Arama

Psikoloji ile ilgili Makaleler       - Sayfa 6

Güncelleme: 23 Temmuz 2018 Gösterim: 227.842 Cevap: 185
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
25 Ocak 2009       Mesaj #51
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
BENCİLLİK Mİ YOKSA OTORİTEYE BİR İSYAN MI ?

Sponsorlu Bağlantılar
Ülkemizde yaygın olarak görülen davranışlardan birisi de bazı değer yargılarından ve kurallardan günlük yaşamda kolayca vazgeçilebilmesidir. Bir çok örnek söylenebilecek olmasına karşın her gün trafikde yaşananlar en sık görülen ve en tipik örnekler olarak sayılabilir. Diğer yandan bu kişiler (aslında bu belki de hepimiz) ile konuşulduğunda ise çoğunun kurallara uyulmadığından yakındığı görülür.

İnsanların bir yandan yakındıklarını bir yandan da kendisine gelince hemen hiçbir rahatsızlık duymadan yapması ilk bakışta anlaşılması güç bir durum gibi görünmektedir. Bunları anlamaya çalışmada davranışın hangi bağlamda ortaya çıktığı ve kişinin o anda yaşadığı duygular anahtar rol oynayacak ögelerdir. Kişinin özümsediği bir kurala ya da değer yargısına hemen her konumda, her koşulda, her bağlamda uyması ve bunları çiğnemesi durumunda da utanç ya da suçluluk duygusu yaşaması beklenir.Yaşanan utanç ya da suçluluk duygusu ne kadar şiddetliyse kişinin gelecekte aynı davranışı yeniden göstermesi pek mümkün olmaz.

Toplumumuza bakıldığında ise sanki ortada “başkasının koyduğu ve kendisinin uyduğu” kurallar varmış gibi davranıldığı görülmektedir. Kurala uyulması için çoğu zaman kuralı uygulamak isteyen (belki de kuralı koyan olarak algılanan) otoritenin görünürde olması gerekmektedir. Diğer yandan kuralı çiğneyenin yaşadığı duyguya bakıldığında da kişinin daha çok başarı duygusu yaşadığı gözlenmektedir. Buradaki başarı duygusu bir rekabette kazanmanın verdiği hazza benzemektedir. Başkalarının hakkına saygı gösterme ve başkası ile eşduyum yapma kapasitesi felç olmuş gibidir. Böyle bir davranış biçiminin ortaya çıkıyor olmasının elbette bir çok nedeni olması gerekir. En kolay söylenebilecek olası nedenlerden birisi çocukların büyüklerinden bunu görüyor olmalarıdır. “Ne ekersen onu biçersin”in diğer yüzü “ne görürsen onu yaparsın”dır. Ekilen/görülen ya da biçilen/yapılan şudur: bazı kurallar vardır, ama bunlar her zaman esnetilebilir; kimi zaman da hiç uygulanmaz, hatta bazı özel durumlarda tersi bile yapılabilir. Sigara içme diyen ana-babanın kendisi içer. Beş dakika önce dedikodu konusunda nasihatlarda bulunan anne, eve gelen komşusuyla dedikodu anlatma yarışına girer. Kişinin yaptığına kendince bir gerekçe bulması bir başka nedendir. Kendince mantıklı bir neden bulunduğunda kolayca esnetilir kurallar ve değerler. Örneğin kural anlamsız / yersiz bulunur. “Buraya bu trafik ışığının konulmasının hiçbir anlamı yok” diye düşünen bir sürücü, kırmızı ışığa uymayacaktır elbette. Kuralları çiğnerken kendi mantığına göre kuralı çiğnemesine olanak tanıyan bahaneler ruhsal yapıdaki omnipotense ve narsisizme işaret etmektedir kanımca. "Bana bir şey olmaz", "benim gördüğüm en doğrusudur", “benim bildiğim en iyisidir” anlayışı bu görüşü desteklemektedir.

Toplumumuzda büyüklerin/otoritenin rolünün giderek değişmekte olması da bu davranışı etkileyen başka bir etmen olsa gerek. Aile içinde otorite konumundaki kişilerin (büyükbaba, baba vs) aile içindeki erkinin giderek zayıfladığı görülmektedir. İşyerlerinde de kıdemli ya da yaşça büyük olma giderek üst olmak için yeterli olmaktan çıkmaktadır. Değişen ekonomik ilişkiler giderek bireyselleşmeye yol açan koşullardır. Bugün için ülkemize bakıldığında ise görülen başkasına ve onun haklarına saygılı bir bireyselleşme değil, "ne olursa olsun haz alma" ilkesine bağlı bencilleşme gibi görünmektedir. Kurallara ya da değerlere uyanların kayıpları olması da insanların kural tanımamasını arttıran bir etmendir. Bir ceza görüyor olması bir yana, yapanın yaptığının yanına kar kalması kurallara uymamayı pekiştirmektedir. Bir davranışın anlaşılmasında ona eşlik eden duygu da önem taşımaktadır. Ülkemizde görüldüğü kadarıyla kurala uyulmadığında yaşanan duygu elde edilen bir başarıyı anımsatan haz duygusudur. Bu başkasının/otoritenin koyduğu kuralı çiğneyebilmenin yarattığı bir duygu mudur, kendi bildiğini okuyabilmenin yarattığı narsisistik büyüklenmecilik midir; yoksa ikisinin birlikte işlediği bir süreç midir yanıt bekleyen sorulardır. Başka bir deyişle bu “otoriteye bir isyan mıdır” yoksa “başkasını hiç dikkate almayan bir bencillik midir”.

Sonuç olarak görünen o ki esnek olmaya izin veren zihinsel yapıya sahibiz. Kurallara uyulmadığı zaman suçluluk ya da utanma duygusu yaşanmadığına göre, kurala uymamanın davranışımıza yön veren zihinsel yapılara uymayan bir yönü yok gibi görünmektedir. Diğer yandan bu iki duygunun toplumumuzda başka zamanlarda fazlasıyla yaşandığı da düşünüldüğünde konu daha da karmaşıklaşmaktadır. Ancak ruhsal süreçlerle ilgili bütün denklemlerin birden çok formülü olduğu unutulmamalıdır.

Erol Özmen
Celal Bayar Üniversitesi Tıp FakültesiPsikiyatri AD Öğretim Üyesi

_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
10 Şubat 2009       Mesaj #52
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Çocuğun Psikososyal Gelişiminde Büyükanne ve Büyükbabanın Yeri ve Önemi

Sponsorlu Bağlantılar

Bebek ya da çocukların psikososyal gelişiminde büyükanne/babaların rolleri ile ilgili araştırma sonuçları çelişkilidir. Onların işe karışmaları ile gelişim üzerine olumlu etki olduğunu bildiren sonuçlar yanında hiçbir etkinin olmadığı, hatta olumsuz etkilerin olabileceğini bildiren araştırma sonuçları da vardır.


Bu konudaki çalışmalarda farklı sonuçlar elde edilmiştir. Acil servis, poliklinik ve sağlık merkezine başvurularda getiren kişi, birlikte gelen kişi ya da sağlık kurumuna başvuruyu öneren kişiler sorulduğunda sıklıkla büyükanne/babaların etkili olduğu belirlenmiştir.


Büyükanne/babaların çocuğun gelişimi üzerindeki rolü ya da etkilerini gözden geçirirken belirli başlıklar altında ele almak uygun olacaktır.


Normal sağlıklı çocuğun gelişiminde rolleri:


Çocuk psikiyatrisinde bebeğin psikososyal ya da psikoseksüel gelişimi göz önünde bulundurulduğunda; ilk 9 ay (ortalama ilk yıl) içinde bebeğin "Temel bakımı veren bir kişi" ile sürekli, tutarlı ve karşılıklı güvene dayalı doyurucu ilişkisinin önemi konusunda fikir birliği vardır. Burada özel bir kişi verilmemektedir. Genellikle annenin fiziksel ve ruhsal sağlığı ile ilgili önemli bir sorun yoksa temel bakımı veren kişi annedir ve bebek için yaşamın ilk yılında anne ile olan ilişki önemlidir.


Gebelik, doğum ve doğum sonrası anne sağlığı ile ilgili olası sorunlar yanında bu döneme özgü ruhsal bozukluklar göz önüne alındığında temel bakım veren kişinin her zaman anne olamadığını biliyoruz. Bu dönemdeki ruhsal sorunlardan; annenin gebelik öncesi ruhsal sorunlarının alevlenmesi, annelik hüznü, postpartum depresyon ya da psikoz gibi bozuklukları bebeğe bakım vermesini kısa ya da uzun süreli engellemektedir. Bu durumlarda Temel bakım veren kişinin çocuğu gerçekten seven ve ona bağlanacak bir kişi olması gerekmektedir. Bu da kan bağı olan bir yakın olmalıdır.


Annenin çalışması, diğer fiziksel yakınmaları, çocuktan kısa süreli ayrılmaları. İlk yıl içinde temel bakım veren kişiden uzun süreli ayrılmaları önermiyoruz. Bebekte nesne sürekliliği oluşmadığından, annenin ayrılması ve yeniden döneceğine ilişkin zihinsel-psikososyal gelişim yoktur. Bu dönemde anneden ayrılan süreye göre çocukta çeşitli belirtiler görülmektedir. Özellikle hastaneye yatışlarda bilindiği gibi yuva hastalığı ya da anaklitik depresyon adını verdiğimiz ağır depresyon tablosu oluşabilmektedir. Bu dönemlerde de çocuğun kısa süreli bakımında büyük anne babalar devreye girebileceklerdir.


Çocuk 9 aydan sonra anne babadan kısa süreli ayrılabilmekte ancak kreş gibi okul öncesi kurumlara uyum sağlayabilmek için gerekli sosyalleşmeyi yaklaşık 2.5-3 yaşında kazanmaktadır. Çalışan anne babaların giderek arttığı çevremizde kreşe kadar olan dönemde çocuğun bakımı ile ilgili sorun ortaya çıkmaktadır. Şimdiye kadar olan deneyimlerimizden; bu dönemde sıklıkla bakıcı anne ya da ablaların devreye girdiğini biliyoruz. Sizlerin sıklıkla tanık olduğunuz kaza ve yaralanmalar bu dönemde olmakta, çocuğun dil ve motor gelişim gibi birçok alandaki gelişimi bu bakıcılar tarafından karşılanamamakta, hatta çocuklar kontrol edemediğimiz bu ilişki sırasında çeşitli ihmal ve istismarlarla karşı karşıya kalmaktadırlar. Kendini koruma ve ifade etmeden yoksun olan bu yaş grubunda da bu ara bakımın çocuğu sevebilecek kan bağı olan kişilerce verilmesini öneriyoruz. Sosyalleşmeye geçmede büyükanne/babalar bu dönemde önemlidir. Anne babadan çok yabancı olmayan, tanık yüzlere geçme çocuğun uyumunu artıracaktır.


Bunun dışında ilk çocuklarına kavuşan deneyimsiz anne baba için bu dönemi yaşamış kişilerin deneyimleri de yararlı olabilir.
Bunun dışında çocuğun anne ya da baba kaybı ya da uzun süreli ayrılığı yaşadığı durumlarda da büyükanne/babaların rolü önemlidir.


Ancak bu sayılan olumlu katkılar yanında geçmişle ilgili aktarılan ve bilimsel olmayan büyükanne/baba deneyimlerinin çocuğun fiziksel sağlığı ile ilgili olumsuzlukları tartışılabilir. Bu çocuk yetiştirme ve psikosoyal gelişiminde de karıştırıcı olabilmektedir. Özellikle aile terapistlerinin üzerinde durduğu; anne baba için bağımsızlığını kazanmış ve yeni bir ev kuracak olgunluğa gelmiş bireyler değillerse, büyükanne/baba için de yetiştirilen neslin evden ayrılmalarını kabullenecek olgunlukta değillerse iki ayrı ev hiçbir zaman oluşamıyor ve bireysel ya da eskilerden gelen özellikler farkında olmadan bebek anne-baba ilişkisine aktarılabiliyor.


Bunun sonucunda çocuğa farklı tutum ve mesajlar aktarılmaya başlıyor. Disiplin sorunları (bir yanda disiplin verilmeye çalışılırken diğer yanda hoşgörü, tolerans), çocuk üzerinden aktarılan olumsuz duygu ve düşünceler (annen beceriksizin teki, baban kızıma uygun biri değil) buna örnek verilebilir. Disiplin dışında çocuğun özdeşimi, olumlu annebaba çocuk ilişkisinin bozulması gibi

Büyüklerin çocuğun gelişimi üzerine etkisinde şu özelliklerin de etkisi olduğunu düşünüyoruz: Birlikte ya da ayrı yaşama (çekirdek-geniş aile), Büyüklerin fiziksel sağlığı (hastalıkları, kayıpları ve çocuğa gelişim dönemine göre etkisi), Anne babanın ekonomik bağımsızlığı ya da büyüklere bağımlılığı.

Boşanma sonucu dağılan ailelerde anne babadan biri çocukla yaşamakta ve diğer ebeveyn aralıklı çocuğu görmektedir. Böylesi ayrılıklar sıklıkla ayrılan eşler için travmatik olmakta ve eşler anne ya da babaları ile birlikte yaşamaya başlamaktadırlar. Bu ailelerde diğer ebeveynin yerine sıklıkla büyük anne ya da büyükbaba girerek anne ya da baba rolü üstlenmektedirler. Çocuğun gelişim dönemine göre birçok olumsuzluk başlamaktadır

Günümüz toplumunda giderek çekirdek aile (anne, baba ve çocuklar) yaşantısına geçiş olduğu için büyükanne/ babaların bu karıştırıcı etkileri giderek azalmaktadır. Bakıcılar, öğretmenler ve komşular gibi çocuğun yaşantısında kısa süreli etkileri olabilecek diğer karıştırıcılardır. Anne baba ve çocuktan oluşan aile içinde çocuğun gelişimi destekleniyor ve bu karıştırıcılar kısa süreli ya da kontrol edilebilir düzeyde kalıyorsa çocuğun ruhsal gelişimi açısından olumsuz ve kalıcı etkilerini görmüyoruz.


Hazırlayan: Doç. Dr. Selahattin Şenol
Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Bölümü
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
25 Şubat 2009       Mesaj #53
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Romantik İlişkilerde Güven Duygusu


Kişilerarası ilişkiler üzerine yapılan çalışmalar göstermiştir ki, güven çoğu ilişkinin ayrılmaz bir parçasıdır. Gerek arkadaşlık, dostluk, iş ilişkilerinde gerekse flört ya da evlilik ilişkilerinde önemli bir boyut ve sürdürülebilirliği açısından bir ön koşul niteliğindendir. Güvenin anlamına genel olarak bakıldığında, bir bireyin diğerinin doğruluğuna ve dürüstlüğüne olan inancı şeklinde tanımlandığı görülmektedir. Özellikle aşk ve dostluk duyguları, güven duygusunun olmadığı durumlarda temeli iyi inşa edilememiş bir bina gibidir. Ufak sallantılarda devrilmeye, yıkılmaya hazırdır adeta.
Stinnett ve Walters ın yaptığı çalışmalar, güven duygusunun ilişkilerdeki güvenliği arttırdığını, hareketlerdeki çekingenliği azalttığını ve bireylere duygularını ve hayallerini paylaşma özgürlüğü verdiğini ortaya koymuştur. O neill ve O neill tarafından yapılan çalışmalarda ise güven, evli çiftler için evlilik ilişkisine kapılarını açmak ve kişisel ve kişilerarası ilişkilerdeki potansiyelini ortaya koymak için olmazsa olmaz şartlardan biri olarak görülmüştür. Lederer ve Jackson tarafından yapılan çalışmalara bakıldığında, güven kavramının, güven ile ne ifade etmek istediklerini belirlemek ve fenomenle ilgili tatmin edici ölçümler sağlamak için yeterince başarı sağlayamayan yorumlayıcı bir kavram olarak kullanıldığı görülmektedir (Larzerlere & Huston, 1980, s. 595). Bu görüşlerden de anlaşılacağı üzere güven, ikili ilişkilerde bireylerin savunma çeperlerini esneterek, bir geçiş alanı sunmaktadır. Böylelikle karşılıklı ilişki içinde taraflar güvenleri oranlarında açıklık içinde davranmaya yönelebilmektedirler.

Literatürde özellikle kişilerarası güven ile ilgili durumları kavramsallaştırmış iki atıf yer almaktadır. Bunlardan birincisi, partnerin yardımseverliği/iyilikseverliğiyle ilgilidir. Partnerler, gerçekten diğerinin sağlığı ve selametiyle mi yoksa kendisiyle mi ilgilidir? Başka bir ifadeyle, partner bireysel olarak mı hareket etmektedir yoksa birliktelik içinde mi? Bu yönelimler aynı kişilerarası davranışları yönlendirmektedir. Fakat bir partnerin temel yönelimi farklı kişilerarası davranışlara yönelmeyle, ileriye dönük olarak bazı gelecek durumları hakkında tahminde bulunmayı etkilemektedir (Larzerlere & Huston, 1980, s. 595). Yardımseverlik ile ilgili yapılan atfa biraz daha açıklık kazandırmak gerekirse, partneriniz sadece kendi bireyselliği içinde mi hareket etmektedir? Yoksa yaşamında sizi de düşünerek birlikteliğinizin kabulü ve bütünlük algısı içinde biz olarak mı düşünmektedir? Aldığı kararları kendi için mi, yoksa sizin birlikteliğinizi göz önüne alarak sizin iyilik ve selametinizi de önemseyerek mi ele almaktadır?
Kişilerarası güvene yönelik yapılan diğer bir atıf ise, dürüstlük ile ilgilidir. Partnerimin gelecekle ilgili niyetleri konusunda bana doğruları anlattığına ne derece inanabilirim? Örneğin bir lisansüstü eğitim öğrencisinin eşi, ona evlendikten sonra eğitimine devam etmesi için söz verdiyse, eşi bu söze ne kadar güvenebilir? (Larzerlere & Huston, 1980, s. 596) Bir başka ifadeyle Sevdiğiniz insan size verdiği sözleri gerçekleştirme konusunda ne kadar samimi? Yerine getirebilecek durumda mı, yani onun vaatlerini gerçeğe dönüştürebileceğine inanmalı mısınız? Yoksa sadece avuntu olarak ya da konuşmanın akışı içinde lafın gelişi sözler olarak mı değerlendirmelisiniz? Verdiği sözlerde ne kadar dürüst ve vaatlerini ne kadar yerine getirebilir?

Partnerlerin dürüstlük ve yardımseverliğiyle ilgili olarak yapılan bu atıflar ilişkinin gelecek potansiyelini değerlendirmede oldukça önemli gerçeklerdir. Hedef kişinin algılayan tarafından dürüst ve yardımsever görülmesi, algılayan için ilişkinin geleceğinin olumlu olarak yordanmasına neden olacaktır. Atfedilen yardımseverlik kişinin daha içten olmasına rağmen kendini rahat hissetmesine izin verecek ama bu yüzden de daha incinebilir bir hale gelme potansiyeli oluşturabilecektir. Atfedilen dürüstlük ise partnerin gelecekle ilgili samimi niyet gösteren itibari değeri için önkoşul olarak görülmektedir. Yardımseverlik ve dürüstlük kavramsal olarak ayrışmakla birlikte, kişilerarası ilişkilerde birbirine dolaşık bir şekilde yer almaktadır. Eğer bir partnerin dürüstlüğü sorgulanıyorsa bu durum karşılıklı olarak onun yardımseverliğiyle ilgili şüpheye de yönelecektir (Larzerlere & Huston, 1980, s. 596). Bu durum bir bakıma, sevdiğiniz kişinin sizi de düşünerek adım attığı konusundaki dürüstlüğüne ve samimiyetine inanabilmeniz için, onun sizi yaşamsal kararlarına ne kadar dâhil ettiği ile ilgili algınıza dayalıdır. Bu konulardaki herhangi bir şüphe, güven konusunda bir boşluk olduğunu göstermektedir.

Böylece literatürde güvenin kavramsallaştırılması şu izaha yöneltmiştir: Güven, bir kişinin diğer kişinin yardımseverliğine ve dürüstlüğüne inanma derecesiyle ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla çift ilişkilerinde güven, genel güvenden ayrı bir yapıda değerlendirilmeye başlanmıştır. Zira genelleştirilmiş güven bir kişinin diğer insanların karakteriyle ilgili inanma yekûnudur. Çiftlerde güven; aşk, kendini açma ve bağlılık gibi ilişkinin içtenlik nitelikleriyle bağlantılıdır. Güvenin, bir partnerin diğerine yardımseverlik konusundaki atfıyla ilgili olarak ele alınışından beri, diğer kişinin güven duygusu hissetmesindeki önemi ortaya çıkmıştır. Ayrıca bu yardımseverliğin aşkın önemli bir boyutu olduğu da görülmektedir. Örneğin, Ben yaptığım hemen her şeyi sevdiğim insan için yaparım. ifadesi bunu açıklamaktadır. Bu yüzden, güven, bir partnerin diğer partnere olan aşkıyla da ilgilidir. Partnerlerin birbirini daha iyi tanımasıyla birlikte birbirlerine yönelik atıfları daha tutarlı ve doğru hale gelmeye başlamaktadır. Dion ve Dion tarafından yapılan çalışmalarda, evli çiftlerin aşkları ve duydukları güvenle evlilik öncesi aşamadaki çiftelerin aşk ve güven skorlarının karşılaştırılmasında evli çiftler lehine sonuçlar ortaya çıkmıştır. Fakat bireysel aşk ve güven skorlarına bakıldığında bunun zamanla ilgili olduğu yönünde bir bulgu elde edilememiştir. Dolayısıyla partnerlerin aşkı ve güveni; çiftler açısından aşk ve güven konusunda anlamlı sonuçlar vermekteyken, bireysel aşk ve güven arasında aynı ilişki bulunamamıştır. Sonuç olarak anlaşılmıştır ki, evli çiftlerin güven ve aşkı, çıkan çiftlerin/sözlü çiftlerin güven ve aşkından daha yüksek olabilmektedir (Larzerlere & Huston, 1980, s. 596). Buradaki bulgular, bir bakıma zaman içinde bireylerin birbirlerini daha iyi tanıdıkları, bu tanıma sonucunda güven duygusunda artış yaşandıysa karşı tarafa kendini açma ve bağlılık konusunda daha samimi olma açısından değerlendirilebilir. Evli çiftlerdeki güven duygusunun, taraflarının birbirlerine bir ömür boyu birlikteliği vaat etmesi ve bunu yazılı bir şekilde onaylamasının getirdiği bir güvenden kaynaklandığı da düşünülebilinecek bir başka hususolarak değerlendirilebilir.

Altman ve Taylor tarafından yapılan çalışmalarda ise güven, çiftlerin süregelen ilişkilerinde kendini açmasıyla ilgilidir ve bunu gerekli kıldığı ortaya çıkmıştır. Karşılıklı olarak kendini açma davranışı, çoğu ilişkide karşılıklı güven ile ilgilidir. Bu yöndeki varsayımlar test edildiğinde ise yapılan çalışmalarda karşılıklı güven ve kendini açma davranışı arasında herhangi bir ilişki olduğu yönünde bulgular sunmamıştır. Ancak çiftler arası güven ile partnere kendini açma davranışı arasında pozitif bir ilişki çıkan çalışmalar da ortaya çıkmaya başlamıştır. Bağlılık açısından bakıldığında ise, çiftler arası güvenin bağlılığın ön koşulu olduğu gözlenmektedir. Yapılan çalışmalar göstermiştir ki güven düzeyi arttıkça bağlılık düzeyi de artmaktadır. Yeni evlilerde saptanan güven düzeyi, nişanlı ya da nikahsız olarak birlikte yaşayan çiftlerden daha yüksek olarak bulunmuştur. Eski ilişkilerde hissedilen güvenin şimdiki yakın ilişkilerde olandan daha az olduğu düşünülmektedir (Larzerlere & Huston, 1980, s. 597).

Sonuç olarak güven; karşılıklı ilişkilerin temel dinamikleri arasında yer alan bağlılık, kendini açma ve aşk ile doğrudan ilişkili olmakla birlikte bu süreçlerin yaşanmasında zemin oluşturan bir yapı sağlamaktadır. Partnerlerin birbirlerinin dürüstlüklerine ve ilişkilerinde karşılıklı olarak birbirlerinin iyiliğini düşünmelerine paralel olarak çiftler arası güven durumundan söz edilebilinmektedir. Geleceğe yönelik niyetlerde, partnerlerden birinin diğerini o yaşam planlarının içine dahil ediyor olması ilişki için önemli bir boyutken, aynı zamanda bu planlamaya dahil etmedeki samimiyetine ve dürüstlüğüne olan inanç da bir o kadar önemlidir.

Son sözler;

Freud un Güç ve güveni, hep dışımda aradım. Ama bunlar insanın içinden gelir. Ve her zaman oradadırlar.

ifadesi ve La Rochefoucauld un: Başkalarına karşı beslediğimiz güvenin en büyük kısmını doğuran, kendimize olan güvenimizdir.

ifadesiyle olsun

Duygu Dinçer
Psikolojik Danışman
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
31 Mayıs 2009       Mesaj #54
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Hayat Stilinin Psikolojik Araştırma Yolları

Bireyin düşüncelerini anlamaya, hayat problemleri karşısında aldığı durumu öğrenmeye, kısacası, hayatın bize bildirdiği manayı araştırmaya elverişli hiçbir aracı ve yolu ihmal etmememiz gerekir. Bireyin hayatın manası hakkındaki düşüncesini incelemek yararlıdır. Çünkü nihayet, onun düşüncelerini, duygularını ve faaliyetini yöneten şey budur. Bundan da anlaşılacağı gibi, hayatın gerçek manası bireyin yersiz davranışında karşılaştığı dayanıklılıkta belli olur.


