapkınlıklara neden olmaktadır.
Benliğin Savunma Düzenekleri

Benliğin savunma düzenekleri, çatışma ve bunaltıya karşı kullanılan benlik işlemleridir. Genellikle bilinçdışı süreçlerdir ve birey, ne tehlikenin ne de kullandığı savunma düzeneğinin bilincinde değildir. Bunlar ;
Bastırma, yadsıma, yansıtma, içe atım, yer değiştirme, kendine yöneltme, mantığa bürüme, karşıt tepki kurma, döndürme, yapma-bozma, saplanma, gerileme, düş kurma, yüceleştirmedir.
Rüya Kuramı

Freud rüya imgelerinin bilinçdışındaki istek ve düşüncelerin simgeleştirme sürecinden geçmiş biçimleri olarak açıklamıştır. Böylece bilinçdışındaki isteklerin, bilinç düzeyine çıkmasına engel olunur. Uyku süresinde sansür gevşer ve bilinçdışındaki bazı duygu ve düşüncelerin önce biçim değiştirdikten sonra bu sınırı aşmasına olanak verilir. Rüya gören kişinin algıladığı imgeler, sınırı aşmış olan bilinçdışı duygu ve düşüncelerin, maskelenmiş biçimleridir. Rüyanın uyandıktan sonra hatırlanabilen kısmına, rüyanın belirgin içeriği adını vermiştir. Bilinçdışı ve kabul edilemeyecek olan içeriğine ise rüyanın gizli içeriği demiştir.

Gülay YİĞİTOĞLU (Taşdemir)
KAYNAKLAR

1-Len Sperry,M.D. (1994). Psikiyatrik Olgu Formulasyonları. Çev: Levent Küey. İzmir.
2-Karahan, F. Sardoğan,M.E. (1994). Psikolojik Danışma Kuralları. Eren Ofset/İstanbul.
3-Öztürk,M.O. (1998). Psikanaliz ve psikoterapi. Bilimsel Tıp Yayınevi/Ankara.
4-Freud,S. (1993). Davranış Bozuklukları ve Tedavisi. İstanbul.
5-Freud,S. (1993). Psikanalize Giriş. Gümüş Basımevi/Ankara.
6-Brenner.C. (1998). Psikanaliz, Temel Kavramlar. Ankara.
7-Yanbastı,G. (1996). Kişilik kuramları. Ege Üniversitesi Basımev./İzmir.
8-Ersevim,İ. (1997). Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri. Nobel Tıp Kitabevleri/İstanbul.
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
9 Aralık 2009       Mesaj #6
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Psikanaliz: Temel Kavramlar ve İlkeler

Freud’un, kişiliğin ve insan davranışının anlaşılması konusundaki en büyük katkısı bilindışı kavramını açıklayışı ve insanların farkında olmadıkları bilinçdışı güçler tarafından yönetildikleri yönündeki görüşleridir.


İnsanın Doğası / İçgüdüler ve Psişik Enerji

Freud insanların Triebe (içgüdüler/dürtüler) adını verdiği doğuştan getirilen güçler tarafından güdülendiklerini ifade etmektedir. İnsanın bütün zihinsel (ve fiziksel) faaliyetleri bu içgüdülerce gerçekleştirilir ve yönlendirilir. Bedenin herhangi bir yönü gereksinim hissettiğinde içgüdü harekete geçer.

Freud insan davranışının temel amacının hoş olan şeylere yönelip hoş olmayan şeylerden kaçınmak olduğunu belirtmektedir. İçgüdülerin 4 ortak özelliği vardır: Kaynak, Amaç, Nesne, İtici güç


Freud, kuramının en son şeklinde insanların iki temel içgüdü olan cinsellik ve yıkıcılık tarafından yönlendirildiğini ifade etmiştir

Cinsellik içgüdüsü (Eros): Cinsel içgüdüler, erotik olan ve haz veren yaşantıları belirleyici niteliktedir. Yaşamsal süreçleri korumaya hizmet eden ve türün devamlılığını sağlayan her türlü içgüdü bu grupta yer alır ve geniş bir biçimde cinsel içgüdü (eros) olarak adlandırılır.

Ölüm İçgüdüsü (Thanatos): Freud’un en radikal fikirlerinden biri de, yaşamın, kendi öncesine yani varolmama durumuna dönme eğiliminde olduğu ve tüm insanların bilinçdışı bir ölüm içgüdüsü tarafından yönlendirildikleri şeklindeki düşüncesidir. Yıkıcılık içgüdüleri olarak da adlandırılan ölüm içgüdüsünün işleyişi, yaşam içgüdüleri gibi açık olmadığı için bunlar hakkında çok fazla fikir sahibi değiliz. Ölüm içgüdüsünün önemli bir türevi saldırganlıktır.


Psişik Enerji (Libido) ve Kateksis

Açık gözlenebilir davranışların fiziksel enerji tarafından gerçekleştirilmesi gibi zihinsel faaliyetler de sürekli olarak psişik enerjinin harcanmasını içeren dinamik süreçlerdir.

