Arama

Psikoloji ile ilgili Makaleler       - Sayfa 17

Güncelleme: 23 Temmuz 2018 Gösterim: 227.287 Cevap: 185
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
12 Mayıs 2011       Mesaj #161
Avatarı yok
Yasaklı

Korkmamayı Öğrenmek


Nelerden korkarsınız? Yılan ya da örümcekler kalbinizin daha hızlı çarpmasına neden olur mu? Ya da topluluk önünde bir konuşma yapmanız gerekse, avuç içleriniz nemlenmeye başlar mı? Tüm bu durumlar, pek çok insan için adrenalinin neden olduğu stres tepkisini tetikler. İlginç olan şu ki bu korku davranımları, panik ataklarda da görülebileceği gibi görünürde bir tehlike ya da herhangi bir neden olmasa bile tetiklenebiliyor.
Sponsorlu Bağlantılar

Psikolog ve nörologlar, bu korku davranımıyla nasıl başa çıkılabileceği konusunda araştırmalarına devam ediyorlar. Korkulardan kurtulmak, korku veren anıları bellekten silmek gibi basit bir işlem değil. Bunun yerine fobik kişi, bu korkuyu tetikleyen anı ya da uyarıcıya sürekli olarak maruz kalarak korku tepkisini bastırmayı öğrenmeli. Boston Üniversitesi'nin Kaygı Bozuklukları Merkezi Yöneticisi David Barlow, bazı fobiler için böylesi bir maruz bırakma tedavisinin %90 oranında başarılı olduğunu söylüyor.

Araştırmacılar, çoğu fobi ve diğer korku hastalıklarının bir şekilde koşullanılmış davranımlar olduğunu ileri sürüyorlar
Yaklaşık bir yüzyıl önce Rus fizyolog Ivan Pavlov'un klasik koşullanma deneyi, hayvanların belli uyarıcılara belli fizyolojik yanıtlar vermeye koşullanabileceğini, bu sayede bu fizyolojik yanıtların öğretilebileceğini kanıtlamıştı. Bu çalışmadan yola çıkan Amerikalı psikolog Watson ise, "Küçük Albert ve Beyaz Fare" adıyla anılan ünlü deneyini tasarlamıştı. Deneyde, 11 aylık uysal bebek Albert'e ne zaman beyaz bir fare gösterilse, onu oldukça korkutup ağlamasına yol açan bir metal sesi de beraberinde eşlik etmişti. Bir süre sonra beyaz deney faresine de ağlama tepkisi veren Albert, bu tepkisini pek çok beyaz ve tüylü nesneye genelleyerek tavşandan, köpekten, hatta ve hatta sakalları dolayısıyla Noel Baba'dan bile korkmaya başlamıştı. Albert'in bu davranımı pek çok psikologca "koşullanılmış korku davranımı" olarak adlandırıldı.

Tahmin edersiniz bugün, psikologlar etik nedenlerden ötürü küçük Albert gibi bebekleri kullanmayı tercih etmiyorlar. Konu üzerinde yapılan deneyler kemirgenlerle yürütülüyor. Bulgular şöyle olmuş: Organizma, korku verici uyarıcıyla (metal sesi) özdeşleştirilen nesne ya da özellik (beyaz ve tüylü olma durumu)' e bu korku verici uyaran olmadan düzenli olarak maruz bırakıldığında fobik tepki sönmeye uğruyor, ancak yeni bir çevrede, ya da stresli şartlarda tekrar geri geliyor. California Üniversitesi'nden Mark Barad bu durumu şöyle açıklıyor: "Sönme, baskılayıcı bir öğrenme paradigmasıdır; deneyimlenen ilk korkunun silinmesi değil."

Barad'ın üzerinde durduğu bir diğer önemli noktaysa, öğrenmenin zaman aralıklarına dağıtılarak gerçekleştirilmesi gerektiği. Bu gerçeklik, öğrencilerin sınav öncesi gece yaptığı yoğun bilgi yüklemesinin niçin işe yaramadığını destekliyor. Ancak Barad ve ekibi, yaptıkları bir çalışmada sürpriz sonuçlar almışlar. Deney, korku verici uyaranla (Küçük Albert örneğindeki metal sesi), başta nötr olan uyaran (örnekteki beyaz ve tüylü nesneler) arasındaki ilişkiyi sönmeye uğratarak tedaviyi mümkün kılma konusunda yapılmış. Fobik hastalar, korktukları uyaran verilmeden, başta nötr durdukları ve bu uyaranla beraber korkmaya koşullandıkları nesneye düzenli olarak kısa ama yoğun seanslarla maruz bırakılmışlar. Bu yolla tedavinin daha etkili olduğu görülmüş. Oysa ekip çalışmanın başında, öğrenmenin zamana yayılması gerektiğini düşünmüş. Aradaki ilişkinin sönmeye uğratılması aşamasında, maruz bırakma seanslarının zamana yayılıp uzun süreç içinde tamamlanmasının daha etkili olacağı sonucuna varmış. Ekip, klinik uygulamanın fobik hastalar üzerinde yapılan maruz bırakma tedavisi seanslarının birkaç saat içinde, yoğun biçimde kısa seanslarla tekrarlanması olduğunu açıklamış.

Barad ve ekibinin bulgusunun niçin şaşırtıcı olduğu konusunda bir beyin fırtınası yaparsak, şöyle bir açıklama mümkün olabilir: Ekip, koşullanma yoluyla öğrenmeden bahsetmekte. Haliyle, ilkel bir öğrenme mekanizması söz konusu. Oysa sınava çalışırken, bilişsel düzenlemeler, yorumlar gerektiren üst seviye bir öğrenmeden bahsediyoruz. İşte ikisi arasındaki etkili yöntem farklılığı da, bu kritik ayrımdan kaynaklanıyor olabilir.