Bireyin düşüncelerini anlamaya, hayat problemleri karşısında aldığı durumu öğrenmeye, kısacası, hayatın bize bildirdiği manayı araştırmaya elverişli hiçbir aracı ve yolu ihmal etmememiz gerekir. Bireyin hayatın manası hakkındaki düşüncesini incelemek yararlıdır. Çünkü nihayet, onun düşüncelerini, duygularını ve faaliyetini yöneten şey budur. Bundan da anlaşılacağı gibi, hayatın gerçek manası bireyin yersiz davranışında karşılaştığı dayanıklılıkta belli olur. Öğretim, eğitim ve tedavi metodu şU iki veri arasında; hayatın gerçek manası ve bireyin yersiz aksiyonu arasında bir köprü kurmaktadır veya bunları birleştirmektedir. Birey olarak insan hakkındaki bilgimiz çok eskidir. Birkaç örnek vermekle yetinelim. Eski uluslara ait tarih betimlemeleri veya kişisel anlatıları, Tevrat, Homer, Pültark, Yunan ve Romalı şairler, bütün efsaneler, hikayeler, masallar, mitolojiler insan kişiliğinin ne kadar iyi anlaşıldığını göstermektedir. Bir hayat stilinin çizgilerini en iyi belirtenler özellikle yazarlar olmuştur. Kimi eserlere duyduğumuz büyük hayranlığın nedeni budur. İnsanın kendi hayat çevresi, problemleri sıkı bağlılık halinde bir bütün olarak ele almak, öldürmek ve hareket ettirmek hünerleri yazarların eserleri karşısında duyduğumuz büyük hayranlığın nedenidir? İnsan bilgisinde söz sahibi olan ve deneylerini sonraki kuşaklara ulaştıran halk adamları vardır. Bundan şüphe edemeyiz. Bu insanları ve insanı tanıma ustalarını apaçık ayıran şey insan aksiyonlarının çeşitli nedenleri arasındaki münasebetlere ait daha esaslı bir görüştür. Bu yetenek ancak onların topluluğa ve insan türüne karşı duydukları ilgiler sayesinde gelişebilir. Daha büyük bir deney, daha mükemmel bir anlayış, daha derin bir görüş onların sosyal duygularının bir mükafatı gibidir. Bireyin sayısız şartlar içindeki çok değişik dinamizmasmı anlatabilmesi, başkalarının bunu ölçüye ve tartıya başvurmadan anlayabilmesi için, eserlerinde birşeyin bulunması gerekiyordu. Bu da sezgi yeteneğidir. Ancak bu suretle dinamik belirtilerin arkasında ve aralarında saklanan şeyi görebiliyordu. Buna bireyin dinamik kanunu denilebilir. Kimileri bu yeteneğe "seziş" adını veriyorlar ve bunun sadece en üstün ruhlarda yer aldığını sanıyorlar. Gerçekten bu, insanlarda en yaygın olan yeteneklerden biridir. Herkes, bilinmeyen değişen gelecek karşısında ve hayatın karışıklığı içinde ondan sürekli olarak yararlanır.

Karşılaştığımız küçük veya büyük her problem bize daima yeni bir şekilde ve farklı tarzda görünür. Böyle olunca onları tek bir şemaya, hatta, şartlı reflekslere göre çözemeyiz. Böyle yaparsak sürekli olarak yanılırız. Bu aralıksız değişiklik insanı daima yeni isteklerle karşılaştırmaktadır. Onu daha önce aldığı durumu yeni bir denemeden geçirmeye zorlamaktadır. "Şartlı refleksler" kağıt oyunlarına bile yetmez. Problemlere egemen olmakta bize yardım eden şey, sadece doğru bir seziştir. Bu seziş hayat faaliyetine katılan, toplulukla işbirliği yapan, insanlığın bütün problemlerinin mutlu bir şekilde çözülmesiyle ilgilenen insanın özelliğidir. İnsanlık tarihi kadar, bir insanın kaderi de onu ilgilendirir.
Psikoloji ve felsefe insanla ilgilenmeye başladığı güne kadar bir sanat olarak kaldı. İnsan ruhunun bilimsel bilgi çekirdekleri psikolojide, felsefede ve antropolojide bulunmaktadır.

Bütün oluşu geniş bir evrensel kanunda çeşitli şekillerde gruplaştırmaya çalışırken bireyi ihmal etmek mümkün değildir. Bir bireyin bütün ifade şekülerindeki birliğini kabul etme zorunluluğu vardır. Bütün olayları idare eden kanunların insan tabiatına uygulanması çeşitli görüşlerin kabulüne yol açmaktadır. Anlaşılmayan, bilinmeyen yönetici bir güç Kant, Schelling, Hegel, Schopenhauer, Hartmann, Nietsche ve başkaları tarafından ahlak kanununda, iradede, erek arzusunda veya, "bilinçaltı" denen bilinçsiz bir güçte arandı. Genel kanunların insan oluşuna uygulanmasının yanında içgözlem de önem kazandı. Hastaların da ruhsal belirtileri ve süreçleri hakkında bilgi vermeleri gerekiyordu. Bu metod uzun zaman uygulanmadı. Haklı olarak gözden düştü. Çünkü insanların objektif bilgiler verebileceklerini düşünmek mümkün görünmüyordu.

Deneysel metod, teknik gelişme yüzyılında önem kazandı. Aletlerin ve dikkatle seçilmiş soruların yardımıyla denemeler yapıldı. Bu denemeler bize duyu organları, zeka ve kişilik fonksiyonları hakkında bilgiler verdiler. Bu durumda kişiliğin bütünlüğü hakkındaki görüş birliği bırakıldı. Daha sonra ortaya çıkan kalıtım doktrinine gelince, bütün çabaların boşuna olduğunu ortaya attı. Yeteneklerden yararlanmaya önem vermedi. Yeteneklerin bulunmasını yeterli buldu. Özel aşağılık duygularına ve bazı organların yetersizlikleri halinde, telafilerine ait bulunan iç salgı bezleri etkisi nazariyesi de buna ulaştı.
Cinsel libido da insan kaderinin çok güçlü yaratıcısını yaşatan, insanlara bilinçaltmdaki cehennemin dehşetini ve ilk günahta "suçluluk duygusu"nu dikkatle anlatan psikanalizle beraber bir psikolojik rönesans meydana geldi. Göğün unutulması sonrası, bireysel psikolojide "ideal" tamlık amacı ve "ideal ben" ile telafi edildi. Bu anlamlı çaba, hayat stilinin, bireyin dinamik çizgisinin ve hayatın manasının bulunması için öne atılmış bir adımdı. Bundan başka, şımartılmış çocuklar dünyasıyla- dopdolu idi. Bu durumda, ruh dokusunun psikanalize bu tipin sürekli bir kopyası gibi göründüğünü ve asıl rul, dokusunun, insan oluşun parçası olarak, psikanalizden saklı kaldığını belirtmektedir. Psikanalizin geçici başarısı, çok sayıda şımartılmış kimselerin psikanaliz görüşlerini kabul etme eğilimlerinden gelmektedir. Psikanaliz tekniği bitmez bir enerji ile bazı ifade tarzlarını, bazı arazları cinsel libido ile münasebet halinde ve insan aksiyonunu herkeste yer alan sadık bir içgüdüye bağlıymış gibi göstermeye çalışıyordu. Bu son oluşlar, bireysel psikolojinin açıkça belirttiğine göre; şımartılmış çocuklarda suni bir şekilde yapılmış hınç olabilir.

Bireysel psikoloji sağlam bir oluş zemini üzerinde kalıyor ve bu oluş ışığında bütün insan çabasında bir tamlık eğilimi buluyor. Hayat hamlesi vücut ve ruh bakımından çözülmüş bir şekilde bu eğilime bağlıdır. Her ruh belirtisi aşağı bir durumdan üstün duruma götüren bir hareket manasını taşımaktadır. Her bireyin hürriyet içinde ve yaradılış yeteneklerinden ve yetersizliklerinden olduğu kadar ilk dış dünya izlenimlerinden yararlanarak kendi kendine sağladığı hamle bireylere göre, dinamik kanun, ölçü, ahenk ve yön bakımından değişir. Gerçekleştirilmesi mümkün olmayan ideal bir tamlık ile daima kendisini karşılaştıran insan, aralıksız bir şekilde aşağılık duygusu duyar ve bu duygu tarafından uyarılır.

Her kültür evresi bu ideali düşüncelerine ve duygularına göre yapar. Geçmişte olduğu gibi bugün de insan düşüncesinin değişen seviyesini ancak bu idealin ortaya çıkmasıyle anlarız. Sonsuz zaman içinde ortak insan hayatını idrak eden verimli düşüncenin bu gücüne tam olarak güvenebiliriz. "Öldürmeyeceksin" ve "yakınını sev" ifadeleri üstün bir prensip olarak zihinde ve gönülde daima yaşayacaklardır. Solunum ve ayakta durma hareketleri kadar insanın varlığında yer alan bu formüller ve diğer kurallar, tamamıyla bilimsel yönden düşünülen topluluğa, oluşa hız ve amaç veren bir baskı gibi girebilir ve bireysel psikolojinin davranış kuralını sağlarlar. Diğer bütün hareket şekilleri ve amaçlar bunlara göre doğru veya yanlış görünürler. Burada bireysel psikoloji bir "değerler psikolojisi" olmaktadır.

Aşağılık duygusu, ödümleme eğilimi, sosyal duygu, bizim psikolojik araştırmalarımızın temelleridir. Bu yüzden, bireyin veya topluluğun incelenmesinde bunları bir yana bırakamayız. Birey de, oluşun baskısıyla başka bilgiler elde eden, doğru veya yanlış yollar izleyen medeniyetler gibi hareket eder. Oluş zamanında hayat stilinin rasyonel ve duygusal bakımdan hazırlanması, çocuğa ait bulunmaktadır. Verimlilik kapasitesi, temel güçlülük ölçüsü işini görür. Bu ölçü kayıtsız olmayan, hayat hazırlığı için çetin bir zemin meydana getiren bir çevrede duygusal bir şekilde az veya çok gerçekleşebilir.
Çoğu zaman önemsiz başarıların ve başarısızlıkların etkisi altında kalan, sübjektif bir izlenime dayanan çocuk; yolunu, amacını ve geleceğini içine alan somutlaşmış bir üstünlük doğurur.

Kişiliğin anlaşılmasına yol açması gereken bütün bireysel psikolojik vasıtalar, bireyin üstünlük araştırmasına ait düşüncesini, aşağılık duygusunun önemini ve sosyal duygusunun derecesini bir yana bırakmazlar. Bu çeşit faktörler arasındaki münesebetlere ait daha esaslı bir inceleme sosyal duygunun şeklinin ve derecesinin meydana gelişinde, hepsinin rol oynadığını açıkça göstermektedir. İnceleme, deneysel psikolojide ve bazı tıp vakalarının incelenmesinde yapılanın aynıdır. Yalnız burada hayatın kendisine testler uygulanmaktadır. Bu da hayat problemine sıkı sıkıya bağlılığını ispat etmektedir. Bireyin, bütün olarak hayatla- toplulukla demek belki daha yerinde olur- münasebetlerinden uzaklaştırılmasının mümkün olmadığını göstermektedir. Bireyin davranışı hayat stilini anlatır. Sadece bireyin hayatından ayrılan öğeleri gözönünde bulunduran testler, hatta topluluğun ilerideki verimliliği hakkında bizi aydınlatmaz. Geştalt psikolojisinin de, bireyin hayat boyunca durumu hakkında bize bilgi verebilmesi için, bireysel psikoloji tarafından tamamlanması gerekmektedir.

Hayat stilinin araştırılmasında bireysel psikoloji tekniği ilk önce hayat problemleri ve bu problemlerin bireyden istekleri bilgisini öngörmektedir. Bu problemlerin çözümünün yeterli bir sosyal duyguyu, tüm hayatla sıkı bir bağlılığı, başkalarıyla bir arada bulunmak ve işbirliği yapmak yeteneğini istediğini göreceğiz. Bu yeteneğin yokluğu halinde, genel olarak, bütün şekilleri ve sonuçları ile, "çekingen", kaçamaklı bir durum şeklinde ilerlemiş bir aşağılık duygusu görülebilir. O zaman aşağılık kompleksi adını verdiğim veya birbirine karışmış vücut ve ruh belirtileri ortaya çıkar. Hiç eksilmeyen üstünlük eğilimi, bu kompleksi her zaman sosyal duyguya yabancı kalan, aşikar bir kişisel üstünlüğü hedef tutan üstünlük kompleksi ile gizlemeye çalışır. İyi düşünüldüğü takdirde başarısızlık halinde görülen bütün belirtilerin nedenlerini ilk çocukluk çağında başlayan yetersiz bir hazırlanmada aramak gerekir. Bu şekilde bir kimsenin mütecanis hayat stilinin sürekli hayalinin bulunması mümkündür. Yine bir başarısızlık halinde, daima başkalarından uzak kalma şeklinde kendini gösteren sosyal duyguyla anlaşamamasının derecesi de tahmin edilebilir. Eğitimciye, öğretmene, hekime, rehbere düşen iş, onu hayatın insana kabul ettirdiği sağduyuya yaklaştırmak, sosyal duyguyu güçlendirmek ve böylelikle başarısızlığının gerçek nedenlerini anlamak, bireyin hayatın gerçek manası yerine kabul ettiği yanlış manayı ve düşünceyi belirtmektir.

Bu iş ancak hayat problemlerine ait esaslı bir bilginin varlığı ve sosyal duygunun yetersizlik derecesinin anlaşılması ile yapılabilir. Bundan başka, çocuklukta sosyal duygunun gelişmesini önlemeye elverişli olaylar ve durumlar hakkında büyük bir deney gerekmektedir. Deneyime nazaran, kişiliğin araştırılmasında en iyi sonuçlar veren tanıma yolları ilk çocukluğa ait hatıralar, aile ve bireyler arasında yeri, hayaller, rüyalar ve marazi arazlar doğuran dış faktörlerin mahiyeti ile ilgili geniş bir bilgidir. Böyle bir incelemeden elde edilen bütün bilgiler, hekime karşı alman durum da dahil, çok büyük bir dikkatle değerlendirilmelidir.



Alfred Adler
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
25 Haziran 2009       Mesaj #55
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
BEBEKLERE EMZİK VERİLMELİ Mİ?


3 yaşına gelmiş hala emzik emen çocuklar gördüğümüzde hepimiz yadırgarız ve belki de bebeklere en baştan hiç emik verilmemeli diye düşünürüz. Çoğu yeni anne emziği gereksiz ve kötü bir alışkanlık olarak değerlendirir ama emziği denemeye başladıklarında bu fikirleri değişebilir. Bazı bebekleri emzirirken ilk 20 dk boyunca iyi beslendiğini ama devam eden zamanda pek süt çekmiyor olsa da memeye yapışık bir şekilde kalıp emme hareketleri yapmaya devam ettiğini görebilirsiniz. Bu durumda bebeğinize bir emzik verirseniz ilk denemede kabul etmese bile zamanla emme ihtiyacını emzikle karşılamaya başlayacağını görebilirsiniz. Bu durum sizin için de rahatlatıcı olacaktır.

Emme refleksi insan yavrusunun beynine güçlü bir şekilde yerleşmiştir. Ayrıca, bebeklerin sakinleşmesini en çok sağlayan aktivitelerden biridir ve bebeklerin üzerindeki gerginliği atma ve sütünü bitirdikten sonra kendi kendine gevşeme yoludur. Bazı bebeklerin emmeye diğerlerinden daha çok ihtiyacı olur. Bu bebekler annenin memesinin daha uzun bir süre boyunca emerler sonra yumruklarını, battaniyelerini ya da ebeveynin parmak eklemlerini emmeye devam ederler. Bir emzik emmek aynı derecede rahatlatıcı, sakinleştirici ve hatta bebeğiniz için gerekli bir aktivite olabilir. Bu davranışın içgüdüsel temelleri vardır.

Ancak ilerleyen aşamada emziğin bebeğin dil gelişimini engellediğinden endişe edilir. Eğer emzik, aşırı kullanılıyorsa yani bir ebeveynin bebeğin çıkardığı sesler karşısındaki ilk tepkisi emzik vermek ise evet önünde sonunda bebeğin cıvıldama ve sesleri keşfetme ihtiyacını zedeleyecektir. Bebeklerin çoğunun emziğe duyduğu ihtiyaç kelimeleri kullanmaya başlamadan çok önce 4 ya da 5 aylıkken azalır. Bu aşamadan itibaren emzik kullanımını kısıtlamaya başlamak gerekir. Örneğin, bebeğiniz büyüdükçe gündüz uyanık olduğu zamanlarda bebeğinize emziğini vermeyip bu vakitleri sizinle ya da çevreyle etkileşim halinde geçirmesini teşvik edebilirsiniz. 4-5 aylık bir bebekte emzik sadece uykuya geçiş zamanlarında kullanılan bir nesne olabilir.

Özetle, yaşamın ilk aylarında bebeğinizle emziği çok rahat kullanabilirsiniz ama sürenin uzadığını ve emziği bırakma zamanı geldiğini düşünüyorsanız emzik bıraktırma sürecini önceden düşünmeli, bunu yumuşak geçişlerle yapmalısınız. Emzik bırakma aşamasında bebeğiniz kısa süreli gerileyebilir, size daha çok ihtiyaç duymaya başlayabilir. Bu dönemde onu biraz şımartmanız gerekebilir. 2-3 yaşındaki ve daha büyük çocuklara emzik bıraktırırken çocuğunuzun hayatından önemli bir şeyi çektiğinizi unutmamalı ve bu dönemde mutlaka bir uzmandan yardım almalısınız.


Gelişim Uzmanı Psikolog Sinem Olcay
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
25 Haziran 2009       Mesaj #56
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
BOŞANMA SÜRECİ


Evliliğin bittiğini düşünmek, geçmişte yaşanan iyi ve kötü anıların film şeridi gibi gözlerin önünden geçmesi kişide farklı bir duygu yaratır. Gerçekten bitmesi gerekiyor mu? yoksa biraz daha çaba gösterilmeli mi? Kararsızlık, üzüntü, öfke , sevgi, pişmanlık, mutluluk gibi karmakarışık duygular yoğun olarak yaşanır.

Bir çok kişinin boşanma aşamasında depresyona girmesi beklenen bir sonuçtur. Belki de önceden başlayan bir depresyon bu boşanma sürecini daha da hızlandırmış olabilir. Boşanma sürecinde eşlerin alacağı psikolojik destek her şeyi daha sağlıklı bir şekilde görmelerini sağlar. Bu ilişkide eşler neredeydi, hangi nedenler bu sonuca neden oldu, şimdi iki tarafın neler yapması gerekir. Bir filmde başrolü oynayan kişinin kendisini sonradan ekrandan izlemesi gibi terapi süreci ilerler ve yeni yaşamla ilgili kararlar alınır.

Önerilen boşanma gerçekleşmeden önce bir psikolojik desteğin alınmasıdır. Bu süreci boşanma öncesi, boşanma sırası ve boşanma sonrası olarak değerlendirmek daha doğru olur.

BOŞANMA ÖNCESİ: Eşle anlaşılamayan, artık bazı şeylerin eskisi gibi olmadığı hissedilen dönemdir. Evde tartışmalar artar ve paylaşımlar belirgin düzeyde azalır. En ufak bir şeyden tartışma başlayabilir.Eşlerden biri ya da ikisi artık sonlandırma kararını düşünmeye başlamıştır.Çocuklar ya da gelecek yaşamla ilgili kaygılar bu dönemde üst düzeyde yaşanır.

Boşanmaya karar verilse bile taraflar ilişkilerini karşılıklı konuşabilecek düzeyde olmalı. Aksi takdirde boşanma süreci daha da uzamakta , taraflar ve çocuklar daha fazla zarar görmektedir.

BOŞANMA SIRASI: Eşlerden biri veya diğeri tarafından verilen boşanma kararı netleşmiştir.Avukatlar karşılıklı olarak ayarlanmıştır. Bu süreçte eşlerden birisi daha kararlı ve güçlü olurken diğer eş güçsüz, çaresiz, yalnız, hüzünlü, yıkılmış, depresif, kızgın hissedebilir. Pişmanlık duyguları üst seviyede olsa da sona doğru yaklaşmak kişi için üzüntü verici olabilir. Ailenin diğer üyelerinin bu süreç hakkında bilgisi olur . Kararlara müdahale edilmemesi, görüş belirtilmemesi eşler açısından çok daha sağlıklı olacaktır. Bu durumda kişi kendi yaşamını düşünmekten çok konuşulanlar arasında kaybolup gittiğini hisseder.

Avukatlar; boşanma ile birlikte maddi paylaşım için artık devrededir. Bu süreç de uzlaşmacı bir şekilde çözümlenmeli gereksiz tartışmaların yeniden yaşanmayacağı bir ilişki içinde sonuca ulaşmalıdır. Çocuklar bu devrede kullanılmamalı ve yaşadıkları endişeler ile ilgili olarak rahatlatılmalıdır.

BOŞANMA SONRASI: Yaşama yeni bir başlangıç yapma zamanı geliştir. Eşlerden bazıları bunu başarabilirken bazıları ise bu süreçten çok daha yorgun çıkabilir. Bu süreci kabullenememe, yaşanan pişmanlık duyguları , gelecekle ilgili yoğun kaygılar , ne yapacağını bilememe , bir türlü adım atamama gibi duygular yaşanır. Bu duygulardan uzaklaşmak kişi için zordur. Psikolojik destekle bu süreç daha kısa sürede ve daha az zararla atlatılabilir.

Eşlerin yeni yaşama uyum sağladıktan sonra aşka ve sevgiye sarsılan güven duygusunun yeniden filizlenmesine izin vermesi gerekir. Gelecekle ilgili plan yapma, yaşamdan ve ilişkilerden yeni şeyler bekleme , bunlar için çaba gösterme kişinin artık sağlıklı olduğunun bir göstergesidir. Boşanma sonrasında kişilerin çok yakın bir ilişki kurmaması , ortak alanlarda çok fazla birlikte bulunmaması , boşanma sonrası yeni kurulan yaşamın takip edilmemesi çok daha doğrudur.

BOŞANMA SONRASI ÇOCUKLAR: Eş rolü biten kişilerin anne baba rollerini titizlikte uygulamaya devam etmesi gerekmektedir. Özellikle de boşanma öncesinde yaşanan tartışmalara tanık olan bir çocuk söz konusu ise bir uzmanla birlikte bu süreci geçirmesini sağlamak çok daha sağlıklı olacaktır.Boşanmanın tüm evresinde yaşanan duyguların çocuklara yansıtılmaması gerekir. Kişi eşini sevmiyor olabilir, her şey bitmiş olsa bile o kişi hala çocuğun annesi ya da babasıdır.Çocuk anne ya da babasının üzülmesini asla istemez. Anne de baba da mutlu ve her şeyin yolunda olduğunu çocuğa hissettirmelidir. Çocuk için birlikte ortak paylaşımlar yine de devam etmelidir. “Biz artık aynı evde yaşamıyor olabiliriz, ama senin annen ve baban olarak yine birlikte olacağız” mesajı yaşanarak verilmelidir. Boşanma sonrasında eşle ilgili olumsuz duygular çocuklara yansıtılmamalıdır. Eşe duyulan öfke mesajları çocukla iletilmemelidir. Bazı çocuklar boşanma sonrasında anne – babalarına onlar üzülmesinler diye duygularını ifade etmekten kaçınarak her şey yolundaymış gibi davranabilir. Burada dikkatli olmak gerekir. Bastırılan bu duygular farklı semptomlarla birden ortaya çıkabilir ( alt kaçırmaları, kekemelik, tırnak yeme gibi )


Psikolog Eda Gökduman
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
6 Temmuz 2009       Mesaj #57
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Klinik Psikiyatri Araştırmalarında Maddi Çıkar Çatışması: Bir Gözden Geçirme

Dr. Halis ULAŞ, Dr. İ. Tolga BİNBAY, Dr. Köksal ALPTEKİN

İlaç endüstrisi ile ilgili pazar araştırmaları yapan Kıtalararası Pazarlama Hizmetleri (Intercontinental Marketing Services-IMS) şirketinin sağlık verilerine göre ilaç endüstrisinin toplam ilaç satışlarından elde ettiği toplam gelir her geçen yıl artmaktadır. Toplam gelir 2005 yılı itibariyle bir önceki yıla oranla % 7 artış göstererek 602 milyar dolara ulaşmıştır. Dünyada ilaç satışlarından elde edilen gelirin bölgesel dağılımına bakıldığında; Kuzey Amerika 265,7 milyar dolarlık payla birinci sırada yer alırken, Avrupa 169,5 milyar dolarlık gelirle ikinci sırada, Japonya da 60,3 milyar dolarlık payla üçüncü sırada yer almaktadır (Van Amum 2006). İlaç endüstrisi, toplam gelirinin ve kâr oranlarının artışını devam ettirebilmek için gelirinin önemli bir bölümünü araştırma-geliştirme çalışmalarına ayırmaktadır. Bu oran, toplam ilaç satışından elde edilen gelirin yaklaşık %15'idir (Bushfield 2003).

İlaç endüstrisinin araştırmalara ayırdığı bütçe, 1980 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nde (ABD) Bayh-Dole adı ile bilinen PL 96?517 sayılı ?Patent ve Ticari Marka Yasası?nın çıkarılmasıyla artmaya başlamıştır. İlaç firmalarının 1980 yılında araştırmalara ayırdıkları bütçe toplam 1,5 milyar dolar iken, 2001 yılında bu bütçe 22 milyar dolara çıkmıştır. Patent politikasında değişiklik sağlayan bu yasa ile üniversite laboratuarlarında geliştirilen teknolojinin özel sektöre transferi hızlandırılmıştır. Böylece hem endüstri destekli akademik araştırma sayısı artmıştır hem de araştırmacıların endüstri destekli projelerin içerisinde yer alması teşvik edilmiştir. Yasal düzenleme, akademi ile endüstrinin işbirliğinin artmasını sağlamıştır (Warner ve Gluck 2003, Angell 2000, Rubin 2005). 1981 yılında en az 1 akademik araştırmacının içerisinde olduğu endüstri destekli makalelerin, toplam makalelere oranı %21,6 iken, bu oran 1995 yılında ikiye katlanarak %40,8'e ulaşmıştır. Biyomedikal araştırmalar değerlendirildiğinde bu artışın 4 kat olduğu belirtilmektedir (Rampton ve Stauber 2002).