Freud cinsel içgüdü ile ilişkili gördüğü psişik enerjiye libido adını vermiştir. Libido tamamen intrapsişiktir.

Kateksis bir kişi ya da nesnenin zihnimizdeki sembolüne bağlanan enerji miktarıdır. Psikanalitik kuramda her davranış kateksis ve antikateksis süreçleri ile açıklanabilir.

Kateksis libidonun bir nesneye yönlendirilmesi, antikateksis ise içgüdünün doyurulmasını engelleyen iç ya da dış herhangi bir engeldir.

Nesne ne kadar önemli ise kateksis, yani o nesneye bağlanan libido miktarı o kadar fazla olacaktır.


Psişik Determinizm ve Parafrakslar

Psişik determinizm ilkesine göre ruhsal yapıda gerçekleşen hiçbir şey
nedensiz ya da rastlantısal değildir. Tüm zihinsel (ve fiziksel) davranışlar, kendisinden önceki nedenlerle belirlenmiştir ve kestirilmesi (tahmin edilmesi) olası yollarla gerçekleşmektedir. Psikanalitik kuramda mucizelere, tesadüflere

ya da özgür iradeye yer yoktur.

Rastlantısal düşünceler, bilinen bir adın ya da sözcüğün anımsanmaması, dil ve kalem sürçmeleri bizzat yapılan kazalar, hatalı hareketler, rüyalar ve nevrotik davranışların tümünün altında belirli nedenler vardır ki bunlar çoğu kez bilinçdışındadır. Freudiyan sürçmeler (hatalar) olarak adlandırılan bu tür davranışlar yaygın olarak parafraks olarak anılmaktadır.

Parafraksa yol açan öncüller kolay tespit edilebilen yalın nedenler olabileceği gibi karmaşık ve kestirilmesi güç şeyler de olabilir. Dil ya da kalem sürçmeleri de Freud’un üzerinde çokça durduğu parafrakslardır.


Parafraksların bir diğer türü olan, kişinin kendi sebep olduğu kazalar (öz zedelenmeler), kendisini cezalandırmak isteğinin bir sonucu olabilir.


KİŞİLİĞİN YAPISI

1. Topografik Model: Bilinçdışı, Bilinçöncesi, Bilinç


Freud’a göre; ruhsal yapımız, bilinç, bilinçöncesibilinçdışı (bilinçaltı)
ve olmak üzere üç düzeyden oluşmaktadır. Topografik model olarak adlandırılan bu açıklamaya göre kişilik, bu üç farkındalık düzeyinde işlev göstermektedir.

Bilinçdışı:

Bilinçdışı, farkında olmadığımız ancak sözlerimizin, duygularımızın ve davranışlarımızın çoğunu yönlendiren tüm istek, dürtü ve güdülerden oluşur. Bilinçdışının içeriği bilince ancak sansürden geçebilecek kadar gizlendikten ve çarpıtıldıktan sonra çıkabilmektedir. Bilinçdışı ruhsal yapının en derin katmanıdır ve içgüdüsel dürtülere ve hatırlandığında kişi açısından fazla tehdit edici olacağı için bir şekilde bastırılmış olan anılara ev sahipliği yapar.

Bilinçöncesi:

Bilinçöncesi, o an farkında olunmayan ancak kendiliğinden ya da yeterli bir çaba ile bilince gelmesi mümkünolan yaşantıların ve bilgilerin bulunduğu katmandır. Bilinçdışı ve bilinç arasında köprü vazifesi görür.Hatırlayabildiğimiz her türlü anı ya da bilgi bilinçöncesinde yer
alır.

Bilinç:

Bilinç ise o an farkında olunan her türlü duyum ve yaşantıların bulunduğu düzeydir. Bilinçruhsal yapımızın doğrudan farkında olduğumuz tek düzeyidir. Düşünceler bilince iki farklı kaynaktan gelebilmektedir. Birincisi duyu organlarımız aracılığıyla algıladığımız ve fazla tehdit edici olmayan, dış dünyadan gelen bilgilerdir. İkincisi ise ruhsal yapı içinde, bilinçöncesinde yer
alan tehdit edici olmayan veya bilinçdışında yer alan ve tehdit edici olmayacak kadar gizlenmiş,çarpıtılmış olan bilgilerdir .

2. Yapısal Model; İd, Ego, Süperego

Freud, 1920’lerin başlarında, topografik modeli terk etmemekle birlikte,
kişiliğin organizasyonuna ilişkin görüşlerini gözden geçirerek, kişiliği oluşturan üç yapı olduğunu belirtmiştir: İd, Ego ve Süperego.
Bu aynı
zamanda yapısal model olarak da adlandırılan kişilik yapısı modelidir.

İd:

Türkçede ilkel ben olarak da adlandırılan id, kişiliğin ilkel, içgüdüsel yönlerini kapsar.