Kaynak: Travis, J. (2004). Fear Not. Science News, 165

Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 04:11
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
21 Haziran 2012       Mesaj #162
Avatarı yok
Yasaklı

Ölümü Düşünmek Yaşam Enerjisi Veriyor


Ölümü düşünmek çoğu zaman insanlarda olumsuz duygulara neden olurken yapılan yeni araştırmalar ölüm düşüncesinin insanlara yaşam enerjisi verdiğini ortaya çıkardı.
Sponsorlu Bağlantılar

Ölüm düşüncesi çoğu zaman insanlarda depresyona neden olurken psikologlar son dönemde yaptıkları çalışmalarda ölümlü olduğunu düşünen insanın hayata daha çok bağlandığını ortaya çıkardı.ABD’nin Missouri Üniversitesi’nden Kenneth Vail konuyla ilgili yaptığı açıklamada zihnin bilinçli olarak ölümle ilgili düşünceleri yok saydığını savunan “Terror Management Theory” (Terör Yönetme Teorisi) adlı araştırmanın psikologlar tarafından desteklendiğini söyledi. Uzmanların bu teoriyi destekleme amacı ise ölüm düşüncesinin insanları depresyona sürüklediğine inanmaları.

Ölüm Düşüncesi Motive Ediyor

Vail son yıllarda yapılan çalışmalarda bu teoriye zıt olan bir başka teorinin ortaya çıktığını belirtti. Ölüm düşüncesinin insanlarda olumlu davranış biçimleri oluşturduğunu savunan teoriye göre bir gün ölümü tadacağını düşünen insanların motivasyonları çok yüksek oluyor ve hayata daha çok tutunuyorlar.

Teorilerini örneklerle açıklayan Vail şöyle konuştu: “Mezarlıkta yürüyen insanları gözlemledik ve onların aralarında konuştukları şeylere kulak misafiri olduk. Bir çok insan yürüyüş sırasında insanlara yardım etmenin önemli bir şey olduğundan bahsetti.” Vail ölüm düşüncesinin insanları daha sağlıklı yaşamaya motive ettiğini ve empati özelliklerini geliştirdiğini de sözlerine ekledi.

Kaynak : BBC / Ntvmsnbc (26 Nisan 2012)

Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 04:12
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
12 Temmuz 2012       Mesaj #163
Avatarı yok
Yasaklı

Fobik Bozukluk Olasılığı


Dünyada en sık görülen psikiyatrik hastalık fobi. Öyle ki dünyadaki nesne ve durum sayısı kadar fobi çeşidi olabiliyor. Basit fobiyle birlikte başta depresyon olmak üzere diğer ruhsal hastalıkların da sık görüldüğünü belirten Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Başhekimi Doç. Dr. Erhan Kurt, dünyadaki nesne ve durum sayısı kadar fobi çeşidi olabileceğini söyledi. Kurt, “Sosyal fobi ve agorafobi gibi spesifik fobileri konunun dışında tuttuğumuzda geriye kalan fobileri modern psikiyatri, özgül (basit) fobi olarak nitelendirmektedir” dedi.

Özgül fobinin durumlar veya nesnelerden duyulan mantıksız, aşırı korku şeklinde tanımlanabileceğini ifade eden Kurt, özgül fobisi nedeniyle doktora başvuran hasta sayısını çok az olduğunu belirtti ve şunları söyledi:

“Bunun en önemli nedeni fobilerin hastalık değil huy veya kişilik özelliği olduğunun düşünülmesi, tedavisinin olmadığının sanılmasıdır. Özgül fobilerde korkulan belirli ve bilinen bir durum veya nesne olduğu için hastalar kaçınma taktikleriyle sorunsuz bir yaşam şekli oluşturmuş olabilirler. Örneğin, kedi fobisi olan bir kişi evinde kedi besleyen arkadaşlarına gitmeyerek, kedilerin dolaşma ihtimali olan sokaklarda dolaşmayarak, nispeten rahat bir hayat sürebilir.

Bazen hastalar belli bir yaşa gelinceye kadar özgül fobilerinin farkına varmamış olabilirler. Bunun nedeni, o fobik ortamla hiç karşılaşmamış olmalarıdır. Basit gibi görünen hayvan fobileri ağır olduklarında hayatı büyük oranda kısıtlayabilir, hatta evden çıkmamaya neden olabilir. Yükseklik korkusu olan kişi yükseğe çıkmayı gerektiren işlerde çalışamayabilir. Uçak fobisi kişinin seyahat etmesini engelleyebilir. Yutma fobisi olan kişi yemesi-içmesi bozulduğu için ciddi kilo kaybı yaşayabilir.”

Fobiyi Pekiştiren Etkenler

Kişinin özgül fobisinin olmasının ek bir psikiyatrik hastalığının olması ihtimalini artırdığını belirten Kurt, “Fobi oluştuktan sonra gelişen kaçınma, fobinin kendiliğinden düzelmesini engelleyen, fobiyi pekiştiren en önemli etmendir. Bu yüzden kişinin kafasındaki muhtemel felaket senaryosu sınanamamakta ve felaket olup olmadığı anlaşılamamaktadır” diye konuştu.

Değişiklikler olmakla birlikte fobik nesne veya durumla karşılaşan kişide gerçek korkularda ortaya çıkan belirtilerin aynısının görüldüğünü hatırlatan Kurt, “Yani kişinin kalbi çarpar, sıkışır, nefesi daralır, titreme-terleme, uyuşma, karıncalanma, baş dönmesi, bayılma hissi olur, sık idrara gitme isteği görülür. Özgül fobilerin en önemli özelliği kişinin korku duyduğu durumun oldukça belirli ve sınırlı olmasıdır. Ancak, kişi fobik nesne ve durumla karşılaşmadan da anksiyete yaşayabilir. Bu durumu düşünmek-hayal etmekle veya karşılaşma öncesinde de kişi korku duyabilir” ifadesini kullandı.

