Arama

Türklerde Örf, Adet, Gelenek ve Görenekler

Güncelleme: 18 Aralık 2014 Gösterim: 269.408 Cevap: 11
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
19 Nisan 2006       Mesaj #1
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
ÖRF
Örfler, çoğu zaman toplumun katı beklentileri olarak nitelenen birtakım örnek tutum ve davranışlardır. Örfler, aynı zamanda toplumu, herhangi bir değer sisteminin bünyesini oluşturan temel taşlarını da temsil ederler. Bu değerler sistemi, toplumsal yapının durumuna göre giderek özel bir hukuk sistemine göre ya da o sistemdeki bir yasa maddesine de gerekçe olur.
Sponsorlu Bağlantılar
Örflerin bireyle birey, bireyle aile, bireyle komşular ve akrabalar, bireyle halk ve ulus arasındaki ilişkileri, davranışları, tutum ve tavırları düzenleyen ve belirleyen işlevleri vardır. Toplumun her üyesini sürekli olarak baskı altında tutan örfler, zorlayıcı yaptırıcı ya da yasaklayıcı yaptırımlarıyla bireyin grupla cemaatla ya da toplumla uygunlaşımını sağlarlar. Öte yandan cins, yaş, sınıf ve mesleklere göre belirlenmiş çeşitli örfler bunlar arasında bağlantıyı koruma, kollama, pekiştirme ve denetleme işlevleriyle de yüklüdürler.
Örflere karşı çıkma kimi toplumlarda yasaya karşı çıkmayla bir tutulur; hatta zaman zaman yasaların da üstünde tutularak katı ve bağışlamasız bir tutumla birey cezalandırılır.

ADET
Adetler, tıpkı örfler gibi birçok sosyal içerikli ilişkiyi düzenlemekte, yönetmekte ve denetlemektedirler. Toplumsal yaşamın düzenli gitmesinde, kuralların uygulanmasında adetler etkili olmaktadırlar; örneğin karşılama ve uğurlamalar; yemek ve sofra düzenleri; geçiş dönemleriyle ilgili kutlama ve kutsamalar; kız isteme, nişanlılık ve evlenme usülleri; cinsler, yaş grupları, meslek mensupları arasındaki ilişkilerin biçimleri; selamlaşma, hatır sorma sırasında uyulması gereken kurallar; bayramlar, mevsimler, önemli günlerle ilgili davranış biçimleri; 'yas alma', 'baş sağlığı dileme' gibi durumlarda söylenecek sözler, takınılacak tavırlar ve tutumlar adetlerin alanına girerler.
Adetler çeşitli kökenlerden kaynaklanmış ve biçimlenmişlerdir; bunlar içerisinde geçmiş zamanların yaşama biçimleri, dünya görüşleri, ilginç rastlantı ve olaylar önemli bir yer tutarlar. Bir toplumda, toplumun bütününü ilgilendiren adetler olduğu gibi, çeşitli mesleklerin, mezheplerin, etnik grupların v.b. kendilerine özgü adetleri vardır. Adetlerin pratikteki uygulanışını giderek gelenekleşmesini sağlayan bu konuda bilinçli yada bilinçsiz görev üstlenen yaş ve cins gruplarıyla dinsel liderler, dernek yöneticileri, oyun grubu başkanları bulunmaktadır. Kimi adetler oldukça durağan ve sürekliyken, kimisi de zamanla değişebilen niteliktedir. Adetlerden bir bölümü toplumun büyük değişim çalkantısına ayak uydurarak özlerinde ve biçimlerinde sınırlı değişmelere uyarak benliklerini bir dereceye kadar korurken, bir bölümü de tıpkı canlı organizmalar gibi etkinliği ve diriliğini zamanla yitirerek gün gelir ortadan kalkarlar.

GELENEK

Gelenekler geniş anlamıyla bir kuşaktan ötekine geçirilebilen bilgi, tasarım, boş inanç, yaşantı biçimi; daha geniş anlamıyla maddi olmayan kültürdür. Dar anlamda ise, kuşaklar boyunca bir toplumun örneğin kutsal yada politik işleri gibi önemli konulardaki görüşlerdir. Gelenekler sözlü ve yazılı olmak üzere iki bölüme ayrılırlar. Tıpkı adetler gibi, ama onlardan daha güçlü olarak toplumsal yaşamın düzenlenmesinde ve denetlenmesinde önemli rol oynarlar. Nitelikleri bakımından genellikle tutucu olan gelenekler aile, hukuk, din ve politika gibi toplumsal kurumlar üzerinde etkilidirler; bilim ve sanat, geleneklerin daha az etkisi altındadırlar. Bireyin bağlı bulunduğu grubun yada toplumun geleneklerine karşı çıkması, bu karşı çıkışın derecesine göre bireyin toplulukça afarozundan saldırıya uğramasına, hor görülmesinden alaya alınmasına kadar genişleyen tepki türlerinde biçimlenir. Geleneklerin tıpkı örfler gibi yasalarla belirlenmiş türleri vardır. Yasa, geleneklere ve onlara aykırı davranışlar için verilecek olan cezaları bir ölçüye sokmaya çalışır. Gelenekler, genellikle yasalardan çok daha geniş bir alanı yönetirler.

GÖRENEK

Göreneğin örfe, adete, geleneğe bakarak yaptırım gücü daha zayıftır. Örfteki yapılma zorunluğu, adet ve gelenekdeki yapılmalı özelliği görenekteki yapılabilme özelliğini alır. En yalın tanımıyla bir şeyi görüle geldiği gibi yapma alışkanlığı olan görenek, öteki sosyal alışkanlık gibi gerekli ve uygun görülenleri kapsar. Ama bunların mutlaka yerine getirilmesini istemez. Öteden beri yapıla gelmekte olan, fakat henüz adet durumunu kazanmamış olan bu davranış biçimlerine grubun, toplumun gelişmesin uygun yenilikler eklenir. Bunlar süreklilik kazandığı gibi, bir süre sonra ortadan kalkabilirler.
Görenekler, günlük yaşantımızın gerekli gördüğü ilişkilerin düzenlenmesinde, bireyler arasındaki sürtüşmeleri azaltmakta, toplumsal ilişkilerin kolaylaşmasında, belirleyici rol oynarlar. Komşu ziyaretlerinde, hasta yoklamalarında alış-verişte, ortak taşıtlara inip binmede, tanışma ve tanıştırılmalarda nasıl davranılacağını belirleyerek ilişkilerin düzenli gitmesine yardımcı olurlar.


*****
Doğum Gelenekleri
Geçiş dönemlerinde ilki olan doğum dünyanın her yerinde olduğu gibi Anadolu’da da her zaman mutlu bir olay olarak kabul edilmiştir. Dünyaya gelen her çocuk sadece anne babanın değil aynı zamanda akrabaları, komşuları, soyu ve sopu da sevindirmektedir. Çünkü her doğum ailenin akrabaların soyun, sopun sayısını artırmaktadır. Sayının artması ise; gücün dayanışmanın artması bakımından önem taşımaktadır. Özellikle küçük topluluklarda ve etnik gruplarda aileler nüfuslarının çokluğu oranında kendilerini güçlü ve dayanıklı hissetmektedirler. Yaygın olan “çocuk ailede ocağı tutturur” sözü de toplumun bu konudaki değer yargısını ve aileye bakış açısını ortaya koymaktadır.
Diğer bir boyutuyla incelendiğinde ise; doğum kadına duyulan saygınlığı artırdığı gibi, onun aile, akraba ve grup içerisindeki yerini de sağlamlaştırmaktadır. Baba ise evlat sahibi olarak geleceğe güvenle bakmakta, aynı zamanda da akrabaları ve yakınları arasında saygınlık kazanmaktadır. Çünkü çocuğu olmayan kadın yakınları tarafından ne kadar küçümsenirse, erkek de aynı şekilde çevresinden gelen baskının erkek yerine konulmamanın toplumsal ve ruhsal ezikliğini duymaktadır.
Anaya benlik ve bütünlük, babaya güven, akrabaya, soya, sopa da güç kazandıran ve yaşamın başlangıcı olan doğum olayı gerek söz konusu çiftin gerek yakınları tarafından büyük önem taşımaktadır. Doğum ve onun kendi evresi içerisindeki evrelerine de bir takım geçiş töreleri ve törenleri eşlik etmektedir.
Yaşamın başlangıcı olan doğum en önemli geçiş dönemlerinden olup; gelenek, görenek. Adet ve inanmalar hamile kadını ve çevresindekileri daha doğum öncesinden hatta çocuk sahibi olma isteğinden başlayarak birtakım adetlere uymaya bu adetlerin gerektirdiği işlemleri yerine getirmeye zorlamıştır.
Böylece doğum annenin hamile kalma isteğinden başlayarak, yüzlerce adetin, inanmanın, dinsel ve büyüsel özlü işlemin hücumuna uğrayarak adeta onlar tarafından yönetilmektedir.
Anadolu’da doğumla ilgili adet, inanma ve gelenekler;
- Doğum öncesi,
- Doğum sırası,
- Doğum sonrası olmak üzere üç ana başlık altında incelenmektedir.

I. DOĞUM ÖNCESİ
Doğum öncesi gelenek görenek, adet ve inanmalara yönelik uygulamalar; kısırlığı giderme, hamile kalma, aşerme, hamilelik, çocuğun cinsiyetini anlama, hamilelik esnasında hamile kadının kaçındığı davranışlar etrafından yoğunlaşmaktadır.

Kısırlığı giderme, Gebe Kalma
Toplumumuzda geçmişte çocuk sahibi olunamadığı durumlarda kusur çoğunlukla kadında aranmakta, uygulama ve pratiklerin büyük çoğunluğu üzerinde yoğunlaşmaktaydı.
Bu uygulamaları geçmişte genel olarak;
- Dinsel büyüsel nitelikli pratikler,
- Halk hekimliği kapsamına giren pratikler,
- Tıbbı sağaltma alanına giren yöntemler
oluşturmaktadır.
Günümüzde ise çocuk sahibi olunamadığı durumlarda kadın ve erkek aynı derecede sorumlu tutulmakta ve birlikte tedavi görmektedirler. Günümüzde de zaman zaman geleneksel tedavi yöntemlerine baş vurulmasına rağmen modern tıp yöntemleri hem kırsal kesimde hem de kent ortamında daha ön plana geçmiştir.

Aşerme
Hamile kadın halk deyimiyle “aş erme” aşamasına gelince bazı şeyleri yapmakta, özellikle belirli nesnelere bakmaktan, yiyecekleri yemekten kaçınmakta ya da tersine bazı şeyleri yemeye özen göstermektedir. Bu türden davranışlar fizyolojik olarak kadının bünyesindeki kimi maddelerin eksikliğini gidermek amacıyla yenilmesi gerekli görülmektedir.
Aşeren kadın genellikle acı, ekşi ve baharatlı şeyleri yemekten kaçınmaya zorlanmaktadır. Bu tutum Anadolu’da çok olan “ Ye ekşiyi , doğur Ayşe yi ” tekerlemesiyle de ifade edilmektedir. Buna karşılık olarak da aşerirken tatlı yiyeceklerden yemek oğlan çocuğunun ön belirtisi olarak yorumlanmakta, bu durum da halk arasında; “ Ye tatlıyı , doğur atlıyı ” tekerlemesiyle anlatılmaktadır.

Hamilelik
Kadın gerek hamileliği gerekse lohusalığı süresince çevresince bir çeşit hasta kabul edilmekte ve buna göre işlem görmektedir. Bir başka deyişle hamile kadının bağlı bulunduğu grup ya da cemaatin kültürel değerleri kadını hasta kategorisine sokarak ona hasta gözüyle bakmakta ve kadından bu değerlere uygun beklentilere göre hareket etmesini ve rolünü üstlenmesini istemektedir.
Anadolu’da hamile kadına; yüklü, iki canlı, gebe, ağır ayak, koynu dolu, boğru dolu, guzlacı vb. adlarla tanımlanmaktadır.

Çocuğun Cinsiyeti
Hamilelik döneminin en önemli konularından birisini de doğacak çocuğun cinsiyetiyle ilgili yapılan yorumlar oluşturmaktadır.
Anadolu’da konuyla ilgili olarak;
- Kadının fiziksel görünümüne bakılarak,
- Kadının yediklerine bakılarak,
- Kadının davranışlarına bakılarak,
- Çocuğun ana karnında oynama süresine bakarak,
- Sancının geliş biçimi dikkate alınarak
çeşitli yorumlar yapılmaktadır.
Günümüzde ise; çocuğun cinsiyetiyle ilgili geleneksel yorumlardan daha yoğun olarak modern tıp yöntemlerine başvurulduğu gözlenmektedir.

Hamile kadının kaçınmaları ve yapması uygun görülen bazı davranışlar
Kadının hamile kaldığı andan itibaren; çocuğu annenin tüm davranışlarından etkileneceği bilimsel olarak kanıtlanmış olup; bu konuyla ilgili olarak Anadolu’nun geleneksel kesiminde çok yaygın olan inanış sistemi günümüzde de geçerliliğini korumaktadır.
Bu inanış sistemi; hamile kadını bir takım davranışları yapmaya ve yapmamaya zorlamaktadır.
Yapmaması gereken davranışlara hamile kadın, hamileliği süresince;
- Ayıya, maymuna, deveye bakmaz,
- Balık, tavşan, paça, kelle yemez, sakız çiğnemez,
- Cenazeye gitmez, cesede bakmaz,
- Gizli saklı bir şeyi alıp yemez.
Gibi davranış biçimlerini örnek olarak verebiliriz.
Yukarıdaki sayılanların dışında birtakım uygulamalar da vardır ki bunlar da aynı çıkış noktasından kaynaklanan olumlu istekle yüklü olan davranış biçimleridir.

Hamile kadından yapması istenilen davranışlar

- Aya gökyüzüne bakar,
- Güzel kimselere bakar,
- Gül koklar,
- Ayva, elma, yeşil erik, üzüm yer
gibi örnekler verilebilir.