ØRuhsal yapının doğumda var olan bütününden oluşan id, içgüdüleri ve psişik enerjinin tüm kaynağını içerir

ØTamamen bilinçdışı düzeyde işlev gösterir ve kişiliğin en eski ve temel bileşeni olarak bedensel süreçlerle (içgüdüsel biyolojik dürtülerle) yakın temas içindedir.
ØBiyolojik gereksinimleri psikolojik gerilimlere (arzulara) dönüştürür. İdin tek motivasyonu, bu içgüdüsel kateksisin boşalması yoluyla ve artan gerilim sonucunda ortaya çıkan nahoşluk duygusundan arınarak haz elde etmektir. Diğer bir deyişle id, haz ilkesi (pleasure principle) doğrultusunda hareket ederek acıdan kaçınır ve haz elde etmeye çalışır.
ØTümden mantık dışı ve ahlak dışı olup realite (gerçek) kavramından yoksundur.
Øİlk orijinal seçimi engellendiğinde yedek nesne (obje) imgelerine yönelir. Gerilimi gidermek için önce bunu ortadan kaldıracak nesnenin imgesini oluşturur. İd’deki bu mantık dışı (irrasyonel), dürtüsel, imge üretici düşünce tarzına birincil süreçler (primary process) denir. Birincil süreçler hakkında:

*Dürtüleri dizginleme, gerçek olanla olmayanı ayırt etme yeteneğinden yoksun, düş yönelimli, mantıkdışı düşünme tarzlarıdır

*Gelişmekte olan bebeğin en zor görevi birincil ihtiyaçlarının doyumunu ertelemeyi öğrenmesidir.

Ego:

ØEgo, idin arzularının ifade edilmesini ve doyurulmasını sağlar.

ØOrganizmanın gerçek dünya ile ilişkisini düzenlemek ve dış dünyanın üstesinden gelmesini sağlamak için 6-8. aylarda, id’den evrimleşerek gelişir ve id’in amaçlarına ulaşmasına yardımcı olur.
ØEgo, zihindeki imgelerle gerçek dünyadaki nesneler arasında ayrım yapabilir. Bu sayede organizma, oluşan gerilim giderilmeden önce nesne elde etme ve tüketmeyi öğrenir.
ØGerçeklik ilkesinesnenin dış dünyada karşılığının bulunup bulunmadığını belirleyene dek gerilimin boşaltılmasını geciktirir.
ØEgo’nun gerçekçi düşünmeyi, akıl yürütmeyi, karar vermeyi,problem çözmeyi ve haz ertelemeyi içeren düşünce tarzlarına ikincil süreçler (secondary process) adı verilir.
ØEgo’nun şekillenmesi ben-ben olmayan (self-nonself) arasındaki farklılaşmaya yol açan yaşantılar sonucu gerçekleşmektedir. Bu daha çok kişinin kendi vücudu ile ilgilidir. Bebek kendine dokunduğu zaman dokunulmuşluk duygusuna yol açtığını, diğer objelere dokunduğunda ise bunu hissetmediğini görecektir

ØOlgunlaşmakta olan çocuk, id’in istekleri için çevreyi doyum kaynağı olarak algılamaktadır. Bu yolla çocuk gerçek (reality) ile id imgeleri arasında ayırım yapmayı da öğrenir, buna gerçeklik sınamasıyer alan gerçeklik sınaması egonun, gereksinimin doyurulması amacıyla bir plan yapması ve bu planın işleyip işlemeyeceğini sınamasıdır (reality testing process) denir.

Øİd’in haz arayıcı doğasının aksine ego, gerçeklik ilkesine uyarak ve ikincil süreçler aracılıyla gereksinimi doyuracak uygun bir nesne ya da uygun çevresel koşullar bulunana dek içgüdüsel doyumu erteleyerek, organizmanın güvenliğini sağlar ve bütünlüğünü korur.

ØEgo idin gereksinimlerin doyumunu sağlamaya çalışırken toplumun beklentilerini ve ahlaki standartlarını da dikkate alır.

Süperego:

ØBir kimsenin toplum içerisinde etkili bir biçimde yaşayabilmesi için, o toplumun değerler sistemini ve kurallarını kazanabilmesi gerekir. Bunlar sosyalizasyon süreci ile kazanılır ve psikanalitik kuramdaki yapısal modele göre süperego olarak adlandırılır.