Korkuyu Fobiden Ayırın
Doç. Dr. Erhan Kurt, özgül fobi tanısı alanlarda görülen en sık korku türlerini ise şöyle sıraladı: “Hayvan fobileri, yükseklik korkusu, kan ve yaralanma fobisi, uçak korkusu, kapalı yer korkusu ve yalnız kalma korkusu.” Normal korkuları fobiden ayırt etmek gerektiğini de aktaran Kurt, kişinin ve çevresinin saçma ve aşırı bulmadığı, işini ve sosyal hayatını etkilemeyen korkuların fobi sayılmadığını da sözlerine ekledi.

Kaynak : Ntvmsnbc (12 Temmuz 2012,10:02)
Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 04:12
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
10 Eylül 2012       Mesaj #164
Avatarı yok
Yasaklı

Zaman Baskısı Yalan Söyletiyor


Yapılan en son araştırma, insanların zaman kısıtlı olduğunda ya da söylediklerini meşrulaştıracak bir gerekçe bulduklarında yalan söylediğini ortaya çıkardı.İnsanları hangi etkenlerin yalan söylemeye ittiğini bulmayı amaçlayan araştırma, Amsterdam Üniversitesi’nden Shaul Shalvi ve Ben-Gurion Üniversitesi’nden Yoella Bereby-Meyer ile Ori Eldar tarafından yapıldı.

Daha önce yapılan araştırmalar, insanların kendi çıkarlarına hizmet eden durumlarda ve kendi kendilerine söyledikleri yalanları gerçek kılabildikleri zaman yalan söylediğini ortaya koymuştu. Bu sonuçları değerlendiren araştırma ekibi, insanların zaman baskısı altındayken, maddi bir çıkara dayanan konularda yalan söylemeye eğilimli olduğu varsayımını değerlendirdi. Bu varsayıma ek olarak, zaman baskısının olmadığı ve düşüncelerini gerçek kılamadıkları takdirde, yalan söyleme eğiliminin azalacağı düşünüldü.

Zaman Baskısı Belirleyici
Psychological Science dergisinde yayınlanan araştırmayı yürüten isimlerden Shalvi, “Ortaya attığımız teoriye göre, insanlar öncelikle kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde davranıp, ancak kendilerine zaman tanındığında davranışlarının sosyal olarak kabul edilebilir olup olmadığını düşünüyorlar” ifadesini kullandı ve “İnsanlar hızlı davrandıklarında, ahlak kurallarını esnetmeye ve yalan söylemeye başvurarak kendi çıkarlarını garantiye almaya çalışabilir. Daha fazla zamanlarının olması, onları tedbirli davranıp, yalan söylememeye ve hile yapmamaya itiyor” dedi.

Araştırmanın ilk aşamasında, katılan kişilere yalanı gerekçelendirme fırsatı verildiğinde yalan söyleyip söylemeyecekleri test edildi. Araştırmada yer alan 70 gönüllüden, üçer kez zar atmaları ve çıkan sayıları deneyi yürüten kişiden gizlemeleri istendi. Söyledikleri daha yüksek sayı için daha çok para alacak olan gönüllülere, sadece çıkan ilk sayı soruldu.Böylelikle gönüllülere, ikinci ve üçüncü seferde attıkları zarlardaki sayıları gizli tutma fırsatı verilmiş oldu. Ancak araştırmacıların hiçbir sayıyı bilmemesinin, gönüllüleri çıkan sayılar arasındaki en yüksek sayıyı söylemeye iteceği göz önünde bulunduruldu. Gönüllülerden bazıları, 20 saniyede cevap vermek zorunda bırakılırken, diğerlerinin zamanı sınırlandırılmadı.

Yalanı Azaltmak İçin Zaman Lazım
Shalvi ve diğer araştırmacılar, ikinci ve üçüncü zarlardaki sayıları bilmedikleri için, gönüllülerden aldıkları cevapları, olasılıklarla kıyasladı. Bunun sonucunda, hem zaman baskısı altında olanların, hem olmayanların yalan söylediği sonucuna varıldı. Ancak baskı altında olanların diğerlerine göre yalan söylemeye daha eğilimli olduğu görüldü.Yapılan ikinci deneyde ise gönüllülere sadece bir kez zar atma hakkı verildi. Ancak bu kez yalanlarını gerçek kılmalarını sağlayacak bilgi verilmeyen gönüllüler, zarı attıktan sonra sonucu söyledi. Sonuçlar kontrol edildiğinde zaman baskısı altında olanların yalan söylediği, ancak diğerlerinin yalan söylemediği tesbit edildi.

Her iki deney sonucunda, insanların zaman kısıtlı olduğunda yalan söyleme ihtimallerinin daha fazla olduğu ortaya çıktı. Zaman sorunu olmadığında ise insanların daha çok kendilerini haklı gösterebildiklerinde yalan söylemeye eğilimli oldukları gözlemlendi. Shalvi, “Bu çalışma, günlük yaşamda ve iş yaşamında insanlardan dürüst cevaplar almak için, onları köşeye sıkıştırmamak ve biraz zaman tanımak gerektiğini gösterdi” dedi. Shalvi, “İnsanlar yalan söylemenin yanlış olduğunun farkındalar, ancak doğru şeyi yapmak için biraz zamana ihtiyaç duyuyorlar” diye ekledi.

Kaynak : Ntvmsnbc / Psychological Science (07 Eylül 2012,11:55)
Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 04:13
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
19 Eylül 2012       Mesaj #165
Avatarı yok
Yasaklı

Hafıza Tedavisi Depresyon Belirtilerini Azaltıyor


Parti’ kelimesini duyan çoğu insanın aklına eski bir doğum günü veya bir önceki yılbaşı partisi gelse de, yapılan en son araştırmaya göre, depresyondaki kişiler bu tür spesifik olayları hatırlamakta güçlük çekiyor.
İranlı ve İngiliz araştırmacılar tarafından ortak yürütülen bir çalışmanın sonuçları, depresyon tanısı konmuş ya da depresyona eğilimli olan kişilerin belirli bir yer ve zamanla bağlantılı anıları ayrıntılarıyla hatırlamakta güçlük çektiğini ortaya koydu. Bu anıları detaylı olarak hatırlayamayan kişilerin sorunlarını çözerken zorlandıkları ve bu yüzden sıkıntı hissine kapıldıkları sonucuna varıldı.