2. DOĞUM SIRASI
Anadolu’nun kırsal kesimlerinde geçmişte doğumlar köy ebelerinin yardımlarıyla köylerde evlerde yaptırılmakta doğum esnasında yapılan uygulamaların büyük çoğunluğu doğumun kolay olmasına yönelik uygulama ve pratikler oluşturmaktaydı.
Bu uygulamalara örnek olarak;
- Kadının saç bağlarının çözülmesi,
- Kilitli kapıların, sandıkların, pencerelerin açılması,
- Kuşlara yem serpilmesi,
- Kolay doğum yapan kadının, doğum yapacak olan kadının sırtını sıvazlaması,
- Silah atılması,
- Kadının sırta alınıp silkelenmesi,
- Kadının yüksek bir yerden atlatılması,
- Kadının bir bezin içerisine konarak sallanması
verilebilinir.
Günümüzde ise doğumlar hastanelerde yaptırılmakta, hastanelerin uzak olduğu dağ köylerinde ise diplomalı ebelerin yardımlarıyla yaptırılmaktadır.

3. DOĞUM SONRASI
Doğum sonrası uygulamalar;
- Çocuğun göbeği ve eşi,
- Loğusalık,
- Al karası inanışı,
- Kırk basması inanışı,
- Kırklama işlemi
etrafında kümelenmiş durumdadır.

Çocuğun Göbeği ve Eşi
Hamile kadının yediği içtiği şeylerin, baktığı kişi, hayvanların ve nesnelerin çocuğu etkileyeceği tasarımı ve inancı varsa, çocukla göbeği ve eşi arasında da aynı inanç söz konusudur.
Bu nedenle çocuğun geleceğini, ilerdeki işini ve geleceğini etkileyeceği inancıyla göbek gelişigüzel atılmaz.
Bu uygulamaya örnek olarak göbek;
- Cami duvarına, cami avlusuna gömülür. (İnançlı olsun diye)
- Okulun duvarına, bahçesine atılır. (Okusun diye)
- Ahıra gömülür. (Hayvan sever olsun diye)
- Suya atılır. (Kısmetini dışarıda arasın diye)
verilebilinir.
Çocuğun sonu, arkadaşı, eşi, yoldaşı gibi adlarla tanımlanır. Çocuğun sonuna çocuktan bir parça hatta çocuğun kendisi gözüyle bakıldığı için doğumdan sonra genellikle temiz bir beze sarılarak, temiz bir yere gömülmektedir.
Günümüzde doğumlar hastanelerde gerçekleştiği için eşle ilgili geleneksel uygulamalar tamamen yok olmuş durumdadır. Göbekle ilgili adet ve inanmalar günümüzde de yaygınlığını sürdürmektedir.

Loğusalık
Anadolu’da yeni doğum yapmış ve henüz yataktan kalkmamış kadına; loğusa, lohsa, emzikli, loğsa, nevse, kırklı gibi adlar verilmektedir. Doğumdan sonra kadının yatakta kalma süresi; kadının fizyolojik durumuna, doğumun güç ya da kolay olmasına, iklime, çevre koşullarına, ailenin ekonomik durumuna ve gelinin sevilme durumuna bağlıdır.
Loğusalık süresi içerisinde kadının çeşitli doğa üstü güçlerin etkisinde olduğu Anadolu’da yaygın bir inanıştır. Geleneksel kesimde sıkça kullanılan “kırklı kadının kırk gün mezarı açık olur söylencesi” bu inanışı desteklemektedir.

Al Karısı inanışı
Loğusa ve kırklı çocuklara sataştığı ve kimi zaman da onları öldürdüğü tasarımlanan alkarısı; al, cazı, cadı, al anası, al kızı, al karası, koncoloz, goncoloz, kara koncoloz gibi adlarla tanımlanmaktadır.
Anadolu’da ahır, samanlık, değirmen, terkedilmiş virane yerlerde, su kuyusu, su kaynakları ve loğusa kadın ve kırklı çocuğun yalnız olduğu yerlerde bulunduğuna inanılan al karısından korunmak için halk birtakım uygulamalara baş vurmaktadır.
Bu uygulamalara örnek olarak;
- Loğusa ve kırklı çocuğun bulunduğu yere süpürge, Kuran-ı Kerim, soğan, sarımsak, nazarlık asılması,
- Loğusa veya kırklı çocuğun yastığının altına iğne veya çuvaldız sokulması,
- Loğusa ve kırklı çocuğun yastığının altına kama, orak, bıçak vb. gibi kesici aletlerin konulması
- Loğusa ve kırklı çocuğun bulunduğu yere ekmek ufağı ve su konulması
verilebilir.
Al karısına ilişkin uygulamalar geçmişteki uygulamalara göre daha az olmasına rağmen günümüzde de devam etmektedir.

Kırk Basması İnanışı
Anadolu halkı loğusayla kırklı çocuğun doğumdan sonraki kırk gün içerisindeki hastalıklarına ve ileriki aylardaki gelişim eksikliğine; kırk basması, kırk düşmesi, kırk karışması, loğusa basması, aydaş gibi adlar vermektedir.
Kırk günlük dönem içerisinde loğusa ve kırklı çocuğa birtakım canlı ve nesnelerin zarar vereceği inancı yaygındır. Kırk baskınlığını önlemek için yapılan pratik ve uygulamalar oldukça yaygındır.
Kırk baskınlığını önlemek için;
- Anne ve çocuk kırk gün dışarı çıkarılmaz,
- Loğusa kadın ve kırklı çocukların birbirleriyle karşılaştırılmamasına dikkat edilir,
Anadolu’da çocuğa kırk basması çocuğun gelişmemesi ve zayıflamasıyla ilişkilendirilmekteydi. Kırk baskınlığını giderme yolunda da dinsel, büyüsel birtakım pratik ve uygulamalara baş vurulmaktaydı. Günümüzde artık bu türden uygulamalar yok denecek kadar azdır.

Kırklama
Loğusa ve kırklı çocuğa kırk basmaması için loğusanın ve çocuğun serbeste çıkması için; kırk gün içerisinde genellikle kadın ve çocuğun yıkanması biçiminde yapılan uygulamaya “kırklama” adı verilmektedir. Yaygın olarak kullanılan “kırklama” tanımlanmasının dışında bu olaya halk arasında; “kır dökme”, “kırk çıkarma” vb. adlar da tanımlanmaktadır.
Anadolu’da kırklama işlemi en yaygın olarak kırkıncı gün yapılmaktadır. Bu süre yörelere göre farklılık göstermekte; 7., 20., 30., 37., 39., 41. günlerde de kırklama yapılmaktadır. Bu işlem yörelere göre şekilde bazı farklılıklar gösteriyor olmasına karşın içerikte aynı amaca yönelik bir uygulamadır.
Doğumla ilgili adet ve uygulamalar içerisinde kırklama işlemini geçmişte olduğu gibi günümüzde de değişmez bir kural olarak geçerliliğini sürdürmektedir.

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen ThinkerBeLL; 3 Temmuz 2011 03:47
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
19 Nisan 2006       Mesaj #2
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
Çocukluk Çağı Gelenekleri
Doğumdan sonra çocuğun gelişimini izleyen onun anneyle babayla ve ailenin öteki üyeleriyle ve toplumsal çevresiyle ilişkilerini düzenleyen bir dizi kural, adet, tören, işlem ve pratik vardır. Çocuğun korunması, büyütülmesi, giderek bağlı bulunduğu grubun ya da kültürel ortamın benimsediği belli kalıplara, değer yargılarına kısaca modele uyması için bir çok aşamadan geçmesi gerekmektedir. Bu işlem ve pratikler, töre ve törenler önem ve sıralarına göre kimi zaman katı kimi zaman da esnek biçimde uygulanmaktadır.
Sponsorlu Bağlantılar

Ad verme
Bunların ilki çocuğa ad konulmasıdır. Ad: bir kişinin, bir nesnenin, bir durumun ya da bir olayın adını koymadan onu bir belirtiyle, bir sıfatla nitelendirmeden rahat edilemez. Adsız her hangi bir şey, bir olay, bir durum çevrede tedirginlik yaratmaktadır.
Geleneksel kesimde çocuğa ad konması genellikle dinsel nitelikli bir törenle olmaktadır. Giderek etki gücünü yitirmekle beraber dinsel niteliğin yinede çoğu yerde etkinliğini sürdürdüğü görülmektedir.
Çocuğa ad koyma sıradan bir işi olmadığı için bu iş küçük çapta da olsa kutlanarak ve kutsanarak yerine getirilmektedir. Daha önce saptanmış olan “ad” ad koyma amacıyla düzenlenen toplantı sırasında çocuğa verilmektedir. Bu amaçla çağrılan din görevlisi veya dinselliğiyle tanınan saygın bir kişi ezan okumakta ve çocuğun kulağına üç kere adını söylemektedir. Ad hoca yoksa çocuğun babası ve dedesi tarafından da aynı uygulamalar yapılarak konulmaktadır.
Halk arasında çocuğa göbek adı koyma geleneği de yaygın bir uygulamadır. Çocuğun göbeği kesilirken konan ada “göbek adı” denmektedir.
Anadolu’da çocuğa göbek adı konulması;
- Çocuğun kabirde göbek adıyla çağrılacağı,
- Öte dünyada göbek adıyla çağrılacağı,
- Tövbe, talkın verilirken göbek adıyla çağrılacağı
gibi dinsel nedenlerle açıklanmaktadır.
Kişinin asıl adının dışında özellikle yakınları ve bağlı bulunduğu grubun üyeleri tarafından çocuğa verilen ve rahatlıkla kullanılan bir ad konulmaktadır. Buna “takma ad” denmektedir. Bu daha çok geleneksel kesimlerde özellikle köylerde görülmektedir.

Süt verme
Modern tıp ve geleneksel kültür çocuğun en sağlıklı beslenme biçiminin anne sütüyle beslenme olduğu konusunda birleşmektedir.
Geleneksel kültürde çocuğa ilk süt üç ezan beklendikten sonra verilmektedir. Bu uygulamayla çocuğun ileriki yaşamında sabırlı olacağına inanılmaktadır. Kadının ilk sütüne “ağız” denmektedir. Ağız sütünü çocuk emmektedir. Ağız emmeyen çocuğun ileriki yaşamında zayıf ve güçsüz olacağına inanılmaktadır.
Geleneksel kültürde erkek çocukları kız çocuklarına göre daha çok emzirilmektedir. Bu davranışın nedeni oğlan çocuğunun daha güçlü ve kuvvetli olması isteğinden kaynaklanmaktadır.

Diş hediği
Çocuğun biyolojik gelişiminin en önemli belirtilerinden birisi olan diş çıkarma halkımız tarafından genellikle bir törenle kutlanmaktadır. Yiyeceklerin öğütülmesinde, ezilmesinde, parçalanmasında birinci derecede rolü olan dişin ortaya çıkışı nedeniyle düzenlenen bu tören ve eğlencede yiyeceği kutsama, çocuğun rızkını artırma, bereketi çoğaltma gibi dilekler yatmaktadır. Bu törende çocuğun dişlerinin sağlam ve düzgün olmasına yönelik de bir dizi geleneksel uygulama ve pratiklere de baş vurulmaktadır.
Değişik bölgelerde değişik adlarla anılan bu tören ve eğlencenin halk arasındaki en yaygın adı “diş hediği”dir. Değişik bölgelerde ise; “diş aşı”, “diş bulguru”, “diş buğdayı” olarak tanımlanmaktadır.

Çocuğun yürümesi
Çocukluk çağının biyolojik aşamalarından çocuğun yürümesi ile ilgili olan dönemdir. Geçmişte normal zamanda yürümeyen, yürümesi geciken ya da yürürken sürekli olarak düşen çocuklar için bir takım uygulama ve pratiklere baş vurulmaktaydı.
Bunlara örnek olarak;
- Çocuğun topuklarına yumurta sürmek,
- Çocuğu ceviz yaprağı ve tuz atılmış suda yıkamak,
- Çocuğu çeşitli ziyaretlere götürmek
gibi uygulamalar örnek olarak verilebilir.

Çocuğun konuşması
Anadolu’da konuşamayan ve konuşması geciken çocuklar içinde bir takım çarelere baş vurulmaktadır. Bu çareler ve işlemler başlıca üç grupta toplanmaktadır. Bunlar açma, kesme ve okuma işlemleri olarak sınıflandırılmaktadır.
Bu uygulamalara örnek olarak;
- Konuşmayan çocuk ziyaretlere götürülerek ağzı anahtar ile açılır,
- Dil bağı kesilir,
- Nefesi kuvvetli hocalara okutulur vb. pratikler verilebilir.
Çocuğun tırnağının kesilmesi
Anadolu’da çocuğun tırnaklarının ilk olarak kesilmesiyle ilgili olarak yapılan uygulama ve pratikler de oldukça yaygındır. Buna en yaygın uygulama olarak; çocuğun ilk tırnakları kesildikten sonra eli, içinde paralar bulunan bir keseye sokturulmaktadır. Çocuğun oradan aldığı para erkekse büyüdüğü zaman kuracağı işin sermayesine, kız ise çeyizine kullanılacak ilk para olarak saklanmaktadır.

Çocuğu nazardan koruma
İslam ülkelerinde bu arada Anadolu’da nazar inancı çok yaygındır. Her türlü canlı, cansız varlıkları tehdit ettiğine inanılan nazar daha çok çocuklar üzerinde etkili olacağı inancı yaygındır. Bu nedenle çocukları nazardan korumaya yönelik alınan önlemler geçmişte olduğu gibi günümüzde de oldukça sık rastlanmaktadır.
Bu uygulamalara örnek olarak;
- Çocukların isteyerek pis gezdirilmesi,
- Çocukların nefesi kuvvetli birisine okutulması,
- Ziyaret yerlerine götürülmesi
gibi örnekler verilebilir
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
20 Nisan 2006       Mesaj #3
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
Sünnet Geleneği
Anadolu’da çocukla ilgili geleneksel işlemlerden en önemlilerinden biriside sünnet geleneğidir. Dinsel ve töresel işlemler içerisinde en katısı ve en yaygın olanı sünnet geleneğidir. Hiçbir anne ve baba bu köklü geleneğin dışında kalmak istemez. Geleneğinin yaptırımı bu konuda bir karşı koyuşa meydan vermeyecek kadar güçlüdür.
Sünnet sözcüğü Arapça kökenlidir ve ilk anlamıyla “işlek yol” demektir. Daha geniş anlamda ise; Tanrı’nın yolunu ya da insanın adet durumuna soktuğu iyi ya da kötü davranışı anlatmaktadır.
İslam dininde peygamberin yaptığı uyguladığı ya da yapmayı uygulamayı öğrettiği şeylere uymaya “sünnet” denmektedir. Toplumun bu konudaki hoşgörüsü ve bağışlaması yok denecek kadar azdır. Dolayısıyla belli nedenlerle sünnetleri gecikmiş delikanlılar bunun tedirginliğini yaşamaktadırlar. Yaşı gelip geçtiği halde sünnet olmayan kişilere aşağılayıcı ve kınayıcı tutum ve davranışlar oldukça yaygındır. Bu konuda köklü bir geleneğin yaptırım gücü yoğun bir biçimde geçmişte olduğu gibi günümüzde de işlemektedir.

