Arama

Bizans Sanatı

Güncelleme: 30 Aralık 2016 Gösterim: 48.042 Cevap: 2
ThinkerBeLL - avatarı
ThinkerBeLL
VIP VIP Üye
2 Mart 2009       Mesaj #1
ThinkerBeLL - avatarı
VIP VIP Üye

Bizans sanatı

Ad:  bizans_sanati.JPG
Gösterim: 2502
Boyut:  80.7 KB

Roma İmparatorluğumun Hıristiyanlaşma süreci sırasında oluşmaya başlayan ve Bizans İmparatorluğu sınırlan içinde gelişen Doğu Hıristiyan sanatı.
Sponsorlu Bağlantılar

Bizans sanatı Helenizm ve Roma sanatlarının içinden filizlenmiş, ama Hıristiyan dininin ve Mısır, İran, Suriye gibi Bizans İmparatorluğumun yayıldığı bölgelerdeki çeşitli kültür çevrelerinin de etkisi altında kalarak biçimlenmiştir. Bizans bireşimini oluşturan öğeler içinde en önemlileri Helenistik Roma ile Sasani sanat gelenekleridir. Bir yandan klasik düzenler, bazilikal ve merkezî planlı yapı biçimi, antik örge ve düzenlemeler gibi Helenistik Roma sanatı öğeleri, bir yandan da tuğla kubbeli yapı, bezemesel ve yüzeysel sanat üslubu, soyutlama ve mistik anlatım gibi Sasani sanatı öğeleri Bizans sanatı içinde özümlenmiştir. İmparatorluk merkezi Konstantinopolis’in (İstanbul) kuruluşuyla başlatılan Bizans sanatının tarihi, erken Bizans (330-726), orta Bizans (867-1204) ve son Bizans (1261- 1453) dönemleri olmak üzere üçe ayrılabilir. Bu sanat, 1453’te Konstantinopolis’in Türkler tarafından alınmasından sonra gelişmesini Balkanlar’da sürdürmüş, İtalya, Doğu Avrupa ve Rusya topraklarında da uzun bir süre etkisi devam etmiştir.

Erken Bizans döneminde İustinianos’un hüküm sürdüğü yıllar (527-565) sanat açısından en yoğun olan zamandır. Bu dönemde mimarlıkta kökü antik mimarlığa dayanan iki yapı türüyle karşılaşılır. Bunlardan biri, ahşap beşik çatıyla örtülü ve sütun sıralarıyla üç ya da beş nefe ayrılmış, uzunlamasına eksenli bazilika; öbürü ise çoğunlukla kubbeyle örtülü, merkezî panlı yapıdır. Bazilikaya örnek olarak İstanbul’daki İoannes Studios Kilisesi (bak. İmrahor Camisi Lephesos’taki Azize Meryem Kilisesi (4. yy), Korykos’taki (Cennet Obruğu) kilise, Selanik’teki Aziz Dimitrios Kilisesi sayılabilir.

Merkezî planlı yapılardan olan Ravenna’daki Ortodokslar Vaftizhanesi’nde (430) kubbe, sekizgen bir gövdeye oturtulmuştur. Konstantinopolis’teki SS. Sergios ve Bakkhos Kilisesi’nde (bak. Küçük Ayasofya Camisi) kubbe, ayaklara oturtulmuş ve kubbenin altına gelen merkezî mekân bir koridorla çevrilmiştir. Ravenna’daki San Vitale Bazilikası, Filistin’deki Garison (5. yy sonu), Esra ve Bosra (512-513) kiliselerinde de bu tür bir merkezî planlı şema uygulanmıştır. 5. yüzyılın ortalarında, bazilikaların orta nefinin apsis önünde bulunan bölümünün bir kubbeyle örtüldüğü görülür. Kubbeli bazilika olarak adlandırılan bu tipin en erken uygulaması Anadolu’da Mut yakınlarındaki Kocakalesi’nde bulunan Alacahan Manastırı’nın kilisesidir. Kubbeli bazilikanın en iddialı yapısı ise Ayasofya’dır. Bu anıtsal yapıda uzunlamasına eksen doğrultusunda, merkezî kubbenin önünde ve arkasında iki yarım kubbe kullanılarak üzeri örtülen alan büyütülmüştür. Planda üç nefli bazilika özelliği gösteren yapı, örtü sistemiyle merkezî yapı görünümü kazanmıştır.

Ayasofya’da strüktürel açıdan bir başka yenilik de, kubbeye geçişte trompların yerine pandantiflerin kullanılmış olmasıdır. Erken Bizans mimarlığında, İstanbul’daki Havariyyun (536-46) ve Ephesos’taki St. Jean (527-565) kiliselerinde görüleceği gibi, eşit büyüklükte kubbelerle örtülü Yunan ya da Latin haçı planlı bazilikalara da rastlanır. Aynca Kudüs’teki İoannes Kilisesi gibi yonca planlı kiliseler de yapılmıştır. Bu dönemden günümüze sivil yapı örneği olarak İstanbul’da Sultanahmet Meydanı’ndaki ve Suriye’deki bazı kalıntılar ulaşmıştır. Sultan Ahmet Camisi’nin arkasındaki Büyük Saray’nın büyük bir yapı kompleksi oluşturduğu anlaşılmaktadır. Bir hendek ve burçlarla güçlendirilmiş iki sıra duvardan oluşan Konstantinopolis kara surlan (413-447) Bizans savunma mimarlığının en değerli yapısıdır. Karagümrük ve Sultanselim semtlerindeki açık sarnıçlarla Yerebatan (bak.

Yerebatan Sarayı

) ve Binbirdirek (bak. Binbirdirek Sarnıcı) kapalı sarnıçları su mimarlığının örnekleridir.

Özellikle İustinianos döneminde, yapıların mozaikler ve mermer kaplamalarla görkemli bir biçimde bezendiği anlaşılmaktadır. İstanbul’da Sultanahmet’teki Büyük Saray’ in döşeme mozaikleri, bu Helenistik dönem (İÖ 3. yy - İÖ 1. yy) sanatını 6. yüzyılda sürdüren en çarpıcı örnektir. Bu mozaiklerde çeşitli hayvan betimlemeleri ve çember çeviren çocuk, su taşıyan kadın vb gibi günlük yaşamla ilgili konular doğalcı bir yaklaşımla canlandırılmıştır. San Vitale ve Sant’Apollinare Nuovo bazilikaları, Galla Placidia Anıtmezarı gibi yapılar ise dinsel konulardaki erken Bizans duvar mozaik sanatım en zengin biçimde yansıtır. San Vitale’de bema yakınındaki Theodora’yla İustinianos’u konu alan mozaik resimler, değerli taşlarla bezeli giysiler ve hiyerarşik figür düzenlemeleriyle Bizans saray üslubunu oluşturur.

Yazma kitap bezemesinde Dioskorides’in Bitkiler Kitabı diye tanınan Peri hyles iatrikes kitabının 6. yüzyıldaki bir kopyası ile dinsel konulu Viyana Tekvini’nde (5. yy) Helenistik sanatın izlerinin figür betimlemelerinde ve düzenlemede sürdüğü görülür. Doğu sanatlarının etkisi ise Rossano ve Sinop İncilleri’nde görülür. Erken Bizans heykel sanatında Roma portre geleneği yaşatılmıştır. Barletta’daki Markianos heykeli (450-457), İustinianos’un atlı heykeli, İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ndeki melek kabartması, Milano Müzesi’nde bulunan Theodora başı, dönemin büyük boy heykel örnekleridir. Mimari bezemede mermer işçiliği SS. Sergios ve Bakkhos Kilisesi’yle Ayasofya’nın sepet sütun başlıklarında izlenebilir. Küçük el sanatlarından fildişi oymacılığı gelişmiştir. Triptik (üç kanatlı pano) ve eliptiklerde (iki kanatlı pano), Helenistik ve Doğu üslup özellikleri belirgindir. Dokumalarda, madalyon desenleri içine yapılmış stilize hayvan figürlerinde, mitolojik sahnelerde ve ejder betimlemelerinde İran-Sasani ve Mısır Kopt sanatlarının izlerine rastlanır. Kıbrıs’ta Girne’de bulunan gümüş tabaklar bu dönemin maden sanatı konusunda bir izlenim veren en güzel parçalardır.

Erken Bizans dönemi sanatındaki gelişme, kilisenin 8. yüzyılın başlarında dinsel betimlemeleri yasaklaması sonucunda duraklamıştır. İkonoklazm diye anılan bu dönemde (730-843) Helenistik ve İslam örgelerinden oluşan yüzeysel bir bezeme üslubu geliştirilmiştir. Ayrıca haç gibi simgesel örgeler de kullanılmıştır (örn. Aya irini’ nin apsisindeki haç motifli mozaik).

Kiliselerde dinsel betimlemelerin yeniden kabul edilmesinden (843) IV. Haçlı Seferi’yle gelen Latinlerin Konstantinopolis’i istilasına (1204) değin devam eden orta Bizans döneminde sanat, kilisenin yönetimi altına girmiştir. Kilisenin kurallarına bağlı simgelerle yüklü yeni sanat anlayışı gelişirken, bir yandan da saray çevresinde antik sanat geleneği yeniden canlandırılmıştır.

Mimarlıkta mikrokosmosu ifade eden küçük boyutlu kiliselerde, kapalı Yunan haçı diye adlandırılan bir yapı türü geliştirilmiştir. Bu tür yapılarda kubbeyle örtülü orta mekân, beşik tonozla örtülü dört hacimle bir haçın kolları gibi dört yönde genişletilmekte; kolların arasında köşelerde kalan mekânlar da, daha alçak ve küçük kubbelerle örtülmektedir. İstanbul’da Myrelaion (bak. Bodrum Camisi), Theodoros (bak. Kilise Camisi), Pantepoptes (bak. Eski İmaret Camisi) ve Pantokrator (bak. Zeyrek Camisi) kiliseleri bu türün başlıca örnekleridir. Kapalı Yunan haçı kilise şemasının kullanılması Balkanlar’da ve Ege Adalarında uzun bir süre devam etmiştir. Orta Bizans döneminden ilginç bir sivil mimarlık örneği Konstantinopolis’teki Blakhernai bölgesinde (bugün Eğrikapı) bulunmaktadır. Buradaki saray kompleksinden günümüze geometrik taş ve tuğla bezeli bir yapı olan Tekfur Sarayı kalmıştır.