Çalışmada Afgan Çocuklar Yer Aldı
İran’da yapılan araştırmada, geçmişe ait anıları canlandırmada ve depresyon belirtilerini azaltmakta etkili olup olmayacağını görmek üzere, ‘Hafıza Belirginliği Testi’ adı verilen bir eğitim programı uygulandı. Afganistan’daki savaşta babalarını kaybetmiş ve ergenlik çağında olan 23 Afgan mülteci çocuk çalışmada yer aldı. Her birine depresyon tanısı konmuş olan çocuklardan on ikisi rastgele seçilerek hafıza eğitim programına alındı. Diğer on bir çocuk ise eğitim programına alınmayıp kontrol grubunu oluşturdu.

Deneyin başında yapılan hafıza testinde, tüm çocuklardan, kendilerine gösterilen 18 pozitif, nötr veya negatif Farsça kelimenin onlara hatırlattığı spesifik anıyı anlatmaları istendi. Verdikleri cevaplar, spesifik bir tür anı olup olmamasına göre sınıflandırıldı. Çocukların depresyon ve anksiyete belirtilerini ölçmek amacıyla ayrıca bir test yapıldı.Beş hafta boyunca, eğitim grubundaki çocuklar 80 dakika süren grup toplantılarına katıldı. Bu toplantılarda çocuklara farklı bellek türleri, hatırlamanın nasıl gerçekleştiği öğretilirken, spesifik anıları hatırlatmak amacıyla pozitif, nötr ve negatif anahtar kelimeler gösterilmeye devam edildi.

Eğitim Alanların Depresyon Belirtileri Azaldı
Beş haftanın sonunda, hem eğitim grubuna ve hem de kontrol grubundaki çocuklara çalışmanın başında yapılan tekrarlandı. İki ay sonra, bu test bir kez daha uygulandı. Testlerin sonucunda, eğitim grubunda olan çocukların, kontrol grubunda olanlara göre daha spesifik anılar hatırladığı gözlemlendi. Buna ek olarak, çocuklar iki ay sonra kontrol için geldiklerinde, eğitim grubunda olanların depresyon belirtilerinde azalma olduğu tesbit edildi. Araştırmacılar, bu bulgulardan yola çıkarak, her iki gruptaki çocuklar ve gösterdikleri belirtiler arasındaki ilişkinin zaman içinde hatırlayabildikleri spesifik anılardaki değişiklik olduğunu öne sürdü.

Alınan sonuçların, spesifik anıları hatırlamaya dayalı programlarla depresyon belirtilerini azaltmak açısından faydalı olduğı ifade edildi. Sonuçları değerlendiren araştırmacılar, depresyon tanısı konmuş kişilerle ilgili olarak, “Geçmişle ilgili anıları daha iyi hatırlamayı sağlayan kısa bir eğitim programı, bilişsel davranışçı terapilere ek olarak ya da bu terapilerden önce uygulanırsa hafıza ve ruh hali için faydalı etkileri olabilir” açıklamasını yaptı.

Clinical Psychology Science dergisinde yayımlanan çalışma, İsfahan Üniversitesi’nden Hamid Neshat-Doost, Doğu Anglia Üniversitesi’nden Laura Jobson ve Cambridge Üniversitesi Tıbbi Araştırma Konseyi’nin Biliş ve Beyin Bilimleri Birimi’nden Tim Dalgleish tarafından yürütüldü.

Kaynak : Ntvmsnbc / Clinical Psychology Science (19 Eylül 2012,10:30)
Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 04:13
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
29 Ocak 2013       Mesaj #166
Avatarı yok
Yasaklı

Sosyal Medya Hafıza Yeteneğini Değiştiriyor


İnternet çağı, beynimizin çalışma şeklini de değiştiriyor olabilir. Bilim insanları, bir saat içinde 30 milyon mesaj girilen Facebook gibi sosyal ağların, insan hafızasını yeni düşünme şekilleri geliştirmeye zorluyor olabileceğini belirtti. Araştırmalar, insanların Facebook iletilerini insan yüzlerinden daha kolay hatırladığını gösterdi.Milyarlarca insanın hayatında giderek daha fazla yer edinmeye başlayan sosyal ağlar, sundukları son derece yoğun ve karmaşık sistem sebebiyle insan beyninin farklılaşmasına yol açıyor olabilir.

ABD’nin California Üniversitesi’nde yapılan araştırma, bilim insanlarını şaşırtan sonuçlar ortaya koydu. Araştırma ekibinin başını çeken Dr. Laura Mickes, ‘duyguların hafıza üzerine etkisini’ inceleyen çalışmalarında, duyguları tetiklemek için Facebook iletilerini kullandılar. Bilişsel psikolog Mickes ve ekibi, araştırmada hiç beklemedikleri sonuçlar elde etti. Sonuçlar, insanların Facebook iletilerini, insan yüzlerinden daha iyi hatırladığını gösterdi. Mikes, “Asıl araştırma sorumuz bu değildi; sonuçlar bizim için de biraz şaşırtıcı oldu” ifadesini kullandı.

Akla İlk Gelen Facebook

California Üniversitesi’ndeki araştırmada, 32 kişi üzerinde deney yapıldı. Deneklere gösterilmek üzere gruptaki asistanların Facebook hesaplarından 200 ileti ve amazon.com adresindeki son zamanlarda basılmış kitap tanıtımlarından 200 cümle derlendi.Deneyde, Facebook cümleleri olarak, “Bugün 7 bin 689 günlüğüm”, “Kütüphane telefonla konuşulacak yer değil; ders çalışılacak yerdir”; kitap cümlesi olarak da “Şerefin bile limiti vardır”, “Çok bağırmaktan boğazım ağrımıştı” gibi örnek ifadeler toplandı.Uzmanlar, sosyal bağlama göre iletileri ve kitap alıntılarını düzenledi ve Facebook iletisi ile kitap alıntılarından 100 tanesini üniversiteli katılımcılara çalışıp hatırlamaları için dağıttı. Katılımcılar kelimeleri çalıştıktan sonra bilgisayar önünde teste tutuldular. Bu testte çalıştıkları ve çalışmadıkları kelimeler gösterilip deneklere “Bunları daha once gördünüz mü ve gördüğünüzden ne kadar eminsiniz?” diye sorular soruldu.