Karşılaştırmalı ilaç tedavisi çalışmalarının finansmanının % 89?98 oranında ilaç firmaları tarafından sağlandığı tahmin edilmektedir ve sonuçların çalışmayı destekleyen firmanın ilacı lehine saptandığı belirtilmektedir (Safer 2002).
Tıbbın farklı alanlarında, klinik araştırmaların finansmanı ve sonuçları arasındaki ilişkiyi araştıran birçok çalışma yapılmıştır (Davidson 1986, Djulbegovic ve ark. 2000, Als-Nielsen ve ark. 2003). Patent yasasının devreye girmesinden hemen sonraki yıllarda yapılan ve farklı tıp alanlarında yürütülmüş 117 kontrollü klinik çalışmanın sonuçlarının finansman kaynağına göre karşılaştırıldığı bir gözden geçirmede, ilaç endüstrisi desteği ile araştırma sonuçlarının olumlu yönde olması arasında anlamlı ilişki olduğu saptanmıştır (Davidson 1986). İzleyen yıllarda yayınlanan gözden geçirmelerde ise ilaç endüstrisi destekli araştırmalarda destekleyici firma lehine sonuçların arttığı saptanmıştır. Djulbegovic ve arkadaşları (2000) multipl miyelom tedavisi ile ilişkili 136 rasgele desene sahip araştırmayı finans kaynağına göre karşılaştırdıkları gözden geçirmede, endüstri desteği olmayan çalışmalara göre ilaç endüstrisi desteği olan çalışmalarda yeni tedaviler lehine olumlu sonuç bildirme eğilimi olduğunu saptamışlardır. Als-Nielsen ve arkadaşlarının (2003) rasgele desene sahip 167 ilaç araştırmasını değerlendirdikleri çalışmada ise ilaç endüstrisi destekli çalışmalarda bulguların yanlı yorumlanmasına bağlı daha fazla olumlu sonuç bildirildiğini saptanmıştır.

İlaç endüstrisinin araştırma projelerine ayırdığı bütçenin ve araştırmacıların da bu projelere katılımının artışıyla birlikte çalışma sonuçlarında yanlılık ve çıkar çatışması kavramı ortaya çıkmıştır. Çıkar çatışması (conflict of interest) kavramı üzerine ortaklaşılmış bir tanım bulunmamaktadır. Ancak en yalın tanımı ile çıkar çatışması, araştırmacıların maddi ya da maddi olmayan kişisel çıkarlarının araştırmanın deseninin oluşturulması, yürütülmesi ve yayınlanmasını belirgin olarak etkilemesi olarak tanımlanmaktadır (Warner ve Gluck 2003).
Çıkar çatışmasına daha geniş bir kavram olarak bakıldığında çatışmanın çözümünü belirleyen şey, çatışan tarafların kimler olduğundan çok, üzerinde çatışma yaşanan şeyin niteliği olmaktadır. Bu nedenle çıkar çatışması, yarışan çıkarlardan (competing interests) farklılık göstermektedir. Yarışan çıkarlar, bir kişi ya da kurumun, farklı kişi(ler) veya kurum(lar) ile olan maddi, kişisel ya da akademik rekabet ilişkileri nedeniyle, yanlılığa yol açsın ya da açmasın, bir araştırmayı uygunsuz olarak etkileme olasılığı durumu olarak belirtilmektedir. Tanımlanan ilişkilerin bir araştırmada yanlılığa neden olması ise çıkar çatışması olarak tanımlanmaktadır (Gupta ve Choudhury 2003).

Çatışan çıkarlar (conflicting interests) ise daha geniş kapsama sahip bir kavramdır. Çıkar çatışmalarının yanı sıra bir kişinin kurumsal yetkilerini kendisi ya da başkası lehine kullanması ve tarafsızlığın ortadan kalkması da çatışmaya neden olan çıkarlar arasında yer almaktadır (Healy 2002).
Araştırmalarda maddi çıkar çatışmasının etkisinin ortaya çıkmasında i) klinisyenin ya da araştırmacının ilaç firmasının çalışanı, hissedarı ya da yönetim kurulu üyesi olması, ii) araştırmacının firmaya sürekli ya da ara sıra danışmanlık vermesi, iii) araştırmacının firmanın resmi konuşmacısı olması, iv) araştırmacının firmadan düzenli ücret ya da onursal ücret (honorarium) alması, v) araştırmacının destekleyici firmanın klinik araştırmacısı olması, vi) araştırmacının firmadan çalışma için destek alması, vii) araştırmacının firmaya maddi açıdan borçlu olması gibi nedenlerin rol oynadığı belirtilmektedir (Fava 2007).

Son yıllarda, ilaç endüstrisi ile tıp bilimi arasındaki ilişki bir tek psikiyatride değil tıbbın birçok alanında daha fazla dikkat çekmektedir ve bilimsel ilkelerle çatışan birçok çıkar ilişkisi, tedavi için kullanılan ilaçlarla ya da hastalıkların etiyolojik etkenleriyle ilgili bilgilere dair şüphelerin oluşmasına neden olmaktadır (Hardell ve ark. 2007). Nitekim yakın zamanlarda, ilaç endüstrisi desteği olmadan ABD ve İngiltere'de gerçekleştirilen büyük ölçekli iki klinik psikiyatri çalışmasının sonuçları (Lieberman ve ark. 2005, Jones ve ark. 2006) ilaç endüstrisi destekli çalışmalardaki yanlılık kaynaklarıyla ilgili soruları yeniden gündeme getirmiştir. Çünkü her iki çalışmada da ikinci kuşak antipsikotiklerin şizofreni hastalarındaki etkinliği, yan etkisi ve hastaların yaşam kalitesi üzerindeki etkisi birinci kuşak antipsikotikleri temsil eden bir ilaç karşısında aynı etkinlik düzeyinde sonuçlar vermiştir. Bu bulgular, ilaç endüstrisi destekli çalışmalarda birçok kez tekrarlanan ve ikinci kuşak antipsikotikler lehine olan bulguların güvenilirliğine şüphe ile yaklaşılmasına neden olmuştur ve çalışmanın finansman kaynağının sonuçlara olan etkisi konusundaki ilgiyi artırmıştır (Haddad ve Dursun 2006, Lieberman 2007).

Bu gözden geçirmede, maddi çıkar çatışmasının ilaç endüstrisi destekli psikiyatri araştırmalarına etkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.

KAYNAKLAR

AAMC Task Force on Financial Conflicts of Interest in Clinical Research (2003) Protecting subjects, preserving trust, promoting progress I: Policy and guidelines for the oversight of individual financial interests in human subjects research. Acad Med, 78: 225?236.
Ahmer S, Arya P, Anderson D ve ark. (2005) Conflict of interest in psychiatry. Psychiatr Bull, 29: 302-304.
Akşit B, Arda B (2003) Ideas of editors of medical journals on publication ethics. Journal of Ankara Medical School, 25: 1-6.
Als-Nielsen B, Chen W, Gluud C ve ark. (2003) Association of funding and conclusions in randomized drug trials: A reflection of treatment effect or adverse events? JAMA, 290: 921?928.
Amerikan Psikiyatri Birliği Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayım Elkitabı, Dördüncü baskı (DSM IV), Köroğlu E. (çeviren), Hekimler Yayın Birliği, Ankara, 1994.
Angell M (2000) Is academic medicine for sale? N Engl J Med, 342: 1516-1518.
Blumenthal D, Campbell EG, Anderson MS ve ark. (1997) Withholding research results in academic life science: evidence from a national survey of faculty. JAMA, 277: 1224-1228.
Bondolfi G, Dufour H, Patris M ve ark. (1998) Risperidone versus clozapine in treatment resistant chronic schizophrenia. ** J Psychiatry, 155: 499?504.
Bushfield J (2003) The pharmaceutical industry: Globalization and the pharmaceutical industry revisited. Intenational Journal of Health Services, 33: 581-605.
Chouinard G, Jones B, Remington G ve ark. (1993) A Canadian multi-center placebo-controlled study of fixed doses of risperidone and halperidol in the treatment of chronic schizophrenic patients. J Clin Psychopharmacol, 13: 25?40.
Choundry NK, Stelfox HK, Allan D ve ark. (2002) Relationships between authors of clinical practice guidelines and the pharmaceutical industry. JAMA, 287: 612?617.
Cosgrove L, Krimsky S, Vijayaraghvan M ve ark. (2006) Financial ties between DSM-IV panel members and the pharmaceutical industry. Psychother Psychosom, 75: 154?160.
Council on Scientific Affairs (1990) Conflicts of interest in medical center/industry research relationships. JAMA, 263: 2790?2793.
Çekin MD, Yazıcı S (2000) Bir sözde-bilim olarak ilaç araştırmaları. Toplum ve Hekim, 19: 110?116.
Davidoff F, DeAngelis CD, Drazen JM ve ark. (2001) Sponsorship, authorship, and accountability. JAMA, 286:1232?1234.
Davidson RA (1986) Source of funding and outcome of clinical trials. J Gen Intern Med, 1: 155?158.
Djulbegovic B, Lacevic M, Cantor A ve ark. (2000) The uncertainty principle and industry sponsored research. Lancet, 356: 635?638.
Fava GA (2007) Financial conflicts of interest in psychiatry. World Psychiatry, 6: 19?24.
Flanagin A, Carey LA, Fontanarosa PB ve ark. (1998) Prevalence of articles with honorary authors and ghost authors in peer-reviewed medical journals. JAMA, 280: 222?224.
Fontanarosa PN, Flanagin A, de Angelis CD ve ark. (2005) Reporting conflicts of interest, financial aspects of research, and role of sponsors in funded studies. JAMA, 294: 110?111.
Freemantle N, Anderson I, Young P ve ark. (2000) Predictive value of pharmacological activity for the relative efficacy ofantidepressant drugs: Metaregression analysis. Br J Psychiatry, 177: 292?302.
Gøtzsche PC, Hrobjartsson A, Johansen HK ve ark. (2007) Ghost authorship in industry initiated randomised trials. PLoS Med, 4: 47?51.
Gupta P, Choudhury P (2003) Declaring competing interests. Indian Pediatrics, 2003;40: 3-6.
Haddad PM, Dursun S (2006) Selecting antipsychotics in schizophrenia: lessons from CATIE. J Psychopharmacol, 20: 332?334.
Hardell L, Walker MJ, Walhjalt B ve ark. (2007) Secret ties to industry and conflicting interests in cancer research. ** J Ind Med, 50: 227?233.
Healy DI (2002) Conflicting interests in Toronto: Anatomy of a controversy at the interface of academia and industry. Perspect Biol Med, 45: 250?263.
Heres S, Davis J, Maino K ve ark. (2006) Why olanzapine beats risperidone, risperidone beats quetiapine, and quetiapine beats olanzapine: An exploratory analysis of head-to-head comparison studies of second-generation antipsychotics. ** J Psychiatry, 163: 185?194.
Huston P, Moher D (1996) Redundancy, disaggregation, and the integrity of medical research. The Lancet, 347: 1024?1026.
Huth EJ (1986) Irreponsible authorship and wasteful publication. Ann Intern Med, 104: 257?259.
Joan Bushfield (2003) The pharmaceutical industry: Globalization and the pharmaceutical industry revisited. Intenational Journal of Health Services, 33:581?605.
Jones PB, Barnes TRE, Davies L ve ark. (2006) Randomized controlled trial of the effect on quality of life of second- vs first-generation antipsychotic drugs in schizophrenia: Cost utility of the latest antipsychotic drugs in schizophrenia study (CUtLASS 1). Arch Gen Psychiatry, 63: 1079?1087.
Kelly RE Jr, Cohen LJ, Semple RJ ve ark. (2006) Relationship between drug company funding and outcomes of clinical psychiatric research. Psychol Med, 36: 1647?1656.
Kessler DA (1992) Addressing the problem of misleading advertising. Ann Intern Med, 116: 950?951.
Krimsky S, Rothenberg LS, Stott P ve ark. (1998) Scientific journals and their authors' financial interests: a pilot study. Psychother Psychosom, 67: 194?201.
Lapierre YD, Nair NP, Chouinard G ve ark. (1990) A controlled dose-ranging study of remoxipride and haloperidol in schizophrenia-a Canadian multicentre trial. Acta Psychiatr Scand, 82(Suppl 358): s72?s76.
Lieberman JA, Stroup TS, McEvoy JP ve ark. (2005) Effectiveness of antipsychotic drugs in patients with chronic schizophrenia. N Engl J Med, 353: 1209?1223.
Lieberman JA (2007) Effectiveness of antipsychotic drugs in patients with chronic schizophrenia: efficacy, safety and cost outcomes of CATIE and other trials. J Clin Psychiatry, 68: e04.
Marder SR (1999) Newer antipsychotics in treatment-resistant schizophrenia. Biol Psychiatry, 45: 383?384.
Melander H, Rastad JA, Meijer G ve ark. (2003) Evidence b(i) ased medicine-selective reporting from studies sponsored by pharmaceutical industry: review of studies in new drug applications. BMJ, 326: 1171?1173.
Miller AL, Hall CS, Buchanan RW ve ark. (2004) The Texas Medication Algorithm Project antipsychotic algorithm for schizophrenia: 2003 update. J Clin Psychiatry, 65: 500?508.
Moncrieff J (2003) Clozapine v. conventional antipsychotic drugs for treatment-resistant schizophrenia: a re-examination. Br J Psychiatry, 183: 161?166.
Montaner JS, O'Shaughnessy MV, Schechter MT ve ark. (2001) Industry-sponsored clinical research: a double-edged sword. Lancet, 358: 1893?1895.
Montgomery JH, Byerly M, Carmody T ve ark. (2004) An analysis of the effect of funding source in randomized clinical trials of second generation antipsychotics for the treatment of schizophrenia. Control Clin Trials, 25: 598?612.
Mowatt G, Shirran L, Grimshaw JM ve ark. (2002) Prevalence of honorary and ghost authorship in cochrane reviews. JAMA, 287: 2769?2771.
Nierenberg AA (2007) A counter proposal to manage financial conflicts of interest in academic psychiatry. World Psychiatry, 6: 34?36.
Patris M, Agussol P, Alby JM ve ark. (1990) A double-blind multicentre comparison of remoxipride, at two dose levels, and haloperidol. Acta Psychiatr Scand, 82(Suppl 358): s78?s82.
Perlis RH, Perlis CS, Wu Y ve ark. (2005) Industry sponsorship and financial conflict of interest in the reporting of clinical trials in psychiatry. ** J Psychiatry, 162: 1957?1960.
Purdon SE, Jones BD, Stip E ve ark. (2000) Neuropsychological change in early phase schizophrenia during 12 months of treatment with olanzapine, risperidone, or haloperidol. Arch Gen Psychiatry, 57: 249?258.
Rampton S, Stauber J (2002) Research funding, conflict of interest, and the meta-methodology of public relations. Public Health Rep, 117: 331?339.
Rennie D (1997) Thyroid storm. JAMA, 277: 1238?1243.
Rubin EH (2005) The complexities of individual financial conflicts of interest. Neuropsychopharmacology, 30: 1?6.
Safer DJ (2002) Design and reporting modifications in industry-sponsored comparative psychopharmacology trials. J Nerv Ment Dis, 190: 583?592.
Sechter D, Peuskens J, Fleurot O ve ark. (2002) Amisulpride vs. risperidone in chronic schizophrenia: results of a 6-month double-blind study. Neuropsychopharmacology, 27: 1071?1081.
Simpson GM, Lindenmeyer JP (1997) Extrapyramidal symptoms in patients treated with risperidone. J Clin Psychopharmacol, 17: 194?201.
Tohen M (2007) Conflicts of interest and the credibility of psychiatric research. World Psychiatry, 6: 33?34.
Van Amum P (2006) Global pharmaceutical market shows moderate growth. Pharmaceutical Technology, 30: 32.
Warner TD, Gluck JP (2003) What do we really know about conflicts of interest in biomedical research. Psychopharmacology, 171: 36?46
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
6 Temmuz 2009       Mesaj #58
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Otistik Bozukluk ve Gelişim Geriliğinde Bağlanmaya Yönelik Sosyal Davranışların Karşılaştırılması


Dr. Devrim AKDEMİR, Dr. Berna PEHLİVANTÜRK, Dr. Fatih ÜNAL, Psik. Şeniz ÖZUSTA

GİRİŞ

John Bowlby'nin kuramına göre (Bowlby 1969, 1979, 1986, 1988) bağlanma, çocuk ve çocuğa bakımveren kişi arasında gelişen, çocuğun bakımveren kişiyle ilişki kurması, onu araması ve ona yönelik yakınlık arayışı davranışlarında bulunmasıyla kendini gösteren, özellikle stres durumlarında belirginleşen, dayanıklılığı ve devamlılığı olan, yaşam boyu süren duygusal bir bağ olarak tanımlanmaktadır. Bowlby, bebeklerin doğumla birlikte, bakımveren kişi ile ilişki kurma gereksiniminde olduklarını belirtmiştir. Bebekler kendilerine bakımveren kişi ile etkileşimlerini sağlamaya ve bağlanma ilişkisi geliştirmeye yönelik olarak emme, ağlama, izleme, dokunma, gülümseme gibi bağlanma davranışları ile doğarlar ve bebek ile bakımveren arasında sürekli ve tutarlı bir ilişki olduğu sürece bu davranışlar giderek gelişir. Bebekler bağlanma davranışlarını yakın ilişki kurdukları birincil bağlanma nesnesine yönlendirirler. Bowlby'e göre, dünya ile daha iyi başa çıktığı düşünülen bir kişi ile yakınlığı koruma (yakınlarda kalma ve ayrılıklara direnme) bağlanmanın tanımlayıcı özelliğidir. Bağlanmanın temel işlevi ise tehlikelerden korunmadır. Bağlanma davranışı ile keşfetme, araştırma davranışı arasında karşılıklı bir ilişki vardır. Çocuklar güvenli bağlanma ilişkisinin olduğu durumda, stres yaratan koşullarda da güvenlik duygusunu koruyabilir ve araştırıcı davranışlarda bulunabilirler. Birincil bağlanma nesnesi bebeklerin kendilerini güvende hissederek çevreyi araştırıcı davranışlarda bulunduktan sonra dönebilecekleri bir güvenli üs işlevi görmektedir. Bebekler çevreyi araştırıcı davranışları sırasında da birincil bağlanma nesnesi ile göz teması, sözel iletişim, fiziksel temas gibi davranışlar aracılığıyla yakınlığı koruma çabası gösterirler. Bağlanma davranışları, çocuğun, rahatlık arama çabalarına bakımverenin nasıl karşılık vereceği ile ilişkili beklentilerini yansıtmaktadır. Bu beklentilerin olumsuz duyguların düzenlenmesinde ve stresle baş etmede çocuğa rehberlik ettiği düşünülmektedir (Rutgers ve ark. 2007). Bağlanmanın niteliği bebek ile ona bakımveren kişi arasındaki ilişkinin kalitesi ile ilişkilidir ve bebeğin fiziksel, sosyal ve duygusal yoksunluğu ile bağlanma bozukluğu gelişimi artmaktadır (Boris ve ark. 1998, 2004, Smyke ve ark. 2002).


Ainsworth ve arkadaşları (1978) Bowlby tarafından tanımlanan bağlanma kuramını geliştirmişler ve bebeklerin sosyal tepkilerini kendilerine bakımveren kişiye yönlendirebilmelerini ve bakımverenden ayrılma ve yeniden birleşmeye tepkilerini değerlendiren Yabancı Durum Testi (YDT) ile bağlanma örüntülerini güvenli ve güvensiz olarak sınıflandırmışlardır. Birincil bağlanma nesneleri ile güvenli bağlanma geliştiren bebekler, bakımveren kişi olmadığında da araştırıcı davranışlarda bulunabilen, bakımveren kişi ile yakınlığı koruma çabası içinde olan ve onu güvenli üs olarak kullanabilen bebeklerdir. Bakımverenden ayrılığa tepki gösterirler ancak onun geri dönüşüyle rahatlarlar ve araştırıcı davranışlara dönerler.



Erken bebeklik otizmini ilk tanımlayan kişi olan Leo Kanner bu çocukların yalnız olmaya eğilimli olduklarını, dışarıdan gelen her tür uyarıya kendilerini kapattıklarını ve anne babaları ile yabancıları ayırt etmediklerini, anne babalarının da soğuk ve uzak kişiler olduklarını söylemiştir (Kanner 1943). Kanner'in bu tanımı otizmi olan çocukların anne babalarına bağlanma yeteneğine sahip olmadıkları düşüncesini doğurmuştur. Sigman ve arkadaşları otistik bozukluğu olan çocukların kendilerine bakımveren kişiye bağlandıklarını gösteren ilk araştırmacılardır (Sigman ve Ungerer 1984, Sigman ve ark. 1986, Sigman ve Mundy 1989). Bilişsel açıdan eşleştirilmiş, otistik bozukluk tanısı konan ve normal gelişim gösteren çocukları hem serbest oyun sırasında hem de annelerinden ayrılma ve anneleri ile yeniden birleşme sırasında gözlemlemişlerdir. Otistik bozukluğu olan çocukların annelerinden ayrılmaları sırasında gerginlik yaşamasalar da, yeniden birleşme sırasında annelerine yönelik yakınlık arayışı ve fiziksel temas gibi sosyal davranışlar gösterdiklerini, annelerini yabancıya tercih ettiklerini bildirmişlerdir. Daha sonra yapılan çalışmalarda bu bulguyu destekleyecek şekilde otistik bozukluğu olan çocuklarda sosyal ilişkilerde karşılıklılık bozulmuş olsa da, güvenli bağlanma oranının kontrol gruplarına göre düşük olmadığı bulunmuştur (Buitelaar 1995, Dissanayake ve Crossley 1996, 1997, Naber ve ark. 2007a, Rogers ve ark. 1991, 1993, Shapiro ve ark. 1987). Otistik bozukluğu olan çocukların bağlanma davranışlarından biri olarak değerlendirilen belirli bir nesne ya da kişiyi işaret etme ve başkasının dikkatini belirli birşeye yöneltme davranışı olarak tanımlanan ?ortak dikkat? davranışını yapamadıkları bilinmektedir (Griffith ve ark. 1999, McArthur ve Adamson 1996, Naber ve ark. 2008b). Otizmde bağlanmayı değerlendiren bazı çalışmalarda ortak dikkat davranışlarının kontrol gruplarına göre daha az olduğu bildirilmiştir (Sigman ve ark. 1986, Sigman ve Mundy 1989, Dissanayake ve Crossley 1996, 1997). Bu çalışmada ortak dikkat davranışı da bağlanma davranışları arasında değerlendirilmiştir.
Bugüne kadar otistik bozukluk tanısı konan çocuklarda bağlanma ile ilgili yapılan çalışmalarda otizmin şiddeti, bilişsel gelişim, kronolojik yaş ve dil gelişiminin bağlanma davranışları ile ilişkisi anlaşılmaya çalışılmıştır (Pehlivantürk 2004). Ancak farklı çalışmalarda farklı bulgular elde edilmiştir. Çoğu çalışmada otistik bozuklukta bağlanma ile otizmin şiddeti arasında anlamlı bir ilişki olmadığı bulunmuştur (Shapiro ve ark. 1987, Rogers ve ark. 1991, 1993, Willemsen-Swinkels ve ark. 2000). Ancak otizmin şiddeti arttıkça güvenli bağlanmanın azaldığını gösteren çalışmalar da bulunmaktadır (Naber ve ark. 2007a, van Ijzendoorn ve ark. 2007). Rogers ve arkadaşları (1991, 1993) otizmde güvenli bağlanmanın bilişsel gelişim ile ilişkili olduğunu göstererek bu çocuklarda bağlanmanın normal gelişim gösteren çocuklara göre daha geç gelişeceğini bildirmişlerdir. Bazı çalışmalarda ise otizmde bağlanma ve bilişsel gelişim arasında ilişki bulunmamıştır (Rogers ve Dilalla 1990, Shapiro ve ark. 1987, Sigman ve Mundy 1989, Sigman ve Ungerer 1984). Normal gelişim gösteren çocuklarda annenin kendi bağlanma stili ile çocuğuyla olan ilişkisi ve çocuğun bağlanma stili arasında ilişki olduğu gösterilmiş, güvenli bağlanması olan annelerin çocuklarının da güvenli bağlanma geliştirdiği bulunmuştur (Eiden ve ark. 1995, Pederson ve ark. 1998). Otistik bozukluğu olan çocuk ile bakımveren arasındaki bağlanma ilişkisinde de benzer şekilde bakımverenin kendi bağlanma stilinin önemli olabileceği vurgulanmaktadır (van Ijzendoorn ve ark. 2007). Ancak bugüne kadar otizmde bağlanmayı araştıran çalışmalarda annelerin kendi bağlanma stili değerlendirilmemiştir. Otistik bozukluk tanısı konan çocuklarda bağlanma ile dil gelişimi arasında ilişki bulan (Rogers ve Dilalla 1990, Rogers ve ark. 1991, 1993, Dissanayake ve Crossley 1997) ve bulmayan (Sigman ve Mundy 1989) çalışmalar da vardır. Bağlanma ile çocuk yetiştirme tutumları, çocuklardan beklentiler gibi kültüre özgü farklılıklar arasında ilişki olabileceği için otizmde bağlanma çalışmalarının farklı kültürlerde yapılması çalışmalarda elde edilen verilerin yorumlanmasına katkıda bulunabilir.


Bu araştırmada otistik bozukluk tanısı konan çocuklarda bağlanma sürecine ilişkin sosyal davranışların değerlendirilmesi hedeflenmiştir. Bu bağlamda otistik bozukluk tanısı konan çocuklarda bağlanma sürecinin tetiklendiği durumlarda ?yabancılardan çok bakımveren kişiyi tercih etme, bakımveren kişiden ayrılma ve yeniden birleşmeye tepki? olarak değerlendirilen bağlanma davranışlarının olup olmadığı ve bu davranışların otistik bozukluğu olmayan ve gelişim geriliği bulunan çocuklara göre farklılık gösterip göstermediği incelenmeye çalışılmıştır. Her iki grupta annelerin bağlanma davranışlarını ne derece doğru değerlendirdiklerine de bakılmıştır. Buna ek olarak otistik bozukluğu olan çocuklarda bağlanma davranışları ile yaş, bilişsel gelişim, otizmin şiddeti, dil gelişimi ve annenin kendi bağlanma stili gibi klinik değişkenler arasındaki ilişkinin de değerlendirilmesi amaçlanmıştır.

YÖNTEMLER

Araştırma grubu Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı'na ilk kez başvuran, DSM-IV (Amerikan Psikiyatri Birliği, 1994) tanı ölçütlerine göre otistik bozukluk tanısı konan 19 çocuktan; kontrol grubu ise otistik bozukluk tanısı konmayan, ancak yaş, cinsiyet ve zeka düzeyi açısından araştırma grubu ile eşleştirilmiş, gelişim geriliği bulunan 18 çocuktan oluşmuştur.