9. yüzyılda kilisenin güçlenmesiyle mozaik resim sanatı da bu kurumun belirlediği kurallar içinde gelişme göstermiştir. Anlatım simgeseldir. Zengin bezemeli giysiler içindeki figürler cepheden ve yüzeysel olarak betimlenmiştir; zemin altın yaldızlıdır. Düzenlemeler simetrik ve durağandır. Konular kilise duvar ve kubbelerine belirli bir hiyerarşik düzen içinde yerleştirilmiştir. Kubbenin ortasında Pantokrator (Evrenin Efendisi) İsa ve çevresinde dört melek, kubbe kasnağında havariler ve Tevrat peygamberleri, apsiste Theotokos (Tanrı Anası) Meryem betimlemeleri yer almaktadır. Bu dönem mozaik sanatının örnekleri Yunanistan’da Sakız (Khios) Adasındaki Nea Moni, Deiphoi yakınındaki Hosios Lukas ve Atina’daki Daphne manastır kiliselerinde bulunmaktadır. İstanbul’da Ayasofya’ nın galerisindeki imparator mozaikleri de (bak.

Ayasofya

) durağan ifadeleriyle dönemin saray üslubunu yansıtır.

Helenistik üslup, Nikandros yazması ile Nazianzoslu Aziz Gregorios’un elyazmalarında yeniden canlandırılmıştır. Menologion' a. (resmî takvime göre hazırlanan ayin kitabı) Doğu bezeme sanatı üslubu izlenmektedir. Ahşap ya da metal levhalara kutsal resimler yapmak biçimindeki ikon sanatı da bu dönemde gelişmiştir.

Latin istilasının sona ermesiyle (1261) başlayan son Bizans döneminde yapı etkinlikleri ekonomik nedenlerle sınırlı kalmış, daha çok eski kiliselerin onarılması ya da bunlara ek şapeller yapılmasıyla yeti- nilmiştir. Bu dönemin başlıca yapıları Hagi- os Andreas Kilisesi (bak. Koca Mustafa Paşa Camisi), Konstantin Lips Manastır Kilisesi güney yapısı (bak. Fenari İsa Camisi), Theotokos Pammakaristos (bak. Fethiye Camisi) ve Khora Kilisesi’ne (bak. Kariye Camisi) eklenen yan şapelle iç ve dış nartekslerdir. Bu yapılar içinde bezeme açısından en zengini Khora Kilisesi’dir.

Yüksek bir devlet görevlisi olan Theodorös Metokhites’in 1315’te yaptırdığı bu bezemeler Bizans sanatının en değerli örnekleridir. Narteksler mozaik, yan şapel ise fresklerle bezenmiştir. İsa ve Meryem’in yaşamı nar- tekslerde, Tevrat’tan çeşitli sahneler, Son Yargı, Mahşer, İsa’nın Dirilişi gibi konular yan şapelde anlatılmıştır. Resim sanatı son Bizans döneminde kilisenin katı dogmacılığından kurtulmuş, yeniden antik sanatın doğalcı yaklaşımına dönmüştür. Resme mekân, kütle, hacim, hareket ve perspektif gibi yeni kavramlar girmiştir. Plastik değerler artmış ve insan figürleri gerçekçi bir anlatımla biçimlendirilmiştir. Khora Kilisesi fresk ve mozaikleri bir Bizans. Rönesansı’ nın başlangıcı sayılmaktadır. İmparatorluğun merkezindeki bu gelişme, 15. yüzyıl içinde Yunanistan ve Yugoslavya’da daha ileri bir düzeye ulaşmıştır.

Kaynak: Ana Britannica

Son düzenleyen Baturalp; 30 Aralık 2016 17:49
Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!
Keten Prenses - avatarı
Keten Prenses
Kayıtlı Üye
12 Nisan 2009       Mesaj #2
Keten Prenses - avatarı
Kayıtlı Üye

ISTANBUL’DA BIZANS SANATI


Bizans sanatı, İ.S. 395 yılında ikiye bölünün Roma İmparatorluğu’nun doğu parçası olan ve 1453’de Osmanlı Türkleri tarafından ortadan kaldırılan Bizans devletinin sanatıdır. Doğu Roma İmparatorluğu ya da kısaca Bizans İmparatorluğu adı ile tanınan bu devlet, aslında Hıristiyanlaşmış Roma İmparatorluğu’dur. Bu devleti, Roma İmparatorluğu’nun bir devamı olarak da kabul edebiliriz.
Sponsorlu Bağlantılar

Bizans, İstanbul’un eski adı olan Byzantion’dan gelmektedir. Batı dünyası bunu, İstanbul’un fetihden önceki adı olarak kullanmıştır. Anlam olarak imparatorluğun tümünü kapsayan Byzantion, aslında yalnızca kentin adıdır. Bizans, modern tarihçilerin ortaya attığı bir deyimdir. Doğu Roma İmparatorluğu’na, anlam ve ruh açısından Batı Roma’dan farklı bir ad verilmek istenmiş ve sonuçta bu deyim ortaya atılmıştır. Oldukça uzun bir ömür süren bu imparatorluk, kendini hiçbir zaman Bizans devleti olarak nitelememiş, Büyük Roma İmparatorluğu’nun bu doğu parçası sonuna kadar bir Roma devleti olarak yaşamıştır. Öyle ki, bu topraklarda oturanlar kendilerine “Romaios” (Romalı) demişler, imparatorlarını da “Romalıların İmparatoru” olarak adlandırmışlardır.

Bu arada 6. yüzyıldan itibaren latincenin yerini resmi dil olarak yunanca almış, bu dil, kültür alanında da tümüyle etkili olmuştur. Din önem kazanmış, böylece yeni bir devlet sistemi oluşmuştur. Aslı Romalı olan Bizans bir Ortaçağ Hıristiyan toplumudur. Balkanlar, Trakya, Anadolu, kısa bir süre Mısır ve Suriye topraklarında egemen olmuş, buralardaki eski uygarlıkların gelenek ve beğenilerini bünyesinde toplayarak kendine özgü yüksek bir uygarlık oluşturmuştur. Bu uygarlığın ana kaynağı Anadolu olmuş, ama Doğu’dan da geniş ölçüde ilham ve etki almıştır.

Bizans sanatının bizim açımızdan önemi ise, sahip olduğumuz topraklarda yaşamış ve gelişmiş olmasıdır. Uygarlık tarihi açısından da Ortaçağdaki en parlak ve güçlü uygarlık olması önem taşır. ılkçağ uygarlığının bilgi ve kaynaklarını doğuda İslam ve Bizans yaşatmış, geliştirmiş ve Rönesans Avrupası’na aktarmıştır. Bu nedenle de Bizans sanatı bir bilim dalı olarak incelenmeye başlandığında, yalnızca batıda bulunan Bizans el yazmalarının minyatürleri, bazı küçük yapıtlar ile ıtalya’nın Ravenna kentindeki binalar ve bunların duvarlarını süsleyen mozaikler dikkat çekmiştir.

19. yüzyıl sonlarından başlayarak Bizans sanatı araştırmaları çok hızlanmış, yapıtların, anıtların incelenmesi sonucunda yeni görüşler ortaya çıkmıştır. Bizans sanatı başlangıçta Roma sanatının devamcısı olmuş, ama daha sonra gerek çeşitli kültürlerin izlerine sahip ülke ve toplulukları içine alması, gerek resmi din haline gelen Hıristiyanlığın güçlü etkisi ile tümüyle yeni, orijinal bir üslup oluşturmuştur.

Bizans sanatında sürekli iki güçlü akım egemen olmuştur. Birincisi, özellikle saray ve ileri gelen çevrelerce tutulan, kökü eski sanat geleneklerine bağlı ince, hassas hatta bazı durumlarda Hıristiyanlığa yabancı unsurların bile göze batmadığı görkemli, zengin ve göz kamaştırıcı bir sanat akımı olan Başkent üslubudur. ıkincisi ise, form güzelliğine önem vermeyen, dini konuları esas alan ve sanatı dinin bir anlatımı olarak kabul eden ilkel ve kuru bir sanat akımı olan Eyalet üslubudur. Ancak bu akımları, adlarında geçtiği gibi, kesin bir biçimde bölgelere ayırmak olanaksızdır. Sonuçta Bizans sanatı için, ılkçağ ve Roma sanatından aldığı bilgileri, doğu beğenisi ve deneyimlerini Hıristiyanlıkla kaynaştırarak uygulayan ve yerli geleneklerden de faydalanarak doğu Akdeniz çevresinin bütün Ortaçağ’ı kaplayan Hıristiyan sanatıdır, denebilir.

Bizans mimarisinin en iyi görüldüğü yer başkent İstanbul’dur. Bizans mimarisi başlangıçta ılkçağ’ın mimari tiplerinden faydalanmış ve bunları yeni amaçlarına uydurmasını bilmiştir. Esası bir çarış, bir toplantı yeri olan bazilikayı Hıristiyanlaştırarak kilise haline getirmişlerdir. Ufak tefek ticari anlaşmazlıkları çözümleyen hakimin yerini ise Hıristiyanlıkta ısa almıştır. Bazilika planlı kilise uzun bir yapıdır. ıçi iki sütun dizisi ile üç nefe ayrılmış, bunlardan ortadaki yandakilere oranla daha geniş tutulmuştur. Doğu ucunda ise yarım yuvarlak bir biçimde dışarı taşan apsis bulunur. Batı yönünde de narteks adı verilen bir hol vardır. Bunun iki yanındaki merdivenlerden yan neflerin üstünde yer alan ve kadınlara ait olan galerilere çıkılır. Bir bazilikanın üstü, çift meyilli ve kiremit kaplı ahşap bir çatı ile örtülü olurdu. Bu basit ve yalın kilise tipi, Hıristiyanlığın özellikle ilk yıllarında ve Bizans sanatının ilk döneminde hayret verici derecede tutulmuş ve çok sayıda örnekleri inşa edilmiştir.