ØKişiliğin en son gelişen yapısı (bileşeni) olan süperego, toplumsal norm ve davranış standartlarının içselleştirilmesini temsil eder.
Øİnsan organizması bir süperegoya sahip olarak dünyaya gelmez. Çocuklar, anne-babaları, öğretmenleri ve benzeri diğer figürlerle aralarındaki etkileşimler sonucunda bunu kazanırlar.
ØSüperego, egodan 3-5 yaş civarında ayrılmaya başlar, anne-baba, öğretmen ve diğer otorite figürlerinin özelliklerini benimser.
ØSüperego, vicdanı yönlendiren bir araçtır. Bu şekilde vicdan hoş olmayan düşünce ve davranışları cezalandırır
ØSüperegonun büyük bir bölümü bilinçdışında yer almakta ve id’le çok sıkı ilişki içinde bulunmaktadır. Id’in hoş olmayan dürtülerini lanetlemekle birlikte yalnızca egoyu etkileyebilmektedir. Bu şekilde, yasaklanmış dürtüler ve davranışlar süperego ve ego arasında gerilime neden olmakta veya kaygıya (moral kaygı) yol açmaktadır.
ØSüperego vicdanego ideal olmak üzere iki alt sistemden oluşmaktadır.
ØEbeveyn kontrolünün yerini öz-denetime bırakmasıyla süperegonun tamamıyla geliştiği kabul edilir.
ØÖzdenetim gerçeklik ilkesince gerçekleştirilmemektedir. Şöyle ki: Süperego, toplumca kabul görmeyen her türlü id dürtüsünü bütünüyle engellemeye çalışırken, aynı zamanda kişiyi düşüncede, sözde ve eylemde mutlak mükemmelliğe zorlamaktadır. Ego’yu mükemmeliyetçi hedeflere ulaşmaya çalışmanın, gerçekçi hedeflere ulaşmaya çalışmaktan daha iyi olduğuna ikna etmeye çalışır

Kaygı


Freud, egonun görevinin oldukça zor olduğunu belirtmektedir. Çünkü ego, hem idin arzularını yerine getirmekle, hem de dış dünyanın nesnel gerçekliği ile başa çıkmakla yükümlüdür. Bunları yaparken de süperegonun katı kısıtlamalarını dikkate almak zorundadır. Bunlar aynı zamanda, ego’nun görevini yerine getirirken karşılaştığı üç tehdit kaynağıdır. Ego bu tür tehditlere karşı kaygı (anksiyete) ile tepki verir. Bu ise yoğun sinirliliğe benzeyen ve oldukça rahatsızlık verici bir duygudur.


Kaygı, kişiyi uygun davranışa hazırlayan öz-koruyucu bir işlevi yerine getirse de, çok kısıtlı miktarı normal ve arzu edilir düzeydedir. Freud kaygıyı kaynağına bağlı olarak üç başlık altında incelemiştir:

1- Gerçekçi Kaygı

2- Nevrotik Kaygı
3- Ahlaki (Moral) Kaygı

1-Gerçekçi Kaygı:

Dış dünyadaki gerçek bir tehlike ya da tehdit algısına karşı duygusal bir tepki olarak ortaya çıkan gerçekçi kaygı temel olarak korku duygusu şeklinde yaşanmaktadır.


Gerçekçi kaygıya neden olan şey dış dünyada olduğu için bu tehdit kaynağından uzaklaşmak mümkün olabilir.

2- Nevrotik Kaygı:

Id’in tehlikeli ve güçlü dürtülerinin ego tarafından kontrol edilemeyeceği ve kabul edilemeyen bu dürtülerin bilinç düzeyine ulaşacağı yönündeki tehdide karşı verilen duygusal tepkidir. Daha çok çocukluk yıllarındaki cezalandırmalarla ilgilidir. Çocukluk yıllarında gerçekçi kaygı biçiminde yaşanmış olan nevrotik kaygı yetişkinlik yıllarında daha çok otorite figürlerinin varlığı durumunda ortaya çıkar.

3- Ahlaki Kaygı:

Ego ve süperego arasındaki çatışmadan kaynaklanan kaygı, moral kaygı olarak adlandırılmaktadır. Öngördüğü kuralları çiğneyen her türlü düşünce ya da davranışın cezalandırılması ile ilgilidir. Temel olarak utanç, suçluluk ve cezalandırılma korkusu biçiminde yaşanır.
Ego Savunma Mekanizmaları

Kaygının temel işlevi, kabul edilemeyecek içgüdüsel dürtülerin bilinç düzeyinde algılanmasını engellemek, bu dürtülerin uygun zamanda ve uygun yollarla doyurulmasını sağlamaktır. Ego savunma mekanizmaları kişiyi aşırı derecedeki kaygıdan korumanın yanı sıra, sözü edilen bu işlevlerin yürütülmesine de yardımcı olur.


Savunma mekanizmaları ego tarafından, id, süperego ve dış dünyadan gelen tehditleri savuşturmak ve bu tehditlere eşlik eden kaygıyı azaltmak amacıyla kullanılan mekanizmalardır.

Temel işlevleri:

(1) Dürtünün bilinçli davranışta ifadesini bulmasını engellemek

(2) Yaşanan kaygının yoğunluğunu azaltmaktır.


Savunma Mekanizmalarının Tümü İçin Geçerli Olan Temel Özellikler:

(1) Savunma mekanizmaları bilinçdışı süreçlerdir ve kişi bunları kullandığının farkında değildir.

(2) Bilinçdışı baş etme mekanizmaları oldukları için kişiyi aldatıcıdırlar, yaşanan kaygının birey için daha az tehdit edici olması için gerçeklik algısını çarpıtırlar.
(3) Savunma mekanizmaları nadiren tek başlarına kullanılırlar, genellikle iki ya da daha fazla mekanizma kişi tarafından aynı anda kullanılır.