Araştırma grubunu oluşturan otistik bozukluk tanısı konan çocukların hepsi yeni tanı almış olan, otizm tedavisine yönelik özel eğitim almayan ve ek olarak tıbbi tanısı bulunmayan çocuklardır. Organik etyoloji açısından pediatri bölümünde fizik ve nörolojik muayeneleri yapılmış, epilepsi, fenilketonüri, frajil x, tuberoskleroz gibi hastalıklar için tetkikleri yapılarak bilinen organik bir patolojinin olmadığı gösterilmiştir. Bu grup, yaşları 27-49 ay arasında olan çocuklardan oluşmaktadır.

Kontrol grubunu oluşturan hastalar ise konuşma ve motor gelişim geriliği yakınması ile pediatri bölümünde değerlendirilen ya da özel eğitim merkezlerinde izlenen ve otistik bozukluğa özgü belirtisi olmayan hastalardır. Kontrol grubunu oluşturan çocukların yaşı 28-51 ay arasındadır.

Veri toplama araçları


Görüşme formu

Görüşme formu yazarlar tarafından düzenlenmiş olan yarı yapılandırılmış bir formdur. Sosyodemografik bilgileri, ailenin yakınmalarını, ailenin çocuğunda ilk farkettiği belirtileri ve zamanını, çocuk psikiyatrisine gelmeden önce bu yakınmalar nedeni ile hekimlere başvuru olup olmadığını, başvuru olduysa hekim önerilerini, ailede benzer belirti olup olmadığını, hastaneye başvuru zamanını, hastaların gelişim öyküsünü, tıbbi özgeçmişlerini, ailede ruhsal ya da kronik fiziksel hastalık öyküsünü içermektedir. Hastaların tıbbi özgeçmişleri ile ilgili veriler hastane dosyasındaki bilgiler ile karşılaştırılarak değerlendirilmiştir.
Çocukluk Otizmi Derecelendirme Ölçeği (ÇODÖ, Childhood Autism Rating Scale, CARS)

Çocukluk Otizmi Derecelendirme Ölçeği (Schopler ve ark. 1980) otizm tanısında ve otistik bozukluğu olan çocuğun diğer gelişimsel bozukluğu olan çocuklardan ayırdedilmesinde yaygın olarak kullanılmaktadır. Ölçek aile ile görüşme ve çocuğun gözlemlenmesi sonucunda elde edilen bilgiler temel alınarak doldurulmaktadır. Değerlendiricinin gözlem yapmadan önce 15 maddenin tanımını ve puanlamasını çok iyi bilmesi gerekmektedir. Ölçek ayrı birer alt ölçek görünümünde olan 15 maddeden oluşmakta, ölçeğin doldurulmasıyla çocukta otizmin derecesi belirlenebilmektedir.

Ölçekte yer alan maddeler kişilerle ilişki, taklit, duygusal tepkiler, bedenin kullanımı, nesne kullanımı, değişikliğe uyum, görsel tepki, dinleme tepkisi, tat, koku ve dokunmanın kullanılması, korku/sinirlilik, sözel iletişim, sözel olmayan iletişim, etkinlik düzeyi, bilişsel tepkilerin düzeyi ve genel izlenimler başlıkları altında toplanmakta ve her madde 1 ile 4 arasında yarım derecelik puanlama ile derecelendirilmektedir. 30 ve üzerinde puan alan çocukların otistik bozukluğu olduğu düşünülmektedir. 30-36.5 puan arası hafif-orta şiddette otizmi, 37-60 puan arası ise ağır şiddette otizmi göstermektedir. ÇODÖ'nün otistik bozukluğu olan çocukların zeka geriliği, gelişimsel geriliği ya da başka türlü adlandırılamayan yaygın gelişimsel bozukluğu olan çocuklardan ayırt edilmesinde özgüllük ve duyarlılığının yüksek olduğu gösterilmiştir (Perry ve ark. 2005, Tachimori ve ark. 2003). Ölçeğin ülkemizde geçerlik ve güvenirlik çalışması Sucuoğlu ve arkadaşları (1996) tarafından yapılmış ve 14. madde hariç madde toplam korelasyonunun .60 ile .91 arasında değiştiği, madde analizi ile 14. madde hariç tüm maddelerin hafif/ağır derecede otizmi olan çocukları ayırt ettiği, ölçeğin iç tutarlılık katsayısının .86 olduğu bulunmuştur.

Stanford-Binet Zeka Ölçeği


Bu çalışmada Stanford-Binet olarak adlandırılan testin üçüncü gözden geçirilmiş formu kullanılmıştır (Terman ve Merrill 1960). İki-sekiz yaş arasındaki çocuklara uygulanabilen testte, sözel ve sözel olmayan ve standart malzemelerin kullanıldığı maddeler yaş düzeylerine göre gruplanmıştır. İki-beş yaş arası olan yaş düzeyi gruplarından 6 ay alınırken, testin geri kalan bölümünde geçilen her gruptan birer yaş alınmaktadır.

Stanford-Binet testinin ülkemizde uyarlama çalışması bulunmamaktadır. İlgili kaynaklarda, Stanford-Binet Testi'nin alışılagelmiş bir bilişsel değerlendirme aracından çok, çocuklarla standart bir klinik görüşme formu olduğu söylenmektedir (Anastasi 1982). Bu nedenle Türkiye'de okul öncesi çocukların bilişsel değerlendirilmesine gereksinim duyulduğunda, uyarlama çalışmasının bulunmamasından doğan sınırlılıklar bilinerek deneyimli uygulayıcılar tarafından uygulanmaktadır. Elde edilen IQ puanları çocuğun bulunduğu yaş düzeyine özgü uyum davranışlarıyla birlikte yorumlanmaktadır.

İlişki Ölçekleri Anketi (İÖA)

Griffin ve Bartholomew (1994) tarafından erişkinlerde bağlanma stillerini değerlendirmek üzere geliştirilen 30 maddelik bir soru formudur. Türk örneklemi için uyarlama çalışması Sümer ve Güngör tarafından yapılmıştır ve yapı geçerliği yüksek, alt ölçeklerinin iç tutarlılık katsayıları .27 ile .61 arasında, test tekrar test yöntemi ile tüm boyutlarda güvenirlik katsayıları .54 ile .78 arasında değişen değerlerde bulunmuştur (Sümer ve Güngör 1999). Farklı maddeler toplanarak bağlanma biçimini (güvenli, korkulu, saplantılı ve kayıtsız) ölçmeyi amaçlamaktadır. Katılımcılar her bir maddeyi, bu maddenin kendilerini ve yakın ilişkilerdeki tutumlarını ne derece tanımladığını düşünerek 7 dereceli (1 = beni hiç tanımlamıyor, 7 = tamamıyla beni tanımlıyor) bir Likert tipi ölçek üzerinde derecelendirmişlerdir. Her dört bağlanma biçimi, kendilerini ölçmeyi hedefleyen maddelerin toplanması ve bu toplamların her bir alt ölçekteki (bağlanma biçimi) madde sayısına bölünmesiyle elde edilmektedir. Her bir katılımcının en yüksek puan aldığı bağlanma biçimine sahip olduğu kabul edilmektedir. Katılımcıların her bir bağlanma biçimine ilişkin puanları sürekli veri şeklinde de kullanılabilmektedir. Güvenli bağlanma biçimi kendiliğin değerli olması duygusunun, diğerlerinin ulaşılabilir ve cevap veren olduğuna dair düşüncelerle birleşimini belirtir. Korkulu bağlanma biçimi kendini değersiz hissetme duygusunun diğerlerinin güvenilmez ve reddedici olduğuna dair beklentilerle birleşiminden oluşmaktadır. Saplantılı bağlanma biçimi kendini değersiz hissetme duygusunun diğerlerinin olumlu değerlendirilmesi ile birleşimini belirtir. Kayıtsız bağlanma biçimi de benliğin değerli olduğu duygusunun diğerlerinin güvenilmez ve reddedici olduğuna dair beklentilerle birleşimini yansıtır.

Bağlanma davranışlarının değerlendirilmesi

Araştırmaya katılan tüm çocuklarda bağlanma davranışları Ainsworth ve arkadaşları (1978) tarafından geliştirilen Yabancı Durum Testi'nin (YDT) uyarlanmış şekli ile değerlendirilmiştir. YDT, normal gelişim gösteren çocuğun annesine olan bağlanma davranışlarını gözlemlemek için geliştirilmiştir ve anne-çocuk-yabancının katıldığı 7 ayrı aşamadan oluşmaktadır. Bu sırada çocuğun hem annesi tarafından yatıştırılma ve rahatlık arama hem de çevreyi keşfetme davranışları arasındaki denge değerlendirilmektedir. Bu çalışmada YDT uyarlanarak kullanılmış, otistik bozukluk tanısı konan çocuklarda karşılıklı ilişkiyi başlatma davranışının değerlendirilmesi önemli olduğundan, hem anneler hem de çocuklara yabancı olan kişi kendiliğinden ilişki başlatmamaları ancak çocuğun katılım ya da işbirliği istemesi durumunda karşılık vermeleri konusunda uyarılmışlardır. Ayrıca YDT'de iki kez tekrarlanan anneden ayrılma ve yeniden biraraya gelme durumu otistik bozukluğu olan çocukların yatıştırılmalarındaki zorluk nedeniyle bir kez yapılmıştır.

Tüm çocuklar tek tarafında ayna olan, duvarlarında poster bulunmayan, her değerlendirmede benzer oyuncaklar ve sandalyelerin olduğu, 4x3 metre ölçülerinde olan oyun odasında gözlemlenmiştir. Önce anne ve çocuk oyun odasına alınmış, anne-çocuk 10 dakika serbest oyun oynamış, anne bu sırada kendiliğinden herhangi bir ilişki başlatmamış ancak çocuk başlatırsa yanıt vermiştir. Sonra odaya yabancı girmiş, 5 dakika anne-çocuk-yabancı birlikte kalmışlar, benzer şekilde yabancı da çocukla kendiliğinden herhangi bir ilişki başlatmamış ancak çocuk başlatırsa yanıt vermiştir. Yabancı ile birlikteliğin ardından anne çocuğa ?ben gidiyorum, birazdan geleceğim? diyerek dışarı çıkmıştır. Çocuk ve yabancı 2-3 dakika birlikte kaldıktan sonra anne içeri girmiş, kapıda durup çocuğa ?merhaba? dedikten sonra yerine oturmuştur. Başka sözel ya da fiziksel ilişki başlatmamıştır. Anne, çocuk ve yabancı 2-3 dakika daha içeride kaldıktan sonra gözlem sonlandırılmıştır. Yapılan bu gözlem hem video kaydına alınmış hem de ayna arkasındaki iki araştırmacı olası tüm bağlanma davranışlarının bulunduğu yapılandırılmış form üzerinde çocuğun davranışlarını ?var? ya da ?yok? şeklinde işaretlemişlerdir. Bir bağlanma davranışını her iki araştırıcının ?var? olarak işaretlemesi durumunda bu davranışın bulunduğu kabul edilmiş, araştırıcılar arasında farklılık olduğu durumlarda video kayıtları izlenerek fikir birliğine varılmıştır. Annelere oyun odasına alınmadan önce çocuğu ile birlikte oyun odasına girdiklerinde daha önceden hazırlanan oyuncaklarla 10 dakika evlerinde oynadıklarına benzer şekilde oyun oynayacakları, daha sonra 5 dakika içeri giren yabancı ile birlikte kalacakları, sonrasında annenin ayrılırken ve tekrar oyun odasına döndüğünde yapması gerekenler ve kendiliklerinden herhangi bir ilişki başlatmamaları gerektiği anlatılmıştır. Bu bilgi verildikten sonra Ek 1'de belirtilen bağlanma davranışları anlatılarak annelerin çocuklarının oyun odasında göstereceklerini düşündükleri bağlanma davranışları kaydedilmiştir. Annelerin tahmini çocuğun bağlanma davranışı ile uyumlu ise annelerin bağlanma davranışını doğru değerlendirdiği düşünülmüştür.

Çocukların anneye ve yabancıya yönelik bağlanma davranışları araştırmacılar tarafından hazırlanan bir form üzerinde işaretlenerek değerlendirilmiştir (Ek 1). Bu formda bağlanma davranışı çocuğun en üst düzeyde yapabildiği davranış göz önüne alınarak değerlendirilmiştir. Ayrıca anne ile çocuğun/anne, çocuk ve yabancının birlikte olduğu durumlarda çocuğun en üst düzeyde yapabildiği davranış göz önünde bulundurulmadan her iki grupta bu davranışların ayrı ayrı bulunup bulunmadığına da bakılmıştır.

İşlem

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı'na otistik bozukluğa özgü belirtilerle başvuran ve değerlendiren hekim tarafından otistik bozukluk düşünülerek araştırmacılara yönlendirilen araştırma grubu hastalarının tanıları iki deneyimli çocuk psikiyatristi tarafından DSM-IV (Amerikan Psikiyatri Birliği, 1994) tanı ölçütlerine göre konmuştur. Aynı kurumun ilgili bölümlerine ve özel eğitim merkezlerine duyuru yapılarak ulaşılan, otistik bozukluk tanısı olmayan ve gelişim geriliği olan hastalar da bölümümüzde değerlendirilmiştir. Bu hastalar arasından aynı tanı ölçütlerine göre otistik bozukluğu olmayan yaş, cinsiyet ve bilişsel gelişim düzeyi açısından araştırma grubu ile eşleştirilen çocuklar kontrol grubunu oluşturmuşlardır. Her iki gruptaki çocukların anneleri ile klinik görüşme yapılarak görüşme formu doldurulmuş ve çalışmaya katılan tüm çocuklara iki çocuk psikiyatristi tarafından çocukluk otizmi derecelendirme ölçeği uygulanmıştır. Anneler İÖA doldurmuşlardır. Çocukların bilişsel gelişimini değerlendirmek üzere deneyimli bir klinik psikolog tarafından Stanford-Binet zeka ölçeği uygulanmıştır.

Ardından araştırmaya katılan çocuk ve annesi çocuğun bağlanma davranışları değerlendirilmek üzere oyun odasına alınmıştır. Tüm bu işlemler her hasta için yaklaşık iki-iki buçuk saat sürmüştür. Tüm katılımcılar araştırmanın içeriği ve süreci ile ilgili bilgilendirilmiş, video kaydının yapılmasına izin vermeyen bir anne dışında tüm katılımcılardan onam alınmıştır.

İstatistiksel analiz

Verilerin istatistiksel analizi bilgisayarda paket program (Statistical Package for Social Sciences, SPSS 11.0) kullanılarak yapılmıştır. İşlemlerde, sayımla belirtilen verilerin değerlendirilmesinde ki-kare (x²) testi veya Fisher'in kesin ki-kare testi yapılmıştır. Ölçümle belirtilen verilerin değerlendirmesinde iki grup olduğunda parametrik test varsayımları karşılandığı için Student's t-testi (iki ortalama arasındaki farkın önemlilik testi), ikiden fazla grubun olması durumunda parametrik test varsayımları karşılanmadığından Kruskal Wallis testi uygulanmıştır. İki araştırmacı arasında ÇODÖ puanları ve bağlanma davranışları gibi veriler arasındaki ilişki Pearson korelasyon analizi yapılarak değerlendirilmiştir. Bütün istatistiksel testlerde en düşük anlamlılık düzeyi 0.05 olarak alınmıştır. Karşılaştırılması uygun olmayan bazı veriler ise yüzdeleri ile sunulmuştur.

BULGULAR
Her iki grupta yaş ortalaması, cinsiyet ve Standford-Binet zeka bölümü puan ortalamaları açısından istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunmamaktadır. Yaş ortalaması otistik bozukluğu olan çocuklarda 37.9 ± 6.8 ay, gelişim geriliği olan çocuklarda 41.2 ± 8.5 aydır. Araştırma grubu 15 (%78.9) erkek, 4 (%21.1) kız; kontrol grubu 12 (%66.7) erkek, 6 (%33.3) kız çocuktan oluşmaktadır. Standford-Binet zeka bölümü puan ortalamaları otistik bozukluğu olan çocuklarda 70.8 ± 12.5; gelişim geriliği olan çocuklarda 74.3 ± 19.2 olarak belirlenmiştir. Standford-Binet Zeka Ölçeği'nin standart bir şekilde uygulanamadığı hasta sayısı otistik bozukluğu olan grupta 5 (&.3) gelişim geriliği olan grupta 3'dür (%16.6). Araştırma ve kontrol grubundaki çocukların ailenin kaçıncı çocuğu olduğu da her iki grupta farklılık göstermemektedir. Otistik bozukluğu olan çocukların 11'i (%57.9) ilk çocuk, 5'i (&.3) ikinci çocuk, 3'ü (%15.8) üçüncü çocuk; gelişim geriliği olan çocukların 7'si (%38.9) ilk çocuk, 6'sı (%33.3) ikinci çocuk, 5'i (%27.8) üçüncü ya da sonraki çocuktur.
Anne ya da babaların yaş ve eğitim düzeyi ortalamaları, annelerin çalışıp çalışmama durumları ve babaların meslekleri açısından iki grup arasında farklılık bulunmamıştır. Annelerin yaş ortalaması otistik bozukluğu olan çocuklarda 30.9 ± 5.9 yıl; gelişim geriliği olan çocuklarda 33.0 ± 5.4 yıl iken, babaların yaş ortalaması otistik bozukluğu olan çocuklarda 36.6 ± 7.6 yıl ve gelişim geriliği olan çocuklarda 38.1 ± 5.8 yıldır. Araştırma ve kontrol grubunda sırasıyla annelerin aldığı eğitim süresi ortalamalarının 10.5 ± 4.2 yıl ve 11.0 ± 3.9 yıl; babaların aldığı eğitim süresi ortalamalarının 12.8 ± 3.1 yıl ve 11.2 ± 3.7 yıl olduğu görülmüştür. Otistik bozukluğu olan çocukların annelerinin 8'i (%42.1), gelişim geriliği olan çocukların annelerinin 7'si (%38.9) çalışmaktadır. Araştırma grubunda babaların 13'ü (%68.4) memur, 4'ü (%21.1) serbest, 2'si (%10.5) işçi; kontrol grubunda babaların 11'i (%61.1) memur, 4'ü (%22.2) işçi ve 3'ü (%16.7) serbest olarak çalışmaktadır.



Aile tarafından ilk belirtinin fark edildiği yaş, hekime ilk başvuru yaşı, fark edilen ilk belirtinin ne olduğu, en az bir sözcüğü anlamlı ve uygun şekilde kullanma olarak değerlendirilen dil gelişimi ve ÇODÖ puanları açısından her iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunmaktadır ve bulgular Tablo 1'de verilmiştir. Bu çalışmada birbirinin sonuçlarına kör olan iki araştırmacı arasında ÇODÖ puanları açısından korelasyonun yalnızca otizm grubu için .973, otizm ve gelişim geriliği grupları birlikte değerlendirildiğinde .986 düzeyinde olduğu görülmüştür. ÇODÖ puan ortalamaları bu değerlendirmeyi yapan iki araştırmacı için de otistik bozukluğu olan çocuklarda gelişim geriliği olan çocuklara göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek bulunmuştur. Otistik bozukluğu olan grupta ÇODÖ puanı her iki araştırmacı için 37-60 arasında olan hasta sayısı 13'tür (%68.4). Gelişim geriliği olan grupta ÇODÖ puanı her iki araştırmacı için 37-60 arasında olan hasta bulunmamaktadır.

Bağlanma davranışları


Her iki grupta bağlanma davranışlarına ilişkin veriler Tablo 2'de gösterilmiştir. Bağlanma davranışları açısından anne ve çocuğun birlikte olduğu durumda otistik bozukluğu olan çocuklar ve gelişim geriliği olan çocuklar arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunmuştur. Otistik bozukluğu olan çocukların gelişim geriliği olan çocuklara göre anneleriyle daha fazla uzaktan ilişki, daha az karşılıklı ilişki kurduğu gösterilmiştir. Benzer şekilde anne, çocuk ve yabancının birlikte olduğu durumda da bağlanma davranışlarında otistik bozukluğu olan çocuklar ve gelişim geriliği olan çocuklar arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık görülmüştür. Otistik bozukluğu olan çocukların gelişim geriliği olan çocuklara göre yabancıya daha fazla kayıtsız kaldığı ya da yabancı ile uzaktan ilişki kurduğu, gelişim geriliği olan çocukların yabancı ile daha fazla karşılıklı ilişki kurduğu gösterilmiştir. Annelerine ve yabancıya yönelik bağlanma davranışları açısından karşılaştırıldıklarında, otistik bozukluğu olan çocukların anneleri ile daha yakın ilişki kurdukları, gelişim geriliği olan çocukların ise annelerine ve yabancıya yönelik bağlanma davranışlarının istatistiksel olarak önemli farklılık göstermediği bulunmuştur (otistik bozukluğu olan çocuklar için p<0.01, x2=23.138; gelişim geriliği olan çocuklar için p>0.05, x2=1.286). Anneden ayrılma ve anne ile yeniden biraraya gelme durumlarında ise iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık gösterilememiştir. Her iki grupta da birer çocuk annenin ayrılmasına izin vermediğinden ve anneyi bırakmadığından dolayı anne ile yeniden biraraya gelme durumu değerlendirilememiştir.

Anne-çocuk ya da anne-çocuk-yabancının birarada olduğu durumlarda her iki grupta sosyal ilişki davranışlarının ayrı ayrı bulunup bulunmadığına bakıldığında ise yalnızca ?birşey verme ya da birşey gösterme? iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık göstermektedir (anne-çocuk biraradayken p<0.01, x2=22.954; anne, çocuk ve yabancı biraradayken p<0.01, x2=7.709). Anne çocuk biraradayken otistik bozukluğu olan grupta yalnızca bir çocuk (%5.3), gelişim geriliği olan grupta 15 çocuk (%83.3) annesine bir nesne vermiş ya da göstermiştir. Anne, çocuk ve yabancı biraradayken otistik bozukluğu olan grupta yalnızca bir çocuk (%5.3), gelişim geriliği olan grupta 8 çocuk (%44.4) yabancıya bir nesne vermiş ya da göstermiştir.

Bağlanmayı değerlendiren birbirinin sonuçlarına kör iki araştırmacı arasında anne ve çocuğun birarada olduğu durumda .90; anne, çocuk ve yabancının birarada olduğu durumda .89; anneden ayrılma durumunda .98 düzeyinde; anne ile yeniden biraraya gelme durumunda ise tam korelasyon olduğu gösterilmiştir.

Annelerin bağlanma davranışlarını değerlendirmeleri

Annelerin bağlanma davranışlarını doğru değerlendirmeleri yalnızca anne ile çocuğun birlikte olduğu durumda her iki grup arasında farklılık göstermiştir (p≤0.05, x2=4.014). Bu durumda gelişim geriliği olan çocukların annelerinin çocuklarındaki bağlanma davranışlarını daha yüksek oranda doğru değerlendirdikleri bulunmuştur (araştırma ve kontrol grubunda sırasıyla %35.3 ve %71.4). Anne ile çocuğun birlikte olduğu durumda otistik bozukluğu olan çocukların anneleri %76.5 oranında çocuklarının kendileri ile karşılıklı ilişki kuracağını tahmin etmiş, ancak çocukların yalnızca %29.4'ü anneleri ile karşılıklı ilişki kurmuştur.

Otistik bozukluğu olan çocuklarda bağlanma davranışları ile ilişkili olabilecek değişkenler

Yalnızca araştırma grubunda bağlanma davranışları ile yaş, Standford-Binet zeka puanı, annenin kendi bağlanma stili, dil gelişimi ve ÇODÖ puanları arasındaki ilişki değerlendirilmiştir. Otistik bozukluğu olan çocukların annelerinin 8'i (%42,1) kendi bağlanma stilini ?güvenli? bağlanma, 11'i (%57,9) ?güvensiz? bağlanma şeklinde bildirmiştir. Anne-çocuğun birarada olduğu; anne-çocuk-yabancının birarada olduğu ve anne ile yeniden biraraya gelme durumlarında yaş, Standford-Binet zeka puanı, annenin kendi bağlanma stili, dil gelişimi ve ÇODÖ puanları ile bağlanma davranışları arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki gösterilememiştir. Annelerin her bir bağlanma stiline ilişkin İÖA'dan aldıkları puanlar da bağlanma davranışları ile ilişkili bulunmamıştır. Annelerin kendi bağlanma stilleri ile çocuklarından bekledikleri bağlanma davranışları arasında yalnızca anne çocuk yabancının birarada olduğu durumda istatistiksel olarak anlamlı ilişki vardır (p≤ 0.05, x2=9,143). Bu durumda çocuklarının kayıtsız kalacağını bekleyen annelerin güvenli, kendilerine fiziksel temasta bulunacağını bekleyen annelerin ise güvensiz bağlanma stiline sahip olduğu gösterilmiştir.
Anneden ayrılma durumunda ise yaş, Standford-Binet zeka puanı, annenin kendi bağlanma stili ile bağlanma davranışları arasında ilişki gösterilemezken, dil gelişimi ve ÇODÖ puanları ile bağlanma davranışları arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulunmuştur. Dil gelişimi olan çocukların olmayanlara göre daha az kayıtsız kalma, daha fazla anneyi çağırma ve annenin gitmesine izin vermeme davranışı gösterdiği görülmüştür. Benzer şekilde, anneden ayrılma sırasında ?kayıtsız kalanlarda? ve anne ile ?uzaktan ilişki kuranlarda? ÇODÖ puanları annenin ?peşinden gidenler? ve ?onu çağıran ya da gitmesine izin vermeyenlerden? istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha yüksektir. Otistik bozukluğu olan çocuklarda bağlanma davranışları ile ilişkili olabilecek değişkenlere yönelik analiz sonuçları Tablo 3'de aktarılmıştır.