Bu tipin karakteristik örneklerinden biri de başkent İstanbul’dadır. 461’de kurulan Studios Manastırı’nın Aziz Ioannes Prodromos’a ithaf edilen kilisesi olan bu bina, ımrahor ılyas Bey Camii adını alarak zamanımıza kadar gelmiştir. Yıkık bir halde olan bu binada bazilika tipi en yalın biçimde uygulanmıştır. Yapının iç mekanı bütün normal bazilikalarda olduğu gibi iki sütun dizisi ile üç nefe ayrılmıştır. 18. yüzyıldaki yangından sonra sağ taraftaki sütunlar kaldırılmış, ahşap çatıdan da hiçbir iz kalmamıştır. Henüz ayakta duran soldaki sütun dizisinin, yangın nedeniyle süslemelerini tümüyle yitirmiş başlıkları üzerinde zengin bir biçimde işlenmiş mermer bloklardan oluşan bir arıitrav bulunmaktadır. Dışarı taşkın apsis dıştan üç cepheli, içerden ise yarım yuvarlaktır.

Bir gereksinmenin en yalın biçimde giderilişini yansıtan bazilikanın yanında bir hayli gözde olan ikinci tip ise merkezi planlı yapılardır. Yuvarlak bir ana mekan oluşturacak biçimde inşa edilen bu binalarda mekanın üstü, yapının bütününü kaplayan bir kubbe ile örtülmüştür. Bu tipin en yalın örneğinde kubbe, sekiz köşeli bir plana göre inşa edilen dış duvarlara oturur. Buna karışn, aynı tipin daha gelişmiş biçiminde kubbe dış duvarlara değil, yapının içinde yer alan ve ortada bir çember halinde sıralanan sütun ile payelere biner.

Kaynağını ilkçağ sanatının türbe ve hamamlarından alan ve Hıristiyan mimarisi tarafından özellikle anı yapılarında kullanılmak üzere benimsenen bu tipin güzel bir örneği, İstanbul’da bugün Küçük Ayasofya Camii adını taşıyan eski Sergios ve Bakkhos Kilisesi’dir. İmparator I. Justinianos tarafından 526-530 yıllarındayaptırılan bu yapının dış duvarları, pek düzgün olmayan bir kare oluştururlar. Batıya bakan cephe önündeki sütunlu son cemaat yeri, bir Türk dönemi eklentisidir. ıçerde sekiz güçlü paye ile oluşturulan sekizgen bölümü basık, dilimli bir kubbe örtmektedir. Bu orta mekan doğu yönünde ileri doğru uzanan ve dışarı taşan bir apsise sahiptir. Payeler ve bunların arasındaki sütunlar ile dış duvarlar arasında kalan dehliz, orta kısmı bir atnalı gibi sarmakta, üst kısımda ise bir galeri bulunmaktadır.

Bizans mimarisi bu iki ayrı tipi, bazilika ve merkezi planı birleştirerek yeni bir mekan yaratmaktan da geri kalmamış, bunun sonucunda 5. yüzyılın sonlarına doğru kubbeli bazilika denen tip doğmuştur.
ılk örnekleri Anadolu’da yapılan kubbeli bazilikaların en görkemlisi ise, İstanbul’daki Ayasofya’dır. Anadolulu iki mimar, Trallesli (Aydın) Anthemios ve Miletoslu (Balat) Isidoros’un Justinianos’un emri ile 532-537 yıllarında, yanmış olan eski bir kilisenin yerine yaptıkları Ayasofya, kubbeli bazilika tipini açık bir biçimde verir.

Bu yapıda merkezi planlı yapılarda görülen mimari sistemin özünü orta nefin üst mimarisinde ve ana mekanda bulmak olasıdır. Ama bunun yanında klasik bazilika mekanının karakteristiği olan yan neflerin yardımcı, hatta orta mekanın görkemi ve genişliği uğruna “harcanmış” bölümler olduğu da gözden kaçmaz. Ayasofya’da önceleri atrium ile bağıntılı olan dış narteksi, çapraz tonozlarla örtülü geniş bir ana narteks izlemektedir. ıç kısım ise adeta çatılı bir bazilika gibi, paye ve sütun dizileri ile üç nefe ayrılmıştır. Orta nefin üstüne rastlayan bölümde, esas ağırlığı dört payeye binen 31 m. çapında büyük bir kubbe bulunmaktadır. Ana eksen üstünde iki yarım kubbe daha yer almaktadır. 77 m. uzunluğundaki orta nefin doğu ucu, dışarı taşkın ve üstü yarım kubbeli bir apsis ile sonlanmaktadır.

Bizans sanatının ilk dönemi siyasal ve askeri gerilemelerle birlikte, 726’da ortaya çıkan ve kiliselerin dini resimlerle süslenmesini yasak eden bir akım ile sarsıntı geçirmiş, bu durum kısa bir ara ile 842’ye kadar sürmüştür. Bu akıma ıkonoklasma adı verilir.

ıkonoklasma’nın 842’de ortadan kalkması ile başlayan Orta Dönem Bizans sanatı, 1204’de IV. Haçlı seferinin Bizans’a yönelmesi ve İstanbul’u ele geçiren Latinlerin bir Latin İmparatorluğu kurmalarına kadar sürmüştür. Makedonyalılar ve Komnenoslar sülaleleri zamanına rastlayan bu dönemde Bizans sanatı, kilisenin ıkonoklasma’ya karış kazandığı zaferle yeni bir yön tutmuştur. Ancak ilk dönemdeki özgürlüğünü yitirerek kilisenin artan egemenliği altında sert kurallara bağlanmak zorunda kalmıştır. Orta dönemde küçük boyutlar kullanılmış ama dış çizgilerin zarif, ölçülerin uyumlu olmasına önem verilmiştir.

Yunan Haçı planı, bu dönemde mimari tiplerin başında gelmekte, hatta uzun süre tek mimari tipi oluşturmaktadır. Bu tipin bu denli önem kazanmasının altında, kilisenin ıkonoklasma’ya karış kazandığı zaferden duyulan coıku ve bunun itici gücü ile Hıristiyan sembolizminin bir anda sanat dünyasını kaplaması yapmaktadır. Bu tipte yapının orta kısmı bir Yunan haçı biçimindedir. Tam ortada ise bir kubbe bulunmaktadır. Başlangıçta hayli kaba ve ağır bir görünüşe sahip olan Yunan Haçı planı, sonraları geliştirilerek iç çizgilerin incelmesi ile daha hafif bir görünüş almıştır. Bu ikinci aşamada kubbe, Kalenderhane Camii’nde olduğu gibi ağır ve masif köşe duvarlarına değil de paye ya da sütunlara bindirilmiştir. Yunan Haçı planının dört sütunlu tipi dediğimiz bu biçimdeki yapılardan İstanbul’da çok sayıda örnek günümüze gelmiştir.

Laleli’deki Bodrum Camii bu yapılardan biridir. Yüksek bir kripta üzerine kurulmuş olan yapıda, dört sütunlu Yunan Haçı planını açık bir biçimde görmek olasıdır. Narteksi izleyen naos, dört ince payenin yardımı ile oluşturulmuş bir Yunan Haçı biçimindedir. Yapının dış cephelerinde yarım yuvarlak payeler, bunların arasına yerleştirilen kör kemerler büyük bir hareket ve plastik ifade sunarlar.

10. yüzyılda inşa edilen Lips Manastırı’nın kilisesi olan Fenari ısa Camii’nin kuzey kanadı da aynı tipin karakteristik bir örneğidir. Yalnız 13. yüzyılda güney yönüne ikinci bir kilise eklenmiş olan yapıda, 17. yüzyıldaki bir tamir sırasında dört sütun kaldırılarak yerlerine iki büyük kemer inşa edilmiştir.

Eski adı bilinmeyen ve 10. ya da 11. yüzyılda yapılmış olduğu tahmin edilen Molla Gürani Camii (Vefa Kilise Camii) ise, 14. yüzyılda eklenmiş olan büyük ve anıtsal dış narteksi bir yana bırakılacak olursa, dört sütunlu Yunan Haçı planlı bir orta dönem yapısıdır. Kommenos sülalesi zamanında 1081-1118 yıllarında yapılan ve Pantepoptes Manastırı’nın kilitesi olan Eski ımaret Camii, aynı tipin en güzel örneğidir.

Komnenos sülalesi tarafından kurulan ve aslı 1136’da yapılan Pantokrator Manastırı’nın kilisesi olan Zeyrek Kilise Camii, bu dönemde büyük kiliselerin ancak ufak çaptaki bitişik kiliselerden oluşturulduğunu gösteren karakteristik bir örnektir. Yunan Haçı planlı kiliselerin en büyük örneklerinden olan Zeyrek Camii güney kanadı, ancak 16 m. uzunluğundadır. Kubbesinin çapı ise 7.m.’dir. bu yapı, dört payeli iki kilise ve aralarındaki tek nefli bir türbe şapelinden oluşmaktadır. Yapılması oldukça kolay olan bu yapı tipi, İstanbul’da Çarşamba’daki Ahmet Paşa Mescidi gibi küçük yapılarda da kullanılmıştır. Öte yandan bu dönemde, az sayıda uygulanmış olan bir başka plan tipi de vardır. “Kiborium plan” dediğimiz bu tipin İstanbul’daki örneği, Kariye Camii olarak tanınan Khora Manastırı kilisesinin naos kısmıdır.