Sünnet geleneği genel olarak;
- Sünnet çocuğunun yaşı ve sünnet zamanı,
- Tören ya da düğün hazırlığı,
- Çocuğun hazırlanması,
- Sünnet işlemi ve sünnetçi,
- Hediye-armağan
gibi alt konu başlıkları içerisinde incelenmektedir.

Sünnet çocuğunun yaşı ve sünnet zamanı
Sünnet çocuğunun yaşı ve töreninin mevsimi konusunda kesin bir kural yoktur. Çocuklar çoğunlukla okul çağına yakın veya ilkokul yıllarında ergenlik çağına girmeden sünnet edilmektedirler. Ancak son zamanlar da büyük kentlerde kimi anne babalar çocuklarını doğumdan hemen sonra hastanede sünnet ettirmektedirler. Bu çok erken sünnetten amaç çocuğa bilinçli olarak acı çekmesini ve korkmasını önlemektir. Bu türden erken sünnet uygulamalarına geleneksel kesimde rastlanmamaktadır.
Sünnet toplumsal yapı içerisinde bir çok işlevi üstlenmenin yanı sıra; görkemli bir sünnet töreniyle aile hem üyesi bulunduğu grup içerisindeki saygınlığını artırır hem de çocuğunun mürüvvetini görür. Anadolu’da çocuğun bakımı, sünneti, evlendirilmesi anne babanın boynuna borçtur.
Yoksul ya da öksüz çocukların sünnetini varlıklı kimseler veya akrabalar kendi çocuklarıyla birlikte yaptırmaktadırlar. Bu görevi kimi grupların yardım derneklerinin de üstlendiği görülmektedir.
Sünnet zamanı ve mevsimi olarak da en çok ilkbahar, yaz ve sonbahar mevsimi seçilmektedir: Günümüzde özellikle kentlerde sünnet düğünü ya da töreni için Cumartesi ve Pazar günleri seçilmektedir. Geçmişte Cuma günlerinin tatil olması ve Cuma gününün uğurlu sayılması nedeniyle sünnetler daha çok Perşembe günleri yapılmaktaydı.

Tören ya da düğün hazırlığı
Aile çocuklarının yaşı ve ekonomik durumuna göre çocuklarını sünnet ettireceği zamanı yaklaşık iki ay önceden belirleyerek hazırlıklara başlar. Aile düğün gününü belirledikten sonra bir hafta on gün öncesinden konuklara haber verir.
Bu duyuru;
- Okuyucu elçi göndererek,
- Davetiye bastırarak dağıtılmak
üzere iki biçimde yapılmaktadır.
Geleneksel kesimlerde düğüne fazla kişi çağrılmasına özen gösterilmektedir.

Çocuğun hazırlanması
Çocuk törenden birkaç gün öncesinden hazırlanmaya başlanır. Aslında çocuk çok daha önceden psikolojik olarak hem sünnet olma sevincine hem de korkusuna girmektedir. Geleneksel eğitimle anne ve babalar çocuklarını bu önemli geçiş pratiğine aylar öncesinden hazırlamaya başlamaktadır.
Sünnet giysisi tören hazırlıklarının en önemli bölümünü oluşturmaktadır. Şehirlerde varlıklı aileler, çocuklarını mücevherlerle süslemekte, kent merkezlerinde ön tarafında “Maşallah” işlemeli açık mavi bir başlık geleneğin en yaygın giyim öğesini oluşturmaktadır. Köylerde ise sünnet çocukları yeni elbiseler giymekte; boyun ve omuzlara çevre ve yağlık asılmakta, şapkanın arkasından ise gelin teli sarkıtılmaktadır.
Sünnet çocukları sünnetten birkaç gün önce veya aynı gün ata, arabaya, otomobile bindirilerek dolaştırılmakta bu geziye mahallenin öteki çocukları da katılmaktadır böylece çocuğun sünnet edileceği bu gezintiyle de halka duyurulmaktadır.

Sünnet işlemi ve sünnetçi
Sünnet işlemi cinsel organın uç kısmındaki derinin çepeçevre kesilmesinden ibarettir. Çocuk varsa kirvesinin kucağına yoksa bir yakınının kucağına oturtularak bacaklarının iki yana açılması sağlanmakta, kucağına oturduğu kişi çocuğun kollarını sıkı sıkı tutmaktadır. Bu sırada çocuğa korkmaması için yüreklendirici, erkekliği vurgulayıcı sözler söylenmektedir. Kesilmeden önce ve kesilme sırasında; “Allahu ekber Allahu ekber” denilerek tekbir getirilmekte, ayrıca “oldu da bitti maşallah” diye çok bilinen ve yaygın olarak bilinen tekerleme de söylenmektedir.
Sünnet yani kesme işlemini yerine getirenin genel adı sünnetçidir. Bununla beraber; Orta Anadolu ve Doğu Anadolu tarafında sünnetçiye “abdal” ya da “kızılbaş abdal” denmektedir.
Günümüzde ise bu işi sağlık memurları yapmaktadır, bunların kent kesimindekileri kendilerini “fenni sünnetçi” olarak tanımlamaktadırlar.

Hediye - Armağan
Tören karakteri taşıyan bu önemi geçiş dönemi pratiği çeşitli hediyelerle süslenmektedir. Bu hediyeler altın, para, giyecek ve ev eşyalarından oluşmaktadır. Günümüzde sünnet hediyesi uygulaması devam etmektedir.