TARTIŞMA

Bu çalışmada, otistik bozukluğu olan çocukların, gelişim geriliği olan çocuklara benzer şekilde annelerine bağlanma davranışları gösterdikleri ancak gelişim geriliği olan çocuklara göre anneleriyle daha fazla uzaktan ilişki, daha az karşılıklı ilişki kurduğu bulunmuştur. Annelerine ve yabancıya yönelik davranışları açısından karşılaştırıldıklarında ise, otistik bozukluk tanısı konan çocukların gelişim geriliği olan çocuklardan farklı olarak anneleri ile yabancıya göre daha yakın ilişki kurdukları saptanmıştır. Bu gözlemin otistik bozukluğu olan çocukların ilişki kurma alanındaki farklılıkları ile bağlantılı olma olasılığının yanı sıra; gelişim geriliği olan çocukların yabancıya karşı beklenen davranışı göstermemesi ile de ilişkili olabileceği düşünülmüştür. Normal gelişim gösteren çocuklarda YDT sırasında yabancılara uzak durma eğilimi olduğu bilinmesine karşın bu çalışmada gelişim geriliği grubunda yabancıyı ilk kez görmelerine karşın bu durum gözlenmemiştir. Gelişim geriliği olan çocukların genel olarak yabancıya daha yakın durmasının, bilişsel gelişimlerinin yabancıyı tehdit olarak algılamakta yeterli olmayışı, anneleri ile kurdukları güvenli bağlanma sonucunda yabancıya daha güvenli yaklaşmaları ya da kültürel etkenlerle ilişkili olabileceği düşünülmüştür. Ülkemizde normal gelişim gösteren çocuklarda bağlanmanın değerlendirildiği bir çalışmada çocukların bağlanma davranışı gösterdikleri ancak, takvim yaşları ile birlikte değerlendirildiklerinde beklenen yabancı durum tepkisi göstermedikleri, bu durumun anne bebek ilişkisinin dışında bebek ile doğrudan iletişime giren kişilerin sayısı arttıkça yabancı kaygısının azalmasıyla ilişkili olabileceği belirtilmiştir (Atasoy 1997).

Annelerinden ayrılma sırasında ve anneleri ile yeniden biraraya gelme durumunda otistik bozukluğu olan çocukların kontrol grubuna benzer bağlanma davranışları göstermeleri daha önceki çalışmaların verileri ile uyumludur (Dissanayake ve Crossley 1996, 1997, Naber ve ark. 2007a, Rogers ve ark. 1991, 1993, Shapiro ve ark. 1987). Otistik bozukluğu olan çocukların annelerine karşı yabancıya olduğundan daha fazla sosyal davranış gösterdikleri ve annelerinden ayrıldıktan sonra yeniden biraraya gelme durumunda kontrol gruplarına benzer şekilde yakınlık arama davranışı sergiledikleri bildirilmektedir (Buitelaar 1995). Yine de otistik bozukluğu olan çocuklarda bağlanmanın araştırıldığı çalışmaların sonuçlarını değerlendiren bir meta-analizde, bu çocuklarda otistik bozukluğu olmayanlara göre güvenli bağlanmanın daha az olduğu, otizmin bağlanmanın güvenliği üzerinde orta dereceli bir etkisinin olduğu gösterilmiştir (Rutgers ve ark. 2004).


Bu çalışmada anneye ya da yabancıya bir nesne verme ya da bir nesneyi gösterme şeklindeki ortak dikkat davranışının otistik bozukluk ve gelişim geriliği grubunda farklılık gösterdiği bulunmuştur. Otizmde ortak dikkat ile dil gelişimi, sosyal ilişkilendirme, hayali oyun oynama becerisi ve otistik belirtilerin şiddeti arasında ilişki gösterilmişse de (Charman 1997, Delinicolas ve Young 2007, Naber ve ark. 2007b), ortak dikkat ile bağlanma arasında ilişki gösterilememiştir (Naber ve ark. 2007b). Otizmde başkalarının davranış ve içsel durumlarını anlamaya yönelik bozukluğun, diğer kişilerle duygusal yakınlık geliştirememeye neden olarak kendilik ve anne babaya ilişkin içsel çalışma modeli (internal working model) gelişimini aksattığı vurgulanmaktadır (Baron-Cohen 1989). Otizmde nesneleri bir başkasına verme, gösterme, ilgi alanına getirme gibi sosyal yaşamın en temel gerekliliği olan ortak dikkat davranışlarının yapılamamasının başkalarının duygu ifadelerini ve içsel durumlarını anlamayı geciktirerek bağlanmayı da etkilemesi beklenebilir. Bu nedenlerle otizmde ortak dikkat ve bağlanma arasındaki ilişkiyi araştıran daha fazla sayıda araştırmaya gereksinim bulunmaktadır. Otizm ve gelişim geriliği grupları arasında, YDT'de anne-çocuk ya da anne-çocuk-yabancının birarada olduğu durumlarda bağlanma davranışları açısından ortak dikkat davranışı dışında istatistiksel olarak anlamlı farklılık görülmese de, otistik bozukluğu olan çocukların gelişim geriliği olan çocuklara göre hem anneleri hem de yabancı ile farklı ilişki kurduğu gözlemlenmiştir. Bu çocukların anneleri ile oyun oynama, karşılıklılığı olan ilişki kurma, annelerinden yardım isteme gibi davranışlardan çok annelerine uzaktan kısa süreli bakma davranışları gösterdikleri, bazen annelerinin yakınlarında durmaya çalıştıkları, ancak annelerine yaklaşırken de nadiren yüz yüze ilişki kurdukları, genellikle annelerinin yanına arka arka gittikleri, anneleri ile zaman zaman fiziksel temas kurabildikleri, yabancı içeri girdiğinde annelerine daha fazla yaklaştıkları, yabancı ile neredeyse hiç ilişki kurmadıkları, gelişim geriliği grubundaki çoğu çocuğun oyuncaklarla hayali oyun oynamasına karşın otistik bozukluğu olan çocukların hiçbirinin hayali oyun oynamadığı gözlemlenmiştir.
Bu çalışmada otistik bozukluk grubunda yaş ve zeka puanı ile bağlanma davranışları arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki gösterilememiştir. Rogers ve arkadaşları (1991, 1993) otizmde güvenli bağlanmanın bilişsel gelişim ile ilişkisini vurgulayarak, gelişim düzeyinin bağlanma güvenliğinin en güçlü yordayıcısı olduğunu, otizmin bağlanmaya engel olmamakla birlikte gelişimsel gecikmeye bağlı olarak bağlanma davranışlarını değiştirip geciktirebileceğini belirtmişlerdir. Ancak bugüne kadar otizmde bağlanmayı araştıran çalışmaların çoğu dört yaşın üzerindeki çocuklarda yapılmıştır. Son yıllarda, bağlanma güvenliğinin otistik bozukluğu olan daha küçük yaştaki çocuklarda diğer klinik kontrol gruplarına oranla daha az olduğunu bulgulayan çalışmaların (Rutgers ve ark. 2007, van Ijzendoorn ve ark. 2007) yanında farklılık olmadığını gösteren de bir çalışma (Naber ve ark. 2007a) bulunmaktadır. Otizmde bağlanma araştırmalarını değerlendiren bir meta-analiz çalışmasında yalnızca zeka geriliği ile birlikte otizmi olan çocuklarda bağlanmanın daha az güvenli olduğu belirtilmektedir (Rutgers ve ark. 2004). Diğer araştırmalarda otizmde güvenli bağlanma ile bilişsel gelişim arasında ilişki bulunamazken (Rogers ve Dilalla 1990, Shapiro ve ark. 1987, Sigman ve Mundy 1989, Sigman ve Ungerer 1984), bir araştırmada yüksek düzeyde işlevsellik gösteren otistiklerin zeka geriliği olan otistiklere, yalnız zeka geriliği olanlara, dil bozukluğu olanlara ve normal kontrol grubuna göre daha düşük düzeyde güvenli bağlanma gösterdikleri bildirilmiştir (Rutgers ve ark. 2007). Ayrıca gelişim geriliği olan çocuklarda bilişsel gelişimin yanında anne baba duyarlılığının da bağlanma güvenliğini yordadığı gösterilmiştir (Atkinson ve ark. 1999, Moran ve ark. 1992). Otizmde yaşın ve bilişsel gelişimin bağlanma ile ilişkisini daha iyi anlayabilmek için farklı bilişsel gelişim düzeyinde ve yaş gruplarındaki çocukların bağlanmalarının karşılaştırılması ve bağlanmanın zaman içerisinde gelişimini inceleyen araştırmalar yapılması gerekmektedir.

Otistik bozukluğu olan çocuklarda bağlanma davranışları annenin kendi bağlanma stili ile ilişki göstermezken, otizmin şiddeti ve dil gelişimi ile anlamlı ilişki göstermektedir. Bugüne kadar otizmde bağlanmayı araştıran çalışmalarda annelerin kendi bağlanma stili ve çocuklarına olan bağlanmaları değerlendirilmemiştir. Bir çalışmada otizm spektrum bozukluğu olan çocukların anne babalarının kontrol grubunun anne babalarına benzer şekilde çocuklarına duyarlı olduğu ancak çocukların katılımının daha kısıtlı olduğu, anne babaların duyarlılığının yalnızca otizm spektrum bozukluğu olmayan çocuklarda bağlanma güvenliğini yordadığı, otizm grubunda bağlanma güvenliğinin sosyal alandaki belirtilerin şiddeti ile ilişkili olduğu belirtilmektedir (van Ijzendoorn ve ark. 2007). Benzer şekilde iki yaşında otizmi olan çocuklarda bağlanmanın değerlendirildiği bir çalışmada otizmin şiddeti arttıkça güvenli bağlanmanın azaldığı gösterilmiştir (Naber ve ark. 2007a). Otizmde bağlanma çalışmalarının sonuçlarını değerlendiren meta-analiz çalışmasında da otizmin şiddetinin arttıkça bağlanma üzerine olan etkisinin arttığı bildirilmektedir (Rutgers ve ark. 2004). Bu çalışma bulgusuna benzer şekilde otistik bozukluğu olan çocuklarda güvenli bağlanma ile dil gelişimi arasında da ilişki bulunmaktadır (Dissanayake ve Crossley 1997, Rogers ve Dilalla 1990, Rogers ve ark. 1991, 1993). Bağlanma güvenliği ve zihinleştiren dil kullanımı (mentalizing language use) çalışmalarında annelerinden ayrılma sonrasında yeniden buluşma aşamasında güvenli bağlanması olan çocukların anneleriyle bilişsel ve duygusal sözcüklere yer veren konuşmalar yaptığı, güvensiz ve dezorganize bağlanması olanların ise içsel durumlarına ilişkin sözcük kullanımında sınırlılıklar olduğu ve akıcı konuşma yapamadıkları bildirilmiştir (Etzion-Carasso ve Oppenheim 2000, Lemche ve ark. 2004). Ayrıca hem normal gelişim gösteren (Brooks ve Meltzoff 2005, 2008) hem de otistik bozukluğu olan bebeklerde (Delinicolas ve Young 2007, Toth ve ark. 2006) bir erişkinin bakışını izleme, işaret etme, taklit etme gibi bağlanma ve sosyal iletişim açısından önemli olan davranışların dil gelişimi ile ilişkili olduğu gösterilmiştir. Tüm bu veriler otizmde, annelerin çocuklarına karşı duyarlılığı ve kendi bağlanma stillerinin etkisi ile karşılaştırıldığında, sosyal ve iletişim alanındaki belirtilerin şiddetinin bağlanma üzerine daha fazla belirleyici olabileceğini ya da bağlanma güvenliğinden etkilenebileceğini düşündürmektedir. Ancak bu çalışmada annelerin kendi bağlanma stillerini değerlendirdiğimiz İÖA yakın ilişkilerde, romantik ilişkilerde, erişkin ve akran ilişkilerinde bağlanma yönelimini değerlendirdiğinden annelerin çocuklarıyla olan bağlanmalarını özgül ölçeklerle ele alamamış olmamızın yarattığı kısıtlılık göz önünde bulundurulmalıdır. Daha aydınlatıcı sonuçlara ulaşabilmek için otistik bozukluğu bulunan çocukların annelerinin özgül olarak bu çocuklarla kurdukları bağlanma stilini değerlendiren ölçeklerin kullanıldığı daha büyük örneklem grubu ile yapılan çalışmalara gereksinim duyulmaktadır.

Otistik bozukluğu olan çocukların annelerinin çocuklarındaki bağlanma davranışlarını, anne çocuk biraradayken olan bağlanma davranışları dışında gelişme geriliği olan çocukların annelerine benzer şekilde doğru değerlendirdiği bulunmuştur. Otistik bozukluğu olan çocukların anneleri, çocuklarının, kendileri ile serbest oyun ortamında daha fazla karşılıklı ilişki kuracakları beklentisi göstermişler, anne çocuk ve yabancının bir arada olduğu durumda kendi bağlanma stili güvenli olan anneler çocuklarının kayıtsız kalacağını, güvensiz olanlar ise fiziksel temasta bulunacağını bildirmişlerdir. Bu bulgular otistik bozukluğu olan çocukların annelerinin çocuklarındaki bağlanma davranışlarını gördüğünü ve çocuklarının kısıtlılıklarına karşın kendileri ile kurdukları ilişkiye yönelik olarak umutlu olduklarını düşündürmektedir. Araştırma grubundaki annelerin çocuklarının kendileri ile karşılıklı ilişki kuracağı yönündeki beklentilerinde yanılgıya düştükleri, bu annelerin bir kısmının kendi bağlanma stilini güvensiz olarak bildirdiği, güvensiz bağlanma stiline sahip olan annelerin daha fazla fiziksel temas beklediği düşünüldüğünde otistik bozukluk tanısı konan çocukların bazılarının gerçekte tepkisel bağlanma bozukluğu olabileceği akla gelebilir. Tepkisel bağlanma bozukluğu olan hastaların yanlış olarak yaygın gelişimsel bozukluk tanısı alabileceği, her ikisini ayırt etmede çocuğun aldığı bakımın ve tedaviye yanıtın önemli olduğu vurgulanmaktadır (Mukaddes ve ark. 2000, Richters ve Volkmar 1994). Bu çalışmada otistik bozukluk tanısı detaylı klinik değerlendirme ile konulmuş olup hastaların hiçbirinde tepkisel bağlanma bozukluğunu düşündürecek şekilde çocuğun temel duygusal ya da fiziksel gereksinimlerinin karşılanmaması ya da kalıcı bağlanmayı önleyecek şekilde bakımverenin sık sık değişmesi öyküsü bulunmamaktadır.

Bu çalışmanın çeşitli güçlü yanları ve kısıtlılıkları bulunmaktadır. Ülkemizde otistik bozukluğu olan çocuklarda bağlanmayı değerlendiren ilk çalışmadır. Hem otistik bozukluğu olan hem de gelişim geriliği olan çocuklar detaylı olarak değerlendirilmiş, otistik belirtilerin varlığı ve bağlanma davranışları iki ayrı araştırmacı tarafından birbirleriyle yüksek düzeyde uyumlu olacak şekilde belirlenmiştir. Otizmde bağlanmayı araştıracak olan daha sonraki çalışmalarda YDT'ye yönelik eğitim alan araştırmacılar bağlanma stillerini değerlendirebilir. Araştırma ve kontrol gruplarında örneklemin küçük olması çalışma bulgularının genellenebilirliğini kısıtlamaktadır. Çalışmada çocukların yalnızca anneleri ile olan bağlanmaları değerlendirilmiş, babaları ile olan bağlanmaları ele alınamamıştır. Çocukların bağlanma nesneleri babaları da olabileceğinden daha sonra yapılacak çalışmalarda babaların da değerlendirilmesi uygun olacaktır. Gelişim geriliği olan çocukların büyük çoğunluğunda motor gelişim geriliğinin bulunması bu çocukların özerklik geliştirme süreçlerini aksatarak anne çocuk ilişkisini olumsuz etkilemiş ve anneden ayrılma ve anne ile yeniden biraraya gelme durumlarındaki bağlanma davranışları açısından her iki grubun ayrışmasını engellemiş olabilir. YDT'de beklediğimiz bağlanma davranışlarının değerlendirme öncesinde annelere anlatılmış ve onların beklentilerinin sorulmuş olması annelerin çocuklarına olan davranışlarını değiştirerek çocukların bağlanma davranışlarını etkilemiş olabilir. Ayrıca bağlanma ile bilişsel gelişim ve otizmin şiddeti arasındaki ilişkinin, bilişsel gelişim düzeyinin ve otizmin şiddetinin farklılık gösterdiği daha büyük örneklem gruplarında değerlendirilmesi daha aydınlatıcı sonuçlar verecektir. Bağlanma davranışlarının birbirinden farklı ortamlarda birden fazla kez gözlemlenmesi bu davranışların tutarlılığının daha iyi değerlendirilmesini sağlayacaktır.

Bu çalışmada otistik bozukluğu olan çocukların otistik bozukluğu olmayan ve gelişim geriliği olan çocuklara benzer şekilde bağlanma davranışları gösterdiği, bağlanma davranışlarını yabancıdan çok annelerine yönlendirdikleri, iki grup arasında en belirgin farklılığı otistik bozukluğu olan çocuklarda ortak dikkat davranışlarının çok daha az olmasının yarattığı bulunmuştur. Otistik bozukluğu olan çocuklarda bağlanma davranışlarının otizmin şiddeti ve dil gelişimi ile ilişkili bulunması, otizm tanısının erken dönemde konmasının ve tedavinin bu dönemde başlamasının otistik belirtilerin azalmasına, güvenli bağlanmaya ve güvenli bağlanma ile ilişkili olarak dil gelişimine katkıda bulunabileceğini düşündürmektedir. Otizmin erken döneminde anne babaların bu çocuklardaki zorluklarla daha kolay baş edebildikleri de gösterilmiştir (Rutgers ve ark. 2007). Otizmde karşılıklı ilişki kurma becerilerinde bozukluk olmasından dolayı, anne babaların çocuklarındaki bağlanma gereksinimini ve bağlanma davranışlarını hastalığın bu erken döneminde doğru bir şekilde yorumlaması ve karşılaması, bu çocukların güvenli bağlanma ilişkileri kurmalarını arttırarak sosyal gelişimlerine katkıda bulunabilir.

KAYNAKLAR



Ainsworth MDS, Blehar MC, Waters E ve ark. (1978) Patterns of attachment: a psychological study of the strange situation. Hillsdale, NJ. Lawrence Erlbaum.
Amerikan Psikiyatri Birliği (1994) Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı, dördüncü baskı (DSM-IV) (Çev. ed.: E. Köroğlu) Hekimler Yayın Birliği, Ankara, 1995.
Anastasi A (1982) Psychological Testing, 5. baskı, New York, Macmillian Publishing Co.
Atasoy Z (1997) Altı ve oniki aylyk bebeklerde bağlanma. Türk Psikiyatri Dergisi, 8:266-279.
Atkinson L, Chisholm VC, Scott B ve ark. (1999) Atypical attachment in infancy and early childhood among children at developmental risk. III. Maternal sensitivity, child functional level, and attachment in Down syndrome. Monogr Soc Res Child Dev, 64:45-66.
Baron-Cohen S (1989) Are autistic children ?Behaviorists?? An examination of their mental-physical and appearance-reality distinctions. J Autism Dev Dis, 19:579-600.
Boris NW, Zeanah CH, Larrieu JA ve ark. (1998) Attachment disorders in infancy and early childhood: a preliminary investigation of diagnostic criteria. ** J Psychiatry, 155:295-7.
Boris NW, Hinshaw-Fuselier SS, Symke AT ve ark. (2004) Comparing criteria for attachment disorders: establishing reliability and validity in high-risk samples. J ** Acad Child Adolesc Psychiatry, 43:568-77.
Bowlby J (1969) Attachment and Loss, 1. cilt, Attachment. Newyork Basic Books.
Bowlby J (1979) The Making and Breaking of Affectional Bonds. Tavistock London.
Bowlby J (1986) The nature of the child's tie to his mother. Essential Papers On Object Relations, 1. baskı, Buckley P (Ed.) New York University Press, s:153-199.
Bowlby J (1988) A Secure Base: Clinical Applications of Attachment Theory. Routledge, London.
Brooks R, Meltzoff AN (2005) The development of gaze following and its relation to language. Dev Sci, 8:535-43.
Brooks R, Meltzoff AN (2008) Infant gaze following and pointing predict accelerated vocabulary growth through two years of age: a longitudinal, growth curve modeling study. J Child Lang, 35:207-20.
Buitelaar J (1995) Attachment and social withdrawal in autism. Hypotheses and findings. Behaviour, 132:319-350.
Charman T (1997) The relationship between joint attention and pretend play in autism. Dev Psychopathol, 9:1-16.
Delinicolas EK, Young RL (2007) Joint attention, language, social relating, and stereotypical behaviours in children with autistic disorder. Autism, 11:425-36.
Dissanayake C, Crossley SA (1996) Proximity and sociable behaviours in autism: evidence for attachment. J Child Psychol Psychiatry, 37:149-56.
Dissanayake C, Crossley SA (1997) Autistic children's responses to separation and reunion with their mothers. J Autism Dev Disord, 27:295-312.
Eiden RD, Teti DM, Corns KM ve ark. (1995) Maternal working models of attachment, marital adjustment, and the parent-child relationship. Child Dev, 66:1504-18.
Etzion-Carasso A, Oppenheim D (2000) Open mother-pre-schooler communication: relations with early secure attachment. Attach Hum Dev, 2:347-70.
Griffin D, Bartholomew K (1994) The metaphysics of measurement: the case of adult attachment. Attachment process in adulthood: advances in personal relationships içinde. K Bartholomew, D Perlman (eds.) Jessica Kingsley Publishers, London, Cilt: 5, s:17-52.
Griffith EM, Pennington BF, Wehner EA ve ark. (1999) Executive functions in young children with autism. Child Dev, 70:817-32.
Kanner L (1943) Austictic disturbances of affective contact. Nerv Child, 2:217-250.
Lemche E, Klann-Delius G, Koch R ve ark. (2004) Mentalizing language development in a longitudinal attachment sample: implications for alexithymia. Psychother Psychosom, 73:366-74.
McArthur D, Adamson LB (1996) Joint attention in preverbal children: autism and developmental language disorder. J Autism Dev Disord, 26:481-96.
Moran G, Pederson DR, Pettit P ve ark. (1992) Maternal sensitivity and infant-mother attachment in a developmentally delayed sample. Infant Behav Dev, 15:427-442.
Mukaddes NM, Bilge S, Alyanak B ve ark. (2000) Clinical characteristics and treatment responses in cases diagnosed as reactive attachment disorder. Child Psychiatry Hum Dev, 30:273-87.
Naber FB, Swinkels SH, Buitelaar JK ve ark. (2007a) Attachment in toddlers with autism and other developmental disorders. J Autism Dev Disord, 37:1123-38.
Naber FB, Swinkels SH, Buitelaar JK ve ark. (2007b) Joint attention and attachment in toddlers with autism. J Abnorm Child Psychol, 35:899-911.
Naber F, Bakermans-Kranenburg MJ, van Ijzendoorn MH ve ark. (2008) Joint attention development in toddlers with autism. Eur Child Adolesc Psychiatry, 17:143-52.
Pederson DR, Gleason KE, Moran G ve ark. (1998) Maternal attachment representations, maternal sensitivity, and the infant-mother attachment relationship. Dev Psychol, 34:925-33.
Pehlivanturk B (2004) Otistik bozukluğu olan çocuklarda bağlanma. Türk Psikiyatri Dergisi, 15:56-63.
Perry A, Condillac RA, Freeman NL ve ark. (2005) Multi-site study of the Childhood Autism Rating Scale (CARS) in five clinical groups of young children. J Autism Dev Disord, 35:625-34.
Richters MM, Volkmar FR (1994) Reactive attachment disorder of infancy or early childhood. J ** Acad Child Adolesc Psychiatry, 33:328-32.
Rogers SJ, Dilalla DL (1990) Age of symptom onset in young children with pervasive developmental disorders. J ** Acad Child Adolesc Psychiatry, 29:863-72.
Rogers SJ, Ozonoff S, Maslin-Cole C ve ark. (1991) A comparative study of attachment behavior in young children with autism or other psychiatric disorders. J ** Acad Child Adolesc Psychiatry, 30:483-8.
Rogers SJ, Ozonoff S, Maslin-Cole C ve ark. (1993) Developmental aspects of attachment behavior in young children with pervasive developmental disorders. J ** Acad Child Adolesc Psychiatry, 32:1274-82.
Rutgers AH, Bakermans-Kranenburg MJ, van Ijzendoorn MH ve ark. (2004) Autism and attachment: a meta-analytic review. J Child Psychol Psychiatry, 45:1123-34.
Rutgers AH, van Ijzendoorn MH, Bakermans-Kranenburg MJ ve ark. (2007) Autism, attachment and parenting: a comparison of children with autism spectrum disorder, mental retardation, language disorder, and non-clinical children. J Abnorm Child Psychol, 35:859-70.
Schopler E, Reichler R, DeVellis R ve ark. (1980) Toward objective classification of childhood autism: Childhood Autism Rating Scale (CARS). J Autism Dev Disord, 10:91-103.
Shapiro T, Sherman M, Calamari G ve ark. (1987) Attachment in autism and other developmental disorders. J ** Acad Child Adolesc Psychiatry, 26:480-4.
Sigman M, Ungerer JA (1984) Attachment behaviors in autistic children. J Autism Dev Disord, 14:231-44.
Sigman M, Mundy P, Sherman T ve ark. (1986) Social interactions of autistic, mentally retarded and normal children and their caregivers. J Child Psychol Psychiatry, 27:647-55.
Sigman M, Mundy P (1989) Social attachments in autistic children. J ** Acad Child Adolesc Psychiatry, 28:74-81.
Smyke AT, Dumitrescu A, Zeanah CH ve ark. (2002) Attachment disturbances in young children. I: The continuum of caretaking casualty. J ** Acad Child Adolesc Psychiatry, 41:972-82.
Sucuoğlu B, Öktem F, Akkök F ve ark. (1996) Otistik çocukların değerlendirilmesinde kullanılan ölçeklere ilişkin bir çalışma. Psikiyatri Psikoloji Psikofarmakoloji Dergisi, 4:116-121.
Sümer N, Güngör D (1999) Yetişkin bağlanma stilleri ölçeklerinin Türk örneklemi üzerinde psikometrik değerlendirmesi ve kültürlerarası bir karşılaştırma. Türk Psikoloji Dergisi, 14:71-106.
Tachimori H, Osada H, Kurita H ve ark. (2003) Childhood autism rating scale-Tokyo version for screening pervasive developmental disorders. Psychiatry Clin Neurosci, 57:113-8.
Terman LM, Merrill LA (1960) Stanford Binet Intelligence Scale: Manual for the Third Revision, Form L-M., Houghton Mifflin, Boston.
Toth K, Munson J, Meltzoff AN ve ark. (2006) Early predictors of communication development in young children with autism spectrum disorder: joint attention, imitation, and toy play. J Autism Dev Disord, 36:993-1005.
van Ijzendoorn MH, Rutgers AH, Bakermans-Kranenburg MJ ve ark. (2007) Parental sensitivity and attachment in children with autism spectrum disorder: comparison with children with mental retardation, with language delays, and with typical development. Child Dev, 78:597-608.
Willemsen-Swinkels SH, Bakermans-Kranenburg MJ, Buitelaar JK ve ark. (2000) Insecure and disorganised attachment in children with a pervasive developmental disorder: relationship with social interaction and heart rate. J Child Psychol Psychiatry, 41:759-67.