Son Bizans döneminde İstanbul’da yeni bir mimari tipin doğduğunu ve bunun 1284-1294 yıllarında yapıldıkları bilinen üç kilisede uygulandığını görmekteyiz. Bu yapılar, fetihden sonraki adları ile Koca Mustafa Paşa Camii, Fenari ısa Camii ve Fethiye Camii ana binasıdır. Bu planın orta dönemin gözde tipi Yunan Haçı ile hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü naos kısmında dört kemer üzerine yükselen bir kubbe kulunmakta ve orta mekan bu kare alanın altında kalmaktadır. Bu orta kısmı, üç yandan atnalı gibi saran basık tonozlu dehlizler çevreler. Bu yüzden bu plana kısaca Dehlizli Tip denir.

ılk Bizans döneminde (330-726) yapılmış olan duvar mozaiklerinden İstanbul’da hiçbir örnek kalmamıştır. Bunun başlıca nedeni de mozaiklerin 726-842 yıllarındaki ıkonoklast (Resim kıran) akım sırasında tahrip edilmiş olmasıdır. Yine de ılk Bizans dönemine ait İstanbul dışındaki bazı mozaik ve minyatürlerin yardımı ile bu dönemin resim sanatının karakterini saptayabiliriz. ılkçağın Helenistik resim sanatı üslubu kendini, ilk dönem sanatı içinde kuvvetle belli eder. Ama bu arada, Doğu’dan gelen daha farklı etkilerin de sanata yansıdığı görülür.

İstanbul’da bu döneme ait figürlü duvar mozaiği yoksa da çok dikkat çekici bir döşeme mozaiği yakın zamana kadar duruyordu. Bu mozaik, Sultan Ahmed Camii’nin Marmara yönünde Arasta denen eski çarışnın yerindeki Bizans sarayının yıkıntıları arasında bulunmuştur. 5. yüzyıl başlarına ait olduğu sanılan bu mozaik döşeme saf bir Bizans yapıtı sayılmaz. Çünkü her bakımdan, ılk Bizans döneminin başındaki geçiş aşamasının özelliklerine sahiptir. Mozaiklerde zemin beyaz küplerden oluşturulmuştur. Çevrelerini ise geniş ve çok zengin dal kıvrımlarını içeren bir bordür dolaşır. Beyaz zemin üstündeki figürler birbirlerine bağlı olmadıklarından, bu mozaiklerde belli bir kompozisyona rastlanmaz. Zemin üstüne adeta serpiştirilmiş gibi bir takım insan, hayvan, ağaç, kaya hatta mimari tasvirleri yerleştirilmiştir. Bu yapıtta süslemeci bir amaç ön plandadır. Bu dağınık figürlerin arasında bir sepetle tavşan avlayan çocuk, bir eşeğin önünde yem torbasını tutan bir başka çocuk, otlayan beygirler, mandolin çalan bir adam, bir ırmak perisi, aslanla mücadele eden bir fil, elinde mızrağı ve kalkanıyla bir savaşçı, ağacın üzerinde bal arayan bir ayı, bir ceylanı parçalayan iki pars gibi tasvirlere rastlanır. Hıristiyanlıkla bir ilgisi olmayan bu mozaikler, gerek konuları gerek renkleri ve gerek çizgileriyle ilkçağın Helenistik resim beğenisinin izlerini taşımaktadır.

ıkonoklast akım resim sanatına büyük bir darbe indirmişti. Kiliselerdeki dini resimler tahrip edilmiş, ancak bir haç resminin yapılmasına izin verilmiştir. Aya ırini Kilisesi’nin apsis yarım kubbesindeki mozaik haç, bu dönemden (8. yüzyıl) kalmadır. Aslında ıkonoklastlar sanat düşmanı değillerdi. Yaptıkları binaların duvarlarını da desenlerle süslemekten geri kalmıyorlardı. Ama 842’de kilise ıkonoklastlara karış galip gelince sanat büyük bir kontrol altına alındı. Her şeyde Hıristiyanlığın özünü ve anlamını belirtecek sembollerin yer alması isteniyordu. Nitekim mimaride de Yunan Haçı planı denilen tip, bu amacı en iyi yanıtlayan biçim olduğundan büyük taraftar bulmuş ve adeta dönemin değişmez mimari tipi olmuştur.

Bu dönemde kilise başlıca üç bölüme ayrılıyordu. Bunların en önemlisi kubbe, gökyüzünü temsil ediyordu. Bu kubbenin altındaki mekan (naos) ise yeryüzüdür. Kubbeyi taşıyan kemerler ve pandantifler yalnız mimari unsurlar değil, aynı zamanda yeryüzü ile gökyüzü arasındaki bağıntıyı sağlayan sembolik bölgelerdir. Kilisenin bema kısmı ise Hıristiyanlığın özünün sembolüdür. Zaten ibadet sırasında da bu esrarı ifade eden merasim burada yapılmaktadır. Apsis yeryüzü kilisesinin sembolüdür. Yapının girişindeki narteks ise, daha dünyasal karaktere sahip bir hazırlık mekanıdır. Mimarideki bu sembolik öz, saydığımız yerlerin her birinin aynı ilkelere uygun resimlerle süslenmesi yoluyla dahada belirgin bir hale getiriliyordu. Orta Bizans döneminde büyük bir ciddilikle uygulanan bu resim programının tam bir örneğine İstanbul’daki yapılarda rastlanmaz. Buna karışlık, Ayasofya’da 842’den sonra yapılmış olan bir takım tek mozaikler bulunmaktadır. Bunlar, dönemin resim programına bağlı olmamakla birlikte, üslup açısından zamanın kalite ve beğenisini çok iyi yansıtırlar.

Son Bizans döneminde sanatta bir “Rönesans” niteliğinin belirdiği görülür. Bu dönemde sanat kilisenin sert kurallarından sıyrılmış ve dini konuları daha özgür bir biçimde dile getirmiştir. Bu arada, ilkçağın Helenistik üslubunun temel ilkeleri de yeniden canlanmak olanağı bulmuştur. Son Bizans döneminin en görkemli resim kolleksiyonu, bugün Kariye Camii olarak bilinen Khora Manastırı kilisesindedir. Çok eski tarihlerden beri var olan bu yapı, Komnenoslar zamanında ciddi bir biçimde tamir görmüş, bugünkü naos kısmı da o dönemde yapılmıştır. Latin istilası sırasında harap olan bina, İstanbul’un yeniden imparatorluğun başkenti olmasından kısa bir süre sonra, 1305 yılına doğru devlet ileri gelenlerinden Theodoros Metokhites tarafından tamir ettirilmiştir. Bu sırada kilisenin kuzey ve güneyine birer kanat eklenmiş, batı yönünde de bir narteks daha yapılmıştır. Güney yönündeki kanadın içi ise fresklerle süslenmiştir. Narteksden ana mekana açılan kapının üzerindeki mozaik panoda bu resimleri yaptıran Metokhites, ısa’ya kilisenin bir modelini sunar vaziyettedir.

Kariye Camii mozaiklerinde ısa ve Meryem’in hayatı ile ısa’nın mucizeleri tasvir olunmuştur. Kariye mozaikleri ifade açısından canlı ve hareketli tablolardır. Bu kompozisyonlarda Orta Bizans döneminin sert ve korkunç ifadesini bulamayız. Orta Bizans dönemi mozaiklerinde olmayan ve Avrupa’da da ancak Rönesans ile ortaya çıkan önemli bir özellik, bu kompozisyonlarda açıkça görülür. Bu da derinliği belirten bir takım unsurların kompozisyon içinde yer almış olmasıdır. Sahnelerin hepsinde zemin dekoru olarak mimari ve Helenistik peyzaj motifleri kullanılmıştır. Kademeli kayalardan oluşan bu peyzajlarda yer yer, üst kısımları budanmış ve yanlarından yeni bir dal fışkırmış olan ağaç gövdeleri görülür.

İstanbul’da Bizans’ın sivil mimarisiyle ilgili örnekler çok azdır. Büyük Saray diye bilinen kompleks, İstanbul’un ilk büyük imparatorluk sarayı olup Topkapı Sarayı gibi çok geniş bir alan içinde çeşitli yapılardan oluşmuştur. Saray, sultanahmet’ten Küçük Ayasofya’ya kadar olan sahayı kaplıyor ve denize doğru uzanıyordu. 4. yüzyıldan 10. yüzyıla kadar sürekli inşa ve tadil edilmiş olan irili ufaklı yapılarıyla, adeta küçük bir kent görünümündeydi. Tümüyle harap olmuş bu kompleksten günümüze yalnızca bazı cephe kalıntıları gelmiştir.

Bizans imparatorlarının ikinci saray kompleksi ise Edirnekapı yakınlarındaki Blakhernai Sarayı’dır. Bu yapı grubundan da günümüze yalnızca bir pavyon kalmıştır. Tekfur sarayı adı ile tanınan bu yapı, Bizans sarayları hakkında fikir veren bir örnektir. Eski adı ile yapım tarihi kesin olarak bilinemiyor. Ama 12. yüzyılın ikinci yarısı olarak düşünülebilir. Bizans Latinlerden geri alındıktan sonra saray onarım görmüş ve bazı bölümler eklenmiştir. Önünde bir avlu olan yapı bir bodrum katı ve iki tam kattan oluşmaktadır. Bodrum katın kemerleri ise avluya açılmaktadır.Son derece zengin bir cephe mimarisi ve süslemenin bulunduğu yapıda özel olarak imal edilen süs tuğlaları yer alır. Fetihten sonra ise çini fabrikası ve cam atölyesi olarak da kullanılmıştır.

İstanbul’da Roma döneminden bu yana su tesisleri yapılmıştır. Bu alanda Bizanslıların da çalışmaları bulunmaktadır. Bizans döneminin başında yapılan tesislerin Bizanslılarca ne zamana kadar kullanılmış olduğu belli değildir. İstanbul’a gelen su, özel tesislerle kente girer, baş havuzlara gider ve yeraltı kanallarıyla çevreye yayılırdı. Su, İmparator Valens (364-368) zamanında yaptırıldığı ileri sürülen Bozdoğan Kemeri yardımıyla İstanbul Üniversitesi merkez binasının bulunduğu yerdeki ana havuza ulaşırdı. Her iki ucundan da parçaların eksildiği Bozdoğan Kemeri, günümüze bir hayli harap olarak gelebilmiştir.