Bastırma (Repression):

En temel savunma mekanizması olan bastırma, daha ayrıntılı mekanizmalar için temel oluşturmanın yanı sıra kaygıdan kaçınmanın en doğrudan yoludur. Temel olarak kaygı yaratacak düşünce ve duyguların bilincin dışında tutulmasıdır. Birey, rahatsız edici bir duygu, düşünce ya da anıyı bilinçdışına iterek (bastırarak) bir daha hatırlamamak üzere unutabilir.

Yansıtma (Projection):


Kişinin kendi kabul edilmeyecek dürtü, duygu, düşünce ve davranışlarını diğer insanlara ya da nesnelere yüklemesini içerir. Bu şekilde kişi kendi kusurları için başkalarını ya da başka şeyleri suçlar. Birey, kabul edilmeyecek dürtü, duygu ve düşüncelerini önce bastırmakta sonra başka kişilere yansıtmaktadır.


Yansıtmanın bir diğer şekli de kişinin kendi yetersizliklerinin sorumluluğunu başka şeylere ya da başka kişilere yüklemesidir.


Yer Değiştirme (Displacement)

Yer değiştirme mekanizmasında içgüdüsel dürtü kabul edilebilir bir nesne ya da kişiye yönelir. Bu yolla gerçek hedefine yöneltildiğinde benlikçe kabul edilemeyen kaygı yaratan duygu ya da davranışlar asıl hedefinden daha az kaygı yaratacak bir hedefe yöneltilmiş olur.


Yer değiştirme, yetişkinlerin küçük can sıkıcı uyarıcılar karşısında aşırı duyarlı
tepkiler göstermelerinde de sıkça karşımıza çıkar.

Akla Uygunlaştırma (Rationalization):

‘Mantığa bürüme’ ya da ‘neden bulma’ olarak da adlandırılan akla uygunlaştırma mekanizması gerçeği çarpıtmayı ve bu yolla benlik saygısını korumayı hedefler.


Bahane bulma olarak açıklanabilen bu mekanizma benlikçe kabul edilemeyen
davranışları haklı göstermek için görünüşte makul açıklamalar bulmayı ve bunlara inanmayı içerir.

Karşıt Tepki Geliştirme (Reaction Formation):

Ego bazen yasaklanmış bir dürtünün, düşünce ve davranışta tam karşıtını ifade ederek kendini koruma yoluna gidebilir.

Koruyucu bir süreç olarak karşıt tepki geliştirme iki aşamada gerçekleşir. Öncelikle benlikçe kabul edilemeyen dürtü, duygu, düşünce bastırılır, daha sonra ise tam karşıtı bilinç düzeyinde ifade edilir.

Burada bilinç düzeyinde ifade edilen duygu, düşünce ya da davranışın aşırılığı,
abartılmışlığı ve katılığı dikkat çekicidir. Karşıt tepki geliştirme ile doğal tepki gösterme arasındaki fark ilkinin abartılı özellik göstermesidir.

Gerileme (Regression):


Kaygı yaratıcı durumlar karşısında daha önceki bir dönemin gelişmemiş, çocuksu davranış biçimlerine dönmeyi içeren gerileme mekanizması, yaşamın önceki, güvenli ve hoş olan bir dönemine geri çekilerek kaygıyı hafifletmenin bir yoludur. Psikanalitik kurama göre kaygı durumunda yaşamımızda kendimizi en son güvende ve korunaklı hissettiğimiz döneme geri dönüş yaparız.

Yüceltme (Sublimation):


İlkel dürtülerin asıl amaç ve nesnelerinden ayrılarak toplumca kabul edilen ya da onaylanan davranışlarla doyuma ulaşması anlamına gelen yüceltme, sağlıklı ve yapıcı bir savunma mekanizmasıdır. Çünkü yüceltme yapılırken dürtünün ifadesi tamamıyla engellenmemekte yalnızca yönü, nesnesi değiştirilmektedir. Burada, diğer mekanizmalarda olduğu gibi dürtünün bastırılması söz konusu değildir.


Yadsıma (Denial):

Benlikte kaygı yaratacak bir durumun, gerçeğin yok sayılması ve algılanmamasıdır
Ego hoş olmayan gerçek bir durumla yüzleşmeyi reddederek de kendini korumayoluna gidebilir. Yadsımanın bastırmadan farkı, kaygı yaratan kaynağın id dürtülerideğil dış dünyadan gelen tehditler olmasıdır.

Düş Kurma (Fantasy):

Kişinin karşılanmamış, doyurulmamış gereksinimlerinin imgelem (düş kurma)
yoluyla doyurulmasıdır. Genellikle yadsıma ve düş kurma bir arada kullanılmaktadır.

Özdeşleşme (Identification):

Bir savunma mekanizması olarak özdeşleşme; kişinin hoşuna gitmeyen özelliklerinden kaynaklanan olumsuz duygularını, kendisini, sahip olmayı istediği özelliklere sahip bir kimsenin yerine koyarak, onun gibi davranma eğilimi şeklinde açıklanabilmektedir.