_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
6 Temmuz 2009       Mesaj #59
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Bir Terörist Saldırı Sonrasında Travma Sonrası Stres Bozukluğu Gelişimini Etkileyen Risk Faktörleri

Dr. Altan EŞSİZOĞLU, Dr. Aziz YAŞAN, Dr. İsrafil BÜLBÜL, Dr. Suna ÖNAL, Dr. Ejder Akgün YILDIRIM, Dr. Tamer AKER

GİRİŞ

03 Ocak 2008 günü Türkiye'nin Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde bulunan Diyarbakır'ın işlek bir caddesinde otomobil içerisine konulan patlayıcılarla terörist bir saldırı gerçekleşmiş, bu saldırıda resmi kaynaklara göre 6 kişi yaşamını yitirmiş 67 kişi ise yaralanmıştır. Terörizm kitleler üzerinde en yüksek psikolojik etkiye neden olabilecek şekilde tasarlanan bir savaşım biçimidir (Everly ve Mitchell 2001). Travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) felaketlerden sonra en sık görülen psikolojik bozukluklardan birisidir (Galea ve ark. 2005). Birçok çalışma terörist saldırılara doğrudan tanık olmuş kişilerde TSSB'nin yüksek oranlarda görüldüğünü bildirmektedir (Norris ve ark. 2002). Terörist saldırlar sonrası TSSB gelişimi İrlanda, İsrail, Fransa, Tanzanya (Gidron 2002), ABD (North ve ark. 1999), Kenya (Frank ve ark. 2004) ve İspanya (Gabriel ve ark. 2007) gibi ülkelerde çalışılmıştır. Bu çalışmaların bir kısmında travmaya maruz kalan kişilerde TSSB gelişimi açısından risk faktörleri araştırılmıştır. Frank ve arkadaşları (2004) 7 Ağustos 1998'de Kenya'da meydana gelen bombalı terörist saldırı sonrasında yaptıkları çalışmada, kadın olmanın, evli olmamanın, eğitim düzeyinin düşük olmasının, patlama sırasında saldırının meydana geldiği bölgede bulunmanın, patlamaya görsel olarak tanıklık etmenin, yaralanmış olmanın, yaralanmanın tam olarak iyileşmemiş olmasının, yas tutuyor olmanın (patlama nedeni ile bir yakın ya da tanıdığının ölmüş olması), patlamadan sonra ekonomik güçlükler yaşamanın, yaralanma nedeni ile çalışamıyor olmanın TSSB gelişimi ile ilişkili olduğunu saptamışlardır.

Türkiye, yakın tarihinde bu tür terörist saldırılara maruz kalmış bir ülke olmasına karşın bu saldırıların kişiler üzerinde nasıl bir psikolojik etkiye neden olduğu ile ilgili yapılmış çalışmalara rastlanmamıştır. Bu çalışmanın amacı 03 Ocak 2008'de meydana gelen patlamaya görsel ya da işitsel olarak tanık olan kişilerde patlamanın 1 ve 3 ay sonrasında TSSB oranlarını belirlemek ve bununla ilişkili risk faktörlerini saptamaktır.

YÖNTEMLER

Çalışmaya, patlamanın meydana geldiği caddeye komşuluğu (cephesi) olan toplam 7 apartmanda yaşayanlar ve işyerlerinde çalışanlar arasından patlamaya görsel ya da işitsel olarak tanık olan 16 yaş ve üzerindeki onayları alınmış (16-18 yaş arasındaki kişiler için anne ve babalarının onayı da alınarak) tüm kişiler dahil edildi. Bu apartmanlarda yaklaşık 200 hane mevcuttur. Patlamadan sonraki 1. ayda ulaşılan 443 kişiden 92'si (%20.8) çalışmaya katılmayı reddetti, bu kişilere neden reddettikleri sorulmadı. 44 kişi (%9.9) formları uygun bir şekilde doldurmamıştı. Veri formları değerlendirilen 307 kişiden 216'sı patlama anına görsel ya da işitsel olarak tanıklık etmişti. 3. ayda bu 216 kişiden 22'si (%10.8) çalışmaya katılmayı reddetti, 30 kişiye (%13.9) çeşitli nedenlerle (taşınma, şehir dışında bulunma vb) ulaşılamadı ve 18 kişinin (%8.3) veri formları yeterli bilgi içermiyordu. Böylece 3. ay verileri patlama anına görsel ya da işitsel olarak tanıklık eden 146 kişi üzerinden değerlendirildi. Katılımcılara 1. ve 3. aylarda aşağıdaki veri formları uygulandı. Veri formları 2 psikiyatri uzmanı ve 2 psikiyatri asistanı tarafından kişilere yaşadıkları ev ve çalıştıkları işyerlerine gidilerek ulaştırıldı. Formlar, dağıtılan ev ve işyerlerine 3 gün içerisinde en az 2 defa tekrar gidilerek toplandı. Okuma yazma bilmeyen kişilerin formlarının doldurulmasında çalışmacılar tarafından yardımcı olundu. Çalışmacılar, Diyarbakır'da yaygın olarak konuşulan Kürtçe ve Zazaca dillerini de bildiklerinden tercüman kullanılmadı. Katılımcılarla psikiyatrik görüşme yapılmadı.

Veri formları

1- Sosyodemografik veri formu: Tarafımızdan hazırlanan bu veri formuyla katılımcılara, isimleri (isteğe bağlı), yaşları, cinsiyetleri, medeni durumları, yalnız yaşayıp yaşamadıkları, ücret karşılığı çalışıp çalışmadıkları (ev kadınları çalışmayan kategorisinde değerlendirildi) ve eğitim düzeyleri soruldu. Yaşam öykülerinde daha önce psikiyatrik bozukluk geçirip geçirmedikleri soruldu. Bu soruya ?evet' ya da ?hayır' şeklinde yanıt vermeleri istendi. Meydana gelen patlama ile ilgili olarak ise patlamanın olduğu noktaya yakınlıkları, patlama nedeniyle evlerinde/işyerlerinde fiziksel hasar meydana gelip gelmediği, patlamadan sonra ölü ve/veya yaralılarla karşılaşıp karşılaşmadıkları, yardım çalışmasına katılıp katılmadıkları, patlama nedeni ile kendilerinin ya da bir tanıdıklarının fiziksel zarar görüp görmediği, tanıdıklarından ölenlerin olup olmadığı, patlama karşısında hissettikleri korku, dehşet ve çaresizliğin derecesi soruldu. Katılımcılara hangi etnik kökene mensup oldukları, böyle bir sorunun ret oranlarını arttırabileceği öngörüsü nedeni ile sorulmamıştır.
2- Travmatik Stres Belirti Ölçeği: Bu ölçek, Başoğlu ve arkadaşları (2001) tarafından geliştirilmiş, güvenilirlik ve geçerlilik çalışması yapılmıştır. Toplam 23 maddeden oluşan, kişilerin kendi kendilerini son bir ay için değerlendirdikleri, dörtlü likert tipi bir ölçektir. Her maddenin puanları 0-3 arasındadır ve ölçek toplam puanı maddelerin toplanması ile elde edilir. İlk 17 maddesi DSM-IV'te belirtilen TSSB belirtilerini, son altı maddesi ise depresyon belirtilerini sorgular. Bu 17 maddeden elde edilen puanın 25 ve üzerinde olması muhtemel TSSB'ye işaret eder. Başoğlu ve arkadaşları TSSB için duyarlılık ve özgüllüğün %81 olduğunu bildirmişlerdir (Başoğlu ve ark. 2001).

İstatistiksel analiz

Verilerin istatistiksel analizinde SPSS 15 istatistik programı kullanıldı. Patlama sonrasında Travmatik Stres Belirti Ölçeği'ne göre TSSB gelişen ve gelişmeyenler, sosyodemografik verilerden sınıflandırılmış olanlar açısından kikare analizi, normal dağılıma uyanlar açısından student t testi analiziyle karşılaştırıldı. Bu analizlerde anlamlılık düzeyi p<0.05 olarak kabul edilmiştir. TSSB gelişimi için risk faktörlerinin değerlendirilmesinde Lojistik regresyon ve lineer regresyon analizleri kullanılmıştır. Lojistik regresyon modeline, 1. ay analizlerinde anlamlı fark saptanan (anlamlılık düzeyi p≤0.10 olarak alınmıştır) değişkenler sokulmuştur (Rothman ve Greenland 1998). Ayrıca 3. ay analizine 1. ay sonundaki muhtemel TSSB varlığı da ek olarak konulduğunda değişkenlerin anlamlılık düzeylerinde farklılaşma olup olmadığı incelenmiştir. ?Patlama karşısında ne kadar korku, dehşet ya da çaresizlik hissetiniz' sorusuna verilen yanıt (1. ay değerlendirmesinde anlamlı fark çıkmasına karşın), bu belirtinin zaten TSSB açısından tanı koydurucu olması sebebiyle lojistik regresyon analizine alınmamıştır. Ayrıca 3. ay değerlendirmelerinde yine aynı soruya verilen yanıtlar ?hiç', ?biraz-orta' ve ?şiddetli' şeklinde sınıflandırıldığında istatistiksel açıdan karşılaştırılamadığından ?var' ve ?yok' (?hiç' yanıtları ?yok' kategorisinde, ?biraz-orta' ve ?şiddetli' yanıtları ise ?var' kategorisinde değerlendirilmiştir) şeklinde sınıflandırılmıştır.

BULGULAR

Patlamadan sonraki 1. ayda çalışmaya katılanların %50'si (108) kadın, %50'si (108) erkekti. Ortalama yaşları 33.68±11.45 (16-70 yaş aralığında) ve ortalama aylık gelirleri 1773.75±1626.17 TL idi. %59.3'ü (128) evli, %32.9'u (71) üniversite mezunuydu, hiçbiri yalnız yaşamıyordu ve %71.3'ü (154) halen çalışmaktaydılar. Patlamanın ardından 1. ay sonunda değerlendirilen 216 kişiden 27'si (%12.5) Travmatik Stres Belirti Ölçeği'ne göre TSSB tanısı almıştır. TSSB gelişen ve gelişmeyen iki grup karşılaştırıldığında, TSSB gelişenlerde psikiyatrik bozukluk öyküsünün (%25.9, %4.8) anlamlı derecede yüksek olduğu saptandı (X2= 15.429 ve p<0.001). 1. ay sonunda katılımcıların sosyodemografik özellikleri ve TSSB gelişen ve gelişmeyenlerin bu özellikler açısından karşılaştırılması tablo 1'de sunulmuştur.

Bu 216 katılımcıdan %19.4'ü (42) patlamanın gözlerinin önünde olduğunu, %80.6'sı (174) gürültüyü ve sarsıntıyı hissettiklerini, %58.3'sı (126) ölü ve yaralılarla karşılaştığını, %8.3'ü (18) fiziksel olarak yaralandığını (bu yaralanmaların tümü hafif düzeyde yaralanmalardı ve yatırılarak tedaviyi gerektirmemişti) bildirmişti. TSSB gelişenlerde gelişmeyenlere göre, patlamaya görsel olarak tanıklık etmiş olma (%37.0, %16.9), ölü ve yaralılarla karşılaşmış olma (%81.5, %55.0), patlama nedeniyle fiziksel yaralanmaya uğramış olma (%29.6, %5.3), bir yakın ya da tanıdığının ölmesi (%18.5, %6.9) ve yaralanmış olması (%37.0, %15.9) oranlarının anlamlı düzeyde yüksek olduğu belirlenmiştir (sırasıyla X2= 6.097 ve p= 0.014, X2= 6.803 ve p= 0.009, X2= 18.320 ve p< 0.001, X2= 4.190 ve p= 0.041, X2= 7.013 ve p= 0.008). Patlamadan 1 ay sonra TSSB gelişen ve gelişmeyen iki grubun patlamaya olan tepkilerinin ve patlamanın sonuçlarının karşılaştırılması tablo 2'de sunulmuştur.

Patlamanın ardından 3. ay sonunda değerlendirilen 146 kişiden 14'ü (%9.6) Travmatik Stres Belirti Ölçeği'ne göre muhtemel TSSB tanısı almıştır. TSSB gelişen ve gelişmeyen iki grup karşılaştırıldığında, TSSB gelişenlerde psikiyatrik bozukluk öyküsünün (%42.9, %6.1) anlamlı derecede yüksek olduğu saptandı (X2= 19.768 ve p<0.001). 3. ay sonunda katılımcıların sosyodemografik özellikleri ve TSSB gelişen ve gelişmeyenlerin bu özellikler açısından karşılaştırılması tablo 3'te sunulmuştur.

Patlamadan sonraki 3. ayda, TSSB gelişenler ve gelişmeyenler karşılaştırıldığında, TSSB gelişenlerde bir yakın ya da tanıdığının yaralanmış olması oranının (%42.9, %12.9) anlamlı düzeyde yüksek olduğu belirlendi (X2= 8.571 ve p= 0.003). Patlamadan 3 ay sonra TSSB gelişen ve gelişmeyen iki grubun patlamaya olan tepkilerinin ve patlamanın sonuçlarının karşılaştırılması tablo 4'te sunulmuştur.

1. ay analizlerinde anlamlı fark saptanan (anlamlılık düzeyi p≤0.10 olarak alınmıştır) psikiyatrik bozukluk öyküsü (p< 0.001), patlamaya yakınlık (p=0.014), ölü ve yaralılarla karşılaşma (p=0.009), ev/işyerinde fiziksel hasar (p=0.082), fiziksel yaralanma (p<0.001), yakın/tanıdık ölümü (p=0.041), yakın/tanıdık yaralanması (p=0.008) değişkenleri hem 1. ay sonu hem de 3. ay sonu TSSB gelişimini etkileyen risk faktörlerini saptamak amacıyla lojistik regresyon analizine sokulmuştur. Böylece 1. ay sonunda psikiyatrik bozukluk öyküsüne sahip olmanın [OR(Odds ratio)=10.764)] ve patlama sırasında fiziksel yaralanmaya uğramanın (OR=5.782), 3. ay sonunda ise psikiyatrik bozukluk öyküsüne sahip olmanın (OR=10.637) TSSB gelişimi açısından risk faktörü olduğu saptanmıştır. Ancak 1. ayda muhtemel TSSB varlığı 3. aydaki TSSB gelişimi açısından bir değişken olarak değerlendirmeye alındığında, psikiyatrik bozukluk öyküsüne sahip olmanın 3. ay sonunda TSSB gelişimi açısından risk faktörü olmadığı belirlenmiştir. 1. ayda muhtemel TSSB varlığının (OR=27.744) ise 3. ay sonunda TSSB gelişimi açısından risk faktörü olduğu saptanmıştır. Diğer değişkenler açısından anlamlılık düzeylerinde değişiklik olmamıştır. Patlamadan 1 ve 3 ay sonra lojistik regresyon analizine göre TSSB gelişimini etkileyen risk faktörleri tablo 5'te sunulmuştur.

Travmatik Stres Belirti Ölçeği'nde katılımcıların ilk 17 maddeden aldıkları toplam puan kullanılarak, 1. ve 3. ay için aynı bağımsız değişkenlerle yapılan lineer regresyon analizinde 1. ay sonunda psikiyatrik bozukluk öyküsüne sahip olmanın (t=4.523, p<0.001) ve patlama sırasında fiziksel yaralanmaya uğramanın (t=2.155, p=0.032) Travmatik Stres Belirti Ölçeği toplam puanı üzerinde anlamlı derecede etkili olduğu ancak patlamaya yakınlık (t= -1.108), ölü ve yaralılarla karşılaşma (t=1.558), yakın/tanıdık ölümü (t= 1.220), ev/işyerinde fiziksel hasar (t=1.059) ve yakın/tanıdık yaralanmasının (t= 1.706) ise anlamlılık yaratmadığı (p>0.05) saptanmıştır. 3. ay sonunda ise psikiyatrik bozukluk öyküsüne sahip olmanın (t=2.946, p=0.004) Travmatik Stres Belirti Ölçeği toplam puanı üzerine anlamlı derecede etkili olduğu, patlamaya yakınlık (t= -1.362), ölü ve yaralılarla karşılaşma (t=0.899), yakın/tanıdık ölümü (t=1.331) ve yakın/tanıdık yaralanmasının (t=1.025) ise anlamlılık yaratmadığı (p>0.05) belirlenmiştir. Lojistik regresyon analizinde yapıldığı gibi lineer regresyon analizinde, 1. ayda muhtemel TSSB varlığı 3. aydaki TSSB gelişimi açısından bir değişken olarak değerlendirmeye alındığında psikiyatrik bozukluk öyküsüne sahip olmanın 3. ay sonunda Travmatik Stres Belirti Ölçeği toplam puanı üzerinde etkili olmadığı görülmüştür. 1. ayda muhtemel TSSB varlığının (t=6.506, p<0.001) ise 3. ay sonunda Travmatik Stres Belirti Ölçeği toplam puanı üzerinde anlamlı derecede etkili olduğu saptanmıştır.

TARTIŞMA

Katılımcıların 1. ay sonundaki TSSB oranı %12.5, 3. ay sonundaki TSSB oranı ise %9.6 olarak saptanmıştır. Terörist saldırılardan sonra yapılan çalışmalarda popülasyonda %7 ile %35 gibi yüksek TSSB oranları bildirilmiştir (Galea ve ark. 2002, Schlenger ve ark. 2002, Frank ve ark. 2004, Gabriel ark. 2007, Abenhaim ve ark. 1992). Üzerinde çalışılan örneklemlerin özellikleri, çalışmalarda saptanan TSSB oranları arasındaki farka neden olan önemli bir etmen olabilir. Örneğin; Gabriel ve arkadaşlarının (2007) 11 Mart 2004'te Madrid'de meydana gelen bombalı saldırı sonrasında fiziksel olarak yaralanan grupta TSSB oranını %44.1, yakındaki yerleşim biriminde yaşayanlardaki TSSB oranını ise %12.3 olarak bildirmişlerdir. Ancak bu değişkenliği sadece çeşitli yöntemsel farklılıklarla açıklamak güçtür. Travmatik olayların neden olduğu yıkım, yol açtığı can kaybı ve çalışmanın yapıldığı zaman gibi pek çok etmen hastalık yaygınlıklarını değiştirebilir (Başoğlu ve ark. 2002).

Çalışmamızda, lojistijk regresyon analizinde 1. ve 3. ay için psikiyatrik bozukluk öyküsüne sahip olmanın TSSB gelişimi açısından risk faktörü olduğu belirlendi. Psikiyatrik bozukluklar TSSB riskini, TSSB diğer psikiyatrik bozuklukların ortaya çıkma riskini arttırır (Perkonigg ve ark. 2000). Psikiyatrik bir bozukluk öyküsüne sahip olmak TSSB gelişimi için güçlü bir risk faktörüdür (Breslau ve ark. 1995, Blanchard ve ark. 1995, North ve ark. 1999, Brewin ve ark. 2000, Hapke ve ark. 2006). Ancak 1. ayda muhtemel TSSB varlığı 3. aydaki TSSB gelişimi açısından bir değişken olarak değerlendirmeye alındığında, 1. ayda muhtemel TSSB varlığının 3. ay sonunda TSSB gelişimi açısından risk faktörü olduğu, psikiyatrik bozukluk öyküsüne sahip olmanın ise 3. ay sonunda TSSB gelişimi açısından risk faktörü olmadığı saptanmıştır. Verger ve arkadaşları (2004) 1995 ve 1996 yıllarında bombalı terörist saldırılara doğrudan maruz kalmış kişilerde yaptıkları çalışmada çalışmamızdakine benzer bir istatistiksel yöntem kullanmışlar ve sonuç olarak patlama nedeniyle psikiyatrik bozukluk gelişmiş olmasının, patlamaların üzerinden ortalama 2.6 yıl geçmiş olmasına karşın TSSB açısından risk faktörü olduğunu, patlama öncesinde psikiyatrik bozukluk öyküsüne sahip olmanın ise risk faktörü olmadığını belirlemişlerdir. Patlamadan 1 ay sonraki verilerin analizinde saptanan diğer risk faktörü ise patlama sırasında fiziksel yaralanmaya uğramış olmadır. Bombalama yöntemiyle yapılan terörist saldırılardan sonra yapılan çalışmalarda, fiziksel yaralanmaya uğramış olmanın TSSB gelişimi açısından bir risk faktörü olduğu (Verger ve ark. 2004, Frank ve ark. 2004) bildirilmiştir. Çalışmamızın 3. ay verileri incelendiğinde ise patlama nedeniyle fiziksel yaralanmaya uğramış olmanın TSSB gelişimi açısından risk faktörü olmadığı saptanmıştır. Katılımcılarımızda patlama nedeniyle oluşan fiziksel yaralanmaların hafif düzeyde (ayaktan müdahale ile iyileşen, organ hasarı bırakmayan ve çalışmasına ve sosyal yaşamını sürdürmesine engel olmayan) olması, fiziksel yaralanmaya uğramış olmanın 3. ayda TSSB tanısının konulabilmesini etkileyecek bir risk faktörü olarak saptanmamış olmasını sağlamış olabilir. Frank ve arkadaşlarının (2004) bombalama yöntemi ile yapılan terörist saldırıdan 1 ve 3 ay sonra yaptıkları çalışmada TSSB gelişimi açısından fiziksel yaralanmanın yanı sıra oluşan yaralanmanın tam olarak iyileşmemesinin bir risk faktörü olduğunu bildirmişlerdir.

Çalışmamızda patlamadan sonraki 1. ayda TSSB gelişen ve gelişmeyen iki grup karşılaştırıldığında, TSSB gelişenlerde, patlamaya görsel olarak tanıklık etmiş olma, ölü ve yaralılarla karşılaşmış olma, bir yakın ya da tanıdığının ölmesi veya yaralanmış olması, ev/işyerinde fiziksel hasar meydana gelme oranları anlamlı düzeyde yüksek olmasına rağmen (p≤0.10) hiçbiri TSSB gelişimi açısından risk faktörü olarak belirlenmemiştir. Terörist saldırılarla ilgili olarak yapılan çalışmalarda patlamaya görsel olarak tanıklık etmenin (Galea ve ark. 2005, Frank ve ark. 2004), patlama nedeniyle bir yakın ya da tanıdık ölümünün (Frank ve ark. 2004, Gabriel ve ark. 2007) TSSB gelişimi ile ilişkili olduğu bildirilmiştir. Bu çalışmanın yapılmasına neden olan terörist saldırı, literatürdeki benzer çalışmaların yapılmasına neden olan saldırılara göre yol açtığı can kaybı ve yaralı sayısı, neden olduğu yıkım açısından daha küçük ölçeklidir. Bu faktörler çalışmaya alınabilen ve TSSB gelişen kişi sayısının daha az olmasına neden olmuştur. Bu durum daha önceki çalışmalarda etkili olduğu bildirilen risk faktörlerinin çalışmamızda saptanamamasına neden olmuş olabilir.

Çalışmamızın 1. ve 3. ay verileriyle yapılan ikili analizlerde, TSSB gelişmiş olanlarda gelişmemiş olanlara göre cinsiyet, medeni durum ve eğitim durumu açısından fark saptanmamıştır. Yapılan çalışmalarda, terörist saldırı sonrasında kadınlarda erkeklere göre (Frank ve ark. 2004, Verger ve ark. 2004, Solomon ve ark. 2005), evli olmayanlarda ya da yalnız yaşayanlarda evlilere göre (Frank ve ark. 2004, Verger ve ark. 2004), çalışmayanlarda çalışanlara göre (Verger ve ark. 2004) daha yüksek oranda TSSB geliştiği saptanmıştır. Erkeklerin anlamlı derecede yüksek oranda patlamaya görsel olarak tanıklık etmiş olmaları (p=0.006) ve daha yüksek oranda ölü ve yaralılarla karşılaşmaları (p=0.013) cinsiyetler arasında fark gelişmemesine neden olmuş olabilir. Travma sonrasında sosyal desteğin azlığı ruhsal bozuklukların görülme olasılığını arttırabilmektedir (Özaltın ve ark. 2004). Medeni durum farklılığının TSSB gelişimi açısından önemli bir etmen olduğunu bildiren çalışmalar, bu durumu özellikle travma sonrası dönemde sosyal destek düzeyi ile ilişkilendirmişlerdir (Brewin ve ark. 2000). Çalışmamızda evli olmayanlar arasında yalnız yaşayan bulunmamaktadır. Çalışmamızın yapıldığı bölge insanlarının halen kolektivist bir toplum içinde yaşadıkları da göz önünde bulundurulduğunda, travma sonrası dönemde TSSB gelişimi açısından medeni durumun farka neden olmaması öngörülebilir. Çalışmamızdaki eğitim durumunun TSSB gelişenlerde etkili bir faktör olmadığına dair sonuç yapılan diğer çalışmaların (Verger ve ark. 2004, Frank ve ark. 2004, Gabriel ve ark. 2007) sonuçları ile uyumludur.

Çalışma örneklemimizin, çalışmanın yapıldığı kent ve ülke ortalamalarına göre yüksek eğitimli olması, daha yüksek ortalama aylık gelire sahip olması, özellikle 3. ay değerlendirmelerinde katılımcı sayısının azalmasıyla birlikte bazı istatistiksel değerlendirmelerin yapılmasının zorlaşması (örneğin; 3. aydaki katılımcılarımızın tümünün ev/işyerinde fiziksel hasar meydana gelmiş olması nedeniyle lojistik regresyon analizine bu değişkenin girmemesi gibi) çalışmamızın kısıtlılıkları arasındadır.

Bu çalışma, daha önceki yıllarda yaşanmış olmasına rağmen bombalı terörist bir saldırı sonrasında Türkiye'de yapılmış ilk çalışmadır. Ülkemiz kendine özgü koşulları nedeniyle bu tür saldırıların tekrar yaşanabilmesi açısından risk altındadır. Çalışmamızın sonuçları terörist saldırılara maruz kalanlarda yüksek oranda TSSB görüldüğüne dair bilgileri destekler niteliktedir. Kılıç (2008) travmatik deneyimi olan kişilerden ruhsal belirtiler gösterenlerin çoğunun tedaviye başvurmadığını bildirmiştir. Bu nedenle risk altındaki bireylerin travmatik olay öncesi hangi özelliklere sahip olduklarının belirlenmesi koruyucu ve tedavi edici sağlık hizmetlerinin sunumunu planlarken yararlı olacaktır. Aynı zamanda bu tür saldırıların psikolojik sonuçlarını ortaya koyacak daha geniş örneklemlerin bulunduğu ve daha uzun vadeli çalışmalara ihtiyaç vardır.