Kirvelik
Kirvelik; yörelere göre "kirve", "kivra", "kivre" isimleriyle de tanımlanmaktadır.
Kirvelik, kısaca birbirine ekonomik ve sosyal olarak eş konumda bulunan iki ailenin, ailelerden birinin sünnet töreni masraflarını karşılamasıyla oluşan bir sanal akrabalık kurumu olarak tanımlanabilir. Kirve, sanal akrabalık kurulacak olan ailenin erkek çocuğunu sünnet esnasında kucağına alarak çocuğun acı çekmemesi için destekte bulunacak ve aynı zamanda törenin ekonomik giderlerine kısmen de olsa katkıda bulunacak olan kişidir. Kirvelik kurumu aracılığıyla nasıl çocuklarını birbiriyle evlendiren kimseler bir hısımlık ilişkisi içerisinde iseler, birbiriyle kirvelik ilişkisi içerisine giren ailelerde kalıcı bir dostluk ilişkisi kurarlar. Daha çok Doğu, Güney, Güneydoğu Anadolu illerimizde yaygın olan Kirvelik kurumunun çıkış noktası hakkında elimizde yeterli bilgi bulunmamaktadır.
Kirvelik kurumu genel olarak aşağıdaki işlevleri yerine getirmesi bakımından geçmişte daha yaygın olmasına karşın günümüzde de halen geçerliliğini sürdürmektedir.
Kirvelik;
- Var olan ilişkileri pekiştirmesi,
- Ailelerin sosyal ilişkiler ağını genişletmesi,
- Sosyal sigorta mekanizması görmesi
- Farklı dil, din ve etnik gruplardaki aileleri birleştirmesi,
- Bir yöreye dışardan gelen kişilerin bu yöreye uyumunu kolaylaştırması,
- Dayanışma ve gücün artmasıyla önemli bir pazarlık gücü kazandırması
gibi işlevleri üstleniyor olması bakımından önemli bir toplumsal kurumdur.
Kirvelik yoluyla kurulan ilişki ölene kadar devam eder. Kirve çocukları arasında evlenme yasağı vardır. Bu yasak kirveler arasındaki ilişkinin daha serbest dolayısıyla da daha güçlü ve kalıcı olmasını sağlamaktadır.
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
24 Nisan 2006       Mesaj #4
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
Evlenme Adetleri
Yaşamın temel dönüm noktalarından biri olan evlenme, hem kadın ve erkeğin yaşamını birleştirmesi açısından bireysel; hem de aile ve akrabalık bağlarının kurulması açısından toplumsal bir olgudur. Özellikle küçük köy topluluklarında düğün, köyün tamamını içine alan bir faaliyet olması nedeniyle bir “bayram” anlamı kazanır. Evliliğin aşamaları sırasında yapılan törenlerin bazıları yeme-içme, eğlence havası içinde geçerken, bazıları “ağıt” görünümündedir.
Evliliğin tümünü içine alan töre ve törenlerin sergilendiği aşamalar şöyle sıralanabilir:
A. Düğün öncesi
I. Görücülük, dünürcülük, kız isteme
II.
a. Söz kesme
b. Şerbet
c. Nişan
III. Düğün okuntusu
IV. Çeyizin gitmesi ve sergilenmesi
V. Gelin hamamı
B. Düğün
I. Kına gecesi
a. Kız kınası
b. Oğlan kınası
II. Gelin alma
III. Nikah
IV. Gerdek
V. Gerdek ertesi
C. Düğün sonrası uygulamaları
Evlilik kararının verilmesinden sonra yapılacak ilk iş damat adayı için eş seçimidir. Özellikle geleneksel kesimde eş seçimi öncelikle erkeğin anne-babasının öncülüğünde yapılırdı. Son zamanlarda bu durumun yavaş yavaş değişmeye başladığı görülmektedir. Gençler ya doğrudan kendileri tanımak suretiyle evleneceği kişileri seçmekte ya da hep birlikte karar verilerek uygun eş seçilmektedir.
Görücü usulü olarak literatüre geçmiş olan evlilik türünde önce erkeğin annesi ve aileye yakın kadınlar kız tarafına giderek kızı görürler. Kız beğenildikten sonra damada gösterilir, o da beğenirse kızın istenmesine karar verilir.
Kız evine gidilerek kızın babasından istenmesine dünürlük, dünürlüğe gitme, elçiliğe gitme gibi isimler verilir. Ailenin ileri gelen kadınları ve erkekleri daha önce belirlenmiş olan hayırlı bir günde (genellikle Perşembe ve Pazar günleri uğurlu gün sayılır) kızı Allah’ın emri peygamberin kavliyle ailesinden istemek üzere giderler. Ancak kız evi biraz da naz evi olması nedeniyle ilk istemede kız verilmez. Birkaç defa daha kız istendikten sonra, kız evi yeterince düşündükten sonra olumlu cevabı oğlan tarafına bildirir. Böylece karar verildiği için söz kesilmiş olur. Tarafların isteğine göre bazen aynı gün gelin damada nişan yüzükleri de takılır, bazen de ayrıca düzenlenecek nişan töreninde bu işlem gerçekleştirilir. Söz kesildikten yaygın bir gelenek olarak arada tatlılığı sağlamak dileğiyle şerbet içilir. Şerbetin içilmesi artık kızın kesin verildiği ve evlilik kararının kesinleştiği anlamına gelir. Ayrıca söz kesme sırasında aileler nişan ve düğün tarihleri, alınacak eşyalar ya da başlık parası miktarı gibi konuşmalar da yaparlar.
Her iki taraf da hazırlıklarını tamamladıktan sonra kız evinde daha çok kadınların katılımıyla nişan töreni yapılır. Erkek tarafı gelin için alınan takıları takar ve diğer hediyeleri verir; karşılığında kız tarafı da hediyeler verir. Nişan töreni isteğe bağlı olarak yemekli de olabilir. Eğlencelerle bu mutlu olay aynı zamanda kutlanmış olur. Nişan, hem evliliğe atılan bir adım, hem de her iki taraf için bir tanışma ve uyum, düğün için kararlaştırılan sürenin başlangıcı anlamlarına gelmektedir. Eğer taraflar arasında herhangi bir anlaşmazlık ortaya çıkarsa nişan bozulabilir. Ancak bu, hiçbir zaman tercih edilen bir durum değildir.
Bundan sonra düğün aşaması gelmektedir. Öncelikle çevredeki insanların düğüne çağrılması gerekmektedir. Düğüne çağrı aşamasında son zamanlarda daha az uygulanan bir gelenek de köyde bulunan kişilere “okuntu” dağıtmaktır. Okuntu için bir anlamda düğün davetiyesidir demek mümkündür. Bunun için uygun bir kişi görevlendirilir ve bu kişi köyü dolaşarak okuntuyu dağıtır. Okuntu, daha önceden hazırlanmış bir parça kumaş, bir mendil, bir yazma gibi hediyeler olabileceği gibi, şeker, börek gibi yiyecek türünden şeyler de olabilir. Bunlar düğün okuntusu olarak dağıtılırken misafirler düğüne davet edilmiş olur.
Masallarda her ne kadar kırk gün kırk gece süren düğünlerden söz edilse de, Anadolu’da düğünler genellikle üç gün sürmektedir. Son zamanlarda ise yalnız hafta sonları olan iki günlük düğünler hem ekonomik hem de sosyal açıdan tercih edilmektedir.
Evlenme olayının temelini teşkil eden düğün de iki ana bölümden oluşmaktadır:
a. Kına gecesi
b. Gelin alma
Düğünden bir gün önce kız evinde ve oğlan evinde yapılan törene kına gecesi denir. Kına gecesi her iki tarafta da yapılabilir, ama yoğun olarak ve daha detaylı bir biçimde kız evinde kadınlar arasında yapılır.
Kına gecesinin yapılacağı gün erken bir saatte erkek evinin çatısına bayrak asılır. Bayrak, özel olarak seçilen bayraktar tarafından, kalabalık grubun da eşliğiyle eğlencelerle toplu olarak asılır. Bazı yerlerde bu eğlence sırasında “bayrak ekmeği” denilen yemek orada bulunanlara ikram edilir. Bayrağın asılması düğünün başladığının resmen ilan edilmesi demektir.
Kına gecesinin olduğu gün ya da birkaç gün öncesinde gelinin çeyizleri kız evinden alınır, oğlan evine getirilerek gelinin odası hazırlanır. Gelinin çeyizleri bazen düğünden birkaç gün önce kız evinde, bazen de düğün ve sonrasında oğlan evinde sergilenerek misafirlere gösterilir. Çeyiz kız evinden alınırken bir kişinin sandığın üstüne oturarak bahşiş istemesi oldukça yaygın olarak rastlanan geleneklerdendir. Kına gecesinin olduğu gün aynı zamanda günün erken bir saatinde erkek tarafından bir grup kadın, o gece yakılacak kınayı, gelinin giysilerini ve misafirlere ikram edilecek yiyecekleri eğlencelerle kız evine götürürler.
Kına gecesinde kız evinde toplanan kadınlar bir süre eğlendikten sonra, açıklı türküler söyleyerek gelini ağlatmaya çalışırlar. Daha önceden suyla yoğrulan kına bir tepsi içerisinde etrafına mumlar dizili şekilde ortaya getirilir. Bazı yerlerde önce geline kına yakıldıktan sonra misafirlere de kına dağıtılır; bazı yerlerde de o sırada orada bulunanlara kına dağıtıldıktan sonra herkes gittikten sonra geline kına yakılır. İsteğe bağlı olarak gelinin ellerine, ayaklarına ve saçına da kına yakıldığı olur. Genellikle kınanın yoğrulması, dağıtımı ve geline kına yakılması işlerinde “başı bütün” olarak adlandırılan mutlu evlilik sürdüren bir kadının görevlendirilmesine dikkat edilir. Gelinin bir eline kadın, bir eline de genç kız kınayı koyar. Kına yakılmadan önce gelinin avuç içine bozuk para ya da altın konur.
Kına gecesinin ertesi günü hem gelin alma günü hem de esas düğün günüdür. Her iki tarafta da konuklara yemek ikram edilir, genellikle davul-zurna eşliğinde eğlenceler yapılır. Gelin alma günü erken saatlerde oğlan evinde damat tıraşı, güvey giydirme gibi adlar alan törenler yapılır. Kız evinde de gelinin hazırlanması söz konusudur. Bunun için köylerde her zaman bütün düğünlerde görev alan, genellikle düğün yemeğini de hazırlayan aşçı kadınlar görevlendirilir. O gün oğlan tarafından konuklar toplanarak kız evine gelin almaya gelirler. Gelin evden çıkarken erkek kardeşi ya da amcası tarafından beline gayret kemeri de denen kırmızı kuşak bağlanır. Gelin ailesiyle vedalaştıktan sonra hayır dualarla, bazen ilahilerle bazen de davul-zurna eşliğinde eğlencelerle evden çıkarılır. Gelin evden ayrılırken geride kalan bekar arkadaşları da evlenebilsin diye birtakım şeyler yapar. Örneğin, henüz bitmemiş bir çorabı sökerek evden çıkar ki, diğer kızlar da çorap söküğü gibi evlenebilsinler... Gelin baba evinden çıkarken olsun oğlan evinin kapısından girerken olsun evliliğin yolunda gitmesi, çiftin mutlu olmasını sağlamak için birtakım dinsel-büyüsel işlemler yapılmaktadır. Örneğin, gelin evden çıkarken arkasından ayna tutularak aydınlık bir hayatının olması isteği ifade edilir. Aynı şekilde oğlan evinin kapısından girerken kapının eşiğine ve tavanına yağ, bal gibi şeyler sürdürülerek gelinin yeni evindeki kişilerle iyi geçinmesi sağlanmaya çalışılır.
Gelinin başından şeker, bozuk para, kuruyemiş gibi şeyler atılarak bolluk-bereket getirmesi dileği ifade edilir.
Düğün olduğu akşam, erkek tarafında kalmış az sayıda misafire yemek verilir ve gelinle damadın imam nikahı kıyılır. Önceleri resmi nikah düğünden sonra herhangi bir tarihte yapılabilirken, son zamanlarda düğün öncesinde resmi nikahın mutlaka yapılmış olmasına özen gösterilmektedir. Genellikle düğün alışverişi için taraflar bira araya geldiklerinde resmi nikah da yapılmaktadır. İmam nikahı kıyılıp dualar okunduktan sonra gelinle damat kendiodalarında bir araya gelirler. Bu sırada gelinle damadın uyumlu bir biçimde birlikte olabilmelerini sağlamak amacıyla da birtakım dinsel büyüsel işlemlere başvurulur. Örneğin, odanın kapısına bir bıçak saplamak, kapı önünde bir kilidi açmak vb. Bunun dışında orada bulunan kişilerin ellerini ve kollarını bağlamamaları istenir. Daha önceden kız tarafından o gece yenmek üzere özel olarak hazırlanmış ve gelinin sandığına konmuş olan yiyecekler ve başka şeylerin de bulunduğu yemek tepsisi odaya bırakılır. Bazı yerlerde tepsiye tek kaşık, tek çatal, tek bardak konarak gelinle damadın bunları ortaklaşa kullanmaları sağlanır. Böylece birbirlerine daha çabuk ısınacaklarına inanılır. Bu aşamada gelinin masum ve temiz olduğunun simgesi olan çarşafa bakma adeti gündeme gelir. Düğünde görevli olan yenge ya da aşçı kadın tarafından gelinin durumu öğrenilerek ailelere bildirilir. Bazen de gelinin bakire çıkmaması durumunda baba evine gönderilmesi söz konusudur.
Düğünün ertesi günü duvak günü, yüz açımı, baş bağlama gibi adlar altında birtakım eğlenceler düzenlenir. Bu eğlence daha sade bir biçimde yalnız kadınlar arasında yapılır. Önceleri duvak günü eğlenceleri sırasında gelin çeşmeye götürülerek su getirmesi sağlanırmış. Gelin hamur yoğurup börekler yaparmış. Böylece eve bolluk bereket gelir inancı varmış. Ancak bunlar artık unutulmuş geleneklerdir. Duvak günü eğlenceleri de pek çok yerde yapılmamaktadır.
Son düzenleyen GusinapsE; 3 Mayıs 2006 23:22
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
25 Nisan 2006       Mesaj #5
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
Askerlik
Toplumumuzda gelenekselleşmiş köklü bir geçmişe sahip olan askerlik kutsal bir görev olarak değerlendirilir. Asker olmak onurlu ve erdemli bir insan olmayla özdeşleştirilir. Özellikle kırsal kesimde askerliğini yapmayan kişiler hoş karşılanmaz, sözleri dikkate alınmaz.
Topluma bu denli önem verilen bu görevin başlangıcında ve bitişinde diğer geçiş dönemlerinde olduğu gibi çeşitli törenler yapılmaktadır. Uğurlama ve karşılama törenleri bölgesel farklılıklar göstermektedir.
Yurdumuzun her yöresinde yaygın olarak yapılan uygulamalardan biri, pusulası (askere çağrı mektubu) gelen gençlerin akrabaları ve arkadaşları tarafından sırayla yemeğe davet edilmelidir. Bu yemek yalnızca asker adayına verildiği gibi, ailesiyle birlikte ağırlandığı da olmaktadır. Yemek sırası ve sonrasında eğlenceler yapılması da yaygın bir uygulamadır.
Kars'da askere gidecek kişi köy ve şehirdeki akrabalarını ziyaret edip, "Allahaısmarladık" demekle bu ziyaretler sırasında kendisine harçlık ve yolluk olarak hazırlanan çöreklerden verilmektedir.
Silifkenin Kırtıl köyünde ise askere gidileceği günün akşamı, askere gidecek olanlar, kız ve erkek arkadaşlarını eve davet eder, geç saatlere kadar eğlenirler, mengi oynanır. Askerlerin ceplerine uğur parası denilen harçlıklar konulur.
Ankara - Kızılcahamam - Verimli köyünde yaşlı erkekler ve kadınlar "Uğur parası" adı verilen parayı verirken "Benim için nöbet tut, buna karşılık" diyerek gencin gönlünü almaktadırlar.
Seydişehir'de uğurlama töreninde kadınlar hazırladıkları çöreği üçe bölerler. Bir parçası kurda kuşa yem olsun diye suya atılır. Bir parçası delikanlının gömleğine sarılarak sandıkta saklanır. Bir parçası da yemesi için delikanlının yolluğuna konur. Her izine geldiğinde gömleğe sarılı parçadan bir bölümü koparılarak gence yedirilir. Asker uğurlamasından sonra kadınlar bir pınarın başında toplanarak yemek yerler. Yemek yerken tahta kaşık kullanılmaz, tahta kaşık kullanılırsa delikanlıların askerde çok dayak yiyeceğine inanılır.
Eskişehir - Seyitgazi - Şükranlı köyünde askere gidecek genç nişanlı ise nişanlı evinin odununu gitmeden önce asker adayına kestirirler, zorluklara alışsın diye.
Yaşamının bir bölümü ile ilgili bu denli zengin uğurlama törenlerinin yanında, karşılama törenleri de zengin uygulamalara sahne olmaktadır.
Silifkenin - Kırtıl köyünde asker terhis olduktan sonra kına alıp getirir. Köye geldiği günün akşamı kendisine hoşgeldine gelenlere hazırlanan kınadan yakılır. "Asker kınası" adı verilen bu kınanın yakılması uğurlu sayılır.
Askerlikle ilgili konulardan birisini de askerde yoğun özlem ve hasret duygularıyla yazılan asker mektupları oluşturur. Asker mektupları genellikle selamla başlayıp, durum anlatıldıktan sonra bir mani ile biter.
Mektuplarda bütün akraba ve tanıdıklara selam söylenir. İletişim araçların yaygın olmadığı dönemlerde tek iletişim yolu olan mektuplarda, evli olan askerin baba evinde olan eşine duygularını açıkça ifade edememesi, mektubun başka kişilerce de okunacağı düşüncesi ile kimi zaman şifre içerikli maniler yazdığı da görülür.
Yürü mektubum yürü
Haberini al da gel
Bir iken iki olduk
Üç olduk mu sor da gel
Diyerek, manide çocuğu olup olmadığı üstü kapalı bir biçimde sorduğu gibi.
Durum bildiren bu tür mektuplar dışında bir de mizahi asker mektupları vardır ki bu tür mektuplar daha çok arkadaşlar arasında yazılmaktadır.
Askerliğin bitip eve dönülmesinde de büyük bir coşku yaşanır, eğlenceler düzenlenir. Akrabaları ve arkadaşları on onbeş gün ziyaretine gider ve bu sürede evde misafir gibi ağırlanıp, iş yaptırılmaz. Bazı yörelerde bu ziyaretler sırasında gence hediyeler verildiği de olur.
Son düzenleyen GusinapsE; 3 Mayıs 2006 23:23
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
25 Nisan 2006       Mesaj #6
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Barınma
Günümüzden 11 bin yıl önce yeryüzünün iklim koşulları, insanların yerleşmeler kurmalarına uygun duruma gelir. Bugüne kadar saptanan en eski yerleşme Anadolu’dadır. Anadolu’da ilk yerleşimin öyküsü günümüzden dokuz bin yıl önce Elazığ’ın Çayönü tepesindeki yerleşmeyle başlamış, değişerek günümüze kadar gelmiştir. Bilimsel düzeyde incelendiğinde bu ilk yerleşmedeki evlerin günümüz Anadolu evleriyle benzeştiği gözlenmektedir. Ev ya da konut dendiği zaman aklımıza ilk olarak dört tarafı duvarlarla çevrili, üstü kapalı, bizi tehlikelerden koruyan mekan ve bu mekanın etrafını oluşturan yaşamımız için gerekli olan diğer unsurlar gelmez mi? Öyle ya insan hem doğadan gelebilecek tehlikelerden kendini koruyacak hem de doğadan yararlanarak; toplayarak, avlanarak, tarım yaparak, beslenerek yaşamını sürdürmeye çalışacaktır. İlk bakışta barınmanın amacı; yağmur, kar, fırtına soğuk, sıcak gibi doğa olaylarından korunmak gibi görünüyordu. Ancak tüm canlıların korunma isteğindeki temel neden doğaya uyum süreci içerisinde türünün devamını sürdürebilmeye ve doğada var olma savaşını kazanma amacına yönelik değil miydi? Böyle olunca da, sadece kendini korumak için etrafına dört duvar çevirip, üstünü kapattığı konut yetmedi insana. Konutunu oluşturmak için su ve verimli topraklar aradı ve bunları bulduğu yere halk tabiriyle “kondu”.
Doğayla savaşan ve doğayla bütünleşen halk doğadan temin ettiği malzemeyle, kendi ihtiyaçları doğrultusunda, ustaların ve kendi katkısıyla değişen koşullara göre konutunu daha kompleks hale getirdi. Bu yönüyle bakıldığında da aynı zamanda; her konut oluşturulduğu çağa da tanıklık eder. Bu yapılar bize o günün, aile ve akrabalık bağlarını, komşuluk ilişkilerini, o günün insanının dünyaya bakış açısını, hayatı algılayış biçimlerini, gelenek görenek örf ve adetlerini anlatır.
Doğaya uyum sürecinde doğal malzemelerden, yöre ustaları tarafından kolektif bilinçle oluşturulan yapılar, toplumsal yaşamın sosyal ilişkilerin daha düzenli ve sürdürülebilir olması bakımından da önem taşımaktaydı. Anadolu halkının konutu nasıl kullandığına; konutla ilgili çeşitli dinsel, büyüsel ve geleneksel uygulamalara değinerek bakalım. Günlük yaşamda ev içerisinde halkın bazen bilinçli bazen de farkında olmadan sergilediği bu davranışlar; toplumun dinsel, toplumsal, psikolojik ve kültürel yapısını gözler önüne sermesi bakımından önem taşımaktadır. İnsanın doğduğu büyüdüğü tüm hayatını geçirdiği ve öldüğü evin halk kültürüne olan derin etkisini günlük yaşamla ilgili hemen her konuda görmek mümkündür. Buna özellikle günlük yaşam içerisinde kümelenen birçok halk inanışlarında rastlanmaktadır.
Eski Anadolu evlerinde konutun yerinin seçiminden başlayarak, konutun tamamlanması ve konuta yerleşilmesi sürecinde dinsel büyüsel içerikli bir takım geleneksel uygulamalara başvurulmaktaydı. Temel kazılırken kurban kesilmesi ve kanının temele akıtılarak, olması muhtemel kaza bela gibi olumsuzlukları uzaklaştırması, temele para atılarak sembolik olarak ev yerinin satın alınması, temel kazımı sırasında temelden çıkan yılan, çıyan gibi canlılara göre evin uğurlu veya uğursuz olacağına dair çeşitli yorumların yapılması gibi örnekler verilebilir.
Evin önemli bir bölümünü oluşturan ateşin ve ocağın inanç boyutuyla gerek Anadolu’nun arkaik çağlarında, gerekse Türk kültür tarihinde önemli bir yer tutması ve mukaddes olarak kabul edilmesi olgusu, konuyla ilgili dinsel büyüsel bir takım uygulamalarla karşılığını bulmaktadır. Ocağın evin büyükleri tarafından yakılması, kirletilmesine karşı kesin yasaklar konulması, külüne basılmaması, evin ateşinin söneceği ve uğursuzluk olacağı kaygısıyla ateşin suyla söndürülmemesi, külle üzerinin kapatılması, ateşe tırnak ve saç atılmaması, üzerinde ölü suyu kaynayacağı inancıyla saz ayağının üstü boşken ters çevrilmesi ateş kültünün ev içi yaşamına yansıyan örnekleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Anadolu’nun birçok yöresinde tespit edilen bu uygulamalar günün koşullarında belli bir işlevi üstlenmiş, yaşamın kolaylaştırılmasına yönelik gereksinimlere de yanıt vermiştir. Bu davranışlar zamanla gerçek anlamını kaybederek gelenekselleşmiş, insanların bilinç altına kazınmış bazen dinsel bir kalıba sokulmuş davranış biçimlerine dönüşmüştür. Evde yalnızca ocak kutsallaştırılmamış, yine aynı amaca ve yaşamı kolaylaştırmaya yönelik olarak dış dünya ile ev içerisindeki özel yaşamı ve mülkiyeti birbirinden ayıran en belirgin sınır olan kapı ve eşik de kutsallaştırılmış ve onların etrafında da birçok yasak kümesi oluşturulmuştur. Eşikten birtakım özel davranış ve sözlerle geçilmesi bu sınırı vurgulayan en belirgin uygulama olarak karşımıza çıkmaktadır. Anadolu’nun bir çok yöresinde eşikte oturan insan düşman ya da uğursuz olarak kabul edilir, bu insanların toplumda söz sahibi olamayacağına, başlarına bir bela geleceğine, kısmetlerinin kesileceğine inanılır. Halkımız kapı arkalarında ve merdiven boşluklarında her an kendisine zarar verebilecek cin ve perilerin eğleştiğine inanır. Aslında bu yasaklarla ve buralarda var olduğuna inanılan doğaüstü güçlerle; evin en işlek bölümü olan kapı ve eşiğin gereksiz yere işgal edilmemesi sağlanmıştır.
Eve yüklenen kutsallığı daha da belirginleştirmek için uygulamalara birkaç örnek daha vermek yerinde olur. Altında mezar olan evin uğursuzluğuna inanılır o evde, malın çoğalmayacağına; meftanın ev halkını rahatsız edeceğine ve o evde doğan çocukların sakat olacağına inanılır. Bu nedenle Anadolu’nun birçok yöresinde, temel kazımı sırasında, mezar çıkması halinde ev yeri değiştirilmektedir.
Sabah güneş doğmadan evin kapısının önünde sağ tarafta melayikeler, sol tarafta şeytan bekler, kapı erkenden ve besmeleyle açılırsa melek o evin o günkü nasibini verir. Temizlenmeyen evlere cin peri gelir bulaşıklar yıkanmamışsa onları yalar, kirli tabakların içlerini şeytan pisler. Bu ve benzeri uygulamalar ev içerisinde günlük yaşamı ve hijyeni sağlamak için dinsel büyüsel uygulamalar olarak oluşmuş ve zamanla geleneğe dönüşmüştür.
Anadolu kültüründe bolluk ve bereket önemli kavramlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Akşam namazından sonra evden ateş, maya, tuz verilmez, verilirse evin bereketinin kaçacağına inanılır. Bahçe kazılmadan komşuya akrabaya tohum verilmez, verilirse o yıl bahçeden ürün alınmayacağına inanılır. Perşembe günü çamaşır yıkanırsa zengin olunacağına, Cuma günü çamaşır yıkanırsa evin bereketinin kaçacağına inanılır. Evin yapımı bitip, taşınılırken bolluk bereket olsun diye eve ilk olarak un, mısır, pirinç gibi yiyecekler götürülür. Eve karınca üşüşmesi karıncanın çalışkan bir böcek olması nedeniyle bereket; bolluk ve uğur olarak yorumlanır. Anadolu kültüründe; geçiş dönemleri etrafında oluşan uygulamaların ev içi yaşamına yansıyan bölümü de oldukça zengin uygulamalar içermektedir. İnsanın ilk evresi ve yaşamın başlangıcı olarak kabul edilen doğum etrafında oluşan eve dayalı uygulamalar geçmişte olduğu gibi günümüzde de yer yer geçerliliğini sürdürmektedir.
Kırk suyu tuvalete dökülmez, evin damlalıklarının altına dökülmez, buralarda cin ve perilerin eğleştiğinden çocuğa kırk basacağına inanılır. Kırk suyuyla kırklanan loğusa kadın ve çocuktan sonra leğende kalan su; “kırkımız çıktı korkumuz bitti diyerek” evin duvarlarına, dip ve köşelerine serpilir, bu yolla kırklanarak temizlenen loğusa ve çocuk gibi kırk gün kirli olduğuna inanılan ev de temizlenmiş kabul edilir. Kırk suyuna çıkı edilerek atılan arpa kırklama işleminden sonra evin ambarına atılır ki bolluk olsun. Artan kırk suyu kırklama işlemi bittikten sonra damların düzeltildiği taş silindirin üzerine dökülür ki çocuğun yüreği taş gibi olsun. Kırklı çocuğun evinden ateş alınmaz, alınırsa çocuğun huysuz olacağına inanılır. Kırklanan çocuk evden ilk dışarı çıkarıldığı zaman çocuk ileri gitsin çabuk büyüsün diye evden ileri bir yere götürülür. Kırklı çocuk ateş kenarına ve eşik yakınına bırakılmaz bırakılırsa şeytanın çocuğu, kendi çocuğuyla değiştireceğine inanılır.
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
25 Nisan 2006       Mesaj #7
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
ANADOLU’DA ÖLÜM GELENEKLERİ
Anadolu halkının büyük bir kesimi geleneklerin etkisi altındadır. Halkımızın geleneksel yaşamını oluşturan, ona öz ve biçim kazandıran ana davranış kalıplarının temelindeyse sayısız adet, inanma ve töresel işlem yatmaktadır. Gerçekleştirilen bu uygulamalar yöreden yöreye farklılık ve benzerlik göstermektedir.
Hayatın üç önemli dönemi doğum ve evlenmede olduğu gibi ölüm çevresinde de bir çok inanma, adet, töre, tören, ayin, kalıp davranış, işlem kümelenmektedir. Ölüm çevresinde kümelenen ve ölüyle toplum üyelerini kuşatan bu inanmalar, adetler, işlemler törenler ve kalıp davranışlar başlıca üç grupta toplanmaktadır. Ölüm öncesi, ölüm sırası ve ölüm sonrası şeklinde oluşan gelenekler dizisi kısaca aşağıda açıklanmaktadır.Anadolu’da genel olarak ölüm korkusunun bilinç altındaki baskısıyla tedirgin olan halk düşüncesi, geleceğini bilmek isteğinin de etkisiyle, alışılagelmişin dışındaki birtakım davranışları, araç gereçlerin şu ya da bu biçimdeki kullanışlarını, meteorolojik olayları, hayvanların hareket ve seslerini; düşlerdeki görüntülerle hastadaki psikolojik ve fizyolojik değişiklikleri çoğu zaman ölümün bir ön belirtisi saymaktadır. Halk inanmalarında ölümü önceden haber veren belirtiler arasında hayvanlarla ilgili olanlar büyük bir yer kapsamaktadır. Hayvanların insanlarda bulunmayan kimi yetenekleri, sezi güçleri biçimsel özellikleri, uğurlu ya da uğursuz sayılmaları bu tür inanmaların oluşmasında ve evrensel bir çizgiye erişmesinde büyük bir rol oynamaktadır.
Ev, ev eşyası, araç gereç ve yiyecek çevresinde kümelenen bir takım inanmaların temelinde de ölüm korkusu yatmakta, bunlar halk tarafından çoğu zaman ölümün ön belirtileri olarak nitelenmektedir. Ay, güneş tutulması, yıldız kayması, şimşek çakması ve gök gürlemesi gibi olaylar da halk inanmalarında çoğu zaman ölüme yorumlanmaktadır. Bilinçaltında biçimlenen çeşitli görüntülerin simgesel bir takım çağırışımlarla da desteklenerek gerek düşü gören gerekse yakınları için bir ölüm belirtisi olarak yorumlanışı oldukça yaygındır.Ölüm olaylarının duyurulmasının en doğal biçimi ölenin yakınlarının ağlamalarıyla olur. Olayı duyan komşular ölü evinde toplanarak, ölünün yakınlarının acılarına ortak olmaya, onları avutmaya, ilk hazırlıkları yapmaya yardımcı olurlar. Köylerde, ilçelerde ve küçük kentlerde evden eve haberleşmenin okuyucu çıkarmanın yanı sıra en yaygın usulu sela verdirmektedir. Gazetelere ilan vermek yoluyla olayı duyurma daha çok büyük kentlerde görülmektedir. Büyük kentlerde cenaze işlerini alan ticari kuruluşlar da vardır. Bunlar defin için gerekli hazırlıkların yanı sıra ölüm ilanlarını da üzerlerine almaktadır.
Ölümden hemen sonra yapılan işlemlerin bir bölümü doğrudan doğruya cesetle ilgiliyken bir bölümü de ceset çevresinde toplanmaktadır. Ölünün öte dünyaya, gönderilişine ön hazırlık niteliğindeki bu işlemlerin kimilerinin temelinde ölene canlı gözüyle bakmanın ve ondan korkmanın tipik belirtileri yatarken kimilerinde de hijyenik düşünceler ve dinsel gelenekler rol oynamaktadır.
Bu tür işlemlerin en çok görülenleri şunlardır. Ölünün gözleri kapatılır, çenesi bağlanır, başı kıble yönüne çevrilir, ayakları yanyana getirilir, elleri yanyana ve göbek üzerine konur, üzerindekiler çıkartılır, bazı yerlerde yatağı değiştirilir, ölünün karnına bıçak, demir, vs. metal eşya konur, ölünün bulunduğu oda temizlenir, ölünün bulunduğu oda aydınlatılır, ölünün başucunda Kuran okunur.
Bahsedilen ön hazırlıktan sonra gömme için gerek dinsel, gerek geleneksel bakımdan zorunlu olan hazırlığa geçilir. Bu hazırlık üç önemli işlemden geçmektedir. Yıkama, kefenleme ve cenaze namazıdır. Ölen biri elden geldiğince çabuk gömülmeye hazırlanır. Kişi sabahleyin ölmüşse ikindi namazına, ikindiden sonra ölenler o gece bekletilerek sabahleyin gömülürler. Uzaktaki akrabaları için cenaze bekletilebilir.
Anadolu’da büyük bir çoğunluğun yaptığı bir uygulama da cenaze gömülmeden önce yıkanması olayıdır. Kadınları kadın, erkekleri erkek yıkayıcılar yıkarlar. Bu işi yapan kişiler meslekten yıkayıcılar, hocalar, tecrübeli olanlar, dini bütünler, meslekten kimse bulunmazsa ölü evinden ya da komşulardan biri, bazı yerlerde de vasiyet üzerine sevdiği kişiler olur.
Büyük kentlerde yıkama mezarlık gasılhanelerinde, köylerde ise herkesin evinin bahçesinin kuytu bir köşesinde yapılmaktadır.
Ölünün gömülmeye hazırlanışı için gerekli olan ikinci işlem ölünün kefenlenmesidir. Kefen bezinin rengi beyazdır. Kadın ve erkek de parça sayısı değişir. Bu yine Anadolu’da yaşayan halkın büyük çoğunluğu tarafından uygulanan bir gelenektir. Bunun dışında farklı gelenekler bulunmaktadır.Üçüncü işlem de cenaze namazıdır. İslam dinine göre ölenin namazının kılınması için birtakım koşullar gerekmektedir. Cenaze namazı kılındıktan sonra tabut cemaat tarafndan mezarlığa götürülür. Ölü mezara sağ tarafı üzerine kıble doğrultusunda konur. Ölü genellikle tabutsuz olarak mezara gömülür. Ancak tabutla gömüldüğü de olmaktadır. Ölenin kimliğini, cinsini, yazgısını belirtmek amacıyla mezartaşlarına yazılar yazılması ve işaretler yapılması çok yaygındır.
Anadolu’da ölünün dinsel törenle ve yemekle anıldığı belirli günler vardır. Bunların başında ölünün kırkıncı, elliikinci günleriyle yılı gelmektedir. Daha seyrek olmakla beraber üçüncü ve yedinci günlerde de ölü belli bir biçimde anılmaktadır. Aslında belli sayıların karşıladığı bu tür günler sözkonusu sayılara kazandırılmış olan dinsel büyüsel ve geleneksel niteliklerden dolayı önemsemişler, giderek bir takım adetlerin bünyelerine ana öğe olarak yerleşmişlerdir.
Ölüm olayından sonra en önem verilen ve dikkat edilen davranış biçimi de yakınların gidenin ardından tuttuğu yasdır. Yakınını kaybeden bir insanın bu olay karşısında duyduğu tepkiler şaşkınlık isyan ve acıdır yas. Toplumsal, ekonomik, biyolojik ve duygusal yönden bağlı bulunduğumuz acı, bir insanın kaybından duyduğumuz acı insancıl bir tepkidir.
Yas, toplum tarafından bizim için önemli olarak tanımlanmış insanların ve yakınlarımızdan birinin kaybıyla duyulan acı ve üzüntüyü toplumsal kalıplar içinde ifade etmektir. Toplumsal bir kurum niteliğinde olan yasla ilgili adetler bu adetlere bağlı işlemler, kaçınmalar acı çekeni belli etme, belirli bir süre yeni durumuna alıştırma, acısını azaltma ve giderek bu durumundan çıkarma amacına yöneliktir. Dünyanın her tarafında gerek ilkel gerekse yüksek kültürlerde bu amaçla uygulanan bir takım adetler ve törenler görülmektedir.
Cenaze kaldırıldıktan sonra gerçekleştirilen diğer bir uygulama da ölü yemeğidir. Ölümle ilgili adet ve inanmaların önemli bir bölümünü oluşturan bu yemek bir yanıyla ölenin öte dünyada sürdürdüğü başka şeylerin yanı sıra yemeye ve içmeye de ihtiyacı olduğu tasarımını vurgularken bir yanıyla da ölüm olayına eşlik eden geçiş törenlerinin halk arasındaki gerekirliliğini açığa vurmaktadır. Çünkü ölünün öte dünyaya uğurlanışının tam ve geçerli olabilmesi için dinsel kuralların ve işlemlerin yanı sıra geleneksel olayların da yerine getirilmesi gerekmektedir. Aksi halde ölenin ruhunun geri de bıraktıklarını tedirgin edeceğine inanılmaktadır.