Sonuçlar Şaşırtıcı
Deney sonunda, denekler Facebook ile ilgili cümleleri kitap cümlelerinden veya insan yüzlerinden iki kat daha kolay hatırlayabiliyor olduklarını gösterdi.İlk deneyin ardından ikinci deneylerini yapan grup, bu kez de katılımcılara haber sitelerindeki haber başlıklarını ve yorumlarını gösterdi. Sonuçlar, deneklerin haberlere yazılan yorumları daha kolay hatırlayabildiklerini gösterdi. Haberler arasındaki eğlence haberlerini hatırlamanın da, önemli haberlerden daha kolay olduğu anlaşıldı.Memory&Cognition dergisinde yayımlanan araştırmayı yürüten Dr. Mickes, “Bu çalışma, öğretme tekniklerinin yanı sıra, nasıl reklamcılık yapmamız ve nasıl iletişim kurmamız konusunda da bilgi veriyor. Buradan yola çıkarak sosyal medyayı derslerine dahil eden profesörler bile var ” dedi.

Kaynak : Ntvmsnbc / Memory&Cognition (29 Ocak 2013,10:45)
Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 04:14
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
4 Şubat 2013       Mesaj #167
Avatarı yok
Yasaklı

Yalnızlık Bağışıklık Sistemini Etkiliyor


Yalnızlık duygusu çeşitli bağışıklık sistemi bozukluklarını tetikleyerek kişinin sağlığı için tehdit oluşturuyor.Araştırmacılar, yalnız olarak nitelendirilebilecek insanların immün tepkilerinin nispeten zayıf olduğunu gözlemledi. Yalnız kişilerde yüksek seviyede gizli olarak seyreden herpes virüsü etkinliği görüldü; ayrıca bu kişilerin kanında, sosyal bağları güçlü olan insanlara oranla, daha fazla sayıda enflamasyonla ilişkilendirilen protein olduğu tesbit edildi. Bu öznel proteinlerin yol açtığı enflamasyon; koroner kalp hastalığı, tip 2 diyabet, artrit, alzheimer ve fiziksel güçsüzlük gibi fonksiyonel bozukluklara neden olabiliyor.Gizli seyreden herpes virüsünün etkinliği önceleri stresle ilişkilendiriliyordu. Yalnızlık durumunun da kronik strese sebep olarak immün tepkinin kontrolünü azaltmış olabileceği düşünülüyor.

Geçmiş araştırmalar iyi olmayan ilişkilere sahip olmanın pek çok sağlık sorununa yol açtığını, hatta beklenenden erken gerçekleşen ölümleri ve her tip ciddi sağlık sorununu tetiklediğini kanıtlamıştı. Araştırmacılar, yalnızlık durumunun da kalitesiz ilişkilere sahip olmaktan ileri gelebileceğini düşünüyor ve bu tür sosyal koşulların sağlık üzerindeki etkisine dair olan araştırmaların psikolojik ve fizyolojik bazlı tedaviler için büyük önem taşıdığını vurguluyor.

Deneyin yürütülebilmesi ve sonuçlandırılabilmesi için UCLA Yalnızlık Skalası (UCLA Loneliness Scale) yardımıyla, sosyal izolasyon ve yalnızlık algıları değerlendirilerek iki gruba ayrılan denekler kullanıldı. Araştırmacılar önce deneklerin kanındaki herpes virüsüne, Epstein-Barr virüsüne ve sitomegalovirüse karşı oluşan antikor miktarlarını ölçtüler. Aynı strese karşı bağışıklık sisteminin verdiği tepki gibi daha yalnız olan deneklerin kanlarında da yüksek antikor miktarları, bağışıklık tepkisini destekleyen lipopolisakkaritler ve sitokinler saptandı. Bu durum yalnız deneklerin vücudunda daha fazla viral aktivite olduğunu ve bu kişilerin daha çok acı çektiğini gösteriyor.Araştırmacılar ayrıca uyku kalitesini, yaşlanmayı ve genel sağlık durumunu etkileyen pek çok faktörü de kontrol ederek daha yalnız kişilerin daha fazla etkilendiği kanısına vardılar.Bu durumun aksinin de doğru olduğunu unutmamak gerekiyor; sosyal bağları iyi olan kişilerin dirençleri de daha yüksek oluyor.

Kaynak: ScienceDaily (19 Ocak 2013)
Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 04:14
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
26 Mart 2014       Mesaj #168
Avatarı yok
Yasaklı

Matematik Korkusu Genetik Sebeplerden Kaynaklanıyor


Yaygın matematik korkusunun araştırılması adına yürütülen yeni çalışmalar bu korkunun; sadece durumla ilgili hoşnut olunmayan deneyimlere sahip olunduğu için değil, aynı zamanda da kişilerin genetik olarak matematik yeteneğine sahip olmadıkları ve bu durumdan dolayı korku duymaya yatkın oldukları için ortaya çıkabileceğini gösterdi.

Tek ve çift yumurta ikizlerinin değerlendirilmesiyle yapılan araştırmada matematik korkusuna katkıda bulunabilecek ve genetik farklılıklarla açıklanabilecek iki faktör açığa çıkarıldı: kişilerin matematiksel kognitif performansı ve anksiyete yatkınlığı.Matematik korkusuna olan yaklaşım tam anlamıyla genetik faktörlerle açıklanabilmiş olmasa da bu korku %40 oranında genetik temelli olabiliyor. Duruma katkıda bulunan ve çevresel sebeplerden ileri gelen diğer faktörler genetik eğilimlerle de desteklendiğinde matematik korkusunun yaşanma ihtimali oldukça yükseliyor.