KAYNAKLAR

Abenhaim L, Dab W, Salmi LR (1992) Study of civilian victims of terrorist attacks (France 1982-1987). J Clin Epidemiol, 45:103-109.
Başoğlu M, Şalcıoğlu E, Livanou M ve ark. (2001) A Study of the Validity of a Screening Instrument for Traumatic Stress in earthquake Survivors in Turkey. J Trauma Stress, 14:491-509.
Başoğlu M, Şalcıoğlu E, Livanou M ve ark. (2002) Traumatic stres responses in earthquake survivors in Turkey. J Trauma Stress, 15:269-276.
Blanchard EB, Hickling EJ, Taylor AE ve ark. (1995) Psychiatric morbidity associated with motor vehicle accidents. J Nerv Ment Dis, 183:495-504.
Breslau N, Davis GC, Andreski P ve ark. (1995) Risk factors for PTSD-related traumatic events: A prospective analysis. ** J Psychiatry, 152:529-535.
Brewin CR, Andrews B, Valentine JD ve ark. (2000) Meta-analysis of risk factors for posttraumatic stress disorder in trauma exposed adults. J Consult Clin Psychol, 68:748-766.
Everly GS Jr, Mitchell JT (2001) America under attack: the ?10 commandments? of responding to mass terrorist attack. Int J Emerg Ment Health, 3:133-135.
Frank G, Njenga FG, Nicholls PJ ve ark. (2004) Post-traumatic stress after terrorist attack: psychological reactions following the US embassy bombing in Nairobi. Br J Psychiatry, 185:328-333.
Gabriel R, Ferrando L, Corto´n ES ve ark. (2007) Psychopathological consequences after a terrorist attack: An epidemiological study among victims, the general population, and police officers. Eur Psychiatry, 22: 339-346.
Galea S, Ahern J, Resnick H ve ark. (2002) Psychological sequelae of the September 11 terrorist attacks in New York City. N Engl J Med, 346:982-987.
Galea S, Nandi A, Vlahov D ve ark. (2005) The epidemiology of post-traumatic stres disorder after disasters. Epidemiol Rev, 27:78-91.
Gidron Y (2002) Posttraumatic stress disorder after terrorist attacks: a review. J Nerv Ment Dis, 190:118-121.
Hapke U, Schumann A, Rumpf HJ ve ark. (2006) Post-traumatic stress disorder The role of trauma, pre-existing psychiatric disorders, and gender. Eur Arch Psychiatry Clin Neurosci, 256:299-306.
Kılıç C (2008) Depremzedelerde ruh sağlığı hizmeti kullanımı: 1999 depremlerinin sonuçları. Türk Psikiyatri Dergisi, 19:113-123.
Norris FH, Friedman MJ, Watson PJ ve ark. (2002) 60,000 disaster victims speak: part I. an empirical review of the empirical literature, 1981-2001. Psychiatry, 65:207-239.
North CS, Nixon SJ, Shariat S ve ark. (1999) Psychiatric disorders among survivors of the Oklahoma City bombing. JAMA, 282:755-762.
Özaltın M, Kaptanoğlu C, Aksaray G ve ark. (2004) Motorlu araç kazalarından sonra görülen Akut Stres Bozukluğu ve Travma Sonrası Stres Bozukluğu. Türk Psikiyatri Dergisi, 2004; 15:16-25.
Perkonigg A, Kessler RC, Storz S ve ark. (2000) Traumatic events and post-traumatic stress disorder in the community: prevalence, risk factors and comorbidity. Acta Psychiatr Scand, 101:46-59.
Rothman KJ, Greenland S (1998) Approaches to Statistical Analysis. Modern Epidemiology. Second Edition, Ed: KJ Rothman, S Greenland, Philadelphia, Lippincott Williams & Wilkins, s. 183-199.
Schlenger WE, Caddell JM, Ebert L ve ark. (2002) Psychological reactions to terrorist attacks: findings from the national study of Americans' reactions to September 11. JAMA, 288:581-588.
Verger P, Dab W, Lamping DL ve ark. (2004) The Psychological Impact of Terrorism: An Epidemiologic Study of Posttraumatic Stress Disorder and Associated Factors in Victims of the 1995?1996 Bombings in France. ** J Psychiatry, 161:1384-1389.

_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
6 Temmuz 2009       Mesaj #60
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Algısal Çelişki ve Tepki Rekabeti: Stroop Etkisine İlişkin Olay-İlişkili Potansiyeller

Psik. Belma BEKÇİ, Psik. Sirel KARAKAŞ


GİRİŞ


Stroop etkisi' olarak adlandırılan olay, ifade ettiği renkten farklı bir renk kullanılarak basılmış olan uyuşmayan (örneğin kırmızı kelimesinin mavi renkle yazılmış olduğu) uyarıcıların renklerinin söylenmesinin gerektiği durumda elde edilmektedir. Olay, otomatik temelli okuma tepkisinin renk söylemeye karıştırıcı etki yapması, bu nedenle de tepki süresinin uzamasını içerir (MacLeod 1992, Stroop 1935).

Stroop Testleri algısal kurulumu değişen talepler doğrultusunda ve bir ?bozucu etki? altında değiştirebilme becerisini; alışılmış bir davranış örüntüsünü bastırabilme ve olağan olmayan bir davranışı yapabilme yeteneğini ortaya koyar (Spreen ve Strauss 1991). İfade ettiği renkten farklı bir renk kullanılarak basılmış renk isimlerine tepkide bulunma özelliği etrafında düzenlenmiş değişik Stroop Testleri bulunmaktadır. Değişik uyarıcı ve tepki koşulları altında, kolaylaştırıcı (facilitatory) ve ketleyici (inhibitory) etkilerin bulunduğu tüm durumlarda elde edilmesi nedeniyle, Stroop bozucu etkisi (interference) güvenilir bir davranış olayıdır (MacLeod 1991, Santos ve Montgomery 1962).

Literatürde Stroop etkisini açıklamada iki hipotez öne sürülmektedir: algısal çelişki hipotezi (perceptional conflict hypothesis) ve tepki rekabeti hipotezi (response competition hypothesis). Stroop performansında tepki süresindeki gecikmeyi her iki hipotez bilgi işlemenin farklı aşamaları ile açıklamaktadır (uyarıcı işleme: stimulus processing stage ve tepki: response stage).

Algısal çelişki hipotezi, kelime ve kelime ile uyuşmayan rengin çelişki durumu yarattığını ve bu çelişkinin bilgi-işleme sistemine aşırı yükleme (overloading) yaptığını ileri sürmektedir. Hem kelime hem de renge ilişkin bilgiyi işlemlemede kısıtlı kapasiteli sistem kullanıldığından, söz konusu durum tepki zamanında gecikmeye yol açmaktadır (Doehrman ve ark. 1978).

Tepki rekabeti hipotezine göre ise, tepkiyi başlatma aşamasında iki yarışan tepki tek tepki kanalını (single response channel) kullanmak durumundadır. Renk uyarıcısı algısaldan sözel koda çevrilmeyi gerektirirken, kelime uyarıcısı için böyle bir çevirme işlemi gerekmemektedir. Böylece, kelime bilgisi, renk bilgisinden önce tepki başlatma aşamasına ulaşmakta, bu durum, tepki zamanında gecikmeye yol açmaktadır (Doehrman ve ark. 1978).

Özetle, Stroop bozucu etkisi, ?algısal çelişki? hipotezine göre, uyarıcı durumunun algılama aşamasında yarattığı çelişki; ?tepki rekabeti? hipotezine göre ise, tepki aşamasında yarattığı rekabet nedeniyle ortaya çıkmaktadır. Her yönü ile ilgi çekici olan Stroop bozucu etkisi çok sayıda araştırmanın konusu olma özelliğine sahiptir (MacLeod 1991). Stroop test/görevleri bilişsel psikolojide olduğu kadar nörobilim alanında da en yoğun araştırılan ?paradigma'lardan biridir. Aşağıda, bilişsel elektrofizyoloji alanında, Stroop Testine ilişkin olay-ilişkili potansiyeller konusundaki literatür özetlenmiştir.

Stroop Testine Ilişkin Olay-ilişkili Potansiyeller (OİP)

Yüzey elektrotlarıyla, saçlı deri üzerinden kaydedilen elektriksel aktivite beynin duyusal ve bilişsel işlevlerini yansıtmaktadır. Beyinde dış uyarıcılara karşı nöroelektrik tepkiler oluşmakta, dış uyarıcılarla tepkiler arasında işlevsel bir ilişki bulunmaktadır. Bu niteliklerinden ötürü ilgili potansiyeller, olay-ilişkili potansiyeller (OİP; event-related potentials: ERP) olarak adlandırılmaktadır. OİP'ler, görev ile ilgili uyarıcı veya tepkilerle zaman kilitli elektriksel faaliyetin ortalamasından elde edilir. Pozitif ve negatif zirveler dizisi şeklinde beliren, genlik, latans, süre ve topografya değişiklikleri gösteren OİP'ler, hem beynin hem de bilişsel ve psikolojik süreçlerin güvenilir göstergeleri niteliğindedir (Gaillard 1988, Başar 1999).

Stroop Testinde renk adlarına ilişkin kelimelerin, ifade ettiğinden farklı renkte yazıldığı uyuşmayan denemeler (uyuşmayan uyarıcı), ifade ettiği renkte yazıldığı uyuşan denemeler (uyuşan uyarıcı) ve renk adı olmayan kelimelerin farklı renklerde yazılmış olduğu nötr denemeler (nötr uyarıcı) bulunmaktadır. Stroop performansı sırasındaki elektriksel aktivite, uyarıcı türüne (uyuşan, uyuşmayan ve/veya nötr uyarıcılar) ayrıca, tepkinin doğruluğuna göre (doğru tepki ve yanlış tepki) analiz edilebilmektedir. Elde edilen elektriksel tepkilerin psikofizyoloji parametrelerine (genlik, latans vd.) göre değişimlerinden, Stroop performansının ilişkili olduğu bilişsel/psikolojik süreçler konusunda çıkarımlarda bulunulmaktadır.

Stroop etkisi ile ilgili çalışmaların büyük bir kısmında sadece uyarıcı uyuşma durumu ele alınırken, diğer bir kısmında ise sadece tepki doğruluğu ele alınmıştır (Alain ve ark. 2002, DeSoto ve ark. 2001, Grapperon ve ark. 1998, Hajcak ve Simons 2002, Ilan ve Polich 1999, Kerns ve ark. 2004, Lansbergen ve ark. 2007, Mager ve ark. 2007, Masaki ve ark. 2001, Warren ve Marsh 1979). Bu doğrultuda ilgili literatürde Stroop etkisi, uyarıcı uyuşma durumu ve tepki doğruluğu durumlarından hangisinin ele alındığına göre değişen, iki hipotez ile açıklanmaktadır. Bu çalışmalarda, uyarıcı türüne bağlı değişikliklerin algısal çelişki, tepkiye bağlı değişikliklerin ise tepki rekabeti sürecini yansıttığı sonucuna varılması eğilimi dikkati çekmektedir.

Stroop Testi performansında uyarıcı anlamının değerlendirilmesi süreçleri ile ilişkilendirilen elektrofizyolojik aktiviteler arasında, uyarıcının sunumundan 350-450 milisaniye sonra uyuşmayan uyarıcılara karşı, uyuşan ve nötr uyarıcılara karşı elde edilenden daha büyük bir negativite ve 450-550 milisaniye civarında daha büyük bir pozitivite (Markela-Lerenc ve ark. 2004); fronto-sentral alanda kaydedilen artan negativite ve frontopolar alandan kaydedilen artan pozitivite (West ve Alain 2000); uyuşan uyarıcılar ile ilgili temporo-parietal yavaş dalga; uyuşan ve uyuşmayan uyarıcıların her ikisine karşı sol temporo-parietal korteksten kaydedilen 500-800 milisaniye latanslı pozitivite (Liotti ve ark. 2000) yer almaktadır.

Stroop Testinde, uyarıcının uyuşma durumunun beyin elektrofizyolojisini etkilediğini gösteren söz konusu bulguların yanında, diğer bazı çalışmalar da, Stroop etkisinin uyarıcı değerlendirmesinden sonra meydana geldiği; etkinin, uyarıcı özelliklerinin yol açtığı tepki rekabetiyle ilişkili olduğunu gösteren bulgular öne sürmektedir. Stroop etkisinin bilgi işlemenin hangi aşamasında meydana geldiğini inceleyen kısıtlı sayıdaki bu çalışmalar iddialarını uyarıcının uyuşma durumunun P300 latansını etkilememesine; uyuşmayan denemelerde, düğmeye basmadan 400 ve 205 milisaniye önce premotor bir negativite meydana gelmesine; uyuşan denemelerde oksipital elektrotlardan okuma tepkisi ile ilgili, frontal elektrotlarda ise adlandırma tepkisi ile ilgili OİP zirvelerinin kaydedilmesine dayandırmaktadır (Ilan ve Polich 1999, Grapperon ve ark. 1998, Warren ve Marsh 1979). Uyarıcı uyuşma durumu ve tepki doğruluğu etkisinin birarada incelendiği çalışmada (Karakaş ve ark. 2005) ise, tepki doğruluğu ile ilgili olarak bir etki elde edilmiş, fakat uyarıcı uyuşma durumu ile ilgili doğrudan bir kanıt elde edilememiştir.

Özetle, bir grup çalışma Stroop etkisini algısal düzeyde, algısal çelişki hipoteziyle açıklamakta (örn., Atkinson ve ark. 2003, Kerns ve ark. 2004, Liotti ve ark. 2000, Mager ve ark. 2007, West ve Alain 2000), diğer grup çalışma ise, tepki düzeyinde bu etkinin ortaya çıktığına ilişkin, doğrudan veya dolaylı kanıtlar ileri sürerek tepki rekabeti hipotezini savunmaktadır (örn., Ilan ve Polich 1999, Karakaş ve ark. 2005, Rebai ve ark. 1997, Warren ve Marsh 1979).

Araştırmanın amacı

Mevcut çalışmanın amacı, Stroop etkisini açıklamada öne sürülen algısal çelişki ve tepki rekabeti hipotezlerinin geçerliğini sınamaktır. Çalışmalarda Stroop etkisi açısından önemli olan etkenin uyarıcı mı yoksa tepki mi olduğu konusunda uzlaşma bulunmamaktadır. Ancak, Stroop Test performansı, sadece ilgili uyarıcıların duyumsanıp algılanması süreçlerini içermez; aynı zamanda algısal kurulum ile çelişen bir talep doğrultusunda motor hareketleri düzenleme ve kontrol etme süreçlerini de içerir (Burke ve Light 1981). Bu doğrultuda mevcut çalışmanın hipotezi, Stroop Testi performansında uyarıcının uyuşma durumu kadar, bu uyarıcılara verilen tepkilerin doğruluğunun da OİP zirvelerini etkileyeceği yönündedir.

YÖNTEMLER

Katılımcılar

Çalışmada 18-29 yaş aralığında, 12 yıl ve üstü eğitim görmüş olan toplam 50 sağlıklı katılımcı yer almıştır. Yaş ortalaması 21.56 (± 2.64) olan katılımcıların 23'ü kadın, 27'si erkek olmuştur. Örneklemdeki katılımcıların tümü sağ elini kullanan bireylerden oluşmuştur. Bireylerin el tercihleri, ?çok uzağa bir taş atması gerektiğinde, hangi elini kullanacağı? sorularak belirlenmiştir. Nörolojik ve psikolojik rahatsızlığı olduğunu bildiren katılımcılar ile bilişsel süreçleri etkileme potansiyeli olan ilaçları kullanmakta olan veya bir süre kullandıktan sonra bırakmış olduğunu bildirenler örnekleme dahil edilmemiştir. Gönüllülük esasına göre belirlenmiş olan katılımcılardan Bilgilendirilmiş Onam (informed consent) alınmıştır.

Araç-gereç ve işlemler

Stroop Testi, NeuroScan 4.2'nin Stim sistemi kullanılarak, bilgisayar üzerinden uygulanmıştır. Test, 24 adet renk ifade eden (mavi, kırmızı, sarı ve yeşil) kelimeden oluşmuş, uyarıcı kelimeler ImageWord programı kullanılarak, 45 punto büyüklüğünde Ariel Fontunda hazırlanmıştır. Uyarıcılar, siyah zemin üzerinde 19? bilgisayar ekranından 100 cm mesafeden sunulmuştur. Testte, eşit sayıda olmak üzere, iki tür uyarıcı kelime sunulmuştur: ifade ettiği renk ile kelimenin yazımında kullanılmış olan rengin uyuştuğu (U+) ve uyuşmadığı (U-) kelimeler. Bu iki tür kelime seçkisiz sırada, 1 saniye uyarıcılar-arası aralıklarla (inter-stimulus interval: ISI) sunulmuş, kelimelerin ekranda kalım süresi (stimulus duration) 0.750 sn olmuştur.

Katılımcılardan tepkilerini, StimPad cihazını kullanarak, motor olarak vermeleri istenmiştir. Görev, uyarıcının uyuştuğu durumda 1, uyuşmadığı durumda ise 2 numaralı tuşa, mümkün olduğu kadar hızlı ve doğru bir şekilde tepki verilmesidir. Deneye geçmeden önce, katılımcının yapacağı görevi anlaması için, 8 uyarıcıdan oluşan bir deneme serisi uygulanmıştır.
Stroop Testinde uyuşan uyarıcılar için doğru tepki (U+/D) ve yanlış tepki (U+/Y) sayısı ile uyuşmayan uyarıcılar için doğru tepki (U-/D) ve yanlış tepki (U-/Y) sayısı hesaplanmıştır. Bu testte ayrıca tepki zamanı (reaction time) puanları da hesaplanmıştır. Tepki zamanı, uyarıcının ekranda görünmesinden tuşa basmak yoluyla tepki verilmesine kadar geçen süre olarak ölçülmüştür. Böylece, uyuşan uyarıcılar için doğru tepki zamanı (U+/D-TZ) ve yanlış tepki zamanı (U+/Y-TZ) ile uyuşmayan uyarıcılar için doğru tepki zamanı (U-/D-TZ) ve yanlış tepki zamanı (U-/Y-TZ) olmak üzere her bir koşul için tepki zamanı puanları hesaplanmıştır.

Elektrofizyolojik ölçümlere ilişkin araç-gereç ve işlemler

Uyarım, kayıt, depolama ve analiz işlemleri 32 kanallı (28 EEG kanalı, 4 göz hareketleri için kanal) EEG-EP sistemi olan NeuroScan 4.2 kullanılarak gerçekleştirilmiştir. EEG kayıtları ses ve elektrik alanlarından yalıtılmış bir odada yapılmıştır. EEG aktivitesi uluslararası 10-20 sistemine göre yerleştirilen 30 elektrot alanından kaydedilmiştir. Kayıtlarda US-FDA onaylı, Ag-Ag/Cl maddesinin kullanıldığı QuickCap kullanılmıştır. Referans olarak birleştirilmiş kulak elektrotları (linked mastoid) kullanılmış ve topraklama alın elektrotundan sağlanmıştır. Göz hareketi artifaktlarının belirlenebilmesi için, her iki göze elektrotlar yerleştirilmiştir (VEOG, HEOH). EEG sinyalleri 0.16-100 Hz arasında filtrelenmiş, örnekleme hızı 512 Hz olmuştur. Empedans bütün elektrot alanlarında 10 Kohm veya daha az olmuştur. EEG kaydı uyarıcıdan önce 1024 ve uyarıcıdan sonra 1022 ms olmak üzere toplam 2046 ms olmuştur.

Elektrofizyolojik verilerin analizi

Zamansal alan cevabı olan olay-ilişkili potansiyeller (OİP; event-related potential: ERP), zaman ekseni üzerindeki genlik değişimlerinin yarattığı zirvelerden oluşmaktadır. Mevcut çalışmada da elektrofizyolojik kayıtlar zamansal alanda analiz edilmiş, bu doğrultuda olay-ilişkili potansiyel ve ortalamaları belirlenmiştir. OİP'lere ilişkin ortalama alma işlemi, Stroop Testine ilişkin uyarıcı türü ve tepki doğruluğu koşullarındaki tüm elektrot alanları için ayrı ayrı yürütülmüştür. Stroop Testi için, uyuşan uyarıcıya verilen doğru tepkiler (U+/D), uyuşan uyarıcıya verilen yanlış tepkiler (U+/Y), uyuşmayan uyarıcıya verilen doğru tepkiler (U-/D) ve uyuşmayan uyarıcıya verilen yanlış tepkilerle (U-/Y) ilgili ortalama OİP'ler hesaplanmıştır. Her bir katılımcı için, zirvelerin latansı (latency) x eksenine iz düşümünden milisaniye (ms), genliği (amplitude) ise y eksenine iz düşümünden mikrovolt (µV) cinsinden belirlenmiştir. Zirveler ortaya çıkış sırası (1-4) ve polaritesine (negatif: N, pozitif: P) göre N1, N2, P3, N3 ve N4 olarak isimlendirilmiştir.

Analizlere geçmeden önce, ilgili koşul birleşimleri altında elde edilen veriler aşırı değer (univariate outliers) analizine tabi tutulmuştur. Bu amaçla z dağılımlarında, kritik z değeri olarak çift yönlü hipotez testinde a/2 = .001'e karşılık gelen 3.00 seçilmiş, 3.00 ve daha büyük z değerine sahip olan veriler belirlenmiştir. İnceleme sonucu, aşırı puanlara sahip 2 katılımcı analiz dışı bırakılmıştır. Bu işlemlerden sonra örneklem 48 katılımcıdan oluşmuştur.

Anlamlılık testlerinde, tekrar ölçümlü desene uygun varyans analizi (analysis of variance: ANOVA) kullanılmıştır. Elde edilen sonuçların değerlendirilmesinde varyansların homojenliği (sphericity) varsayımını karşılamayan temel etkiler ve etkileşim etkileri için Greenhouse-Geisser düzeltmesi uygulanmış, söz konusu durumlarda bu düzeltmeye ilişkin serbestlik dereceleri ve anlamlılık değerleri rapor edilmiştir. Anlamlı bulunan temel etkilerin kaynağını belirlemek için yapılan post hoc analizlerde çoklu karşılaştırma etkisinden doğabilecek Tip I hatayı azaltmak için Bonferroni düzeltmesi kullanılmıştır.

BULGULAR

Davranışsal bulgular

Stroop Testinden elde edilen puanların ortalama ve standart sapma değerleri Tablo 1'de sunulmaktadır. Tablo incelendiğinde, uyuşmayan uyarıcı koşulunda doğru tepki sayısı uyuşan uyarıcı koşuluna göre daha yüksek olmuştur. Tepki zamanı puanları açısından ise, tepkinin doğruluğundan bağımsız olarak, uyuşmayan uyarıcı koşulunda uyuşan uyarıcı koşuluna göre daha uzun süreler elde edilmiştir.

Stroop Testi uyuşan ve uyuşmayan uyarıcı koşulları altında elde edilen davranışsal verilere tekrar ölçümlü desen uyarınca varyans analizi uygulanmıştır. Desendeki bağımsız değişken uyarıcının uyuşma (uyuşan, uyuşmayan) durumu olmuştur. Analizlerde toplam tepki sayısı puanı (frequency) ve tepki zamanı (reaction time) ölçümleri bağımlı değişken olarak ele alınmıştır. Analizler yanlış ve doğru tepkiler ve tepki zamanı puanları için ayrı ayrı yürütülmüştür.

Doğru tepkiler için uyarıcının uyuşma durumu değişkeni toplam tepki sayısı puanı F(1,47)= 5.568, p≤0.022 ve tepki zamanı F(1,47)= 20.152, p≤0.0001 üzerinde anlamlı etki göstermiştir. Buna göre, uyuşmayan uyarıcılara ilişkin toplam tepki sayısı puanı, uyuşan uyarıcılara ilişkin olandan daha yüksek ve tepki zamanı daha uzun olmuştur. Yanlış tepkiler için uyarıcının uyuşma durumu değişkeni toplam tepki sayısı puanı F(1,47)= 8.055, p≤0.007 üzerinde anlamlı etki göstermiş, tepki zamanı üzerinde anlamlı etki elde edilememiştir. Ayrıca, Stroop Testi performansında tepki verilmeyen, başka bir deyişle ?kaçırılan' uyarıcı (omission error) sayısı üzerinde de uyarıcı uyuşma durumunun temel etkisi anlamlı bulunmuştur, F(1,49)= 4.096, p≤0.048. Buna göre, uyuşmayan uyarıcı koşulunda, daha fazla sayıda uyarıcı ?kaçırılmıştır'.

Mevcut çalışmada, Stroop puanlarının oluşturduğu faktörleri belirlemek için verilere temel bileşenler analizi (TBA) uygulanmıştır. Analiz, Stroop Testindeki uyuşan ve uyuşmayan uyarıcılara ilişkin doğru ve yanlış tepki puanları (sırasıyla U+/D, U+/Y, U-/D ve U-/Y) ile bunlara ilişkin tepki zamanı puanları (sırasıyla U+/D-TZ, U+/Y-TZ, U-/D-TZ ve U-/Y-TZ) üzerinde yürütülmüştür.

Yapılan TBA sonucu, Stroop puanları için elde edilen faktör yapısı Tablo 2-A'da yer almaktadır. Tablo 2 A'dan da izlenebileceği gibi, toplam varyansın .81'ini açıklayan 3 faktör, Stroop Testi için tutarlı bir çözümleme olamamıştır. Standart Stroop Testinin tepki süresi puanı, ilk uyarıcı ile son uyarıcıya verilen tepkiler arasında geçen zaman olarak ölçülmektedir. Bu doğrultuda standart puanlama ile aynı olacak şekilde, yeni analizlerde tepki zamanı puanları yerine her bir koşul için toplam tepki süresi (response duration) puanları kullanılmıştır. Toplam tepki süresi, ilgili dört koşul için ayrı ayrı olmak üzere, uyarıcının sunumundan ilgili tepkinin yapılmasına kadar geçen sürelerin toplamından oluşmuştur. Yapılan TBA sonucu, modelin açıkladığı varyans .86 olarak bulunmuştur (Tablo 2B). Stroop Testinin uyuşan uyarıcılara ilişkin tüm puanları ilk faktöre yüklenmiştir (açıklanan varyans: %41.053). Uyuşmayan uyarıcılara karşı hatalı tepkilere ilişkin puanlar ikinci faktörde yer almıştır (açıklanan varyans: %25.786). Son faktörde ise, yine uyuşmayan uyarıcı ancak bu defa doğru tepkilere ilişkin puanlar yer almıştır (açıklanan varyans: %19.146).