MEZAR TAŞI YAZILARI
Mezar taşları, gerek yapısal özellikleri, gerekse üzerindeki yazıları ile Türk’ün zengin iç dünyasını, ince beğenisini, yüce düşüncesini gösteren en güzel örneklerdendir. O mezar taşları ki, yerine göre bir tarih, yerine göre bir ağıt, çok kere de ölenin dilinden duyulan acı ve elemli bir yankıdır. Biçimlerinden, yazılarından, kişilikler ile kimlikler anlaşılır. Kabristanlar birer müze, mezar taşları da buralarda yatanların anıtı, varlıklarının kanıtıdır.
Yaşlıların taşlarında kişilikler, gençlerinkinde dünyaya doymamışlığın özlemi vardır. Kimisi ecelinden, kimisi umulmadık bir olaydan göçüp gitmiştir. İyilikler, güzellikler tüm acılığı, çıplaklığı ile o taşlarda sergilenmiştir. Okuyanda kimi gözyaşı, kimi de derin bir düşünce görülür. Bu düşünce karşısında gerçek felsefe o taşın başında yapılır.
Gelenekler, görenekler, toplumun sosyal yapısı da yer alır o taşlarda. Dilekler, istekler vardır onlarda. Dünyanın hiçliği da anlaşılır o taşlarda. Çalışmanın, başarının gizi vardır üzerindeki satırlarda. Eski Türklerde “Balbal” denirmiş bu taşlara. Balballar, kahramanlığını gösterirmiş eski Türklerin. Bugünküler ise aynı ulusun yaşam felsefesini, duygu ve düşüncesini, evrene bakış açısını, inancını, dünya görüşünü koyuyor ortaya.
Aynı zamanda dil ürünlerinin güzel örnekleridir mezar taşları. Dilciye, tarihçiye, folklorcuya, felsefeciye, edebiyatçıya zengin bir hazinedir, hazine gibi sunulmuş büyük bir armağandır. Kısaca söylemek gerekirse mezar taşları; tarih yapraklarıdır, geçmişten gelen edebiyat sayfalarıdır. Tarihin unutulmuş sayfaları bile vardır orada.
Yazık ki, mezar taşları da zamana dayanamıyor, zamanla yapılan savaşta egemenliğini yitiriyor, doğadan silinip gidiyor. Çağdaş uygarlık yarışı da dünkü mezarları bile eski sayıp ortadan kaldırıyor.
Biz insanlar ise ilgisiz, vefasız varlıklarız. Yarınki geleceğimizin mezar taşlarının başına gelenler olacağını nedense anlamıyoruz, anlamak istemiyoruz. Hergün biraz daha onlardan uzaklaşıyoruz, geçmişimizden kopuyoruz.
Son düzenleyen GusinapsE; 3 Mayıs 2006 23:23
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
27 Nisan 2006       Mesaj #8
arwen - avatarı
Ziyaretçi
KINA AĞITLARI
Kültür değerlerimizin en önemli kısımlarından birini teşkil eden ve halk kültürünün pek çok unsurunun biraraya getirildiği düğün törenleri, insan hayatında dönüm noktası olan sosyal olaylarının başında gelir. Bu törenler içindeki kimi uygulamalar, yani gelenek-görenek ve adetler, yörelere göre değişiklik göstermektedir. Düğün törenleri içinde yer alan ve gelinin baba evinde kalacağı son gece yapılan geleneksel uygulamalardan en önemlisi ise hiç şüphesiz “Kına Gecesi”dir. Kına gecesi çeşitli halk kültürü unsurlarından oluşmakla birlikte, bu gecede en çarpıcı uygulama ağıtlarla birlikte yakılan kınadır. Bu nedenle; hüzünlü, yanık bir ezgi ile söylenen, lirik özellikteki “Kına Ağıtları” ayrı bir önem arzetmektedir. Çünkü, düğünlerimizin tüm ağırlığı ve duygu yoğunluğu bu gecedeki kına yakma ve bu sırada gelini ağlatmak için söylenen ağıtlarla yaşanmaktadır.
Bildiri konumuz “Kına Ağıtları”na geçmeden önce, kına ve kına gecesi geleneği hakkında kısa bilgi vermenin yararlı olacağını düşüncesiyle, ilk olarak bu konuyu açıklamak istiyorum. Tarihi gelişimi antik devirlere kadar uzanan kına; eski Mısır, eski Yunan, Roma ve Ortaçağ’da boya ve ilaç olarak kullanılmıştır. Gerek Avrupa’da, gerekse İslam dünyasında çok bilinen bu madde, Hindistan’daki Müslümanlar arasında da kullanılmıştır. Türk tıp tarihinde de kınanın çok önemli bir yeri vardır. Eski Türkler kınayı, veba hastalığına karşı ve boya maddesi olarak kullanmıştır. 15.-19. yüzyıllar arasında; balgam, baş ağrısı, nezle, göz ağrısı, çocuklarda çiçeğe karşı ve de ateşli hastalıklarda kullanılan kına, bazı saray ve attariye defterlerinde baş köşeyi işgal etmiştir. Kuzey Afrika, Hindistan, Pakistan ve Seylan’da yetişen kınaya; Latince’de “Lawsonia İnermis” , Arapça’da “Hınna”, Divan Edebiyatı’nda “Hana” veya “Hınna”, Batı dillerine de Arapça’dan geçerek, Fransızca’da “Henné”, Almanca’da “Henna”, İtalyanca’da “Henné”, İngilizce’de ise “Henna” denilmektedir. Kınanın Azerbaycan Türkçesindeki karşılığı “H>ına” , Başkurt Türkçesinde “Kına (buyavı)”, Kazak Türkçesinde “Kına”, Kırgız Türkçesinde “H>ına”, Özbek Türkçesinde “H>ınä”, Tatar Türkçesinde “Kına (buyavı)", Türkmen Türkçesinde “H>ina”, Rusça’da “H>ına
dır.
Türk-İslam geleneğinde; hem sağlık, hem güzellik, hem de törensel açıdan özel bir yeri olan ve Dede Korkut Hikayelerinde de sözü edilen kına, Türk inanç sisteminde adanmış olmanın da işaretidir. Bunun içindir ki; “vatana kurban olsun” diye asker adayına, “Allâh’a kurban olsun” diye kurbanlık koçlara, “eşine kurban olsun” diye geline kına yakılır. Anadolu’nun her tarafında yaygın olan kına yakma geleneği, Anadolu dışındaki Türklerden;başta Kıbrıs Türkleri olmak üzere, Bulgaristan Türkleri, Gagauz Türkleri ve Karay Türkleri ile Azerbaycan Türklerinde de vardır
.
Türkiye’nin çeşitli yörelerinde birbirine yakın adlar verilen bu geceye, Bursa’da “el kınası”, “has kınası”, Malatya’da “gelini kınaya çekme”, Muğla’da “kına düğünü”, Uluborlu’da “kına basma”, Ünye’de “baş bağlama”, Taşeli’de “gelin okşama”, Emirdağ’da “kızbaşı”, yaygın olarak da “kına gecesi” gibi adlar verilmekte; Türkiye dışındaki Türklerden Azerbaycan Türklerinde “kına yaktı gecesi”, Romanya’nın Dobruca bölgesinde yaşayan Tatar Türklerinde ise “kına toyu
denilmektedir.
Bu noktada, geline yakılacak kınanın hazırlanışı hakkında kısaca bilgi verelim. Anadolu’da, oğlan evi tarafından alınmış kuru kına, oğlan evinde toplanan kadınlar tarafından kız evine götürülür. Kına, gümüş veya bakır bir tas içinde “başı bütün” yani “başından ayrılık geçmemiş” bir kadın tarafından yakılır. Hem bereket dileği hem de kına yakılan kişiye baht açıklığı sağlamak amacıyla, gelinin sağ avucuna bozuk para veya altın konulur. Yakılan kınanın; sıvama, yüksük, burmalı, kedi pençesi, dilber dudağı, kuş gözü ve iplik kınası olmak üzere çeşitleri vardır. Kına, genellikle gelinin eline yakılmakla beraber; Erzincan’da gelinin eline ve ayak parmaklarına, Güney Anadolu (Çukurova, Kenzin) yayla düğünlerinde ise, gelinin boynunun kütüğüne, yani ensesine de bir sıkım kına yakılır
.
Kına yakma geleneğinin tarihi gelişimi ve bu geleneğe Türkiye’nin çeşitli yörelerinde ve bazı Türk boyları arasında verilen adlar hakkındaki açıklamalardan sonra, kına yakma sırasında söylenen ağıtlara bakalım. Kına gecesinde söylenen kına ağıtları,tıpkı ölüm ağıtları gibi belli bir tören unsuru taşıyan ağıtlardır. Bu ağıtlarda ölüm ağıtlarında olduğu gibi ferdi ağıtlara rastlanmaz. Kına ağıtlarının hepsi anonimdir. Yalnızca kadınlar tarafından, gelin kıza kına yakılırken ve genellikle sazsız, çalgısız söylenir. Kına ağıtları hiçbir zaman para karşılığı söylenmez
. Kına gecesinde gelin kız mutlaka ağlar. Eğer ağlamazsa “kocada gönlü var” şeklinde yorumlanır ve ayıplanır. Kına ağıtları farklı temalara yer vermekle birlikte, bu ağıtlarda ağırlıklı tema ayrılık ve gurbettir. Yine bu ağıtların oluşumunda yöre coğrafi özelliklerinin ağıtı yakanlar tarafından kullanılması söz konusudur. Kına ağıtlarını oluştururken yöre bitki örtüsü ile yöredeki evcil ve yabani hayvanlardan çok sık bahsedilmesi oldukça dikkat çekicidir. Bolu’da söylenen bir kına ağıdında yöredeki ağaçlardan şöyle söz edilir:
Dağdan keserler meşeyi,
Hani bu kızın döşeği,
Gelinim kınan gutlu olsun,
Orda dirliğin bol olsun.