Kaybetmenin acısını azaltmak için yitirilen nesnenin özelliklerini benimsemek ya da egonun kendisine karşı düşmanca davranan bir kimsenin özelliklerini benimsemesi de özdeşleşmenin farklı biçimleridir.


Yapma-Bozma (Undoing):

Suçluluk duygularına karşı geliştirilen yapma-bozma mekanizması hoş olmayan duygu ve düşüncelerimizden kurtulmayı ya da bunların ortaya çıkarabileceği/çıkardığı olumsuz durumu düzeltmek niyeti ile sergilenen büyüsel/törensel davranışları içerir.

Kaynak:
Kişilik Kuramları
Banu Yazgan İnanç-Esef Ercüment Yerlikaya

Mira - avatarı
Mira
VIP VIP Üye
10 Haziran 2012       Mesaj #7
Mira - avatarı
VIP VIP Üye
Psikanaliz
MsXLabs.org & MORPA Genel Kültür Ansiklopedisi

Sigmund Freud'un bulduğu ruhsal iyileştirme yöntemi. Bu yöntem bilinçaltında ayrı bir fikirler düzeni oluşturan ve görünmez varlıklarıyla ruhsal bozukluklara yol açan anıların, arzuların, imgelerin çeşitli yollarla bilinçli kılınmasına dayanır. Freud'un ortaya attığı bu iyileştirme yöntemi başlangıçta tıp alanında kuşkuyla karşılandı, daha sonra yavaş yavaş yaygın bir biçimde uygulanmaya başlandı. Psikanaliz yönteminin özü, hastayı sorguya çekmeye değil de onu rahat biçimde konuşmaya bırakmaya dayanır. Hastanın burada kendini son derece özgür hissedebilmesi, düşüncesini kendiliğinden boşalıma bırakacak kadar güven duygusu içinde olması gerekir. Böylece hasta kendini içten rahatsız eden şeyleri bulma ve ortaya koyma olanağı kazanır. Hastanın bu çabası yaşamının en eski olgularına kadar uzanarak tüm yaşamında, özellikle çocukluk çağında varlığına yönelmiş olan bozucu etkileri ortaya çıkarmaya yönelir. Bu arada psikanalist, basit bir tanıklık durumunu aşmamaya özen göstermek zorundadır. Aylarca süren ortalama bir saatlik oturumlarda "özgür çağrışım" yoluyla kendini anlatmanın dışında düşlerin yorumuna da yönelinir. Bütün bu görüşmeler sırasında psikanalist, hastanın ortaya koyduğu tüm tepkileri not eder. Bu notlama, sözlerin arasından sağlam verileri süzme amacına yöneliktir. Böylece hekim, hastanın pek çoğu cinsel kökenli olan aksamaları üzerine bilinçlenmesini sağlayarak onu iyileştirir ya da onun iyileşmesine yardım eder. Psikanaliz yöntemi psikiyatrinin öbür yöntemleri kadar etkili bir yöntem sayılır. Ancak hastanın ruhsal yapısını deşmeye yarayan böyle bir yöntemin özel olarak psikanalizde uzmanlaşmamış bir hekim tarafından kullanılması son derece tehlikelidir. Bu yöntem, iyi kullanılmadığı zaman hastalığı derinleştiren ve hastanın çevresiyle ilişkisini daha da bozabilen bir yöntem olabilmektedir.
theMira
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
10 Aralık 2015       Mesaj #8
Safi - avatarı
SMD MiSiM
PSİKANALİZ a. (fr psychanalyse).
1. S. Freud tarafından 1895'e doğru ortaya konan psikoterapi yöntemi. (Bk. ansikl. böl.)
2. Bu yönteme göre yürütülen tedavi, uygulama, analiz: Psikanaliz yapmak.
3. Freud'un yöntemine dayandıklarını ileri süren kuram ve uygulamalar.
4. Bir yapıtın bir toplum olgusunu oluşturan öğelerin simgesel yorumuna dayanan ve psikanaliz kavramları kullanılarak yapılan eleştirel incelemesi.