Araştırmaya 216 tek yumurta ikizi ve 298 aynı cinsiyete sahip çift yumurta ikizi dahil edildi. Deney grupları, genetik bilgilerinin ve etkisi altında bulundukları çevresel faktörlerin benzerlik ve farklılıkları açısından en doğru şekilde değerlendirilebilmesi için tek ve çift yumurta ikizlerinden oluşturuldu.Çocuk katılımcılar ana okulu veya birinci sınıftan itibaren takip edilmeye başlandı ve takip süreci 9 ila 15 yaşlarına kadar sürdürüldü. Araştırmaya, kişinin öğrenme kapasitesi ve problem çözme yeteneği üzerinde büyük etkisi olabildiği için anksiyeteye yönelik bulgular da dahil edildi. Araştırmaya dahil olan tüm çocuklar matematik anksiyetesi, genel anksiyete, matematiksel problem çözme ve idrak yeteneklerini test edecek değerlendirmelere tabi tutuldu ve ilgili sonuçlar istatistiksel olarak değerlendirildi.

Çocukların bilişsel nitelikleri ve matematiksel problemlerle karşılaştıkları ve karşılaşmadıkları zamanlarda yapılan ilgili beyin aktivitesi ölçümlerinin istatistiksel olarak değerlendirilmesi sonucu, matematik korkusunun kişinin genetik faktörlerinden ileri gelen matematik yeteneği yoksunluğu ve anksiyete eğilimiyle ilgili olabileceği sonucuna varıldı.

Kaynak: ScienceDaily (17 Mart 2014)
Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 04:14
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
26 Mayıs 2014       Mesaj #169
Avatarı yok
Yasaklı

Uzun Ömrün Sırlarından Biri Bulundu: Bir Amaca Bağlanmak


Psikolojik Bilimler Derneği’ne ait olan ‘Psychological Science’ adlı dergide yayınlanan araştırmaya göre hayatta bir amacın olduğu hissine sahip olmak daha uzun yaşamaya yardımcı olabilir. Carleton Üniversitesi’nden öncü araştırmacı Patrick Hill bu araştırmada yetişkin gelişimine ve sağlıklı bir psikolojiyle yaşlanmayı desteklemeye yönelik açık tavsiyeler bulunduğunu söylüyor. Hill, ‘Bizim bulgularımıza göre hayat yönetiminin ve hayatı kapsayıcı amaçların düzenlenmesinin gerçekten daha uzun süreli bir yaşam için yardımcı olabileceğidir. Bu yüzden hayata yön vermek koruyucu etkiler meydana getirebilir.’

Önceki araştırmalar hayattaki amacın ölüm riskleri oranını düşüreceğini öneriyordu ve diğer faktörlerin ötesinde yaşam süresini uzatacağını öngörüyordu. Fakat Hill hayatta bir amaca sahip olmanın yararlarını araştırırken bu durumun zamanla çeşitlilik gösterip göstermediğiyle ilgili bazı noktalara da dikkat çekti. Mesela farklı gelişimsel periyotlar boyunca ya da önemli hayat geçişlerinden sonra da amaç sahibi kişileri inceleyerek çalışmasına dahil etti.

Hill ve Rochester Medikal Merkez Üniversitesi'nden meslektaşı Nicholas Turiano bu soruyu araştırmakta kararlıydı. Araştırmacılar 6.000 katılımcı üzerinden verileri inceledi. Katılımcıların kendileri tarafından beyan edilmiş hayatlarının amaçları üzerine odaklandı (Örneğin katılımcılardan birinin "Bazı insanlar hayatları boyunca amaçsızca gezip dolaşırlar fakat ben onlardan biri değilim" demesi gibi.) Ayrıca onların diğerleriyle olan olumlu ilişkileri ve onların olumlu ya da olumsuz duygu tecrübeleri gibi diğer psiko-sosyal değişkenlikleri de incelediler.

14 yılı aşkın sürede takip edilen bilgiler doğrultusunda katılımcıların yaklaşık %9’u olan 569 kişi bu zaman zarfında yaşamını yitirdi. Yaşamını yitirenlerin ölenlere göre hayatta daha az amaca sahip olduğu ve ilişkilerinde daha az olumlu oldukları tespit edildi. Hayattaki daha büyük hedeflerin devamlı olarak yaşam süresi bazında ölüm risklerini daha alt seviyelere taşıdığı ve genç, orta yaşlı ve yaşlı katılımcılara takip edilen periyotta eşit şekilde yarar sağladığı tahmin ediliyor. Bu tutarlılık araştırmacılara sürpriz gibi geldi.

Hill konuyla ilgili olarak ‘’Burada bir çok sebebin olduğuna inanıyorum. Bir amaca yönelmiş olmak yaşlıların gençlerden daha çok korunmasına yardımcı olabilir. Örnek olarak yaşlılar, günlük işlerinin organizasyonuna kaynak olan işyerlerinden ayrıldıktan sonra yönlenme hissine daha çok ihtiyaç duyabilir. Buna ek olarak yaşlılar gençlere göre ölüm riskiyle daha fazla karşı karşıyadırlar. Bu yüzden yaşlılar ve gençler için birbirine benzeyen uzun yaşam etkileri oldukça ilginçtir.’’

Amaca sahip olma hissinin, genç ya da yaşlı gözetmeksizin ölüm riski faktörüne eşit yarar sağladığı ortaya çıkarıldı. Ayrıca bu durum olumlu ilişkiler ve olumlu duygular gibi diğer iyi pskolojik belirtilerden sonra bile kendini gösterebiliyor.Buradaki bulguların önerdiği sonuçlara göre; bir amacın bulunması daha uzun ömürlü olmaya kılavuzluk ediyor gibi görünüyor.Şu anda araştırmacılar bir amaca sahip insanların daha sağlıklı hayat stilleri edinip edinmediğini ve bu doğrultuda yaşam süresinin artırılıp artırılamadığını araştırıyorlar.