Dağdan keserler gürgeni,
Hani bu kızın yorganı,
Gelinim kınan al olsun,
Burda dirliğin bol olsun.
Çam ağaçları ve bal üretiminin yoğun olduğu Muğla yöresine ait bir kına ağıtında ise, benzer ifadelere rastlıyoruz.
Ben balı pekmez sanırdım,
Çanaktan almaz sanırdım,
Anadan babadan ayrılan kızı,
El yüzüne bakmaz sanırdım.

A gelin, a gardeş kınan kutlu olsun,
Güveyin yanında sözün tatlı olsun,

Çam budağı eğilip gelir,
Kız oğlana dönüp gelir,
Al duvağı sürükledikçe,
Güvey atla koşup gelir,

A gelin, a gardeş kınan kutlu olsun,
Güveyin yanında sözün tatlı olsun.
Gelin olacak kız için baba evinden ayrıldıktan sonra gidilen her yer, mesafe ne olursa olsun, artık “gurbet”tir. Bu nedenle, kına ağıtlarında çok yoğun olarak “ayrılık” ve “gurbet” teması işlenir. Ordu’dan derlenen bir kına ağıdında bu durum şöyle dile getirilmektedir:
Sazaklara ev yapma anam o batar gider,
Uzaklara kız verme anam o yiter gider,
El kadarcık ekmeğin anam o bana yeter.
Burada uzaklara kız vermek, sazaklara, yani bataklığa ev yapmaya benzetilmekte, ikisi arasında fark olmadığı, kısa sürede ikisinin de yok olacağı belirtilmektedir. Benzer sözlere Erzincan’da söylenen bir kına ağıtında da rastlıyoruz.
Çamura taş atma batar da gider,
Irağa kız verme yiter de gider.
Kazak Türkleri’nde ise; gelinin çok sevdiği yakınları ve akrabalarıyla vedalaşırken, tam evden ayrılacakken söylediği şarkılara “Sınsu” adı verilir. Söyleniş zamanı bakımından Anadolu’dan farklı olsa da, "gurbet" temasını işleyen ve Kazak kadınının acı kaderini dile getiren, aşağıdaki çok tesirli ve gerçekçi ifadeleri, Anadolu’da söylenilen “Kına Ağıtları”ndan ayırmak hemen hemen imkansızdır.
Kara suya kaz varır,
Anasından ayrılıp kız varır,
Kara suya kan döksen akıp gider,
Yabancıya kız versen,alır gider.
Veya:
Ak attan boz ata indim baba,
Her şeyin ben olsam da gittim baba,
Dokuz katlı saray gibi evimizden,
Bir başımla sığamadım gittim baba.
Trabzon’dan derlenen bir kına ağıtında ise;
Gelin ağlar yaşlı yaşlı,
Gitmem diye sallar başı,
Ağlama gelin ağlama,
Sen gider gene gelirsin,
Bir iken iki olursun,
Dertlerini unutursun,
Ağlama gelin ağlama.
sözlerindeki “Bir iken iki olursun, dertlerini unutursun” dizeleriyle, gelin olan kızın çocuk sahibi olduğunda artık onunla meşgul olacağı ve gurbeti düşünmeye fırsatının dahi olmayacağı vurgulanarak, teselli edilmektedir.
Kimi kına ağıtlarında gelin kızın ağzından anne ve babasına sitem vardır. Kayseri Sarıoğlan’dan derlenen bir kına ağıtında, bu sitem;
Kapınızda kulp muyudum?
Pecenizde ot muyudum?
Bu yıllıkta dursayıdım,
Üstünüze yük müyüdüm?
şeklinde söylenirken, Boyabat yöresinde önce babaya,
Beni uzaklara attın babam,
Artık evinde rahat yaşa babam,
Bir köşene ay doğsun babam,
Bir köşene gün doğsun babam,
Kolum kapıdan mı çıktıydı babam,
Başım bacadan mı çıktıydı babam.
hemen ardından da anneye sitem edilirken ve ayrıca gelin olan kızın karşılaşabileceği güçlükler, duyabileceği kötü sözler ve de yeni bir yaşama alışmanın getireceği zorluklar dile getirilmektedir:
Ah anam anam; beni düşünmeyen anam,
Tekneden ekmeğin tükenmesin anam,
Oluğundan suyun eksilmesin anam,
Ağır yürürsem tembel derler anam,
Hızlı yürürsem deli derler anam,
El evine ben nasıl uyayım anam.
Adana’nın Kadirli ilçesinden derlenen bir kına ağıtında; baba evinden ayrılmanın zorluğu karşısında hem anaya serzeniş, hem emmilerine (amcalarına) beddua, hem de babaya yakarış vardır:
Ana gızın çok muyudu,
Bir kız sana yük müyüdü,
Gırılası emmilerim,
Heç oğlunuz yok muyudu?