—ANSİKL. Psikanalize göre psikopatolojik belirti (özellikle histerik belirti) bastırılmış bir ruhsal sürecin yerine geçer. Psikanaliz yapanın kurduğu ilişkiler, bu bastırma sürecinin kaynağına çıkmayı olanaklı kılar ve belirtisinin dolaylı olarak dile getirdiği bilinçdışı olaylar ortaya koyar.
Dolayısıyla, psikanalizin temel kuralı, özgür çağrışımdır; psikanalizden geçirilen kişiden istenen, bütün aklından geçenleri, yararsız, yersiz ve hatta aptalca bulsa bile, söylemesidir. Asıl önemli olan, utanç verici ve üzücü olsa da, hiçbir düşünceyi söylemekten kaçınmamasıdır. Bundan elde edilen sonuç, bastırılmış anılar aracılığıyla hastanın yaşamöykü- sünün yeniden kurulması, bu belirtinin kaybolmasıdır.
Ne var ki bu ilk girişim, psikanaliz yönteminde iki sorunla karşılaşır: direnç ve aktarım sorunları. Psikanaliz uygulanan kişi kısa sürede, bu tip düşünceleri özgürce açıklayamaz duruma gelir; bunların itiraf edilmesine direnç gösterir. Buna koşut olarak, psikanalize ilişkin olan (ama psikanaliz yapana her zaman ilişkin olmayan) dostça ya da düşmanca duyguların aktarımı kendini gösterir. Böylece psikanalizin işlerliği, gerçek anlamıyla, psikanalizden geçirilenin yaşamında, daha önce yaşanmış durumların yinelenmesiyle etkili olmaya başlar ve bu durumlar, hem psikanalizden geçirileni, hem de psikanalizi uygulayanı aşar. Böylece direnç, aktarımın anlatımı olur.
Bu yinelenmeyi denetim altına almak için, yukarıdakini tamamlayan iki kurala da ayrıca uymak gereklidir:
1. Psikanaliz uygulamasının verdiği her sonuç, yeniden bu yöntemle incelenme- lidir ve psikanalizden geçirilenin anımsayarak kurtulması için çaba harcaması gereken belirtinin bir bölümüdür (dayatma).
2. Psikanaliz yapan, aktarıma ve dolayısıyla uygulamaya izin verip vermemek gibi güç bir görevle karşı karşıyadır (J. D. Nasio). Çünkü bazı kişiler kendi kendilerini analiz etme yeteneğinden yoksundurlar. Hangi koşullar altında bu aktarımı yüklenebileceğini bilmek, psikanaliz yapanın sorumluluğudur. Bu da, geçmişteki deneylerine ve kendi bilinçdışı süreçleri konusundaki sezgisine bağlıdır (karşıaktarım).

Psikanaliz akımının tarihi. Freudcu kavramlar, psikanaliz akımına bağlı olduklarını düşünenler tarafından, oldukları gibi ve bir bütün olarak kabul edilmediler. Akımın tarihi, başından beri, kuramsal ayrılıklarla doludur. Daha 1902'de, psikanalizi incelemek için, S. Freud'un evinde, çarşamba günleri bir grup hekim toplanıyordu. A. Adler, S. Ferenczi, O. Rank ve W. Stekel bu gruba hemen katıldılar, isviçreli tanınmış psikiyatr E. Bleuler ve daha sonra asistanı C. G. Jung, çok geçmeden Freud’un buluşlarına ilgiyle yaklaştılar. Jung, 1908’de Salzburg'da toplanan ilk Psikanaliz kongresi'ne katıldı ve Freud’a ABD gezisinde eşlik etti (1908). 1910'da Nürnberg’de ikinci psikanaliz kongresinde International Psychoanalytical Associa- tion (İPA) kuruldu. Freud, kuruluşun amacını, “psikanaliz üne kavuştuğunda onun adına yapılabilecek aşırılıkları önlemek" olarak açıklıyordu.
iki dizi çıkarma kararı, Freud'un kendisi tarafından açıklandı: bir yandan Adler'e (1911) ve Jung'a (1913) karşı, öte yandan Rank (1924) ve Ferenczi'ye (1929) karşı. Birincilerle ayrılık noktası, cinselliğin, psikanalizdeki nedenselliği belirleyen tek başvuru noktası olarak alınması; ikincilerleyse, gerileme ve travmatizm kuramına bağlı pratik sorunlardı. Freud'un en sadık izleyicileri Berlin’de ilk psikanaliz enstitüsünü kuran K. Abraham ve Londra'da E. Jones’tu.