Kaynak: ScienceDaily / Psychological Science (12 Mayıs 2014)
Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 04:15
Şeb-i Yelda - avatarı
Şeb-i Yelda
Ziyaretçi
21 Temmuz 2014       Mesaj #170
Şeb-i Yelda - avatarı
Ziyaretçi

Kendimize Karşı Samimiyet


Kendimize Karşı Samimiyet Ergün Arıkdal Egomuzu güçlendirmek adına kendimize yalan söyler, kendi gözümüzü kendimiz perdeleriz. Ancak, yalancının mumu yatsıya kadar yanar. Bilgi güneşi karşısında, tüm sahte benliklerimiz ıstırapla erimeye mahkûmdur. İnsan, öncelikle kendine hilekârdır. Kendi özümüze, yani bireyselliğimize karşı içten davranmıyoruz. Daima kendimizi aldatmak istiyoruz. En azından egomuzu ya da dünyasal kişiliğimizi güçlendirmek için kendimizi aldatırız. Egomuzu tatmin ettiğimizde, yani kendimizi kabadayı, yüksek, üstün, becerikli gördüğümüz zaman, kendimizi mükemmel bir insan zannederiz. İşte incelik buradadır, çünki insan kendi kendini mükemmel bir biçimde aldatır, önce kendine yalan söyler. O hâlde, bu hilekârlığımızı bilerek, çok acımasızca vicdanî bir düelloya girmek' zorundayız. Kendi kendimizle mücadele etmekten başka çıkar yol yoktur. Vicdanî savaş kazanamadıkça, dünya savaşı kazanılamaz. İsa'nın, "Ben dünyayı yendim." demesinin en büyük anlamlarından biri budur. Çünki yaptığı her iş vicdanına uygundur. Daha doğrusu, dünyasal hiçbir etki ya da yanılsama, onu, benimsemiş olduğu gerçekleri uygulamaktan alıkoyamamıştır. Onların yanılsama olduğunun, insanların yanılsamalarla meşgul olduğunun farkındaydı. Güç sahibi, iktidar sahibi, para ve makam sahibi olmak gibi şeylerin her birinin geçici şeyler olduğunu çok iyi biliyordu. Nitekim, eski paraların sergilendiği bir müzeye giderseniz, nice büyük imparatorların mühürlerinin sadece paraların üstünde kaldığını görürsünüz. Bu, büyük bir ör*nektir. Para basacak kadar güçlü, altın bastıracak kadar zengin bir insanın bütün hatırası bir baskıdan ibaret kalmıştır. O hâlde, hilekâr insana karşı uyanık olmak zorundayız. Yani kendimize, kendi ayak oyunlarımıza, egoizmamızın saptırmalarına, kitabına uydurmalarına karşı uyanık olmamız gerekmektedir. Dışsal olmasa bile içsel olarak kendi davranışlarımızı kontrol etmek, bir mekanizma tahtında onları elekten geçirerek süzmek ve mümkün olduğu kadar işin doğrusunu ortaya çıkarmak zorundayız. Böyle bir bilgiyi bilen ve anlayan insanın bunu uygulaması gerekir. Bunun, yaşla başla hiç ilgisi yoktur. Küçük çocuğun da kendine göre bir eleştirisi vardır, yaşlı bir insanın da. Önemli olan, bu çabanın hiçbir zaman eksik edilmemesidir. Hiçbirimiz gerçeğin merkezinde yaşamıyoruz. Hiç kimse, "Evrenin yegâne gerçeği benim elimde." diye bir iddiada bulunamaz. Çünki insanların elinde gerçek diye bir şey yoktur. Bu dünya, kutsal kitapların çoğunun bahsettiği "aldanma dünyası" ve "geçici bir yer"dir. Hint mitolojisinde, İncil'de, Kur'an'da, Popol-Vuh'da, yani çok değişik tarihlerde, çok değişik kavim ve kültürlerde de dünyanın bir yanılsama, geçici bir emanet yeri olduğu anlatılmıştır. Nitekim, dünyasal kişiliklerimiz de yanılsamadır; aslolan özümüz, yani ruhsal bireyselliğimizdir. Bütün bunlar, bir tür yılgınlık psikolojisinden mi ileri geliyor? Hayır, hiç ilgisi yok. İnsanları, kendi şuur hayatlarının çalkantıları içerisine, gerçek oluşum içine çekmek istiyorlar. Kendimizi incelememiz ve değerlendirmemiz gerekir. Çünki amaç budur. Yeryüzüne inişimiz, insan olarak ortaya çıkışımız doğanın bir uru, bir ürünü, bir acayip tomurcuğu değil de, insan özellikleriyle yaratılmış bir varlık olduğumuz içindir. Dünya, bir bitki, hayvanat ve insanat bahçesi, imal edilmiş bir yerdir. Burada bütün olup bitenler bizatihi kendisi için değildir. Ve bize, evrenin gerçek sırları hiçbir şekilde açıklanmış değildir. Bizler şimdilik, önümüze konanla meşgul olmak zorundayız. Belki çok ileri aşamalarda, neden ve niçinlerin bir cevabı vardır. Böylesine, her şeyiyle inceden inceye hazırlanmış bir ortamda insan, asla doğanın bir uru olamaz. Çünki evren başıboş ve amaçsız değildir. Vicdanlı olmak isteyen ya da eksik olan bir yönünü değiştirmek isteyen birisi bunu nasıl başarmalıdır? Zorla da olsa ben, olmak istediğim gibi, şeklen mi gözükmeye çalışmalıyım? Bu, vücuduna bol elbise giymeye benzer. Zorla güzellik olmaz. Bir yerde sırıtır. Galiba en iyisi, olduğu gibi görünmektir. Sunîlikten, samimiyetsizlikten uzak olarak olduğu gibi görünmektir. Poz takınmadan, gösterişli davranmadan, başkasını kandırmaya kalkmadan, ki