Baba gadanı alayım,
Sakalına tel olayım,
Gapında köle olayım,
Verme beni gurbet ele.
Avşarlardan derlenen bir kına ağıtında ise, toplumumuzdaki gelin, görümce ilişkisi karşımıza çıkar. Evdeki kızın gelin olmasına, en çok, daha önce evlenmiş olan ağabeylerin eşlerinin sevineceği bir Avşar ağıtında şöyle dile getirilmiştir:
Baba ekinin bitti mi?
Kardeş ekmeğin arttı mı?
İşte koyup gidiyorum,
El kızı keyfin yetti mi?
Baba evinde kalan, geride bıraktığı ve özleyeceği her şeyi birer birer sayar:
Elimi yuduğum arklar,
Belimi verdiğim dutlar,
Onu da göresim gelir,
Yalladığım koca itler.

Yunak yuduğum taşlar,
Gölgelendi koc’ağaçlar,
Şu anama selam söylen,
Gökyüzünde uçan kuşlar.
Antalya’nın Akseki ilçesinde söylenen bir kına ağıtında, geline anasının ağzından şu öğütlemeye yer verilmektedir.
Gittiğin yollar hep yokuş,
Seni göreyim kızım kaynanana yakış,
Eline yakışsın beklenen her iş,
Meleğim meleğim allı meleğim,
Düşmanımız çoktur seni göreyim.
Kastamonu’nun Daday ilçesinde ise benzer öğütlere rastlanılmaktadır.
A gızım, pazardan aldım kına ile tarak,
Hanım da yavrum her huyunu ana evinde bırak,
Bırakmazsan yersin maşayla dayak.
A gızım, merdivenden aşağı inme,
Gayınnan, gayıntan da gücünü üzme,
Yadların karşısında salınıp gezme,
A gızım, hürmet ararsan (edersen) hürmet bulursun,
Hürmet iki baştadır, yavrum kadın olursan.
Yörüklerden derlenen bir kına ağıtında, Yörük yaşamının temelini oluşturan konar, göçer yaşam tarzı gözler önüne serilir:
Kırat gelmiş gemin gever,
Boz lök çökmüş, çanın döğer,
Kız oturmuş duvak eğer,
Kız anam kınan kutlu olsun,
Söyle dillerin tatlı olsun.
Bu ağıtta bahsedilen “Kırat” gelinin binip gideceği attır; “boz lök (erkek deve)” de gelinin beraberinde götüreceği çeyiz eşyalarını taşır. Yörük ağıtının devamında ise, gelin gidince, Yörük obası ıssız kalacakmış gibi düşünülür.
Kız ***** kızsız kodun,
Ak halkeyi susuz kodun,
Bir obayı ıssız kodun,
Kız anam kınan kutlu olsun.
Söyle dillerin tatlı olsun.
Sonuç olarak; kültür değerlerimizin önemli parçalarından birini teşkil eden ve yapılan bazı türkü tasniflerinde “Tören Türküleri” içinde yer alarak, “Düğün Türküleri” içinde değerlendirilen ve “Kına Türküleri” olarak adlandırılan “Kına Ağıtları”nın, temel yakılış sebebi ayrılık olan “Ağıt” kavramı çerçevesinde değerlendirilerek, bu konuda Türk Dünyası coğrafyasını da kapsayacak şekilde, mukayeseli ve daha geniş bir çalışma yapılmalıdır.
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
30 Nisan 2006       Mesaj #9
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
KOMŞULUK
"Ne kadar uzakta olursa olsun eskiden, yayan bile olsa yola koyulup cenazeye gidilirmiş. Şimdi ise, cenaze evine otomobille götürülmedikçe gidilmiyor, 'karşılaşırsak başsağlığı dilerim' demekle yetiniliyor".
"Eskiden köy gençleri köy meclisinde toplanırmış. Şimdi ise toplandıkları yegane yer ya kahvehane ya meyhane."
"Eskiden babasının sözünü kıran kimse kınanır ve dışlanırmış. Ya şimdi? Elinde yüklüce para olan, bırakın kalbini babasını kırmayı, tekmil köyün ardı sıra atıp tutsa alkışlanıyor."
"Ya o eskiden üç beş aile toplanıp yapılan sohbetler."
Eskiden... Eskiden... Eskiden...
Yaşlılar hep böyle başlar konuşmaya. Ama yalnız yaşlılar mı?
Yaşlısı, genciyle herkes eskideki bir şeylere özlem duymuyor mu?
Genç yaşta olanlarımız bile çocukluklarının bayramlarına iç geçirmiyorlar mı?
Ya da eski komşulukları aramıyor mu kimse?
Eskiden komşuluk da bir başkaydı.
Şimdi kötü. Her geçen gün de daha kötüye gidiyor. Adeta yok olmak üzere.
Peki niçin? Nasıl oldu? İnsanlar mı kötüleşti? Yoksa?.. Yoksa ne?
Egemenler bölünmüş, parçalanmış, kendine ve çevresine yabancılaşmış bir toplum yaratmayı hedeflerler. Niçin? Çünkü, böyle bir toplumun sömürü ve saltanatları açısından bir tehlike yaratmayacağını, birlik olup direnemeyeceğini bilirler.
Kapitalizm, paranın, bencilliğin, çıkarcılığın sistemidir. İnsana ait olmayan, onun özüne ters düşen ne varsa bir "kültür" haline getirilmesiyle sömürü ve zulüm düzeni ömrünü daha da uzatıyor. Birbirinin acısından, yoksulluğundan, sevincinden, derdinden habersiz; dayanışma, paylaşma, dostluktan uzaklaşmış ve yalnızca kendi küçük dünyasına hapsolmuş insanların, yaşadığı koşulları doğru biçimde değerlendirebilmesi ve doğru çözümler bulabilmesi mümkün değildir. Yabancılaşmanın egemen olduğu bir toplumda düşünce ve davranışlara yön verecek olan, "her koyun kendi bacağından asılır" "gemisini kurtaran kaptandır" felsefesidir. Böyle bir düşünce halkın tüm kesimlerine, tüm bireylerine nüfuz ettiğinde, karşımıza vahim bir tablo çıkacaktır.
Denilecek ki, kapitalizmin yarattığı ekonomik koşullar bireyleri buna zorluyor. Ama tek neden bu değildir. Burjuvazi ideolojisiyle, kültürüyle de bunu teşvik ediyor. Tüm güçleri ve propaganda araçlarıyla halkın olumlu değerlerini dejenere etmeye, yoketmeye çalışıyor, insana yabancı ne kadar düşünce ve davranış varsa bunları öne çıkarıyorlar.
Mesela bu çerçevede komşuluk ilişkilerimizi ele alalım. Halk kültürümüzde önemli bir yeri olan komşuluk ilişkileri de kapitalizmin yarattığı ekonomik-sosyal koşulların ve burjuva düşüncesinin hedefi durumundadır. Kapitalizm, hayatın her alanında ilk olarak halk arasındaki bağı, bağlılığı, sıcaklığı, dayanışmayı, dostluğu ortadan kaldırmayı hedeflemiştir. Bunun "doğal" bir sonucu olarak yalnızca kendisi için yaşayan, adeta birer robot haline getirilen insanlardan oluşmuş bir toplum yaratılmak istenmektedir. Robotlaşan ve mekanikleşen insanların sosyal ilişki diye bir sorunu olmayacağına göre, burjuvazi açısından herhangi bir tehlike kalmamış olacaktır.
Burjuva düşünürler bile insanı tanımlarken, onun "sosyal bir varlık" olduğunu kabul ederler. Ancak burjuvazinin sosyallikten, insan ilişkilerinden anladığı, çeşitli biçim ve nedenlerle biraraya gelen amaçsız, ne istediğini bilmeyen, kişisel kaygıların her şeyin üstünde olduğu, bireysel tutkuların belirleyici olduğu bir sosyalliktir.
Onların "sosyal faaliyetler" diye adlandırdıkları şeyler bile böyle suni bir şekillenme üstünde gelişir. Örneğin, sosyal hizmet ve yardım dernekleri adı altında kimi burjuva çevreler çeşitli faaliyetler gerçekleştirmektedirler. Bunların bir kısmı yoksul, kimsesiz çocuklar için etkinlikler düzenlemekte, güya toplumsal dayanışma örneği vermekteler. Oysa bu ülkede yoksulluğun, yardıma muhtaç yaşamanın sorumluları bizzat kendileridir. Bir çeşit gösteri ve günah çıkarma, daha da önemlisi şirin görünmeden başka bir şey olmayan yalancı dayanışmadır ortaya konulan. Bu anlayışın komşuluk ilişkilerine yansıması da çok farklı değildir. Geleneksel komşuluk ilişkileri kapitalist mantıkla ele alınarak tam bir ticaret ilişkisine dönüştürülmüştür. Esasında dayanışma, paylaşma, acıya ve sevince ortak olma amacı olan komşuluk geleneği kapitalizmin çıkarcı kültürüyle birlikte "altın günü", "döviz günü" haline getirilerek, paranın belirlediği bir biçime dönüştürülmüştür. Dolayısıyla merkezinde maddi beklentiler olan bu ilişkilerin içeriğini de aynı düşünceler belirlemektedir. Komşuluk ilişkilerindeki bozulma kentlerden giderek ilişkilerin çok daha güçlü olduğu köylere kadar uzanabilmektedir. Dayanışmanın, yardımlaşmanın en güzel örneklerinden olan "imecelik" geleneği bile giderek ölmektedir.
Komşuluk ilişkilerinin bozulması veya en asgari düzeyde sürmesi, hatta neredeyse katlanılması gereken bir zorunluluğa dönüşmesi elbette halkın tercihi değildir. Ortaya çıkan durumun sorumlusu düzenin yarattığı koşullardır. Düzen kültürü adım adım tüm insanlarımızı etkisi altına almaktadır. Oysa halkımızın binlerce yılın deneyimiyle ifade ettiği gibi "komşu komşunun külüne muhtaçtır", "ev alma komşu al" sözleri boşuna söylenmemiştir. Bir değeri, bir ihtiyacı, bir "olması gerekeni" anlatıyor bu sözler.
Ama işte şimdi, bazen ekonomik koşullar engel oluyor komşunun yardımına koşmaya. Halkımızın konukseverliğini göstermek sözkonusu olduğunda yine ekonomik engeller dikiliyor karşımıza. Ne var ki, "ekonomik koşullar böyle" diye mevcut durumu kabullenmek de işin kolayıdır. Düzenin ekonomik, kültürel saldırılarına karşı ayakta kalabilmek, halklarımızın değerlerine sahip çıkmakla, onları yeni biçimlerle zenginleştirip, geliştirmekle mümkündür. Düzenin yarattığı düşüncelerden sıyrılıp, yaşadığımız ilişkileri sorgulayıcı tarzda ele aldığımızda, çok çarpıcı gerçeklerle karşılaşacağız. Çarpık kentleşme ile çok katlı apartmanlardaki insan ilişkilerini gözümüzün önüne getirelim. Adeta küçük bir köyü barındıran bu apartmanlarda aynı saatlerde çok farklı olaylar yaşanmakta ve hiçbirinin diğerinden haberi olmamaktadır. Sözkonusu apartmanın bir dairesinde cenaze kaldırılır, acılı feryatlar duyulurken, hemen alt dairede düğün veya eğlence yaşanabilmektedir. Yine aynı anda yeni bir komşunun apartmana taşınma telaşına kimsenin oralı olmadığı görülebilir pekala. Bu nedir yani; açıkça adını koyarsak insanlıktan uzaklaşmaktır. Halk kültürümüzden bir ko****ur. Ama her şeye rağmen tümüyle öldürülememiştir bu gelenek. Komşuluk, şu veya bu düzeyde hala köylerimizde ve kentlerimizde ağırlıkla da gecekondu mahallelerinde kapitalizmin bireyci kültürüne karşı direnmeye çalışmaktadır.
Düzen hergün değerlerimizden, geleneklerimizden bir parça koparıp alıyor. Buna karşı çıkmak, değerlerimizi korumak, geleneklerimizi yaşatmak, kolektif bir tavır alışla mümkündür. Bulunduğumuz her yerde, her mekanda geleneklerimizi hayata geçirmekte ısrarlı olmalıyız. Bu anlamda Susurluk eylemleri öğretici bir örnektir. Yukarıda sözünü ettiğimiz tablonun nasıl değişeceğine ışık söndürme eylemlerinde hepimiz tanık olduk. Birbirine selam vermeyi unutan, daha ötesi oturduğu apartmanda, sokakta kendinden başka kimsenin böylesi bir eyleme katılmayacağını düşünen birçok insan, eylemle birlikte yeni dostluklar, komşuluk ilişkileri geliştirdiğini, çevresine artık daha duyarlı yaklaştığını ifade etmeye başlamıştır.
Bugünün koşullarında komşuluk ilişkilerine yeni bir muhteva, yeni bir biçim kazandırılabilir. Ama yine dayanışma, yardımlaşma temelinde olmalıdır bu yeni şekil. Halkımızın bu değeri esas olarak yaşamaktadır. Bakın, üslerinde katledilen SDB savaşçılarına ilişkin halkın anlatımlarını hatırlayalım. Savaşçılar bir gün bir komşunun hastasının yardımına koşmuş, bir gün alt kattaki yaşlı insanların kömürünün taşınmasına yardım etmişlerdir. Ve işte bu davranışlarıyla o insanların yüreklerinde taht kurmuşlardır. Üstelik onlar bunu illegalite koşullarından dolayı devrimci kimliklerini gizleyerek yapmak zorunda kalmışlardır. Ama legalde, demokratikte bulunun binlerce Cepheli, bunu kendi açık kimlikleriyle yaptıklarında hem komşuluk gibi halk değerlerimizin yaşatılmasına katkıda bulunmuş, hem halka bunun mümkün olabildiğini göstermiş, hem de halk değerlerini kimin savunduğunu, kimin yoketmeye çalıştığını ortaya koymuş olacağız.
Halk Meclisi çalışmaları da bu anlamda düzenin kültürüyle savaşıp halk değerlerini korumanın bir mevzisidir. Yıllarca biraraya gelemeyen, kendi dertleriyle başbaşa kalmış, çözümsüzlük içerisinde kaderine razı olmuş insanlarımız Halk Meclisleriyle birlikte dostluğun, dayanışmanın ve paylaşmanın en güzel örneklerini yaşamaya başlamışlardır. Artık birbirinin kapısına daha rahat, daha güvenli gitmektedirler. Düzenin kültürüne, geleneklerimizden aldığımız güçle ve halk örgütlülükleriyle karşı çıkmalıyız. Koruduğumuz geliştirdiğimiz her komşuluk ilişkisi burjuva yaşam biçimine vuracağımız bir darbedir.
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
2 Mayıs 2006       Mesaj #10
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
KOMŞU ve KOMŞULUK
Ev, işyeri, arazi, köy, şehir ve ülke bakımından yakın olanların birbirlerine göre aldıkları ad.