İstanbul’da çok sayıda bulunan sarnıçlarsa kente gelen suyu barındırma görevi görürlerdi. Sarnıçlar, kare ya da dikdörtgen planlı, üstleri kemerler ve tonozlarla örtülü tesislerdir. Bu örtü sistemi içeride taş sütunlara oturur. İstanbul’daki kapalı sarnıçların içinde en büyüğü ve en tanınanı hiç kuşku yok ki, Sultanahmet meydanındaki Yerebatan Sarnıcı’dır. İmparator Justinianos döneminde genişletilmiş olan sarnıç 140 x 70 m. ölçülerindedir. ıçinde, her dizide 28 sütun olmak üzere 12 sütun dizisi bulunmaktadır. Sütunlar ve başlıkları devıirmedir. Bir başka örnek ise Konstantin dönemine ait olduğu düşünülen Binbirdirek Sarnıcı’dır. 64 x 56 m. boyutundaki sarnıçta 224 sütun bulunur. Ortalarında bilezik bulunan ve üst üste oturtulmuş izlenimi veren sütunlar alışılmamış bir formdadır.

İstanbul’da kapalı sarnıçların yanı sıra açık su hazneleri de bulunmaktadır. Bunlar kent dışından gelen suları toplama havuzlarıdır. Buralarda biriken su kente basınçlı olarak dağıtılıyordu. Tümüyle Roma inşa tekniğine göre yapılmış olan bu açık hazneler, son derece sağlam ve büyük havuzlardır. Başlıca örnekleri arasında Sultan Selim Camii yanındaki havuz, Karagümrük Çukur Bostan (Vefa/Fatih Stadı), Cerrahpaşa-Koca Mustafa Paşa arasındaki Altı Mermer ve Bakırköy-Veliefendi Fildamı yer almaktadır.

Bizans döneminde İstanbul’un çeşitli yerlerinde dikilmiş anıtlar da bulunuyordu. Bunların en önemlilerinin bulunduğu Hipodrom, kentin eğlence ve siyaset merkezi ile politik mücadelelerin yapıldığı yerdir. Hipodrom, Sultan Ahmet Camii ile Adliye Sarayı arasındaki düzlükte uzanan “U” biçiminde bir saha idi. Anıtlar, ortada yer alan ve “Spina” adı verilen bir eksenin üzerinde sıralanırdı. Burada yer alan Dikilitaş (Obelisk) meydanın simgesi olmuştur. Bu anıt aslında bir Mısır yapıtı olup ı.Ö. 1600 yılında Firavun IŞI. Tutmosis adına Karnak’ta dikilmiştir. Pembe granitten yekpare olan bu dikilitaş, 390’da İstanbul’a getirilmiş ve Hipodrom’a dikilmiştir. Mermer bir kaidenin üzerindeki dört bronz ayağa oturur. Kaidenin dört yüzü de kabartmalarla kaplıdır. Bu kabartmalarda I. Theodosius, oğulları, karısı ve yardımcıları ile Hipodrom sahneleri, anıtın dikilişini gösteren tasvirler yer alır. Anıtın kaidesinde biri latince, biri grekçe olmak üzere iki kitabe vardır. Latince kitabede anıt kendi ağzından konuşur ve dikiliş nedeni ile kaç günde dikildiğini anlatır: “Önceleri direnmiştim, fakat yüce efendimizin buyruğuna itaat ederek ezilen tiranlar üzerinde zafer çelengini taşımam için gerekli her şey, Theodosius ve onun kesintisiz devam eden sülalesine boyun eğdi. Bana da galebe çalındı ve Proklos’un idaresinde 30 günde dikilmeye mecbur edildim”. Grekçe kitabede anlatım daha yalındır. Burada konuşan taş değildir: “Devamlı yerde yatan dört taşı dikmek cesaretini ancak İmparator Theodosius gösterebildi. Yardıma Proklos’u çağırdı ve böylece 32 günde taş dikilebildi”. Bu tür obelisklerin dikilme amaçları tümüyle psikolojiktir. Amaç, İmparatorun halk üstündeki görkem ve gücünün artmasını sağlamaktır.

Hipodrom’daki anıtlardan biri de 4. yüzyılda İstanbul’a getirilmiş olan Yılanlı Sütun’dur. Birleşmiş Yunan sitelerinin ıranlılara galip gelmesi üzerine elde edilen ganimetlerin eritilmesiyle oluşturulan bu sütunun üzerinde altın bir kazan vardı. Bu kazanı tutan burmaların her biri yılan biçiminde sonlanıyordu. Yılan kafalarından birinin yarısı, geçen yüzyıl içinde kazıda bulunmuş ve İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne konmuştur. İmparator VIŞ. Konstantin Porphyrogennetos zamanında dikilmiş olan Örme Obelisk de Hipodrom’dadır. Bu anıtın üstünün zamanında madeni plakalarla kaplı olduğu bilinmektedir.

Sultanahmet’teki Hipodrom dışında, kentin öteki semtlerinde de çeşitli anıtlar bulunmaktadır. Bunlar genelde, yaptıranların ve bulundukları yerlerin adları ile tanınırlar. Bu tür anıtlardan biri olan Gotlar Sütunu Gülhane parkındadır. Kesin tarihi belli değildir ama 4. yüzyılı ait olması düşünülebilir. Bir kaide üzerinde monolit gövde halinde yükselen anıtın tepesinde Korint üslubunda bir başlık vardır.

Çemberlitaş’ta meydanın ortasında hâlâ ayakta duran bir anıt bulunmaktadır. Bu anıt, daha Bizans döneminde çatlamış ve demir çemberlerle takviye edilmiştir. Bu nedenle de Çemberlitaş olarak tanınan anıt, mermer kaide üzerine üst üste oturtulan yuvarlak porfir taşlardan oluşur. Her bir parçanın üst kısmında ek yerlerini gizleyen kabarık taşkın kısımlar bulunur. Anıtın üzerinde kendini tanrı “Apollon Helios” olarak tasvir ettirmiş İmparator Konstantin’in heykeli bulunuyordu.

Bu tür yapıtlardan biri de bugünkü Beyazıt Meydanı eski adıyla Theodosius Forumu’ndaki Theodosius Zafer Takı ile sütundur. Zafer takının parçalarının bir kısmı yerinde durmakta, 557 yılındayer sarsıntısında yıkılan ve 16. yüzyıl başlarında da tümüyle kaybolan sütunun parçaları ise IŞ. Bayezid Hamamı’nın temellerinde temel taşı olarak bulunmaktadır. Helezoni yükselen bu sütuna ait kabartmalar, bugün bile hamamın temellerinde yoldan geçerken görülmektedir.

Arkadius Anıtı ise, bugünkü Cerrahpaşa semtinde Arkadius adına yapılmış olan forumun ortasında bir kaide üzerine helezoni olarak yükselen bir sütundu. Bu helezoni kısım da sürekli bir kabartma ile süslüydü. bu kabartmada Barbarlara karış kazanılmış olan bir zafer anlatılıyordu. Daha Bizans döneminde harap olmuş olan bu anıtın bugün yalnızca kaide kısmı ayaktadır.

Fatih semtindeki Kız Taşı ise 452 yılında Markianos için dikilmiştir. Ufak ölçüde, yalın görünümlü bu anıtın kaidesinde çelenk taşıyan iki zafer tanrıçası vardır. Kaidesindeki bu figürler nedeniyle Türk döneminde “Kız Taşı” olarak anılmıştır.

Biraz da Bizans’ın askeri mimarisinden söz edelim. İstanbul’un özünü oluşturan Byzantion’un antik çağdaki durumu hakkında pek bilgi yoktur. İmparator Konstantin 11 Mayıs 330’da İstanbul’u yeniden kurup tören ile açmıştır. Kentin bu yıllardaki durumu da pek bilinmez. Ancak, Konstantin’in kente kara tarafından sınır çizdiği bilinmektedir. İstanbul surları zamanla büyüyen kente uygun olarak batıya doğru genişletilmiştir. Batı yönüne doğru büyük bir genişletme ise 408-450 yıllarında İmparator olan Theodosius zamanında olmuştur. Theodosius Surları ya da kara tarafı surları adı verilen bu surların 96 kulesi bulunmaktadır. Marmara’da Mermer Kule ile başlayıp Haliç yönüne doğru uzanan surlar, Edirnekapı’nın biraz ilerisinde kesilir. Daha ilerideki surlar geç dönemlere aittir. Surların yer yer dışarıyla bağlantı kuran kapıları vardır. Bu kapılara Türk döneminde çeşitli adlar verilmiştir. Sur kapılarından bir kısmının eski adları bilinmemekle birlikte, yalnızca üçünün adı üstlerindeki kitabelere dayanılarak tam ve kesin olarak saptanabilmiştir. Bunlar, Porta Aurea (Altın kapı), Pege (Silivri kapı) ve Rhegium’dur (Mevlevihane Kapısı).

Surlar üç bölümden oluşuyordu: Anasur, Hendek, Önsur. Önsurun burçları, ana surun burçları arasına gelecek biçimde yapılmıştı. O dönemde hendeğin içinde su bulunup bulunmadığı ise tartışma konusudur. Bu biçimde bir hendeğin içinde su yokken aşılmasının daha güç olduğu düşünülürse, su bulunmadığı düşüncesi akla yakın gelmektedir. Hitit ve Sasanilerde kullanılan bu sur sistemi Doğu’dan alınmıştır. Surların Ayvansaray tarafındaki ucu, Thedosius zamanından sonra kentin genişlemesine uyarak yenilenmiştir. Özellikle Komnenoslar döneminde burada İmparatorluk Sarayı bulunduğu için, bu bölge (Blakhernae) özel olarak genişletilmiştir. Kara surlarının sürekli olarak tamir edildiği, Bizans kaynaklarından ve kulelerdeki kitabelerden öğrenilmektedir. Marmara ve Haliç surları kara surları kadar önemli değildi. Özellikle Haliç’tekiler iyice zayıftır. Marmara surları da kara surları gibi güçlü değildir. Çünkü deniz bu bölgede çok akıntılı olduğundan gemilerin buraya yanaşması bir hayli güç oluyor, bu da bir saldırıyı zorlaştırıyordu. Haliç surlarının zayıf olmasının nedeni de Haliç’in sürekli olarak kapalı tutulmasıdır.