Freud'un yaşadığı kent olan Viyana, nazizm, psikanalistlerin büyük bölümünü ABD'ye göç etmeye zorlayana kadar akımın merkezi olarak kaldı (W. Re- ich, bu akıma 1920’den sonra katıldı). Freud’un düşüncelerinin gelişimi için uygun bir ortam saydığı ABD, psikanalizin en kolayca ehlileştirildiği yer oldu. Psikanaliz, H. Hartmann ile bir çeşit uyum ruhbilimine (ego-psychology) dönüştü. Sosyalist ülkelerde sosyalist devrimin başlangıcında iyi karşılanmasına rağmen (özellikle 1919'da Budapeşte'de Ferenczi) psikanaliz, kısa sürede gerici bir burjuva bilimi olarak devre dışı bırakıldı; şimdiki durum da bundan pek az farklıdır. Büyük Britanya önemli bir kuramsal yenileşmeye sahne oldu; çocukların psikanalizi konusunda Anna Freud’a karşı çıkan Melanie Klein ile Oidipus öncesi evreler kuramında önemli bir adım atıldı. D. W. VVİnnicott, W. Bion ve D. Meltzer’ın çalışmaları, Klein tarafından açılan yeni boyutta yer alarak psikozlara yaklaşımı da sağladı.
Fransa'da Freud’un yapıtlarının çevrilmesi için 1923'ü ve Sociötö psychanalytique de Paris’nin kuruluşu için de 1926'yı beklemek gerekti. Bu örgüt, Marie Bonaparte, Eugönie Sokolnicka, E. Hesnard, R. Allendy, A. Borel, R. Laforgue, R. Loe- vvenstein, G. Parcheminey ve E. Pichon tarafından kuruldu. Örgütün temel amacı, fransız dilini konuşan ve freudcu tedavi yöntemini uygulayan hekimleri bir araya toplamak ve psikanalizci olmak isteyen hekimlerin, bu yöntemin uygulanması için zorunlu olan eğitsel psikanalizden geçmelerini sağlamaktı. Topluluk, International Psychoanalytical Association (İPA) tarafından tanındı. Jacques Lacan, kasım 1934' te, bu örgüte üye olarak kabul edildi. 1935’te Marienbad'daki Uluslararası psikanaliz kongresi’nde ayna evresi üzerine ilk çalışmasını sundu.
Fransız psikanaliz akımında ilk bölünme "Enstitü sorunu" dolayısıyla ortaya çıktı. 1933'ten beri Sociötö psychanalytique topluluğu bünyesinde bir Psikanaliz enstitüsü vardı. Savaştan sonra Sacha Nacht, Serge Lebovici ve Maurice Benassy ile birlikte öğretim ve yeni psikanalizcilerin yetiştirilmesi görevini yüklenen Psikanaliz enstitüsü'nün Sociötö psychanalytique'ten ayrılmasını ve yine psikanalizci adaylarının yetiştirilmesi için bir kurallar bütünü hazırlanmasını öngören bir tasarıyı yürürlüğe koydular. Bu harekete karşı muhalefet, Sociötö française de psychanalyse'i (SFP) kuran J. Lacan'ın çevresinde yoğunlaştı. SFP üyeleri Sociötö psychanalytique'ten ayrıldıkları için İPA tarafından da tanınmamaktadırlar.
1963'te SFP'de yeni bir bölünme oldu: özellikle üniversite mensuplarından oluşan bir grup, İPA tarafından tanınmak istedi. İPA bu isteğin kabul edilmesini, Jacques Lacan’ın eğitsel psikanalizlerini uygulama biçiminin düzenlenmesi koşuluna bağladı. 1953’e göre çok sayıda üyenin geri döndüğü görüldü. SFP lağvedildi. 21 haziran 1964’te Jacques Lacan, Ecole freudienne de Paris'yi (EFP); Piera Aulagnier, Jean Clavreul, Serge Leclaire, François Perrier, Guy Rosolato ve Jean-Paul Valabrega ile birlikte kurdu. Bir başka grup (Association psychanalytique de France) daha oluştu; İPA’ya kabûlünü istedi ve kabul edildi. Mart 1969'da eğitsel psikanalize ilişkin başka bir bölünme ortaya çıktı. R Aulagnier çevresinde toplananlar, EFP'yi terk ederek "Dördüncü grup”u kurdular.
1980'de J. Lacan, EFP'yi lağvederek Ecole de la cause freudienne’i kurdu (1981). Bu tarihten beri Lacan'ın mirasını benimsemek isteyenler dağılmakta ve yeni grupçuklar kurulmaktadır.
Fransa'da halen psikanalizcilik mesleğini düzenleyen hiçbir yasa bulunmamaktadır. 1968'den beri bazı üniversitelerde psikanaliz öğretimi yapılmakta, hatta bazıları tarafından psikanalizcilik diploması verilmektedir, ama psikanaliz yapmak için hiçbir üniversite diploması gerekli değildir. Bir psikanaliz topluluğuna üye olma, bazıları tarafından bir uzmanlık güvencesi olarak kabul edilmektedir. Bu okullarda güçlü bir hiyerarşi vardır ve her psikanalizci adayından kişisel bir psikanaliz uygulaması yapmış olması (buna, bazı okullarda eğitsel psikanaliz adı veriliyor) ve adayın, okul hiyerarşisinde yüksek bir yerde bulunan ve kendisine unvan verecek olan bir psikanalizcinin gözetimindeki tedaviler, yani bir dizi "kontrol"e katılması istenmektedir. Psikanalizciler, muayenehanelerdeki özel hekimliğe (psikanaliz tedavisi sosyal sigortalar tarafından üstlenilmemektedir), sorunları olan çocukları ya da yetişkinleri kabul eden kurumlardaki çalışmalarını da eklemektedirler. Bu çalışmalar, bireysel psikanaliz tedavileri ya da bir grup içinde etkili olan bilinçdışı süreçlerin saptanması düzeyinde yürütmektedir.

Kaynak: Büyük Larousse

Benzer Konular

11 Mayıs 2012 / Ziyaretçi Soru-Cevap
13 Nisan 2010 / _PaPiLLoN_ Psikoloji ve Psikiyatri
27 Mart 2009 / HipHopRocK Fizik
9 Haziran 2013 / buz perisi Edebiyat