önce kendini kandırmaya kalkmadan ve başkası tarafından da horlanmak, kınanmak, ayıplanmak, acaba ne derler vs. demeden, gerçekten samimî olarak, olduğu gibi kendini ortaya koyabilmek büyük bir meziyettir. Hatta bir istidattır. Bunun da ötesinde, büyük bir ruhî kabiliyettir. Samimî hareket edebilmek, olduğu gibi görünmek demek, samimî olmak demektir. Bu, gerçek samimiyettir. Kişilik maskelerinin giderek azalmış olması demektir. Maske çoğaldıkça, hiçbir zaman olduğun gibi gözükmüyorsun ki, sen kimsin? Burada böylesin, evde söylesin, iş yerinde böylesin, sinemada söylesin. Kimsin, neredesin sen? Hangisisin? Benimle konuşurken böyle konuşuyorsun, annen ve babanla konuşurken şöyle konuşuyorsun. Karınla, kocanla konuşurken daha başka, seneler sonra bir okul arkadaşını görüyorsun, onunla birtakım konuşmalar yapıyorsun. İş yerindeki arkadaşınla başka türlü, buradaki arkadaşınla daha başka türlü konuşuyorsun. Sen kimsin? Sen neredesin, hangisisin? Bu personalar, bu maskeler azaldıkça samimiyet ortaya çıkar. Olduğundan başka görünmemeye başlamak çok büyük bir meseledir ve insanı uyanışa götüren, aydınlığa çıkaran bir meseledir. İşte, insanın insanla mücadelesi bu noktada başlıyor. İnsanın mücadelesi, olduğu gibi görünebilme azmiyle başlar. Demek ki, en büyük çalışma hayat çalışması (amel), olduğu gibi görünebilme hâline girmektir: Çeşitli personalardan, çeşitli kimliklerden arınmak, sahte kişiliklerden arınmak, poz takınmalardan arınmak... En büyük vazifelerimizden biri budur ve bunu da ancak, önce kendimize samimî olmakla başarabiliriz. Bu durumda bilmeliyiz ki, kişilikle bireysellik birbirinden farklı olan iki kavramdır. Herkes, "kişiliği çok gelişmiş" insanlara saygı duyar. Ancak bu yanlış bir deyimdir. Kişilikle bireysellik birbirine karıştırılmaktadır. Kavramlar üzerinde çok iyi durmak gerekir. Kişilik her zaman değişebilen, kaypak ve bizi en çok aldatan bir yönümüzdür. Her an kendimize ayrı bir poz verebilir, ayrı pozlar takınabiliriz. Kişilikler çok çeşitli görünüşler altında oluşmakta. Örneğin, bir yaşından seksen yaşına kadar, en azından seksen türlü kişilik sahibi olabilirsiniz. Bunlardan hangisi,bizim özümüzü temsil eder? Tabi ki hiçbiri. Farklı karakterlerimiz kişilikle ilgili ve yok olup gidecek nesnelerdir. Kaybolurlar, ama bireysellik içimize, özümüze ait bir benliktir. Asıl gelişmekte olan budur. O geliştiği zaman, artık bizim kişiliğimiz giderek kaybolur, yani taklitçiliğimizi kaybederiz. Birtakım yanlış imajlara bağlanma, kendimizi onlarla bir görme, aynı kimlikte görme, özdeşleşme kabiliyetimizi kaybederiz. Böylece daha sade, daha öz ve daha parlak yanlarımız ortaya çıkmaya başlar. Bugün böyle, yarın öyle değil. Bir yerde her insan, kişilik sahibi olduğundan politi*kacıdır; ancak bu, hayat politikasıdır. Herkese ayrı yüz gösterme konusu. Böyle bir politika, kişilik geliştikçe daha çok artar. Bireysellik geliştikçe, insanlar politikacı olmaktan kurtulurlar. Çok düzgün, çok az değişen, bildiği, düşündüğü ve yaptığı belirli, güvenilir insan olur. Çok kişilik sahibi insanlar, güvenilir insanlar değildir. Kişilikler yapaydır, ama bireysellik bizim özümüze aittir. Varlığımız yapay değildir. O bir emek ürünü, büyük bir çabayla, ıstırapla yoğrula yoğrula oluşmuştur. Dış zorlamalarla, dış etkilerle değişmez. Kişi korkar, kişi yalan söyler, kişi ikiyüzlülük eder; kişi, her türlü duygusallığı kendi çıkarları için kullanan bir varlıktır. Bunların doğuş sebebi, doğrudan doğruya ruh varlığının fizik bedenle ilişkisinden meydana gelmiş bir garip durumdur. Her ruh varlığı, fizik evrende var olabilmesi için bir araca muhtaçtır. Biz de bu araca beden diyoruz. Beden fizik yasalara, biyolojik yasalara bağlıdır. Bütün madde yasaları eksiktir, esnek değildir, kesik kesiktir ve kendilerine göre bir çekimi vardır. Ruhsal varlık, bu nedenle, biraraya geldiği zaman bedeninin etkisi altında kalır. Bu durumda yeniden kendisine ait bir bünye yaratmak zorunda kalır. Biz buna kişilik diyoruz. İşte, insanın bireysellik gelişimindeki bir görevi de, farklı farklı karakterler arasında kendi özünü devamlı gözlemleyebilme yollarını araştırmasıdır. Yani kendini tanıyabilme gayretini göstermesidir.

Ergun Arikdal
Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 04:15

Benzer Konular

12 Ağustos 2018 / _PaPiLLoN_ Psikoloji ve Psikiyatri
24 Ekim 2011 / Ziyaretçi Soru-Cevap
18 Şubat 2010 / Ziyaretçi Soru-Cevap
10 Ağustos 2017 / Misafir Cevaplanmış