Altınkapı kara surlarının en önemli kapısı olarak bilinir. Bu kapının özel bir durumu vardır. Via Egnetia adı verilen İstanbul-Roma anayolu buradan başlıyordu. Kendine özgü bir cephe mimarisine sahip olan kapıda normal kapılardaki tek açıklık yerine, ortadaki daha geniş olmak üzere üç açıklık vardır. Ana giriş imparatora aitti, halk ise yan kapıları kullanıyordu. mermer bloklarla kaplı cephede büyük kemerin iç ve dış tarafında kitabe bulunuyordu. Kapı 5. yüzyılı, IŞ. Theodosius dönemine aittir.

Burada yalnızca başkent İstanbul’daki yapıtları ele aldık. Oysa Bizans, Avrupa, Asya, Afrika olmak üzere üç kıtaya yayılmış çok geniş bir imparatorluktu. Buralardaki sanat yapıtları da çok sayıdadır ve incelendiğinde Ortaçağ’a damgasını vurmuş olan bu uygarlığın daha yakından tanınmasına yardımcı olurlar.
Son düzenleyen Baturalp; 29 Aralık 2016 23:57
Quo vadis?
Baturalp - avatarı
Baturalp
Ziyaretçi
29 Aralık 2016       Mesaj #3
Baturalp - avatarı
Ziyaretçi

Bizans Sanatı

Ad:  bizans_sanati.JPG
Gösterim: 1704
Boyut:  65.2 KB

Bizans Sanatı, MS 395 yılında ikiye bölünen Roma İmparatorluğu'nun doğu parçası olan ve 1453 yılında Osmanlı Türkleri tarafından ortadan kaldırılan Bizans Devleti'nin sanatıdır. Doğu Roma İmparatorluğu veya kısaca Bizans İmparatorluğu adı ile tanınan bu devlet, aslında Roma İmparatorluğu'nun Hıristiyanlaşmış şeklidir. Bu devleti, Roma İmparatorluğu'nun bir devamı olarak da kabul edebiliriz.

Bizans adı, İstanbul'un eski adı olan Byzantium'dan gelir. Batı bilim ' dünyası, İstanbul'u fetihten önce bu isimle anmaktadır ve bu anlam olarak İmparatorluğun tümünü kapsamaktadır. Bizans deyimi modem tarihçilerin ortaya attığı bir isimdir. Anlam ve ruh itibariyle Batı Roma İmparatorluğu'ndan farklı olan Doğu Roma İmparatorluğu'na ayrı bir isim verilmesi istenmiş ve sonuçta bu isim ortaya atılmıştır. Oldukça uzun ömür süren Bizans İmparatorluğuna, yaşadığı sürece Bizans Devleti denilen Büyük Roma İmparatorluğu'nun doğu parçası olan bu devlet, sonuna kadar bir Roma Devleti olarak yaşamıştır.

6. yüzyıldan itibaren Latincenin yerini resmi dil olarak Yunanca almış, dil ve kültür alanında tamamen Yunanca hakim olmuştur. Din önem kazanmış, böylece yeni bir devlet sistemi meydana gelmiştir. Kısaca belirtecek olursak, Bizans uygarlığı esası Roma'ya dayanan ve Balkanlar, Trakya, Anadolu ve kısa bir süre de Mısır, Suriye topraklarında kurulmuş ve buralardaki eski uygarlıkların gelenek ve zevklerini bünyesinde toplayarak, kendine özgü yüksek bir uygarlık haline gelmiş bir ortaçağ Hıristiyan toplumudur. Esas kaynağı Anadolu olmuş, doğudan geniş ölçüde ilham ve etkiler almıştır. Bizans Sanatının bizim için önemi, özellikle sahip olduğumuz topraklarda yaşamış ve gelişmiş bir sanat olmasındandır. Uygarlık tarihi bakımından önemi ise, Ortaçağın en parlak ve en kuvvetli uygarlığı olmasındandır. Bizans Sanatı başlangıçta Roma sanatının devamcısı olmuş, fakat daha sonra gerek çeşitli kültürlerin izlerine sahip ülke ve toplulukları içine alan coğrafi durum, gerekse resmi din olan Hıristiyanlığın kuvvetli etkisi ile tamamen yeni orijinal bir sanat karakterine sahip olmuştur.

Bizans Sanatında daima iki kuvvetli cereyan hakim olmuştur. Birincisi, özellikle saray ve ileri gelen çevrelerce tutulan, kökü eski sanat geleneklerine dayanan, ince, hassas ve hatta bazı durumlarda Hıristiyanlığa yabancı unsurların dahi göz atmadığı, görkemli, zengin, göz kamaştırıcı bir sanat cereyanı olan Başkent üslubudur.

İkincisi ise, şekil güzelliğine önem vermeyen, dini konulan esas alan ve sanatı dinin bir ifadesi olarak kabul eden ilkel ve kuru bir sanat cereyan olan Eyalet üslubudur. Ancak bu cereyanlar, isimlerinin ifade ettiği şekilde kesin bölgelere ayırmak imkansızdır.

Erken Hristiyan ve Bizans Sanatı


Bizans Sanatı, Roma İmparatorluğu’ndaki siyasal değişikliklerin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Büyük ölçüde Roma Sanatı ile ilişkili bir sanat olmuştur. Hristiyanlığın yasak olduğu yıllarda dini ibadetlerini gerçekleştirmek için katakomplar (yeraltı mabedleri) yapmışlardır. Burada sembolik bir sanat vardır. Erken Hristiyan Sanatının gelişmesinde en önemli bölge Kapadokya bölgesidir. Bu alandaki kaya mezarlarında birçok resime rastlanır.

Bizans Sanatı’nın dönemleri:


1. Erken Bizans Dönemi: 5. yy sonundan 726 yılına kadar devam eder. Bu dönemde Hellenistik ve Roma sanatı özellikleri Bizans sanatı üzerinde etkili olmuştur.
2. İkonoklaşma Dönemi : (726-842) Bu dönemde tasvir yasağı vardır.
3. Orta Bizans Sanatı : (842-1204) Bizans sanatının kendine özgü karakterini bulduğu dönemdir. İslam uygarlığı ile beraber, ilkçağın bilgi ve doğunun sanat zevkinin egemen kıldıkları bir dönemdir.
4. Son Dönem : 1261’den 1453’e kadarki son eserlerin verildiği dönemdir.
Mimari (bak. Bizans Mimarisi)

Bizans sanatı MS 4. ve 5. yüzyıllarda Helen ve Roma kültürünün yeni bir yorumu olarak Anadolu’da doğmuş ve Konstantinopolis’te gelişmiştir. Selçuk uygarlığı (1071 - 1299) sağlam ve bakımlı yolları, taş köprüleri, kervansarayları, su kemerleri, camileri, medreseleri, rasathaneleri, kütüphaneleri, hamamları ve sarayları ile Avrupa dahil Ortaçağ dünyasının en ileri düzeydeki temsilcilerinden biri idi. Haçlı Seferleri sırasında Anadolu’ya gelen Avrupalılar, Selçuklulardan bir çok konuda etkilendiler.

Bizans Mimarisi, başlangıçta ilk olarak Şam mimarisinden faydalanmış ve bunları yeni amaçlarına uydurmasını bilmiştir. Esası bir bir toplantı yeri olan bazilika, ufak ticari anlaşmazlıkları halleden hakimin yerine İsa mefhumunun alınması ile Hıristiyanlaştırılarak bir kilise haline getirilmiştir. Bazilika şeklindeki kilise, uzun bir yapıdır. Doğu ucunda yarım yuvarlak bir şekilde dışarı taşan bir apsis, batı ucunda ise, narteks adı verilen bir hol bulunur. Narteksin iki yanındaki merdivenlerden yan neflerin üzerinde uzanan ve kadınlara ait olan galerilere çıkılır. Bir bazilikanın üstü çift meyilli ve kiremit kaplı ahşap bir çatı ile örtülü olurdu. Bu basit ve sade kilise tipi; Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarında ve Bizans Sanatı'nın özellikle ilk devrinde hayret verici bir derecede tutulmuş ve sayısız denecek kadar çok örnek meydana getirilmiştir.

Su Tesisleri


İstanbul'da Roma devrinden beri su tesisleri yapılmış, bunlar Bizans devrinin başında da yapılmaya devam edilmiştir. Fakat bu tesislerin Bizans devrinde ne zamana kadar kullanıldığı belli değildir. İstanbul'a gelen su, özel tesislerle şehre iner, baş havuzlara gider ve yer altı kanallarıyla şehre yayılırdı. Romalılar tarafından yapılan isale hatları ve şehir içi şebekesinin Bizanslılar tarafından korunamadığı ve devamlılığının sağlanamadığı söylenebilir. 10. yy' dan sonra şehir şebekesi harab olmuş ve 1204 yılındaki Latin istilası sırasında ise hem sur dışındaki hemde sur içindeki su şebekesi hemen hemen tamamen tahrip edilmiştir. 4.yy'dan itibaren şehrin su ihtiyacının karşılanabilmesi ve kuşatmalara direnebilmek için çok sayıda açık ve kapalı sarnıçlar yapıldığı bilinmektedir. Kare veya dikdörtgen planlı, üzeri, taş sütunlar ve tuğla kemerlerle taşınan bir tonozla örtülmüş olan su tesisleridir. Bu yapıların görevi, suyu muhafaza etmektir.