Ailemizden sonra en yakın sosyal çevremizi komşularımız meydana getirir. İyi veya kötü günlerimizde şartlar en yakın çevre ile temas halinde bulunmayı gerektirir. Darlık zamanında yardımlaşma, normal zamanlarda ziyaretleşme, sır sayılabilen halleri gizleme birbirinin hâlinden etkilenme, hatta komşunun mülkünü satın almada öncelik hakkına sahip olma (şûf'a) komşulukla ilgili bir dizi hak ve sorumlulukların kaynağım teşkil etmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de komşu ilişkisinden söyle söz edilir:
"Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve mâliki bulunduğunuz kimselere iyilik edin " (en-Nisâ, 4/34).
Komşu deyiminin kapsamı ile ilgili olarak Hz. Ali (r.a) çevrede "sesi işitilenlerin" komşu olduğu görüşündedir. Hz. Aişe (r.a) da her taraftan kırk evin komşu olduğunu ve bunların komşuluk hakkına sahip bulunduklarını bildirmiştir. Ayrıca, komşu tabiri, hiç bir ayırım yapılmadan, müslüman-kâfir, âbid-fâsık, dost-düşman, yerli-misafir, iyi-kötü, yakın-uzak bütün komşuları içine alır (Tecrid-i Sarih Tercümesi, XII, 130).
Hz. Peygamber: "Cebrail (a.s) durmadan bana komşuya iyilik etmeyi tavsiye ederdi. Bu sıkı tavsiyeden, komşuyu komşuya mirasçı kılacağını zannettim" (Buhârî, Edeb, 28; Müslim, Birr ve Sıla, 140: 141; Tirmizi, Birr, 28; İbn Mace, Adeb, 4) buyurur.
Bir Müslümanın başkalarına zarar vermemesi, herkese iyilik yapması en önemli ahlâkî görevlerindendir. Rasûlüllah (s.a.s): "Müslüman, diğer müslümanların elinden ve dilinden emin oldukları kişidir" (Buhârî İmân, 3-4; Müslim, İman, 64-66) buyurmuştur. Sürekli karşılıklı ilişkiler sebebiyle komşu güven konusunda daha önceliklidir. Nitekim Allah elçisi başka bir hadiste bunu şöyle ifade buyurmuştur: "Şerrinden komşusunun güveninde olmadığı kimse gerçek mü'min olamaz" (Buhârî, Edeb, 29; Müslim İman, 73; Tirmizî, Kıyame, 60; Ahmed b. Hanbel, I, 387, II, 288, 336, 373, III, 154). Mü'minin, kendi nâil olduğu nimetlere diğer mü'min komşularının da nâil olmasını, kendisi için istemediği şeyleri mü'min komşusu için de arzu etmemesi esastır (Buhâri, İman, 5) Bu prensipten hareket edilince komşu komşuyu rahatsız edemez. Burada, herkese uygulanabilen objektif bir ölçü sunulmuştur. Görüntü yaparak veya balkon, saçak vb. yapılarla komşunun arsasına taşarak zarar veren kimse, aynı davranış kendisine yapılsa razı olmayacaksa, kalbine danışarak doğruyu bulabilecektir. Allah Rasulü bu ölçüyü Vâbisa (r.a)'ya hitabederek şöyle açıklamıştır: "Ey Vâbisa insanlar sana fetvâ verse bile bir de kalbine danış. Birr (iyi, güzel olan şey), yaptığın zaman kalbini rahatlatan, günah ise kalbini rahatsız eden şeydir" (Dârimi, Büyû', 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 228)
Komşusunun, kendisinde ne gibi hakları bulunduğunu soran bir sahabeye Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle cevap vermiştir: "Hastalanırsa ziyaretine gidersin, vefat ederse cenazesini kaldırırsın. Senden borç isterse borç verirsin. Darda kalırsa yardım edersin. Başına bir felâket gelirse teselli edersin. Evinin damını onunkinden yüksek tutma ki, onun rüzgârını kesmeyesin. Ya senin ne pişirdiğini bilmesin, ya da pişirdiğinden ona da ver" (Y.Kandehlevi, Hayâtü's-Sahâbe, III, 1068).
Bu hadisin ışığında komşularımıza karşı yerine getirmemiz gereken görevlerimizin neler olduğuna gelince:
1) Komşularımıza karşı tatlı sözlü, güler yüzlü olmalı, onlarla karşılaştığımızda selamlaşmayı, hâl hatır sormayı, neş'e ve kederlerini paylaşmayı ihmal etmemeliyiz.
2) Sağlık ve hastalıklarında, üzüntü ve sevinçli anlarında, düğün ve bayramlarda kendilerini ziyaret etmek, onlardan biri vefat etmek, onlardan biri vefat ederse yakınlarına başsağlığı dilemek, kendilerine destek olmak, cenazenin kaldırılmasında yardımcı olmak, dâvetlerini kabûl etmek, çocuklarını kendi çocuklarımız gibi sevmek, koruyup gözetmek de komşuluk görevlerindendir.
3) Peygamberimiz: "Allah'a ve âhiret gününe iman eden komşusuna iyilik etsin" (Buhârî, Edeb, 31; Müslim İmân, 74, 76, 77; İbn Mâce, edeb, 4; Dârimî, Et'ime, 11). "Allah katında dostların en iyisi arkadaşına, komşuların en iyisi de komşusuna en iyi davrananıdır" (Buhârî, İman, 31; Tirmizî, Birr, 28) buyurmuştur.
4) Komşularımıza ikramda bulunmak dâ ahlâkî görevlerimizdendir. Rasûlüllah (s.a.s): "Allah'a ve âhiret gününe iman eden komşusuna ikramda bulunsun" demiştir. (Buhârî, Edeb, 31; Müslim, imân 74, 76, 77; İbn Mâce, Edeb, 4), Yine Peygamber "Ya Ebâ Zerr! Çorba pişirdiğin zaman suyunu çoğalt ve komşularını da unutma," tavsiyesinde bulunmuş, ayrıca "Komşusu açken tok olarak yatan kimse bizden değildir" Müslim, iman, 74, Birr ve Sıla, 142; Ahmed b. Hanbel, 1,55) buyurmuştur.
5) Fakir ve muhtaç komşuların yardımına koşmak, gerekirse onlara maddi yardımda bulunmak, ödünç para vermek, çalışabilecek durumda olanlara, geçimlerini sağlayacak bir iş sağlamak müslümanın görevidir. Kimsesiz ve yaşlı komşularımızın, işlerini takip etmek, yapmak veya yaptırma da çok güzel bir davranıştır (bk. Ehû Dâvud, Zekât, 25; Mâlik, Muvatta, Zekât, 29; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 31, 40).
6) Komşuda olup bitenleri araştırmamak, ayıp ve kusurlarını ortaya çıkarmamak, bize karşı hatalı söz ve davranışlarda bulunmuşlarsa, onları anlayışla karşılayıp bağışlamak kendilerine dünya ve âhiret işlerinde yol gösterici olmak da komşuluk görevleri arasındadır. Kur'an-ı Kerim'de birbirinin kusurunu araştırmak ve başkasının gizli kalmış yanlarını ortaya çıkarmaya çalışmak yasaklanmıştır (el-Hucurât, 49/12).
7) Komşulara kötülük yapmamak, zarar vermemek gerekir. Hz. Peygamber bunun önemini: "Komşusu, kötülüklerinden emin olamayan kişi iman etmiş olmaz" (Buhârî, Edeb, 29; Müslim, İman, 73; Tirmizî, Kıyame, 60) ve "Allah'a ve âhiret gününe iman eden komşusuna eziyet etmesin." (Müslim, iman, 73, 75) buyurarak müslümanlara komşu hakkının önemini belirtmiştir.
Komşuya ya maddi veya manevî yoldan eziyet yapılır. Maddi kötülük, evine, bahçesine, malına, mülküne tecavüz etmek; onları bozmak, yıkmak, kirletmek, zorla ele geçirmek, kendisini dövmek ve hırpalamaktır. Manevî kötülük ırz ve namusuna tecavüz etmek, âile sırlarını çevreye yaymaktır. Özellikle komşunun namusuna göz dikmek günahın katlanmasına sebep olur. Bir soru üzerine Hz. Peygamber, Allah'a ortak koşmak ve açlık tehlikesi ile çocuk öldürmekten sonra en büyük günahın, "komşunun hanımı ile zina etmek" olduğunu haber vermiştir. Mikdad b. Esved (r.a) bu konuda Rasûlüllah (s.a.s)'ın şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Komşusunun karısıyla zina yapanın günahı, on kadınla zina yapan adamın günahından daha ağırdır" (Buhârî, Tefsiru Sûre 2/3, 25/2, Edeb, 20, Diyat, 1; Hudûd, 30; Tevhid, 40; Müslim, İman, 141, 142; Ebû Dâvud, Talâk 50; Tirmizî, Tefsiru Sûre, 25/1,2).
Abdullah b. Ömer'in anlattığına göre, Hz. Peygamber bir savaşa çıkmıştı. Yolda: "Bu gün, komşusuna eziyet eden kimse bize katılmasın," buyurdu. Adamın biri: "Ben komşumun duvarının dibine abdest bozmuştum" deyince, Rasûlüllah: "Bu gün bize katılma" buyurdu. (Y. Kandehlevi, Hadislerle Müslümanlık, III, 1068).
Bütün bu âyet ve hadislerden de anlaşılacağı gibi, çevresindeki insanlarla iyi komşuluk münasebetleri kurmak her müslümanın görevidir. Bu görevi yerine getirmeyen ve komşularım rahatsız eden insanlara da her zaman rastlanmaktadır. Hz. Peygamber, kötü komşunun fenalıklarına karşı sabırlı olunmasını tavsiye etmiştir.
8) Kötü komşunun, nasıl çevresindeki insanlara zararı dokunuyorsa aksine iyi komşunun da dünya ve âhirette yakınlarına iyilik ve yardımı dokunacaktır. Hadîs-i şerifte; "Şüphesiz, Allah (c.c) salih müslüman sebebiyle komşularından yüz evden belâyı defeder" (el-Askalâni, Selâmet Yolları, III, 298) buyurmuştur.
İslam hukukuna göre, bitişik komşu olmak malî bazı hakların da doğmasına sebeb olur. Şuf'a ve irtifak hakları bunlar arasında sayılabilir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ev komşusu eve, başkalarından daha fazla hak sahibidir" (Tirmizî, Ahkâm, 31, 33; Ebû Dâvud, Büyû', 73; Ahmed b. Hanbel, IV, 388-390, V, 8,12, 13,18). "Komşu komşusunun şuf'asına başkalarından daha fazla hak sahibidir" (Ebû Dâvud, Büyû, 73; Tirmizi, Ahkâm, 32; İbn Mâce, Şuf'a, I, s.2).
Şuf'a, satılan bir malı, satın alan kimseden, sahip olduğu satın almadaki öncelik hakkına dayanarak, bedelini ödemek suretiyle geri alabilme hakkını ifade eder. İrtifak hakkı ise, komşunun mülkü üzerindeki geçit, su alma veya su geçirme gibi gayri menkule bağlı olarak geçen haklardır

Benzer Konular

10 Kasım 2013 / Misafir Sosyoloji
10 Şubat 2016 / Ziyaretçi Soru-Cevap
1 Aralık 2015 / Ziyaretçi Cevaplanmış