Olay-İlişkili Potansiyeller (OİP)

Stroop Testinde uyuşan ve uyuşmayan uyarıcıya karşı elde edilen doğru veya yanlış tepkilerden oluşan dört koşul (U+/D, U-/D, U+/Y, U-/Y) için ayrı ayrı olmak üzere her bir katılımcıya ait ortalama olay-ilişkili potansiyel bileşenleri belirlenmiştir. Şekil 1'de, Stroop Testine ilişkin U+/D, U-/D, U+/Y ve U-/Y için elde edilen ortalama OİP'ler, üç ortahat elektrodu (Fz, Cz, Pz) için sunulmaktadır. Şekil 1'de yer alan OİP eğrilerinde, zamandaki sıralanışı ve polaritesine göre N1 (latans: 86.71-98.15 ms), N2 (latans: 175.42-188.58 ms), P3 (latans: 213.37-232.08 ms), N3 (latans: 413.67-448.61 ms) ve N4 (latans: 755.15-829.46 ms) zirveleri yer almaktadır.

İstatistik analizler ortahat elektrotlarındaki OİP'ler üzerinde yürütülmüştür. Bu analizlere yönelik olarak katılımcılara ait ortalama OİP dalga formlarında söz konusu zirveler (N1, N2, P3, N3 ve N4) ve her bir katılımcı için bunların genlik ve latansları belirlenmiştir.

Stroop Testinin uyuşan ve uyuşmayan uyarıcı koşullarında, doğru ve yanlış tepkilerin genlik ve latanslarından oluşan verilere uyarıcı türü (uyuşan ve uyuşmayan uyarıcı), tepki doğruluğu (doğru ve yanlış tepki) ve elektrot alanı (Fz, Cz, Pz) değişkenlerinin oluşturduğu 2 x 2 x 3 faktörlü tekrar ölçümlü varyans analizi uygulanmıştır. Varyans analizinde bağımlı değişken, ilgili tepkilere ait genlik ve latans değerleri olmuş, analizler her bir zirveye ilişkin genlik ve latans için ayrı ayrı yürütülmüştür.

Uyarıcı uyumluluğu değişkeninin temel etkisi P3 ve N4 zirvelerinin genliği üzerinde anlamlı etki göstermiştir (P3 için: F(1,12)= 5.781, p≤0.033; N4 için: F(1,12)= 8.936, p≤0.011). Tepki doğruluğu değişkeninin temel etkisi ise N2, P3, N3 ve N4 zirvelerini içermiştir (N2 için: F(1,12)= 13.527, p≤0.003; P3 için: F(1,12)= 10.155, p≤0.008; N3 için: F(1,12)=16.218, p≤0.002 ve N4 için: F(1,12)= 17.558, p≤0.001). Elektrot alanı değişkeninin temel etkisi yalnızca P3 zirvesinin genliği üzerinde anlamlı bulunmuştur (F(2,24)= 3.887, p≤0.034). Uyarıcı uyumluluğu ve tepki doğruluğu değişkenlerinin ortak etkisi ise N4 zirvesinin genliği üzerinde anlamlı etki göstermiştir (F(1,12)= 5.276, p≤0.040). Ayrıca tepki doğruluğu ve elektrot alanı değişkenlerinin ortak etkisi P3 genliği üzerinde (F(2,24)= 5.430, p≤0.011), uyarıcı uyumluluğu, tepki doğruluğu ve elektrot alanı değişkenlerinin ortak etkisi ise N3 genliği üzerinde (F(2,24)= 4.409, p≤0.024) anlamlı etki göstermiştir. Anlamlı bulunan temel etkiler için yürütülen post hoc analizlerde, uyuşmayan uyarıcılara ilişkin P3 ve N4 zirvelerinin genlikleri uyuşan uyarıcılara ilişkin zirve genliklerinden (P3 için: p≤ 0.017 ve N4 için: p≤ 0.011), yine yanlış tepkilere ilişkin N2, P3, N3 ve N4 zirvelerinin genlikleri doğru tepkilere ilişkin zirve genliklerinden yüksek olmuştur (N2 için: p≤ 0.003; P3 için: p≤ 0.008; N3 için: p≤ 0.002 ve N4 için: p≤ 0.001). Bonferroni düzeltmesi sonrası, P3 zirvesi genliği üzerinde elektrot alanı temel etkisi anlamlı bulunmamıştır. Şekil 2'de Stroop Testi uyuşan ve uyuşmayan uyarıcı, doğru ve yanlış tepki koşullarında elde edilen N2, P3, N3 ve N4 bileşenlerinin genliklerine ilişkin çizgi grafik yer almaktadır.

Latansın bağımlı değişken olarak kullanıldığı varyans analizinde, uyarıcı uyumluluğu değişkeninin temel etkisi yalnızca N4 zirvesi için anlamlı olmuş (F(1,12)= 7.916, p≤0.016), tepki doğruluğu ve elektrot alanı değişkenlerinin temel etkileri ise anlamlı bulunmamıştır. Ayrıca, tepki doğruluğu ve elektrot alanı değişkenlerinin ortak etkisi N2 ve P3 zirveleri için anlamlı bulunmuştur (N2 için: F(2,24)= 3.793, p≤0.037; P3 için: F(2,24)=5.552, p≤0.010).

TARTIŞMA


Mevcut çalışmada, Stroop testinin uyuşan ve uyuşmayan uyarıcı koşulları ile bu uyarıcılara ilişkin doğru ve yanlış tepki koşullarının analizi yoluyla Stroop etkisini açıklamada ileri sürülen iki hipotezin geçerlik durumu belirlenmeye çalışılmıştır. Tepkiler saçlı deri üstünden kaydedilen olay-ilişkili potansiyelleri (OİP) ve ayrıca davranışsal tepkileri içermiştir. Denek-içi desen uyarınca, her bir katılımcıdan çalışmanın tüm koşullarında ölçüm alınmış olması, denek özelliklerinden kaynaklanan ve ilgili elektrofizyolojik tepkileri etkileyebilecek pek çok karıştırıcı değişkenin (confounding variable) kontrol edilmesini sağlamıştır. Ayrıca, çalışma, dakik deneysel ve elektrofizyolojik veri analizi işlemlerini içermiştir. İlgili işlemler, elektrofizyolojik tepkileri etkileyebilecek pek çok değişkenin (Polich ve Kok 1995), ortadan kaldırma (elimination) ve sabit tutma (constancy) teknikleriyle, kontrolünü sağlamıştır (çalışmanın deneysel işlemleri ile ilgili ayrıntılar için bkz. Bekçi, 2007). Bu özellikleriyle çalışma, standart bir nöropsikolojik göreve dayanan Stroop performansının tetiklediği nöroelektrik zirveleri ve temsil ettikleri bilişsel işlevleri ortaya koyan deneysel bir araştırmadır.

Davranışsal bulgular ve ilgili yorumlar: stroop testi performansında olası bilişsel süreçler

Literatürde, ?farklı renkte yazılmış renk isimlerinin renginin söylenmesi' özelliği etrafında düzenlenmiş çok sayıda Stroop Testi bulunmaktadır. Mevcut çalışamadaki Stroop Testi, testin bilgisayar formudur (NeuroScan 4.2). Stroop Testinde, kelimenin yazımında kullanılan rengin, kelimenin ifade ettiği renk ile uyumlu olduğu ve uyumsuz olduğu koşulda, katılımcının koşulun uyumlu veya uyumsuz olduğuna karar vererek, kararını bir düğmeye basmak yoluyla belirtmesi gerekmektedir. Bu koşullar altında, bu iki tür uyarıcıya karşı doğru veya hatalı tepki verilebilmektedir. Ayrıca, bu formda uyarıcılar, katılımcının tepki verip vermemesinden bağımsız olarak, seri olarak sunulmakta ve uyarıcılara hızlı bir şekilde tepki verilmesi gerekmektedir. Katılımcı eğer tepki vermekte gecikirse, bir sonraki uyarıcı gelmekte, tepki verilmekte gecikilen uyarıcı için herhangi bir işlem yapılmamış olmaktadır.

Stroop Testinde, hem yanlış hem de doğru tepkilerde uyuşmayan uyarıcılara karşı tepki zamanı uyuşan uyarıcılar için olandan daha uzun olmuştur; bu fark doğru tepkiler için istatistiksel olarak da anlamlı bulunmuştur (bkz. Tablo 1). Çalışmada ayrıca, tepki verilmekte gecikilen, başka bir deyişle ?kaçırılan' (omission error) uyarıcı sayıları da ele alınmıştır. İstatistiksel olarak anlamlı düzeyde, uyuşmayan uyarıcılara ilişkin olarak bu sayının uyuşan uyarıcılara göre daha fazla olduğu görülmüştür. Böylece, mevcut çalışmada davranışsal düzeyde bozucu etki, uyuşmayan uyarıcılara ilişkin sürenin uzaması ve ?kaçırılan' uyarıcı sayısının artması ile temsil edilmiştir.

Stroop Testi koşullarında elde edilen doğru ve yanlış tepki puanları ile tepki zamanı puanları üzerinde yürütülen TBA sonucu Stroop Testinden beklenen yönde olmamış; Stroop Testi puanları için tutarlı bir faktör yapısı elde edilememiştir. Oysa testin yapısı gereği, uyuşan ve uyuşmayan uyarıcılara ilişkin puanların ayrı faktörler altında toplanması beklenirdi. Tepki hızına ilişkin olarak, tepki zamanı (reaction time) puanları yerine tepki süresi (response duration) puanlarının kullanımı hem tutarlı, hem de özgün bir faktör çözümlemesi ile sonuçlanmıştır.

Analiz sonucunda, Stroop Testinin uyuşan uyarıcılara ilişkin tüm puanları ilk faktöre yüklenmiştir. Bu faktör, literatürde dikkatin ?altın standartı' olarak kabul edilen Stroop Testinin ilgili olduğu başlıca süreç olması bakımından (MacLeod 1991, 1992), seçici dikkat olarak isimlendirilmiştir. Uyuşmayan uyarıcılara karşı hatalı tepki puanları ikinci faktörde, yine uyuşmayan uyarıcı ancak bu defa doğru tepkilere ilişkin puanlar ise üçüncü faktörde yer almıştır. Bu son iki faktör, uyuşmayan uyarıcılara verilen tepkinin doğru veya yanlış olmasına göre değişen iki farklı psikolojik sürecin olduğunu göstermesi bakımından, hem ilginç hem de yeni bir bulguya işaret etmektedir. Bozucu etkinin söz konusu olduğu uyuşmayan uyarıcılara karşı hatalı tepki puanlarının oluşturduğu ikinci faktör bozucu etki faktörü; yine bozucu etkinin söz konusu olduğu fakat, uyuşmayan uyarıcılara rağmen doğru tepkilerin verilebildiği koşulu yansıtan son faktör ise bozucu etkiye direnç faktörü olarak düşünülmüştür. Bu doğrultuda elde edilen faktör örüntüsü, literatürde Stroop Testi için belirtilen seçici dikkat ve bozucu etki süreçleri ile uyumlu olmuş (Glaser ve Glaser 1989, Helmstaedter ve ark. 1996, MacLeod 1991), ayrıca bozucu etkiye direnç olarak isimlendirilen özgün bir faktörü de içermiştir. Böylece mevcut çalışmada kullanılan Stroop testinin, literatürdeki diğer Stroop testleri gibi, ölçtüğü ileri sürülen özellikleri içerdiği ve ilgili formun Stroop etkisini ölçmede geçerli olduğu belirlenmiştir.

Stroop testine ilişkin olay-ilişkili potansiyel bulguları ve ilgili yorumlar

Stroop etkisi elektrofizyolojik düzeyde, uyuşan ve uyuşmayan uyarıcı veya doğru ve yanlış tepki koşullarında ortaya çıkan OİP bileşenlerindeki genlik ve latans değişimleri ile temsil edilmektedir. Daha önce Stroop etkisinin, uyarıcı uyuşma durumu ve tepki doğruluğu durumlarından hangisinin ele alındığına göre değişen, iki hipotez ile açıklanmaya çalışıldığından bahsedilmişti. Ancak, bulguların, Stroop etkisine ilişkin öne sürülen algısal çelişki ve tepki rekabeti hipotezlerinden hangisini desteklendiğini belirleyebilmek, denek-içi desen uyarınca hem uyarıcı uyuşma hem de tepki doğruluğu durumlarının bir arada ele alınmasını gerektirir. Böylece bu çalışmada, uyuşan uyarıcıya karşı doğru tepkinin verildiği (U+/D), uyuşan uyarıcıya karşı yanlış tepkinin verildiği (U+/Y), uyuşmayan uyarıcıya karşı doğru tepkinin verildiği (U-/D) ve uyuşmayan uyarıcıya karşı yanlış tepkinin verildiği (U-/Y) durumlarda elde edilen olay-ilişkili potansiyeller (OİP) belirlenmiştir.

Stroop etkisini açıklamada algısal çelişki hipotezi geçerlidir
Mevcut çalışmada, Stroop Testi koşulları altında elde edilen N1 dışındaki bileşenlerin tümü, uyuşmayan uyarıcı koşullarında uyuşan uyarıcı koşullarına göre yüksek genlik değerleri ile elde edilmiştir. Bu genlik değişimi, P3 ve N4 zirveleri açısından istatistiksel olarak da anlamlı olmuştur. Bu bulgular, uyarıcının uyuşma durumunun beyin elektrofizyolojisini etkilediğini; uyuşmayan uyarıcılara ilişkin genliklerin uyuşan uyarıcılara ilişkin olanlardan büyük olduğunu, literatürdeki çalışmalarda da uyumlu olarak, göstermiştir (Atkinson ve ark. 2003, Lansbergen ve ark. 2007, Liotti ve ark. 2000, Mager ve ark. 2007, West ve Alain 2000). Buna göre, mevcut çalışma kapsamında Stroop Testi performansında P3 ve N4 zirvelerine ilişkin genlik artışı (bkz. Şekil 2), uyarıcının anlamı konusundaki bilgi işleme ile ilgili olup, çelişki belirleme (conflict detection) sürecini yansıtmaktadır.

Stroop etkisini açıklamada tepki rekabeti hipotezi geçerlidir
Literatürde, bazı çalışmalarda Stroop etkisinin uyarıcı değerlendirmesinden sonra meydana geldiği; etkinin, uyarıcı özelliklerinin yol açtığı tepki rekabetiyle yani motor sistemle ilişkili olduğu yönündeki görüşlere daha önce de değinilmişti (Alain ve ark. 2002, Hajcak ve Simons 2002, Ilan ve Polich 1999, Rebai ve ark. 1997, Warren ve Marsh 1979). Karakaş ve arkadaşlarının (2005) çalışmasında da yanlış tepki koşulundaki geç negatif zirvelerin, GN1 ve GN2'nin, genliği doğru tepki koşulundakinden yüksek olarak bulunmuştur.
Mevcut çalışma kapsamında, literatürde elde edilenlerle uyumlu olarak, tepki doğruluğuna ilişkin olarak da genlik değişimi saptanmıştır. Stroop Testi koşulları altında elde edilen N2, P3, N3 ve N4 zirveleri için, yanlış tepkilerde doğru tepkilerdekine göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek genlik değerleri elde edilmiştir. Tepki doğruluğu etkisinin göreli olarak erken N2 ve P3 zirveleri açısından da elde edildiğini gösteren bu bulgular, Stroop Testi performansında, erken zamandan itibaren bütün aşamalarda tepki doğruluğu konusunda ?bilgi işleme süreçlerinin' gerçekleştiğini göstermektedir. Ancak, ?bilgi işleme süreci' genel bir terimdir. Stroop Testi performansı da, ?yönetici işlev' testi (Lezak 1995) olma özelliğinden beklenebileceği gibi, karmaşık özellikler kümesini içermektedir. Bu doğrultuda tepki doğruluğu etkisine ilişkin elektriksel cevaplardaki değişimlerin, bilişsel olarak hangi süreçlere karşılık geldiği konusundaki değerlendirmelerin, zirvelerin genliği üzerinde, uyarıcı uyumluluğu ve tepki doğruluğu değişkenlerinin etkilerinin birarada ele alınarak yapılması gerekmektedir.

Bu doğrultuda Şekil 2'de, N2, P3, N3 ve N4 zirveleri üzerinde tepki doğruluğu ve uyarıcı uyumluluğu değişkenleri birlikte yer almaktadır. Şekilden de görülebileceği gibi, göreli olarak erken zaman penceresinde, N2 ve P3 latansında yanlış tepkilere ilişkin genlik artışı yalnızca uyuşmayan uyarıcılar için elde edilmektedir. Bir bozucu etkinin söz konusu olduğu ve tepki ketlemesini gerektiren uyuşmayan uyarıcılara karşı elde edilen söz konusu olay-ilişkili potansiyel zirvelerindeki (N2 ve P3) genlik artışının, tepki rekabeti (response competition) sürecini yansıttığı sonucuna varılmıştır. Buna karşın, geç zaman penceresinde ortaya çıkan N3 ve N4 latansında, yanlış tepkilere ilişkin genlik artışı uyuşan ve uyuşmayan uyarıcıların her ikisi için de elde edilmiştir. Hem geç zaman penceresinde ortaya çıkması, hem de bozucu etkinin söz konusu olmadığı uyuşan uyarıcılara karşı da elde edilmesi nedeniyle, ilgili zirvelerdeki genlik artışının, davranışın doğruluğu konusundaki değerlendirme/karar ile ilişkili olduğu, hata belirleme (error detection) sürecini yansıttığı sonucuna varılmıştır.
Stroop testi performansında ?algısal çelişki' ve ?tepki rekabeti' etkileşime girmektedir

Çalışmanın bir diğer bulgusu da, N4 zirvesi açısından uyarıcı uyumluluğu ile tepki doğruluğu durumunun etkileşime girmesidir. Şekil 2'den de izlenebileceği gibi, yanlış tepki koşullarındaki genlik artışı uyarıcı türüne göre değişmektedir; genlik artışı uyuşmayan uyarıcılar için, uyuşan uyarıcılar için olandan daha fazladır. Stroop Testi performansı açısından, tepkinin doğru olup olmadığına ilişkin kararın uyarıcı anlamının değerlendirilmesine de bağlı olması olağandır. Zira, mevcut çalışmada kullanılmış olan Stroop Testi performansı (NeuroScan 4.2), rengin ve kelimenin algılanmasını, bunların uyuşup uyuşmadığına karar verilmesini, her bir durum için hangi tepkinin verileceğinin hatırlanmasını, ilgili motor davranımın gerçekleştirilmesini ve gerçekleştirilmiş davranımın gerçekleştirilmesi gereken davranım ile uyumluluğunun değerlendirilmesini içermektedir. Bu doğrultuda, algısal çelişki ve tepki rekabeti süreçleri ayrı ayrı Stroop etkisine aracılık etmemekte; ?algısal çelişki' ve ?tepki rekabeti' etkileşime girmektedir. Bu bulgu, bilişsel süreçlerimizin, beynin bütünleşik (integrative) olarak çalışan paralel sinir-ağlarında oluştuğu yönündeki güncel model ve kuramlarla da uyumluluk göstermektedir (Cohen ve ark. 1990, Fernandez-Duque ve ark. 2000).

Mevcut çalışmanın bulguları, genel olarak, belirli bir bilişsel faaliyet sırasında uyarıcı ile tepki arasında yer alan süreçler konusundaki yordamaların, salt davranışsal tepkilere dayanılarak yapılamayacağını, bilişsel faaliyetlerin incelenmesinde beyin faaliyetine atıfta bulunmanın zorunlu olduğunu göstermektedir.

Sonuç olarak, Stroop Testi performansı sırasında elde edilen OİP zirveleri sadece uyarıcının uyuşma durumuna göre değil, aynı zamanda söz konusu uyarıcıya verilen tepkinin doğru veya yanlış olmasına göre de değişmektedir. Diğer bir deyişle beyinden kaydedilen tepkiler sadece uyarıcının etkisini değil, bireyin verdiği tepkinin doğruluğuna ilişkin etkileri de taşımaktadır. Buna göre, Stroop performansında ortaya çıkan elektriksel cevaplar, hem uyarıcı özelliklerinin yol açtığı algısal çelişki, hem de tepki rekabeti süreçlerine ilişkin aktiviteleri yansıtmaktadır; Stroop etkisi bakımından algısal çelişki ve tepki rekabeti hipotezlerinin her ikisi de geçerlidir (Schmidt ve Cheesman 2005, Karakaş ve ark. 2005).

KAYNAKLAR

Alain C, McNeely HE, He Y ve ark. (2002) Neurophysiological evidence of error-monitoring deficits in patients with schizophrenia. Cereb Cortex, 12: 840-6.
Atkinson CM, Drysdale KA, Fulham WR ve ark. (2003) Event-related potentials to Stroop and reverse Stroop stimuli. Int J Psychophysiol, 47: 1-21.
Başar E (1999) Brain Function and Oscillations: II. Integrative Brain Function. Neurophysiology and Cognitive Processes. Heidelberg: Springer-Verlag.
Bekçi B (2007) Üst-bellek türlerinin beyin elektrofizyolojik tepkileriyle ilişkisi. Yayınlanmamış Doktora Tezi (Deneysel Psikoloji). Hacettepe Üniversitesi, Ankara.
Burke DM, Light LL (1981) Memory and aging: The role of retrieval processes. Psychol Bul, 90: 513-46.
Cohen JD, Dunbar K, McClelland JL ve ark. (1990) On the control of automatic processes: A parallel distributed processing account of the Stroop effect. Psychol Rev, 97: 332-61.
DeSoto MC, Fabiani M, Geary DC ve ark. (2001) When in doubt, do it both ways: Brain evidence of the simultaneous activation of conflicting motor responses in a spatial Stroop task. J Cog Neurosci, 13: 523-36.
Doehrman S, Landau R, O'Connell D ve ark. (1978) The Stroop phenomenon: Perceptual conflict or response competition? Percept Mot Skills, 47: 1127-31.
Fernandez-Duque D, Baird JA, Posner MJ ve ark. (2000) Executive attention and meta-cognitive regulation. Conscious Cogn, 9: 288-307.
Gaillard AWK (1988) Problems and paradigms in ERP research. Biol Psychol, 26: 91-109.
Glaser WR, Glaser MO (1989) Context effects in Stroop-like word and picture processing. J Exp Psychol Gen, 118 (1): 13-42.
Grapperon J, Vidal F, Leni P ve ark. (1998) [The contribution of cognitive evoked potentials to knowledge of mechanisms on the Stroop Test]. Neurophysiol Clin-Apstract, 28: 207-20.
Hajcak G, Simons RF (2002) Error-related brain activity in obsessive-compulsive undergraduates. Psychiatry Res, 110: 63-72.
Helmstaedter C, Kemper B, Elger CE ve ark. (1996) Neuropsychological aspects of frontal lobe epilepsy. Neuropsychologia, 34 (5): 399-406.
Ilan AB, Polich J (1999) P300 and response time from a manual Stroop task. Clin Neurophysiol, 110: 367-73.
Karakaş S, Erdemir C, Bekçi B ve ark. (2005) Nöropsikolojik test performansının beyindeki karşılığının beyin haritalama, olay-ilişkili potansiyel ve osilasyonlar yoluyla analizi. Hacettepe Üniversitesi Araştırma Fonu Projesi (Proje No: 99K120370).
Kerns JG, Cohen JD, MacDonald AW 3rd ve ark. (2004) Anterior cingulate conflict monitoring and adjustments in control. Science, 303: 1023-6.
Lansbergen MM, van Hell E, Kenemans JL ve ark. (2007) Impulsivity and conflict in the Stroop task an ERP study. J Psychophysiol, 21(1): 33?50.
Lezak MD (1995) Neuropsychological Assessment (3rd ed.). New York. Oxford University Press.
Liotti M, Woldorff MG, Perez R ve ark. (2000) An ERP study of the temporal course of the Stroop color-word interference effect. Neuropsychologia, 38: 701-11.
MacLeod CM (1991) Half a century of research on the Stroop Effect: An integrative review. Psychol Bul, 109: 162-203.
MacLeod CM (1992) The Stroop task: The ?Gold Standard? of attentional measures. J Exp Psychol Gen, 121(1): 12-4.
Mager R, Bullinger AH, Brand S ve ark. (2007) Age-related changes in cognitive conflict processing: An event-related potential study. Neurobiol Aging, 28: 1925?35.
Markela-Lerenc J, Ille N, Kaiser S ve ark. (2004) Prefrontal-cingulate activation during executive control: Which comes first? Brain Res. Cog Brain Res, 18: 278-87.
Masaki H, Tanaka H, Takasawa N ve ark. (2001) Error-related brain potentials elicited by vocal errors. Neuroreport, 12: 1851-5.
Polich J, Kok A (1995) Cognitive and biological determinants of P300: An integrative review. Biol Psychol, 41: 103-46.
Rebai M, Bernard C, Lannou J ve ark. (1997) The Stroop's test evokes a negative brain potential, the N400. Int J Neurosci, 91: 85-94.
Santos JF, Montgomery JR (1962) Stability of performance on the Color-Word Test. Percep Mot Skills, 15: 397-8.
Schmidt JR, Cheesman J (2005) Dissociating stimulus-stimulus and response-response effects in the Stroop task. Can J Exp Psychol, 59: 132-8.
Spreen O, Strauss E (1991) A Compendium of Neuropsychological Tests: Administration, Norms and Commentary. New York. Oxford University Press.
Stroop RJ (1935) Studies of interference in serial verbal reactions. J Exp Psychol, XVIII Msn Demon: 643-61.
Warren LR, Marsh GR (1979) Changes in event related potentials during processing of Stroop stimuli. Int J Neurosci, 9: 217-23.
West R, Alain C (2000) Effects of task context and fluctuations of attention on neural activity supporting performance of the Stroop Task. Brain Res, 873: 102-11.

Benzer Konular

12 Ağustos 2018 / _PaPiLLoN_ Psikoloji ve Psikiyatri
24 Ekim 2011 / Ziyaretçi Soru-Cevap
18 Şubat 2010 / Ziyaretçi Soru-Cevap
10 Ağustos 2017 / Misafir Cevaplanmış