Açık Sarnıçlar


Bunlar şehrin dışından gelen suları toplama havuzlarıdır. Burada biriken su, şehre dağıtılırdı.Tamamen Roma inşa tekniğine göre yapılmış olan bu açık hazneler, son derece sağlam ve büyük havuzlardır.
  • Edirnekapıdaki günümüzde Vefastadı olarak kullanılan ve AETIOS tarafından 421 yılında yapılan 244 metreye 85 metre ölçülerindeki sarnıç.
  • Sultanselim'deki ASPAR tarafından 459 yılında yapılan 152 metreye 152 metre ölçülerindeki sarnıç.
  • Fındıkzade'deki ANASTASIUS tarafından 491-518 yılları arasında yapılan 170 metreye 147 metre ölçülerindeki sarnıç.
  • Bakırköy Osmaniyedeki gümüzde açık hava konser alanı olarak kullanılan ve FİL DAMI olarak adlandırılan 127 metreye 75 metre ölçülerindeki sarnıç.

Kapalı sarnıçlar


Sur içinde bugüne kadar tesbit edilen kapalı sarnıçların sayısı 70' in üzerinde olmakla beraber bu sarnıçların yalnızca iki tanesi oldukça büyük olarak inşa edilmiştir. Binbirdirek sarnıcı olarak anılan sarnıç ve Yerebatadır. Her iki sarnıçta günümüzde müze olarak kullanılmaktadır. Açık ve kapalı sarnıçlar Osmanlılar tarafından su tesisi olarak kullanılmamıştır.Özellikle açık sarnıçlar Çukurbostan adı ile bostan olarak kullanılmıştır. Osmanlılar Roma ve Bizanslılardan kalan su tesislerinden yalnızca bazı kemerleri su isale hatları kapsamında kullanmışlardır. Şehirde Roma ve Bizans dönemi su tesisleri olarak günümüze yalnızca bazı kemerler ve sarnıçlar ulaşmış olup isale hatları, şehir şebeke sistemi ve çeşmeler ile ilgili hiç bir örnek günümüze ulaşmamıştır.

Yerebatan Sarayı Sarnıcı: İstanbul'daki sarnıçların içinde en büyüğü ve en çok tanınan şüphesiz ki, Sultan ahmet meydanındaki Yerebatan Sarayı Sarnıcıdır. İmparator Justinianos devrinde genişletilen yapı 140 x 70 m. ölçülerindedir. İçinde, her dizide 28 sütun olmak üzere, 12 sütun dizisinden toplam olarak 336 sütun bulunur. Sütunlar ve başlıkları devşirmedir.

Binbirdirek Sarnıcı: Genel olarak, Konstantin devrine ait olarak düşünülür. 64 x 56 m. ebadındaki yapının içinde 224 sütun bulunur. Sütunlar, alışılmışın dışında, ortalarında bilezik bulunan, üst üste oturtulmuş iki ayrı sütundan oluşturulmuştur.

Bozdoğan Kemeri: Genel olarak imparator Valens (364368) zamanında yapıldığı ileri sürülür. Bu kemer, iki yüksek yer arasında inşa edilmiştir. Su, kemerler yardımıyla bugünkü Üniversite Merkez binasının bulunduğu yerdeki merkez havuza getiriliyordu. Kemer , bugünkü haliyle tam değildir, her iki uçtan da parçalar eksilmiştir.

Anıtlar

Ad:  bizans_sanatı1.JPG
Gösterim: 2597
Boyut:  43.4 KB

Bizans döneminde, kentin çeşitli yerlerinde dikilmiş anıtlar da vardır. Bunların en önemlilerinin bulunduğu Hipodrom, şehrin eğlence ve siyaset merkezi, yarışların ve politik mücadelelerin yapıldığı yerdir. Burası, Sultanahmet ile Adliye Sarayı arasındaki düzlükte uzanan U şeklinde bir saha idi. Anıtlar, ortada bulunan ve Spina adı verilen bir eksenin üzerinde sıralanırdı.

Yılanlı sütun: Bu eski bir sütundur, 4. yüzyılda İstanbul'a getirilmiştir. Bu sütun, birleşmiş çeşitli Yunan sitelerinin İranlılara galip gelmesi üzerine, elde edilen ganimetlerin eritilmesi suretiyle meydana gelmiştir. Orijinal durumunda atın üzerinde altın bir kazan vardı ve bu kazanı tutan burmaların her biri bir yılan şeklinde son buluyordu.

Dikilitaş: Aslı bir Mısır eseri olan, 1600 yılında Firavun Tutmosis adına Karnak'da dikilmiştir. Pembe granitten yekpare olarak yapılan Dikilitaş 390 yılında İstanbul'a getirilmiş. Mermer bir kaide üzerinde, 4 bronz ayak tarafından taşman anıtın kaide kısmının 4 yüzü de mermer kabartmalarla kaplıdır. Bu kabartmalarda, I. Theodosius, oğulları, karısı ve yardımcıları ile Hipodrom sahneleri ve atın dikilişini gösteren tasvirler görülür. Anıtın kaidesinde, biri Latince, biri Grekçe olmak üzere 2 kitabe vardır. Latincede Anıtın kendi ağzından konuşur, dikiliş sebebini ve kaç günde dikildiğini anlatır. Grekçe kitabede ifade daha sadedir; Obelisklerin dikilme gayeleri tamamen Roma imparatorlarının bunları, ne kadar zorluk ve fedakarlıklarla getirtip diktirdiklerini göstermek istemelerine dayanmaktadır. Bu şekilde, halk üzerinde imparatorun ihtişam ve kudretinin artması sağlanmıştır.

Örme Obeliks: Bu anıt, İmparator Konstantin Porphyrgennetos zamanında dikilmiştir. Üzerinin zamanında madeni plakalarla kaplı olduğu bilinir.

Gotlar sütunu: Gülhane Parkındadır. Tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte, 4. yüzyıla ait olduğu düşünülmektedir. Bir kaide üzerinde monolit olarak yükselen gövde en tepede korint üslubunda bir başlıkla son bulmaktadır.

Çemberlitaş sütunu: Meydan ortasında hala ayakta duran bu taş anıt, daha Bizans devrinde çatlamış ve demir çemberle takviye edilmiştir. Bu yüzden Çemberlitaş olarak tanınan bu anıt, aslında mermer kaide üzerinde üst üste oturtulan yuvarlak porfir taşlardan meydana gelmiştir. Her bir okun üst tarafında kabarık taş kısımlar vardır. Ek yerlerini buralarda yer alan çelenk şeklindeki süslemeler gizler. Anıtın üzerinde, kendini tanrı Apollon Helios şeklinde tasvir ettirmiş imparator Konstantin'in heykelibulunmaktadır.

Theodosius Zafer Takı Anıtı: Bugün Beyazıt meydanında, eski adı ile Theodosius formunda, I.Theodosius'a ait bir Zafer Takı bir de sütun bulunmaktadır. Bunlardan, Zafer Takının parçalarının bir kısmı bugün yerinde durmaktadır. Sütun ise, 557 yılında yer sarsıntısında yıkılmış, 16. yüzyıl başlarında ise, tamamen kaybolup gitmiştir.

Arkadius Anıtı: Bugün Cerrahpaşa semtinde, Arkadius adına yapılmış olan formun ortasında yer alan bu anıt, bir kaide üzerinde helezoni olarak yükselen bir sütundur. Bu helezoni kısım bir kabartma ile süslüdür. Bu anıtın bugün sadece kaide kısmı ayaktadır.

Kız Taşı : Fatih semtinde, 452 yılında Markianos adına dikilmiş, ufak ölçüde bir anıttır. Kaidesinde çelenk taşıyan iki zafer tanrıçası vardır. Kaidedeki bu figürlerden dolayı Türk devrinde Kız Taşı olarak anılmıştır.

Askeri Mimari Surlar


İstanbul'un esasını teşkil eden Byzantion'un antik çağdaki durumu hakkında pek bilgi yoktur.İmparator Konstantin’in, 330'da İstanbul'u kara tarafından sızarak fethettiği bilinmektedir. İstanbul surları, zamanla genişleyen şehre uygun olarak batıya doğru genişletilmiştir.

Surlar, 408 - 450 yılları arasında İmparator olan Theodosius zamanında batıya doğru iyice genişletilmiştir. Theodosius surları veya kara tarafı surları adı verilen bu Surların 96 kulesi vardır. Marmara' dan mermer kule ile başlar, Haliç e uzanır, Edirne Kapının biraz ilerisinde ise, kesilir. Buradan ilerdekiler daha sonraki devirlere aittir.Surların yer yer dışarıya bağlantı sağlayan kapıları vardır. Bu kapılara Türk devrinde çeşitli isimler verilmiştir.

Sur kapılarının bir kısmının eski isimleri bilinmemekle beraber, sadece 3 tanesinin tam ve kesin olarak isimleri, üzerlerindeki kitabelere dayanılarak tespit edilmiştir. Bunlar, Porta Aerea ( Altın Kapı ), Pege ( Silivrikapı ), ve Rhegium ( Mevlevihane kapısı )'dır . Surlar, üç bolümden meydana gelmekteydi, 1) Anasur, 2) İçsur, 3) Hendek. Surların, Ayvansaray tarafındaki ucu Theodosius zamanından sonra şehrin genişlemesine uyarak yenilenmiştir. Özellikle Komnenoslar devrinde, burada İmparatorluk sarayı olduğu için bu bölge (Blakhemae) özel olarak genişletilmiştir.

Kara surlarının devamlı olarak tamir edildiği, Bizans kaynaklarından ve kulelerdeki kitabelerden
belirlenmektedir. Marmara ve Haliç surları, kara surları kadar önemli değildir. Özellikle Haliçtekiler iyice zayıf tutulmuş, Marmara surları da çok kuvvetli yapılmamıştır. Haliç surlarının zayıf olmasının sebebi, Haliçin devamlı olarak kapalı tutulması, Marmara surlarının kuvvetli olmamasının sebebi ise, denizin bu bölgede çok akıntılı olması yüzünden gemilerin buraya yanaşmasının güç olmasıdır.

Altınkapı: Kara surlarının en önemli kapısı olarak bilinir. Altınkapının özel bir durumu vardır, o da Via Egneüa adı verilen İstanbul Roma ana yolunun buradan başlamasından kaynaklanmaktadır. Kendine özgü bir cephe mimarisine sahiptir.

Normal kapılarda görülen bir açıklık yerine burada 3 açıklık vardır. Esas giriş imparatora mahsustur, halk yan kapılardan geçer. Cephe mermer bloklarla kaplıdır.

Saraylar


Büyüksaray: İstanbul'un ilk büyük imparatorluk sarayıdır. Topkapı Sarayı gibi geniş bir saha içinde kurulmuş ve çok sayıda yapıdan meydana gelmiş olan saray, Sultanahmet'ten K. Ayasofya'ya kadar olan sahayı kaplıyor ve denize uzanıyordu. Saray, 4. yüzyıldan 10. yüzyıla kadar devamlı olarak inşa ve tadil edilmiş olan irili, ufaklı binalarla adeta küçük bir şehir görünüşünde idi. Tamamen harap olmuş bu Kompleks'den zamanımıza yalnızca bazı cephe kalıntıları ulaşmıştır.

Tekfur Sarayı: Bizans İmparatorlarının ikinci saray kompleksi Edirnekapı yakınlarında bulunan Blakhernai Saray kompleksidir. Bu yapı grubundan günümüze sadece bir pavyon ulaşmıştır. Tekfur Sarayı adı ile tanınan bu yapı, Bizans sarayları hakkında fikir veren bir örnektir. Eski adı ve yapılışı tarihi kesin olarak bilinememekle birlikte, 12. yüzyılın ikinci yarısına ait olduğu düşünülebilir. Yapı, Bizans Latinlerden geri alındıktan sonra onarım görmüş ve bu esnada yapıya bazı kısımlar da eklenmiştir. On kısmında bir avlu bulunan yapı, bir bodrum katı ve iki tam kattan meydana gelmiştir. Bodrum kat kemerlidir ve bu kemerler vasıtasıyla avluya asılmaktadır. Son derece zengin bir cephe mimarisi ve süslemelerin görüldüğü yapıda özel olarak imal edilen süs tuğlaları kullanılmıştır. Pencere kemerleri ise, renkli ve beyaz bir taş ile iki veya üç tuğlanın alternatif olarak dizilmesiyle oluşturulmuştur.Yapı, fetihten sonra çini fabrikası ve cam atölyesi olarak da kullanılmıştır.

Bizans İkonaları


İlk Bizans döneminde (330-726) yapılmış olan duvar mozaiklerinden İstanbul’da hiçbir örnek kalmamıştır. Bunun başlıca nedeni de mozaiklerin 726-842 yıllarındaki ikonoklast (Resim kıran) akım sırasında tahrip edilmiş olmasıdır.

Khora manastırı ( Kariye Camii): Eksiksiz ve olağanüstü mozaikleriyle fresklerinin, bir Paleologos Rönesansı sorusunun ortaya atılmasında tüm diğer yapıtlardan daha fazla payı vardır.Konstantinapolis' te bugün hayranlıkla seyredilen en eksiksiz ikonografi dizisi olan Hora Manastırı' ındaki tasvirler ve eşsiz mozaikler, Bizans sanatının son altın çağını en görkemli bir şekilde canlandırmakta; altın, toprak, mor, leylak ve gece mavisi renkleri, günbatımı gibi parıldamaktadır. Üç kurucu Osmanlı döneminde Kariye' ye ( köy) dönüştürülmeden önce, manastıra adını veren hora teriminin (en geniş anlamıyla "ülke") kökeni bilinmemektedir. Belkide simgesel bir gönderme olabilir.

Kilisenin dört ayrı yerinde İsa ve Meryem Ana tasvirlerinde yaşayanların ülkesi, hiçbir yerlere sığmayanların ülkesi olarak nitelendirilmiştir. İlk manastırın Iustinianos' un yada Fokas' ın (602-610 ) hükümdarlık döneminde inşa edildiği sanılmaktadır ve 8. yüzyılın başlangıcından itibaren başrahiplerin adları verilmiştir. Bununla birlikte kesin arkeolojik ve tarihsel bulgulara sahip ilk kilise, Kommenoslar döneminin hemen başına aittir ve 1077 ile 1081 arasında I.Aleksios' un kayınvaldesi Maria Dukiana tarafından inşa ettirildiği sanılmaktadır. Bu yapının planı, tümü şimdiki ana mekanın içinde yer alan bir yunan haçı biçimindeydi. Yaklaşık elli yıl sonra I.Aleksios'un oğlu Isaakios Komnenos tarafından yeniden inşa edildi. Üçüncü kurucu Theodoros Metohitis'dir. 1315 ile 1320 arasında kilisenin ana kubbesini yeniden yaptırdı ve bir dış narteks ekletti. Narteksin bir uzantısı olan şapel, Hora ve Pammakaristos'da mezar işlevi görür.

Kilise İsa' ya adanmıştır, ama bağışçı aynı zamanda Meryem Ana' yı onurlandırmak istemiş ve iki narteks ile ana mekanda mozaik, parekklesion' da ise fresk şeklindeki başlangıçta üç yüz kadar sahne ve ayrı figür yer alıyordu. İkonografi ikili bir yüceltimi öngörmüştür. Narteksin ince dilimlere bölünmüş olan iki kubbesi, güney kubbede dilim sayısı yirmidörde ulaşır. İsa' nın soyağacını temsil etmeye ayrılmış, yassıtılmış kubbe şeklindeki diğer dokuz tonoz, sivri köşelerin araya girmesine meydan vermeden Meryem Ana' yla oğlunun hayatını canlandırmak için bu şekilde tasarlanmıştır.

Freskler mozaiklerle bezenmiş kilisenin ve nartekslerin aksine, parekklesion tamamen fresklerle donatılmıştır. Fetihten sonra herhalde boş kalan Hora Kilisesi , 1501-1503 ve 1506-1511 arasında sadrazamlık yapan Atik Ali Paşa tarafından camiye dönüştürülmüştür.

Bizans ikonaları, günümüze kadar korunmuş en ünlü örnekleri Fayum mezar portreleri olan Roma portre sanatına dayanır. Bizans çöktükden sonra da bütün ortadoks dünyasında varlığını sürdürmüştür.
Kariye pareklesion kubbesi, Meryem ve etrafında melekler. Bazı portre türlerinin, özellikle de İsa ve Meryem Ana portrelerinin Konstantinapolis modellerinden kaynaklandığı bilinmektedir. Bunu ötesinde ikonalar sadece Bizans sanatının değil, Ortadoks dindarlığının da simgesidir. Şefaatçi ve koruyucu nitelikleri, onları kültür temel nesneleri haline getirmiştir. Onların aracılığıyla, üçüncü bir kişiye ya da herhangi bir entelektüel çabaya gerek kalmadan, inananla Tanrı arasında derhal doğrudan bir iletişim kurulur. Bu nedenle ikonalar, Bizans döneminde halk kesiminde olduğu gibi aristokratik kesimde de ibadete damgalarını vurmuşlardır.

Edebiyat


Bizans edebiyatı, diğer konularda olduğu gibi ilk zamanlar Antik edebiyatın bir devamıdır. Hıristiyanlığın devlet dini olarak kabul edilmesine rağmen eski putperest edebiyat hemen ortadan kalkmamıştır. Ancak Hıristiyan düşünüşü çok geçmeden edebiyatta da ağırlığını ortaya koymuştur. Şekil olarak eskiye bağlı kalmakla beraber ruh bakımından Hıristiyan idi. Bizans yazarlarının çoğunda Kitab-ı Mukaddes'in bilinmesi, Antik eserlerin bilinmesi kadar önemli sayılırdı.

Bizans edebiyatı en parlak dönemini Justinianos zamanında yapmıştır. İstanbul merkez olmakla beraber Anadolu, Suriye, Filistin ve Mısır'daki kentlerde de canlı bir edebi faaliyet göze çarpıyordu. Tarih, hukuk, bilim ve teknoloji şiirin konusunu oluşturuyor ve her çeşit düz yazı şiire çevriliyordu.

Önemli şairler arasında Nannos, Romanos, Musaios, Patrik Sergios'u sayabiliriz. 7. yüzyılın ortalarından itibaren Bizans edebiyatında bir duraklama dikkati çekmektedir. Özellikle ikon-oklazma yanlız kutsal resimleri yok etmekle kalmamış aynı zamanda bilim ve edebi faaliyetlerin de durmasına neden olmuştur. Bu dönemde çoğunlukla din konuları işlenmiştir. Ayrıca din uğruna ölenlerin biyografileri de bu dönemde oldukça yoğun işlenen konular arasındadır.

Bizans'ın ilk kadın şairi Kosia bu dönemde yaşamıştır. İki yüzyıl devam eden duraklama döneminden sonra yeni ve parlak dönem İstanbul Üniversitesi'nin yeniden kurulmasıyla (863) başlamıştır. Antik ve Bizans eserleri toplanmış ve incelenmiş, özetlerini içeren ansiklopediler yazılmaya başlanmıştır. Bunun en önemli örneği Suidas'dır.

Bu dönemde ayrıca milli destanlar, epigramlar, ilahiler, manzumlar yazılmıştır. 12. yüzyıldan itibaren halk diliyle yazılmış didaktik, satirik, lirik şiirlere, atasözlerine ve hikayelere rastlanır. Diğeryandan eski mitolojik konular halk edebiyarı üzerinde etkili olmuştur.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 2 üye beğendi.
Son düzenleyen Baturalp; 29 Aralık 2016 19:06

Benzer Konular

7 Ocak 2017 / ThinkerBeLL Mimarlık
20 Ağustos 2016 / ThinkerBeLL Sanat
13 Temmuz 2015 / Jumong Sanat
20 Ağustos 2015 / Hera Siyaset ww